"”The Youth Magazine of Ideas and Research" "Gençlik, Fikir ve Araştırma Dergisi" YIL:1 - SAYI:3 YAZ 2013
Prof. Dr. Ferhat Kentel ile Gezi Parkı Üzerine
“KİMLİKLER KARŞILIKLI İNŞA EDİLİR” Bilge Kral
ALIJA IZETBEGOVIć
Avrupa’nın Ortasında Bir Dram:
BOSNA
” BER A R E LA B K L A İN H Ç İ LK “HA
a s a y a n A
30
Prof. Dr. Ferhat Kentel ile Gezi Parkı Üzerine:
“KİMLİKLER KARŞILIKLI İNŞA EDİLİR”
Genç Barış İnisiyatifi Derneği Adına İmtiyaz Sahibi Emre Akkaş Genel Yayın Yönetmeni Fatih Kafadar Yazı İşleri Müdürü Onur Reha Yıldırım Yayın Kurulu Ahmet Keskin Merve Aksu Nilüfer Yavuz Reyyan Doğan Tüzel Kişilik Sorumlusu Hamza Memişoğlu Grafik Tasarım Gökhan Kul gokhan@gokhankul.com Reklam Sorumlusu Furkan Tok furkantok@gbi.org.tr Yönetim Adresi: Sinanpaşa Mahallesi Çelebioğlu Sokak 21-23 Daire:4 Beşiktaş / İstanbul dergi@gbi.org.tr Tel: (0212) 227 67 95 Fax: (0212) 227 67 95 www.gbi.org.tr facebook/gbiorgtr twitter/gbiorgtr youtube/gbiorgtr
Yayının Türü: Üç Ay Süreli Yayın Dili: Türkçe/İngilizce
Basımcı: Turkuvaz Matbaacılık Yayıncılık A.Ş. Barbaros Bulvarı, Cam Han, No: 153, Beşiktaş-İstanbul Basıldığı Yer: Akpınar Mah. Hasan Basri Cad. No: 4 Sancaktepe - İstanbul Tel: (0216) 585 90 00
Dergide yer alan değerlendirmeler, GBİ’nin kurumsal görüşünü yansıtmamaktadır. Yazı ve fotoğrafların her hakkı Genç Barış Dergisi’ne aittir. Yayıncı izni olmadan ve kaynak gösterilmeden kısmen veya tamamı alınamaz.
2
iÇiNDEKiLER 04 10 16 22 30
-
40 44 46 50 52
-
Avrupa’nın Ortasında Bir Dram: Bosna Bosna’nın Bütün Nehirlerini Geçince Perspektif: Bosna Hersek “Halk İçin Halkla Beraber” ANAYASA Prof. Dr. Ferhat Kentel ile Gezi Parkı Üzerine: “KİMLİKLER KARŞILIKLI İNŞA EDİLİR” İmparatorluk’tan Cumhuriyet’e Değişim içinde Devamlılık Kanlar Kimin için Akıyor? Bilge Kral ALIJA IZETBEGOVIć Kitap: Evrensel Kültürler Akademisi: Barışı Hayal Etmek Sinema: Tarafsız Bölge
22
“Halk için Halkla Beraber”
ANAYASA
10 Bosna’nın Bütün Nehirlerini Geçince
16
Perspektif: Bosna Hersek
04
Avrupa’nın Ortasında Bir Dram: Bosna
22
Kanlar Kimin İçin Akıyor?
46
Bilge Kral ALIJA IZETBEGOVIC
40
İmparatorluk’tan Cumhuriyet’e Değişim İçinde Devamlılık 3
Nilüfer YAVUZ
AVRUPA’NIN ORTASINDA BİR DRAM: Nilüfer YAVUZ
Bosna, 1992-1995 yılları arasında, medeniyetin merkezi kabul edilen Avrupa’nın göbeğinde, uluslararası arenada suskunlukla karşılanan bir insanlık dramına sahne olmuştur. Balkan coğrafyasında yaşanan bu savaşın nedeni ve ayırt edici özelliği, çoğunlukla etnik çeşitliliğin neden olduğu savaşların aksine, ortak bir kültüre sahip olan Slavların arasında yaşanmasıdır. Yıllarca farklı dini inanışlara sahip insanların bir arada yaşadığı bir bölge olan Bosna ve Hersek, Yugoslavya’nın dağılışı sonrasında inançların çarpıştığı bir savaş alanına dönüşmüştür. Balkanlarda ise ortak köklere 4
BOSNA
sahip olan Slavların, kendi aralarında bu denli büyük bir savaşa girmeleri elbette ki araştırmaya değerdir. Bu makalede Bosna-Hersek’ in yakın tarihi, savaşın ortaya çıkışı ve yaşanan gelişmeler, son olarak da Bosna-Hersek’in savaş sonrası durumu üzerinde durulacaktır.
“Boşnak” Kimliğinin Oluşmasında Dinin Rolü
20. yüzyılda Balkanlar’da yaşanan büyük değişimin temelindeki en büyük etkenin, “dini ayrışma” olduğu hususunda ortak bir kanaat hâkimdir. İlk
çağdan itibaren Romalıların yanı sıra, Slav ve Avarların da işgaline uğrayan Yarımada’ya 626-640 yılları arasında Sırp ve Hırvatlar yerleşmiştir. Hırvatlar Hıristiyanlığın Katolik Mezhebi’ni seçerken, Sırplar Ortodoks Mezhebi’ni kabul etmişlerdir. Bunun yanında, yine aynı etnik kökene sahip olup da bu iki mezhebin mensupları tarafından gördükleri şiddet ve baskıya rağmen, Bogomil Mezhebini seçen bir topluluk oluşmuştur. Bu topluluk daha sonra Osmanlılar tarafından “Boşnak” olarak adlandırılacaktı. Bogomil Mezhebi, Hıristiyanlıktaki teslis inancı (baba-oğul-
Avrupa’nın Ortasında Bir Dram: BOSNA
kutsal ruh üçlemesi), papazlar sınıfı, haç ve vaftiz gibi kimi inanışları reddediyordu. Temelde “Tek Tanrı” inancına bağlı Bogomiller, Osmanlılar ile karşılaştıklarında İslam dinine zaten meyyal bir durumdaydılar. 1463’te Bosna ve Hersek’in Osmanlılar tarafından fethedilmesinden sonra görülen toplu olarak İslam’a geçiş ise, bazı Sırplar tarafından bir efsane olarak görülen Bogomil kimliğinin varlığını kanıtlar niteliktedir. Boşnakların Osmanlı’nın gelişi ile beraber Müslüman olmaları nedeniyle Boşnaklar, Hırvatlar ve Sırplar; yaşadıkları mezhepsel ayrılığa ek olarak dini anlamda da ciddi bir bölünme yaşamış oldular. Osmanlı egemenliği altına giren Bosna ve Hersek halklarının; Fatih Sultan Mehmet’in fermanıyla her türlü dini ayini yerine getirebilecekleri, örf ve adetlerini rahatça yaşayabilecekleri belirtilmiş, dahası can ve mal güvenlikleri garanti altına alınmıştır. İslam dinini benimseyen, savaş kabiliyetini haiz ve bölgeyi tanıyan Boşnaklar, Osmanlı’nın kuzeybatı sınırını tek başlarına uzun yıllar korumuşlardır. Tüm bu faktörlerin yanında Boşnaklar, eski mezhepleri dolayısıyla yaşadıkları dışlanmışlık ve papalığa karşı duydukları kin dolayısıyla, Macarlar ile yapılan savaşlarda da etkin rol oynamışlardır.
Bosna-Hersek’te yaşayan halkın %44’ü Müslüman, %31’i Sırp, %17’si Hırvat ve geri kalan %8’lik kısmı ise çeşitli azınlıklardan (Arnavutlar, Macarlar gibi) oluşmaktaydı. Osmanlı dönemi sonrası İslam dinini seçen Boşnaklar, Sırplara göre “Türkleşmiş hain Sırplar”dı.
Balkan Coğrafyası’nın Siyasal Karakteristiği
Osmanlı egemenliği altına giren Bosna ve Hersek eyaletleri, Devlet-i Ali’nin çöküş yılları ve sonrasında dahi devlet toprakları dâhilindeydi. Ancak milliyetçilik akımının etkisiyle birlikte bölgede bulunan Hıristiyan azınlığa yönelik zulüm iddiaları, yabancı devletlerin bölgeye olan ilgisi ve müdahalesini arttırdı. Eyaletler, oldukça zayıflamış olan Osmanlı Devleti’nin bölgeyi koruyamaması sonucu 1878 yılında Avusturya-Macaristan İmparatorluğu tarafından işgal edildi ve 1908 yılında da Osmanlı Devleti’nin elinden tamamen çıktı. I. Dünya Savaşı sonrası Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun yıkılmasının ardından, 1918 yılında Yugoslavya Krallığı kuruldu. Ancak Yugoslavya adıyla bilinen ilk devlet olan bu krallık da II. Dünya Savaşı esnasında Alman orduları tarafından işgal edildi. Savaşın ardından Komünist Parti’nin savaş dönemindeki partizan lideri Josip Broz Tito yönetimi ele geçirdi. Tüm Avrupa’da, müttefik yardımı ve Sovyet işgali olmaksızın Nazilerden bağımsızlaşan tek ülke olan Yeni Yugoslavya’nın, kurulduğu dönemdeki totaliter rejimi, birbirinden çok farklı toplulukları kolektif liderlik teorisi altında toplamıştı. 1946 yılında Yugoslavya Federal Halk Cumhuriyeti adını alan bu devlet, “Her ulusa tek devlet değil tek devlette
tüm halklar” parolası doğrultusunda bir felsefeyi savunuyordu. Yugoslavya’ya özgü ve milli hassasiyetler içeren komünist bir sistem oluşturulmuş, böylelikle ülkedeki ayrılıkçı Sırp ve Hırvat milliyetçiliği baskı altına alınmıştır. Tito’nun bölgenin dini çeşitliliğini göz önünde bulundurarak ilke edindiği “Laik Yugoslavya” kimliği, dönemin baskın Hırvat ve Sırp kimliklerine karşı, Müslüman Boşnaklar için adeta varlıklarını korumaları adına bir garanti olarak nitelendirilebilir. Sırbistan, Hırvatistan, Karadağ, Makedonya ve Slovenya’nın yanında, Yugoslavya’yı kuran halkların altıncısı olarak Müslümanların (İslamlaşmış Slavlar’ın) ulus statüsünde sayılması da bu anlayışın bir sonucudur. Etnik ve dini pek çok farklılığa rağmen bölgede istikrarlı bir devlet olarak var olmuş Yugoslavya’da 1980’de Mareşal Tito’nun ölümü sonrası çözülmelerin başladığı görülmektedir. Etnik grupları bir arada tutan bağlardan biri olan karizmatik liderin kaybı, Balkanlarda
milliyetçilik eğilimini tekrar güçlendirerek, başta Sırplar olmak üzere, Yugoslavya egemenliği altında yaşayan halklarda kendi devletlerini kurma arzularını harekete geçirmiştir. Sırpların “Büyük Sırbistan”, Hırvatların ise “Büyük Hırvatistan” idealleri, halklarda oluşan bu eğilimi kanıtlar niteliktedir.
Balkanları Savaşa Götüren Süreç
1980’li yılların ortalarına doğru Sovyetlerde kendini gösteren çözülme ile birlikte Avrupa’daki sosyalist yönetimlerde belli kıpırdanmalar yaşanmaya başladı. Küresel aktörlerin güç mücadelesine ev sahipliği yapan ve büyük jeopolitik öneme sahip olan Balkan coğrafyası, Soğuk Savaş sonrası dönemde çok acı bedeller ödemek zorunda kalacaktı. ABD’nin Rusya’yı saf dışı bırakma planları ve parçalanmaya başlayan Yugoslavya topraklarının kaderini belirlemede etkin rol oynama isteği açıkça görülüyordu. Avrupa ise, hâkimiyeti elden bırakmak istemeyen ve kıta içindeki ayrışmalara tahammülsüz ülkelerinin tek din ve kültür odaklı politikalarına sahne olmaktaydı. Tarih boyunca Balkanlar üzerinde hayalleri olan ve “Büyük Sırbistan” idealini destekleyen Rusya’nın varlığı da, siyasi bir çıkmaza girilmesinde etkili oldu. Tüm bu faktörlerin etkisiyle bölge coğrafyasındaki sınırlar değişmeye başladı. 1991 yılının Haziran ayında ekonomik yönden diğer bölgelere nazaran daha gelişmiş Slovenya ve Hırvatistan’ın bağımsızlığını kabul eden Avrupa Topluluğu ve Birleşmiş Milletler, Bosna Hersek ve Macaristan’ın bağımsızlığını referandum şartına bağladı. Yugoslavya Federal Cumhuriyeti’nin içinde bulunan Bosna- Hersek Özerk Cumhuriyeti’nde, 1990 genel seçimlerinden İslami kimliğiyle öne çıkan Demokratik Eylem Partisi (SDA) galip çıkmış ve böylelikle SDA lideri Aliya İzzetbegoviç de cumhurbaşkanı seçildi. Konfederal sistem döneminde iktidara gelen ve Bosna- Hersek bölgesinin egemenliği ve bütünlüğü için çabalayan İzzetbegoviç, ayrılmanın kaçınılmaz olduğu anlaşılınca mücadelesini bağımsızlık yönünde sürdürdü. Sırpların boykot etmesinden dolayı halkın %63’ünün oy kullandığı Yugoslavya’dan bağımsızlık referandumunda, %99,4 ile bağımsızlık yönünde irade sergilendi. Tüm bu gelişmeler üzerine Bosna-Hersek’in bağımsızlığı 3 Mart1992’de Aliya İzzetbegoviç tarafından ilan edildi. Bağımsızlık ilanının ardından ülkede küçük çaplı çatışmalar çıkmaya başladı. Bosna-Hersek’in bağımsızlığı öncesinde; otonom bölge, meclis kurma gibi faaliyetlerde bulunan Sırplar ise Sırbistan ile birleşme yolunda ilerleyerek 5
Nilüfer YAVUZ
27 Mart 1992 yılında Bosna Hersek Sırp Cumhuriyeti’ni kurduklarını ilan ettiler. Yeni kurulan bağımsız Bosna-Hersek’in sınırlarının %65’ini kapsayan Bosna Hersek Sırp Cumhuriyeti’nin yasa dışı ilan edilmesiyle iç savaş giderek büyüdü. Süreç ilerledikçe Avrupa’nın en kanlı savaşlarından birine dönüşecek olan bu çatışma, 1992’nin ilkbaharında bu şekilde başladı. ABD ve AB üyesi devletler tarafından da tanınan Bosna-Hersek Cumhuriyeti ise, batı ve kuzeyde Hırvatistan, doğuda ise Sırbistan ile çevrili olması dolayısıyla, bu iki ülkenin gelecekle ilgili masa başı planlarında öncelikli yerini aldı. Önceleri Hırvatlarla beraber Sırplara karşı koyan Boşnaklar, 1992 yılının sonlarında Hırvat ve Sırp hükümetlerinin erde arkasından yaptığı görüşmeler sonucu coğrafyada tek başlarına bırakıldılar. Dönemin Hırvat lideri Franjo Tudjman ve yine dönemin Sırp lideri Slobodan Miloseviç, Bosna-Hersek’te bulunan Bosnalı Hırvatlar ve Sırpları desteklemek amacıyla paramiliter (orduya benzeyen ama bir ülkenin resmi ordusu olmayan güçler) gruplar göndermeye başladılar.
Kaçınılmaz Son: ‘Savaş’
Bosna-Hersek’te yaşayan halkın %44’ü Müslüman, %31’i Sırp, %17’si Hırvat ve geri kalan %8’lik kısmı ise çeşitli azınlıklardan (Arnavutlar, Macarlar gibi) oluşmaktaydı. Osmanlı dönemi sonrası İslam dinini seçen Boşnaklar, Sırplara göre “Türkleşmiş hain Sırplar”dı. Savaşa giden süreçte Sırbistan Lideri Miloseviç’in yaptığı açıklamalar da olacaklar hakkında fikir verir nitelikteydi;“Tanrı bazı milletleri üstün ve seçkin yaratmıştır. Bazılarını ise değersiz ve üstün olana itaat eden bir konumda yaratmıştır. Hıristiyan Avrupa’nın en dindar ırkı olan Sırplar’ın, Müslümanlar’dan daha üstün oldukları bir gerçektir. Müslümanlar yok olmaktan kurtulmak istiyorlarsa, üstün olana itaat etmeye mecburlar.” Bosna Sırplarının Lideri Radovan Karadzic’in; “Biz tek din ve tek kültürlü bir Avrupa için savaşıyoruz. Amacımız Balkanlardaki İslam kalıntılarını yok etmek ve Anadolu’ya kadar sürmektir. Bu büyük mücadelemizde Avrupa ve Batı dünyası bizi tam olarak desteklemeli!” sözleri ise bölgenin geleceği adına
son derece endişe vericiydi. Başlarda yerel çatışmaların görüldüğü Bosna’da Radovan Karadzic önderliğinde Bosna- Hersek Sırp Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla birlikte savaşın ayak sesleri duyulmaya başladı. Referandumda ve savaşın ilk zamanlarında, örneğin Saraybosna’da, Müslümanların yanında yer alan Bosnalı Hırvatlar, daha sonradan yapılan görüşmeler ve Büyük 6
Yugoslavya Lideri Tito’nun savaşın başlamasından çok önce söylediği şu sözler, yaşanacakları öngördüğünün göstergesi niteliğindedir: “Ülkemiz kristal bir küredir. Ben Josip Broz Tito olarak, bu küreyi ellerimle tutarak değil alttan nefesimle üfleyerek havada tutuyorum. Umarım benim nefesim tükendiğinde hemen birisi gelir ve bu görevi devralır. Yoksa kristal küre yere düşer ve tuz buz olur.” Hırvatistan hayalleriyle, örneğin Mostar’da, Boşnaklar’a karşı savaşmışlardı. Zamana, bölgeye göre değişen müttefikler ve düşmanlar elbette ki savaş şartlarını zorlaştıran faktörlerden sadece biriydi. Ülkenin yarısından fazlasını hızlıca kontrolü altına alan Sırplar, Boşnaklar’ın hakimiyetinde olan Saraybosna’nın etrafındaki dağlık arazide bulunan Sırp köyleri sayesinde başkentte büyük bir üstünlük sağlamış durumdaydı. Adeta etrafı düşmanlarla çevrili bir vadi konumunda olan şehirde hayat şartları her geçen gün daha da ağırlaşıyordu. 1992 yazında Birleşmiş Milletlere’in Koruma Gücü UNPROFOR (United Nations Protection Force), Hırvatistan üzerinden Bosna’ya gelmeye başladı ancak bölgede büyük oranda etkisiz kaldı. 1993 itibariyle Bosna’daki kriz ürkütücü boyutlara ulaşmıştı. Çetnik adı verilen paramiliter Sırp grupların ağır müdahaleleri sonucu nüfusun yarısından fazlası göçmen konumuna düşmüştü. “Etnik temizlik” olarak nitelendirilebilecek durumların vaki olması bile küresel aktörlerin etkin bir şekilde harekete geçmesi için yeterli olmamaktaydı. Parçalanan Yugoslavya’dan geriye kalan, döneminin en büyük orduları arasında gösterilen Yugoslavya Ordusu’nun askeri mühimmatına sahip olan Sırplar, bundan dolayı si-
lah bakımından çok üstün konumdayken Boşnaklar, uluslararası ambargo nedeniyle yalnızca hafif silahlarla karşılık vermeye çalışıyorlardı. Bu zor şartlarda İzzetbegoviç ve arkadaşlarının alternatif bir çözüm olarak sunduğu “Yaşam Tüneli” ise, BM’nin insani yardımların şehre erişimini sağlamak için kontrolünü ele geçirdiği Saraybosna havaalanına yakın olmasının da etkisiyle başkentte 300 bin kişinin hayata tutunmasını sağlamıştır. Saraybosna’dan tek çıkış yolu olan bu tünel, kente yağan bombaların arasında bölgenin yiyecek, ilaç ve silah ihtiyacını karşılaması itibariyle Boşnaklar için önemli bir yere sahiptir.
Srebrenitsa Katliamı
Onbinlerce kişinin acımasızca öldürüldüğü, birçok Boşnak köyünün haritadan silindiği savaşın şartları çok ağırdı. BM Barış Gücü’nün uygulamaları ise aslında Boşnakları koruma adı altında oynanan bir tiyatroyu andırmaktaydı. Güvenli bölgelerde Boşnakları koruması gereken askerler, yardım için gönderilen paketler karşılığında kadınlarla cinsel birliktelik talep ediyorlar, Boşnakları korumak üzere orada bulunmalarına rağmen Sırp askerlerle ortak organizasyonlar düzenliyorlardı. 1994 yılının sonunda ABD’nin arabuluculuğuyla imzalanan antlaşmanın bozulmasının ardından, BM’nin ilan ettiği 6 güvenli bölgeden biri olan Srebrenitsa, savaştaki en büyük insanlık dramına ev sahipliği yapmıştır. Sırbistan sınırına 10km uzaklıkta stratejik bir bölge olan Srebrenitsa, Boşnakların savaş boyunca en güçlü direniş noktalarından olmuştur. BM’nin bu bölgenin güvenli olduğunu deklare etmesi, Boşnak halkının yoğun bir şekilde Srebrenitsa’ya göç etmesine nden oldu. Güvenli bölgelerde uygulanan silah teslimi uygulaması dolayısıyla da Boşnaklar, ellerinde bulunan bir avuç silahı da teslim etmek zorunda kaldılar. Birleşmiş Milletler’ce gönderilmiş 400 Hollandalı asker tarafından korunan kentte, Karadzic’in, “şehrin dış dünyayla bağlantısının kesilmesi emrini” vermesiyle açlık ve sefalet kol
gezmekteydi. Böyle bir ortamda Sırp güçlerinin kenti bombalamaya başlaması, kentte bulunan Boşnaklar’da büyük bir şaşkınlığa yol açtı. Zira bu bölgeye güvenli olduğunu düşünerek gelmişlerdi. Barış güçlerine teslim ettikleri silahların geri verilmesini talep ettiler; ancak aldıkları cevap olumsuzdu. Çoğu kadın ve çocuk olan binlerce insan yaşadıkları büyük panikle BM’nin Hollandalı askerlerinin kaldığı Potoçari köyüne sığındı. Hollandalı Komutan Thom Karremans ise kendisine sığınan 25 bin Boşnak ile beraber Srebrenitsa’yı Sırplara teslim etti. Kadın, yaşlı ve çocukların ayrıldığı kampta Boşnak
Avrupa’nın Ortasında Bir Dram: BOSNA
erkeklerinin kimisi otobüslere doldurularak dağlarda, kimisi ise toplandıkları fabrikada canice öldürüldü. Civarda sığınılacak kamp bulamayan 13 bini aşkın Boşnak ise, Boşnakların kontrolünde olan Tuzla’ya ulaşmak üzere ormana doğru yola çıktılar. Sonraları “Ölüm Yürüyüşü” olarak anılacak olan bu 3 gün 3 gecelik yolculuğu, Sırpların Boşnaklarla adeta oyun oynadıkları ağır ateş altında, 13 bin kişiden ancak 3000’i tamamlayabildi. Hollanda Hükümeti’nin kendi askerleri bölgeden çıkıncaya kadar hava saldırılarına izin vermemesi de olayın büyümesinde etkili oldu. II. Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa’da görülmüş en büyük soykırım olan Srebrenitsa BM’nin etkinliğinin tüm dünyada sorgulanmasına neden oldu. Ağustos sonlarında 37 kişinin ölümüyle sonuçlanan Saraybosna Pazaryeri katliamı sonrasında BM, Bosnalı Sırplar’a saldırıları kesmesi, güvenli bölgelere yapılan müdahalelerin sona erdirilmesine yönelik ültimatom vermiştir. Bu isteklerin Sırplar tarafından reddedilmesiyle NATO, askeri hedeflere ağır saldırı başlatmış; yapılan müdahaleler neticesinde Sırplar istekleri kabul etmiştir. Sırplar’a yapılan bu müdahalelerle, Balkanlarda Rusya’nın etkisi altında olan Sırp kadrolarının tasfiyesini sağlamasının yanı sıra, Avrupa’nın tek bir din üzerine kurulu
yapısını da güçlendirmiştir. Bu da Balkanlar üzerinde emelleri olan ABD ve Avrupa’nın tam da istediği durumdur. Nitekim bütün bunlar uluslararası kurumların yetkilileri ile Sırp yöneticiler arasında yapılan gizli görüşmeler ve pazarlıklar sonrasında tutuklanarak Savaş Suçları Mahkemesi’nde yargılanan Slobodan Miloseviç tarafından dile getirilmiştir.
Uluslararası Müdahaleler ve Dayton Antlaşması
Sırplar’ın çözüme yanaştırılması sonucunda başlayan görüşmeler sonrası 21 Kasım 1995’te Bosna-Hersek, Yugoslavya Federal Cumhuriyeti ve Hırvatistan Cumhurbaşkanları, sırasıyla Aliya İzzetbegoviç, Slobodan Miloseviç ve Franjo Tudjman arasında Dayton Antlaşması yapıldı. İzzetbegoviç’in “İçime sinmedi ama başka çaremiz yoktu” sözleriyle ifade ettiği bu antlaşmada temel amaç, savaşın son bulması ve bu vesileyle can kayıplarının önüne geçilmesiydi. Uzun vadeli olarak amaçlanan ise, bölgede kalıcı barış ve istikrarın sağlanmasıydı. Antlaşmayla Bosna-Hersek, uluslararası alanda sınırları, toprak bütünlüğü ve bağımsızlığı ile tanınmış oldu. Tito Yugoslavya’sında “Müslümanlar” adı altında kurucu un-
surlardan biri olan Boşnaklar’ın, ayrı bir millet sayılması da bu antlaşmayla mümkün oldu. Antlaşma imzalandıktan sonra ortaya çıkan sorunlar ise, İzzetbegoviç’in antlaşmayı imzalamakta neden tereddüt ettiğini göstermektedir. Antlaşmanın içeriğindeki başlıca sorun Dayton ile oluşturulan Bosna’nın normal bir devletin gösterdiği özellikleri gösterememesidir. Etnik açıdan homojen şekilde oluşturulmuş ayrık bölgelerin varlığının yasallaşmış olması, antlaşmanın asıl amacı olan toprak bütünlüğünün ve bağımsızlığın korunması hususunda büyük bir tehdittir. Bosna-Hersek Federasyonu (FBİH) ve Sırp Cumhuriyeti adlı iki entiteden oluşan Bosna-Hersek’te; siyasi kurumlar, polis teşkilatı, yargı mekanizması, eğitim sistemi, medya gibi devletin tüm kurumlarında ikili bir yapılanma öngörülmüştür. Bu durum devlet içinde bir bütünlük sağlanamadığını göstermektedir. Öte yandan FBİH’nin 10 kantona ayrılması ve bazı kantonların Hırvatlar tarafından adeta bağımsız birer yönetime dönüştürülmeleri de devlet açısından büyük sorun teşkil etmektedir. Yine Dayton Antlaşması’nın sonucunda oluşturulan devlet yapılanması neticesinde nüfusu 5 milyonun altında olan Bosna’da 2010 7
Nilüfer YAVUZ
yılı rakamlarına göre bir seçim döneminde anda 760 milletvekili,180 bakan, 14 başbakan, 5 cumhurbaşkanının görev yapıyor olması, harcamaların %40’ından fazlasının devlet mekanizmalarına ayrılması sonucunu doğurmaktadır ki bu durum da ayrı bir sorundur. Entitelerin devlet kurumlarından daha güçlü olduğu Bosna-Hersek’te Sırpların devlete daha çok yetki verilmemesi için çalıştığı açık bir şekilde görülmektedir. Bu durum uygulamada ülke vatandaşlığı yerine entite vatandaşlığının ön planda oluşuyla kendini göstermektedir. Mecliste karar alınabilmesi için gerekli oy çoğunlunun çoğu zaman sağlanamaması, ülkede yapılması öngörülen köklü değişikliklerin önünü tıkamaktadır. Antlaşmanın pratikte -büyük oranda- uygulanamıyor olması, Bosnalı Hırvat ve Sırplar’ın anavatanlarıyla birleşme hayallerini diri tutmaktadır. Geleceği belirsiz, ekonomik olarak kendi ayakları üstünde duramayan, rüşvet ve işsizliğin kol gezdiği bir ülke profili de ne yazık ki nitelikli Bosnalı nüfusun ülkeden göç etmesine neden olmaktadır. Yugoslavya Lideri Tito’nun savaşın başlamasından çok önce söylediği şu sözler, yaşanacakları öngördüğünün göstergesi niteliğindedir: “Ülkemiz kristal bir küredir. Ben Josip Broz Tito olarak, 8
bu küreyi ellerimle tutarak değil alttan nefesimle üfleyerek havada tutuyorum. Umarım benim nefesim tükendiğinde hemen birisi gelir ve bu görevi devralır. Yoksa kristal küre yere düşer ve tuz buz olur.” Tito’nun korktuğu gerçekleşmiş;
kristal küre kırılmıştır. Kırılan cam parçaları ise dağılan Yugoslavya’nın her bir köşesine saplanmıştır. 3 yılı aşkın bir süre devam eden bu kanlı savaşın sona ermesi ise, en başından itibaren medet umulan uluslararası müdahale ile mümkün olmuştur; ancak müdahaleye kadar geçen sürede kaybedilen hayatlar “geç gelen adalet, adalet değildir” algısını haklı çıkarır niteliktedir. Kendilerini çağdaş uygarlık olarak görenlerin vicdansızlığını gözler önüne seren bu savaş, Kızılhaç’ın verilerine göre, çoğu sivil ve Boşnak olmak üzere 312 bin kişinin hayatını kaybetmesiyle sonuçlanmıştır. Yaklaşık 2 milyon insanın yaşadıkları yerleri terk etmek zorunda kaldığı savaşta, sayısı 25 bine ulaşan bulan sistematik tecavüz vak’alarının bulunması da tüm dünya adına utanç vericidir bir hadisedir. Tüm insanlığın gözü önünde yaşanan bu kimlik mücadelesinde başta Avrupa olmak üzere dünya, “farklılıklara tahammül etme” sınavında bir kez daha sınıfta kalmıştır. niluferyavuz@gbi.org.tr
1. ATASOY, V. (2013, Temmuz 14). Bir Katliamın Bakiyesi: Srebrenitsa. Retrieved Eylül 2, 2013, from Radikal Gazetesi Web Sitesi: http://www.radikal.com.tr/yazarlar/vedat_atasoy/ bir_katliamin_bakiyesi_srebrenitsa-1141685 2. BAĞCI, H. (1994). Bosna-Hersek-Soğuk Savaş Sonrası Anlaşmazlıklara Giriş. DTCF Dergisi , 16 (27), 257-259. 3. BORA, T. (1994). Yeni Dünya Düzeninin Av Sahası BosnaHersek. İstanbul: Birikim Yayınları. 4. KISACIK, S. (2012, Kasım 26). Soğuk Savaş Sonrasında BosnaHersek ve Türkiye- Bosna Hersek İlişkileri. Retrieved Temmuz 4, 2013, from Uluslararası Politika Akademisi: http://politikaakademisi.org/soguk-savas-sonrasinda-bosna-hersek-krizi-ve-turkiyebosna-hersek-iliskileri/ 5. KONDO, S. (2003). Bosna Hersek Coğrafyası. Ankara: Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü. 6. ÖZŞİMŞİR, Ş. (2011, Şubat 2). BM ve Eski Yugoslavya İç Savaşı-1. Retrieved Temmuz 2, 2013, from TÜİÇ Akademi: http:// www.tuicakademi.org/index.php/yazarlar1/100-safak-ozsimsir-tumyazilari/517-bm-ve-eski-yugoslavya-ic-savasi-1 7. ÖZYURT, O. (2011, Temmuz 30). Bosna Savaşı’nın Simgesi Yaşam Tüneli. Retrieved Eylül 2, 2013, from Sabah Gazetesi Web Sitesi: http://www.sabah.com.tr/Cumartesi/2011/07/30/bosnasavasinin-simgesi-yasam-tuneli 8. Sabah Gazetesi. (2010, Nisan 6). Acı Rakamları ile Bosna Savaşı. Retrieved Temmuz 2, 2013, from http://www.sabah.com.tr/ fotohaber/dunya/aci_rakamlari_ile_bosna_savasi/16394 9. SEVEN, A., & TOĞRUL, M. (Direktörler). (2012). Kanlı Bayram Srebrenitsa [Belgesel]. 10. ŞAFAK, Y. (2010). Bosna Savaşı ve Yugoslavya’nın Parçalanması. İstanbul: Kadir Has Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü. 11. TÜRBEDAR, E. (2010, Aralık). Barışın 15. Yıldönümünde Bosna-Hersek: Dayton Barış Antlaşması’nın Neticelerinin Değerlendirilmesi. Retrieved Temmuz 2, 2013, from TEPAV: www. tepav.org.tr/upload/files/1292831752-6.Barisin_15._Yildonumunde_ Bosna_Hersek.pdf 12. Uluslararası Hak İhlalleri İzleme Merkezi. (2012). BosnaHersek İşgali ve Srebrenica Soykırımı. İstanbul: UHİM. 13. YAPICI, M. İ. (2007). Bosna Hersek’te Gerçekleştirilen Askeri Müdahalenin Uluslararası Hukuktaki Yeri. Uluslararası Hukuk ve Politika , 2 (8), 1-24.
9
Beyza EREN
Hem bilir misiniz, bu kıtada kuşlar alçaktan uçar! Her an sağından solundan geçtikleri toplulukları havalandırmaktır gayeleri. İçlerinde bulundukları toz bulutundan onları çıkarmak; binalardaki ve kürek kemiklerinin arasında sızlayan boşlukları kapatabilmek üzere kanatlarını çırparlar... Bunun için insanların, önce kendilerini sonra kuşları içinde tutsak kaldıkları kafesten kurtarmaları gerekir.
BOSNA’NIN BÜTÜN NEHİRLERİNİ GEÇİNCE Beyza EREN
Önce, tüm tüneli çevreleyen tahtaların titreyerek çatırdayışını duyduk. Sonra, yüreğimize uzanan ateşten eli; o elin saçtığı yaylım ateşini... Ardından bir asker: — “Geliyorlar”, diye bağırarak gözden kayboldu. Hem barınağımız hem de cephaneliğimiz olan tünelden içeri koşarken: — “Geliyorlar”, diye duyurdum ben de. Hemen sonra, kendimi onlarca askerin arasından sıyrılmaya çalışırken buldum. Bu sırada, az ötedeki bir askerin başı öne eğik bir şekilde yavaş adımlarla bana doğru yürüdüğünü fark ettim. Bunca asker dört bir yana koştururken, o neden yürüyordu? Tüneli aydınlatan meşalelerin ateşinden çok, patlamanın etkisiyle içeri yansıyan kızıllıkta, karşımdakinin parlayan yüzünü 10
seçmekte güçlük çektim. İyice yaklaştığında başını kaldırdı ve: — “Ağabey” diye inledim. “Sen gidemezsin!” Yine aylarca sürecek bir savaşın eşiğindeydik kuşkusuz ve bu kez yurdumuzu savunacak oldukça deneyimli dedelerimiz, amcalarımız, dayılarımız, hatta babalarımız bile yoktu. Geriye kalan, yalnızca genç erkek nüfustu. Benden iki yaş kadar büyük ağabeyime ağlayarak sarıldım ve onu tüm çaresizliğimize rağmen durdurmaya çalıştım. Beni omuzlarımdan tutup geri çekerken: — “Anaya söyle, hakkını helal etsin”, dedi ve şimdiden ıssızlaşmış tünelde beni tek başıma bırakıp gitti. Anamız, daha doğrusu tünelde koşan ama bu sefer bizi savunmak için koşan tüm
bu gençlerin Anası, şimdi tünelin epeyce ilerisindeki bir bölmede hırpani bir döşeğe kıvrılmış, olanlardan habersiz öylece boşluğa bakıyordu. Ananın hâli, savaştan sağ çıkan büyüklerimizin çoğunun durumundan farksızdı. Kimi bir taramalı tüfeğe hedef olan evladını elinden tutup çekemeden yavrusunun kafasının uçtuğuna kimiyse tutsak düştüğü sırada kocasının halatlarla bağlı ayaklarından çekilerek sonu görülemeyen bir karanlığa sürüklendiğine tanık olmuştu! Anaysa, tünel yapıldı yapılalı burayı yuvası bellemiş; askerlere en kıtlık zamanında bile tutsak kamyonlarından düşen azıkları kullanarak yiyecek hazırlamıştı. Dahası, savaş zamanı vurulma tehlikesini bile göze alarak koca bir su bidonu kucağında, susuz kalmış askerlerin susuzluğunu gidermiş; hatta entarilerinden sargı bezleri yapıp bu yaralı
evlatlarının hemşireliğini de üstlenmişti. Ancak, kendi topraklarımızda, yine bu topraklarda doğup büyümüş insanlarımızın, babamızın, ağabey ve kardeşlerimizin âdeta kör bir kurşuna hedef olmuşçasına zamansız ve akıl almaz kayıplarına şahit olmaya “ana yüreği” artık daha fazla dayanmamıştı. Bu defa, savaşa giden ağabeyim olmuştu; çoğu benden bir-iki yaş küçük askerlerimize analık yapansa ben olacaktım! Belime kadar gelen bidonu kucaklayıp sabırla tünelin kapısına ulaştım. Titremekten karton bardaklara suyu bir türlü doğru dökemesem de vazgeçmedim. İçten içe ağabeyimin bardağına da su dökeceğim anı kollarken onu, o gün son kez görmüş olabileceğimi aklıma bile getirmedim. Karanlık basmaya başladıysa da havadaki kızıllık, duman gibi her yeri sarmayı sürdürdü. Gittikçe su içmeye gelen asker de azalmaya başladı; ama ben, dizlerim titremekten birbirine çarpıyor hâldeyken ve kollarımı artık hissetmiyor olsam da bidonu kucağımdan bırakmamaya kesin kararlıydım. Sonunda, bir askerin hızlı hızlı nefes alıp vermesini duymanın heyecanıyla arkama döndüm ve bidon o anda kollarımın arasından kayıp yuvarlandı. Sol koluma çarpan mermi, donduğunu düşündüğüm kanımı o dakikada kaynatmaya yetti. Elimi omzuma bastırırken, bayılacak gibi oldum ama direndim. Çünkü bana ateş eden asker de vurulmuş; arkasında tanıdık bir yüz belirmişti. Bu yüzde ağabeyim vardı, suyu kana kana içen askerlerimizin bana duyduğu kardeşlik vardı. Elimi omzuma daha güçlüce bastırırken geri dönüp tünele doğru koşmaya başladım; umutlarıma doğru koşmaya... Onlar da koştular, zamandan hızlı aktılar, sonsuzluğa vardılar. Omzumdaki yaranın izi kaybolmaya başlayınca savaşın da sona ereceğine inandım. Yaram kaybolsa da heyecanla pencerenin karşısına geçip yolunu gözleyebileceğim bir babamın, ağabeyimin artık olmayışı, o görünmez yarayı sızlatmayı epeyce sürdürdü. Gün geldi, pencereyi aralayan rüzgârla bir dua üflendi yaramın üstüne. Acının izi yok oldu ve yolumu izlemeyi sürdürdüm ben de. Bir bidon dolu su kucağımdaydı şimdi... Topraktı susayan! Yolun sonu hiç gelmedi. Sık sık bidonu doldurmam gerekti. Bir an hissetmedim kollarımın ağrısını. Kucakladığım su bidonu değil, hürriyetimiz uğruna can veren kardeşlerimdi çünkü... Ve bu hikâye burada bitmeyecekti! Tünelin sonunda kendimizi okyanusta bulacağımızı nereden bilebilirdik ki? Tünel, döne döne bizi koca bir havuza bırakacak ahşap bir kaydırak gibiydi. Meşalelerde yanan ateş, güneşin elektriklenen altın sa-
çaklarını vücudumuza değdiren kesik bir kablo ucu gibi çarpıyordu bizi. Tünelin sonuna geldiğimizde sırılsıklam olmadan önce uyanmamız içindi hepsi. Uyandık mı? “Evet!”. Çünkü savaştan önce beşikte sallandığımız müddetçe uyuyabilecekken savaş sonrasında kendimizi kontrol edip gerektiğinde uyanık kalabilecek erginliğe ulaşmıştık. Öz kardeşimi kaybetmiştim; ama diğer kardeşlerimi kaybetmeye hiç niyetim yoktu! Bu kadar yakınken birbirimize, Çin Seddi uzanamamışken aramıza, etrafımıza çizilen lazer ışıkları ne kadar caydırıcı olabilirlerdi? Böylece kaç adımda komşu kapısına gittiğimizi hesaplamayı bıraktık ve bizi buluşturan her köşebaşında, birlikte yaşadığımız coğrafya, daha büyük göründü gözümüze. Tüm yaşananlardan sonra, etrafımıza nefret dolu cümleler savuracağımızı düşünenler oldu. Öyle bir zaman geldi ki, ağzımızı bıçak açmadı. Bayram sabahları, otuz günlük oruçtan sonra aileyle yapılan ilk kahvaltıda, o gün ne kadar güneşli olursa olsun gözlerimizdeki buğudan sisliymiş gibi görürdük çevremizi. İşte böylesi anlarda içimizden tek kelime etmek gelmezdi, doğru! Ancak ne hissettiğimizle alakalı ağzımızdan birkaç kelime çıkacak olsa, bunlar yine barış, umut ve birlikten ibaretti. Öfke, hırs ya da intikam gibi kelimelerin bize sadece kötü anılarımızı çağrıştırmayacağını; önce psikolojik sonra sosyolojik olarak cephelenmeye, çatışmayı beraberinde getiren bir savunmaya bizi koşullandıracağını bilirdik. Bugün, savaşta tüneldeki askerlerin yaralarını sarıp aynı zamanda aç kalmamaları için bulabildikleri kadarıyla onlara yemekler pişiren Anamız, ne sadece bana ne de Boşnak as-
kerine el uzatmakla kalmış; tarihteki diğer bütün kadın kahramanlar gibi cesareti ve özverisiyle tüm milletlerin elini yüreğine götüren bir anne eli kabul edilmiştir. Seneler sonra, yaşadığımız travmayı kısmen aktarabilmişken etrafımıza örülen duvarların bizi rahatsız etmediği tek yer, koşturmak zorunda kalmadan öylece hoş bir dinleti gibi gelen derslerimizi dinlediğimiz üniversitemiz olmuştu. Tabiî ki duvarlar her şeyi dışarıda bırakabilecek malzemeye sahip değillerdi. Ders boyunca bir süreliğine geride bıraktıklarımızdan uzaklaşabilecek bir sebebim olması, beni açıkça memnun ediyordu. Bu sebeple genellikle ön sıralarda oturur, yalnızca konuya odaklanır ve profesörlerin parmaklarının arasında döndürüp durdukları dolma kalemlere gözüm takılırdı. Elbette daha geçerli sebeplerim de vardı. Arkamdan gelen sesler… Sadece Boşnak, Hırvat ve Sırp değil Türk, Kazak ve daha birçok milletten arkadaşlarımın birbirine karışan sesleri… İşte bu ses armonisi, tünelde yankılanan tüfek seslerinin kulağımdaki uğultusunu bana unuttururdu.
Ve bir gün…
Derse henüz 45 dakika vardı. Hemen hemen bomboş olan amfide sunumuma hazırlık yapıyordum. Son notları alırken farkında olmadan bir melodi mırıldanıyor; tamamen yalnız olduğumu düşünerek rahat davranıyordum. Bunun doğru olmadığını kanıtlayan bir iki ses işittim art arda. Duvarların yalıtamadığı bir hıçkırık yankılandı amfinin boşluğunda. Avuçlarımla kulaklarımı tıkayıp açınca sesin geçeceğini sandım; ama git gide daha da şiddetleniyor-
11
Beyza EREN
du. Biraz sonra tok bir sesin kurduğu cümlelerle oturduğum yere çivilendim: — Muhtemelen şu anda ikizinin de seninle aynı sırada oturacağını düşünüyorsun. Yüzü sana o kadar benzemese de aynı acıyla suratı buruşan, derse yetişebilmek için koşturan bir sınıf dolusu insan var Mina! Ben de babamı kaybettim; sen tek kaybı ölüm sanıyorsun! Bense umut etmekten yas bile tutamıyorum. Leon ve Mina, birçoğumuzun malumu olduğu üzere büyük büyük dedelerinden kalma birbirine komşu evlerde ikamet eden ve bu durumu başlarına gelip savuşturamadıkları yegâne imtihan olarak gören biri Hırvat diğeri Boşnak aşırı milliyetçi Bosnalı iki ailenin mensuplarıydılar. Savaştan çok önce aralarındaki çatışmanın sebebi, kaç dönümünün hangi aileye ait olduğu konusunda bir türlü uzlaşamadıkları ortak bir bahçeye sahip olmalarıydı. Peyzajı yapılacak olsa iki aileye hatta tüm kasabaya mahsul sunabilecek bahçenin, şimdiki hâli ise bir viraneden farksızdı. Bahçeye çıkan verandaların kapısı 1994 baharından itibaren neredeyse hiç dışarı açılmamış; bilakis herkes kendi içine kapanmıştı. Leon ve Mina, aile efradının kendilerini lanetlemesine aldırmadan birkaç kez verandanın üst üste defalarca kilitlenmiş kapısını açmaya kalkışmış ve bir süre sonra anahtarlar da ortadan kaybolmuştu. Her iki evin güneş gören tek cephesine çekilen güneşlikler, bahçedeki ağaçların ferahlatan gölgesine yeğlenmişti. Leon’un bir defa annesine şöyle söylediği işitilmişti: — Bu kapıyı kitli tuttuğun sürece babam geri dönse de içeri giremeyecek anne! Savaş BİTTİ! Ama sen hayata küstün, beni de küstürdün; en yakınına, komşuna bile küstün! Artık hayatla barış, kendinle barış, o insanlarla barış! Ve artık ne Leon ne de Mina’nın evi, Bosna’nın karlı kışlarında bile sıcak bir yuva 12
olmanın yakınlarından geçiyordu; birçok arkadaşımızın ise ‘ev’ adı altında niteleyebilecek bir yaşam alanı dahi kalmamıştı. Geriye ufalanmış bir toprak parçasından, asit yağmurları yağdıran bir gökyüzünden, yeşil nehirlere kızıl yansımalar bırakan yangınlardan başka savaşacak ne kalmıştı sahiden? Enkaza dönen bir ülkede neyin savaşını verebilirdiniz? Mezarları, çarşısından ve bahçesinden daha çoktu bu ülkenin. Savaşta pek çok aile, harabeye dönen evlerini terk etmek zorunda kalmıştı. Ne yazık ki bir daha da o evlerine geri dönememişti. Oysa biz, ailenin kutsal olduğunun bilinciyle yetiştirilmiştik. Yalnızca anılarımıza değil birbirimize de tutunmanın zamanı çoktan gelmiş de geçiyordu bile! “Mezarları çarşısından, bahçesinden çoktur bu ülkenin!” demiştik ya; bu yüzden Leon ve Mina’yı birleştiren bahçeyi yeşillendirmemiz, buluşacak orta bir nokta bulmamız gerekliydi. Tabiî ki öncesinde yapmamız gereken birkaç işimiz vardı. Mina, kendi başına kalmak ve hislerini yoklamak adına odasına çekilmek yerine genellikle Tünel’e giderdi. Ağladığında bile sesinin yankısını işitmek, ona kendini güvende hissettirirdi. Derse gelmediğinde veya bir şekilde ortadan kaybolduğunda nerede olduğunu hepimiz bilirdik. Bir ara cesaretlenip bana, neden gelmediğimi sordu. Kolumu işaret edip yaramın sızısının geçip geçmediğini öğrenmek istedi. Ona, beni merak etmemesini söyledim. Bense onu merak etmekten kendimi alamıyordum. Leon’la konuşurken sözü Mina’ya getirdim. Mina’nın son turist kafilesini de geçirip eve öyle döndüğünü söyledi. Cevabındaki alay, endişesini gizleyemiyordu. Aileler ne kadar bundan haz etmeseler de onlar, birlikte büyümüşlerdi; hatta Mina’nın savaş esnasında sürüklenerek götürüldüğü ve bir daha görmedikleri ikiziyle birlikte büyümüşlerdi.
Ne zaman iki aile arasında bir tartışma çıksa, büyüklerin doğaları gereği meseleyi büyüttüğünü düşünüp meydandaki satranç turnuvalarını izlemeyi bu çekişmeye tercih ederlerdi. Hatta turnuvadan çok önce oraya gidip kendilerince oyunu başlatırlardı. Savaş başlayınca oyun sona erdi! Ne oyun parkı kaldı ne satranç taşları ne de eski masum dünyaları. Diğer pek çok aile gibi her iki ailenin de kendi kaybı vardı ve artık kavga edemeyecek kadar yılmışlardı. Ayakta durmaya çabalarken son bir sille, onları bahçelerindeki ağaçlarla birlikte devirdi. Tüm bunlar yaşanmadan önce bahçedeki görünmez sınıra aldırmadan Mina ve ikizi, müzik kutusundaki balerinler gibi çimlerin üzerinde dans ederlerdi. Parmaklarının uçlarında dönüp ileri doğru sıçrarken Bosna’nın bütün nehirlerini kuğularla beraber geçtiklerini söylerlerdi. Leon’un ailesi, kızların dans ederken kendi taraflarına geçmesine ses çıkarmaz, bu küçük gösteriyi izlemekten keyif bile alırlardı. O günler kuşkusuz, Mina’nın hayatının en güzel günleriydi. Şimdi Mina da Leon da bir zamanlar bahçelerinde güzel şeyler yaşandığını hatırlamakta güçlük çekiyorlardı. O son silleyse, toplu mezarların ilk tespitleri sırasında gerçekleşti... Savaşın ilk vurduğu yerlerden biri de bu köklü kasabaydı. Her iki aile de evlerinin nasıl başlarına yıkılmadığına hayret etmişti. Bahçeye gelince… Paylaşamadıkları o bahçeye çığ düşmüş, toprak çökmüştü sanki. Seneler sonra bile bahçeden taarruz gerçekleşecekmiş gibi veranda kapısını kilitli tutmuşlardı... Mina’nın ikizinin, evden alındıktan sonra çok uzaklaşmadan öldürülüp iki mahalle öteye atıldığını öğrenmişlerdi. Leon’un babası ise, savaş başlamadan önce zorunlu göreve çağrılmış, veda bile etmeden ailesi uykudayken evden ayrılıp bir daha geri dönmemişti. Toplu mezar kazıları için geldiklerinde, eskiden büyüklüğüyle
Bosna’nın Bütün Nehirlerini Geçince
övündükleri bahçeleri, gözlerine daha çok mezbaha gibi görünmüştü. Mina’nın ailesi, en azından cenazelerini teslim alabildiklerinden dolayı bir nebze huzur duyduklarından dolayı diğer ailelerin de bir avuntu yaşayabilmelerini umarak, bahçenin kazılmasına izin vermişti. Leon’un ailesiyse, bahçelerinde toplu bir mezar olabileceği fikrini asla kabullenemedi. Kazı yapıldıktan sonraysa bahçenin viraneye dönen görüntüsünün altında başka bir yıkıma rastlanmadı. Ancak bahçenin bu son hâli, her iki aileyi de iyice ürkütmüş ve yabani otlar, her tarafı yıkık bir mezarlığa dönüştürmüştü. Güzel günleri, hayatlarından geçen pembe yanaklı, tebessümlü yüzleri, hatta kendi gülümsemelerini bile oraya gömmüşlerdi. Mina, bu sefer oldukça geç bir saatte evin bütün kapılarını tek tek çarptıktan sonra en son dış kapıyı da çarpıp dışarı çıktı. Leon, tam dalmak üzereyken sıçrayarak üstündeki pikeyi yere düşürdü. Küçük taşların ayakkabıların altında ezilirken çıkardıkları birbirine çarpma sesleri, Leon’u pencerenin önüne sürükledi. Bu saatte nereye gidiyordu? Annesinin bas bas bağırdığı işitiliyor, ancak kızını durdurabilecek başka hiçbir şey yapmıyor; kimse onun peşine düşmüyordu. Leon, hiç düşünmeden askılıktan ceketini alıp küçük adımlarla Mina’yı takip etmeye başladı. İkisi de zaman zaman yürümekten yorulup eğilip dizlerini tutuyor, sonra yine yürümeye devam ediyorlardı. Mina, bu sefer Tünel’e gitmiyordu! Savaşta ölenlerin yattığı halk mezarına doğru yürüyordu. İşte kardeşi, hemen oracıkta bir çınar ağacının altında kıvrılmış yatıyordu. Daha doğrusu Mina onu öyle görüyordu. Leon, Mina’nın kendisini görmesinden çekiniyor; ama bu saatte onu orada yalnız da bırakamıyordu. Mina’ysa mezarın yanı başında durmuş,
kardeşine bir şeyler anlatıyordu. Leon, birkaç adım daha yaklaşıp aralarına girmekten çekiniyordu. Orada daha fazla kalamayacaklarını düşünürken Leon’un henüz neyle karşılaşabileceğinden haberi bile yoktu. Biraz sonra çınar ağacının arkasından düşen kazma, küreğin sesiyle irkildi. Saklandığı ağacın arkasından çıktığında tahmin yürütmek bile istemediği o görüntü karşısında şaşkına dönmüştü. Artık kendisini saklamayacaktı. — Allah aşkına, o elindekiyle ne yapmayı planlıyorsun? Mina planını uygulamaya koymak için oldukça kararlıydı. Sadece, — “Sen burada ne arıyorsun”, diye sordu. Leon’a aklındakini söylemeye karar verdi: — “Onu burada bırakacağımı mı zannettiniz? Onu kendi bahçemize gömeceğim! Bunu hak etmiyor! Ben bunu hak etmiyorum”, derken toprağa sapladığı küreğe tutunarak yere çöktü. Leon, yutkunup ona doğru birkaç adım attı: — O mezarı açarak eline ne geçeceğini sanıyorsun? Bıraktığın gibi kaldığına inanabiliyor musun? Kaldığımız yerden devam etmemizi mi istiyorsun Mina? Onu tekrar o bahçede görmeyi… O zaman bu kazma kürekle mezar kazmayı bırak; bunu, bahçemiz için yapmayı deneyelim! Leon, tek hamlede küreği elinden almıştı. Mina, aslında küreği tutmuyor; ona sadece tutunuyordu. Eli küreğin sapından kaydığında ise baygın bir hâldeydi. O geceden sonra hep birlikte, bütün güneşli günlerin hakkını vermeye karar vermiştik. Leon, bu olanları anlattığında ona hak vermekle yetinmeyecektim. Okulumuzdaki farklı milletlere mensup arkadaşlarımızla, mahallelerimizdeki çocukluk arkadaşlarımızla bir arada barış içerisinde
yaşamak adına elimden geleni yapacaktım. Leon ve Mina’ların bahçesinden başlayıp birçok bahçeyi tekrar canlandırdık; parkları onardık. Üniversitenin dışında da bir araya gelebileceğimiz park ve bahçelere, kendi mutluluğumuzdan hisseler dağıttık. Korkmuyorduk, endişe duymuyorduk. Nasıl olsa hepimiz bir aradaydık! Hem bilir misiniz, bu kıtada kuşlar alçaktan uçar! Her an sağından solundan geçtikleri toplulukları havalandırmaktır gayeleri. İçlerinde bulundukları toz bulutundan onları çıkarmak; binalardaki ve kürek kemiklerinin arasında sızlayan boşlukları kapatabilmek üzere kanatlarını çırparlar... Bunun için insanların, önce kendilerini sonra kuşları içinde tutsak kaldıkları kafesten kurtarmaları gerekir. Mimar Sinan’ın öğrencisi Mimar Hayreddin’in Bosna’nın yeşillikler içerisindeki görkemli güzelliğine ancak bir yansıma bırakabilecek eseri Mostar Köprüsü’nden Neretva Nehri’ne atlayacak olsanız, kuşların ıslıklarını bir tezahürat olarak duyabilirsiniz. Sizi nihayet havalandırıp kollarınızı iki yanınıza açtığınızda, kendi hâlinize bırakabilmişlerdir. Ve artık pekâlâ hür hissedebilirsiniz. Bu düşüncelere gerçeklik payı katmak üzere hep birlikte Mostar Köprüsü’ne, Miljacka Nehri’ne ve Başçarşı’ya yürüdük. Bahçelerden çiçek koparmadan, aksine çiçekler ekerek ilerledik. Bu ülke için bir turistin yapabileceğinden fazlasını yapacak, onların çektikleri fotoğrafa biz gençler de bir alt metin yazabilecektik. Bunu kalemimiz, hep bir ağızdan çıkan ahenk içerisindeki sesimiz, fırçamız, cetvelimizle en çok da el ele verdiğimizde başarabildik. Bosna’nın tüm nehirlerinden geçtiğimizde, kendimizi bir okyanusta bulduk. Hiçbir zaman bir tsunamiyle bizi yutmayacak, sürüklemeyecek bir okyanustaydık…
13
Yalnızlık, pişmanlık, askerlik, heder olmuş bir ömür... Heba, göz gözü görmez insafsızlığın, doğruya benzemeye muvaffak olan yalanın, utanmazlığın, lincin, kıstırılmışlığın romanı... Yalnızlığın, pişmanlığın, askerliğin, heder olmuş bir ömrün romanı... Sadık okurları için yeni keşifler sunacak, yeni tanışanları sadık okurlara dönüştürecek bir Hasan Ali Toptaş romanı...
Türkçe
heba.iletisim.com.tr
14
www.iletisim.com.tr
iletisim@iletisim.com.tr
vimeo.com/iletisim
facebook.com/iletisimbirikim
at, 308 Edebiy
sayfa
TÜM KİTAPÇILARDA
twitter.com/iletisimyayin
DAVET ORGANİZASYON
. . . Hayellerinizi Çekiyoruz
www.brofilm.com
15
Fotoğraflar: Merve KAVÇAKAR
PERSPEKTİF
BOSNA HERSEK
16
Yaşanabilecekleri önceden tahmin etmişçesine önce dağlar kuşatmıştır Saraybosna’yı ve Bosna’nın karlı kışlarından kalma beyaz örtüsü, yaz mevsiminde bile örtülüdür mezarlıklarda; o denli çok sayıda beyaz mezar taşı dikili mezarlık görürsünüz Bosna’da. 95 ve sonrasında çok yakın bir tarihte geçirilmiş savaşın tanıklığını yapar doğa. Binalardaki üstü sıvanmamış kurşun izlerini kar tutmaz, Bosna’nın görkemli yeşilliği, ne kadar dindirici olsa da üstünü örtmez bazı izlerin. Uluslararası Saraybosna Üniversitesi’nin ilk mezunlarından Merve Kavçakar’ın çektiği bu fotoğraflar, sizi Başçarşı’da karşılayıp nehirler boyunca uzayan bir yürüyüşe çıkararak aynı zamanda yakın tarihin seyrine davet ediyor.
Mostar Köprüsü - Mostar 17
Miljacka Nehri
İgman Dağlarının eteklerinde bir cennet - Vrelo Bosna 18
Umut (Hayat) Tüneli - Sarajevo
Umut Tüneli’nin başladığı ev - Sarajevo
Başçarşı - Sarajevo 19
Alija Izetbegović’in Kabrinin Bulunduğu Kovaçi Şehitliği - Sarajevo
Güzel Sanatlar Akademisi - Sarajevo 20
Don’t Forget ‘93
Sarajevo’ya kuşbakışı - Tabya 21
Fatih KAFADAR
Fatih KAFADAR
Çarlık Rusyası’ndan bir anekdot rivayet edilir: Avusturya İmparatoru II. Jo-
seph, Rusya’yı ziyaret edecektir ve programında Kırım da bulunmaktadır. Çariçe II. Katerina, bu ziyaretin organizasyonu ile ilgilenmesi için Mareşal Potemkin’i vazifelendirir. Ne var ki, gezi boyunca görülecek köyler pejmürde bir haldedir. Bölgeyi müreffeh gösterebilmek işi bir hayli masraflı ve de zahmetli olacaktır. Ancak Potemkin’in ne kaybedecek zamanı ne de masraf edecek finansal kaynağı vardır. Neticede Mareşal Potemkin, gezi programı boyunca İmparator ve Çariçe’nin Dinya22
per Nehri’nden geçerken görebileceği tüm evlerin dış cephelerini panolar ile kaplayarak, tiyatro sahnelerini andıran bir dekor ile refah içinde modern köyler oluşturur. Neticede II. Joseph ve II. Katerina bu görünüm karşısında mest olmuş, Potemkin ise günü kurtardığı için iltifatlara mazhar olur. Ancak Kırım, hala bakımsız ve sefil durumdadır.
Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti Anayasacılık tarihi tam bir “Potemkin Köyü Pandomimi”ni andırmaktadır. 1876’da Kanun-ı Esasi ile padişahın yetkileri sınırlandırılır; ancak egemenlik yetkileri halka
değil bürokratlara verilir. Aslında bu metin bir anayasa olmaktan çok devlet seçkinleri ile padişah arasında deyim yerindeyse bir “saldırmazlık anlaşması”dır. Halka sunulan anayasada aslında halk muhatap bile alınmamıştır. Dolayısıyla, bu anayasa “padişahın yetkisinin sınırlanması suretiyle halkın egemenliğine geçiş” panolarıyla bürokratlara verilen yetkileri perdelemiştir. 1921 Anayasası Türkiye Cumhuriyeti anayasacılık tarihinde bir istisnadır. Savaşı birlikte kazanan unsurlar devleti teşkilatını da beraber kurma saikiyle toplanırlar ve toplumun her kesiminin katılımıyla bir
“Halk İçin Halkla Beraber” Anayasa
‘Teşkilat-ı Esasi’ ortaya koyarlar. Ancak sonraki dönemlerde Potemkincilik zihniyeti devreye girer ve 1924, 1961, 1982 Anayasalarında, ara dönemlerdeki değişikliklerde farklı suretlerde kendini gösterir. Bu açıdan bakıldığında 12 Haziran 2011 seçimlerinden önce 24.Dönem TBMM’de grubu bulunan dört siyasi partinin seçmenlerine verdiği “Yeni Anayasa” sözü büyük önem taşımaktadır. Türkiye, Potemkincilik ile devam edip etmeyeceğine bu süreçte karar verecektir. Bu bakımdan, Yeni Anayasa süreci, Türkiye açısından tarihi önem taşımaktadır.
Anayasa Kavramı
İngilizce ve Fransızca constitution kelimesinin karşılığı olan “anayasa” kelimesi Türkçe’de yerleşmiş bir kavram olmakla birlikte, ifade edilmek istenen anlamı tam olarak karşılamamaktadır. Constitution, İngilizce to constitute, Fransızca constituer fiillerinden türemiştir ki bu kelimeler “oluşturmak, teşkil etmek, kurmak” manalarına gelmektedir. Dolayısıyla constitution kelimesi “kuruluş, teşkilat” demektir (GÖZLER, 2011, s. 20). Türkçedeki “anayasa” kelimesi ise “temel kanun” anlamına gelmekte ve rahat bir şekilde anlaşılabileceği gibi, “kanunların anası” çağrışımı da yapmakta olduğundan “anayasa”nın bir ülkenin hukuk sisteminin kaynağı olduğunu düşündürmeye elverişlidir. “Oysa bir anayasa, kanunların kendisinden türetildiği bir kaynak olmayıp esas itibariyle siyasal alana ilişkindir ve insan hakları ile devlet örgütlenmesinin dayandığı ilkeleri gösterir. Gerçi anayasalar genellikle kanun yapmanın kurallarını da koyarlar ama bu, kanunların
Anayasa, bir toplumun siyasal yapısının haritasını ifade eder. Dolayısıyla anayasa kavramından bahsedilmek için, halkın bir arada yaşama iradesinin yanı sıra örgütlü siyasal toplum olan devletin mevcut olması gerekir.
ne anayasadan türedikleri ne de zamana bakımından ondan sonra geldikleri anlamına gelmektedir.” (ERDOĞAN, 2011, s. 31). Nitekim hukuk tarihine bakıldığında, devlet yönetiminde çoğu zaman kanunların anayasalardan önce geldiği kolaylıkla görülebilecek bir gerçekliktir. Anayasa, kurallar dizisinin meydana getirdiği ve kanunlara meşruiyet sağlayan bir metin olmaktan daha öte, bir devletin siyasal mekanizmasının nasıl işlediğinin ifadesidir. Yönetilenler ile yönetenler arasındaki ilişkileri düzenleyen ve iktidarın muhtemel tecavüzlerine karşı halkın hukukunu koruyan düzendir. “Anayasalar genellikle özel bir itibar atfedilen veya diğer kanunlardan daha fazla hürmet gösterilen ‘en yüksek’ türden kanun olarak telakki edilirler. Fakat böyle olmasını izah eden ta-
rihi sebepler bulunmasına rağmen, onları, genellikle takdim edildikleri üzere, bütün diğer hukukun kaynağı olmaktan ziyade, hukukun muhafazasını garanti etmek amacıyla inşa edilmiş bir üst yapı olarak telakki etmek daha yerinde olacaktır.” (HAYEK, 1996, s. 201). Bu açıdan ele alındığında anayasa, devlet üretmiş bir toplumda geçerli en üst hukuki normu ifade eder. Anayasa teriminin bugün başlıca üç anlamı vardır: İlk olarak anayasa bir ülkedeki üstün hukuk gücüne sahip olan bir metni ifade eder. İkinci anlamda “anayasa” bir ülkedeki belli bir alandaki fiili devlet sistemini, yani “yaşayan” anayasayı belirtir. Bu en geniş anlamda “anayasa” resmi anayasanın yanında diğer tamamlayıcı mevzuatı, teamülleri ve yargı kararlarını olduğu kadar devlet sistemini şekillendiren siyasi, iktisadi, ahlaki ve kültürel etkenleri de kapsar. “Anayasa”nın üçüncü anlamı “anayasacılık” ve “anayasal devlet” felsefesini, kısaca devletin sınırlanması düşüncesini ifade eder (RATNAPALA, 1999/2000). Bu açıdan bakıldığında anayasa, Jan-Erik Lane’in ifadesiyle, devlet iktidarını sınırlayan kurallar manzumesidir (ERDOĞAN, 2010, s. 9). Yani kısacası anayasa, siyasallaşmış bir toplumda, insanların bir arada yaşama iradesine yönelik asgari müşterekleri haiz bir ‘sözleşme’; devlet teşkilatını düzenleyen ve aynı zamanda meşrulaştıran, Hans Kelsen’in deyimiyle, “normlar hiyerarşisi”nin en üstünde yer alan hukuki ve siyasi belgedir.
Düşünsel Alt Yapı ve Tarihsel Arka Plan
Anayasa, bir toplumun siyasal yapısının haritasını ifade eder. Dolayısıyla
23
Fatih KAFADAR
anayasa kavramından bahsedilmek için, halkın bir arada yaşama iradesinin yanı sıra örgütlü siyasal toplum olan devletin mevcut olması gerekir. Devlet iktidarının kurallarla sınırlanması ve böylece siyasal olan keyfiliğin önlenmesi esas itibariyle modern çağda gerçekleştirilmiş olmakla birlikte, bunun kökleri İslam Devleti’nin siyasal teşkilatlanmasına ve daha sonra ise Avrupa tarihindeki düşünce ve kurumlara dayandırılabilir. “Muhammed(A.S.S) neticede Müslüman sahabeleri ile olduğu kadar gayrimüslim Medinelilerle durumu istişare etti. Hepsi Enes’in evinde toplandılar ve bir şehir-devlet yapısı ortaya çıkarma hususunda anlaştılar. Bu devletin anayasası yazılı bir biçimde tespit edilip vazedildi. Bu anayasa, ilk İslam Devleti’nin Anayasası olmasından başka, aynı zamanda yeryüzünde bir devletin vazettiği ilk yazılı anayasa olma hususiyetine de sahiptir.” (HAMİDULLAH, 2003, s. 189). “Medine Vesikası” olarak tarihe geçen bu anayasa, “bir İslam topluluğu, daha açık bir ifadeyle dini olduğu kadar siyasi bir topluluk meydana getirme gayesine yöneliktir. Anayasa, adaletin tevzii ve adli eşlerin idaresi konusunda gerçek bir inkılâp teşkil etmektedir; zira bu konuda alınması gerekli tedbir ve gösterilecek itina bundan böyle tamamen cemiyet işlerini yürütenlere, yani merkezi otoriteye tevdi edilmiş olup asla bir tek ferdin takdirine bırakılmış değildir.” (HAMİDULLAH, 2003, s. 191). Bu açıdan bakıldığında, “Medine Vesikası”nın dünya anayasa tarihinde dikkate değer bir yer teşkil ettiği açık bir şekilde görülebilir. 24
Avrupa tarihinde, anayasacılık düşüncesinin oluşumuna ve bu yöndeki siyasal pratiklerin gelişmesine katkı yapan düşünsel etkenlerin başında, “doğal hukuk ve doğal haklar doktrini” gelmektedir. “Bu öğreti, insani varoluşun “özsel” değeri üstünde yaptığı vurgunun ahlaki boyutu bir yana, devlet karşısında bireylere güvenceli ve dokunulmaz bir alan tanımak suretiyle de iktidarın sınırlanmasına yardımcı olmaktadır. Hatta denilebilir ki, günümüzde insan hakları düşüncesi, evrensel düzeyde gördüğü kabul sayesinde anayasacılığın en etkin ve yaygın aracı haline gelmiştir.” (ERDOĞAN, 2010, s. 14). Doğal hukuk doktriniyle bağlantılı olarak anayasacılığın oluşumuna katkıda bulunmuş bir diğer önemli gelişme ise John Locke’un “sosyal sözleşme” teorisinin ortaya çıkışıdır. Locke’un toplumsal sözleşme faraziyesi, “hayat, hürriyet, mülkiyet” gibi insanların doğal durumda sahip oldukları “doğal hakları”ını teminat altın alan bir siyasal yönetimin oluşturulmasını öngörmektedir. Ayrıca insanlar, bu sözleşmeyle, toplumun düzenini sağlaması ve hakların koruyuculuğunu yapması için devlete güç kullanma haklarını da devretmektedir. İşte tam bu noktada, devlet iktidarının sınırlandırılması olgusuyla karşılaşılmaktadır. Zira devlet, temel görevlerinin sınırlarını aşarak bireylerin haklarını ihlal etmeye başlarsa varlık nedeni ortadan kalkar ve meşruiyetini kaybetmiş olur (ERDOĞAN, 2010, s. 15). Bu açıdan bakıldığında, J.Locke’un “toplumsal sözleşme”si, deyim yerindeyse, “devletin ehlileştirilmesi”ne yönelik olup insanların
bir arada güven ve refah içerisinde yaşamalarını temin eden bir kurumlar manzumesini ifade eder ki bu modern toplumdaki “anayasa” mefhumunun karşılığıdır. Anayasaların bir “sosyal sözleşme” olmasına yönelik temel düşünce, ABD Anayasası’nda net olarak görülebilir. “We, the people of the United States…” diye başlar. Yani “Biz halk olarak bir araya geldik, şu konuları esas aldık ve kendi aramızda şu şekillerde bir sözleşme yaptık, işbu anayasa bu sözleşmenin belgesidir ve devlet bu sözleşmeye göre hareket edecektir.” Kısacası devleti, Birleşik Krallık’a karşı toplumsal bir mücadele gerçekleştirerek bağımsızlığına kavuşturan ve kuran bir metin olduğu için aynı zamanda toplum tarafından hazırlanmış bir anayasadır. Bu açıdan bakıldığı zaman, toplum sözleşmesine en uygun olan anayasa 1787 tarihli ABD Anayasası’dır. 200 yıldan fazla bir tarihi geçmişe sahip olan bir anayasadır ve bu anayasada birçok değişiklik yapılmıştır (CAN, 2010, s. 77-78). 1789 Fransız İhtilali hemen ardından yapılan 1791-93 ve sonrasındaki anayasalara bakıldığında ise, güç dengelerinin bozulmasının ardından ortaya çıkacak iktidar ilişkilerinin nasıl olacağının yazılı hale getirildiği görülebilir. Yani anayasa, burjuva sınıfının pay sahibi olma arzusunu dile getirmesi ve bunun sonucunda devrimlerin gerçekleştirilme süreci içerisinde, güç dengelerini koruyabilecek, yeni iktidar sahipleri ile mevcut iktidarlar arasında bir sözleşmeye imkân sağlayacak olan bir metin haline gelmiştir. Bu da anayasanın, iktidarın paylaşımını belirleyen bir metin olduğunu gösterir (CAN, 2010, s. 78). Denilebilir ki anayasa, bu noktada burjuva sınıfının iradesinin ürünü olarak ortaya çıkmıştır. 20. yüzyıla gelindiği zaman, anayasaların aynı zamanda başka bir işlev üstlenmesi gerektiğinin masaya yatırıldığı görülmektedir. Daha önce bir ülke içerisindeki güç ilişkilerinin ve onların yetkilerinin sınırlarını dengede tutma görevi olan anayasalar, zaman içerisinde anayasa düşüncesinin evrilmesi ile birlikte bu güç ilişkilerinin aynı zamanda özgürlüklerle dengelenmesi ve sınırlanması gerektiğine yönelik bir anlayışla değişmeye başlamıştır (CAN, 2010, s. 79). Bu yüzyılda yapılan anayasalarda hak ve özgürlüklere çok geniş yer verildiğini görmek mümkündür. Ancak, “özgürlükçü” anayasalara rağmen devlet pratiklerinin vatandaşların hak ve özgürlüklerini zaman zaman tehdit ediyor olması, “ulus üstü anayasacılık” anlayışına zemin hazırlamıştır. Amerika ve Avrupa Kıtalarının öncülüğünde, bireylerin
“Halk İçin Halkla Beraber” Anayasa
hak ve özgürlüklerini ulus üstü düzeyde güvenceleme mekanizmaları geliştirilmiştir. Bu alanda ilk adım, 1945 tarihli BM Şartı’dır. Ayrıca, 1949’da kurulan Avrupa Konseyi nezdinde hazırlanan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 1953’te yürürlüğe girmiş olması ve bu sözleşmenin ihlalinin dünyanın en büyük insan hakları mahkemesi olan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nce denetlenmesi ulus üstü anayasal mekanizma hususundaki bir diğer adımdır. Bu alandaki en ileri örnek ise, AB Anayasa Antlaşması Tasarısı’dır. Devletlerin anayasal yetkilerinin bir kısmının AB’ye devredilmesini öngören bu antlaşma, Fransa ve Hollanda’da 2005’te yapılan halk oylamalarında reddedildiği için yürürlüğe girememiştir (KABOĞLU, 2011, s. 10). Ancak içerik yönünden, reddedilen antlaşmayla benzer bir metin, 2009’da Lizbon Antlaşması olarak kabul edilmiş ve yürürlüğe girmiştir. Neticede, son yüzyılda iki dünya savaşı geçirilmesi ve bu savaşlarda yaşanan insan hakları ihlalleri, hak ve özgürlüklerin ulus üstü mekanizmalar tarafından güvence altına alınması gerekliliğini doğurmuştur. Böylece anayasacılık kavramı ulus üstü bir boyut kazanmıştır.
Türkiye’nin Anayasa Birikimi
Türkiye’nin anayasal birikiminin tam manasıyla anlaşılabilmesi için, bu birikimin köklerine yani Osmanlı anayasacılık geleneğine bakılmalıdır.
Osmanlı’da Anayasacılık: Sened-i İttifak’tan Kanun-ı Esasi’ye
Osmanlı Devleti’nde anayasal gelişmenin ilk adımı olarak, 1808 yılında merkezi hükümetin temsilcileri ile ayan temsilcileri arasında kabul edilip imzalanan “Sened-i İttifak” gösterilebilir. Bu senetle, ayanlar devlet tarafından muhatap kabul edilmiş; yani devlet iktidarı ayanlar lehine sınırlandırılmıştır (ÖZBUDUN, 2011, s. 25). Aslında bu belge bir anayasa olmaktan çok merkezi otoritesi zayıflamış bir devletin, ülkenin seçkin tabakasını yanına çekmeye çalıştığı bir “saldırmazlık anlaşması”dır. Zira Sened-i İttifak ile halk değil ayanlar muhatap alınmış ve “devletayan” ilişkileri teminat altına alınmıştır. Devletin bütün uyrukları için can, mal ve ırz güvenliği teminatı veren, devlet yönetiminde vergi ve askerlik işlerinin düzenlenmesini öngören 1839 tarihli Tanzimat Fermanı ise, Osmanlı anayasal geleneğinde ikinci aşamayı temsil eder. Sened-i İttifak, Tanzimat ve İslahat Fermanları, birer anayasa olmaktan daha
çok Osmanlı aydınlar zümresinde Batılı anlamda bir anayasacılık fikrinin doğmasına sebebiyet veren belgeler olarak nitelendirilebilir. Bu bağlamda, tarihi gelişmelerin de bir sonucu olarak, 1831 tarihli Belçika ve 1850 tarihli Prusya Anayasası örnek alınarak yapılan anayasa, “Kanun-i Esasi” olarak 1876 yılında yürürlüğe girmiştir. Bu haliyle, Hristiyan Batı geleneği dışında kabul edilen ilk modern anayasa olduğu söylenebilir. Bu belgeyi doğuran tarihsel arka plana bakıldığında, Sened-i İttifak’a benzer bir şekilde, Kanun-i Esasi’nin de toplumun ihtiyaçlarına hitap etmekten çok, seçkin ve bürokratlardan müteşekkil Genç Osmanlılar’ın devleti yeniden tanzim etme isteğinin bir neticesi olduğu görülür. Yani bu anayasa, Osmanlı siyasal sistemine seçkinler tarafından sunulan reçetenin bir ifadesidir (CAN, 2012, s. 72). Tarihi devinim içerisinde bir analiz yapmak gerekirse, “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın.” şeklinde bireyi devletten âli gören bir felsefeyle tarih sahnesine çıkan Osmanlı’nın “Devlet-i Âliyye-i Osmaniyye” safhasına evrilmesi, birçok alanı olduğu gibi hukuki meseleleri de derinden etkilemiştir. Bu bağlamda Osmanlı anayasacılık geleneği, tıpkı Batı monarşilerinde olduğu gibi tepeden inmeci bir anlayışla, “toplumla sözleşme yapmak”tan ziyade “topluma sözleşme dikte etmek” şeklinde tezahür etmiştir. Ne var ki, bürokratların ya da seçkinlerin (burjuvazi) dışındaki halkın herhangi bir şekilde müdahil olmadığı bu metinleri anayasa olarak nitelendirmek doğru değildir.
“1921 ve Diğerleri”
1921 Anayasası, 23 madde ve 1 madde-i münferideden (geçici madde) oluşmaktadır. Anayasa’nın ilk maddesi, “Hâkimiyet bilâ kayd ü şart, milletindir. İdare usulü halkın mukadderatını bizzat
ve bilfiil idare etmesi esasına müstenittir.” Bizzat ve bilfiil idare etmesi esası, 1921’den sonra hiçbir anayasada yer almamıştır. Bu esas, halkın politikaya, merkezde Büyük Millet Meclisi’ne ve yerelde şuralara bizzat ve bilfiil katılarak, kendi kaderini belirlemesini öngörür. Karar alma süreçlerine katılım hiçbir etnisiteyle veyahut inançla sınırlandırılmamıştır. Devletin vatandaşlarının tercihleri karşısında tam bir tarafsızlık içerisinde olduğu, kullanılan “millet” kelimesinden net bir şekilde anlaşılmaktadır. Dolayısıyla Anayasada, kimse ötekileştirilmemiş, kimseye ayrıcalık verilmemiş; tüm halk millet olarak ifade edilerek hâkimiyet sadece millete hasredilmiştir (CAN, 2012, s. 84). Öte yandan Anayasanın ilk on maddesi halkın iradesi, yasama ve yürütme ile ilgiliyken geri kalan on üç maddenin neredeyse tamamı yerel yönetimler ve halkın iradesi arasındaki ilişkinin tesisi ile alakalıdır. Bu bağlamda Anayasa, vilayetlerin yetkilerini özerklik derecesine vardıracak şekilde güvence altına almıştır (1921 Anayasası, 2013). Teşkilat-ı Esasiye Kanunu olarak adlandırılan 1921 Anayasası, Cumhuriyet anayasacılığı açısından uzun süre kalıcı ve hatta silinmez izler bırakmış, daha sonraki anayasaları etkilemiştir. Osmanlı Devleti henüz hukuken sona ermeden “Türkiye Devleti” ifadesinin kullanılması neticesinde Devlet konusundaki devrimci değişimden egemenliğin “kayıtsız şartsız” millete verilmesine, meclis hükümeti sisteminden yerel yönetimlerin güçlendirilmesine kadar o dönemin şartlarında “devrim” sayılabilecek yenilikleri uhdesinde barındırmıştır (TANÖR, 2002, s. 253). Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nu yapan birinci dönem meclisinde bürokrat kökenli üyelerin yanı sıra çiftçiler, serbest meslek mensupları, ticaret erbabı, ulema vb. gibi gruplar da sonraki dönemlere
25
Fatih KAFADAR
göre çok daha yüksek oranlarda yer almışlardır. Meclisteki tartışmaları canlı kılan da büyük çapta bu toplumsal ve düşünsel çeşitliliktir (TANÖR, 2002, s. 232). Bu meclis gerçekten de herhangi bir etnik, ideolojik veya kültürel bir ayrım gözetilmeden Anadolu’nun her tarafından sözü dinlenen, etkin figürlerin toplandığı merkez olmuştur. Dönemin şartları düşünüldüğünde, Anadolu’da bir direnişin örgütlenebilmesi için toplumun bütün kesimlerinin desteğinin alınabilmesi adına bu şekilde bir meclisin tesis edilmesinin ne kadar gerekli ve isabetli olduğu görülecektir. 1921 Anayasası, farklılıkların zenginlik olarak görülüp veri kabul edildiği ve sosyolojik temsil açısından katılımın çok yüksek olduğu bir tarihi belge niteliğinde olup bu konuda Türkiye Cumhuriyeti tarihinde ilk ve tek metindir. Bu açıdan bakıldığında “Türkiye Cumhuriyeti tarihinde iki anayasadan bahsedilebilir. Bunlardan birincisi ve en talihsizi halk tarafından yapılan 1921 Anayasası, diğeri ise diğerleri…” (CAN, 2012, s. 12) Sonuç olarak 1921 Anayasası çoğulcu, temsil oranı çok yüksek olan bir meclis tarafından “halkın halk için” yaptığı bir anayasadır. Ancak bu anayasayı taşıyacak toplumsal ve siyasal dinamiklerin olmaması, katılımcılığın yalnızca dönemin şartlarına ilişkin olarak İttihatçı geleneğe 26
mensup bürokratların katlanmak zorunda olduğu bir olgu olduğunu göstermektedir. Bu bağlamda, 1921 Anayasası bir doküman olarak, İttihatçı anlayışın belli bir dönemde tahammül ettiği, ancak tarihimizde bize ait diyebileceğimiz tek çalışmadır. Fakat tahammül ihtiyacı ortadan kalktığı anda, bu anayasa da ortadan kaldırılmıştır ve ona vücut veren meclis tüm çoğulculuğuyla tasfiye edilmiştir (CAN, 2012, s. 85).
Tek Renk Özlemi: 1924 Anayasası
1924 Anayasası, 105 maddeden müteşekkildir. Bu metin, Teşkilât-ı Esasiye Kanunu’ndan esaslı bir zihniyet değişikliğine işaret etmektedir. Nitekim 1921 Anayasası’nın ilk maddesi, hâkimiyeti bila kayd ü şart millete teslim ederken, 1924 Anayasası’nın birinci maddesi “Türkiye Devleti bir cumhuriyettir.” şeklindedir. Yani, ilk maddede millet değil devlet ele alınmıştır. “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir.” ifadesi ise, 3. maddede yazılmış; fakat “görünmez ama hissedilir bir şekilde” büyük bir “AMA” ile 4. maddeyle ilişkilendirilmiştir: “Türk milletini ancak Türkiye Büyük Millet Meclisi temsil eder ve Millet adına egemenlik hakkını yalnız o kullanır.” Yani, 1921’deki “halkın mu-
kadderatını bizzat ve bilfiil idare etmesi esası” yerine “millet adına egemenlik yetkisini” yalnız Meclisin kullanacağı ifade edilmiştir ki bu durum 1921’e nazaran bir zihniyet gerilemesini gösterir (1924 Anayasası, 2013). 1924 Anayasası’nda dikkatleri çekmesi gereken bir diğer husus, henüz 4.maddede karşılaşılan “Türk Milleti” ifadesidir. 1921’deki herhangi bir şekilde sınırlanmayan “millet” kavramını niteleme gereksinimi duyulmuştur. Dahası 1924 Anayasası’nın 5. Bölümünün ismi Türklerin Kamu Haklarıdır ve bu bölümün ilk maddesi olan 68. Maddesinde “Her Türk hür doğar, hür yaşar.” ifadesi geçmektedir ki bu durum bir etnik gruba endekslenmiş bir millet anlayışının apaçık göstergesidir. Bu anlayış, Türkiye Cumhuriyeti’nin adalet sisteminin kurucusu olarak bilinen Mahmut Esat Bozkurt’un “Türk, bu ülkenin yegâne efendisidir, yegâne sahibidir. Saf Türk soyundan olmayanların bu memlekette tek hakları vardır; hizmetçi olma hakkı, köle olma hakkı.” şeklindeki sözlerinde müşahhaslaşmıştır (CAN, 2012, s. 93). Bu itibarla denilebilir ki, 1924 Anayasası ile anayasa metinlerine dâhil edilmeye başlayan Türk ifadesi, iddia edildiği gibi kapsayıcı bir kavram olmayıp salt etnik bir referans kabilindedir. Öte yandan, 1923 seçimleri, Mustafa
“Halk İçin Halkla Beraber” Anayasa
Kemal ve taraftarlarının yeni örgütlendirmiş oldukları Cumhuriyet Halk Fırkası’nın sıkı denetimi ve hâkimiyeti altında cereyan etmiştir. Bu nedenle, Meclis’in ilk dönemlerinde (1920-1922) milletvekili olup da Mustafa Kemal’e muhalefet etmiş olan vekillerden hiçbirisi yeni dönemde seçilememiştir. Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun yapıldığı çok sesli ortam yerini Kemalist hâkimiyetine bırakmıştır (ÖZBUDUN & GENÇKAYA, 2010, s. 20-21). Böyle bir ortamda yapılan 1924 Anayasası, her ne kadar “demokrat” bir metin görünümünde olsa da Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin hâkim etnisite üzerinden bir Tek Parti hegemonyasına evrilmesinin yolunu açmıştır.
Türkiye’nin “Vesayet”le Tanışması: 1961 Anayasası
Tek Parti Dönemi, çok partili hayata geçiş ya da geri dönüş, Demokrat Parti İktidarı gibi tarihsel süreçlerin ardından gelen 27 Mayıs 1960 Askeri Darbesi, 1961 yılında yeni bir anayasa ile devlet teşkilâtını ve vatandaşların hayatlarını dizayn etme yoluna gitmiştir. 1961 Anayasası, 152 maddeden müteşekkildir. Bu Anayasa, darbeyi gerçekleştiren askeri cunta (Milli Birlik Komitesi-MBK) tarafından yeni anayasa yapmaları için bir araya getirilen iki meclisli bir “kurucu meclis” tarafından yapılmıştır. “Kurucu meclise büyük ölçüde devlet seçkinleri (askerler, bürokrasi ve üniversite profesörleri) ve bu seçkinlerin sözcüsü olan Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) hâkimdir. Dolayısıyla, meclisçe kabul edilen ve 9 Temmuz 1961 tarihli halk oylamasında yüzde 61,7’lik bir çoğunlukla onaylanan Anayasa, devlet seçkinlerinin temel siyasal menfaatlerini yansıtmaktadır.” (ÖZBUDUN & GENÇKAYA, 2010, s. 26). Dolayısıyla, 1961 Anayasası, bir darbe anayasası olmanın yanı sıra hazırlanış zihniyeti itibariyle de jakoben bir anlayışı temsil etmektedir. Zira halk için olması gereken anayasa halka rağmen yapılmış ve göstermelik dekorlarla süslenerek meşrulaştırılmaya çalışılmıştır.Aynı zamanda, 1961 Anayasası, daha başlangıç kısmında, 27 Mayıs Darbesi’ni gerçekleştirenleri meşrulaştırıp toplumun temsilcisi haline getirmek suretiyle beliren sorunlu bir zihniyete işaret etmektedir. Nitekim başlangıç kısmında geçen “Anayasa ve Hukuk dışı tutum ve davranışlarıyla meşruluğunu kaybetmiş bir iktidara karşı direnme hakkını kullanarak 27 Mayıs 1960 Devrimini yapan Türk Milleti” ifadeleri, Türkiye toplumunun iradesiyle iktidara gelen bir
siyasi partiyi gayrimeşru, askeri cuntayı ise meşru göstermesi dolayısıyla, adeta “meşruiyet” kavramının sözlük anlamını hiçe saymıştır (1961 Anayasası, 2013). “Türkiye’nin vesayet kurumlarıyla (örneğin Milli Güvenlik Kurulu) vesayet yönetimiyle tanışması ilk kez 1961 Anayasası’yla gerçekleşmiştir. Bu aslında şaşırtıcı değildir; çünkü 1961 Anayasası’nı yapan asker ve sivil aktörlerin ortak paydalarından biri seçilmiş kurumlara, halkın temsilcilerine duydukları güvensizliktir. Bu nedenle de halkın temsilcileri üzerinde atanmışlardan oluşan bir takım kurumlar aracılığıyla denetim yapmayı, böylece onların izleyecekleri politikaları yönlendirmeyi “Cumhuriyetin akıbetini korumak bakımından” hayati addetmişlerdir.” (YAZICI, 2013). Bu açıdan bakıldığında görülecektir ki, 1960 darbesinin inşa ettiği anayasal düzenin müşahhaslaşmış hali olan 1961 Anayasası, aynı zamanda 1924 yılında bina edilen sistemin anayasal düzeyde hukuki meşruiyete kavuşturulmasının bir ifadesidir (CAN, 2012, s. 114). Anayasa metnine serpiştirilen özgürlükler ise, oksijen olmayan bir ortamda edilen “çok yaşa!” temennisinden başka bir şey değildir.
Ordunun “Her Şeye” El Koyması: 1982 Anayasası
Adalet Partisi’nin ardı ardına gelen seçim zaferlerinden endişe duyan Türk Silahlı Kuvvetleri içerisindeki radikal subayların 9 Mart 1971’de gerçekleştirmeyi planladıkları “radikal darbeyi” engellemek üzere yüksek rütbeli komutanlar tarafından girişilen son dakika hamlesi olan 12 Mart Askeri Muhtırası, hükümetin istifasına neden olmak suretiyle halk iradesine ve ülke yönetimine darbe vurmuştur (ÖZBUDUN & GENÇKAYA, 2010, s. 28). 1971 ve 1973 Anayasa değişikliklerinin ülkenin kötü gidişatını engelleyememesi ve bu durumun halkın yanı sıra devlet seçkinlerini ve orduyu da etkilemesi neticesinde “şartların olgunlaş(tırıl)ması” girişimlerinin ardından gelen 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi, 1982 Anayasası’nın işaret fişeği niteliğindedir. 1982 Anayasası, bu açıdan bakıldığında tıpkı 1961 Anayasası gibi bir “darbe anayasasıdır.” Halka rağmen halk için yapılan anayasalar zincirinin son halkasıdır. “Devlet söz konusuysa gerisi teferruattır.” anlayışının somut bir ifadesidir. 1982 Anayasası’nı yapmak üzere oluşturulan yapı iki meclisli yapının bir kanadını Darbe’yi yapan 5 generalden oluşan MGK, bir diğer kanadını ise MGK’nin atadığı kimselerden olu-
Yazılmakta olan anayasa, hak ve özgürlükleri mutlak manada tesis etmeyecekse, Kürt meselesine köklü çözümler sunmayacaksa, din ve vicdan özgürlüğünü mutlak olarak sağlamayacaksa, azınlıkların seslerini duymayacaksa, yargı kurumunun teşkilatını demokratik bir şekilde tesis etmeyecekse, halka daha özgür bir ülke sunmayacaksa, kısacası “halk için halk ile beraber” bir anayasa olmayacaksa; Türkiye gündemini işgal etmesine bile gerek yoktur. şan “Danışma Meclisi” oluşturmaktadır. Yalnızca bu duruma bakılarak bile, milli iradeye ve seçilmiş siyasal partilere karşı güvensizliği görmek mümkündür. 1982 Anayasası, 177 madde ve 19 madde-i münferideden oluşmaktadır. Bu Anayasa’nın temel felsefesi, bireyleri devlet otoritesinin müdahalesine karşı korumaktan çok devleti ve onun otoritesini vatandaşlarına karşı korumak olarak açıklamak mümkündür. Nitekim, Anayasa’nın ilk metninde olup da 1995 Anayasa değişikliği ile çıkarılan “kutsal” ifadesi, “yüce” ile beraber Türk Devleti’ni nitelemek için kullanılmıştır. Devleti “kutsal ve yüce” addeden bu zihniyet, vatandaşların temel hak ve özgürlüklerini sınırlamayı Anayasa’da adeta kural haline getirmiştir. Güçlendirilmiş MGK, Cumhurbaşkanlığı ve Cumhurbaşkanına verilen çok geniş “atama/seçme” selahiyetinden ötürü Yükseköğretim Kurulu (YÖK), üniversiteler ve yargı gibi vesayet kurumları, 1982 Anayasası’nı hazırlayan darbecilerin, halkın iradesine ve siyasete olan güvensiz tavırlarının en bariz ifadeleridir (ÖZBUDUN & GENÇKAYA, 2010, s. 32). Dolayısıyla bu Anayasa, seçilmiş organların yetkilerini sınırlandırmak suretiyle siyaset kurumunu etkisizleştirmek adına deyim yerindeyse tüm yolları denemiştir. Şeffaf sandık ve renkli zarflar kullanılan bir referandumda kabul ettirilen “meşruiyeti kendinden menkul” 1982 Anayasası, devlete yücelik ve kutsiyet atfederek “insan odaklı 27
Fatih KAFADAR
çözümler sunmayacaksa, din ve vicdan özgürlüğünü mutlak olarak sağlamayacaksa, azınlıkların seslerini duymayacaksa, yargı kurumunun teşkilatını demokratik bir şekilde tesis etmeyecekse, halka daha özgür bir ülke sunmayacaksa, kısacası “halk için halk ile beraber” bir anayasa olmayacaksa; Türkiye gündemini işgal etmesine bile gerek yoktur. Daha doğrusu, muhteşem bir metin yazılsa bile, Potemkincilikten öteye geçemeyecekse, “yeni anayasa”nın da anlamı olmayacaktır. Geçmişin referanslarıyla geleceğin şekillendirilemeyeceği açık bir şekilde ortadadır. Dolayısıyla, Potemkincilik tarihinden ibaret olan “anayasa yazarlığı” artık 21. Yüzyıl Türkiyesi’nde itibar edilecek bir hile olmaktan çıkmıştır. Halkın temsilcileri, gelinen noktada, demokratik bir anayasal düzen ortaya koyarak temsil ettikleri kitlelerin refahına katkı sağlamalıdır. Aksi takdirde, “Potemkin ölmedi, kıtalar dolaşıyor” pandomimi, uzun yıllar boyunca anlatılır, durur. mfatihkafadar@gbi.org.tr
1. 1921 Anayasası. (2013, Ağustos 3). Ağustos 3, 2013 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi Resmi İnternet Sitesi: http://www. tbmm.gov.tr/anayasa/anayasa21.htm adresinden alındı 2. 1924 Anayasası. (2013, Ağustos 3). Ağustos 3, 2013 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi Resmi İnternet Sitesi: http://www. tbmm.gov.tr/anayasa/anayasa24.htm adresinden alındı
bir anayasa olma” yolunda selefleri (19241961) gibi başarısız olmuştur.
Sonuç Yerine: “Halk İçin Halkla Beraber Anayasa”
137 yıldır bu topraklarda anayasalar üzerinden bir Potemkin Köyü Pandomimi oynanmaktadır. Halka sunulan anayasalar, halk tarafından hazırlanmamış; anayasayı yapanların jakoben tavırları neticesinde halk hep fatura ödeyen konumunda olmuştur. Gelinen noktada, 12 Haziran 2011 seçimlerinden önce 24.Dönem TBMM’de grubu bulunan dört siyasi partinin seçmenlerine verdiği “Yeni Anayasa” sözü büyük önem taşımaktadır. Zira bu anayasa, yalnızca bir metin değil bir zihniyet değişikliğini de gerektirmektedir. Yıllar boyunca yaşanan acı tecrübelerden çıkan sonuç, anayasa metinlerinin tek başına bir anlam ifade etmediğidir. Dolayısıyla devlet pratikleri, anayasada yazılan cümleleri raflardan hayata indirgeyecek şekilde hareket etmelidir. 19 Ekim 2011’de çalışmalarına başlayan Anayasa Uzlaşma Komisyonu şu ana kadar sadece 60 madde üzerinde uzlaşabilmiştir. Oy oranlarına ve meclisteki sandalye sayılarına bakılmaksızın mecliste grubu bulunan dört siyasi 28
partiden seçilen üçer milletvekilinden oluşan Anayasa Uzlaşma Komisyonu, her maddede konsensüs sağlama usulünü benimsediğinden dolayı çalışmalar çok yavaş ilerlemektedir. Nitekim son zamanlarda TBMM Başkanı Cemil Çiçek’in yeni bir anayasa konusunda umutsuz olduğunu ima eden açıklamalar yapması, yeni anayasa çalışmalarının ne durumda olduğunu açıkça göstermektedir. Dolayısıyla Anayasa Uzlaşma Komisyonu’nun çalışma ve karar alma usulleri üzerinde ciddi bir şekilde düşünülmelidir. Meclisteki tüm partiler, oy kaygısından ziyade Türkiye’de özgürlüklerin ve insan hakları anlayışının çağdaş standartlara ulaşması kaygısıyla Komisyon’a katkı sunmalıdır. Anayasa Uzlaşma Komisyonu, bu noktadan bakıldığında tarihi bir misyon üstlenmiştir. Bu Komisyon, Türkiye halkının refah içerisinde yaşayabileceği bir ülke tesisine imkân sağlayan bir anayasa kaleme almalıdır. Yalnız bu anayasa, öncekiler gibi Potemkin ruhuyla sadece seçim vaadini yerine getirebilmiş olmak için yazılacak ve daha sonra ülkenin sorunları aynen devam edecekse hiç efor sarf edilmesine lüzum yoktur. Yazılmakta olan anayasa, hak ve özgürlükleri mutlak manada tesis etmeyecekse, Kürt meselesine köklü
3. 1961 Anayasası. (2013, Ağustos 3). Ağustos 3, 2013 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi Resmi İnternet Sitesi : http://www. tbmm.gov.tr/anayasa/anayasa61.htm adresinden alındı 4. CAN, O. (2010). Darbe Yargısının Sonu . İstanbul : Timaş Yayınları . 5. CAN, O. (2012). Yol Ayrımında. İstanbul: Timaş Yayınları . 6. ERDOĞAN, M. (2011). Anayasa Hukuku. Ankara: Orion Kitabevi. 7. ERDOĞAN, M. (2010). Anayasal Demokrasi . Ankara: Siyasal Kitabevi. 8. FRIEDRICH, C. J. (1999). Sınırlı Devlet. (M. TURHAN, Çev.) Ankara: Gündoğan Yayınları. 9. GÖZLER, K. (2011). Anayasa Hukukunun Genel Esasları. Bursa: Ekin Yayınları. 10. HAMİDULLAH, M. (2003). İslam Peygamberi (Cilt 1). (S. TUĞ, Çev.) Ankara: İmaj Yayınları. 11. HAYEK, F. A. (1996). Hukuk, Yasama ve Özgürlük: Kurallar ve Düzen. (A. Yayla, Çev.) Ankara. 12. KABOĞLU, İ. Ö. (2011). Anayasa Hukuku Dersleri (Genel Esaslar). İstanbul: Legal Kitabevi. 13. ÖZBUDUN, E. (2011). Türk Anayasa Hukuku. Ankara: Yetkin Yayınları . 14. ÖZBUDUN, E., & GENÇKAYA, Ö. F. (2010). Türkiye’de Demokratikleşme ve Anayasa Yapımı Politikası. İstanbul: Doğan Kitap. 15. RATNAPALA, S. (1999/2000). The Idea of Constitution and Why Constitution Matter. Policy , 3-10. 16. TANÖR, B. (2002). Osmanlı-Türk Anayasal Gelişmeleri. İstanbul : Yapı Kredi Yayınları . 17. YAZICI, S. (2013). Yeni Anayasada Devlet Aygıtı/Siyasal Sistem. Anayasa Sempozyumu. Ankara: SETA.
Fatih KAFADAR, Nilüfer YAVUZ, Onur Reha YILDIRIM
Prof. Dr. Ferhat Kentel ile Gezi Parkı Üzerine
Fotoğraflar: Onur Reha Yıldırım
“KİMLİKLER KARŞILIKLI İNŞA EDİLİR”
30
Fatih KAFADAR, Nilüfer YAVUZ, Onur Reha YILDIRIM
Genç Barış: Saygıdeğer Hocam, önce-
likle bizi kabul ettiğiniz için çok teşekkürler. Gezi Parkı olaylarının üzerinden belli bir zaman geçti ve haliyle olaylara biraz daha dışarıdan bakabilme, kuşbakışı bir değerlendirme yapabilme imkânı doğdu. Medyadan takip ettigimiz kadarıyla siz bu olayları kabaca ‘esprili, zeki ve iQ su yüksek bir hareket’ olarak niteliyorsunuz. Sosyolog kimliğiniz dolayısıyla toplumla sürekli iç içe olmanızı da göz önünde bulundurarak, Gezi Parkı ve toplum ilişkisi hakkında neler söyleyebiliriz?
Ferhat Kentel: Bu şekilde tanımlıyorum
ancak tabii ki yalnızca bu özellikleri yoktu. Bu eylemin özelliklerinden bazılarıydı. Aslında iki ayrı durum var: İlk olarak Taksim Gezi Parkı’nın yeniden düzenlenmesi, parkın yerine AVM yapılması durumu ve buna karşı tepki gösteren insanların meselesi var. Bu açıdan başlangıç itibariyle bakıldığında çok anlamlı ve benim kendimi tamamen içinde hissettiğim bir ruh haliydi. Ben, her gün penceremi açtığımda gökdelenleri, tamamen izansızlıkla, kibirle, ölçü nedir bilmeden yapan bir zihniyete karşı hassasiyetle yaklaşan pek çok insan gibi, onların düşüncelerini paylaşıyorum. Dolayısıyla Gezi Parkı olayları başlayınca açıkçası ‘Oh nihayet!’ dedim. Ağaçların kesilmesine karşı çıkma hareketini görünce kendimi bu hareketin içinde hissettim. Tabi bu hareketin başlangıç tarafıyla, ‘başlangıç’la çok örtüştüm diyebilirim. Ama sonradan, gelinen noktada, toplumun Gezi Parkı meselesine tepkisine baktığımızda acıklı bir tablo olarak ikiye ayrıldığını görmekteyiz. Şöyle diyebiliriz: Gezi Parkı neredeyse anlamını kaybedip AKP’cilik ya da AKP karşıtlığı gibi bir olaya dönüştü. Siz eğer Gezi Parkı hakkında olumlu bir şey söylüyorsanız darbeci, AKP karşıtı; öte yandan Gezi Parkı olaylarına katılanları vandalizmle suçladığınızda ise AKP’ci oluyorsunuz. Bu gelinen aşama çok kötü, bu kutuplaşma çok kötü. Ancak öte yandan sonuçlar itibariyle baktığımızda, olaylar kalbimizde ruhumuzda bir yerlerde bir tortu bıraktı ve bu tortu iyi bir tortu. İnsanlar burada artık kolay kolay yeryüzü otoritelerine teslim olmayacaklar diyebilirim. Belki çok kaotik görünse de, insanların kafasına belli ezberler dayatmak çok mümkün değil. Bu da garip bir şekilde AKP’nin hem on yıllık iktidarını hem de tam da AKP’ye karşıymış gibi gözüken bu eylemlerin yaratmış olduğu demokrasi kültürü belki de. Çünkü kabul edelim AK Parti döneminde bu vesayet rejimi büyük
ölçüde geriletildi. Bu Ergenekon’lar bitti anlamına gelmiyor. Hala dünya kadar özel harekâtlar, belli kuvvetlerin her an her bir haltı yapabilecek bir takım imkânları var. Hrant Dink’i öldürenlerin bulunamaması örneğin. Hepsinin korunmuş olması vs. Bu 1960- 0’lerden gelen bir durum. Dün Fethiye Çetin anlatıyordu. Doğan Öz’ün katili yakalandı, her türlü delil var; ama adam serbest bırakıldı. Kim bıraktı bunu, Yargıtay Genel Kurulu’nda bir karar çıktı ve bırakıldı. Adam sonrasında neredeyse “beyefendi” oldu. Katil bir adam, çok belli ancak şu an gayet rahat, iş adamı olarak çalışıyormuş bu adam. Bu adamları kim korudu? Devlet hala böyle bir devlet, bu bitmiş degil. AK Parti vesayete karşı önemli bir aktör oldu ama bu konuda yapabildiğinin de sınırları var. Tam bu ortamda Gezi Olayları bence Türkiye’nin demokratik kültürüne bir katkıda bulundu bir tarafıyla; ancak diğer yandan eklenen bir takım darbeci güruh bu olaylardan kendilerine paylar çıkarmaya çalıştılar. Ancak bu, pek çok toplumsal hareketin içinde olan bir durum.
Genç Barış: 1980 sonrası gençlik için apolitik konumlandırmaları yapıldı. Siz bu gençlik nitelemesinin doğru olduğuna inanıyor musunuz? Gençlerin eylem biçimi, siyasete bakışı, bunları nasıl değerlendiriyorsunuz?
Ferhat Kentel: Bu 1980 sonrası genç-
lik için depolitize lafının edilmesi açıkçası benim pek kafama yatmıyor. Bu konumlandırmaları daha ziyade, kötü anlamda anlamayın ‘eski kafalı’ lar yapıyor. Çünkü eskiden yaptıkları siyasetin her zaman olması gereken siyaset oldugunu düşünüyorlar. Yalnız öyle bir mecburiyet yok ki. Sila-
hını alıp sokağa çıkıp siyaset de yaparsınız ve buna ‘siyaset’ dersiniz; slogan atarsınız, partiye üye olursunuz, derneğe üye olursunuz, miting yaparsınız, TV tartışmalarına katılırsınız; bunun dünya kadar çeşitli yolları var. Bir de dilimde sloganlaşmaya başladı ama böyle bir hadis de var, “gücünüz yetiyorsa elinizle engelleyin, yapamıyorsanız dilinizle müdahale edin, onu da yapamıyorsanız buğz edin.” İşte bu nedir,
siyasettir. Buğz ederek, kötülüğü unutmuş olmuyorum. Sömürü, kötülük, baskı gibi olaylar için ‘önemli değil!’ demiyorum. Bilakis içimde barındırıyorum. İki-üç sene sonra vakit bulduğumda ben bunu çıkartacağım örneğin. 80 sonrası döneme baktığımızda bizzat 12 Eylül Anayasası’nın referandumunda % 90 küsur evet oyu çıktı. İşte şiddet döneminden kurtulduk falan dendi; ancak ardından bu millet Turgut Özal’a oy verdi. Yani önce Kenan Evren’in anayasasına, sonra Turgut Özal’a. İste, millet ‘elimden fazla bir sey gelmiyor, tepemde tanklar toplar’ dedi, vaziyeti idare etti. Dolayısıyla 80 sonrası
gençliğin politikadan uzaklaşması belki de başka bir politikaydı, daha önceki klasik etiketli, solcu sağcı kamplaşmış politikaya karşı farklı bir politika; duruşu belki politikti. Bu kendi halinde bir politizas-
yondu demek istiyorum. Taksim Gezi hiç olmasaydı? Öncesinde ne diyorduk? İşte bu gençler zaten bilgisayar başında internette takılıyorlar, o kadar yalnız, o kadar bireyler ki kendilerinden başka kimseyi görmüyorlar. Hiçbir sosyolojik durum tek bir yönden açıklanamaz. Meğer bir yandan insanlar farklı bir cemaat, farklı bir birliktelik kuruyorlarmış. O yüzden insanlar bir anda Taksim’e koşuverdiler. Demek ki benzer bir ruh halini taşıyorlarmış. Zama31
nın ruhu mudur, havası mıdır, ne derseniz deyin, bunu soluduğunda başka insanlarla empati duyuyorsun. Polisin şiddeti, ağacın kesilmesi, seni koştura koştura oraya götürüyor. Şiddet görüntülerinin çokluğundan parkın diğer yönlerini neredeyse hiç konuşamadık. Parkta muazzam bir paylaşımcılık vardı. 5 kuruş paranın dönmediği, herkesin evinden bir şeyler getirdiği, sabundan sandviçe… Orada komün yaşamına benzer bir şeyler oldu. Bu bireysel dedigimiz insanlar nerede? Demek ki o kadar basit değil açıklama. Demek ki insanlar sadece yüz yüze irtibatla değil, sanal âlemden geçerek de başka bir topluluk olarak yaşayabiliyorlarmış. Bu konuda Ferda Keskin’in muhteşem yorumları var. Giorgio Agamben’in ‘gelmekte olan cemaat’ kavramını kullanarak Taksim’de olanın buna benzer bir şey olduğunu söylüyor. Taksim’e insanlar nasıl geldiler? Kimi solcu, kimi komünist, kimi antikapitalist müslüman, başörtülü bunun gibi pek çok insan geldi buraya, tabii ki ulusalcısı, solcusu da vardı. Ama herkes kimliklerini bir kenara bıraktı ya da o kimliklerin sınırında başkalarıyla birlikte oldular. Orada tabii Atatürk Kültür Merkezi’nin (AKM) üstüne baktığınız zaman herkes damgasını mührünü basmaya çalıştı. Bir tür devrim kotarmaya çalışmak diyebiliriz 32
buna. Ancak esas hikâye Gezi’nin içindeki o birliktelik. Ondan öğreneceğimiz çok şey var kanaatimce.
Genç Barış: Olayların çıkışıyla ilgili ola-
rak toplumda genel olarak bir birikmişliğin olduğu üzerinde duruluyor. Sizce olaylar bir anda mı ortaya çıktı; yoksa bir şeylerle bağlantı kurmak mümkün mü?
Ferhat Kentel: Bence mümkün, bunlar
birbirini takip eden süreçler. AKP %50 oy oranına birden gelmedi. Öncesinde %30, hatta belki 28 Şubat Postmodern Darbesi’nden gelen bir süreç. Hatta Milli Görüş’ten. İslamcılığın ‘bireyselleşmesi’, bütünlüğünün parçalanması durumu da var. Artık öyle tek tiplik, homojenlik yok. Burjuva müslümanlar var, Hak-İş var, proleter müslümanlar var, bir yanda İhsan Eliaçık var, diğer yanda MÜSİAD var. Biri Ebuzer’den bahsederken öbürü “neden müslüman kıymetli bir şeye sahip olamasın” diyor. Demek istediğim bu heterojen yapı ortaya çıktı. Mütedeyyin, Anadolulu tüccar, küçük sermaye sahibi kesimin büyümesi; bir zamanlar gecekondu dediğimiz yerlerin kendisinin bizzat sosyal aktör yaratması, bir tür yeni bir orta sınıfın ortaya çıkışı diyebiliriz buna. Kültürel olarak bu klasik
Kemalist beyaz Türk formatından farklı bir kesimin ortaya çıkması ile yavaştan %50 ye ulaşıldı, tabii bunda Orta Doğu’da (şimdiden bahsetmiyorum) kazanılan başarıların ve 12 Eylül 2010 referandumunun büyük etkisi var. Gezi için de benzer şeyler söylemek lazım. Erdoğan’ın yaratmış olduğu beğeni, karizma aynı anda içinde herkesin hoşuna gitmeyecek bir şeyler de barındırıyor. Kendisi başarılı bir politikacı; ancak aynı zamanda bu başarının altında ezilmeye başladı diye değerlendirmek mümkün. Kibriyle, ‘hot-zotçu’ tavrıyla, herkesin ‘başkan babası’ rolleriyle toplumun farklı kesimlerinde hoşnutsuzluklar yaratmaya başladı. 3 çocuk istiyorum sizden diyor mesela, millet de ‘benim babam bile böyle bir şey demiyor sen kim oluyorsun!’ diyor. Yine içki konusunda da’ aksırıncaya, tıksırıncaya kadar’ falan. Alkolik olan da var ancak ayda yılda bir kere efendi gibi içen de var. Sürekli hakarete uğrayan bir insan topluluğu var. Alevilik konusunda da keza, ‘Alevilik Hz. Ali’yi sevmekse ben de Aleviyim’ diyor; mesele sadece bu değil işte, o adamın derdi bambaşka, insanları topyekün homojen yaratıklar olarak kabul etme eğilimi yükseldikçe Erdoğan’da, her şeyi yapabilir. Bu iktidar olgusu biraz böyle bir şey ne yazık ki. İktidar Erdoğan’ı kirletti, bozdu. Bu bi-
rikim de böyle oldu. Ben de Gezi’de bulundum. Belki öyle gece gündüz gaz yemedim ama ruhen ordaydım. O tepkiler birikti ve Taksim’de patladı. İlk akşam polisin şiddeti, çadırların yakılması ve gaz kullanımının yanında, ‘AVM yapacağız, cami yapacağız’ diyerek açık savaşa dönüştürüldü olay. Bu birikimi böyle anlamak lazım. Mehmet Ali Alabora meselenin sadece ağaç olmadığını söylemişti, linç kampanyası düzenlendi. Tabi mesele sadece ağaç değil; ağaç bir sembol, şehrin betonlaşmasının, yukarıdan inşaat şirketlerinin kibrinin önüne geçmek için bir sembol belki de. Olaylarda Kadir Topbaş’ın neredeyse hiç sesinin çıkamaması da yukarıdan aşağı olan bir durum olduğunu gösteriyor. İşte tüm bu antidemokratik, insanları katılıma çağırmayan sadece çoğunluk fikrine dayanarak atılan adımların tüm bu tepkileri yaratması normaldi.
Genç Barış: Efendim, olayların biraz da
‘sosyal medya’ boyutunu konuşalım istiyoruz. Gezi Olayları pek çoğumuz gibi sizi de sosyal medyaya dâhil etti. Sosyal medyanın üzerimizdeki etkisini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Ferhat Kentel: Ben de twitter açtım
evet, ama hala bu konuda ikircikliyim. Çok sinir bozucu bir yer orası. 140 karakter, sığmıyor tabii, ben de önce word’e yazıyorum, 140’ar kelime halinde twitter’a aktarıyorum. Bazen hakikaten ilginç şeyler buluyorum. Ama insanlar laf çarpmak için kullanıyorlar. Geçenlerde okulumuzda Gezi Parkı’yla ilgili bir etkinliği paylaştım. Sonra da “Marksizm 2013” ile ilgili bir panele gidebilirsiniz diye önerdim. Profil fotoğrafımda biliyorsunuz “Rabia” işareti var benim. Birden birilerinden mesajlar gelmeye başladı. “Rabialı Marksist”, “Seninle uğraşamayız cenazemiz var!” (Gülsuyu’ndaki cenazeyi kastediyormuş meğer) Ben de “Başın sağolsun dedim”, ne diyeyim. Aslında twitter’da yarışma gibi bir şey var. Kim daha çok retweet aldı, toptweet, hashtag’ler bir şeyler. Hayatın bütün çoğulluğunu yitirdiği bir yer orası. Hayat bu kadar basit ele alınabilecek bir şey değil. “Badem bıyıklı” da demişlerdi bana. Adamın kafasındaki şemalarda öyle oturmuşum ben. Daha önceden Taksim için yazmışım, Mursi için de yazıyorum ama adam bir tek onu görüyor. Aynı zamanda birçok AKP’li ve solcu düşmanım oldu, çünkü herkes kendi kimliğini, bulunduğu pozisyonu konumu güçlendirecek olan cümleleri bulup onlarla kendini güçlendirmeye çalışıyor, güç devşirmek gibi bir şey bu.
Genç Barış: Hocam şöyle ifade edebiliriz
aslında: İnsanların kafasında bir sensör var ve bazı kelimeler bu sensöre takıldığında sensor ötmeye başlıyor. Sonuçta siz sensörün tepkisine göre ‘bizden’ ya da ‘öteki’ oluyorsunuz. Ferhat Kentel: Evet çok doğru bir analoji. Mesela Mursi. Adama darbe yaptılar, bunu görmek bu kadar zor bir şey mi? Gerçi Mısır büyük bir dezenformasyon yapıyor şu aralar. Euronews’te asker şefiyle yapılan röportajda komutan ‘hiç kimse ölmedi ki’ diyor. ‘Batı’da kullanılan silahlardan daha iyilerini kullanıyoruz hatta’ diyor. ‘Daha iyi’ derken neyi kastediyor onu bilmiyoruz tabi. Ortalık kan revan içinde olmasına rağmen insanlar, ‘Euronews’te gördüm, kimse ölmemiş’ diyecek bu yüzden. Michel de Certeau’nun “inanmak” üzerine yazdığı makaleler vardır.İnanmak bizim birtakım ritüellerle referanslarla yaptığımız bir şeydir. Durup dururken inanılmaz yani bir şeye, dine de, milliyetçiliğe. Atatürkçülüğe de benzer şekilde. Etrafına baktığında sürekli işaretler görürsün, sınıfta bayrağı görürsün, o ülkede yaşadığına inanırsın. Atatürk’ü, gençliğe hitabeyi görürsün. Onlar olmazsa inanmazsın çünkü peygamber değilsin, vahiy gelmeyeceğine göre, dolayısıyla inanmak çok sosyolojik bir olaydır. Başkaları vasıtasıyla inanırız biz. Tapınaklardan, seküler okullara AVM’lere her şeye inanıyoruz. Reklamlar, bilboardlar. Bu bilboardları kimse sorgulamıyor mesela,
neden bu koca panolar orada? Yollar bozuk olmasına rağmen böyle bir şeyler konabiliyor. Biz buna inanıyoruz ve bize normal geliyor işte. Bunu sanal dünyaya taşıdığımız zaman da ‘işte benim inandığım şey’ duygusuna kapılıyor insanlar. Ben o inancımın içinde yürüyorum, yoksa zaten bulamazsam onları çuvallıyorum. O zaman zaten inancım değişiyor, baska bir şeye inanmaya başlıyorum. Bu da zor bir sey. Bir Müslüman adam kolay kolay inancını bırakabilir mi? Bir gün birisi Allah’ın olmadığını bir şekilde ispat etti diyelim hadi ya da Hz. Muhammed’in aslında peygamber olmadığını ispat etti birisi. Müslüman bir adam darmadağın olur. Bir sürü insanın Atatürk’ün bir diktatör olduğunu duydukları zaman mahvoldukları gibi. Ama hâlâ kabul edemiyorlar tabii. O yüzden Kemal Atatürk diye imzalar atıyorlar kollarına, arabalarının arkalarına. O inancı tazeliyorsun, sarılıyorsun daha fazla.
Genç Barış: Hocam sosyal medya ile Gezi
Parkı arasında nasıl bir ilişki kurabiliriz? Bu olaylarda sosyal medyanın yerini nasıl görüyorsunuz?
Ferhat Kentel: Aslında bu sosyal medya ilk Arap devrimleri sırasında cok tartışıldı Mısır’da, Tunus’ta. Libya’da filan o kadar konuşulmadı galiba, orada daha cok aşiret, aile gibi kavramlar ortaya çıktı. Özellikle Mısır’da sosyal medya cok devredeydi. O
33
zaman da şunu düşündüm, başka insanlar da konuştu ve aklıma yattı; sanal medya devrim yapmıyor. Sanal medya bir taşıyıcılık yapıyor. Var olan bir memnuniyetsizliği, sınıfsal, kültürel veya demokrasiye dair birçok talebi, sanal medya yalnızca hızlandırıyor. Galiba yeni zamanların, yani iletişim teknolojilerinin en önemli özelliği bu. Memnuniyetsizlikleri çok daha hızlı bir şekilde örgütleyebiliyor. Yani Gezi’deki kitlenin inşasını düşünelim. Herhalde bu kitlenin inşası sanal medya sayesinde oldu. Ama bu insanlar zaten bir şeylerden memnuniyetsizdiler. Zaten birtakım talepleri, birtakım şikâyetleri vardı. Sanal medya, olmayan bir şikâyeti ortaya çıkartmıyor. Var olan bir durumu hızlandırıyor, katalizör rolü oynuyor ve bir araya getiriyor. O yüzden de fazla abartılmaması gerektiğini, yani olayları başlatan değil, olayları hızlandıran, örgütleyen, kolaylaştıran bir araç oldugunu söylemek daha aklıma yatıyor.
Genç Barış: Rabia dedik, sosyal med-
yadan bahsettik. Biraz daha sosyal medya ile devam edelim. Hayko Bağdat bir tweet atmıştı “Ölülerden ölü beğeniyoruz” diye. Bu da Mısır olayları ile Gezi Parkı karşılaştırması üzerineydi. Hatta Gezi Parkı’nda en başından beri bulunan yazarlardan birisi olan Ahmet Hakan da bir yazısında artık illallah demişti, “Kesin kıyaslamayı, insanlar ölüyor.” tarzında bir serzenişte bulunmuştu. Bu örnekleri de göz önünde bulundurarak Efendim, siz Gezi Parkı olaylarıyla Mısır olayları arasındaki karşılaştırmayı nasıl değerlendiriyorsunuz? Bazı insanlar, “Gezi Parkı’ndakilere üzülmüyordunuz, Mısır’dakilere nasıl ağlamaya başladınız!” diyorlar. Bir yandan Ethem Sarısülük’e diğer yandan Esma’ya üzülebilecek olgunluğa erişebilecek mi bu ülke? Yorumlarınızı almak istiyoruz.
Ferhat Kentel: Son zamanlarda en çok bu mevzular üzerine yazdım. “İlla ki sade-
ce birisine mi üzülmek zorundayız? Acıların ikisini de eşit bir sekilde kabul edemez miyiz?” diye yazmaya çalıştım. Ve yine bir-
takım saçmasapan laflara maruz kaldım. Yani evet, ben iyimser bir insanım gene de. Bir gün, ortalama bir insan, o taraftan ya da bu taraftan demeden, eğer ortada acı var ise üzülecek. Ama böyle bir sey vardı da aslında. Bir toplumsal olay her zaman farklı sonuçlar yaratır diyoruz. Gezi’nin yaratmış olduğu sonuçlardan bir tanesi de demokrasi konusunda mücadele kapasitesini arttırmasıydı. Ama diğer yandan kutuplaşma yarattı. Bu kutuplaşma nereden çıktı? Çünkü Gezi çok büyük bir mesele 34
aslında bence. Gerçekten AK Parti’nin çok korktuğu bir mesele oldu. Yani onun önünü alamamak gibi bir şeyden korktular ve o yüzden inanılmaz bir PR çalışmasına giriştiler. İşte bu Kazlıçeşme mitingleri, sosyal medya ekipleri vs. Toptan bir şey var zaten orada, hareketi hissediyorsun. Ortada stratejik bir savaş sürdürülüyor. Ama bu tek başına AK Parti’nin yaptığı bir şey değil. Öte yandan Dolmabahçe’de Başbakanlık konutunu ele geçirmeye çalışanlar falan var. Bu devrimlerde cok sembolik bir şeydir. Kışlık Sarayı ele gecirmek mesela Bolşevik Devrimi için. Tüm prestiji sarsacak bir olay düşünsenize. Orada fotoğraflar çekilecek falan. Küba Devrimi’nde, Nikaragua Devrimi’nde gerillalar diktatörün odasına giriyor, bacak bacak üstüne atıp oturuyorlar, bu meşhur bir olay. Aynısı Saddam’a da yapıldı. Bu çok tehlikeli bir sey. Ancak burada öyle bir devrim olamazdı. Yani bir binayı ele geçirince artık devrim olacak diye bir şey yok. Bu kadar merkezsizleşen bir toplumda tek bir yerden devrim yapmanız mümkün değil. Böyle bir şey olmayacağı belliydi; ama bu prestijin sarsılmaması, o itibarın yıkılmaması için orada sağlam bir bilek güreşine giriştiler. Bu da sonunda hareket karşılıklı bir hale geldi. Kimlikler her zaman karşılıklı üretilir. Hiç bir kimlik tek başına oluşmuyor. Galiba herkes ancak kendi acısını, kendisine yakın, inandığı şey neyse onu besleyecek ölümleri kabul etti ve onlar icin üzüldü. Ama dediğim gibi, Gezi’den önce başka bir şey vardı. Mesela “Kadınlar kolkola yuruyor” veya Hilal Kaplan, Neslihan Akbulut, Havva Yılmaz’ın o dönem imzaladıkları ‘Henüz özgür olmadık!’ bildirisi gibi. Başörtüsü için 2008’deki girişimler sonrası bu kadınlar, “Kürt meselesi hallolmadan, faili meçhul cinayetler aydınlatılmadan, Ermeni sorunu çözülmeden, Tuzla’daki işçiler için bir şey yapılmadan biz kendimizi özgür hissetmiyoruz!” demişlerdi. Onun haricinde, “Darbelere karsi 70 milyon adım” da mesela; solcusu, sağcısı, İslamcısı, muhafazakarı, aksakallı dededen, başörtülü teyzeye, liberali, demokratı bir araya geldiler. 12 Eylül Referandumu’nda da öyle oldu. “Yetmez, ama evet” dediler. Kampların aslında büyük ölçüde ortadan kalkabileceğine dair bu toplumda inanılmaz bir çaba da var aslında bir yandan. Ama galiba bu insanların ki ben de onlardan birisi olarak görüyorum kendimi, çabalarının üzerinde daha başka, daha güçlü bir takım duygular var. O duyguların en önemlisi de “korku” bence. Yani her iki taraf da ciddi bir şekilde ötekinden korkuyor.
Genç Barış: Gezi Parkı olaylarında gü-
venlik güçlerinin orantısız güç kullandığı çok konuşuldu, yazıldı, çizildi. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Ferhat Kentel: Aynen katılıyorum. İna-
nılmaz pervasız, izansız, vahşi bir saldırı vardı orada. Yani bizzat Gezi Parkı’nda çok büyük şiddet uygulandı. Atılan gazın haddi hesabı yok. Bir fotoğraf var, bütün Taksim meydanı baştan aşağı gaz. Uyarmadan pek çok defa gaz atıldı. Her şeyden öte 6 tane de insan öldü. Bir kısmı Ankara, Eskişehir, Hatay gibi Gezi’nin türevlerinde, anti AKP eylemler sırasında öldü. O kadar normalleşti ki bu gaz bombası atmak. Gaz bombası atılırken bazı kurallara uyulmalı, kavisli atmak gerekiyor. Ancak “Kırmızılı Kadın” resmine de yansıdı ki böyle olmadı. Kadın oraya elinde çantasıyla gelmiş, işyerinden çıktı geldi muhtemelen. Fazla tartışacak bir şey de bulamıyorum, hakikaten sonuna kadar pervasız bir şiddet. Bütün o Taksim civarında oturan insanlar, gaz bombalarından etkilenen astımlılar vesaire. Kimlere neler oldu bilmiyoruz ne yazık ki…
Genç Barış: Hocam Cumhurbaşkanımızın bu konudaki tutumuna bakarsak, bu olayların çıkışıyla ilgili New York’ta yaptığı “gurur duyarım” ya da “demokrasi sadece seçim demek değildir” gibi açıklamaları oldu. Bu açıklamalar ve genel olarak Sayın Gül’ün tavrıyla ilgili ne düşünüyorsunuz?
Ferhat Kentel: Ben inanılmaz saygı du-
yuyorum Abdullah Gül’e. Abdullah Gül, bu memleketin gördüğü en kıymetli siyaset adamlarından biridir. Yani taşıdığı o tevazu, nezaket, kibarlık. Yani hakikaten adam hem devlet adamı hem de insancıl bir adam. Yani onun iyi niyetine açıkçası ben hakikaten hayranım. Tabi katılmadığım düşünceleri de oluyor ama tarzı rahatlatıcı ve bu ihtiyaç duydugumuz bir tarz. Bu kadar kavga gürültüyle, küfürle yaşarken o kadar çok yoruluyorsun ki, “oh nihayet bir tane adam doğru dürüst bir laf etti” diyorsun. Her ne kadar “Biz gayet iyi anlaşıyoruz” filan deseler de, belli ki Erdogan’ın izlemiş olduğu politika ile Abdullah Gül’ün vermeye çalıştığı mesaj tipi arasında epey fark var. Belli ki Erdoğan, Gül’den tavır almasını istiyor, Abdullah Gül de o tavrı göstermiyor. Bu da Erdoğan’ın hoşuna gitmiyor galiba. “Gurur duydum” demesi aslında o çok ilginç bir sey. Birtakım insanlar koyun degiller ve çok basit ve sıradan; agaç, yesil, çevre ve yukarıdan empoze edilen birtakım siyaset yapma biçimine karşı beden, otomatik olarak bir refleksle cevap veriyor.
Bu vatandaş olmak demektir. Vatandaşın kendine ve çevresine sahip çıkması demektir. Abdullah Gül muhtemelen bundan ötürü “gurur duydum” diyor. Ben de bundan dolayı gurur duyuyorum açıkçası. Hani dediniz ya, “bekliyor muydunuz böyle bir şey?” diye, valla hem bekliyorsun hem beklemiyorsun. “Olsa keşke” diyorsun ama olup olmayacağını bilmiyorsun. Aslında zaten yalnız sen değilsin “olsa keşke” diyen, bunu o sırada bir sürü insan söylüyor. Bu tam olarak “yırtmak” demek. “Ya zaten bir şey olmaz ki, boşver” deyip kafanı çevirmek yerine harekete geçmek demek. Bu da bir toplumun kendi kendisiyle gurur duyabilmesi için iyi bir vesiledir. Bana göre AK Parti de gurur duyulacak bir vesiledir. Türkiye Cumhuriyeti tarihinde AK Parti’nin on senelik tecrübesi, hakikaten gurur duyulacak bir tecrübedir. İlk defa devletin Kemalist milliyetçi zihniyetinin dışında başka bir şey yaşamaya başladı bu memleket. Kürt meselesi konuşuldu, anadil meselesi konuşuldu. Konuşulan şeylerin haddi hesabı yok. AK Parti döneminde 24 Nisan’larda Taksim’de
soykırım anma törenleri yapılıyor. İki-üç ‘solcu’ da bizi protesto ediyor orada ülkücülerle. Dolayısıyla bütün bunlar toplumun olgunlaştığını gösterir. “Türkiye’nin yurt dışında imajı bozuldu” deniyor, tam tersine bununla beraber Türkiye’nin imajı düzeldi aslında bana göre. O Ortadoğu politikalarını bir kenara bıraktığımız takdirde, en azından Batı’da Türkiye’deki demokrasi kültürüne dair inanılmaz bir imaj inşası oldu bu aslında. Taksim’den görüntülerle, klasik “Doğulu toplumlardan bir şey çıkmaz” fikri yıkıldı. Tahrir Meydanı da bunu yaptı ama Taksim Gezi de böyle bir oluşuma katkıda bulundu. Yani bence Erdoğan yatıp kalkıp dua etmeli aslında Türkiye’nin imajı konusunda. Abdullah Gül de, tam da böyle bir şeyden gurur duyduğunu soyluyor.
Genç Barış: Bu bir üslup meselesi değil mi Hocam? Yani Gezi Parkı olaylarında rol alan insanların ya da iktidarın veya muhalefetin üslubu nasıl olmalıydı? Üsluplar ve olayların gidişatı arasında paralellik kurabilir miyiz?
Ferhat Kentel: Üslup siyasal kültürün alt
başlığı aslında. Her şeyi Adem ile Havva’ya götürmenin anlamı yok belki ama, Türk siyasal kültürü İttihat ve Terakki’den itibaren Osmanlı’nın parçalanmasından bu yana, belki 1915’lerde İttihat Terakki içindeki Türkler’le Ermeniler’in birbirlerine kazık atmalarıyla başlayan, Balkan milliyetçiliklerinden gelen komitacılıklar, Mustafa Kemal ve arkadaşlarının böyle hikayeleri, Tek Parti dönemi, darbeler, 6-7 Eylül olayları, Maraş’lar, Sivas’lar bütün o katliamlara baktığınız zaman bu memleketin siyasal kültürü çok acıklı bir siyasal kültür aslında. Yani neredeyse savaş üzerine kurulu. Herkes, tarihi “savaş tarihi” olarak okumuş bu memlekette. Sevr Sendromu’nu okumuş, biz işgal edilmişiz ve kahramanlıklarla aşmışız bunu. Ya da hep ihanetlere uğramışız diyen bir dil üzerinden yetişiyorsun. Dış düşmanlar-iç düşmanlar, Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi tam da bunu diyor, her Türk çocuğu, memleketin birtakım kalelerinin zaptedilmiş olduğuna inandırılıyor, içerde de hainler vardır, dışardaki saldırılara karşı 35
damar, kan vesaire… Tamam, bir yere kadar içselleştirmiyorsun ama yapışıyor bu senin derine. Şu veya bu şekilde milliyetçiliği yaşıyorsun ve milliyetçilik dediğin zaman da zaten korku, öteki, biz falan gibi duyguları öğreniyorsun. Ama bazen o kadar kötü öğreniyorsun ki, o biz ve öteki duygusunun kendisi önemli. Türk milliyetçiliğini sadece Türkiye milliyeçiliği olarak öğrenmiyorsun. Sadece biz ve öteki diyerek öğreniyorsun ve bunu her duruma taşıyorsun. Bizim TESEV için yaptığımız milliyeçilik araştırmasından bir örnek vereyim, adam “Çorum Milliyetçisiyim ben” dedi mesela. Türkiye’den önce Çorum gelir benim için diyor mesela. Erzincan Malatya maçında biri birine PKK dölü diyor, diğeri de ona Ermeni dölü diyor, inanılmaz bir şey. Yani şunu demek istiyorum, bu “öteki “ duygusu hepimizin içinde var. Biz bunu bu memleketten öğrendik ne yazık ki. Buranın Tevhid-i Tedrisatı’ndan öğrendik. Dolayısıyla siyasetimiz de buna çok bağlı. CHP-AKP, MHP-AKP birbirleriyle karşılaştıkları zaman düşman gibi oluyorlar. Salı grup konuşmaları mesela, muhteşem bir siyasal kültür örneği aslında. Yumruklar, büyük sloganlar, ötekilerin kahpelikleri, kelime oyunları, kötü polemikler, alaylar yapılmadık söylenmedik hiçbir şey kalmıyor. Kendi taraftarlarının nezdinde “vay, koçum benim” dedirtmek için yapılıyor bunlar; bir tür “vur, kır, parçala bu maçı kazan!” meselesi aslında. Adeta futbol takımı taraftarlığı gibi ne yazık ki üsluplar. AK Parti, ANAP bunları aşma çabalarıydı ama bunlar da bir yere kadar aşabildiler. Bana göre bu ‘ötekinin yaptığı her şey kötüdür’mantığını, dilini aşmak hususundaki en önemli adımlardan biri, anayasa için ‘Yetmez ama evet’ti; ama o bile nasıl kötüleştirildi. Kimliklerimizin ötesindeki buluşma yerlerinde buluşmak için biraz daha zamana ihtiyaç var. Bu siyasal kültürümüzün aşılması için çaba gerekecek. ‘Her şeyin başı eğitim’ gibi bir laf etmek istemem ama biraz da öyle. Örneğin Erdal İnönü’yü bu siyaset kaldıramadı. Elini öpmeye çalışanlarla yerlere kadar inen, bağırmayan, çağırmayan bir adamdı. Bu konuda bence Abdullah Gül, önemli kıstaslardan biri olacak. Yarın öbür gün kendisinin tekrar siyasete dönmesi söz konusu olursa acaba ne kadar bir teveccüh görecek? Bu gerçekleşirse biraz daha ilerlemiş olacağız sanırım.
Genç Barış: Efendim, eylemler süresince ulusal medyanın tutumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
36
Ferhat Kentel: Gazete, medya tüketen
biri olarak Türk basınını iki eksende düşündüğümüzde bir tanesi, gerçekten de acıklı bir durumda. Bir takım holdinglerin şirketlerin elinde, ekonomik çıkarlarla denetlenen, şantajlara maruz kalan ve bunları yiyen, bir zamanlardan generallerden, darbecilerden geliyordu şimdi de en güçlü aktör olarak sivil hükümetten geliyor. Çünkü adamın işinin bozulmasını istemeyen bir takım patronların elindeki medyadan da bir şey beklemek anormal olur. Ancak bu benim öfkemi bastırmıyor. Bir tarafta Sözcü gibi, AK Parti ağzıyla kuş tutsa nefret etmeye devam edecek bir kesim; öbür tarafta ise asla kötü bir şeyin yazılmadığı AK Parti döneminin yeni yandaş gazeteleri. Yeni Şafak’lar, Sabah’lar, Star’lar neredeyse Erdoğan ne diyorsa mercekleri onunla oluşmuş bir takım medya kuruluşları var. Böyle bir medya, medya değil ne yazık ki. Bir sürüsünü okuyup orta bir yer bulmaya çalışıyorsun işte. Ben Ferhat olarak bu gazetelerden hiç hoşlanmıyorum. Sosyolojik olarak baktığımızda medya dediğimiz şey, siyasal iletişim alanının bir aktörüdür. Bu alanda herbirinin meşruiyeti olan üç alan düşünebiliriz. İlk olarak siyasi partiler kendi tabanlarından oy alarak meşruiyetini ortaya koyuyor. Bilimsel meşruiyet olarak da olarak üniversiteler, kamuoyu önderleri, akademik entelektüeller, araştırma şirketlerini gösterebiliriz. Son olarak medya ise, “ben enformasyon veriyorum, toplumdan alıyorum, siyasi partilerden de haber sağlayarak bir iletişim ağı kuruyorum diyor” ki bu gayet meşru. Bizim siyasal kültürümüz bu kanallardan geliyor. Buradaki ilişkiler aslında güç ilişkisi. Tıpkı 12 Eylül’de YÖK gibi bir kurumun gelmesiyle üç tane üniversitede akademik elemanlar konuşmaya başladığında eğer kafalarına vuruluyorsa… Hâkim neresi oluyor, devlete yakın duranlar. Devlete yakın üniversiteler ya da devlete yakın medya. Bazen öyle dönemler oluyor ki Tansu Çiller zamanında, Doğan Holding’ler vesaire hükümetler deviriyorlar, medyanın inanılmaz kuvvetli olduğunu da görüyoruz. Dolayısıyla aradaki bu güç ilişkisi sabit değil. İdeal olan dengede olması ama böyle bir şey yok. Bugün için baktığımızda sivil siyaset, hükümet tarafı, bütün bu siyasal iletişim alanı içinde en güçlü olan aktör. Yapmış olduklarıyla inanılmaz güç devşirdi ve diğerleri ona bağımlı hale geldiler. Sosyolojik olarak analiz ettiğimizde durum bu. Bu aşamada zayıf olanı güçlendirmek için daha bağımsız gazeteler, bağımsız internet siteleri düşünülebilir. İşte sanal dünya tam da bu aşamada işimize yaramaya başlıyor.
Belki Türkiye’de pek çok insanın haberi yoktu ama Gezi’ye kaç bin insan gitti. Demek ki o medya olmadan da bir şeyler yapılabiliyor. İşte bu yüzden hükümet, siyasal iletişim alanında dengeyi kotarmak için sanal medyaya yatırım yapıyor, siperlerini kazıyor adeta.
Genç Barış: “Türkiye halkı” için demok-
rasi bağlamında bir imaj düzelmesinden bahsettiniz Hocam, pekala, bir devlet olarak Türkiye’nin imajı hakkında ne diyebiliriz?
Ferhat Kentel: Devlet açısından baktığı-
mızda, Erdoğan’ın imajında durum pek parlak görünmüyor tabi. Nerdeyse Erdoğan’ı Saddamlar, Kaddafiler ile karşılaştırma eğilimi başladı. Kötü adam Erdoğan oldu gibi. Ama bana kalırsa Türkiye’nin imajında düzelme var. Tabi başka durumlar da var. Antigezicilerin en fazla vurguladıkları şeylerden biriydi. CNN International’ın yayınları, AKP mitingini “Erdoğan’a karşı toplanıldı” diye göstermek vesaire. Yani anlamak mümkün değil. Herhalde Amerika’da bir lobi Erdoğan’ı göndermek üzere faaliyete geçmiş olmalı. Ancak böyle bir bilgiye sahip değilim, spekülasyon yapıyorum sadece. Gazetelerde verilen ilanlar vesaire. Avrupa’da sanki 3. Dünya Devrimciliğine dönük bir romantizm beslendi gibi sanki. Kabaca durumu anlatmak gerekirse; Fransa en bariz örnektir. Vietnam’da Vietnam direnişi başlar, Fransa’da direniş falan yoktur. Cezayir’de mesela bir Fransız Cezayirli ile savaşmamıştır. Cezayir’de mesela Jean Paul Sartre Cezayir’den yana tavır aldı ama Cezayir’in hiç romantizmi yapılmadı. Sonuçta bu Vietnam’da, Kamboçya’da oldu. Hatta Pol Pot Devrimi en vahşilerindendi ve Kamboçya’daki devrimde kesilen insanın haddi hesabı yoktu. Ama Fransızlara baksanız ‘3.Dünya direniyor, işte şurada devrim var, burada devrim var’ falan diyen bir yaklaşımı vardı. Galiba şimdi de benzer bir şey oldu. Kendisini dünyanın bütün devrimlerini yapmış, içlerinde Fransız Devrimi, Sanayi Devrimi olan bir Avrupa zihniyeti gibi benmerkezci bir zihniyet, dışarıda devrim olduğunda sanki o çok evrimci çizginin ürünü olarak orada da iyi bir şeyler oluyor şeklinde tercüme yapılıyor. Oradan geldiği zaman da buna benzer bir harekete, romantik bir şekilde otomatik olarak destek veriliyor.
Genç Barış: Hocam araya girerek bir şey sormak istiyorum. Bu arada Başbakan’ın belirli gruplara yönelik olarak ‘faiz lobisi’ şeklinde bir söylemi var. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Ferhat Kentel: Bu sorunun cevabı daha
önce bahsettiğimiz milliyetçilik konusunda var galiba. Ama daha ayrıntılı bahsetmek gerekirse, milliyetçilik öyle bir şeydir ki hep başkasına, ötekine göre kendini ifşa etmek ve kendinin nasıl iyi olduğunu anlatarak yapacağın bir olgudur. Bu durum bir takım ülkelerde daha edepli, daha terbiyeli ve ılımlı şekillerle yapılıyor. Örneğin Almanya diye bir devlet ve Alman milleti var. Almanya kendinden Fransa, Rusya ve Polonya’ya karşı kıyasla bahsediyor ‘Biz Almanlar’ diyerek. Diğer taraftan Alman Anayasası’nda şöyle bir şey var ki, kabaca ve mealen söylemek gerekirse, ‘Biz Almanlar bu anayasayla dünya barışına katkıda bulunmak üzere angaje olduk’ tarzı bir yaklaşımları vardır. Yani barış üzerine kurulan bir ilişkiye angaje oluyoruz demek istiyor. Bu Almanya’nın arka planında soykırım olan bir geçmişi temizlemek olarak algılanmamakla birlikte bir tür milliyetçilik tarzıdır. En azından ortalama Nazi, Neo-nazileri ve potansiyel ırkçılık faaliyetlerini kenara bırakırsak, çok derin bir medya kültürü var. Bu medya ve siyasal kültürün içinde geçmişiyle hesaplaşan bir Almanya var. Düşmanlık yaratmış olan, soykırım yapmış olan Almanya sü-
rekli kendisiyle hesaplaşıyor. Peki, bizim tarihimizde böyle bir sorgulama var mı? Henüz yok. Habire yasaklıyorsun! Ermeni Soykırımı’nı sakladın, açığa çıktıktan sonra da aslında Ermeniler bize yaptı diyerek işi tersine döndürmeye başladın. Bakıyorsun sırf Ermenilere değil ki onlarca insanın başına gelmedik kalmamış, 6-7 Eylül Olayları, gayrimüslim olayları, Kürtler, faili meçhuller, Şeyh Said İsyanı ve Dersim Meselesi ki tarih kitaplarında yazılması gereken bir konudur. Ne zaman yazılacak bakalım? Çocukların öğrenmesi lazım, her Türk çocuğunun Dersim’de katliam olduğunu öğrenmesi lazım ki dünyanın sadece kahramanlıktan ibaret olmadığını öğrensin. Dolayısıyla ne yazık ki, bizim Baltacı Mehmet Rusya’yı yenecekti ki Catherina denen kadının oyunlarıyla böyle yenildik. Balkanlarda milliyetçilikler çıktı, Ermeniler bu taraftan işgal etti ve böyle olduk. Yine bir örnek vermek gerekirse, yeni rejimde Vahdettin Paşa’yı başka bir yere sürüyorsun, sonra da vatan haini ilan ediyorsun. Gerçekten vatan haini olduğuna emin miyiz?
Genç Barış: Merhum Bülent Ecevit’in bu
na dair sözlerinin olduğunu biliyoruz. Bu sözleri duyan insanlar bir anda şok olmuşlardı nasıl böyle bir şey olur diye.
Ferhat Kentel: Çünkü bu olayda ezbe-
rimiz vatan hainliği olmuştu. Siz birilerine hain sıfatını yakıştırıyorsunuz, o kadar ‘ihanet’ lakabını insanlara yakıştırıyor ve Sen Osmanlıcısın ben değilim diyerek ben ve bana dair insanları kötü ilan ediyorsun. İstiklal Mahkemeleri’nde asıyorsun onlarca hacı hocayı. Mesela Erzurum’da ‘Şallı Bacı’ lakaplı bir kadını ‘bu başörtüsü yasağı da nereden çıktı?’ dediği için hain ilan ediyorsun. Bunun gibi o kadar çok vaka var ki hangi birini sayacağımı bilemiyorum. Ucuza yargısız infaz denilen şeydir bu. Bugün Kürtlerin Türklere öfke ve nefret duymamaları mümkün mü JİTEM’in operasyonlarını dikkate aldığımızda.
Genç Barış: Bu konuda JİTEM’in op-
rasyonları kapsamında ilginç şeylerle karşılaştım Hocam. Güneydoğu’da sorgusuz sualsiz basılan evler, köyler ve hikâyeleri oldukça şaşırtıcı.
konuda Vahdettin’in vatan haini olmadığı37
özel birlikler vs yapmaya çalışıyorlar. Yine de iyimserim ve inanıyorum ki Gezi Parkı meselesi bile ileride bize olumlu olarak geri dönecektir. Gezi Olaylarından ders çıkaracağız. Buradan olumlu nüveler çıkacağı inancındayım. Kendi kendine olmayacak belki demokratikleşme paketini dahi yeterli bulmadığım halde olumlu şeylerin çıkacağı kanaatindeyim.
Genç Barış: Biz de demokratikleşme paketi hakkındaki düşüncelerinizi öğrenmek istiyorduk ki zaten bahsettiniz Hocam.
Ferhat Kentel: Dediğim gibi Demok-
Ferhat Kentel: Cafer Solgun Bey’den
duyduğum bir olay vardı. Ama biz basından olayın şöyle okuduk: ‘PKK ile çıkan bir çatışmada 1 Komutan öldü’. Olayın aslını öğrendiğimizde ise ordu bir gece Lice’yi basıyor, dünya kadar insan ölüyor, köy abluka altında. Ve komutan PKK ile savaşarak olay çözülmez dediği için öldürülüyor. Yani komutanı asker öldürüyor. Bunun gibi onlarca hikâye sayılabilir. Vahşetin haddi hesabı yok. Ama asıl merak edilen nasıl böyle bir ruh haline girildiğidir. Ogün Samast adlı bir çocuk Hrant’ı nasıl öldürür?
Genç Barış: Yine çok konuşulan bir konu
olan kutuplaşma ile alakalı neler söyleyebilirsiniz? Gelecek ile alakalı öngörünüz nedir ve ne zaman normalleşiriz?
Ferhat Kentel: Geleceğe dönük kısım-
dan önce nasıl böyle bir hale gelindiğine dair belki bir şeyler söylenebilir. Rahatlatıcı olarak da düşünebilirsiniz, genellikle sıcak olayların içinde kaybolduğunuz zaman her şey sanki dünyanın her karesi bundan müteşekkil zannedersiniz. Bizim yaşadığımız hikaye göz önüne alındığında aslında dünyanın başka yerlerinde de buna benzer hikayelerin olduğunu göreceksiniz. Dünyada yalnız değiliz. Sosyoloji ekollerine, teori okullarına göre ise Ulrich Beck, Anthony Giddens gibi teorisyenler risk toplumunda yaşadığımızı söylüyorlar ya da refleksif modellik de deniyor. Kabaca şu demek, çok hızlı dönüşen, modernleşmenin modernleşmesi gibi bir şey yaşıyoruz. Yani bir toplum mücadelesi var, partiler var, demokrasi mücadelesi var. Ama şu an çok daha çevrelerden, çeperlerden, kültürel kimliklerden gelen o kadar çok mücadele var ki önceden burası Sosyalist İşçi Partisi, Muhafazakâr 38
Parti ya da Hıristiyan Demokrat Parti diyerek daha dar kimlikler altında anlatılamaz hale geldi. Yani hiçbir kategoriye girilemez oldu. Ne AK Parti savunucusuyum ne de değilim. Bazı şeyler klasik temalara uymuyor ve ‘kimsin sen’ diyebilirler. Beyindeki kategorilere sizi yerleştiremeyince sorun yaşanıyor. Modernite bize bu kategorileri kalıpları falan öğretti. Ama ezberler devam ediyor. Ulrich Beck buna ‘zombi kavramlar’ diyor. Dolayısıyla bu bize iki şey öğretti; inanılmaz imkânlar dünyası var, yepyeni zihinsel açılımlar yapabiliyoruz. Örneğin Kürtler için demokratik özgürlük, anadilde eğitim hakkı vb bir sürü yeni şeyler düşünülüyor, aynı zamanda bu bize çok fazla korku da veriyor. Yani garantide olduğunuz nice kavram, Atatürk, Diyanet, Sünnilik-Alevilik gibi şeyler sağlam şeyler değil, her an bozuluyor, kırılıyor ve rakip alternatif düşünceler var. Örneğin yine ‘cemaat’ kavramını ele aldığımızda bir zamanlar cemaat (gemainschaft) bitmişti, sonra toplum (gesehrschaft) olduk. Ama bakıyorsunuz Taksim’e, orada bir cemaat arayışı olduğunu görüyorsunuz. Taksim bir cemaat arayışıdır. Futbol takımlarının taraftar arayışına kadar hepsi cemaat arayışıdır. Hem yuva arıyoruz hem de yuvalarımız sürekli sarsılıyor. Ne zaman aşılacağını bilmiyorum. Zaman vermek güç ama her toplumsal hareket bize olgunlaşma fırsatı veriyor. Aynı zamanda ben, Türk toplumunun hafızasının zayıf olduğunu da düşünmüyorum. Hatırlıyoruz aslında ama yaşamak için gerekli bir takım tekniklerimiz var. Zamanı gelince işletmek gibi hallerimiz var. Kutuplaşmalar, kamplaşmalar, çatışmalar var ama Türk- Kürt düşmanlığı, Sünni-Alevi çatışması bazında kitlesel bir tavır yok. Bunu da ancak
ratikleşme Paketi’ni yeterli bulmamakla birlikte ileriye dönük olarak olumlu nüveler atacağı inancındayım. AK Parti MKYK Üyesi Prof. Dr. Yasin Aktay her ne kadar her bir maddenin devrim maddesi niteliğinde olduğunu söylese de o kadar da abartmamak lazım. Hiç kuşkusuz özel okullarda anadilde eğitim hakkına sahip olmak bile zihnimde adım attırıyor. Ama paketin kamuoyuna sunulması da başlıca PR işi. Deniz Zeyrek Demokratikleşme Paketi’ni günler öncesinden duyurmuştu. Dediğimiz gibi yeterli ve kapsamlı bir paket olduğunu söyleyemeyiz. Alevilere Cemevi ve ibadet özgürlüğü ile alakalı bir şey yapılmadı. Ruhban Okulu ile yine bir madde yok. Ya da peşin peşin verilmemiş de olabilir. Türkiye’nin demokratikleşme mücadelesinde geldiği nokta bakımından önemlidir. Öte yandan biz bu mücadelenin ne kadarını becerebildik diye de okumak mümkündür. Yani mücadelemizle haklarımızın ne kadarına kavuşabildik diye de düşünülebilir. Türkiye’de demokratikleşme paketi ve demokrasinin kendisi toplumsal hareketler ve aktörler vasıtasıyla olan bir şeydir. AK Parti iktidara geldiği zaman Kürtçe ana dil hakkı diye bir şey tartışmıyorduk. Kürtler ana dil hakkı talep ettiler. 2 sene öncesine kadar böyle bir söylem yoktu. Demek ki Kürtlerin göstermiş olduğu performans ve hareket artı olarak geri döndü. Ya da yine başörtüsü hareketi müthiş bir harekettir. Ermeni ve Dersim Olayları üzerinde olan veriler demokratikleşme hareketidir. Belki de Gezi Parkı burada bize demokratikleşme paketini gündeme getirdi diyebiliriz.
Genç Barış: Hocam değerli vaktinizi
bizlere ayırdığınız için çok teşekkür ederiz. Gezi Parkı, Demokratikleşme Paketi ve gündem üzerine keyifli bir sohbet oldu. Tekrar çok teşekkür ederiz. gbi@gbi.org.tr
39
Merve AKSU
İMPARATORLUK’TAN CUMHURİYET’E DEĞİŞİM İÇİNDE DEVAMLILIK Merve AKSU
Toplumların dinamik yapıları değişimi gerekli kılarken, içlerinde kökleri geçmişe dayanan kültür, gelenek, örf, adet gibi unsurları barındırmaya devam eder. Bu da değişim içinde devamlılığın yaşanmasını kaçınılmaz kılar. Ulus devletlerin 19. yüzyılda ortaya çıkışıyla beraber uluslar, yeni devletin ve yeni rejimin bekasını sağlama, yeni kurulan düzeni muhafaza etme kaygısına düştükleri için geleneksel olanı arka planda tutarak ve süreklilikten ziyade kopuş öğeleri üzerinde yoğunlaşarak oluşan düzenin “yeni” bir yapılanma olduğunu kanıtlamak istemişlerdir. Kurulan yeni devletin meşruluğunu sağlamak için yeni değerler üzerinden milli bir kimlik/bilinç yaratma girişimi, özellikle kendisini eskiyle karşılaştırırken hatta eskiye atıfta bulunarak kendisini yüceltirken belirir. Bu yaklaşım, Osmanlı Devleti’nin yıkılmasıyla birlikte ortaya çıkan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin politikalarında da yer almaktadır. Devlet, oluşmakta olan yeni rejimi sağlam temellere oturtmak için yeni neslin yetiştiği okulları laboratuvar olarak görmüş ve eğitim sistemine müdahale ederek cumhuriyetin oluşmasında rol oynayan unsurlara kitaplarda yeteri kadar yer vermemiş bunun sonucunda da geçmişle yeni arasında köprü vazifesi görmesi gereken kurumlar, tarihi keskin bir şekilde ikiye ayırmışlardır. Bu ise, yaklaşık 600 yıllık bir geçmişe sahip İmparatorluk’un bir anda yok olduğu ve yerine imparatorluktan tamamen bağımsız bir devletin ortaya çıktığı 40
yanılgısını yaratmaktadır. Özellikle II. Meşrutiyet Dönemi’nin getirdiği yeniliklerin cumhuriyetin kurulma aşamasına giden süreçte belirleyici bir faktör olduğunu düşünürsek, 1931 yılına kadar ders kitaplarında kapsamlı bir şekilde ele alınan dönemin, Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti’nin hazırladığı kitaplarda yer almaması bunun bir kanıtı olarak görülebilir (KUYAŞ, 2008, s. 50) II. Meşrutiyet Dönemi’nden cumhuriyete geçişteki ekonomik, sosyal, siyasi ve hukuki alanda uygulanan süreklilik öğelerini aktörlerle birlikte incelemek, Türkiye Cumhuriyeti’nin temellerinin Osmanlı Devleti döneminde atılmaya başlandığını ortaya koymak; süreklilik unsurlarının anlaşılmasında açıklayıcı olacaktır. II. Meşrutiyet Dönemi ve sonrası yaşanan gelişmeleri daha iyi anlamak için, Osmanlı Devleti’nde yaşanan modernleşme çabalarının yıkılma tehlikesiyle karşı karşıya olan İmparatorluk’un kendini kurtarma çabasının bir ürünü olarak ortaya çıkışını incelemek ve Batı’yla olan ilişkisine paralel olarak ortaya attığı reformları genel hatlarıyla analiz etmek yararlı olacaktır.
Tanzimat Dönemi’ne Giden Süreçte Osmanlı İmparatorluğu
Tanzimat, iktisadi-içtimai temelleri çürüyerek yıkılmaya yüz tutan bir İmparatorluk’un, yeni prensiplerle yeniden kurulma teşebbüsünü gösterir (İNAL, 1941, s. 238). Bu temellerin çürümesinin nedenle-
rine baktığımızda, sınırlarını geniş bir coğrafî bölgeye dayandıran İmparatorluk’un tarıma dayalı ekonomisinde ve askeri yapılanmasında geliştirdiği tımar sisteminin bozulması önemli bir rol oynar. Osmanlı İmparatorluğu’nun ekonomisi ağırlıklı olarak savaşlardan kazanılan topraklara bağlıdır. Kazanılan bu topraklarda askeri örgütlenme ve mülkiyet ilişkileri bir arada yürütülür. Osmanlı İmparatorluğu’nda toprak mülkiyetinin örgütlenmesi, köylülerden alınan vergiler yoluyla sağlanmaktadır. Toprağın kullanıma sahip olan köylülerin, sipahilere vergi vermesi ‘Tımar Sistemi’ adı altında askeri bir örgütlenmeyle yapılmaktadır. Tımar sahipleri ise reayadan aldığı vergilerle geçinirken, her an savaşa hazırlıklı bir şekilde bulunur ve barış zamanlarında reayanın güvenliğini sağlar (İNAL, 1941, s. 242). Savaşlardan kazanılan topraklar, toplum yapısını da şekillendirmekte ve İmparatorluk bünyesinde oluşan iki sınıfın statülerini de belirlemektedir. Köylülerden oluşan, üretime destek veren ve sultana mutlak bir itaatle bağlı olan reaya sınıfının yanında, askeri sınıfı oluşturan saray halkı, ulema, tımarlı sipahiler, yüksek medrese öğrencileri yer almaktadır (ERDOST, 1989, s. 127). Sanayi Devrimi ve milliyetçilik akımının oluşmaya başladığı döneme kadar devam eden bu başarılı politika, zamanla toprak ağalarının köylü üzerinde kurduğu keyfi tahakküm sonucu İmparatorluk’un nizamını ve dirliğini bozmasıyla tehlikeye gir-
İmparatorluk’tan Cumhuriyet’e Değişim İçinde Devamlılık
miştir. Tımar sisteminin yeniden sağlanması için uygulanan politikalar, İmparatorluk’un merkezi otoritesini güçlendirmede yeterli başarıyı elde edememiş, İmparatorluk, ekonomi ve siyasi anlamda çöküntüye uğramıştır. Merkezi yapının bozulmasıyla karşı karşıya kalan İmparatorluk, eski düzenine kavuşmak için reform girişimlerinde bulunmuş ve bu reformlar II. Meşrutiyet Dönemi ve Türkiye Cumhuriyeti’ne giden süreçte devamlılık sağlamıştır.
Osmanlı Devleti’nin Sonunu Getiren Unsurlarr
Osmanlı Devleti 17. yüzyılın sonlarından itibaren yürütülen savaşlardan yenilgiyle çıkmış, fetihlerin durmasıyla beraber, toprak kaybetmeye başlamıştır. Kaybedilen bu topraklardan göç edenler için ikamet edecek yer bulunamamış, mevcut toprak düzeni bozulmuştur. Askeri bir yapıya hükmeden Osmanlı padişahları bu durumdan kurtulmak için, daha fazla savaş kararı vermiş, bu kararlar zaten ekonomik anlamda kötü durumda olan Osmanlı Devleti’nin Avrupa’ya borçlanmasına neden olmuştur. Osmanlı Devleti merkez ile taşra arasındaki ilişki sadece verginin toplanıp toplanmadığına odaklanınca merkezi denetim zayıflamış, bu ise bir çeşit ‘feodal bey’ tipinin ortaya çıkmasını sağlamıştır. Aynı zamanda Osmanlı Devleti’nin çöküşünün iç nedenlerini de oluşturan bu tablo, askeri alanda yenileşme hareketlerinin başlangıcında da etkili olmuştur. Osmanlı Devleti’nin yıkılmasını hazırlayan dış nedenlerin en başında ise Avrupa Devletleri’nin aralarındaki kavgayı sonlandırmış olması bulunmaktadır. Artık Batılı Devletler Osmanlı karşısında birlikte çalışmaya başlamışlardır (MUMCU, 1996, s. 12). Diğer bir neden ise Fransız Devrimi’yle birlikte filizlenen milliyetçilik akımının yetmiş iki buçuk millete hükmeden Osmanlı Devleti’ni etkilemiş olması vardır. Balkan milletleri, Araplar, Rumlar, Ermeniler ve Kürtler ayaklanmışlar ve Avrupa Devletleri’nin de desteğiyle bağımsızlıklarını kazanmışlardır. Bu Osmanlı Devleti için yine toprak kaybı ve iç huzursuzluğa neden olmuştur. Yabancı devletlere tanınan kapitülasyonlarla birlikte, yabancı tüccarların ülkeye vergisiz girişi garanti edilirken, yerli tüccarların şehirden şehre geçerken dahi vergilendirilmesi, yerli malı satışını olanaksız kılmıştır. Bu da yerli üretimin sonlandırılması anlamına gelir ki artık ülkede yabancı devletlere olan borcu ödemek için gelir elde etme olanağı kalmamıştır. Sonuçta devlet artık bu borçlarını ödeyemeyeceğini ilan eder ve 1881’de Düyun-u Umumiye adı verilen Osmanlı Devleti’nden alacaklı devletlerin temsilcilerinden bir kurul oluşturulur. Osmanlı Maliyesi’nin gelir kaynakları arasından tuz ve tütün tekelleri, damga resmi, balıkçılıktan ve alkollü içeceklerden alınan vergiler, ham ipekten toplanan öşür ile Doğu Rumeli Vilayeti’nin ödediği yıllık vergi
Osmanlı Devleti 17. yüzyılın sonlarından itibaren yürütülen savaşlardan yenilgiyle çıkmış, fetihlerin durmasıyla beraber, toprak kaybetmeye başlamıştır. Kaybedilen bu topraklardan göç edenler için ikamet edecek yer bulunamamış, mevcut toprak düzeni bozulmuştur. Askeri bir yapıya hükmeden Osmanlı padişahları bu durumdan kurtulmak için, daha fazla savaş kararı vermiş, bu kararlar zaten ekonomik anlamda kötü durumda olan Osmanlı Devleti’nin Avrupa’ya borçlanmasına neden olmuştur.
Düyun-u Umumiye İdaresi’ne teslim edilecektir (PAMUK, 2002, s. 209). Düyun-u Umumiye İdaresi’yle birlikte gelişmiş ülkeler Osmanlı Devleti’nin finansal kaynaklarını ve piyasasını kontrol etmeye başlamışlardır.
Osmanlı Devleti’ni Kurtarma Çabaları
Osmanlı Devleti’nin eski gücünü yitirmesinin nedeni başlarda ordudaki yetersizlik olarak görülmüş ve askeri alanda reform sürecine gidilmiştir. III. Selim ile başlayan reform sürecine baktığımızda, ülkenin ileri gelen devlet adamlarından oluşan bir Meşveret Meclisi (Danışma Meclisi) kurulmuş, buradan çıkan layihalarla bir dizi reforma girişilmiştir (AKYÜZ, 1997, s. 17). 1794 yılında yeniçerilerin yanında modern ve donanımlı bir ordu kurulmuştur: Nizam-ı Cedid adını alan bu ordu, aynı zamanda döneme de adını vermiştir. Fakat yapılan değişiklikler ordu içinde kalmış, diğer kurumlarda görülmemiştir. Orduda yapılan yeniliklerin devleti kurtarmaya yetmediğini gören Osmanlı yönetimi, daha geniş çaplı bir yenilik hareketine girişerek, batılı düzende eğitim veren yeni teknik okulları bu dönemde açarak, toplumun kılık-kıyafetine yönelik düzenlemeler yapmış, memurlar için bir ceza kanunu hazırlamış, ayrıca ticaret ve idare hukukları
batılılaştırılmaya gidilmiştir. “Tanzimat” adı verilen bu dönemde kişinin mal, can, ırz ve konutunun korunması temelinde, yönetimi hukuk çerçevesine alma çabaları görülmüştür. Bu yenilikler bazı aydınları heveslendirmiş; devletin kurtulması için, her şeyden önce hukuk kurallarının bütün yönetimde tam anlamıyla egemen olması gerektiği düşüncesi yavaş yavaş zihinlere yerleştirilmiştir.
Osmanlı İmparatorluğu’nda Reform: Tanzimat Fermanı
Sultan Abdülmecid Dönemi’nde Mustafa Reşit Paşa tarafından 3 Kasım 1839’da Gülhane Parkı’nda okunan Tanzimat Fermanı’ndan 1876 yılında Kanunî Esasî’nin ilan edilmesiyle başlayacak olan I. Meşrutiyet Dönemi’ne kadar geçen süre “Tanzimat Dönemi” olarak adlandırılır. Kişisel özgürlükler ve gayrimüslim tebaaya tanınan hakların fermanla birlikte Osmanlı İmparatorluğu’nda ilk defa gündeme getirilmesi; modernleşme sürecinin ya da İmparatorluk içinde ki dönüşümün başlangıç noktası olarak değerlendirilebilir. Fermanın ilan edilmesindeki sürece baktığımızda Avrupa baskısından ziyade, Tanzimat girişiminin düşünsel ve siyasal arka planı II. Mahmut döneminin Avrupa eksenli seküler-merkeziyetçi dönüşümleri ve yenilikçi siyasal beklentileri çerçevesinde oluştuğu söylenebilir (KUYAŞ, 2006, s. 130). Mısır’ın Suriye ve Adana vilayetlerini işgal edip Osmanlı ordusunu Nizip’te yenilgiye uğratmasıyla aynı dönemde ortaya çıkan ferman; İmparatorluk’un siyasal yapısını değiştirirken; yenilikçi kanadı içinde barındırarak diğer reformların önünü açmıştır. Ferman, her ne kadar muhafazakâr kesimin tepkisini almaktan çekindiği için şeriata bağlılığını gündeme getirse ve bu kaygıdan dolayı geleneksel ve modern yapıları bir arada tutsa da, ferman diğer reformların hazırlanmasında temel faktör olmuştur. Geleneksel ve modern kurumların bir arada olmasından doğan ikilem yeni kurumları işlevsiz kılsa da düşünsel açıdan İmparatorluk, aydınlanma çağına girmiştir. Gülhane Hatt-ı Hümayunu’nda yapılan reformların amacına bakacak olursak; vergi sisteminin düzenlenmesi, askerlik hizmetinin zorunlu hale getirilmesi, modern bir devletin işleyişi için zorunlu olsa da yerine getirilememiştir. Üçüncü maddeyi kapsayan tüm Osmanlı tebaasının can, mal, namusunun kanunlar tarafından güvence altına alınması ise yeni bir toplum anlayışının oluşmasına öncülük etmiştir (KUYAŞ, 2006, s. 132). Ferman, padişahın mutlak otoritesinin azaltılmasında etkili olamamış fakat padişahın tam eşitlik ilkesine bağlı olacağını belirtmesinin manevi boyutta kayırmacılığın önüne geçmesi nedeniyle seküler bir devlet yapısının yavaş yavaş oluştuğu söylenilebilir. 41
Merve AKSU
II. Mahmut ve III. Selim Dönemleri’nde başlayan yenilikçi hareketler, Tanzimat Dönemi aydınları olan Genç Osmanlılar ile devam etmiş ve Cumhuriyet’in kuruluş aşamasında rol oynayan İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin (İTC) üyelerinde süreklilik göstermiştir.
II. Meşrutiyet’in İlanı ve Süreklilik Bağlamında Çok Partili Hayat
II. Abdülhamid ve Kanun-ı Esasî
Tanzimat döneminde ortaya atılan reformlar anayasacılık akımının oluşmasına zemin hazırlamış ve “Genç Osmanlılar” olarak bilinen bir kesim padişahın yetkilerinin kurulacak bir meclisle sınırlandırılması için meşruti bir monarşiye geçilmesini talep etmişti (ÖZBUDUN, 2005, s. 26). Bu doğrultuda Osmanlı Devleti’nin ilk anayasası olarak kabul edilen Kanun-î Esasî 23 Aralık 1876 yılında kabul edildi. Parlamenter sistemin temellerinin atıldığı bu anayasayla birlikte “Meclis-i Umumi” adında iki meclisten meydana gelen bir parlamento kurulmuştur. Heyet-i Ayân ve Heyet-i Mebusân meclislerinden oluşan bu parlamentoda Heyet-i Ayân’ın tüm üyeleri padişah tarafından hayatlarının sonuna kadar görevde kalmak üzere seçilirken Heyet-i Mebusân üyeleri halk tarafından iki dereceli seçimle seçilmektedir (ÖZBUDUN, 2005, s. 26). 1876 Anayasası’nın ilk olmasından dolayı modernleşme ürünü olarak sayılabilirken anayasanın parlamentonun yetkilerini sınırlaması hala padişahın mutlak otoritesinin devam ettiğini ve son sözün ona ait olduğunu göstermektedir. Her iki meclisin kabul ettiği tasarıların padişahın onayı olmadan yürürlüğe girememesi ve parlamento üyesinin kanun teklifinde bulunması için öncelikle padişahtan izin almak zorunda olması, padişahın istediği zaman Meclis-i Mebusan’ı feshedebilmesi bunun kanıtıdır. Zaten “93 Harbi” olarak bilinen Rusya’nın 1877’de Osmanlı Devleti’ne savaş açması sonucunda yenilen Osmanlı Ordusu, II. Abdülhamit’in anayasayı 1878’de askıya alması için bahane olacaktır. Abdülhamit’in II. Meşrutiyet’e kadar uyguladığı baskıcı politikalardan dolayı dönem ‘İstibdat Dönemi’ olarak adlandırılmış ve 33 42
yıl süren iktidarı boyunca devleti mutlakıyetle yönetmiştir.
II. Meşrutiyet’ten Cumhuriyet’e Uzanan Süreklilik Öğeleri
Yukarıda, II. Meşrutiyet dönemine kadar uygulanmaya çalışılan reformlar ele alınarak Osmanlı Devleti’nin Batıyla olan ilişkisinde çeşitli aktörlerin öncü olduğuna ve Batı tarzı bir modernleşmenin getirilmesi için ortaya attığı temel fikirlere değinilmiştir. Daha çok ekonomik kaygılarla gelişen bu süreçte, ikili kurumların bir arada olmasından dolayı yeni kurumlar işlevsiz kalmış ve ulaşılmak istenen amaca hizmet edememiştir. Anayasacılık hareketleri; Sened-i İttifak, Gülhane Hatt-ı Hümayunu ve Tanzimat Dönemi’nde başlamış; gayrimüslim tebaanın can, mal ve ırz güvenliğinin kanunlarla güvenceye alınması ve padişahın mutlak otoritesini sınırlayıp rejimin meşruti monarşiyle yönetilmesi, Osmanlı Devleti’nin ilk anayasası olan Kanun-î Esasî’yle gündeme gelmiştir. İmparatorluğun yapısı gereği iç ve dış tehditlerle karşı karşıya olması, çeşitli bölgelerin bağımsızlıklarını ilan ederek devletten ayrılmaları, iktidardakilerin hırsı ve İmparatorluğun böyle bir ortama hazır olmamasından dolayı bu gelişmeler yarıda kalmış, II. Meşrutiyet dönemine kadar uygulamaya konulmaya cesaret edilememiştir. Osmanlı Devleti’nde yaşayan farklı etnik kökenli grupları bir arada tutmak ve imparatorluğa bağlı kılmak için çeşitli akımlar ortaya çıkmış fakat etkili olamamışlardır. Osmanlıcılık, İslamcılık, Turancılık ve Türkçülük alanında ortaya atılan görüşlerin temelinde tebaaya birtakım haklar ve özgürlükler verilip, Fransız Devrimi’nin getirdiği milliyetçilik akımıyla savaşarak tebaayı bu temalar üzerinden bir arada tutmak amaçlanmıştır.
II. Meşrutiyet’in ilanı ve Kanun-î Esasî’nin yeniden yürürlüğe girmesinde 8-9 Haziran’da Britanya Kralı ve Rus Çarı II. Nikolay’ın Osmanlı Devleti’nin geleceği ve boğazlar sorunuyla ilgili Reval kentinde yaptığı görüşmenin etkisi vardır. Görüşme sonunda Makedonya’da reform yapılması önerilmiş ve ülkenin istikrarsız ortamı sonucu birçok kentte 23 Temmuz günü meşrutiyet yeniden ilan edilmiştir (KUYAŞ, 2006, s. 196). Ertesi gün olan 24 Temmuz’da ise gazetelerin sansür memurlarına verilmeden çıkartıldığı ilk gün olduğu için Fatih Rıfkı Atay tarafından gazeteciler günü olarak kutlanılması istenmiştir. Bu istibdat döneminde uygulanan baskıcı politikalarının geride kaldığını gösteren en güzel örnektir. Devrim 1908 yılında İmparatorluk’un dış tehditler karşısında bir çözüm olarak gördüğü meşrutiyetin yeniden ilanıyla başlamış ve radikalleşerek devam etmiştir. II. Abdülhamit, meşrutiyeti ilan ederken İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin gücünü zayıflayacağı kanaatinde olmasına rağmen, seçimlerde İTC zaferle çıkmıştır. Burada süreklilik unsuru bakımından seçimlerde yer alan İttihat ve Terakki ile Ahrar Fırkası’nın altını çizmemiz çalışmanın konusunu aydınlatması bakımından önem taşımaktadır. Aynı şekilde değerlendirecek olursak 21 Kasım 1911 de kurulan Hürriyet ve İtilaf Fırkası, II. Meşrutiyet Dönemi’nde iktidardaki İTC’ye karşı kurulmuş ve 23 Ocak 1913’te “Babıâli Baskını” ile sona ermiştir. Bu iki muhalefet partisi cumhuriyete geçişteki sürekliliği kapsamaktadır. Cumhuriyet tarihinin Tek Partili yönetiminde gerçekleşen 21 Temmuz 1946 seçimleri çoğu kişinin çok partili hayata geçiş olarak değerlendirdiği bir yanılgıdır. Cumhuriyet Halk Partisi’nin içinden çıkan Demokrat Parti’nin yanı sıra seçimlere Çiftçi ve Köylü Partisi, Türkiye Sosyal Demokrat Partisi, Türkiye Sosyalist Partisi gibi partiler katılmıştır. Açık oy gizli sayım ilkesiyle gerçekleşen seçimler anti-demokratik bir ortamda gerçekleşmiştir. II. Meşrutiyet Dönemi’nde gerçekleşen seçimlerde iki farklı partinin yer alması bize 1946 seçimlerinin çok partili sisteme geçişte ilk olmadığını göstermektedir. Bu nedenle çok partili sisteme “geçiş” yerine “dönüş” sözcüğünün kullanılması daha doğ-
İmparatorluk’tan Cumhuriyet’e Değişim İçinde Devamlılık
rudur (KUYAŞ, 2008). Ayrıca meşrutiyet döneminde ortaya çıkan İttihat ve Terakki Cemiyeti, Cumhuriyet’in kurucu aktörleri arasında yer almaktadır. Bu bağlamda da aktörler açısından bir süreklilik mevcuttur.
1909 Anayasa Değişiklikleri
“Genç Türkler” olarak tanınan aydın kesim, II. Abdühamid’in baskıcı politikalarını eleştirirken Genç Osmanlılar’a kıyasla daha etkin bir muhalefet olmuş ve 1876 Anayasası’nın tekrar yürürlüğe konmasında rol oynamışlardır. Abdülhamid’in tahttan indirilmesiyse, meşrutiyete karşı olan muhafazakâr kesimin gerçekleştirdiği 31 Mart Vak’ası, Hareket Ordusu tarafından bastırılmasıyla gerçekleşmiş, Anayasa daha demokratik bir parlamenter sistem yönünde değişikliklere uğramıştır (ÖZBUDUN, 2005, s. 27). 1876 Anayasası’nın ilk şeklinde yer alan, Âyân Meclisi ve Meclis-i Mebusân üyelerinin kanun teklif edebilmek için padişahtan izin alma zorunluluğu kalkarken, padişahın meclisi feshetme hakkı, Âyân Meclisi’nin onayının alınması ve ilk 3 ay içinde yeni bir seçim yapılma zorunluluğuna dayandırıldı. Anayasa değişikliğe uğramadan önce padişah istediği zaman meclisi feshetme hakkına sahipti. Bunun yanında, eski anayasaya göre Mebusân Meclisi’nin görünürlüğü, Bakanlar Kurulu’nun Mebusân Meclisi’ne karşı sorumlu olduğunu açıkça belirtmesiyle arttı. Meclislerce kabul edilen kanunlarda ise, padişah tarafından 2 ay içerisinde onaylanması ya da bir defa görüşülmek üzere meclislere gönderilmesi hükmü konuldu. Geri gönderme halinde bu metnin kanunlaşabilmesi için meclislerin 2/3 çoğunluğu gerekliydi (ÖZBUDUN, 2005, s. 27). II. Meşrutiyet’in anayasacılığın gelişmesinde önemli bir yeri olduğu ve 1909 anayasa değişikliğiyle demokratik bir meşruti monarşi anayasasına gidildiği aşikârdır. Cumhuriyete giden sürece baktığımızda ise, Mustafa Kemal, Ankara’da olağan üstü yetkilere haiz bir meclisin yani kurucu bir meclisin oluşacağını bildirmiş ve Büyük Millet Meclisi 23 Nisan 1920’de açılmıştır. Yürütme kuvvetini kendi bünyesi içinden oluşturan meclis, 20 Ocak 1921 tarihinde ilan edilen 24 maddeden oluşan Teşkilat-ı Esasiye Anayasasını benimsedi (ÖZBUDUN, 2005, s. 28). Anayasanın içeriğine baktığımızda, yasama ve yürütmenin mecliste toplanması, meclisin gerektiğinde Bakanları değiştirebilme yetkisi ona meclis hükümeti özelliğini vermektedir. Bu yöntem demokratik bir hukuk devletinde olması gereken “kuvvetler ayrılığı” ilkesine, yasama ve yürütme erklerinin mecliste toplandığı ve bunun sonucunda “kuvvetler birliği” ilkesini benimsemesi nedeniyle bu duruma ters düşmektedir. Bu
bağlamda II. Meşrutiyet’le hayata geçen Meclis-i Umumî, 1. TBMM’nin süreklilik öğesi olarak nitelendirilebilir. Tek farkı meclis hükümeti özelliklerini taşıyan yasama ve yürütmenin yasama kanadında birleşmesi kabul edilebilirken, üç erkin birbirinden ayrılmaması sonucunda kuvvetler ayrılığına ters düşen yönü demokratik bir hukuk devletinin gerekliliklerine uymamaktadır. Diğer bir süreklilik unsuru olarak ele alabileceğimiz kavram “hâkimiyet-i milliye” ilkesinin ilk kez 1908 anayasa değişikliğiyle gündeme gelmesidir (KUYAŞ, 2008, s. 55). Bu bize ulusal egemenliğin 1919’da getirilen bir yenilik olmadığını ve devlet biçiminden ziyade güçler dengesiyle alakalı olduğunu gösterir.
Süreklilik Unsuru Olarak Laiklik ve Kanunlar
Tek Parti yönetiminin “enkaz devraldık” üslubu Medeni Kanun’a dolayısıyla da laikliğe ilişkin olarak cumhuriyet yönetiminin tek olmadığını göstermiştir (KUYAŞ, 2008, s.55). Cumhuriyet dönemiyle karşılaştırıldığında din-devlet ilişkilerinde ve diğer kurumlarda ortaya çıkan laikleşme girişimleri olmasına rağmen, bu girişim Tanzimat’tan sonra ortaya çıkmış ve sınırlı kalmıştır. 1840 yılında Ceza, 1850 yılında ise Ticaret Hukuku Avrupa’dan benimsenen kanunlar çerçevesinde oluşturulmuştur. Burada önemli bir nokta olan şeriat mahkemelerinin gücünü kısıtlayan yeni kurumlar oluşurken, Tanzimat Dönemi’nin başlıca sorunu olan ikililik meselesi, yani yeni kurumlarla eski kurumların bir arada olmasından doğan sorun tekrar gündeme gelmiştir. Bir yandan Şeriat Mahkemelerinin sınırları daraltılırken diğer yandan da Şeriat Mahkemelerinin Şeyhülislama bağlanması sorun teşkil etmiştir (KUYAŞ, 2006, s. 80). Burada şeriat mahkemelerinin yetkilerinin daraltılması laikliğin oluşumunda cumhuriyet dönemi için süreklilik unsuru sayılabilirken, cumhuriyet döneminin uyguladığı politikalarda bu ikiliği sonlandırma isteği ayrılık gösterir. Kanunları inceleyecek olursak Tanzimat Döneminden sonra Ahmet Cevdet Paşa tarafından hazırlanan İslam Hukuku’na dayanan ve şer’i mahkemelerde kullanılan Mecelle-i Ahkâm-ı Adliye’nin Osmanlı Devleti’nde modernleşmenin temellerini attığını söylemek mümkündür. Mecellenin dışında bırakılan Medeni Hukuk, 1917 yılında Hukuk-u Aile Kararnamesi’yle ele alınmıştır (KUYAŞ, 2006, s. 80). Bu yasayla birlikte tek eşliliğin kabulü, kadınların boşanma haklarının genişletilmesi ve müslim- gayrimüslim ailelerin aynı yasalara tabi olması dinsel kimliklerin bırakılarak laik bir düzenlemenin getirisi olarak sayılabileceğinden süreklilik arz etmektedir.
Sonuç
Cumhuriyetin ortaya çıkış sürecini değerlendirirken Osmanlı Devleti’nde yaşanan modernleşme çabalarının yeni bir devlet oluşumunda yarattığı etkinin göz ardı edilmemesi gerekir. Bu çalışmada askeri alanda başlayan reformların, Tanzimat, Islahat, 1. ve 2. Meşrutiyet dönemlerinde yeni boyutlara ulaştığı, İmparatorluk’un içinden çıkarak oluşan yeni ulus - devletin yaratılma sürecinde süreklilik unsurlarının olduğu anlatılmaya çalışılmıştır. Bu sürekliliğin olması doğal bir gerekliliktir. Hiçbir ulus geleneklerinden, kültürlerinden tamamen sıyrılıp geçmişinden bağımsız olarak yaşamayı başaramaz. Toplumların dinamik yapıları gereği değişimin kaçınılmaz bir unsur olmasının yanında geleneksel yapılardan devralınan ve onu devam ettiren boyutları vardır. Türkiye’nin kuruluş aşamasındaki geçmişle olan hesaplaşma sürecinde, geçmişin silinip bir kenara atılmasından ziyade, geçmişi kabullenip ileriye yönelik değişim süreçlerini oluşturmak amaçlanmalıdır. merveaksu@gbi.org.tr
1- AKYÜZ, Y. (1997). Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi: Türk İnkılabını Hazırlık Dönemi ve Türk İstiklal Savaşı. Ankara: YÖK. 2- ERDOST, M. İ. (1989). Osmanlı İmparatorluğu’nda Mülkiyet İlişkileri: Asya Biçimi ve Feodalizm. Ankara: Onur Matbaası. 3- İNAL, H. (1941). Prof. Dr. Halil İNALCIK Makaleleri. Ağustos 6, 2013 tarihinde http://www.inalcik.com/indexTr/ halil_inalcik_makaleleri.asp: http://www.inalcik.com/images/ pdfs/89230630TANZiMATNEDiR.pdf adresinden alındı 4- İNAL, H. (1941). Prof. Dr. Halil İNALCIK Makaleleri. Ağustos 6, 2013 tarihinde http://www.inalcik.com/indexTr/ halil_inalcik_makaleleri.asp: http://www.inalcik.com/images/ pdfs/89230630TANZiMATNEDiR.pdf adresinden alındı 5- KUYAŞ, A. (2008). II. Meşrutiyet “100.YIL”. Doğu Batı , 45, 50. 6- KUYAŞ, A. (2008). II. Meşrutiyet, Türk Devrimi Tarihi ve Bugünkü Türkiye. Doğu Batı , 45, 41-56. 7- KUYAŞ, A. (2006). Tarih:1839-1939. İstanbul: TÜSİAD. 8- MUMCU, A. (1996). Tarih Açısından Türk Devriminin Temelleri ve Gelişimi. İstanbul: İnkılâp Kitabevi. 9- ÖZBUDUN, E. (2005). Türk Anayasa Hukuku. Ankara: Yetkin Yayınevi. 10- PAMUK, Ş. (2002). 100 Soruda Osmanlı - Türkiye İktisadi Tarihi 1500 - 1914. İstanbul: Gerçek Yayınları.
43
Aslı Hatice SUNGUR
Acı çekmek, sanki burada yaşayan herkesin kaderi olmuş. Herkesin Safa ve Sajeda gibi, gözyaşlarıyla anlattığı, anlatırken tekrar yaşadığı yürek burkan bir hikâyesi var. Maaşı İsrail tarafından kesilen Müslümanlar, evsiz kalan aileler, zulüm gören çocuklar, hakaretler, dayaklar, keyfi muameleler ve daha niceleri… “Tüm bunlar ne için?” diye haykırası geliyor insanın…
Aslı Hatice SUNGUR
KANLAR KİMİN İÇİN AKIYOR?
Bayram günü Mescid-i Aksa, diğer günlerin aksine, dünyanın çeşitli yerlerinden gelen ziyaretçilerle dolup taşıyordu. Orada bulunan herkes, din, dil, ırk vb. farklılıklara aldırmadan birbiriyle bayramlaşıyor; birbirlerine tebessüm ediyorlardı. Biz de bu coşkulu kalabalığın içerisindeyken biri Gazze’den diğeri ise Abu-Deis’ten gelen iki üniversite öğrencisiyle tanıştık. İsrail kimliğine sahip olmadıkları için Mescid-i Aksa’ya alınmayan bu iki Filistinli kardeşimizle sanki yıllardır birbirimizi tanıyormuşuz gibi sohbet ettik; hatta dost olduk. “Eski Kudüs” adı verilen surlarla çevrili alan; Yahudi, Müslüman, Ermeni ve Hristiyan bölgelerinden oluşuyor. Müslüman bölgesine yapılan giriş ve çıkışların kontrolleri, İsrail askerleri tarafından yapılıyor. Filistinlilerin Mescid-i Aksa’yı ziyaret edebilmesi için İsrail nüfusuna kayıtlı olmasının gerekli olduğunu öğreniyoruz Filistinli dostlarımızdan. Eğer İsrail kimliği olmayan bir Filistinli, Mescid-i Aksa’yı ziyaret eder ve yakalanırsa, tamamen İsrail askerlerinin insafına kalıyor ki bu kişilere acımasız işkenceler yapıldığını ve daha başka insanlık 44
dışı muamelelere maruz bırakıldıklarına şahit olduklarını söylüyor dostlarımız. İsrail kimliğine sahip olmayan bu iki Filistinli dostumuz, baskılara ve kontrollere rağmen, Mescid-i Aksa’yı ve pek çok kıymetli tarihi, kültürel, dini yapıyı içinde barındıran bu bölgeyi ziyaret etmek için başlarına gelecek her şeyi peşinen kabullenmişler. Onlar gibi daha niceleri, üç din için de kutsal olan bu bölgeyi görebilmek ve dahi hissedebilmek için bu bölgeye bir şekilde girebilmek için ellerinden geleni yapıyorlar. Tek amaçları, tüm dinler için kutsal olan ve yalnızca “insan” olma dışında başka hiçbir şey gerektirmeyen kardeşliklere sahne olan bu topraklardan mahrum kalmamak. Dünyanın dört bir yanından gelen ziyaretçilerin orada yaşayan insanlarla buluştuğu bu kutsal mekan, kardeşlik duygusunu iliklerimize kadar hissettiriyor. Acıları, sevinçleri; üzüntüleri ve mutlulukları beraber yaşatıyor.
Safa ve Sajeda Anlatıyor
Mescid-i Aksa’da bir bayram sabahı ve iki Filistinli dost… Gazze’li olan dostumuz
Safa’nın Mescid-i Aksa’ya ilk gelişi... Filistinli hemen herkesin savaşla ya da İsrail’le alakalı bir hikayesi var. Ayrılık, gözyaşı, öz yurdunda yaşanılan zillet ve tüm dünyaya yansıtmaya çalışılan izzet... Safa gözyaşlarıyla paylaşıyor hafızasının çelik levhasına kazıdığı hatıraları. Şaşkınlık ve üzüntü içinde biz de gözyaşlarına eşlik ederek dinliyoruz: “Dört yıldır ailemi hiç görmedim. Üniversitemin bulunduğu bölgeden çıkıp yasak bölgelerden biri olan Gazze’ye, ailemin yanına gidersem bir daha üniversiteme dönemezdim ve eğitimim yarım kalabilirdi. 2008 yılının Aralık ayını ve sonrasını hiç unutamam. O sabah bütün tıp öğrencilerinin gireceği sınav için üniversiteye giderken şiddetli bir bomba sesi duyduk. Otobüsten indiğimde her taraf toz duman içindeydi. Ağlayan çocuklar, imdat çığlıkları, kan kokusu, camilerden gelen yardım çağrıları, gökyüzünde süzülen ve ölüm kusan helikopterlerin gürültüsü... Neler olduğu hakkında en ufak bir fikrim yoktu ve ne yapacağımı bilemez bir halde etrafıma bakıyordum. Ailem geldi aklıma. Onlar da bu kan kokan, ölüm kusan yerdeydi. Hemen telefona sarıldım, babamı aradım; fakat ulaşamadım. Herkes can derdindeydi ve sevdiklerine ulaşmaya çalışıyordu. Kimden yardım istediysem onlar da
Kanlar Kimin İçin Akıyor?
benimle aynı haldeydi. Aileme ulaşamayınca her şeyi göze alıp eve gitmeye karar verdim. Uzunca bir müddet bu can pazarının, insan selinin içinde yürüdüm. Herkeste aynı telaş ve dert vardı. Bombaların ardı arkası kesilmiyordu. Zar zor eve vardım. Elektrikler kesilmiş, telefon hatları kopmuş. Annem ağlıyor, babam çaresiz… Ailemizin diğer fertlerinin eve sağ salim dönmesi için dualar eşliğinde bekleyiş… Zira elimizden başka bir şey gelmiyordu. Allah’a şükürler olsun ki herkes sağ salim eve döndü. Camlar, kursun ve şarapnel parçalarından kırılır diye mevsim kış olmasına rağmen camları indirip, pencereleri perdeyle kapattık. Ve ara ara gelen elektrikle hemen haberleri dinleyip ne olduğunu anlamaya çalıştık. Tam yirmi iki gün sürdü bombardıman. Yirmi iki gün nice ocaklar söndü. Helikopter ve uçaklar ufukta belirince, bir süre sonra her yeri sarsan bomba sesleri işitiliyordu. Bir ev daha isabet alıyor ve bir sürü kişi daha can veriyordu. Yirmi iki gün süren bombardımanın bilançosu ağırdı: 1400’ten fazla şehit ve 5000’den fazla yaralı. Binlerce ev yıkıldı veya ağır hasar gördü. Bunun sonucunda evsiz kalan 9000 kişi yerini değiştirmek zorunda kaldı. Bu yaşanan, son yüzyılda silahsız ve savunmasız insanlara karşı yapılan en acımasız katliamdı.”
Safa daha fazla devam edemiyor, gözyaşlarına boğuluyoruz hep beraber… Bu topraklarda yaşayan binlerce insanın hislerine tercüman oluyor adeta Safa. Diğer dostumuz Sajeda’nın hikâyesi de en az Safa’nınki kadar yürek dağlayıcı. Can kulağıyla kendisini dinlemeye başlıyoruz: “Babam öğretmendi. Ben dört yaşındaydım. İsrail askerleri evimizin kapısına silahla vurarak içeri girdi. Beni ve kardeşlerimi hırpaladılar; babamı tutukladılar. Babamın gözlerindeki korku kendisi için değil; anneme, kız kardeşlerime dokunmalarından ve bizlere zarar vermelerinden korkuyor. Ellerini kelepçeleyip gözlerini bağlayıp götürdüler babamı; bizse sadece arkasından çaresizce bakakaldık. Babam için çocuklarının, ailesinin gözleri önünde bir cani gibi tutuklanmanın ve dayak yemenin; bizim açımızdan için ise babamıza gözlerimizin önünde yapılan insanlık dışı muameleye ses çıkarmamanın ne kadar acı olduğunu anlatamam. Sonra babamı hapishanede ziyaret ettik. Annemin girmesine izin vermediler. Bizi aldılar o korkunç hapishaneye. Yarım saat görüşmemize bile zor izin verdiler. Babam bir müddet sonra serbest bırakıldı. Ancak her an tutuklanma korkusunu ne babam ne de biz üzerimizden atabildik.”
Acı çekmek, sanki burada yaşayan herkesin kaderi olmuş. Herkesin Safa ve Sajeda gibi, gözyaşlarıyla anlattığı, anlatırken tekrar yaşadığı yürek burkan bir hikâyesi var. Maaşı İsrail tarafından kesilen Müs-
lümanlar, evsiz kalan aileler, zulüm gören çocuklar, hakaretler, dayaklar, keyfi muameleler ve daha niceleri… “Tüm bunlar ne için?” diye haykırası geliyor insanın… Oysa Kudüs gerek tarihi gerekse kültürel yönden o kadar zengin bir belde ki, sanki dünyanın küçülmüş bir halini andırıyor. Hristiyanlar hac vazifesini eda ederken Müslümanlar cumaya gidiyor. Bir yandan ezan sesi duyulurken öbür taraftan çan sesleri geliyor. Yahudiler Hz.Davud’un başında Tevrat okurken Müslümanlar Kuran okuyor. Dünyanın birçok yerinde gelen; farklı dine, ideolojiye, dünya görüşüne sahip ve farklı dili konuşan birçok insan bu şehirde toplanıyor ve minyatür bir dünya oluşturuyor. Kudüs’ü hayaller eşliğinde hayranlıkla geziyoruz. Filistinliler’in hemen hepsi İngilizce biliyor. İngilizce konuştuğunuzda cevap vermeyen insan sayısı çok az. Türkiye’den gelenleri ise adeta bağırlarına basıyorlar ve dost olmak, dertlerini paylaşmak istiyorlar.
El-Halil
Yasak bölgelerden biri olan, içinde Hz.İbrahim(as.)’in başta olmak üzere birçok peygamberin kabrinin bulunduğu, çok büyük bir kısmı Müslümanlar’dan oluşan El-Halil bölgesine, askerlerin sıkı kontrollerinden geçerek giriyoruz. Fakat orayı ve orada yaşananları tam anlamıyla aktarabilmek mümkün değil. Yollar ikiye ayrılmış; üçte biri Müslümanlara geri kalanı ise Yahudilere tahsis edilmiş. Müslümanların şehre girmesine ve şehirden çıkış yapmasına izin verilmeyen, terk edilmiş, harabe evlerden oluşan, sokak lambaları bile yanmayan, kimseden çıt çıkmayan bir beldede yaşadığınız düşünün. Orada yaşayanların yaşadıklarını hayal etmeye, hissettiklerini yüreğinizde hissetmeye çalışın. Orada bir çocuk olun; orada kanı delicesine akan, yüreği göğüs kafesine sığmayan bir delikanlı ya da endişeli bir genç kız olun. Bir anne olun; evlatları için endişe eden, bir baba olun evlatlarını koruyamayan. Ya da orada yaşayanların size bakışlarını hayal edin. O donuk, çaresiz, içinize işleyen, tüylerinizi ürperten bakışları yüreğinizde hissetmeye çalışın. Gördüklerinin yıkıcı etkisi altında, konuşmaya mecali kalmamış bir grup insanla, bünyesinde Hz. İbrahim, Hz.İshak ve eşi, Hz.Yusuf ve Hz.Yakup’un kabirleri olan Halil’ul-Rahman Camii’ne girdik. Yahudiler Hz.İbrahim’i ve çocuklarını kendi
peygamberleri ve ataları olarak kabul ettiklerinden “Size ne oluyor? Onlar bizim dedelerimiz!” diye çıkışırken Müslümanlar ise “Biz de onlarla aynı inancı taşıyan torunlarıyız” diyor. Bundan dolayı kabrin bir kısmı Yahudiler’e, bir kısmı da Müslümanlar’a ayrılmış. Yahudiler’in çoğu sesli ve hareketli olan ibadetlerine izin verilirken Şabat (cumartesi) günlerinde Yahudiler’in ibadetleri dolayısıyla Müslümanlar’ın ezan okuması bile yasakmış. O günlerde ezan okumak için özel izin almak gerekiyormuş. Ayrıca dikkatimizi çeken hususlardan bir diğeri, burada yaşayan insanların, Filistin’i Yahudilere vermeyi reddeden II. Abdulhamid’i hâlâ anıyor ve hayırla yad ediyor olmaları. Ancak şu an orada yaşananlar dolayısıyla Abdülhamid Han’ın kemikleri sızlıyordur muhtemelen.
Sonuç Yerine
Filistinliler’e ait olan toprakların gün geçtikçe azalması, Filistinliler’e ait projelerin İsrail tarafından iptal edilmesi, kendi topraklarında kendilerini anlatacak bir filmi (Five Broken Cameras) dahi çekmelerine şiddet uygulayarak engel olunması, havaalanlarında yaşanan onur kırıcı sorunlar ve daha nicelerini birinci ağızdan dinledik ve kimi zaman gözyaşlarımızı tutamadık, kimi zaman da öfkeyle yerimizde duramadık. Farklılıklara tahammül edememenin, ötekileştirme kültürünün, birlikte barış içinde yaşama algısından yoksunluğun nelere mal olduğu bugün İsrail-Filistin topraklarında rahatlıkla görülebilir. “Vaadedilen topraklar(Arz-ı Mevud)”a ulaşma gayesiyle hareket ettiğini iddia eden ve bunu Tevrat’a dayandıran İsrail Devleti, aslında Tevrat’ta geçen “Öldürmeyeceksin!” emrini hiçe sayarak kendi içinde büyük çelişki yaşıyor. Hem kutsal kitapta yazılanı gaye edineceksin hem de aynı kitapta yazan en önemli emri çiğneyeceksin; ne yaman çelişki! Bu açıdan bakıldığında olayın din boyutunu çoktan aştığı, artık çıkarlar için silahların devreye girdiği tüm netliğiyle anlaşılabilir. Uluslararası camianın da bu “orantısız savaş”a adeta seyirci kalması, ölen insan sayısının her geçen gün artmasına sebep oluyor. Uğruna kanlar akıtılan kutlu şehir Kudüs, belki de tarih boyunca hiç olmadığı kadar kötü günler geçiriyor. Ve Mescid-i Aksa her bayram ağlamaya devam ediyor… aslihaticesungur@gbi.org.tr 45
Alperen YURTOĞLU
“Bizler özgürlük için savaşan bir halkız. Cesaret, bilgelik ve iyilikle amaca ulaşmak istiyoruz. İnsanlara karşı nefret hissetmiyorum. İnanın bana, tüm bu acı tecrübelerden sonra bile insanlardan nefret etmiyorum. Her şeyin güzel sonuçlanacağına ve bu cehennemden bir çıkış olduğuna yönelik umudumu diri tutan işte budur!”
BİLGE KRAL ALIJA IZETBEGOVIC Alperen YURTOĞLU
Güney Slavları’ndan bir halk olan Boşnaklar tarih boyunca bu topluluğun mensubu diğer halklardan farklı tercihlerde bulunmuşlardır. Bölge halkının tercihlerinde genelde iki seçenek üzerinde yoğunlaşma mevcut olur iken Boşnaklar her zaman kendilerine bir ‘üçüncü yol’ bulmuşlardır. Bu ‘üçüncü yol’ eğilimi, din olgusunda da aynı şekilde olmuştur. Ortodoks Sırplar ve Katolik Hırvatlar arasında kalan Boşnaklar, önce teslise inanmayan ve Papalık otoritesini tanımayan “Bogomil” mezhebini daha sonra da İslamiyet’i seçmişlerdir. Dini tercihlerinde olduğu gibi, Boşnaklar hemen hemen her önemli meselede aynı stratejiy46
le hareket ederek Sırplar ve Hırvatlar’dan farklı olma gayreti içerisinde olmuşlardır. Osmanlı Devleti’nin Balkan coğrafyasından çekilmesiyle bölgeye hâkim olan Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ve Yugoslavya yönetiminde kendilerini birçok açıdan yalnız hisseden Boşnaklar, İkinci Dünya Savaşı sonrasında ülkelerinin geleceğine damga vuracak bir liderle tanışacaktı. İleride bir neslin ‘Babo’ ardından gelen diğer neslinse ‘Dedo’ diyeceği bu kişi, daha sonra ‘Bilge Kral’ olarak anılacak olan Aliya İzzetbegoviç’ten başkası değildi. Aliya İzzetbegoviç, 1925 yılında Bosanski Samats’ta İslami hassasiyetleri olan
bir ailede dünyaya geldi. Henüz iki yaşındayken çeşitli sebeplerden dolayı ailesi, Saraybosna’ya taşındı. Aliya, Alman Lisesi’nde eğitim gördüğü sırada beraberindeki birkaç arkadaşıyla beraber Mladi Müslümani’ye (Genç Müslümanlar) katıldı.
Mladi Muslimani (Genç Müslümanlar)
Mladi Müslimani İkinci Dünya Savaşı başlamadan hemen önce sadece Yugoslavya’da değil tüm Avrupa’da bulunan Balkan Müslümanları’nın katılımıyla kuruldu; teşkilatın öncülüğünü ise Boşnak
Bilge Kral
Müslümanlar yaptı. 1939 yılında kurulan Mladi Müslümani’ye Aliya 1940’ta üye oldu. Üyeliğinin ardından teşkilattaki arkadaşlarıyla beraber İslami fikri altyapısını geliştirme çabasına girdi. Teşkilat, Müslüman gençler arasında, büyük saygı ve kabul gördü. II. Dünya Savaşı başlamadan on beş gün önce, Mladi Müslimani ilk genel kurulunu düzenledi. Bu genel kurula, dış baskılardan dolayı yalnızca elli kişi katıldı. Savaş sürecinde Genç Müslümanlar, kısıtlı imkânlarına rağmen savaş mağduru Müslüman ailelere yardım çalışmaları yürüttü.
Hapiste Geçen Yıllar
Savaştan sonra bağımsızlığını kazanan Yugoslavya’da komünist rejim başa geldi ve Aliya 1946’da ‘İslamcılık’ suçundan üç yıl hapse mahkûm edildi. Aliya, daha sonraki yıllarda, o gün mahkeme esnasında savcının “Bunlara öyle bir ceza verelim ki bir daha böyle bir şeyi düşündüklerinde damarlarındaki kanları buz tutsun!” dedi-
ğini aktaracaktı. 1946-49 yılları arasında, çeşitli cezaevlerinde pranga mahkûmu misali kereste işçiliği yapan Aliya, nihayetinde özgürlüğüne kavuşacaktı. Aliya İzzetbegoviç, hapisten çıktıktan sonra Saraybosna’da Ziraat ve Hukuk eğitimi aldı. 1980 yılında Josip Broz Tito ölünce Yugoslavya’da etnik çekişmeler ve ekonomik bunalım kendini göstermeye başladı. Bu durum yeni rejim tartışmalarını da beraberinde getirdi. Aliya, hayatı boyunca demokrasiyi savunmasına rağmen, bu süreçte yayınladığı ‘İslam Deklarasyonu’ adlı eseri nedeniyle 1983 yılında, ‘hâkim sistemi değiştirmek ve Bosna-Hersek’i İslami devlete dönüştürmek’le itham edildi. Bu suçtan dolayı, 14 yıl hapis cezasına çarptırıldı. Sonra cezası 11 yıla düşürüldü ve artan uluslararası baskı sonucu 1988 yılında çıkan bir afla serbest bırakıldı. Bu hapis cezası kitabın popülaritesini daha da artırdı. Hapiste kaldığı süre içerisinde ‘Doğu ve Batı Arasında İslam’ adlı bir eser daha kaleme aldı. Hapis hayatı sırasında dünyanın değişeceğini öngören Aliya, daha sonra yayınlanacak bir eseri daha bu hapis döneminde kaleme aldı. ‘Özgürlüğe KaçışımZindandan Notlar’ adlı kitabı, dünyadaki değişimin hapishane duvarları ardından da fark edilebildiğini gözler önüne serdi. Komünist ve Sosyalist rejimlerin çökmeye başladığı bir dönemde hapisten çıkan İzzetbegoviç, 1990 yılının Mart ayında De-
Neredeyse bütün savaş teamülleri Sırplar ve Hırvatlar tarafından ihlal edildi, bizim tarafımızdan değil. Bu durum Avrupa için bir sürpriz oldu. Eğer birileri kadınları ve çocukları öldürüyorsa, kutsal şeyleri, köprüleri, kültürel yapıları tahrip ediyorsa, Avrupa, bunu yapanların ancak Boşnaklar olabileceğini düşünüyordu. Avrupa’nın medeni bir biçimde davranmalarını beklediği Avrupa kökenli halklar, savunmasız insanları öldürdüler, camileri ve köprüleri tahrip ettiler. Biz bunları yapmadık. Bu nedenle yurtdışına gittiğimde başım dik yürüyorum. mokratik Eylem Partisi’ni kurdu. 5 Aralık 1990’da partinin genel başkanlığına seçilen Izzetbegoviç, partisinin katıldığı ilk genel seçimde büyük bir zafer elde ederek iktidara geldi.
sajlar aynı zamanda, diğerlerinin de niçin Yugoslavya’da kalmak istemediklerini ortaya çıkardı. Karadzic’in istediği, içinde Sırplar’dan hiçbir milletin olmadığı bir Yugoslavya’dır. Herkes Yugoslavya’dan nefret etmeye başladı; çünkü Karadzic’in metodu bütünüyle yanlış. Çünkü o tek ve takıntılı bir bakış açısına sahip. Umarız ki Sırplar kendi demokrasi geleneklerine dönmeyi başarırlar. Çünkü bu durum onlar için prestij kaybıdır. Bizi yok etmekle tehdit ediyorlar ama bilsinler ki Müslümanlar yok olmayacaktır”
Sırpların bu düşmanca tutumu, Boşnaklar ve Sırplar arasındaki gerilimin artacağının ve Yugoslavya’nın dağılacağının habercisiydi. 1991 sonrasında henüz yıkılmayan ama çözülme belirtilerini iyiden iyiye göstermeye başlayan Yugoslavya’da, devlet yönetim ve orduda Sırplar etkindi. Demokraside ısrar eden Boşnaklar hep bir üçüncü yol arıyordu. Ama ne yazık ki bu kez savaştan başka bir “üçüncü yol” gözükmüyordu.
Savaş Sırasındaki Tavır
Bosna’da savaşın acımasız ve bir o kadar da kuralsızlaştığı, çoluk çocuk ayrımı yapılmadan herkesin keskin nişancılar tarafından vurulduğu, yani insanlık dramlarının yaşandığı günlerde, Aliya İzzetbegovic yanındakilere ‘isyan ahlakı’ ve ‘ilke’den bahsediyordu. Yine o zamanlardan biri olan 9 Aralık 1993 savaşın en onursuz, en ilkesiz ve en sınır tanımaz gününde Aliya, Boşnak askerlerine şu şekilde sesleniyordu: “Neredeyse bütün savaş teamülleri Sırplar ve Hırvatlar tarafından ihlal edildi,
Karadzic’e Meclis’te cevap!
Takvimler 14 Ekim 1991’i gösterdiğinde Bosna-Hersek Meclisi ilginç bir diyaloga sahne oldu. Bosna-Hersek’in Yugoslavya’dan bağımsız hale gelmesi konusunun tartışıldığı sırada, daha sonra büyük katliamlar yapacak olan savaş suçlusu, Bosnalı Sırplar’ın o zamanki lideri Radovan Karadzic meclis kürsüsünden: “Bosna-
Hersek’i itmeye çalıştığınız yer cehennemdir. Bosna’yı cehenneme çevireceğimizin ve belki de Müslümanları tamamen yok edeceğimizin farkında değil misiniz? Müslümanlar burada savaş patladığında kendilerini savunamayacaklar!” diyordu. Bu saldırgan üslup ve hasmane sözler karşısında Aliya İzzetbegovic’in cevabı ise şu şekildeydi: “Karadzic’in verdiği me47
Alperen YURTOĞLU
bizim tarafımızdan değil. Bu durum Avrupa için bir sürpriz oldu. Eğer birileri kadınları ve çocukları öldürüyorsa, kutsal şeyleri, köprüleri, kültürel yapıları tahrip ediyorsa, Avrupa, bunu yapanların ancak Boşnaklar olabileceğini düşünüyordu. Avrupa’nın medeni bir biçimde davranmalarını beklediği Avrupa kökenli halklar, savunmasız insanları öldürdüler, camileri ve köprüleri tahrip ettiler. Biz bunları yapmadık. Bu nedenle yurtdışına gittiğimde başım dik yürüyorum.” Aliya daha sonra
kendisinin ‘kaybetmeye mahkûm bir ordunun muzaffer komutanı’ olarak anılmasını sağlayacak olan şu sözlerle devam ediyordu: ‘‘Savunmasız insanlara zulmetmeyin!
Ancak halkın ordusu olduğumuzda ve insanlar bizden korkmadığında muzaffer olabiliriz! İnsanları tehdit eden bir ordu
sefildir; muzaffer olamaz!’’ Askerlerine
bu ifadelerle savaştaki en temel ilkeyi ifade eden İzzetbegoviç, hiçbir insanlık anıtının taşıyamayacağı kadar yüce ve canlı bir başka ilkeyi de şu şekilde dile getiriyordu: “Bizler özgürlük için savaşan bir halkız. Cesaret, bilgelik ve iyilikle amaca ulaşmak istiyoruz. İnsanlara karşı nefret hissetmiyorum. İnanın bana, tüm bu acı tecrübelerden sonra bile insanlardan nefret etmiyorum. Her şeyin güzel sonuçlanacağına ve bu cehennemden bir çıkış olduğuna yönelik umudumu diri tutan işte budur!” Aliya beyanlarından da anlaşılacağı gibi hiçbir zaman nefreti savunmamış; aksine barışçıl ve hümanist davranmayı her türlü insanlık dışı, onursuz ve tahrik edici faktörlere rağmen sürdürebilmiştir.
Dayton Barış Anlaşması
Aliya, acı bir ilacı içmeye benzettiği ve Bosna Savaşı’nı sonlandıran Dayton Barış Antlaşması’nı imzalarken yine barışta ısrarcılığını gösteren şu sözleri söylemiştir: “Uzun hayatım boyunca pek çok iş
yaptım. Ancak bugüne kadarki en zor iş, Dayton’daki anlaşma masasına oturmak oldu. Benim derdim muzaffer bir komutan olarak anılmak değil, ülkeme koltuğumun altında makul bir barış anlaşması ile dönmekti. Sırplar sadece benim önerilerime ters düşen önerilerle değil, aynı zamanda tüm adalet ve insanlığa ters düşen önerilerle çıkıyorlardı karşıma. Böyle bir barışı kabul etmek çok zordu. Ama zor olan başka bir şey vardı; eve ‘Savaşa devam ediyoruz!’ cümlesi ile dönmek. Bu yapılması neredeyse imkânsız bir tercihti ve ben kendimi çarmıha gerilmiş hissediyordum.”
Savaş sonrasında Bosna-Hersek Federasyonu kuruldu. Aliya İzzetbegovic Bağımsız Bosna-Hersek’in Kurucu Cumhurbaşkanı seçildi. Ardından bir dönem daha seçilen İzzetbegoviç, kapsayıcı ve kucaklayıcı tavırlarla yönettiği ülkesinin cumhurbaşkanlığını, sağlık durumunu gerekçe göstererek 2002 yılında bıraktı. 2 sene sonra da takvimler 19 Ekim 2003 tarihini gösterdiği gün vefat etti.
“Selam Sana Ey Halkım!”
Aliya’nın yapmış olduğu son konuşma ‘Selam Sana Ey Halkım!’ nidasıyla akıllarda kalmıştır. Bu veda konuşmasında, savaş sonrasında yaşanan tüm acıları ve tecrübeleri dile getiren Aliya, halkına öğütler verirken savaştaki kayıplarını da minnet ve şükranla anmıştır. Aktif siyaseti bıraktığını bu konuşmasında belirtmiştir. Konuşmanın şu kısmı Aliya’nın nasıl bir insan, nasıl bir lider olduğunu yansıtır niteliktedir: “Bu günleri gösteren yüce Allah’a hamd ediyorum. Tarihimizi kanımızla yazdık. Evlerimiz yakılıp yıkıldı. Düşmanlarımız mert değildi, alçakça katliamlar yaptılar. Yapılan katliamları dünya şimdilerde ortaya çıkartılan toplu mezarlardan anlamakta. Bu gerçekleri haykırmıştık; ama duyan, aldıran olmamıştı. Tüm acılara rağmen çok şükür ayaktayız. Yıkılan ev ve camilerimizi yeniden inşa ettik. Şehitlerimizi rahmetle anıyoruz. Onlarla inşallah cennette buluşacağız. Onları Allah’ın ve meleklerinin huzurunda şanlı direnişlerinden dolayı kutlayacağız. Gelinen noktada her şey bitmiş değil, yeni başlıyoruz. 48
Bilge Kral
Başlattığımız mücadelede, eksiklikler olmasına rağmen bir yerlere geldik. Bundan sonra görev sizlerindir. İlerleyen yaşım ve sağlık sorunlarım nedeniyle aktif siyaseti bırakıyorum. Bundan sonra, geri kalan ömrümü, bir nefer olarak, halkıma hizmet etmek isteyen siyasilere destekle yaşayacağım. Allah’a hamd ediyorum ki bugün elimde dalgalanan bayrağı, gönül rahatlığıyla teslim edebileceğim, ‘inanmış yüzbinler’ var. Artık Bosna-Hersek hür! Bayrağımız kendi topraklarımızda dalgalanıyor! Selam sana ey halkım! İmanınıza, bayrağınıza ve devletinize sımsıkı sarılın!”
Sonuç
Sadece Bosna Hersek’te değil tüm dünyada sevenleri olan Aliya’nın vefatıyla Türkiye’de de her kesim üzüntüye boğulmuştu. Cenaze törenine iştirak etmek için on binler Saraybosna’ya akın etmişti. Saraybosna da delikanlısını kaybetmeye tepkisiz kalmamış; gök gözlerinden dökülen yaşlarını, şehitlerin kanlarıyla sulanmış bereketli topraklarına bırakmıştı. Aliya hakkında Tanıl Bora şunları söylemiştir: “Üzerinde birleşilen nokta, İzzetbegoviç’in düşüncesinin; çeşitli milletlerin, dinlerin, kültürlerin, Doğu ile Batı’nın birbirine kavuştuğu
Yugoslavya’nın zenginliğinden ve ‘avantajlarından’ yararlanan; yaşadığı coğrafyanın kültürel zenginliğini yansıtan niteliğidir.” Farklılıkların bir arada barış
içerisinde yaşadığı bir dünya hayal eden Aliya, bu uğurda bir ömür harcamış; ancak kendi ve bağlı bulunduğu kültürün benliğini tehdit edecek her şeye karşı da savaşmıştı. Yıllar sonra, Aliya İzzetbegoviç’in savaştaki duruşuna binaen bir yazar: “Dünyanın bütün Karadzic’lerine rağmen Aliya’lar yaşıyor!” diyecekti. Bir başka ya-
zar da bir yandan Aliya’nın dünyaya erken veda edişine sitem ederken diğer yandan da kendisine bir kez bile “Komutanım!” diyememiş olmasına hayıflanacak; Bilge Kral’a dünyanın bütün dillerinde ‘Komutanım!’ diye haykıracaktı. Ölümünden sonra, insanlık dışı katliamlar yaparak savaş ahlakını hiçe sayan düşmanları. bir bir ortalardan kaybolacak ve yıllar sonra bulunarak Lahey’deki Adalet Divanı’na teslim edileceklerdi. İnsanlıktan nasibini alamamış bu mahlûkların aksine Aliya, savaştaki ilkeli ve onurlu duruşundan dolayı bir yere kaçma ya da saklanma gereği duymadan başı dik bir şekilde Avrupa’da her yere gidebilmişti. Yalnız bu başı dik, cesur ve onurlu lider, dünyaya buruk veda
edecekti. Binlerce Boşnak onursuzca katledilirken uluslararası toplum ve kuruluşların esamisinin bile okunmamış olmasına içerleyecek ve ötelere gönlü kırgın gidecekti. Kendisinden yıllar sonra, yine BosnaHersek’in yetiştirdiği sanatçı Edin Dervishalidovic ya da sahne adıyla Dino Merlin, Aliya için şarkılar yazacak ve söyleyecekti. Hakkında, ‘O şarkı söylediğinde Balkanlar’a barış gelir.’ denen Dino Merlin’in Aliya’yı anlattığı şarkısının ismi ‘Date Nije Aliya’ yani ‘Aliya sen olmasaydın’dır. Barışı getiren şarkıcı, Aliya için şöyle der bir şarkısında: “Karanlıkları ışık bilirdim; Aliya sen olmasaydın…”
Rahat uyu Bilge Kral; “Dünyanın bütün Karadzic’lerine rağmen Aliya’lar hep yaşayacak!”
1- BORA, T. (1994). Yeni Dünya Düzeninin Av Sahası: Bosna Hersek. İstanbul: Birikim Yayınları. 2- COŞKUN, A. H. (2004, Eylül 10). Aliya’ya Özlem. Sabah Gazetesi . 3- ELİAÇIK, R. İ. (2004). Aliya İzzetbegovic. İstanbul: İlke Yayınları. 4- İZZETBEGOVİÇ, A. (2003). Tarihe Tanıklığım. (A. Demirhan, A. Erkilet, & H. Öz, Çev.) İstanbul: Klasik Yayınları. 5- İZZETBEGOVİÇ, A. (2005). Özgürlüğe Kaçışım. (H. T. Başoğlu, Çev.) İstanbul: Klasik Yayınları. 6- YUSUF, S. (2003). Sana Dünyanın Bütün Dillerinde Komutanım Demek İsterdim. Gerçek Hayat Dergisi.
49
Yasemin YAVUZ
Evrensel Kültürler Akademisi
BARIŞI HAYAL ETMEK Yasemin YAVUZ
Nitelikli konuşmacıların ufuk açıcı yorumlarıyla okuyucuyu; zor olana, yani barışın tesisi adına düşünmeye teşvik eden “Barışı Hayal Etmek”, Evrensel Kültürler Akademisi tarafından 2002 yılının Aralık ayında düzenlenen uluslararası forumda yapılan konuşmaların bir dökümü. Fransa’da düzenlenen ve iki gün süren forum için, 11 Eylül saldırıları sonrası oluşan güvensizlik ortamında kulağa belki de fantastik gelebilecek bir başlıkla harekete geçilmiş ve ciddi emek harcanmış. Nobel Barış Ödülü sahibi Akademi Başkanı Elie Wiesel’in giriş konuşmasında sorduğu soru da aslında toplantının ortaya çıkmasında etkili olan düşünceye işaret ediyor: “Niçin savaş bu denli kolay ve rahat başvurulan bir seçenek? Savaş cephesinde ölüm hüküm sürerken, barış neden gerçek bir amaç değil?”. Elie Wiesel’in yine kendi sözleriyle; savaşın, insanlığa “sürekli yeni fanteziler üretebilen ve bir yandan mezarları doldururken bir yandan da başarıdan başarıya, hatta zaferden zafere koşabilen bir esin kaynağı” olarak sunulması, sorunun tespitinde önemli bir bakış açısı ortaya koyuyor. Forumda “barış” kavramı, bölgesel ve evrensel başlıklar altında ele alınmış. Katılımcılar arasında yer alan edebiyatçı ve filozof Umberto Eco’nun konuşması, küçük barışların kesintisiz büyük savaşların gerilimini azaltacağına yönelik pratik öneriler içeriyor. İsrailli roman yazarı Abraham Yehoshua ile beraber Filistinli Felsefe Profesörü Sari Nusseibeh de toplantının kilit isimlerinden. Zira ikisi de yıllardır süren İsrail-Filistin Sorunu’nda barışın tesisi için uzun yıllar çalışmış ve bedeller ödemiş insanlar. Cezayirli Zazi Sadou, ülkesinde insanların maruz kaldığı terörizmin boyutlarını ve devletlerin sadece kendi önemli çıkarları zarar 50
gördüğünde terörizme karşı ortak bir tepki aldıklarını anlatıyor. Fransa’nın Sağlık ve Dışişleri eski Bakanlarından olan ve ayrıca “Sınır Tanımayan Doktorlar (Médecins Sans Frontières/ Doctors Without Borders)” örgütü kurucularından Bernard Kouchner ise, gelişmiş ülkeler ve diğerleri arasındaki sağlık düzeyi ve buna bağlı olarak yaşam sürelerinin farklılığına dikkat çekerken, aynı zamanda biyoterörizm kavramı üzerinde duruyor. Toplantıda defalarca anılan Kant ve onun barışı tahayyül şekli (perpetual peace-ebedi barış), katılımcılara ilham vermiş gibi görünüyor. Kant’ın kalıcı barışın sağlanması adına madde madde ortaya koyduğu yapıcı fikirlerin, yalnızca kendi devrinin sosyal ve politik olaylarına karşı bir çözüm arayışı olarak kalmadığı ve gelecek kuşaklara ışık tuttuğu aşikâr. 11 Eylül’den yaklaşık bir sene sonra gerçekleşen forumda, beklendiği üzere siyasal İslam ve bununla ilişkilendirilmiş terörizm kavramı da gündem maddelerinden biri olmuş. Tansiyonun zaman zaman oldukça yükseldiği oturumlarda, bazı katılımcılar ile özellikle Müslüman ülkelere mensup konuşmacılar arasında, inanç ve inancı yorumlama biçimine ilişkin ayrışmalar meydana gelmiş. Bu hararetli tartışmalar, kitapta bütün detaylarıyla ve objektif bir şekilde okuyucuya sunulmuş. “Barışı Hayal Etmek”, yaklaşık on sene önce düzenlenen bir forumun dökümü niteliğinde olsa da okuyucuya, geçen bu süreçte insanlığın dünya barışı adına ne yazık ki çok da büyük bir ilerleme kat edemediğini fark ettiriyor. Bakıldığı zaman, on sene sonra gelinen noktada insanlık; yeni savaşlar, diktatörler ve katliamlar üretmiş durumda. Öyleyse Umberto Eco’nun konuşmasını noktalarken sunduğu “Evrensel barış, ölümsüzlük Sayfa
Sayısı: 296 Baskı Yılı: 2005 Dili: Türkçe Yayınevi: Metis Yayıncılık
arzusu gibidir.” önermesi doğruyu mu yansıtıyor? Bizim “barış” olarak algıladığımız durum, yalnızca husumetin yokluğunu mu ifade ediyor? yaseminyavuz@gbi.org.tr
Nobel Barış Ödülü sahibi Akademi Başkanı Elie Wiesel’in giriş konuşmasında sorduğu soru, aslında toplantının ortaya çıkmasında etkili olan düşünceye işaret ediyor: “Niçin savaş bu denli kolay ve rahat başvurulan bir seçenek? Savaş cephesinde ölüm hüküm sürerken, barış neden gerçek bir amaç değil?”
51
Mustafa ÖZPAÇACI
TARAFSIZ
BÖLGE No Man’s Land
Mustafa ÖZPAÇACI
1993 yılında Bosna’da gerçekleşen kanlı savaşı konu alan 2001 yapımı film Avrupa ve Amerika’dan sonra 22 Mart 2002’de Türkiye’de “Tarafsız Bölge” adıyla vizyona girmiştir. Film her ne kadar savaşı konu alsa da heyecan verici savaş ve aksiyon sahneleri yerine seyirciyi daha dramatik bir kompozisyonla karşı karşıya bırakmaktadır. Tarafsız Bölge, Bosna-Hersek, Slovenya, İtalya, Fransa, Belçika ve İngiltere’den yapımcı şirketlerin birlikte üstlendikleri bir çalışma olması itibariyle uluslararası bir bakış açısı ve objektifliğe sahip.. Filmin hem yönetmeni hem senaristi olan ve aynı zamanda müziklerini yapan genç yönetmen Danis Tanovic’in ilk filmi olan Tarafsız Bölge, Bosna’nın savaştaki durumunu ve Birleşmiş Milletler Barış Gücü’nün olanlar karşısındaki tutumunu çok iyi bir şekilde gözler önüne seriyor. Başrolü paylaşan aktörler Branko Djuric ve Rene Bitorajac, Ciki ve Nino adındaki Boşnak ve Sırp iki askeri canlandırıyor. Savaşın yoğun bir şekilde devam ettiği bir gecede, Bosnalı bir grup asker Bosna-Sırbistan savunma hatları arasındaki askerden arındırılmış bir bölgede yollarını kaybeder. Gün doğduğunda Sırp askerler tarafından fark edilip üzerlerine ateş açılır. Boşnak askerlerden Ciki yaralı bir şekilde tarafsız bölgedeki boş bir sipere sığınır; diğerleri ise hayatlarını kaybeder. Kontrol amacıyla aynı sipere gönderilen iki Sırp askerden biri Ciki ile çatışma esnasında ölür; diğeri ise (Nino) yaralanır. Ölü olduğu düşünülerek altına Sırp asker tarafından mayın yerleştirilen Boşnak asker Cera’nın 52
aslında hala hayatta olması, Ciki ve Nino’yu istemeseler dahi uzlaşmaya mecbur hale getirir. Boşnak ve Sırplar BM Barış Gücü’nden tarafsız bölgede mahsur kalan askerlerinin kurtarılması için yardım ister. Barış Gücü’nün komutanı bu olaya müdahale etmeye pek sıcak bakmaz; ama çatışmaların yaşandığı bölgenin yakınında bulunan çavuş Marchand duyarlı davranarak mayın üzerinde mahsur kalan askere yardımcı olmaya çalışır. Küresel bir kanalın muhabiri olan Jane Livingstone da Bosna’daki son durumu, katliamların devam ettiğini, BM Barış Gücü’nün umursamaz tavrını yaptığı haberlerle dünya kamuoyuna duyurarak sürecin hızlanması için gayret gösterir ve yüksek tansiyonlu bir bekleme süreci başlar. Düşük bir bütçeyle çekilen Tarafsız Bölge izleyiciyi müthiş görsel efektlerle savaş sahnelerinin içine çeken bir film olmak yerine, savaşın içindeki çaresizliği, askerlerin ruh halini yansıtmaya çalışan, mesajlar veren bir film olarak izleyiciyi etkilemeyi başarmıştır. Film, bu başarısı sayesinde Yabancı Dilde En İyi Film Akademi Ödülü ve Cannes Film Festivali En İyi Senaryo Ödülü başta olmak üzere ondan fazla uluslararası ödüle layık görülmüştür. BM Barış Gücü’nün Bosna’da çözümsüzlükten yana oluşunu ve Bosna-Hersek’in kendi kaderine terk edilişini 98 dakikada, izleyiciyi sıkmadan ve gereksiz ayrıntılara yer vermeden çok sade bir şekilde anlatan Tarafsız Bölge’yi izlemeye değer. İyi seyirler. mustafaozpacaci@gbi.org.tr
"UãYà LãDAãMUTLUãYOLCULUKLARãDILERIZ
53