kulakkurdu fanzın
#acınınfetisizmiduygununfasizmi
acı insanın en büyük zevkidir. insanın en büyük zevki kendisini becermesidir. tüm süreç bu denli iken, insanın acıya direnmesi ölümden korkması mıdır? insan, ölüme karşı kazandığı zafer olarak mı algılar tüm acılarının sonucunu ve insan acılara ölüm korkusuyla mı tutunur yoksa ölüm korkusu bir tutku mudur acılarına arzu duyduğu? intihar sürecin tek meşru katili. yaşamaktan nasıl keyif alıyorsunuz? tuzlu mu tuzsuz mu?
sonra para kazanamadı o işten ve battı b z i e ad n d nya am m ökü kıl p ır? ı
cigaracı cigaracıyı gözünden tanır amca oğlu
kimse hayat kadar sert vuramaz
ZA AB GO Bİ D R E İ VA RD I
saçının telide mi yok?
“sarı”nın mezarına gidelim mi?
ÇOCUK NEDEN SAKAT
enter the void
ç,
hiç kapıldın mı o hisse, gitmek istersin hani, ama aynı zamanda da kalmak gelir içinden
beğendiğin iz bedenlere, hayalinizde ruhları koyu ki p, aşk sanıyorusu nuz.
tekel kapanmış mıdır?
ıa
sen kanunsan ben belayım ulan!...
çıkma ekmek var mı?
ölüm mürekkep tutmaz.
ın as kik . da az ele 8. u y stg , 5 on ra aç osa m fil iy bi ne d
fight club e nerd k? ıştı kalm
nabıcaz be kamil?
İFFET
ASUMAN OROSPU ASUMAN
pankot ne e mrtov
Bir ajitasyon hali ki acıtasyondan daha uydurma. Bodrum katında beş odalı bir otelin mutfağında yaklaşık 3 aydır tam olarak ne olup ne bittiğini bilmeden bir yazıdır. Alkolü 3 defa bıraktım en az sssekiz defa başladım. Okulu 7 defa bıraktım ooonuncu senem 4.Sınıf alttan yyyirmialtıntane dersim var. Tecilin bitmesine tam 1 yıl kalacak iiikibinonaltı bitince. Haftaya. Konu ordudan açılmışken. Öncelikle. Hayatım gerçekten ciddi bir öncelik yer alıyor bu. Hatta bu yüzden kaygı bozukluğum var. Ölmekten korkuyorum. Ölmek istemiyorum ama daha çok ölmekten korkuyorum. Herhangi bir şey için ya da uğruna ölmek istemiyorum. Çünkü ölünce tam anlamıyla yok olacağımı düşünüyorum. Konu ordudan açılmışken; silahla uzaktan yakından alakam olsun istemiyorum. Su tabancasını bile sevmiyorum. Bol bol su içiyorum. Tabancayı sevmiyorum. Andan daha kısa bir sürede herhangi bir canlıyı öldürebiliyor çünkü. Sigarayı seviyorum andan kısa sürede öldürmüyor. Öldürme eğitimini sevmiyorum. Binlerce erkeğin öldürmek için toplanıp korumak başlığı altında bir arada uyumasını sevmiyorum. Savaş seven kadını hiç sevmiyorum. Kadın için savaşan kadını seviyorum. Andımız okudum her sabah 8 sene boyunca.Sevmedim. Günle çarpmıyorum. Kaldırıldı. Sevinmedim. Üzülmedim. Tecilin bitmesine 1 sene var. Reddederim vicdanım rahat ben kaygılıyım. Sıkıntı yok. Sıkıntı çok. Konu kadından açılmışken; askı bildiğin Filistin askısı. Tam 10 sene yalnız yaşadım. Yalnızlık anlamında değil. Bir evde tek yaşadım. Kadınlarım oldu. Erkeklerim oldu. Ama birlikte yaşamadım kimseyle. Bir gün bir kadın vardı. Eski bir kadındı. Güçlü bir kadındı. Odalar ayrı olsun ben burada kalayım dedi. İşten ayrılmış; bir dönemliğine -hani toparlamak dedikleri- bende kal dedim. Ev 2+1. Ama 1 kısmı çok güzel. Sinema evladıyız. Salon dedikleri gerçekten salon. Matineden suareye. Gel zaman git zaman. Bedenler depreşti. Odadan odaya ziyaretler başladı. Ama ben durur muyum. Sonrası efendime söyleyeyim ben hazır değilimler hanımefendiden gelen. Sonrası malum alkolizm, sonra malum ajitasyon nöbetleri. Ben bir gün evden kovdum o da gideceğim dedi zaten. Aslında eski sevgilisini koruyormuş bak benim haberim yok. Olsun. Bekle dedi gitti ben beklemedim laylaylay acıtasyon şarkıları dinlerken tam ertesi gün teyzem hastalandı. Ölüyor dediler. Hastaneye gittim. Onu aradım geldi. Bir de önceki gün, onun odasına bir erkek arkadaşımı almıştım. Yalnız kalamıyorum.
Kalamıyordum hemen adeta resmen. Yalnız kalamamak o gün başladı. Yalnızlık demişken aklıma geldi. Yalnızlık ne kadar saçma bir şey. Ben geniş ailede büyüdüm anneanne dede 4 teyze anne falan derken onların arkadaşlarıyla bazen ev yyyirmiyi buluyordu. 15-16 yaşıma kadar böyleydi ve o ana kadar dünyanın gerçekten dünyanın en güzel yeri olduğunu düşünüyordum. Teyzem kurtuldu biz eve döndük. Bi güzel seviştik. E onun odası dolu aynı odada kalmaya başladık. Sonrası kısaca sen yanlış anladın asla aynı odaya geçmemeliydik ben eski sevgilimi unutamadım falan 6 ay hop güm. Bıraktım ben çıktım gittim evden. Çeşme’ye gittim. Her şey dahil otellerden birine. Teyzemle. Bu öbür teyzem. En sevdiğim. Aqua Park’a gittik. Ben hayatımda ilk kez gittim. Karanlık olan kaydırakta simide ters binince gerçekten çok acayip oluyor. Sonra Gökçeada’ya gittim. Annemin yanına. Para yok, tatil lazım, uzak lazım, anne lazım, şefkat lazım. 2 ay da orada. 50-60 yaşında insanlarla çok iyi arkadaş oldum. Bir de 18 yaşında Ada’m oldu. Ömür boyu dostum muhtemelen. Dağ bayır deniz orman en güzel fotoğraflarım tenime işledi. Sonra okul diye her eylül gibi geri döndüm. Okul demişken aklıma geldi gerçekten eğitime ve eğitilmeye karşıyım. İnsan istediğini kendisi öğrenebiliyor. İnsan nasıl yaşayacağına kendisi kara verebiliyor. Bazı düşlerde. Hah esas okul demişken aklıma geldi. Savaşın içindeyiz. Bombalar var. Ucuz kurtulmak nasıl bir deyim. Ucuz ölüm nasıl iğrenç. Biriyle yaşlanmak. Biriyle gerçekten aynı evi, salonu, odayı, yatağı, bedeni paylaşarak ölmek istiyorum. Çocuğumun adını Ayşe koymak istiyorum. Anneannemin adı. Erkek olursa da eşim karar versin. Ölmek istemiyorum ama daha çok ölmekten korkuyorum. Herhangi bir şey için ya da uğruna ölmek istemiyorum. Çünkü ölünce tam anlamıyla yok olacağımı düşünüyorum. Bir ajitasyon hali ki acıtasyondan daha uydurma. Bodrum katında beş odalı bir otelin mutfağında yaklaşık 3 aydır tam olarak ne olup ne bittiğini bilmeden bir yazıdır. Biz iyi insanlarız… BUĞRA
KAVUKÇUOĞLU
DÜŞÜNMEK BEYNİNİ DURDURABİLİR Hallaç pamuğu olmayı bekleyen tüm dağlar ; Dünyaya dağılmış zerrelerinden tekrar bir olup doğacak, kılıfları gibi tüm ruhların Ve son anında şehadetini getirecek bir şehit huzuruyla Yok olacak son ruhun doğmasını bekliyorum. Her şey büyük bir patlamayla başladı -başlangıcımızda bir son nokta vardıVe yine durduralamayacak bir saatli bomba kurulu zerrecik olduğun kainatın merkezinde, yok etmeye hazır. Zamandan sıyrılıp düşüncelerden arınamadığında, Sorguladıkların algılarını yavaşlattığında, En önce şunu bilmelisin düşünmek beynini durdurabilir. Sen olduğun için sırf, Belirli sayıda insanı,belirli şartlar altında,belirli sürede tanıdığın için, O karından doğup O babanın var olan dölü seni ete dönüştürdüğü ve tanrının seni yaratmasında bir anlam aradığın için, Yaşamın sonunda ödül olarak ölümü bulduğun Var olmaktan vazgeçsende, kalbini tetikleyen sancıları, Başka şartlar altında farklı bir hayat süremeyişini, kafa tasını uçurup ayaklarını yerden kesecek pimi sen çekemediğin için, İki zıt düşüncenin sonunda çelişkiyle ortada yek kaldığın, En yüce arzun tanrıyı görmek olsa da nefes alan bir canlı olduğun için ve belki de cehennemliksin sonunda tanrını da kaybettiklerini de görüp göremeyeceğini bilemediğin için, Kaçmayı seçtin. Derinin üzerinde görünmezliği oluşturacak bir deri daha çıkartamıyorsun. Beyninde dolanan hayallerini üç boyutlu dünyayla sınırlı bırakmak zorundalığı seni öldürüyor. Dünyaya tersten bakıp düz giden tek varlığın kendin olduğunu düşündüğün zamanlar olacak.
Kader ve kaotikliğine bin bir farklı cevaplar verip,sahip olduğun dinden sıyrıldığın,tekrar ona sarıldığın zamanlar. Gözlerin kapalı karanlığı görerek doğdun, şimdi yaşamak zorunda olduğun dünyanın karanlığını da görüyorsun, sonunda gözlerin açık ölsende kapatacaklar ve karanlığa döneceksin. Karanlık dışında yanıt bulabileceğin bir yer var edilmedi. Işık hızını geçemedi insanoğlu düşlerinden başka bir yerde. Geçmişinde anlam veremediğin,yitirdiğin,başka bir insana dönüşmek zorunda bırakıldığın ne varsa geleceğinde değiştirdiği şeyleri bilemezsin. Bir insanın hayatının farklı dönemlerinde çektiği tüm acıların toplamıyla, diğer tüm insanların çekeceği acılar toplamı eşittir belkide. Sadece farklı zamanlarda,farklı olaylarla karşılaşıyoruzdur. Ya da ben intihar süsü veriyorumdur bu sözlerimle koca bir cinayete. Ve sen hala okuyorsan, düşünen bir insanın tüm eşitsizliklere yine de iyi yanından bakabilme umuduna şahit oluyorsun. Tek bir an içinde sıkışmış, beyni dışında özgürlüğe sahip olamayan ruhlarız. Beden sadece kafese haps ediyor. Ve eğer çıplak dolansaydık sokaklarda, ormanlarda, yağmurlarda Merak edilen şey et-kemik değil de ruhumuz olacaktı. Ve dünya içindeki tüm yargılarla, savaşlarla, öksüz yetim ölü çocuklarla, evladını kaybetmiş ana babalarla, sakat, evsiz, yoksul insanlarla belirli bir yörüngede bunlara şahit olduğu halde hızını hiç kesmenden bir an duraksamadan dönmeye devam ediyor. Tanrının gördüğü rüyayı bize izletmeye başlattığı andan ,bizim ayılacağımız güne dek.
ECE BAŞTÜRK
BURÇİN PEHLİVAN
Dekor Tozuna Bulanan Biri Kurmacanın eline düşmüş herkes bebektir. Kaygısız, Acı çeken bir bebek… Giydiğim gömleğin yakaları, üzerime oturtulan bu daracık ceket ve 12 x 5,5 ölçülerindeki papyon… Hiç biri bana ait değil. Müstakbel eşime bakıyorum. Balon etek, dantel şeritler, extra eklenebilir çiçek motifleri, oldum olası sevmediği (-ni sandığım) simli kumaşlar… Onlar da. Kaygan bir zeminde yürüyor gibiyim. Bir adımı uzun atsam uçurumdan kayıp düşecekmişim gibi bir yalnızlık. Onunlayken hiç olmadığım, kokusunu bile almadığım bir sessizliğin, duvara çarpıp dönen bağırışlara kesmiş soğukluğu.
Bir gün dayanamayıp konuştum. “Ya kızım” dedim. “Biz harbi bunu istiyor muyuz?” dedim, “Neyi?” dedi. Bu konuşma olurken üzerimizde feci bir gerginliğin kalıntıları olduğunu kabul etmeliyim. Mobilya bakmaktan dönmüştük ve ikimizin susamışlığı ikimizin de umurunda değildi. Bu şaşkın ve içimde kopan fırtınalardan habersiz tavrı yüzümde tuhaf bir kasılma meydana gelmiş olmalı. Öylece ona bakıyordum. Hafif bir meltemin esişinden güç aldım ve sözlerime devam ettim. “Olguların telaffuzu acıtır güzelim, söyletme işte. Gözlerime bakıp ne demek istediğimi anladığını, senin de değişen şeyi, bizi fark ettiğini söyle.” dedim. Çatık kaşları, içe dokunur dudak ısırışıyla biraz durdu ve “Hayatım biliyorsun, ailem...” dedi. larından. “Saçmalıyorsun!”
A-İ-L-E-M… İlişki denklemlerinin en saçması, çözümlenemeyen kara kutu, sonu bilinmez kara delik. İçimden itinalı bir siktir çekip boğazın sularına uzun uzun bakmaya başladım. Telafi niteliğindekifransızvari bir öpüşmeden sonra öylece yanımda oturup cep telefonundan salon gruplarına baktı, bir dakika öncesinde olduğu gibi devam ediyordu hayata. Günler geçiyordu ve biz kan kaybediyorduk. Gelin damat provaları, kız tarafı, erkek tarafı, o alınır bu alınmaz hesabı… Saymakla bitiremeyeceğim, bitirsem de alt edemeyeceğim ebeveynsel ve toplumsal birçok yaptırım. Bir evde yaşama meşruiyetinin bedeli ağırlaşırken, kol boyu takılan kelepçelerin halkaları gün ve gün kalınlaşır ve uzarken az önce, onun yüzüne baktığım gibi bakıyordum yaşantımıza. İçimden bir şeyler kopup düşüyordu, parçaları tabanlarımı kesiyordu, ilerleyemiyordum. Sahtelik, genel kabul gören ortak normlarımızdı. Konuşamıyorduk. Derin bir nefes alıp tekrar baktım yüzüne: “Sen o arkadaşlarının çektirdiği, seni gördükten sonra çektirmeye devam edecekleri mutlu evlilik fotoğrafına aşıksın, benim olmadığım, içinde kendi olduğum gibi yaşamadığım suni bir çerçeveye” dedim, öylece kalakaldı. Durdu, boğazını temizledi ve tek kelime çıktı dudaklarından. “Saçmalıyorsun!” Belki de ilk defa saçmalıyordum, bu doğruydu. İlk mantıklı ve cesur sayıklayışımdı. Alyans parmaklarına sıkıştırılan bir Türk Filmi’nin en boktan provasıydı ve replikler klişeydi. Sahne eski, dekorlar kokuşmuş, perdeler yırtıktı. Tek değişen oyunculardı. Oyuna oyun kuran bir ölüler destanının gayrisafinoktasında birbirimize bakıyorduk işte. Kurulan bu düzenekte rolümüzü oynamamız bekleniyordu. HEPSİ BU! Kalktım ve yürüdüm. Arkaya bakmak bir an bile aklımdan geçmeden…
EFE ELMASTAŞ
jilet ve hap 3 kişinin horladığı bir odadayım.. karşımdaki duvar saatinin akrebi 3’ün üzerindeyken, yelkovanının 12’ye tırmandığı bir sırada, ‘roads’, ‘boş çay bardağı’, ‘antiem’, ‘böcekler’ ve ‘horlama anne-ler’ eşliğinde, hiç bi bok yemeden pinekliyorum.. tek bir şarkı.. saatlerdir dönüp duran tek bir şarkı.. günlerdir dönüp duran tek bir şarkı.. aylardır dönüp duran tek bir… uyuyor, uyanıyor, garip düşler görüyorum.. garip olan, düşlerin uyandığımda da devam etmesi.. gerçeklik duygumu tamamıyle yitirdim.. ‘sanmak’la meşgulüm.. emin değilim ama, (artık hiçbir şeyden emin olamıyorum zaten) sanrı ile sanmak kelimeleri arasında bir bağlantı olmalı.. her şeyi sanmaya başladığınız anda, sanrı görmeye de başlarsınız! şarkı başlıyor.. şarkı bitiyor.. tekrar başlayıp tekrar bitiyor.. sonra tekrar başlayıp tekrar bitiyor.. ölümsüzlük? başlıyor.. ve beş dakika beş saniye sonunda tekrar bitiyor.. yeniden başlayacağından emin olsaydınız eğer, bir son verir miydiniz hayatınıza? başka bir bedende, başka bir zamanda.. ya da aynı bedende, aynı zamanda.. ne fark eder ki? önemli olan, anıların yok edilebilmesi.. geçmişimin bir kertenkele kuyruğuna benzemesini isterdim.. bana sıkıntı verdiği anda onu düşürür ve yeni bir tanesi çıkana kadar, ‘hatırlamıyorum’ kelimesi ile idare ederdim..
şarkı tekrar başlıyor.. ve şarkıda neden bahsedildiğini ya da neden bahsedilebileceğini bilmiyorum.. çünkü o dili bilmiyorum.. ve öğrenmek de istemiyorum.. çünkü büyünün bozulmasından korkuyorum.. sadece dinliyorum.. ve sadece düşünüyorum.. bozuk bir vcd’ye benzediğimi düşünüyorum.. güzel bir film.. en azından güzel başlayan bir film.. ilerliyor.. ilerliyor.. ilerliyor.. sorun yok.. normal akışında her şey.. nefes alıp veren ve hareket edebilen bir canlı.. ve zaman geçtikçe, yani devam ettikçe dönmeye, vcd çiziliyor.. ama daha filmin başı, anlaşılabilir olmak için erken bir zaman.. kimse kaptırıp koyvermemiş yani.. yavaş ilerleyen ve henüz hiçbir şeyin açığa çıkmadığı bir senaryo.. (başrolde olduğumu zannediyorum) tanrı bile merak içinde.. tanrı bir klozetin içinde bence.. ve şifonu çekmemizi bekliyor.. kıyameti koparmaktan vazgeçtiğini söylemişti bana, havada asılı kaldığım zamanların birinde.. “kıyamet kopmayacak” dedi “siz zavallı yaratıklar, zamanın sonsuz döngüsüne hapsedildiniz” artık gücüm kalmadı.. boşlukta kanat çırpabilecek kadar gücüm yok.. bu nedenle de fazla yükselmiyorum zaten.. alçak uçuyor - hey hey bi saniye, kanat çırpamayacak kadar güçsüz olduğumu söyledim size.. daha ne uçmasından bahsediyorsunuz ki? sadece düşüyorum, hepsi bu.. yani yukardayım ama uçmuyorum.. enerjimin olduğu zamanlarda aldığım avansı harcıyorum sadece; düşüyorum! anlıyorsunuz ya? azalmak istiyorum.. hatta yok olmak.. yok bile, olmamak.. hiçbir şey olmak.. hiçbir şey bile olmamak.. sadece olmamak. hepsi bu, ‘olmamak’ işte başlıyor.. büyük hava boşluğu, düşüsün hızlandırılışı karşısında son kanat çırpış.. boğaz kuruluğu.. ve ardından hızlı bir şekilde fethediliş.. şakak, çene, boyun, diz ve dirsekler, göz kapakları, göğüsler.. yavaşlayan nefes alışverişi.. uyuşmak, daha çok uyuşmak, sonsuza kadar uyuşmak… eğer uçamayacak kadar güçsüzseniz ve düşemiyorsanız da yere, (ya da zemini bulamıyorsanız) o zaman kendi hava boşluğunuzu yaratmanız gerekir.. bu daha çok, tedavi edemeyeceğin ve acısını her an hissettiğin bir hastalığı, daha ağır ve daha çok hissedilebilir, ancak tedavi edilebilir bir hastalık yardımı ile süspansiyon etmeye benzer.. aşk yarasını jiletle kazımak, içinden imdat diye bağırmaktır! öldürücü olmayan derin kesikler.. öldürücü olmayan noktalara çizilen doğru parçaları.. kan! ve acı..
hayatta kalabilmek, için son kanat çırpış! eğer yaşayamıyor ve aynı zamanda da ölemiyorsanız, o halde bakkaldan bir jilet alırsınız.. süspansiyon için! şefkat gösterisinin ne yeri ne zamanı diyen ya da sizin jileti ne için kullanacağınızı anlayamayacak kadar kör olan bir bakkal size jileti satar.. çünkü insanın gözleri ölür ilk önce ve bir gözün ölmüş olduğu ilk bakışta anlaşılır.. buna rağmen jileti alabildiyseniz, bu, bakkalın size şefkat göstermeyi ret ettiği anlamına gelir.. o halde ölmüş olan gözlerinizi de yanınıza alarak bakkaldan çıkarsınız.. eve gider ve yatağınıza oturarak bileğinizin üzerinde öldürücü olmayan derin bir çizik açarsınız.. acıya karşı acı! yeterince derine inerseniz, bu, doz aşımı demektir.. sızı ve sızan kan eşliğinde gözler kapanır ve bilinç o noktaya doğru yönelir.. sol el bileğinizin kölesi oluverirsiniz.. etki uzun sürer.. oldukça uzun.. bazen bir gün bazense bir hafta.. bu süre sizin bünyenizle ilgilidir.. ve bu acı, sizin geçmeyen diğer acınızı (manevi bir acıdır bu) bir çırpıda ödünç alarak, sizin, kendisini düşünmenizi sağlar.. jilet bir tür uyuşturucudur! ve müebbet hapse mahkûm edildi iseniz, dışarı çıkmanın tek yolu, derin kazmaktır. gerçek acı, insanda müebbet mahkûmudur. vücudunuza açacağınız bir tünelin sizi özgür kılacağını zannederek jiletsel doz aşımını gerçekleştirirsiniz.. dünyanın en az kullanılan uyuşturucusu jilettir.. jilet çoğunlukla tek kullanımlık alınır ve o zaman adına uyuşturucu denemez.. dünyanın en az kullanılan uyuşturucusu jilettir. hiçbir acı sonsuza kadar sürmez lafı bir safsatadır.. gerçek acı sonsuza dek sürendir! ölümcül acı! bazen iyileşiyor gibi yapar ama asla iyileşmez.. dışarı çıkıp top oynamanıza izin verir bazen, parklarda koşmanıza aldırmaz bir süre, sonra aniden indirir sağanak, kimse görmez.. sırılsıklamsınızdır ve kimse görmez.. doğruca eve koşar, odanıza girer ve kapıyı kapatırsınız.. saatlerce, günlerce, hatta haftalarca dışarı çıkamazsınız.. alkol ve jilet ile beslenirsiniz.. ya da alkol, su ve hap ile.. ve bir gün aniden, bir tünel kazılır bedeninizde; ruhunuz hapisten kaçar.. o’nu bulduğumda, işte bu haldeydi.. tüneli açmaya hazır bir beden ve dışarı kaçmaya hazır bir ruh.. dışarı diyorum, çünkü bazen içeri de kaçılır..
jilet ve boş bira şişeleri.. ölü gözler.. ve şefkat isteyen gözler.. kan lekeleri bulunan bir çarşafın üzerinde bağdaş kurmuş, bir şeyler okuyordu.. hayatta kalmaya çalıştığını anlamak uzun sürmedi.. ve jilet yerine şefkat sattım.. oysa asıl jilet bendim, kalbi delik deşik edecek bir jilet.. kalbi delik deşik etmiş ve yarım kalan işini tamamlamak için geri dönmüş bir jilet… yeterince uzun süre ot kullandı iseniz, 1 senelik tütün sonrası, ota sımsıkı sarılırsınız.. o sizin tek kurtarıcınızdır. secdeye yatıp af dilenmekten başka seçeneğiniz yoktur. o da öyle yaptı, büyük kurtarıcısına… ama dur bi saniye.. buraya nasıl geldik? bir müptelanın gücünü asla hafife almayın.. biliyorum, bakışlarım asla bir noktaya konsantre olamıyor.. düşüncelerim kesik çizgilere benziyor; biri uzun biri kısa olan ama asla birleşmeyen çizgiler.. ama gene de anlatacak bir hikayem var benim.. bazen virajı alamayıp duvara toslayacağımız, bazen geri vitese takacağımız, hatta sayfalarca tek bir noktaya bakıp kalacağımız bir hikayem.. ama asla, bir müptelanın gücünü hafife almayın…
2 7 . t e m m u z . 2 girdap
zack
0
0
4
unthatow
GERÇEK YETENEK İSTER Turuncu Erik, pitbul kırması köpeğiyle eve geldiğinde yeni uyanmıştım. Uzun süredir etek traşı olmadığımdan kaşınıyordum. Sırtımı, yatağımın – Turuncu Erik’in - o atmak üzereyken – ‘Ben bunda yatarım.’ diyerek ikna ettiğim çekyatının – arkasındaki duvara verdim. Duvarlar nemli ve inceydi. Soğuk yedim. Kulaklarım kızarmaya başlayınca yorganın içine cenin pozisyonunda girip titrek sesler çıkarmaya başladım. O anda yorganın içine bir kafa sızmaya başladı. Seri havlamalarıyla yerimden fırladım. O ne köpek… Bir katille aynı evde kalmanın duygusu bu köpekle uyandırılmanın yanında daha güvenli hissettirirdi. “Dün gece haberleri izledin mi?” dedi, Turuncu her zamanki sakin tavırlarıyla. “Televizyonu açmayı beceremedim; ama olaylardan haberim var.” “1800 ölü.” “Sayılar işte.” “Bunlar sayı değil, insan.” “İkisi arasında fark yok ki. Çakmak ya da telefon ya da..” “Bazen seni evime almakla insanlığa kötülük ettiğimi düşünüyorum.” “Beni sevdiğini biliyorum.” Üç ay olmuştu tanışalı ve asıl adını hala bilmiyorum. Erikten ve meme ucundan hoşlandığını ve o yüzden kendine bu ismi taktığını söyledi. İsmi ve zevkleri arasında bağ kuramadım, kurmayı da hiç düşünmedim aslında. Ressamdı; ama badanacılık yapıyordu. ‘Hiçbir zaman keşfedilemeyeceğim ve bu çok iyi.’ diyordu, her seferinde. Asil bir kanı vardı. Cümleleri özenle seçer öyle konuşurdu. Acele işlere gelemez, zor durumda kalırsa da ‘Hiç yapmam daha iyi.’ der, geçerdi.Yanında iyi hissetmiyordum; ama kötü de sayılmazdı. Ve bu nadir olur.
“Gittiğin yerde olumsuz bir hava bıraktığını düşünüyor musun hiç?” “Hayır; ama galiba öyle oluyor.” “Hayır. Kesinlikle öyle oluyor.” “Bunun için yapabilecek bir şeyim yok. Bu arada evinde bir süreliğine kalıyorum. Çökmeye niyetim yok.” Ses tonundan ve iğnelemelerinden artık gitme vaktimin geldiğini anlıyordum. İçimden hep zamanında onun için yaptığım iyilikler geçiyordu; ama biraz daha düşününce onların hiçbirini net olarak hatırlayamadığımı fark ettim. Ben ne yapmıştım bu herif için? Sanki hiçbir şey; ama öyle olmadığından emindim ya da kendimi buna inandırmak istiyordum. Nankörlüğün duyarsızca bir his olmadığını düşündüm. Sadece unutkanlıkla bir ilgisi vardı ve bunun da hiçbir şeyin değeri olmamasıyla ve bunun da… “Sana simit aldım.” Aklımdan geçenlerin utancıyla; “Eyvallah, aç değilim.” Neden böyle ters davranıyordum. Bu öğretilmiş miydi? ‘İyiliğe karşılık verme o zaman arkası gelecektir. İnsanı siken makbuldür.’ Onunla bir bar kapısının önünde karşılaşmıştık. Üç kişiden dayak yiyordu ve yanında Çarli yoktu. Köpeğinden bahsediyorum. Sanıyorum o gece ay, eylemsizliğime tepki olarak doğmuştu ve içimden bir ses bu adamı kurtar diyordu; ama yapamadım. Sadece dayak yediğimle kalmıştım. Yerden bulduğu izmariti orgazm sigarası yaptık ve bana ilk sorduğu şey “Mızıka çalabilir misin?” oldu. Ona yazmaktan başka bir şey yapamadığımı söyledim. İnandı. İki yıl önce yaşadığı ev, ailesine mezar olmuş. Onu kurtaransa o gece babasıyla kavga edip evi terk etmesiymiş. Pişman ve üzgünmüş. Bir sorun görmediğimi söylediğimde ‘Esaslı bir kayıp yaşamadıysan kaderin için akacak göz yaşlarının eşek sidiğinden farkı kalmaz!’ demişti. Büyük laflardan haz etmem, hemen kusmuştum. Belki de şarabı birayla karıştırdığımdan olmuştu, bilemiyorum.
“Çalışmıyorsun. Bu şekilde geçinemezsin.” “Ben gidiyorum.” “Bu soğukta! Gidecek bir yerin de yokken… “ “Seni çekmektense otogarda yatarım daha iyi.” “Otogardaki evsizler erken kalkar, sen onu da beceremiyorsun.” “Evinde sadece bir hafta kaldım ve bir hafta önce gözümde tarzı olan sıkı bir herifken şimdi nankör, bencil, adi bir orospu çocuğuna dönüştün; ama bana iyi bir ders verdin.” “Çarli ne zaman havlar biliyor musun? Karşısında kendinden daha güçlü birini gördüğünde… Ve neden bu kadar sessiz biliyor musun?” “Kibirli, göt bir sahibi olduğu için.” “Evimde kalmaya devam edebilirsin; ama kendine bir iş bul ve mümkünse bu yazarlık olmasın.” Son sözünü söyledikten sonra kapıyı sertçe kapatıp işine gitti. Kötü bir şey olacaksa olur. Durduramazsın. Geleceğini bilir ve önlem almak istersin; ama üşenirsin. Bir de sorunlar üst üste bindiğinde yapacağın tek şey kabullenmek olur. Ağır... Ağır suyun dibine batan bir araba gibi… Bir dakika önce çalışan motor şimdi su almış ve eski haline dönmesi imkansız. Yapılması gereken tek şey frene basmaktır; ama bir ayak yoktur pedalın üstünde. Yolun sonunda, aile fotoğrafında kollarını yana açarak gülümseyen bir anne şefkatiyle uçurum bekliyor olur. Deniz de seni içine almak için hazırdır. Şartlar her daim ölümün lehine çalışıyor ve batıyorsun ve batıyors… ve bat... Böyle olmuştu, işsiz ve evsiz kalışım. Depo ürün saymanlığı yapıyordum. Şehrin merkezinde tek odalı, tuvalet banyo birleşik, lavabodan ibaret mutfağı olan bir evim vardı. Uzun süredir sigara öksürtmüyordu. Alış veriş yaptığım marketin kasiyeri de o gün bana gülümsemişti. Bir kirpi olsam bu kadar mutlu olamazdım; ama ortalama hesaplar ne patronumla ne de ne ev sahibimle uyuştu. Kontratın süresi bittiğinde dört aylık kira borcum vardı. Şutlanmıştım. Patron da kendine yeni bir eleman bulmuş ‘İşine saygın yok. Yerine birini bulmadan da seni çıkaramazdım; beni anlaman
gerekir.’ demişti. Dünya; patronlar, polisler, kediler ve lağım fareleri içindi. İnsanlarsa sürünmek için vardı. Turuncuyu aradım. Durumu anlattım. ‘Olur öyle, bana gel.’ dedi. Bana bir bira ısmarladı. Yedincisini ısmarlamayacağını önceden söyledi. Devamını ben ödedim. Güneş sarısı, yana yatık, dalgalı saçlarından iz kalmamıştı. Sıfıra vurmasının sebebini sorduğumda, saçında boya kuruduğunu söyledi. Suyla çıkmayan bir boya… Yanındaki arkadaşlarından biri de ben hallederim deyip aynı anda tiner dökmüş kafasına. Birkaç kızarık vardı; ama fena görünmediğini söyledim. Yakışıklı herifti; kendine güvenen hatunların hasta olduğu tiplerden; ama turuncu hiç oralı değildi. Aseksüeldi. Bunu nasıl yapabildiğini anlayabiliyorum; ama neden yaptığını asla anlayamayacağım. Temiz bir küveti vardı Turuncu’nun. Sıcak suyu doldurup içinde Umberto Eco’nun “Gülün Adı” kitabını okumaya başladım. İkinci sayfada uyuyakalmışım, haliyle kitap kullanılmaz hale geldi. Turuncu’nun tamamı pamuktan kırmızı bir bornozu vardı. Onu giyip kendime hazırladığım sıcak çikolatayla beraber Bela Tarr’ın “Şeytan’ın Tangosu” filmine başladım. Beşinci dakikada uyuyakaldım. Sonradan öğrendiğim kadarıyla uyumasam ölürmüşüm; çünkü film yedi buçuk saat sürüyormuş. Turuncu beni, bir enkazın altından çıkarıp kurtardı. Tam ona sarılıp ağlayacakken boya fırçasına binip havalandı. Gökyüzüne baktığımda üzerime doğru gelen bir fötr şapka gördüm. Tam dalgamın üstüne düştü ve şapka bir anda filmdeki kıza dönüştü. Zevkten çıldırmıştım. Uzun süre mastürbasyon yapmadığımda böyle rüyalar görürüm. Boşaldığım anda uyandım ve ilk gördüğüm Turuncu’nun tepkisiz bakışlarıydı. “O çükle işin zor. Bornozumu kullanmadan önce bana sorman gerekirdi.” “Dostlar birbirinin eşyalarını kullanırken soru sormazlar.” “Bardağımı da...”
Bardağı alıp mutfağa götürdü. Çıkan sesle beraber zaten uzanmış olduğum yere iyice gömülmüştüm. Yaptığı hareketi bir hakaret değil de onun adına utanç kaynağı olarak algıladım. Sanırım benim gibi düşünmüyordu. Kendinden emin bir şekilde salona döndü. “Böyle bir şey bekliyordum senden” “Güzel... Aferin… Bravo… İnsanlık seninle gurur duyuyor!” “Çok inandığın o insanlık, yeteneğine hiç değer vermiyor. Seni ayak işlerinde kullanıyor.” “Bu, erdem ve vicdan sahibi bir insan olmam için engel değil.” “Sen bu bahsettiklerine sahip bir insan değilsin; çünkü olmayan bir şeye sahip olamazsın. Boş inançlar bunlar. Okuduğun kitapları, izlediğin filmleri, gördüğün resimleri çok yanlış anlamışsın.” “Git.” Öyle yaptım. Apartman boşlukları kış için uygun değildi. Parklar da öyle. Metro istasyonunu ya da alış veriş merkezini de deneyebilirdim ama uyuyamazdım. En iyisi otogardı. Belediye otobüsüne binip birine kart bastıracak ‘Bütün para bozabilir misiniz?’ diye soracaktım. O da ‘Gerek yok...’ diyecekti. Otogarın rahatsız oturaklarında uyuyacak, sabah olunca da güvenliğin omzuma yaptığı sondaj çalışmasıyla uyandırılacaktım. Lokantada bir yolcuyla tanışıp kendime tavuk döner ve arkasından sigara çay ısmarlatacaktım. Akşam da şehir merkezine buraya geldiğim şekilde dönüp iş arayacaktım. Belki otogara dönmezdim; ama hayat, kıyağı, ona arkam dönükken geçtiği için umut etmeyi çoktan bırakmıştım. Sanırım 1800 ölü için üzülme vaktim de geldi; ama bu sefer de kendi acımla baş başayım. En iyisi tuvalete gitmek… GURUR
ÇAĞATAY
BURÇİN PEHLİVAN
ETRAFÄ°
KÜÇÜK BALİNALAR VE ATEŞ BÖCEKLERİ İnsanların gidebileceğini şuan anlıyorum. Yüzlerce insan gitti gözlerimin önünden, parıl parıl. Şekerli. Ama ben insanların sahiden gidebileceğini şuan anlıyorum. Çünkü ilk kez giden ben oluyorum. Gidebilen. Gittim. Sonunda dört kolla savunduğum tüm kavramları bıraktım avuçlarımdan. Parmaklarımı azıcık gevşettim. Yerçekimsiz, ağır ağır düşerlerken parmaklarımdan boşluğa, başımın üzerinden küçük balinalar geçiyor ve çokça ateş böceği dolaşıyor kulaklarımda ve ben bir milimetre bile kıpırdamadan hayatımın tam merkezinde öylece durmuşken gitmiş oluyorum. Gidiyorum. Ağır ağır ağırlaşıyor göz kapaklarım ve avuçlarımı gıdıklamaya başlıyor boşluk. Kelimeler sadece bir ışık hüzmesi. Biraz aşağı insem, süzülsem, karaya oturup batmış olacağım. Dibe vurmuş. Kollarımı azıcık kaldırsam üzerimdeki o beyaz çarşafların kırışık ağırlığı kalkacak ve belki de çıkmış olacağım bu döngüden. Ama ben asılı kalıyorum ışık hüzmesi kelimelerin ve ateş böceklerinin arasında. Kulaklarımdan inip parmak ucuma konsa biri, tüm zaman kırılacak, evreni uzayı eğip bükecek ve ben küçük bir kız olacağım. Ve eğer kafamın üzerinde dolaşan o küçük balinalardan biri sahile vurursa, yaşlı bir kaybeden olacağım o parıldayan kumların üzerinde. Ama ben tam da buradayım giderken. Stabil. Ve her şey olması gerektiği gibi ve olması gereken yerde. Sadece birileri gitti ve ben tüm kelimelerin gerçek anlamlarını ilk kez görebiliyorum. Giderken. Gidenler gitmeyi seçmiş midir? Yüzümü okşayan gemiler geri dönecek mi? Ya da hava kurşun kadar ağırlaşmış mıdır bilemiyorum. Elimde tutarken çıkardıkları o kulaklarımı tırmalayan sese karşın, parmaklarımın arasından kayıp süzülen ve yere vuran her bir inancımın çıkardığı tek ve tok bir ses duyuyorum.
Her seste bir ışın yarığı oluşuyor gözümü alan, havaya sıçrayıp sönen bir kıvılcım kadar ömrü ve ayak parmaklarımın tırnaklarından sızıyor her bir kamaşmam. Gözlerim asla alışamıyor. Sadece her birinde bir silüet çarpıyor göğsüme, rüzgar gibi değip geçmiyor, yakarken batıyor da içime Ve sonra bir anda “
P
u
f
!
”
Bir çocuğun heyecanla mumlarını üflemesi gibi bitiyor. Sanki bir saflık olacak, biraz, ileride öyle çok da değil ama her boyutta karanlık orası. Ve bir şeyler kararmaya başlar her seferinde Ve tüm harfler gözkapaklarımdan dökülür pıtır pıtır Seslerin yankılandığını sanırım şimşek ya da kahkahalar. Ve ağzımda burnumda hava kabarcıkları Ateş böceklerinin ellerinde uçan balonlar Son sürat gözden kaybolan bir renk cümbüşü Aydınlığın kesebilen hali, karanlığın katı hali gibi. Tam burada. Tam da ben giderken durduğum yerde. Ve balinaların kuyruklarıyla dağıttıkları gökkuşakları Ağzıma burnuma bulaşmış son kırıntıları yaşamın.
AYSU UZER
HAZZETİHAZETİETİPUFPÜFETİCANETİKAN - ‘’óð’’ kökünden doğmuştur Odin. Kökü; şiir,tahrik ve hiddettir… Bu onun suçu değildir. Odin’e sorsanız; o bir baytar olmak isterdi… - Josef Lanz sevdi ise – işe öyle geldiyse… Bu onun suçu değildir! Benim içimi titreten Sen ey efendi; kimi kimden alıyorsun! Dönümümün para ettiğini Kaç metreküp olduğumu Benim olduğumu Bana dokunabilmenden mi çıkarıyorsun! Sen ey efendi; bana dokunabildiğini mi sanıyorsun! -
Bu kırgınlıkla kavuşacağım Rabbime. Söyleyeceğim bunları… Vuslat bu. Nerede buluşacağı belli olmuyor insanın. Bazen 14 yaşındaki bir kızı Kudüs’te pazarda buluyor. Kafasına sıkılan bir kurşunla göçüyor. Elbisesine bulaşıyor kan. Huzura çıkmadan önce melekler yıkıyor onu. Nizami Beni vursan; beni bi el dalga ile, dalganın sesiyle… Canımı sıksan,avuçlarının içini koklasan Benim doğurduğum kız çocuklarını bir görebilsen Görebilsen keşke; ne kadar da kırmızıdır saçları Ve etekleri ne güzel salınır ve ne güzel kokar kasıkları
Rahman
- “Lezzetleri yok edici olanı, yani ölümü çokça hatırlayınız” - “Ölümü çok anan ve ölümden sonrası için güzel hazırlık yapanlar var ya işte onlar en akıllı olanlardır” Hz.Muhammed Beni çarp; beni bene, beni güneşe çarp Ölüm mü? Ölüm mü diyorsun? Beni dönümlere bölebilirken… ‘’Ölüme çağre bulamadık’’ mı diyorsun! Ey sen efendi! Dervişlere, keşişlere, ozanlara ve keşlere gel! Ne olursan ol gel! Ve onları nasırlanmış topuklarından sev-öp! Ve ağzına al nefeslerini Nefes, sözdür çünkü Çünkü; Söz benim Söz tanrı, söz dalga, söz salya, söz…
Ben Hallac’ın yanına gömülmüş, elini tutmuş; Bir tanrı…yım…tanrı…yim…tanrı…in Ve sona koyulur uyulması istediğimiz uyaklar. İn…bana İn…tanrıya İn-eğil ve öp toprakları Sarıl Hallac’ın güneşte pişmiş tenine Öp eteklerini Rab’bın Etekleridir topraklar Rab’bın Bırak ölüleri ve ye beni Benden beslen Beni doğur ve içime gir Ve boşal içime, içimde boşol Hiç olmayan ellerini, hiç olmayan gözlerini, hiç olmayan seni boşalt… Boşal bana ve ben ol Beni al ‘’hiç olmamışlığının kollarına’’ Ve benle dön; parkta, bahçede, otta, dumanda ve semada Beni benle emzir Ben aynı zamanda kutsal bir çift memeyimdir Çünkü Kibele’nin… Kibele’nin kocaman memelernin sadece bir taş olduğunu hatırla ve gör Dokunabilmek ne kadar aciz bir bilgeliktir! Ve öğren… Efendi deme – dedirtme kendine!
ÖMER HARMANKAL
SİZ TEK, BEN HEPİNİZ Saçlarımın döküldüğünü söylüyorsunuz. Size bir kez olsun inanmak istiyorum. Lakin ben hiç aynada kendime bakmadım. Arkamı kolladım hep. Emin olamıyorum. Hayır efendim, paranoyaklık değil bu. Yarın ekmek için bakkala giderken, alnımın çatına kurşun yemiyeceğim ne malum. Bu sabah kuşluk vaktinde uyandım. Bu sabah kuşluk vaktinde uyandım diyebilmek için dün gece, sabah yedi’ye alarmımı kurup yatmıştım. Ben, son ‘gerçek’ savaşçısı. Ben, kuşku treninin kayıp yolcusu. Ben, ilk ego bükücü. Merhaba. Uyanır uyanmaz, geri yattım. Sabahın körüydü sonuçta. Öğlen bi ara kalktım. Bir kahve yapıp dünyayı kurtaracak şiiri yazdım ve soluğu noterde aldım. Yayımcıma kısa mesaj attım, sevgilimi ödemeli aradım. Vergi borçlarımı ödedim. Çok geçmeden kitabım billboardları süsledi, müritlerim imza için kuyruğa girdi, kokteyllerde tanrılarla kadeh tokuşturdum. Biraz sarhoş olunca kendilerine tapınma yöntemlerimi anlatıp bitmeyen çapkınlıklarını yeni ilginç buluşlara gösterilecek abartılı mimiklerle dinledim. Tanrılar benim için manşetlerce methiye düzdüler, ödüller, söyleşiler, paneller, televizyon programları derken dünyayı değiştirecek şiir bestelendi, dünyayı değiştirecek şiir senaryolaştı, dünyayı değiştirecek şiir tişörtleri Moda sokaklarında selfilere konu oldu. Aslında her şey, on beş yaşındayken içinde abuk subuk şiirler bulunan bir fanzin hazırlamamla başlamıştı. Under theblackbirdatölyesinden arkadaşım Erdal da aynı yolu izlemişti sonuçta. Sırasıyla tüm genç şiir ödüllerini toparlayıp yapı kedi yayınlarından kitabını bastırmıştı. Formül basit görünüyordu: Sistem eleştirisi yapan şiirleri bir a-beş’te toplayıp birkaç resimle taçlandırmalıydım. Aralarına kavmi belli edecek en az üç şairin dize ve fotoğraflarını da sıkıştırmayı ihmal etmemeliydim. Öyle de yaptım.
Hemen soluğu bir kopyalama merkezinde aldım, yüz kadar çoğaltıp yarısını iki kitabevinin hiç satmayanlar rafına, iki umumi tuvalete, iki alternatif kafeye; diğer yarısını da kavmin önde gelen diğer şairlerine ve eli sözlük tutan asosyal arkadaşlarıma postalamıştım. Dokuz dikkat çeken boşluğa kendi dizayn ettiğim logomu da stencıl yapmayı ihmal etmemiştim elbette. Artık gönül rahatlığıyla sarhoş olabilirdim. Oldum da. Acı çekmek için yaratılmıştım. Bunu belgelemeliydim sonuçta fetiş kimlik gerektirir. Birkaç yıl her şey yolundaydı. Yolunda olacak daha doğrusu. Yol, her şeydir doğası gereği. Lakin şahsi acımı sergilemem ve dahası bundan ekmek yemem, bazı çocukların duygularında tarifi dile gelmez, akşamından geri dönülmez bir ufuk açmış olmalıydı ki bugünden birkaç yıl kadar sonra kapıma dayanacak olan iki delikanlının faşist eğilimlerini çiroz bedenim üzerinde bir panayırına dönüştürmelerine seyirci kalmak zorunda kalacağım. Çünkü faşizm, özellikle duygudan doğuyorsa gelecekteki o ana ait fiziksel yaptırımlarıyla yetinmeyip bugün olduğu ve ilerleyen bazı günler tekrardan olacağı gibi sizi karabasanlarıyla gece boyu domaltıp sabahına ağız burun susuz saçma sapan bir halde ölümden diriltiyor. Bu iki delikanlının hikâyelerine gelecek olursak, ki gelemeyiz çünkü bu başka bir hikâyenin konusu. Acı fetişi ve duygunun faşizmine ayrılan satırlar burada son buluyor. Duygunun faşizminin fetişi başlığı olur da dayanırsa kapımıza, delikanlıların hikâyelerindeki sır perdesini aralayabiliriz. Hoşça kalın.
MÜSLÜM ÇİZMECİ
Bu gece bırak rüyalarımı. Huzur içinde uyumak için kazıtma bana kollarımı. Suyun ateşe olan aşkını anlatırdı dili unutulmuş kavimler. Evrimin son halkasını boğazına geçirip insanlıktan kurtulan varlıklar bana beni anlattı, çöl misali kum saatinin içinde. Tok karnına bir avuç cinnet, yazmış doktor reçeteme. İnsanlığı üstünden kazımış kentlerde, yalnız başıma tedavi oluyorum. Burada saatler sadece ilaç aldığın anlarda önemli. Gerisi teferruat gerisi ölüme yaklaşmayı hatırlatır. Gırtlağımdan geçerken, huzur yüklü mavi ve sarı trenler saatler ölümü gösteriyordu. Saatler yerlere dökülüyordu. Bana intiharlar emzirirdi annem. Babam jiletler ekerdi benim için. Bir kadın tanımıştım. Üstüm başım aşk içinde. Şiddeti tavaf ederken aklım, rezil bir kemancı anlamsız notalar ile öldürüyordu kenti. Şimdi bana kırmızı bilekler yakışır. Şimdi bana siktir olup gitmeler yakışır. Seni de unutamadım ya; Allah bin türlü belamı versin. Amin
PASKALYA TAVŞANI
ITHAF
ACILI HACI Ağlıyorsun hacı. Yastıkları dişliyorsun. Ellerini bileyliyorsun. Odan bir tabuttan farksız. Bir amipe dönüşeceksin diye korkuyorum. Hacı, o gitti. Onun kokusu gitti. Onun gölgesi gitti. Onun boku gitti. Gözkamaştırıcı yüzü gitti. Sonsuz acıyı çarşafa koyup sardığını söylüyorsun. Mutfak robotunu tekmelediğini söylüyorsun. Kanepeyi bıçakladığını. Kollarına faça attığını. Kalbine rakı koyduğunu. O yok artık. Onun koca memeleri yok artık. Hacı, şimdi git tuvalete bir otuzbir çek. Gittin mi? Otur şöyle. Sen aslında ona ağlamıyorsun. Hacı, sen kendine ağlıyorsun. Çektiğin acının görkemine ağlıyorsun. Çektiğin acıya bağımlısın. Onunla öpüşmek istiyorsun. Tüm vücuduna acının abanmasını istiyorsun. Belki ona götünü bile verirdin imkân olsaydı. Hacı bak, tokatla kendini ve aynalara bak. Onlar yalan söylemez.
Sen bir artistsin. Sen bir reklâm yıldızısın. Sen Allahın en değerli kulusun çünkü en güzel acıyı sana verdi. Seni sonsuzla çarpsam bir bile etmezsin. Toplarlan. Toparla bu yavşak halini ve bir mezarlığa git. Tek tek oku mezar taşlarını. Çiçekleri okşa, su ver onlara. Dua et. Bilmiyorsan bile içinden bir şeyler fısılda. Sonra en yakın bara git ve sabaha kadar, kusana kadar iç hacı. Uyu. Sonra kalk ve şu cenaze törenini bitir artık. Hacı, rüzgâr saçlarına değdiği anda gökkuşağı yeniden çıkacak. Bunu gör ve tribini siktirtme. Bunu gör ve bir ayran iç.
O
N
U
R SA
K
AR
YA
ORTOPEDİ OLARAK “BOŞLUK” Önce, “çalışma yapmak” deyişinin içinden bir şeyler çalındı ve “iş yapmak” söylemine yerleştirildi. Sonra, “iş yapmak” deyişinin içinden alınanlar “proje yapmak” deyişine monte edildi. Günümüzde ise “proje yapmak” mertebesinden “yenilik(inovasyon) yapmak” mertebesine doğru bir inşaat eğilimi söz konusudur. Bilginin paraya çevrilmesi gibi korkunç bir endüstri sürecinin içindeyiz. Kısacası omurgada (yaşamın omurgasının röntgeninde, ortopedisinde) “sağa eğik” olarak görünen bir hastalık var; “satıcılık” ve “puştluk”... Bana sorarsanız, günümüz şiirinin omurgasını, yaşamın içerisindeki “sağa eğik” hastalığı sola düzeltmek eylemi oluşturuyor; yani “şairlerin ölümüne çabası”... Sağ görüşlerin hakimiyetindeki dünyanın yapay “varlığ”ından, onun cüruflarından bile “boşlukla dolu bir nesne” yaratmak ve onu sola eğelemek, eğretilemek... ŞİİR! Hapishaneye dönmüş şehirleri değil de bina yığınından, trafikten ve maçtan geriye kalan kütlesel boşlukları sahiplenmek, yaka kartlarında ya da kartvizitlerde yazanları değil de yazmayanları sahiplenmek... Bir tümcenin altını çizmek değil de üstünü çizmek... ŞİİR! Boşluktan seller yaratmak, “kel şarkıcı”lar yaratmak, boşluk sellerini kullanmak... (Boşlukları tartacak bir tartı icat edilmiş midir sizce? Diyelim ki şiirin omurgası bir “karanlık”tır. Peki, “Karanlık” dediğimiz şeyi ele alıp, tartıp, çeşitli aletler yardımıyla inceleyebilir miyiz? Dahası, onu satabilir miyiz? Hayır:- Şiirin omurgasını “evet” demekten çok “hayır” demek oluşturur. Bu böylece bilinsin...)
Kodamanlar ve nobranlar her şeyi kullandılar; bienalcilik ve galericilik aracılığıyla plastik sanatları, televizyon aracılığıyla sahne sanatlarını, gazetecilik aracılığıyla da söz sanatlarını kullandılar. Anketler, istatistik ve “indirgeme” aracılığıyla “Bilim”i bile kullandılar. Ama işte, mesele şiire ya da “ikinci yeni”ye gelince, kodamanlar, “boşluğun boyunun ölçüsü”nü alamıyorlar... Bu nedenle de şiiri tutup, ölçüp, stoklayıp, paketleyip, istedikleri fiyattan dağıtıp, satamıyorlar ve ellerine yüzlerine irsaliye iadesi bulaştırıyorlar. Antolojilerle ve şiir yıllıklarıyla bunu denediler, ama başaramadılar. Demem o ki şairlerin kavgasını satamıyorlar, ortak paranteze alamıyorlar... Düşünün, neden antoloji/yıllık hazırlayıcılarına ya da seçicilerine “eleştirmen” değil de “üleştirmen” kelimesi daha çok yakışır? Boşluktan yapılmış saydam bir kapıyı, “Koçbaşı” gibi bir silahla, öküz gibi zorladıkları için mi? Boşluğu neresinden tutacaklarını bilmeden, kifayetsiz bir keyifle (öküzün trene bakması gibi) bir şeyler uydurmak/üleştirmek zorunda kaldıkları için mi? Ölçemediği/ tutamadığı boşluğu “ücretli izinli” olarak tasfiye etmeye çalıştıkları için mi? Yapay bir denge oluşturmaya çalıştıkları için mi? Yoksa, bunların hepsi birden mi? Şiirin omurgasını “boşluk” ve onun “pazarlanamaz ya da ölçülemez niteliği” oluşturmaktadır. E.M. Cioran bir kitabında şöyle bir ifade kullanır; “Ayaklarımın altından başlayan, tersine sonsuz tanrı...” Sanıyorum, şiirin omurgasını bu çeşit bir tanrı/boşluk oluşturmaktadır.
Zafer Yalçınpınar
Punta Ayampe Punta Ayampe Dünyanın dengesidir Karpatlarda pataloji gibi Patlayan bombalar içimizde bir yerdedir Yerinde duramayan, Hatalı sollayan kalbimizdir Suçlu bizizdir Bir izdir geriye kalan her suçtan
Huyu suyu bilinmez
Dedektifler, dedektörler Huysuz ihtiyarlar
İllegal ilçeler gibi Çelme takıp da bağlı oldİl olmayı başarmış
uğu illere
Baş kaldırmıştır diye erine Legaldir galibiyetleri devEgemendir milli irade Ki üstüne kimseyi Başladıklarında
dedelerdir
büyük şehir belediyelletin tüzel gözlerinde
Halkı, halktan ayıramazlar
tanımaz başkanlar başkaldırıya
Hakimdir cahil, milletine, Efendiyi o seçer Anadolu ölüm döşeğindedir Cahiliye altın çağında Arabistan’dan dünyaya yayılmıştır İslam değil, isyan! İnsan, sadece insan.
Burak Albayrak
cesaret gülmek ister aşktan azı yoktur ve dil bir varlık taşmasıdır. acı kemirse de yüzümüzü, cesaret gülmek ister. gördüm, dokundum bakışımla, bir mesafeyle sahip oldum;düşlediğim için var olan şeylere çarparak yürüdüm... zamanın dehşet uğrağındayız. tinsizbir dünya bu; hiç olmadığı kadar duyumsanır ve maddidir.düşünen bedenler olarak bizler, güçlere ve hızlara maruz kalıyoruz. korkuyor ve arzuluyoruz. durmaya koşuyoruz; düşler gerçeği, korkular düşleri hakikatle maskeliyor. ki hakikat bir protezdir, gerçeğin gözlerinin içine bakmaktan korkanların teşne olduğu. suyun boğduğu balıklara ve de devasa kanatları yüzünden uçamayan kuşlara benzer dostlarım, size söylüyorum; kanatsız uçmanın göğündeyiz, durun, biraz tinlenin…
acı, aşırılıktır, fetişten gayri bir hükmü yoktur düşler diyarında. fetiş, dili söylemeyen uğultuya mıhlar. dil, dilsel olmayan ne varsa varlık alanında (var olmayan da dahil), kendisinden önceki seslerce istila edilir. dilden düşen acıyan beden, dile gelmek için duyguya secde eder. ve bu kederli bedenler, neşeye, sevince ve diğer yaşamsal coşkulara kapatır kapılarını; içi faşizmin her kılıktan soytarılarına kral yoluyla kat edilir. acının bedeni, kendini reddetmekle lanetlenmiştir; kendini istila eder, her kendini icat etme çabasında. acı, bir yanma biçimidir. acı, bedeni biçimden yoksun bırakır; dışarıda hiçlik bile yer bulamaz, kendisiyle doldurur uzamı…dışarıdan yoksun ve sınırsız bir kanser hücresi ahlakıyla içi ağzına kadar kendiyle doludur…
şimdi, zamanın bu yerinde ve mekânın bu anında sanat bir kalıntıdır ve korkunçtur yapıt; çünkü sanat, üstesinden gelmeye çalıştığı şeyin imgesine dönüşür; bakışından yakaladığı özneyi sürükleyerek nesneler dünyasına çeker. Oysaki esrarlı olan, görünür olandır; beyhude uğuldar derinlik ve de ümitsizce fısıldar anlam, salt görünür olmak için, acının duygulu bedeninde; sızlar, çınlar, uğuldar; her harf bir yokuştur; bayrağı harfiz kelimeler olan acıya gömülmüş bedenler için… bir tür tapınmadır dansa uzak acı/duygu diyarında bedenin oluşu; oysaki dans bedenin kahkahasıdır ve bizden yanadır… basit bilmeler için radikal bir geri çekilme uğrağındayız. basit fizik kurallarını fısıldayalım dostlarımıza: atlayabileceğimiz bir yükseklikten kimse atamaz bizi; düşmeyiz atlayabileceğimiz yerlere… sanatçı, yarattığı şeylere inanmayan tanrı’dır; ki tenezzül etmez tanrı olmaya. kölesiz efendi ve tebasızkral’dır sanatçı; ki kölenin ve tebanınöfkesine biçimler üflemektedir. huzursuz bir izdir o; beliren bir kayboluştur. sapkınca bir saflığın tenidir. onun o korkunç aldanışı teninde başlamıştır. taşın diliyle susar, geçirgen bir barikattır; dünyanın biçimlerinden biri değildir.mutlak bir huzursuzluktur; kaçışın generalidir…
SUATHAYRİ KÜÇÜK
Şerefsiz Kemal İki üst katımızda oturan Hatice teyze ve kocası Salih amcanın oğlu Kemal’den tiksiniyorum. Şerefsizin en önde gideni ama annem her fırsatta komşularımızla iyi geçinmemiz gerektiğini söylüyor. Okul dönüşü Kemal’i binaya girdikten sonra bodrum katına götürüp ağzını burnunu kırmıyorsam sırf annemi çok sevdiğimden. Babama kalsa zaten, herhangi bir gece evlerine gidip Salih amcayı da Kemal’i de dövebilirmişiz eğer ben istersem. İşin kötüsü Kemal’le aynı sınıftaydık ve işin daha da kötüsü Burcu da bizimle aynı sınıftaydı. Burcu, bizim üst katta oturan Neriman teyzenin kızı. Babası, Burcu iki yaşında filanken ölmüş. Neriman teyzenin mahallede bir dükkanı var terzicilik yapıyor. Bazen aşağı sokaktaki kahvenin sahibi Turgut abiyi Burcu’ların evden çıkarken görüyorum ama kimseye söylemiyorum. Neriman teyzenin adı filan kötü kadındiye çıkarsa mahalleden taşınırlar ve o zaman Burcu’yu tekrar göremem diye korkuyorum. Burcu’nun yatak odası benim yatak odamın tam üstünde. Geceleri uyuyamadığımda bazen mutfağa gidip dolabın üzerindeki oklavayı alıp tavana vuruyorum ama şu ana kadar iki yüz kere vurduysam beş kere cevap niteliğinde gürültü çıkarmıştır. Bu beni çok üzüyor. Şerefsiz Kemal iki hafta önce odasını Burcu’yla benim yatak odamın hizasına taşıttırdı babasına. Kıçını yırttığına, ağladığına hatta hasta numarasını yaptığına eminim ama Burcu’yla arama girmesine asla izin vermeyeceğim. Gerekirse çok çirkinleşirim bile. Geçen hafta matematik ödevini beraber yapmamız için annemi kandırdım ve Burcu’lara gittik. On dakika geçmedi Kemal de Hatice teyzenin kolundan tutmuş Burcu’lara gelmişti. Kullandığım bütün taktiklerin farkında ve hepsini bana karşı kullanıyordu şerefsiz. Burcu sıkılıp bir süre sonra annesinin yanına gittiğinde Kemal de hemen gitti. Sırf bu sefer farklı davranayım diye ben gitmedim ve Burcu’nun odasında tek başıma kaldım. Hemen çekmeceleri didik didik etmeye başladım, işe yarar bir koz arıyordum ve Burcu’nun rengarenk külotlarının olduğu çekmecede bir paket sigara buldum. Markası babamın sigarasıyla aynıydı. Odaya yaklaşan sesleri duyunca hemen çekmeceyi düzeltip kapattım ve sigaradan hiç söz etmeden ders çalışmaya devam ettik.
Ertesi gece babamın sigarasından iki dal çaldım ve odamın balkonuna çıkıp sigara içiş denemeleri yaptım. Planım, Burcu’ya sigara sayesinde yakınlaşmaktı ama bunu yaparken rezil olmayı da istemiyordum. İlk dalı içmeyi başardıktan sonra, sandalyeye çıktım ve vilada sopasıyla Burcu’nun balkon demirlerine vurarak ses çıkarmaya başladım. Çok geçmeden balkon kapısı açıldı ve Burcu sarkarak aşağı doğru baktı. Saçları filan hep çok güzeldi. “Ne
vuruyorsun
be
ne
oldu?”
dedi.
Pijamamın cebinden diğer sigarayı çıkarıp gösterdim ve “Sigara içelim mi?” dedim. Bir an surat ifadesi garip bir hal almıştı ama birkaç saniye geçmeden tebessüm etti ve ardından konuşmaya başladı; “Yarın annem geç gelecek, okuldan sonra bize gel bizde içelim” dedi. Okulda konuyla ilgili hiç konuşmadık. Gözüm sürekli sınıfta asılı olan saatteydi. Zaman bir türlü geçmek bilmiyordu. Okula sigara getirmenin riskli olacağını düşünüp odama saklamıştım. Okuldan sonra eve uğrayıp sigaramı alıp hemen Burcu’lara çıkacaktım. Son ders, Burcu karnım ağrıyor diyerek müdür yardımcısından izin aldı ve eve bir ders erken gitti. Numara yaptığına adım gibi emindim ancak bir yandan da seviniyordum. Belki de baş başa kalacağımızdan, hazırlıklar yapmak için gitmişti. Son kırk beş dakika geçmek bilmedi. Zil çalıp, hoca “çıkabilirsiniz” der demez koşar adımlarla çıkıp evin yolunu tuttum. Şerefsiz Kemal de en az benim kadar hızlıydı. Sürekli yan yana koşuyorduk, bazen geçiyordum ama o zaman da depar atıyordu piç. Bina kapısından aynı anda geçmeye çalışırken aramızda ufak bir sürtüşme yaşandı, Burcu ile baş başa kalma gibi bir durumum olmasa onu oracıkta benzetirdim. Hemen eve çıktım ve üzerimi değişip eşofmanımın cebine sigaramı koydum. Elime bir tane defter alıp anneme “Burcu’lara gidiyoruz Kemal de geliyor ödev yapacağız” dedim ve evden çıktım. Üst kata çıktığımda Burcu’ların kapısının açık olduğunu gördüm, geleceğimi bildiğinden kasıtlı olarak açık bıraktığını düşündüm. İçeri girip Burcu’nun odasına doğru yöneldim, kapısı aralıktı. Girmeden önce belki üzerini değişiyordur ve bir şeyler görürüm umuduyla kapı aralığından gözetlemeye başladım.
Orospu çocuğu Kemal de içerdeydi ve Burcu’nun küçücük memelerini elliyordu. Başımdan aşağı kaynar sular döküldü, içeri girip ikisini de öldürmek istedim ama işte annemi çok seviyordum. Hemen daireden dışarı çıkıp eve geri döndüm. Annemin sorularına aldırış etmeden odama geçtim ve kapımı kilitleyip, çekmeceden kibritimi çıkarıp sigaramı yaktım. O sinirle hiçbir şey düşünemiyordum. Sigarayı odanın içerisinde içtiğim için koku tüm eve yayılmış durumdaydı. Annem çok geçmeden kapıya gelmiş ve bana bağırıp çağırmaya başlamıştı bile. Söylediği şeylerin hiç birini duymuyordum. Kalktım, elimde sigarayla kapıya doğru yöneldim ve kapıyı açıp yatağıma geri dönüp oturdum. Sigaramdan bir fırt daha çekerken anneme baktım, annem yaşlı gözleriyle sanki “neden?” dercesine bana bakıyordu. “Kahveci Turgut abiyi her gün Neriman teyzelerden çıkarken görüyorum ve Burcu orospunun teki anne, o Kemal’i de öldüresiye döveceğim!”
CİHAD TÜRKSOY
Ya Acı Çekmek Özgürlük Değilse? Sıkıntıdan öleceğime tutkudan ölürüm diyor eski kulağı kesik ressamlardan biri. Bir ameliyatın ortasında kim uyanmak ister diye soruyor CesarePavese. Acıların hepsine razıyım. Yeter ki o acılar, fiziksel olmasın diye mırıldanıyor Oscar Wilde. Sanatın amacı, hep şaşkın bir şekilde iki zıt ibrede sallanıp duruyor. Ya acıdan götümgötüm kaçınmak için yazılıyor romanlar; ya da bizzat acının balçığına balıklama dalmak için. Gökhan Özen acı çekerken bile ne kadar seksi olunabileceğini gösteriyor bize kliplerinde. Şafak Türküsü çalarken düğünlerinde dans ediyor ahali. Acının şaşmaz ritüeli karışarak, bozularak, yozlaşarak ilerliyor. Çok şükür ölümü yendik selfie çubukları ve İnstagram etiketleriyle. Artık trajikomik detayları tirajı yüksek beklentiler belirliyor. Acın ne kadar görülürse o kadar hasar veriyor. Görünmeyen acı, silinen tweetler gibi boşluğun bodrumuna kilitlenip orada unutuluyor. Kimin gerçekten acı çektiğini, acının gerçekten çekilebilir bir şey olup olmadığı bilinemiyor. Radarlar susuyor. Oğuz Atay’ın Hikmet’i haha diye gürleyerek ruhunu parçalıyor. Gökhan Özen yalnızım derken gömleğinin bir düğmesini daha çözüyor. Acının yerini yavaş yavaş sıkıntı alıyor. Tıpkı mutluluğun yerini hazzın alması gibi… Hisler kendi aralarında toplanıp radikal kararlar almış belli ki. Acı yerini sıkıntıya bırakmış. İnternetten tanıştığın Amerika’nın New Orleans eyaletinden bir hatunla sanal seks yaparken elektriklerin bir anda gitmesi. İşte modern insanın yüce sıkıntısı… Tüm kainatı anında devasa bir çöplüğe dönüştüren ruh sarsıntısı. Peki ya işin diğer ucu? İnsanlar ilk öpüştükleri kişiyi mi unutamıyorlar yoksa ilk grup seks deneyimlerini mi? İşte haz da böylece ardına kadar açık kapıdan içeri giriyor. İnsan ani bir kararla metrobüste sıkılıp okey mynet salonlarında haz alan bir yaratığa dönüşüyor. Hayır hayır masumiyet ölmedi; sadece giyim tarzını değiştirdi. Müslüm dinleyip kendini jiletleyen çocuklar büyüdü. Playstation kafelerde Real Madrid’i alıp önüne gelene beş çekmeye başladı. Önceden yenilginin sütlaca çok benzeyen bir tadı var. Şimdi zafer, Avmlerdeki ikinci mandırasını açtı.
Sıkıntının kaynağına inemeyiz. Çünkü bu iniş ihtimali de sıkıcı. Ansal dönüşüm projelerinde patlatıyoruz kristalize duygu parçacıklarını. Çileye bağlı Katolik yaşam enerjisi sönmek üzere. 32 bölümlük zorlu yollarda prensesini kurtarmak için envai çeşit canavarların üstesinden gelen, sevdiği kadın ya da kadınlar için mücadele eden Süper Mario yok artık. Yerine beysbol sopası alıp kentteki dilencileri döven GTA kahramanları var. Ah oyunlar bile ne kötü değişti diye sızlanmıyorum burada. Kötü olanın, daha kötüye evrildiğini imtinaıyla açıklıyorum. İnsanın paslanmaz çelik tencerelere inandığı bir mevsimden bizzat kendinin teknolojik bir ürün olduğu mevsime sıçradığını görüyorum. Mekanizma güçleri, binlerce robot yapıp geliştirmeyi epey masraflı buldu. Bunun yerine insanı robota dönüştürmek daha makul geldi. Sabah altı açılsın kapılar, sabah sekiz dolsun metrolar. Gecenin seksi vampirleri, sabah işe geç kalan zombiler! Beni neden terk ettin diye ağlıyor İsa. Sıkıntılar, sıkıntılar, ah şu bayağı sıkıntılar diyor Bazarov. Bir zamanlar acı çekmenin özgürlüğüne inanan dünyalılar, artık sıkıntı duymanın gazabınca tartaklanıyorlar. Yâre kavuşamıyorduk. İETT’lere sığışamaz olduk. Gurbet böğrümüzü dağlıyordu. Şimdi Lig Tv yayını donup duruyor. Ne hissettiğimizi bilmiyoruz. Çünkü hissedip hissetmediğimizi bilmiyoruz. Hissedersek oyun mu olacağız; hissetmezsek oyundan mı çıkacağız, bilmiyoruz. Ama ya acı çekmek özgürlük değilse, hiç olmamışsa? Haz çubukları, sıkıntının mı ters istikametini gösteriyor mutluluğun mu? Sence ne hissetmeliyim ha diye soruyor Hollywood sarışınlarından biri. Hazzın ve acının ve sıkıntının ve mutluluğun aynı uçağa bindiği fıkralar anlatılıyor sağda solda. Kahroluyoruz saadetten ve harika hissettiriyor cefa çekmeler. İnsan. Bul hissini ve ona hürmet et. Gökhan Özen, bir düğmesini daha çözmeden.
aytaç ars
KLOZET FANZİN ART FANZİN NEO BEAT FANZİN APT. CSNS YAYINLARI EVVEL .ORG