"”The Youth Magazine of Ideas and Research" "Gençlik, Fikir ve Araştırma Dergisi" YIL:1 - SAYI:2 İLKBAHAR 2013
C
M
Y
CM
MY
CY
CMY
K
Yalnızlık, pişmanlık, askerlik, heder olmuş bir ömür... Heba, göz gözü görmez insafsızlığın, doğruya benzemeye muvaffak olan yalanın, utanmazlığın, lincin, kıstırılmışlığın romanı... Yalnızlığın, pişmanlığın, askerliğin, heder olmuş bir ömrün romanı... Sadık okurları için yeni keşifler sunacak, yeni tanışanları sadık okurlara dönüştürecek bir Hasan Ali Toptaş romanı...
Türkçe
heba.iletisim.com.tr
www.iletisim.com.tr
iletisim@iletisim.com.tr
vimeo.com/iletisim
facebook.com/iletisimbirikim
at, 308 Edebiy
sayfa
TÜM KİTAPÇILARDA
twitter.com/iletisimyayin
1
22 Genç Barış İnisiyatifi Derneği Adına İmtiyaz Sahibi Emre Akkaş
İllüstrasyon: Gökhan Kul
Genel Yayın Yönetmeni Fatih Kafadar Yazı İşleri Müdürü Onur Reha Yıldırım Yayın Kurulu Ahmet Keskin Merve Aksu Nilüfer Yavuz Reyyan Doğan Tüzel Kişilik Sorumlusu Hamza Memişoğlu Grafik Tasarım Gökhan Kul gokhan@gokhankul.com Reklam Sorumlusu Muzaffer Büyükşekerci muzafferbuyuksekerci@gencbaris.org Yönetim Adresi: Sinanpaşa Mahallesi Çelebioğlu Sokak 21-23 Daire:4 Beşiktaş / İstanbul dergi@gencbaris.org Tel: (0212) 227 67 95 Fax: (0212) 227 67 95 www.gbi.org.tr facebook/gbiorgtr twitter/gbiorgtr youtube/gbiorgtr
Yayının Türü: Üç Ay Süreli Yayın Dili: Türkçe/İngilizce
Basımcı: Turkuvaz Matbaacılık Yayıncılık A.Ş. Barbaros Bulvarı, Cam Han, No: 153, Beşiktaş-İstanbul Basıldığı Yer: Akpınar Mah. Hasan Basri Cad. No: 4 Sancaktepe - İstanbul Tel: (0216) 585 90 00
Dergide yer alan değerlendirmeler, GBİ’nin kurumsal görüşünü yansıtmamaktadır. Yazı ve fotoğrafların her hakkı Genç Barış Dergisi’ne aittir. Yayıncı izni olmadan ve kaynak gösterilmeden kısmen veya tamamı alınamaz.
2
Genç Barış İnisiyatifi olarak, hem çözüm sürecine ilişkin görüşlerini almak hem de Türkiye gündeminde büyük yere sahip ve kamuoyu tarafından yakından takip edilen âkil insanlar heyetinin süreç içindeki konumlarını ortaya koymak için Karadeniz Bölgesi heyetinden sağlık problemleri nedeniyle Marmara Bölgesi heyetine geçen Orhan Gencebay ile mülakat gerçekleştirdik.
iÇiNDEKiLER 04 10 14 18 22
-
28 32 35 39
-
40 -
Adanın Kuzeyinden Kıbrıs Sorunu Avrupa’nın Dünü, Bugünü ve Yarını Perspektif: Suriye Hukuk, Sivil Toplum ve Demokrasi: “İnsan Onuru” Orhan Gencebay: Bana “Orhan” diyorlar; asıl adım “insan”dır. İspanya Barış Süreci ve ETA Kamerun’un Enerji Sektörü ve Gelişimi Martin Luther King, Jr. : “Bir Hayalim Var!” Murathan Mungan’ın Seçtikleriyle “Bir Dersim Hikâyesi” Başkalarının Hayatları
28
18
‘Hak olmadan haksızlık olmaz; haksızlık olmadan da hukuk doğmaz.’
35
Düzenlediğimiz araştırma gezisi sırasında mümkün olduğu kadar fazla yeri ziyaret etmeye, adanın her bölgesinde çalışmalar düzenlemeye çalıştık. Tüm görülebilecek yerlerini görmeye ve mümkün olabildiğince herkes ile konuşmaya çalıştık.
32
EP
R
10
N U B R EP U B L IC OU OO O F C A M ER L IQ ER UE DU CAM
N
4
39 Bir Dersim Hikâyesi Murathan Mungan'ın Seçtikleriyle
Gönülde kalan yara izleri sonsuza dek sürer. Ne ölüm ne de başka bir şey o yaraya merhem olur.Eğer sizin de herkes gibi bir Dersim hikayeniz varsa bu seçki kütüphaneniz için nadide bir eser. 3
Onur Reha YILDIRIM
Adanın Kuzeyinden Kıbrıs * Sorunu Onur Reha YILDIRIM
KKTC’ye Genel Bir Bakış
Yerinde inceleme fırsatı bulmadan önce bu sorunun, tek devlet çerçevesinde çözüleceğini düşünürken artık bu durumun tek devlet çatısı altında çözüm bulacağını düşünmüyorum. En azından bu durum, iki ayrı devlet ve üst yapıda eşit temsil edilen bir çatı devlet olarak tabir edebileceğimiz bir yönetim sisteminin oluşturulması durumunda sorunun kısmen de olsa çözülebileceği kanaatindeyim.
4
Çok öncesine gitmeden; OsmanlıRus İmparatorluğu arasında gerçekleşen 93 Harbi sonucunda, İngiltere desteğini sağlamak ve olası bir Rus tehlikesinin önüne geçmek için, ada; 500 bin Amerikan Doları karşılığında İngiltere’ye kiralanmıştır. Kıbrıs Sorunu olarak literatüre giren durum, aslında İngiltere hâkimiyetinden sonra 1960 yılında Türkiye, Yunanistan ve İngiltere garantörlüğünde Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla başlamıştır. Devlet yönetiminde Rum ve Türk yöneticilerin bulunduğu ve iki toplumun eşit bir şekilde temsil edildiği Kıbrıs Cumhuriyeti, mevcut yapıyı 1963 yılına kadar korumayı başarmış; fakat Türk Başkan Yardımcısı Dr. Fazıl Küçük’e verilen veto hakkının kaldırılmasından sonra iki toplum arasında gerilim artmıştır. Rum Lider Makarios’un çözüme ulaşmadaki isteksizliği ve ABD Başkanı John F. Kennedy’nin, Türk tarafıyla uzlaşılması yönündeki önerilerini de göz ardı etmesi, iki halk arasındaki sorunların artarak devam edeceğinin göstergesi olmuştur. 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı’ndan önce, halk birçok sıkıntıyla karşılaşmıştır. 1976’da Kıbrıs Türk Federe Devleti’nin kurulmasının ardından 1983 yılında adanın kuzeyindeki Türkler, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni kurarak bağımsızlığını ilan etti. KKTC, bağımsızlığını ilan
ettiği tarihten itibaren ada nüfusunun yaklaşık %30’unu Lefkoşa, Gazimağusa, Girne, Güzelyurt ve Lefke şehirlerinde barındırmaktadır. Adanın siyasi statüsüne bakıldığında, Bileşmiş Milletler ve Avrupa Birliği tarafından KKTC hukuken tanınmamakla beraber “de facto devlet” olarak tanımlanmakta ve uluslararası otoritelerce adanın tamamının 1960 yılında kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti toprakları içerisinde olduğu kabul edilmektedir.
GBİ Kuzey Kıbrıs’ta
Kıbrıs Rum kesimiyle yıllardır yaşadığı sorunlarla Türkiye gündeminden düşmeyen Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin ulusal ve uluslararası problemlerini masaya yatırmak ve adada yaşayan Rum - Türk asıllı vatandaşlar ile geçmişten günümüze kadar yaşadıkları sorunlar üzerine görüşmeler yapmak ve KKTC siyasetçileriyle resmi temaslarda bulunmak üzere heyet olarak adaya ziyarette bulunduk. Yaptığımız saha çalışması ve resmi temaslar sonucunda hem siyasi grupların hem de vatandaşların Kıbrıs Sorunu’na ilişkin görüşlerini dinleme fırsatı yakalarken adanın farklı yönlerini keşfetme imkânımız oldu. Yaptığımız ziyaret sırasında dar sokakları, sıcakkanlı halkıyla KKTC bizlere farklı olduğunu hissettirdi. Ülkenin sokakları ve trafiği hakkında bilgi vermek gerekirse, KKTC’de trafik sol yönden akmakta ve bu
Adanın Kuzeyinden Kıbrıs Sorunu
Türkiye’den gelenlere gerçekten garip hisler yaşatmaktadır. İlk etapta ‘acaba İngiltere’ye mi geldim?’ diye düşünebilirsiniz. Etrafta trafik polisi görmeniz pek mümkün olmazken, şehir merkezlerinde çoğunlukla kadınlardan oluşan Zabıta - Trafik görevlilerine rastlamanız mümkündür; ancak sakın onlara adres sormayın çünkü tarif edemiyorlar. Tarihi açıdan bakarsak, KKTC’nin yıllar boyunca üzerinde kurulan değişik uygarlıkların bıraktığı zengin bir tarihe sahip olduğunu görüyoruz. Batıda Soli ve Vuni’den Lefkoşa’daki Arap Ahmet Camisi’ne, Doğu’daki Apostolos Andreas Manastırı’na kadar 9000 yıllık uygarlığın izlerine her yerde rastlamak mümkündür. Lefkoşa’daki Büyük Han, Mevlevi Tekke Müzesi, Arasta Sokak, Gazimağusa’da Namık Kemal Zindanı ve Müzesi, Salamis Harabeleri görülmesi gereken yer olarak önerilebilir. Ek olarak, Şeftali Kebabı adada unutmamanız gereken şeylerden biridir.
Gittiğimiz yerlerden sadece bir tanesi olan Dipkarpaz Köyü, yaşayan halkı, coğrafi konumu ve tanık olunan tarihi bakımından özel bir yere sahip. Dipkarpaz Köyü, Türklerle Rumların bir arada yaşadığı huzurlu, sakin, yeşillikler içinde yer alan küçük bir köy. Akşam vakti bir kahveye çat kapı gittiğimizde, kahvenin Türklere ait olduğunu ve çevrede Rumlara ait kahvenin ise akşam saatlerine rastladığı için kapalı olduğunu fark ediyoruz. Köylülerden edindiğimiz bilgiye göre Rum esnaf, öğleden sonra saat üç civarında iş yerlerini kapatıyor ve geri kalan zamanlarını evlerinde geçiriyor. Türklere ait olan kahvede ise, 1974 yılında Barış Harekâtı’na katılmış ve daha sonra Kıbrıs’a
yerleşmiş Diyarbakırlı Mehmet Amca ile başlıyoruz önce sohbetimize. Dipkarpaz köyü, 1976 yılında kurulmuş. İlk zamanlarda 10.000 Rum nüfusu olan bölgede, şu an Rum nüfusu oldukça az. Mehmet Amca Rumlarla sorun yaşamadıklarını ve barış içinde yaşadıklarını dile getirirken, “Biz hiçbir Rum’u zorla göndermedik, onlar diğer tarafa istedikleri için geçtiler. Kahvelerimiz komşu, camimiz ve kilisemiz yan yana, onları kimse rahatsız edemez, ettirmeyiz!” diyor. Bu aslında halklar ara-
sında temelde bir problemin olmadığının göstergesi olarak görülebilir. Adada yer alan hastanenin uzak mesafede bulunmasından dolayı şikâyetlerini dile getirerek, Rumlarla sorunları olmadığını, Rumlar ile
Gezilerden Kesitler ve Kıbrıs Saha Çalışması Türk-Rum Birlikteliğinin Sembolü: “Dipkarpaz”
Düzenlediğimiz araştırma gezisi sırasında mümkün olduğu kadar fazla yeri ziyaret etmeye, adanın her bölgesinde çalışmalar düzenlemeye çalıştık. Tüm görülebilecek yerlerini görmeye ve mümkün olabildiğince herkes ile konuşmaya çalıştık. 5
Onur Reha YILDIRIM
barış içerisinde yaşadıklarının tekrar tekrar dile getiriyorlar ve bu konuyu bizim de dile getirmemizi istiyorlar. Ancak, tabi ki tüm Kıbrıslılar Dipkarpaz Köylüleri gibi düşünmüyor. Rumlar ile hiç barışmayacaklarını düşünen veya onlarla birlikte yaşayabileceklerine inanmayan azımsanmayacak kadar bir kesim de var. Bu kesmin gerekçesi olarak şu durum gösterilebilir: Kıbrıslılar bir gecede birbirlerini öldürecek düzeye gelmişler. Yani bir gün önce kardeşi olarak gördüğü bir Rum’u ertesi gün düşmanı addetmek durumunda kalan Türkler, belki de haklı olarak artık birlikte yaşayamayacaklarını düşünüyorlar. Doğal olarak, Kıbrıslı Türkler’e özellikle 1963 ve 1974 zaman aralığını yaşamış olanlara fikirlerini sorduğumuzda,’Rumlarla beraber yaşamamız imkânsız, bu şekilde (iki ayrı devlet) daha mutluyuz!’ diyebiliyorlar.
Yeşil Hat ve Ayşe Teyze
Lefkoşa’da özellikle şehrin “dikenli tellerle” ikiye ayrılmış olması çok garip bir görüntü ortaya çıkarmakta. 1964 yılında çizilen ve “Yeşil Hat” olarak adlandırılan bölgenin hikâyesi ise oldukça ilginç. BM Barış
6
Gücü Komutanı General Peter Young’un, yeşil bir kalemle bu hattı çizmesinden dolayı bu bölgenin ismi “Yeşil Hat” olarak adlandırmış ve yıllardır bu isimle anılmakta. Bu bölge, içine girilmesine izin verilmeyen, etrafı tel örgüler ve duvarlarla çevrili, iki bölge halkı arasında teması engelleyen yapısıyla şeklinde hafızamıza kazınıyor. Yeşil Hat bölgesi bize, yıllar önce Doğu ve Batı Almanya’yı birbirinden ayıran Berlin Duvarı’nı andırıyor. Lefkoşa’daki ünlü Saray Otel’in terasından hem Türk hem de Rum tarafını aynı anda görme fırsatı yakalıyoruz. İngiliz Konsolosluğu’nun olduğu bölgeye gittiğimizde ise “Yeşil Hat” içerisinde küçùk, şirin bir ev gözümüze çarpmakta. Bu evin sahibi ise; Ayşe Özseyhan adlı bir kadın. Ayşe Teyze, 87 yaşında, dolayısıyla Kıbrıs tarihine bilfiil tanıklık etmiş birisi. Doktor şu anki evinden çıkıp daha iyi bir eve geçmesini tavsiye etmesine rağmen evden kesinlikle çıkmayacağını söylüyor. Sürekli “Benim askerim var! Onlar beni korur.” diyor, askerleri çok seviyor ve tabii ki askerler de onu çok seviyor. Askerler, her gün sabah-akşam deyim yerindeyse “hayatta
olup olmadığını” bilmek ve komutanlarına rapor etmek üzere kontrole geliyorlarmış Ayşe Teyze’yi. 1963 olaylarını anlatması için kendisine soru sorduğumuzda, uzaklara dalıp “Size ne anlatıyım evlat?” demesi aslında çok şey anlatıyor bize. Sağlığı nedeniyle, eskiyi anlattırıp kendisini fazla hüzünlendirmek istemiyoruz. Ayşe Teyze’nin yanından ayrılıp KKTC Cumhurbaşkanlığı’na doğru yol alıyoruz.
Cumhurbaşkanlığı’nda Resmi Görüşmeler
KKTC’de ilk resmi görüşmemizi (Cumhurbaşkanı Derviş Eroğlu ile olan görüşmemizin İİT (İslam İşbirliği Teşkilatı) toplantısından ötürü iptal edilmesinden dolayı) Cumhurbaşkanı temsilcisi Gülfem Sevgili ile gerçekleştiriyoruz. Kendisi 1990-2010 yılları arasında KKTC Dışişleri Bakanlığı’nda görev yapmış; 2010 yılından itibaren ise KKTC Cumhurbaşkanlığında çalışmaya başlamış. Kendisi Rum tarafıyla yapılan müzakerelerde sürekli olarak görev almakta. Sevgili’ye göre, özellikle 1970’li yıllarda Rum tarafıyla ilişkiler iyice gerilmiş. O zaman Kıbrıs Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı
Adanın Kuzeyinden Kıbrıs Sorunu
Makarios çok zeki bir insan olduğundan Kıbrıslı Türkleri adadan yavaş yavaş topraklarını birkaç misli karşılığında satın alarak temizlemek istemiş. Ancak Yunanistan’ın aceleci davranıp bir anda tüm Türkleri adadan silme yönündeki müdahaleleri, Türkiye’yi adaya müdahale etme yolunda harekete geçirmiş ve neticede 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı gerçekleştirmiş. Harekâttan sonra ada kuzey ve güney olmak üzere ikiye ayrılmış ve kuzeyde yaşayan Rumların bir kısmı kendi istekleriyle güneye; güneyde yaşayan Türklerin bir kısmı ise yine kendi istekleriyle kuzeye göç etmişler(mübadele). 2004 yılında ise, adanın iki halk tarafından paylaşılmasını öngören ve zamanın BM Genel Sekreteri Kofi Annan tarafından hazırlandığı için literatüre “Annan Planı” olarak geçen plan gündeme gelmiş. Kuzey Kıbrıs’ta bu plana referandumda ‘evet’ çıkarken Güney Kıbrıs’ta plan halkoyuyla reddedilmiş. Bu durum, başta planın sahibi Annan olmak üzere dünya kamuoyunun Rumları ilk kez sert bir şekilde eleştirmesine yol açmış. Gülfem Sevgili “Biz atamayacağımı-
zı düşündüğümüz adımlar attık; iyi niyetli olmaya çalıştık. Bizden adım atmamızı istediler, attık ama hemen arkasından başka talepler geldi. Kıbrıslı Türkleri ekonomik, psikolojik olarak bıkkın duruma getirmek istiyorlar. En zayıf anımızda Rumlar bir şeyler talep etmek istiyor.” diyor. Ayrıca bir anekdot daha veriyor Sevgili “Rum bir Papaz, KKTC sınırları dahilinde olup da harekattan önce Rumlara ait olan ve savaş sırasında hasar gören binalar için ‘Türkler yapacaksa hiç yapılmasın, yıkılsın’ diyor.”
Bu zihniyetle çözüm ne yazık ki zor görünmekle beraber çok acı bir durum olarak yerinde saymaya devam ediyor. Aslında, şu an KKTC’de belki de daha önce hiç olmadığı kadar bir barış havası hâkim; ama iki taraf arasında büyük bir güven sorunu hala mevcut. Cumhurbaşkanı Temsilcisi Sevgili bu durumu şöyle ifade ediyor: “Rum tarafında
nel Merkezi’ne gidiyoruz. Tabi ki trafikte kayboluyoruz. Kıbrıs o kadar güzel ve tatlı sokakları barındırıyor ki içerisinde kayboldukça kaybolasınız geliyor. Sonunda CTP Genel Merkezine ulaşıyoruz. Özkan Yorgancıoğlu bizi makamında çok samimi bir şekilde karşıladı. Genel olarak konuşmasında hep yapıcıydı. Yorgancıoğlu’na göre, 1963 yılında kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti’nin Rum Lideri Makarios, anayasada 3 maddelik değişiklik yapmak istedi; bununla beraber Türkiye – Yunanistan arasında büyük sıkıntılar baş gösterdi. 1974 yılına gelindiğinde Türkiye, harekâtı iki taraf arasında bir uzlaşmaya varılsın diye yaptı ama bunun çok uzun yıllar sürecek bir soruna gebe olacağı hiçbir zaman öngörülemedi. Yorgancıoğlu’na göre; Kıbrıs’taki derin devlet yeni bir ortaklık kurulması konusunda istekli davranmadı. Tabi ki Kıbrıs Sorunu çözüm
sürecinde en ciddi görüşmeler Kıbrıs’ın AB üyeliği sürecinde ortaya çıktı. 2000’den sonra bu süreç çok hızlandı. AKP, iktidar olana kadar; Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti Rauf Denktaş’ı destekledi. Ama daha sonra Türkiye çözümden yana tavır alıp Denktaş’ı desteklemekten vazgeçti. Buradaki muhalefet Kıbrıs sorununun çözülmesi gerektiğini savundu; uluslararası hukukun içine dâhil olmak istedi. Ana muhalefet lideri sözlerine şöyle devam ediyor: “Ama burada da acıdır
ki; Türkiye KKTC’yi tanıdığını söylemesine rağmen tam olarak tanımıyor. Şöyle ki; KKTC Cumhurbaşkanı veya Başbakan’ı Türkiye’ye gittiğinde Azerbaycan Devlet Başkanı gibi karşılanmıyor. Dünya’da ise zaten Rum tarafı ile Türk tarafı arasında eşitlik gözetilmiyor. Ama en azından Türkiye temsili olarak buna özen gösteriyor mu ki; Türkiye, KKTC konusunda bunu diğer
Kıbrıs Türkleri’nde olduğu kadar demokratik ortam yok. Her şeyi konuşmazlar. Bizde herkes fikirlerini söyler, tartışır. Bizim tarafımızda herkes Annan planını konuştu, tartıştı. Rumlarda bu olmadı. Rum tarafında bu tartışılmadı. İki taraf arasında güven problemi çözülmediği sürece hiçbir şey çözüme ulaşmaz.” Bu sözlerden de Kıbrıs’ta
çözüm için öncelikle tarafların birbirine güven duyması yönünde adımlar atılmasının gerekli olduğu açıkça anlaşılıyor.
Siyasi Partilere Ziyaret
Gülfem Sevgili’nin ardından Ana Muhalefet Partisi Cumhuriyetçi Türk Partisi (CTP-BG) Genel Başkanı Özkan Yorgancıoğlu ile görüşmek üzere CTP-BG Ge7
Onur Reha YILDIRIM
devletlerden beklesin? KKTC’ye doğrudan sadece Türkiye’den uçak olduğu için her alanda Türkiye’ye bağlı yaşamak zorunda kalıyor. Bu bağlamda turizmde ekonomik sıkıntılar yaşanıyor. Avrupa’dan gelecek olan turistler açısından sıkıntılı bir aktarma süreci yaşanıyor.Türkiye burada etkin olmak isterse yardımcı olmak, sorunu çözmekle yükümlüdür. Türkiye, ne yazık ki Kıbrıs sorunuyla ilgili gel-gitler yaşıyor. Fenerbahçe burada maç dahi yapamıyor. Çünkü yapması halinde Türkiye’ye uluslararası müsabakalardan men cezası alma riskiyle karşı karşıya kalıyor.”
Gelelim Rum kesimine… Rumlar uluslararası camiada tanındıkları için ekonomileri doğal olarak gelişmiş durumda ama son bir buçuk yıldır Yunanistan’daki krizden Rum kesiminin de etkilendiğini görüyoruz. Uzun görüşmelerin ardından AB ve IMF ile anlaşmaya varan Rum Kesimi Lideri Nikos Anastasiadis, kurtarma planı için “acı verici,
fakat ekonominin çökmesinin önüne geçmek için gerekli” olduğunu söyledi. Öte yandan
Güney Kıbrıs bankalarının mevduat ödemesinde yaşadığı büyük sıkıntılar basına yansıdı. Bütün bunlardan Güney Kıbrıs Rum Yönetimi, ekonomik açıdan en yakın komşusu KKTC’ye biraz daha fazla ihtiyaç duyacağı
8
yönünde bir yorum yapılabilir. Zaten çözümün ekonomik sıkıntıların sonucunda geleceğini düşünmek yanlış olmaz. KKTC’deki fazla para Türkiye’de, GKRY’deki fazla para Yunanistan’da değerlendiriliyor; böylece her iki yönetimin de farklı bir devlete bağımlı olduğu açıkça görülüyor. Güney Kıbrıs’ta en önemli sıkıntıların başında kilisenin etkin olarak siyasete karışması olarak görünüyor. İki kesim arasında barış olmasına geçmişten günümüze kadar karşı çıkan kilise, doğalgazın en akıllı yolunun Türkiye üzerinden gitmesi gerektiği açıklamasını yapıyor. Kilisenin bu açıklaması, Güney Kıbrıs’ın ekonomisi bozuldukça KKTC ve Türkiye’ye olan bağımlılığı artacağını gösteriyor. Ancak bu noktada, Türkiye’ye büyük iş düştüğü Kıbrıslı siyasiler tarafından özellikle vurgulanıyor. Geçen yıl, KKTC’den Türkiye’ye ihraç edilen portakallar, Türkiye’nin Gümrük Birliği Anlaşması’nın tarafı olduğu gerekçe gösterilerek Mersin Limanı’ndan geri gönderilmiş. Türkiye, KKTC’ye piyasalarını açmazsa, ithalat yapmazsa KKTC ekonomisinin kötüye gideceği ve Güney Kıbrıs ile arasındaki sorunların çözümünün zorlaşacağı öngörülebilir.
Kıbrıs’taki temaslardan edindiğimiz izlenime göre halkın hemen hemen hepsi Rumlarla eşit bir şekilde ama ayrı devletlerde yaşamak istiyor. Türkiye’ye bağlanma gibi bir istekleri genel olarak yok. Tüm dünya tarafından tanınan bir Kıbrıs Türk Devleti’nde yaşamak, Kuzey Kıbrıs halkının en büyük hayali olarak karşımıza çıkıyor. Ancak, son zamanlarda Kıbrıs’ın Türkiye’nin gündeminden düşmesi ada halkı tarafından üzüntüyle karşılanıyor. Ama gerek siyasiler gerekse halk Türkiye’nin “çözüm süreci” gibi kendi önceliklerinin olduğunu da kabul ediyorlar. KKTC’nin güvenlik güçleri hakkında Özkan Yorgancıoğlu’nun yorumları kayda değer: “Burada, askerlerin başındaki komutan Türkiye’den atanır. Asker ve polis teşkilatlarının atamalarını bu komutan yapar. Komutanın Türkiyeli bir komutan olma zorunluluğu var; zira eğer Kuzey Kıbrıslı bir komutan olursa askerin başında, geçmişteki acılardan dolayı Rum kesimine karşı bir savaş tehlikesi oluşturabilir. Bütün bunlar aksayan yanlardır ve bizi dünyada komik duruma düşürür. Sivilleşmenin, demokratikleşmenin olması gerekmektedir. Kıbrıs Türkiye’den biraz daha fazla para almak
Adanın Kuzeyinden Kıbrıs Sorunu
için Türkiye’nin her dediğini yaparsa orda sakatlık olur.” Son olarak Ana Muhalefet
Lideri’nden Kıbrıs Sorunu’nın çözümüne ilişkin görüşlerini alıyoruz. Yorgancıoğlu bu konuda, Kıbrıslı Türklerin de temsil edildiği polis, mahkeme, eğitim ve sağlık konularında ayrı olan federal bir sistemin tesisi, Kıbrıs Sorunu’nun çözülmesinde büyük rol oynayacağını söylüyor. Özkan Yorgancıoğlu ile yaptığımız görüşmenin ardından, merhum Rauf Denktaş’ın oğlu ve Demokrat Parti Genel Başkanı Serdar Denktaş ile görüşmek üzere DP Genel Merkezine gidiyoruz. Kendisiyle çok samimi bir havada yaklaşık 3 saatlik uzun bir görüşme yapıyoruz. Denktaş, Kıbrıs sorununu anlatmaya, 1955’te Kıbrıslı Rumların kurduğu silahlı örgüt EOKA ve 1958’de Kıbrıslı Türklerin kurduğu silahlı örgüt TMT(Türk Mukavemet Teşkilatı)’den bahsederek başlıyor. O dönemde birçok yer altı örgüt ile Kıbrıslı Türkler kendilerini savunmaya çalışmışlar. Adnan Menderes döneminde “Kıbrıs Türk’tür, Türk kalacak” sloganı, devlet politikası haline gelmeye başlamış ve Kıbrıslı Türklerin Rumlardan ayrılması olarak adlandırılan “taksim”i gerçekleştirmek için çalışmalar yapılmış. Dr. Fazıl Küçük ve sonra Rauf Denktaş: “Türkiye’nin milli çıkarları, Kıbrıs’ın milli çıkarlarıdır, bu bağ kopmamalı” şeklinde ağız birliği etmişler. “Taksim” fikri aslında
temelde buradan çıkmış. Serdar Denktaş’a göre, ilk zamanlarda Dr. Küçük’ün ve babası Rauf Denktaş’ın hedefi, bağımsız bir devlet kurmak değildi. Aksine Kıbrıs’ı Türkiye’ye bağlanmaktı. Daha sonra “Kıbrıs Türk’tür, Türk kalacak!” düşüncesinin ortaya çıkması ve bunun devlet politikası haline gelmesiyle “Taksim” fikri yerleşmeye başladı. Taksim konusunda, İngilizler EOKA ve TMT ile uğraşmaktansa geri çekilmeyi seçtiler ve EOKA ile İngiltere arasında sıkıntılar büyüdükçe, İngiltere geri adım atma kararı aldı ve zorlama ile de olsa “Kıbrıs Cumhuriyeti” kuruldu. Aslında ne Kıbrıslı Türklerin, ne Rumların böyle bir isteği vardı. Zaten Kıbrıs Cumhuriyeti’nin yalnızca 3 yıl sürmesi aslında bu cumhuriyetin tarafların isteği dışında bir zorunluluktan ötürü kurulduğunu gösterdi. 1970’li yıllarda Kıbrıslı Türkler ile Rumlar arasında enteresan olaylar gerçekleşiyor. Türkiye’nin birkaç kez adaya çıkarma yapma girişiminde bulunup daha sonra vazgeçmesi üzerine Rumlar, Türkçe olarak “Bekledim de gelmedin!” şarkısını Türklerin duyabileceği şekilde Türk kesimlerine doğru yüksek sesle çalıyorlar. Tükler de tabi ki bu psikolojik harp karşısında boş durmuyor. “Bir gece ansızın gelebilirim!” şarkısını çalıyor Rum bölgelerine doğru. Sonunda Türk-
lerin beklediği tarih geliyor, yani 20 Temmuz 1974. Ama yine garip ve bir o kadar gülünç bir durum yaşanıyor. O yıllarda Kıbrıs ile Türkiye arasında saat farkı var. Kıbrıs saati Türkiye’den 1 saat ileri. Rauf Denktaş, Türkiye’nin adaya çıkarma yapacağı gün Türkçe ve Rumca olarak sabah saat 05.00’da çıkarmanın o an yapıldığını ilan ediyor. Bu ilanı duyan ve adeta şok olan Rumlar sokaklara çıkıyorlar ama ne gelen var ne giden… Rumlar doğal olarak sevinç naraları atıyor, Kıbrıslı Türklerde büyük bir moral bozukluğu ve tabi ki yine “bekledim de gelmedin” şarkısı her yanda çalınmaya başlıyor. Ama her şey Kıbrıslı Türkler için 1 saat sonra değişiyor. Yani 1 saatlik fark, yine enteresan bir durum yaşanmasına sebep oluyor. Bu anekdotun ardından soruna ilişkin son olarak şu tespiti yapıyor Denktaş, “Kıbrıs sorununun çözümü siyasi değil, ekonomiktir.” Ertesi gün öğle saatlerinde KKTC 2.Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat ile görüşmemizi gerçekleştirmek üzere tekrar Girne’deki otelimizden Lefkoşa’ya doğru yol alıyoruz. Talat’ın Lefkoşa’da bulunan çalışma ofisine gidiyoruz. Mehmet Ali Talat bilindiği gibi 2005-2010 tarihleri arasında KKTC’de cumhurbaşkanlığı yaptı. Geçmiş dönemlerde Başbakanlık gibi devletin birçok kademesinde bulundu. Sözlerine Kıbrıs Barış Harekatı ile başlıyor, “Eğer darbe olmasaydı, bu müdahale olmazdı. Türkler ve Rumlar bunu birlikte yapabilir miydi? Eğer bir arada yaşamayı benimseyen liderler olsaydı, Türkler ile Rumlar beraber yaşayabilirdi. Böyle bir anlayış liderlerde yoktu. 1974 Harekâtı’ndan kaçınılabilir miydi? Belki evet, ama 1974 Harekâtı Kıbrıslı Türkleri eriyip yok olmaktan kurtaran bir olaydır. Ama ondan sonrası çok doğru yönetilememiştir.” Talat’a göre, bundan
yüzünden biraz sıkıntılı oldu. Oyalanarak, yavaş yavaş giderek mevcut durum yasal hale getirilmeye çalışıldı. KKTC’nin siyasal statüsünün “De facto devletten”, “De jure devlet”e dönüştürmek yani fiili devleti hukuken de meşru hale getirmek için zaman geçmesinin gerektiğine inanıldı ama yanlış adımlar atıldı. Tanınmak isteyen devletler uzlaşmacı politika izledi. Ama Türkiye ve KKTC durumu bu şekilde algılayamadı. Uluslararası arenada, uzlaşmacı ve yumuşak bir söylem kullanılmadı. Başka devletler tarafından tanınmak için gereken uzlaşmacı tutum, yapıcı söylemler geliştirilmedi. Dolayısıyla KKTC Türkiye dışında hiçbir devlet tarafından tanınmadı. Mehmet Ali Talat, Kıbrıs sorununun çözümü için iki tarafın liderlerine büyük iş düştüğünü ve müzakerelerden asla vazgeçilmemesi gerektiğini ifade ediyor. Müzakerelerde de gerek Türk tarafının gerekse Rum tarafının bazı noktalarda tavizler vererek bir orta yolun tesis edilmesinin önemi üzerinde duruyor. Bir devletin kendi çıkarlarından taviz vermemesinin çok normal bir devlet politikası olduğunu da tamamen kabul ettiğini vurguluyor, ancak mevcut durumun ne adanın kuzeyine ne de güneyine bir yarar getirdiğini de belirtmek istediğini söylüyor. Talat son olarak federatif bir yapının sorunun çözümünün tek yolu olduğunu ifade ediyor. Kıbrıs sorununun çözümü, Türkiye’nin AB üyeliği yolundaki ilerlemesini durdurmak için bahane olarak kullananların elindeki en büyük kozun bitmesine yol açacaktır. Yerinde inceleme fırsatı bulmadan önce bu sorunun artık tek devlet içerisinde çözüleceğini düşünürken artık bu durumun tek devlet çatısı altında olacağını düşünmüyorum. En azından tamamen iki ayrı devlet ve üst yapıda eşit temsil edilen bir çatı devlet olarak tabir edebileceğimiz bir sistemin gelmesi halinde sorunun çözülebileceğine inandım. Adada yaşayan tüm halkın yaşam standartlarından memnun olduğunu görmek biraz garip geldi; çünkü adada bir çözümsüzlük durumu hakim. Güney, AB üyesi olmasına rağmen yine de krizlerle boğuşurken kuzey uluslararası otoritelerce devlet olarak bile görülmediğinden dolayı tüm dünyadan adeta izole olmuş durumda. Temennim bu karmaşanın en kısa sürede bitirilmesi yönündedir. onurreha@gbi.org.tr
*Bu yazı, Genç Barış İnisiyatifi olarak düzenlediğimiz “Kıbrıs Sorunu Saha Çalışması”na katılan GBİ Barış Aktivistlerinin, çalışmalar esnasında aldığı notlar ve ses kayıtlarından derlenmiştir.
sonrası Türk dış politikasının dar görüşü
9
Merve AKSU
“Avrupa Birliği, Avrupa Birleşik Devletleri’ni oluşturma projesidir.” (Koç, 2001:4)
Avrupa’nın Dünü, Bugünü ve Yarını Merve AKSU
Avrupa Birliğine giden süreç olarak Avrupalılaşma
Avrupa devletleri arasında çıkan savaşları önleme fikri, reformasyon hareketlerinin hızlanmasıyla gelişen sekülerleşme kavramının, Avrupa’nın merkezinde dengeyi sağlayan din olgusunu zayıflatarak, Hristiyanlığın önemini arka plana atmasıyla başlamıştır. Çapan ve Beşgül’ün ifadeleriyle “Hıristiyanlıktan kesin bir kopuş olmasa da, “Avrupa” farklı kavramları da çağrıştırmaya başlamış ve bu değişikliğin kökeninde, kavramın sekülerleşmesi yatmıştır.”(Çapan ve Beşgül, 2009:23) Aydınlanma dönemiyle birlikle önem kazanan bilim ve rasyonalizmin temelinde yer alan akılcılık teorileri, kilisenin merkezi otoritesini zayıflatarak, devletlerin kendi çıkarları doğrultusunda siyasi birliklerini muhafaza etmeleri için alternatif çözüm önerileri geliştirmelerinde itici bir güç olmuştur. Zamanla gelişen milliyetçilik akımları ve sekülerizm kavramının giderek önem kazanması, Fransız Devrimi’nin yarattığı kanlı ortamda filizlenirken, Avrupa devletleri hem kendi sınırları içinde hem de sınırları ötesinde ittifak arayışlarına girmiş; eski düzeni sağlayan Hristiyanlık fikrinin yerine Avrupalılaşma kavramını benimsemişlerdir. Milliyetçilik akımlarının güçlenmesiyle tetiklenen ve “Avrupa’nın İç Savaşı”(Çapan&Beşgül 24)olarak tanımlanan Birinci Dünya Savaşı’nın yarattığı ekonomik ve siyasi krizler, yeni Avrupa projelerinin geliştirilmesinde etkili olmuş; devletler kendi çıkarlarını korumak ve bozulan yapıyı 10
yeniden inşa etmek için yeni güç dengeleri aramaya başlamışlardır. Bu projelerin temelinde yer alan görüş başlangıçta, Avrupa devletleri arasında dayanışma fikrine dayandığından coğrafi sınırlamalara maruz kalmış (Çapan ve Beşgül, 2009:24) ve savaşın getirdiği ekonomik yıkımlara çözüm önerisi getirmekten ileriye gidememiş; fakat bir “Avrupalı olma” bilincinin uyanmasında etkili olmuştur. İki savaş arası dönemde uluslararası barış pratikleri 1920 yılında kurulan Milletler Cemiyeti ile birlikte denenirken, Birinci Dünya Savaşı’nın etkileri Avrupa devletleri arasında, coğrafi bir bütünleşmenin yanısıra siyasi ve ekonomik bir entegrasyona da ihtiyaç duyulduğu endişesi yaratmıştır. Bu çabaların işlevsizliği, 1939 yılında hem Birinci Dünya Savaşı sonucunda yapılan anlaşmaların barış ve adalet kriterlerini sağlama bakımından yetersiz olması hem de Çapan ve Beşgül’ün belirttiği gibi, Almanya’nın ideolojik kutuplaşmaya dayanarak komünizmi tehlike olarak görmesi(2009:26) sonucunda Sovyetlere savaş açmasıyla doğrulanmıştır. Dünyanın tanık olduğu bu iki savaş, devletleri ekonomik, siyasi, kültürel ve etnik kökenli bir çatışmaya sürüklediği için barış ortamını yaratacak ve sürekliliğini sağlamlaştıracak çeşitli kurumlar görünür hale gelmiştir.
Avrupa Konseyi Barış Perspektifi
İkinci Dünya Savaşı sonrasında önem kazanan demokrasi ve insan hakları kavramları ile Avrupa Konseyi, etkisini geniş bir
coğrafi bölgeye yayarak Avrupa Devletleri arasında bütünleştirici bir yapı olarak karşımıza çıkmaktadır. 1949 yılında kurulan Avrupa Konseyi; çoğulcu demokrasi anlayışını benimseyerek, insan hakları ve hukukun üstünlüğü prensiplerini geliştirmek, Avrupa’nın kültürel çeşitliği ve kimliğini destekleyerek, azınlıklara karşı yöneltilen ayrımcılık, yabancı düşmanlığı, hoşgörüsüzlük, terörizm, insan kaçakçılığı, organize suç gibi ulusal ve ulus-üstü barış bariyerlerine neden olacak sorunlara çözüm üretmek amaçlı varlığını anayasal reformlara dayandıran bir kurumdur (Akyüz, 2009:57-58). Evrensel insan haklarının önemini, amaçları arasında belirten Konsey, vatandaşların iç hukuk yollarının tümünü tükettikten sonra başvuru yapabildikleri ulus-üstü bir kurum statüsüne sahip olan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ni de bünyesinde barındırmaktadır. Bu bakımdan Avrupa devletlerine karşı bağlayıcı yetkiye sahip bir kurum olan Konsey, ulus-devletlerin kendi rızasıyla otoritelerini ve egemenlik alanlarının bir kısmından feragat ederek, Avrupa devletleri tarafından tanınan egemen bir güçtür. Konsey bu bakımdan barış tanımını genelden özele taşımış, uluslararası alandan ulusal alana hatta vatandaşlara kadar indirgeyerek kişilere insan hakları çerçevesinde güven ve garanti vermeye çalışmıştır. Ulusların, uluslararası hukukun üstünlüğünü tanımasına somut bir örnek teşkil eden Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ve Avrupa Konseyi’nin varlığı, insan hakları
Avrupa’nın Dünü, Bugünü ve Yarını
ve barış değerlerinin pekişmesi bakımından gerekli bir örgüt yapısı olarak kabul edilebilir. Ancak bu kurumlar, ulus-devletlerin iç işlerine karışabilme yetkisine sahip olmaları dolayısıyla ulus-devletler tarafından varlıklarına tehdit oluşturdukları düşüncesiyle eleştirilmiştir. Fakat bu noktada belirtilmelidir ki demokrasi, insan hakları ve barış teorilerinin sürekliliğini muhafaza etmek açısından ulus-üstü kurumlara ihtiyaç vardır. JeanJacques Rousseau’nun ortaya attığı toplum sözleşmesi, nasıl ki vatandaşların toplumun ortak çıkarları doğrultusunda devlet otoritesine karşı bir takım özgürlüklerinden ödün vermelerini gerektiriyorsa, uluslar da uluslararası barışın ve genel iyinin sağlanması adına ulus-üstü kurumların varlığını tanıyarak bir anlaşmaya varma sorumluluğu taşıdıkları düşünülebilir. Rousseau’ya göre, toplum üzerindeki otoritenin kaynağı ne genellikle söylendiği gibi “en güçlünün haklılığıdır” ne de aynı ölçüde itici olan “fetih hakkı”dır. “Özgür ve eşit insanlar için toplum halinde yaşamaya başlamanın bir tek yolu vardır: kendi aralarında bir “toplum sözleşmesi” yapmak,yani serbestçe razı olunan bir birliktelik kurmak.” (Soysal, 2003:72)Bu bakımdan, ulus üstü organların, devletler tarafından meşruluğunun benimsenmesi, birlik adına devletlerarası hukukun daha etkin bir şekilde yürümesini sağlayarak, millet statüsündeki toplulukların bir arada karşılıklı menfaatleri doğrultusunda işbirliği ile hareket etmelerini sağlayacaktır. Konuyu başka bir perspektiften ele alacak olursak, ulusların, kendi iradeleri dışında ortak faydaya ulaşma adına ulus-üstü kurumlara verdikleri otorite kurma yetkisi, bazen ulusların karar alma mekanizmalarında yer alırken çoğunlukçu yapıyı andırmaları dolayısıyla her ne kadar demokrasinin olmazsa olmazı çoğulculuk prensibinden sapma olarak değerlendirilmeye açık olsa bile, Avrupa kimliğinin oluşması ve birlik içindeki düzenin korunması adına faydacı bir yaklaşımdır. Ancak diğer taraftan, Avrupa kimliğinin oluşması adına sonraki yıllarda tesis edilen bir kurum olan Avrupa Birliği’ne üye devletler, bu birliğin kendi varlıklarına bir tehdit oluşturduğunu düşünüp çeşitli karar alma mekanizmalarında Avrupalılaşma ve Avrupa bilinci yaratma çabalarına olumsuz bir duruş sergilemiştir. Birliğe üye devletlerin zaman içinde kendi varlıklarının tehdit altında olma endişesi taşıyarak örgütün aldığı kararlara karşı tutum sergilemelerine örnek olarak, İngiltere’nin birliğe üyelik başvurusuna vetoyla karşılık veren Fransa’yı gösterilebilir. Bununla birlikte, 1994 yılında Avrupa Birliği’ne katılımın halkoylamasına sunulması sonucunda olumsuz yanıt alan Norveç (Yiğit, İnanç ve Güner, 2007:84), birliğin
Avrupa Birliği’nin başlarda geliştirdiği “Avrupa” projesi kapsamında coğrafi sınırlamalar, genişleme süreci kapsamında yerini başka unsurlara bırakmıştır. Ekonomik bir birlik olarak hayata geçen topluluk, varlığını muhafaza edebilmek ve sürdürülebilir bir kimliğe bürünmek adına siyasi yapılanmaya gitmiş; ulus-üstü bir organ olma vasfıyla, aday ülkelerin hareket etme alanlarını, ülkeler arası koordinasyonu ortak çıkarlar etrafında şekillendirmek için kısıtlamıştır. Bu bakımdan çeşitli ülkeler tarafından kendi ulusdevlet kimliklerine tehdit bir yapı olarak görülmüş ve egemenlik alanlarını daralttığı için eleştirilmiştir.
Birlik üye ülkeler arasında entegrasyonu sağlayabilme ve sıcak ilişkiler kurmalarını sağlayarak uluslararası barışa katkı sağlayabilmesi için; ulusların varlıklarının tehdit altında olmadığını gösterecek ve bu fikrin doğruluğunu onlara kanıtlayacak inandırıcı müzakere teknikleri bulmaları gereklidir. Aynı zamanda Birliğin genişleme sürecinde izlediği politikalarda coğrafi bakımdan kıta aşımı alanlara yönelmesi dikkat çekmektedir. Bu hem çok farklı kültürlere sahip olan insanların bir araya getirilmesi olarak değerlendirilebileceğinden ;“Avrupa Projesi” olarak başlatılan akımda rota değişikliği olarak değerlendirmeye açık olabilirken, hem de tartışmaya çok açık olan ve vatandaşlar tarafından sorgulanan din olgusunun Avrupa’da baskın olan Hıristiyanlık dininden farklı olmasıdır. Bu gerçekleştiğinde, şu an ütopik olarak görünen fakat ileriye yönelik yeşil ışık yakan dünya vatandaşlığı fikrine yakınlaşılmış olacaktır. Bunun için ise, ülkeler arası “farkındalık rekabeti” çalışmalarının başlatılıp, vatandaşlara uluslararası birlik ve beraberlik şuurunun aşılanması gereklidir. Bu şekilde farklı millete, etnik kökene sahip olan, farklı dili konuşan, farklı inanca mensup ve farklı kültürlere ait olan bireylerin barış ortamında yaşayabilmelerine imkân tanınacaktır. Bu görüş, farklı etnik kökene mensup kişilerin ayrımcılığını hedefleyen ve farklı kültürlerin ortak bir potada erimesini (melting pot) destekleyen bir öneri değildir. Bu düşünce, insan zihinlerine sonradan yerleştirilen ve dünya haritası üzerinde soyut çizgilerle sınırlar yaratan savaşların, bunun sonucunda oluşan gruplaşmanın ve kökten milliyetçiliğin aşılması gerektiğinin dünya barışına ulaşmak adına bir kıstas olduğu inancıdır.
Avrupa Birliği Sürecinde Atılan Adımlar
varlığının vatandaşlar tarafından içselleştirilemediğinin kanıtı olarak ifade edilebilir. Yakın dönemde gündeme gelen İngiltere’nin Avrupa Birliği üyeliğinin gelecek yıllarda referanduma sunulması ve bazı üye devletlerin kabul edilen ortak para birimi yerine kendi ulusal para birimlerini kullanması gibi örnekler de birliğin mevcut yapısının, birlik ve bütünlüğünün tehlikede olduğunun sinyallerini vermektedir. Ulus-üstü kurumların uluslar üzerinde uyandırdığı müdahaleci yapıları, Birliğin ortak para birimini kabul ederek ulus-devlerin varlığı konusundaki belirsizlik ve Birliğe üye olan ülkelerin bölgesel kalkınma düzeylerindeki farklılıkların yarattığı bölgeler arası eşitsizlik, Birliğin varlık amacının işlevselliğini düşündürmenin yanında, Birliğe üye olma konusunda hevesleri kırmıştır.
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, ortaya çıkabilecek herhangi bir savaş tehdidinin önünü kesmek ve milletler arası kalıcı barış ortamı yaratmak için ortaya atılan barış teorileri ilk olarak ülkeler arası ekonomi temelli yapılan anlaşmalara dayanmaktaydı. Bu girişimin başlıca sebebi, ekonomik istikrarın, güvenlik önlemlerini güçlendirerek, ülkeler arası işbirliğini arttıracağı ve çatışma ortamını engelleyeceği yönündeydi. Ülkeler arası ekonomik entegrasyonun olması gerektiğini savunan ve bunun Avrupa arasında dayanışma ve işbirliğine gidecek olan sürecin başlangıcı olarak gören Jean Monnet, Avrupa Birliği kültürünün öncülerinden kabul edilebilirken, atılan adımların sadece ekonomi temelli olması kültürler arası çatışmanın önüne geçmede yetersiz kalmıştır. 11
Merve AKSU
Bu görüşlere paralel olarak, dönemin önemli kaynakları arasında yer alan kömür ve çeliğin karşılıklı transferini sağlayacak olan Avrupa Kömür Çelik Topluluğu, Monnet tarafından hazırlanan (ABGS, 2011:1), Fransa Dışişleri Bakanı Robert Schuman tarafından 1950 yılında deklare edilen Schuman Planı’na dayandırılıyordu(Çapan ve Beşgül, 2009:28). Monnet’in ortaya attığı, Schuman’ın pratiğe döktüğü ülkelerarası ekonomik işbirliğine dayanan ve Avrupa Kömür Çelik Topluluğu olarak şekillenen süreç, öncelikle Fransa-Almanya arasındaki ilişkilerin yumuşamasına ortam hazırlayarak diğer Avrupa ülkelerinin de topluluğun içine girmesine fırsat veriyordu. Fakat zamanla bu işbirliğinin sadece kömür ve çelik ile sınırlı kalmasının ilişkilerin istenilen boyuta gelmesinde yeterli olmadığının düşünülmesi, Benelüks (Belçika, Holanda, Lüksemburg) ülkelerinin topluluğa katılması geniş çapta bir ekonomi işbirliğinin öncülüğünü yapan Avrupa Ekonomi Topluluğu’nun oluşumuna zemin hazırladı.(Marangöz, Sarıca ve Uymaz, 2005:1) 1957 tarihli Roma Anlaşması’na dayanan topluluk, sermaye, mal ve insanların Avrupa sınırlarında bariyerlere uğramadan serbestçe dolaşımını sağlarken, topluluğun kurulma amaçları arasında vatandaşlara yüksek yaşam standartları sunarak, ekonominin canlandırılması yer alıyordu.
Ekonomi Topluluğundan Siyasi Topluluğa Geçiş Denemeleri
Avrupa Birliği’nin doğum belgesi niteliğinde görülen ve Avrupa Ekonomik Topluluğu’nu, Avrupa Topluluğu şeklinde değişime uğratan Maastricht Anlaşması, 1 Aralık 1993 tarihinde yürürlüğe girmiştir. (Eliçin, 2011:45) Topluluğun yeniden yapılanma süreçlerini hızlandırmasındaki temel nedenlerinden biri, Birliğin içinde yer alan halkların kurumun işlevselliğine olan inan12
cındaki azalmayla, desteklerini geri çekmeleri ve Topluluğun ekonomik birlik dışında siyasi entegrasyonun “Avrupalılaşma ve Avrupa’ya ait olma” bilincinin yayılacağı öngörüsüdür. Ekonomik entegrasyon, serbest ticareti kolaylaştırarak, ülkelerarası piyasa koşullarını canlandırmış, fakat kurumların halka inmeyi başaramaması, topluluğun meşrulaştırılmasında ve benimsetilmesinde etkin rol oynayamamasına neden olmuştur. Arsava’nın belirttiği gibi, “Avrupa’ya aidiyet, onun kültürel kimliğini paylaşmakla olur.”(Arsava, 2001:35) Topluluğu güçlendirmek adına yapılan siyasi entegrasyona geçiş çabalarında; belediye ve Avrupa Parlamentosu seçimlerinde seçme-seçilme hakkı, yurttaşların Birlik ile çıkabilecek olan herhangi bir anlaşmazlıkta arabulucuya (ombudsman) başvurma hakkı, Avrupa Parlementosu’na dilekçe hakkı gibi olanaklar, Avrupa yurttaşlığı kapsamında birliğin Avrupa Topluluğu’na geçişi sırasında tanınmıştır.(Eliçin, 2011:45) Bu şekilde vatandaşlar karar alma mekanizmalarına daha etkin bir şekilde dahil olabileceğinden ve Birlikle kurdukları sıcak temaslar dolayısıyla, Birliğe olan aidiyet hissinin artacağı düşünülmüştür. Bütün bu atılan adımlar, verilen haklar, siyasallaşma sürecinin hızlanması; Birliğin sürekli artan nüfusu ve Birliğe yeni katılımların olmasından dolayı, Maastricht Anlaşması istediği yankıyı uyandıramamıştır. Genişleme sürecinin neden olduğu meşruiyet krizleri, şimdiki üye sayısı 27 olan Birliğin içinde çatlaklar oluşmasına ve Avrupa Birliği varlığının tartışılmasına yol açmıştır. İlk genişleme denemeleri dünyayı da önemli ölçüde etkileyen petrol krizinin olduğu yıllarla aynı dönemde olan; İngiltere, İrlanda ve Danimarka’nın yer aldığı 1973 denemesidir. Petrol krizinin neden olduğu ekonomik bunalımdan, Avrupa’nın çeşitli bölgeleri farklı şekillerde etkilenmiş; bölgeler arası sınıflandırma statüsüne konu olan az gelişmiş- gelişmiş bölgelerde oluşan ekonomik farklılıkların giderilmesi için çözüm olarak, Birliğin bölgesel kalkınma politikası olması gerektiği yönünde bir eğilim ortaya çıkmıştır(Marangöz, Sarıca ve Uymaz, 2005:2). Özellikle Birliğin genişleme sürecinde karşılaşacağı, ekonomik yönden olumsuz sonuçlar doğurabilecek girişimlerin önüne geçebilmek ve üye ülkelerin ve vatandaşların hayat standartlarında pozitif etki sağlayarak sempatisini kazanabilecek bir kurum olma çabası için Bölgesel Kalkınma Politikası kayda değer yeniden yapılandırma modeli olarak gösterilebilir.
Birliğin Genişleme Süreci ve Gündem 2000
Derinleşme sürecinin ilk ayağı olarak İngiltere, İrlanda ve Danimarka üye olmak adına 1961 yılında Birliğe başvurmuş olmasına rağmen, İngiltere’nin bu talebi, dönemin Fransa Cumhurbaşkanı De Gaulle’ün orta-
ya attığı; ülkenin Kıta Avrupa’sından farklı oluşu, ekonomik yönden yeterli güce sahip olmaması ve ülkenin askeri ve diplomatik bakımdan Amerika Birleşik Devletleri’ne bağımlı olmasından dolayı, Birliğin gelişimini engelleyicini öne sürmesi ve veto etmesi sonucunda, İngiltere’nin başvurusu De Gaule’ün cumhurbaşkanlığından istifa ettiği döneme kadar kabul edilmemiştir (AB’ye Genel Bakış n.d. s.25). Birlik ilk genişleme denemesini İngiltere, İrlanda ve Danimarka’yı kapsayacak şekilde 1973 yılında yaptıktan sonra; ikinci genişleme sürecine Yunanistan, İspanya ve Portekiz’i dahil etmiştir. Genişleme ile birlikte, aday ülkelere uygulanması gereken bir takım kriterlerin kaçınılmaz olduğu konusunda karar alan Birlik, 1993 yılında düzenlenen Kopenhag Zirvesi’nde bir yandan üye olmak isteyen ülkelere, yerine getirmeleri gereken şartları belirterek kontrolü bünyesinde toplarken, diğer yandan da bu kriterler aracılığıyla kendi kimliğini tanımlamış olmuştur.(Öztürk ve Akgöz, 2012:445) Ekonomik yönden pek parlak olmayan doğu ve orta Avrupa ülkelerinin üçüncü genişleme kapsamında, Birliğe üye olma yönündeki taleplerinin yaratabileceği sorunlar dahilinde “(...)24-25 Mart 1999’da Berlin’de toplanan AB Konseyi 2000-2006 dönemindeki politikaların temelini çizen ve Gündem 2000 olarak bilinen belgeyi kabul etmiştir.”(Marangöz, Sarıca ve Uymaz, 2005:3) Gündem 2000, 1997 senesinde gerçekleştirilen Lüksemburg Zirvesi’ne kadar uzanırken; gündemde yer alan konular arasında, bölgeler arası eşitsizliklerin azaltılması, ekonomik yönden dezavantajlı olan bölgelere yönelik mali yardım ve bölgesel otoritelerle kurulacak olan işbirliğinin artması gibi maddeler yer almaktadır. Avrupa Birliği’nin, Kopenhag Kriterleri ile başlattığı ve aday ülkelerden üye olmaları için yerine getirmelerini istedikleri alanlara baktığımızda, bu kapsamlar sosyal, siyasi ve ekonomik bir çerçevede geniş bir şekilde oluşturulurken; demokrasinin gelişmesi, hukuk üstünlüğünün korunması ve ekonomik refahın sağlanması gibi alt başlıklarla Birliğin “sürdürülebilirliliği” hedeflenmiştir.
Avrupa Birliği ve Yönetişim
Avrupa Birliği, kendi meşruiyetini üye devlet halkları nezdinde yeniden kazanmak, vatandaşlar ile birlik arasında oluşan ilişkiyi güçlendirmek, birliğin genişlemesinin neden olduğu krizlerin önüne geçmek için bir takım yeniden yapılandırma faaliyetlerine başvurmuştur. “Avrupa yönetişimi, hem karar mekanizmalarının daha demokratik bir yapıya büründürecek, hem de 27 üyeye ulaşan Birliğin etkinliğini ve rekabet gücünü arttıracak bir araç olarak sunulmuştur.”(Eliçin, 2011:45)
Avrupa’nın Dünü, Bugünü ve Yarını
Yönetişim kavramı, halkın karar mekanizmasına dahil olarak kendini yönetim katında siyasallaştırması, daha fazla sorumluluklara sahip olan siyasi bir aktör haline gelmesi bunun sonucunda devletin sahiplendiği yönetim sorumluluğunu devlet ile birlikte paylaşması anlamına gelmektedir. Yönetişim kavramı, Birlik içinde gerçekleştiğinde ise üye ülke vatandaşlarının, Birlik içinde siyasi, ekonomik ve sosyal alanda daha aktif bir rol alarak kendilerini Birliğe daha yakın hissetmelerini hissettirerek, Birliğin yeniden yapılandırma sürecinde demokratikleşme unsurunun gelişmesinde etkili olmuştur.
İngiltere’nin Avrupa Birliği’ne Bakışı
Mevcut duruma baktığımızda, Birlik içinde gruplaşmanın oluştuğunu, üye ülkelerin Avrupa Birliğinin sunduğu kıstasları sonuna kadar kabullenmeyerek, Birliğe üye olmanın gerektirdiği kuralları, kendi ulusal menfaatleri çerçevesinde süzgeçten geçirip bazılarını kabul ederken bazı kuralları göz ardı ettikleri görülmektedir. Bunun en çarpıcı örneği ise, bazı ülkelerin ortak para birimini kullanmasına rağmen, bazı ülkelerin bu uygulamadan kaçınıp kendi ulusal paralarını kullanmaya devam etmesidir. Ekonomik, siyasi, sosyal küreselleşme her ne kadar önüne geçilmesi imkansız bir süreç olarak ilerlese de, ulusların küreselleşmenin önemli ayağı olan Avrupa Birliği’ne olan çekimser bakışları, ulus-devlet yapısını muhafaza etmek isteyen unsurları görünür kılmaktadır. Bunun yanında, Birliğin Avrupa devletleri arasında meşruiyetini sağlama çabaları ve genişleme sürecinde attığı adımlar, tartışma konularında güncelliğini korumaya devam etmektedir. Konuyla ilgili son durum incelendiğinde ise, İngiltere Başbakanı David Cameron’un 2015 yılında gerçekleşecek olan seçimlerde tekrar başa geçmesi koşuluyla ortaya attığı Avrupa Birliği üyelik sürecinde referanduma gidilmesi söyleminin yer aldığı bilinmektedir. Üyelik sürecinde başlangıçta Fransa müdahalesiyle saf dışı bırakılan İngiltere, De Gaulle dönemimin bitmesiyle Birliğe katılmasına rağmen, Birliğe tam olarak entegrasyon sağlama konusunda “istekli” bir şekilde başarılı olamamıştır. Demir Leydi olarak tanınan zamanın başbakanı Margaret Thatcher’ın Avrupa ile olan ilişkilerin daha fazla ilerlemesi yönündeki eleştirel yaklaşımları, Cameron tarafından, gelecek seçimlerde muhafazakar partinin önünü kesmek için seçim propagandası olarak kullanılmaktadır. Birliğe üyelik sürecinde referanduma gidilmesi, hem halkın nabzını ölçmek hem de Avrupa Birliği’ne, onlarsız da yola devam edilebileceği mesajını vererek Birliği bir ölçüde uyarma niteliği taşımaktadır. Bunun
temel nedeni, Londra’nın, AB yönergesinde belirlediği haftalık çalışma saatlerini, tatil sürelerini, güvenlik ve ceza hukukuyla ilgili Birliğin aldığı önlemleri gibi bazı konularda ipleri tekrar kendi eline alarak, kontrolü Brüksel’den çekmesi yer almaktadır.(Kınacıoğlu, 2013) Bu talepler doğrultusunda İngiltere’nin Avrupa Birliği ile yapacağı pazarlık önem arz ederken, vatandaşların katılacağı düşünülen referandumda, çoğunluğun reddetmesini ve bunun sonucunda İngiltere’nin adaylık statüsünden çıkması göz önünde bulundurulduğunda; İngiltere ve AB arasında ekonomik bağların korunduğu “dostane bir boşanma”nın(Kınacıoğlu, 2013) vuku bulacağı yönünde tahmin yürütülebilir. Sıcak temastan ziyade reel politik çerçevesinde, çıkarları maksimize edebilecek finansal politikaların yürütülmesinde iş birliğine gidilebilirken, ulusal çıkarlar göz önüne alınarak devlet politikalarının müdahaleden uzak tutulacağı öngörülebilir. İngiltere bu konuda düğmeye bastığında, diğer adayları peşinden sürükleyebilmesi ve Birlik içi bölünmelerin şiddetlenerek, içerdeki kopuşların hızlanması mümkündür. Pastadan daha fazla pay alabilmek için başlatılan bu pazarlığın, domino etkisi yaratarak diğer üye devletlere sıçramasını önlemek adına çeşitli yaptırım mekanizmaları uygulanması gerekmektedir. Aksi takdirde, Birliğin mevcut yapısında telafi edilemeyecek zedelenmelerin olması kaçınılmazdır. Bu nedenle Kopenhag Kriterleri’nde zorlaştırılan ve kapsamı genişleyen aday olma statüsüne ilişkin şartlar, başlangıçta istenildiği gibi, üyelikten çıkma sırasında da gündeme gelmelidir.
Sonuç
Avrupa Birliği, uluslararası barışın temin edilmesi, ülkeler arası dayanışmanın artması ve çok kültürlülüğün gerektirdiği sıcak teması, insan, mal ve para akışıyla sağlarken karşımıza küreselleşmenin önemli bir organı olarak çıkmaktadır. Avrupa Birliği’nin başlarda geliştirdiği “Avrupa” projesi kapsamında coğrafi sınırlamalar, genişleme süreci kapsamında yerini başka unsurlara bırakmıştır. Ekonomik bir birlik olarak hayata geçen topluluk, varlığını muhafaza edebilmek ve sürdürülebilir bir kimliğe bürünmek adına siyasi yapılanmaya gitmiş; ulus-üstü bir organ olma vasfıyla, aday ülkelerin hareket etme alanlarını, ülkeler arası koordinasyonu ortak çıkarlar etrafında şekillendirmek için kısıtlamıştır. Bu bakımdan çeşitli ülkeler tarafından kendi ulus-devlet kimliklerine tehdit bir yapı olarak görülmüş ve egemenlik alanlarını daralttığı için eleştirilmiştir. Bunun somut örnekleri, ortak para dilimini kullanmayan devletlerin varlığı, Norveç vatandaşlarının Birliği girmeyi reddetmesi ve
İngiltere’de adaylık statüsünün referanduma sunulacağı yönündeki pazarlık arayışları olarak gösterilebilir. Birlik, üye devlet vatandaşlarının sempatisini kazanmak, ekonomik krizin önüne geçmek ve kendi iç yapısını işlevsel hale getirmek için çeşitli yeniden yapılandırma politikalarına gitmiştir. Bunlar arasında bölgesel kalkınma politikaları ile bölgeler arasındaki eşitsizlik giderilerek denge kurulmaya çalışılırken yönetişim kavramıyla vatandaşların siyasi aktör olarak karar alma mekanizmasının içine dahil edilmesi denenmiştir. Avrupa Birliği, ülkeler arası barışı, uzlaştırıcı ve arabulucu kimliğiyle sağlaması bakımından işlevseldir. Ülkeler arası ortak çıkarları gözeterek her ülke için maksimum faydaya ulaşması, kurulma amacını gerçekleştirme bakımından önem taşır. Buna paralel olarak, devletlere karşı ikna edici bir söylemle hareket edip, ulus-devletleri kendi ulusal birlik ve bütünlüklerine tehdit bir unsur olarak var olmadığına, Avrupa Birliği vatandaşlık şuurunun oluşturulmasının kişilerin menfaati yönünde olacağı devletlere ve vatandaşlara inandırmalıdır. Bu şekilde Birliğin bütünlüğünde bozulmaların ve kopmaların önüne geçilerek, mevcut yapı sağlam temellere dayandırılabilir.
merveaksu@gbi.org.tr
1- Akyüz, A.(2009) STK’LAR İçin Avrupa Kurumları ve AB Yapıları. AB, Bütünleşme Ve STK’LAR,(derl.) Akyüz Alper, (ss.57-74) İstanbul: İstanbul Bilgi üniversitesi yayınları 2- Avrupa Birliği Genel Sekreterliği (2011), Jean Monnet Burs Programı 20. Yılını Kutluyor Erişim: 10 Nisan 2013, http://www.abgs.gov.tr/files/pub/jean_monnet_20_yil_album.pdf 3- Arsava, F.(2001). Hangi Avrupa İçin Ne Kadar Esneklik. Ankara Avrupa Çalışmaları Dergisi,Cilt:1 Sayı:1 ,33-44 4- Çapan, Z. G. ve Özge Onursal Beşgül.(2009) Avrupa’yı Bulmak. AB, Bütünleşme ve STK’LAR, der. Alper Akyüz, (ss.21-34) İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları 5- Eliçin, Y.(2011) Avrupa Birliğinde Yönetişim. Ekonomik Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt:10 Sayı:38, 44-60 6- Kınacıoğlu, S. (2013, 23 Ocak) İngiltere AB’den neden ayrılmak istiyor? Erişim:17 Mart 2013, http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2013/01/130123_eu_uk_ analysis.shtml 7- Koç, Y. ( 2001) Türkiye-Avrupa Birliği İlişkileri. Ankara:Türkİş Eğitim yayınları, http://yildirimkoc.com.tr/usrfile/1322171681b.pdf 8- Marangöz, S. , Şermin Sarıca ve Feride Berna Uymaz.(2005) Yerelleşme Örneği Olarak Avrupa Birliği Bölgesel Politikası. İstanbul Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi,1-22 9- Öztürk, Y. K. ve Selami Sedat Akgöz (2012) Avrupa Birliği’nin Genişleme ve Küreselleşme Stratejileri: Polonya Üzerinde Bir İnceleme.Avrasya Ekonomileri Üzerine Uluslararası Konferans Erişim: 20 Mart 2013, http://www.eecon.info/papers/503.pdf (445-451) 10- Soysal, M.(2003) Değişen Egemenlik Ve Meşruluk. Erişim:28 Nisan 2013, http://www.anayasa.gov.tr/files/pdf/anayasa_yargisi/ anyarg20/msoysal.pdf Cilt No:20,171-181 11- T.C. Avrupa Birliği Bakanlığı “AB’ye Genel Bakış” Erişim:5 Nisan 2013 http://www.abgs.gov.tr/files/rehber/02_rehber.pdf 12- Yiğit M., Hüsamettin İnanç ve Ümit Güner.(2007). Genişleme, Mali Yardım ve Ekonomik Büyüme Perspektiflerinden AB’nin İlk Dört Genişlemesinin Analiz, C.Ü. İktisadi Ve İdari Bilimler Dergisi, Cilt:8, Sayı:2, ss: 81-96
13
PERSPEKTİF
Fotoğraflar: Onur Reha YILDIRIM
14
Esad’ın baskıcı rejiminin izleri - Humus Medeniyetlerin beşiği olmuş bir coğrafyanın nadide eserlerinin bulunduğu ve bir çok önemli tarihi olaya şahitlik etmiş, sessiz ülke Suriye'ye GBİ Medya Direktörü Onur Reha YILDIRIM'ın savaştan önce yapmış olduğu araştırma gezisinden, belki de şuan hazin bir şekilde iç savaşın neden olduğu yıkım sonucunda yok olmuş karaler aktarmak istedik. Bir çok şaire ilham kaynağı olmuş Şam'a, Halep'e, Hama'ya, Humus'a kısaca tüm Suriye'ye en yakın zamanda barışın hakim olması ümidiyle...
Hamidiye Çarşısı - Şam
Suriye’de bir cuma namazı vakti - Şam
Benim adım dertli dolap - Yunus Emre / Hama - Su Dolapları 15
Hz. Zeynep Türbesi - Şam
Roma Kalıntıları - Busra 16
Emevi Camisi - Şam
Hicaz Demiryolu İstasyonu Caddesi - Şam 17
Fatih KAFADAR
Hukuk, Sivil Toplum ve Demokrasi:
“İnsan Onuru”
*
Fatih KAFADAR
‘İnsan denen meçhul’ü anlama ve kavrama çabası, tarihin her devrinde kayda değer çalışmalara kaynaklık etmiştir. Her dönem, insanı kendi pratikleriyle kavramaya gayret etmiş ve bu neticede ‘insan hakları’ kavramının da anlam ve değeri çağdan çağa farklılık göstermiştir. Hemen her toplumda, ‘insan hakları’nın gerekliliği dillendirilmiş ve bu haklar ‘vazgeçilemez, devredilemez’ olarak nitelendirilmiştir. Bu nedenle insan hakları, hukuki bir şemsiye altında muhafaza edilmeye çalışılmış ve hukuki şemada yer alan bildiri ve sözleşmelere dâhil edilmiştir. Lakin bu bildiri ve sözleşmelere rağmen, pratik yaşamda insan hakları ihlalleri söz konusu olagelmektedir. Burada dikkatleri çekmesi gereken husus, insan haklarının hukuk ile başlayıp hukuk ile bittiği görüşünün gerçeği yansıtmadığıdır. Hukuk, insan hakla18
rının muhafaza ve meşruiyetini sağlayacak yegâne mekanizma değildir. İnsan hakları hukuk ile meşruiyet kazanmaz, hukuk insan hakları ile meşruiyet kazanmaktadır. Bu noktadan olarak insan hakları, insanın yalnızca insan olmasından kaynaklanan haklardır ve meşruiyetini ‘insanın özündeki onur’dan alır. İnsan onuru, kısaca insanı insan yapan ve onu diğer canlılardan ayıran bir öz değerdir. İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nde de belirtildiği gibi tüm insanlar bu hususta eşittir. Uluslararası bir bildiride ‘insan onuru’ kavramının yer alması, insan haklarının korunmasına yönelik bir adımı ifade etmektedir. Zira insan haklarının bireylere tevdi edilmesi tarihte olduğu gibi günümüzde de devletlerin garantisi ile mümkün olabilmektedir. Devlet denilen metafizik olgunun ana nedeni insanların güvence gereksinimi ve insan
haklarının korunmasıdır. Bir toplumda devlet, insan haklarını güvence altına almakla yükümlüdür. Aksi takdirde devlet denen olgu gereksiz bir yapıdan ibaret kalır. Devletin insan haklarını güvence altına alan bir konumda tutulmasını sağlamak da ancak hukuk ve demokrasi ile mümkündür. Hukukun üstünlüğü ve hukuk devleti gibi ilkeler hayata geçirilemedikçe insan hakları her zaman için ezilebilir bir konumda olacaktır. Dolayısıyla devletin varlığının yanı sıra ciddi bir hukuk düzeni de insan haklarının varlığı için zorunlu bir ögedir. İnsan hakları bakımından önemli bir yere sahip olan devlet, ancak demokratik bir ‘sivil toplum’ eliyle hukuk devleti kapsamına dâhil edilecek ve insan böyle bir devlette ‘onurlu’ yaşayabilecektir.
Hukuk, Sivil Toplum ve Demokrasi: “İnsan Onuru”
İnsan haklarının temeli: İnsan Onuru
İnsan onuru kavramı sözlüklerde, izzetinefis, şeref, haysiyet, özsaygı, saygınlık gibi manaları karşılar. Kişinin kendisine saygı duyması ve başkalarını kendisine saygılı kılmasını ifade eden insan onurunu İ.Kuçuradi, “İnsanın değeri derken bundan insanın diğer canlılar arasındaki özel yerini anlıyorum. İnsana bu özel yeri sağlayan, onun özelliklerinin bütünüdür, onu diğer canlılardan ayıran olanaklarıdır. Bu olanaklar, insana özgü etkinlikler ve ürünler olarak görünür. Bu özellikler ise, insanın diğer canlılarla ortaklaşa taşıdığı özelliklere ek özelliklerdir. İşte bu özellikler ya da olanaklar “insanın değerini” ya da “onurunu” oluşturur.” (Kuçuradi, 1982:49). Şeklinde açıklayarak insan onuru ile insanın değerini eş anlamlı olarak kullanmıştır. İnsan onuru veya insanın değeri, insanın yalnızca insan olmasından kaynaklanan ve tüm insanlarda eşit olarak bulunan insani özü ifade eder. Eşitlik olgusu, temelde işte bu insani özden kaynaklanır. Nitekim İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi şöyle başlar : “All human beings are born free and equal in dignity and rights.” Yani ‘bütün insanlar hür; haysiyet ve haklar bakımından eşit doğarlar.’ Burada tüm insanların eşit olduğundan bahsedilmekte ve bu eşitliğin temel taşının da ‘insan hak ve onuru’ olduğu deklare edilmektedir. İnsan kişisinin özündeki onurdan kaynaklanan ‘insan hakları’ kavramının anlaşılabilmesi için evvela ‘hak’ kavramına açıklık getirilmesi gerekir. Hak kelimesi ahlaki anlamda ‘doğruluğu’, siyasi anlamda ise ‘yetki’yi ifade etmektedir. Ahlaki anlamda bir şeyin haklılığından bahsetmek, onun doğruluğundan bahsetmektir. İkinci anlamda, yani siyasi anlamda haktan bahsetmek ise, bir kimsenin bir hakka sahip olduğundan, hakkın konusuna yetkili olduğundan bahsetmektir (Donnelly, 1995:19). Demek ki bir şeyin hak olduğunun iddia edilmesi, o şey hakkında hak sahibinin yetkisinin tartışılmaz olduğunun, dolayısıyla bu hakkın herkese karşı talep edilebileceğinin ve yine herkesin bu hakka saygı göstermesi gerektiğinin kesin bir şekilde beyan edilmesi demektir. Buradan insan hakları kavramına geçiş yapılacak olursa, bütün insanların hiçbir ayrım gözetilmeksizin, yalnızca insan olmaları nedeniyle, insan onurunun gereği olarak sahip oldukları haklar ‘insan hakları’ olarak nitelendirilir (Kalabalık, 2004:1). Bu nitelemeden çıkacak en temel sonuç, insan haklarına sahip olmak için yalnızca insan olmak yeterlidir ve hiçbir ayrıma
‘Hak olmadan haksızlık olmaz; haksızlık olmadan da hukuk doğmaz.’ Hak ve özgürlükler de bireylerin kendilerini gerçekleştirebildikleri ortamlarda gerçek hüviyetine bürünür. İnsan, insan onuru ve insan hakları kavramlarının sözlük anlamı, gerçek demokrasilerde yer alır.
tabi tutulmadan tüm insanlar, bu haklara sahip olma konusunda eşittir. İnsan hakları, bahsi geçtiği üzere, kaynağını ‘insan kişisinin özündeki onur’dan almaktadır ve insan doğasının ihtiyaçlarına cevap vermektedir. Buradaki ihtiyaç kavramı, her zaman fiziki bir ihtiyacı ifade etmez. İnsan doğasının fiziksel yönü olduğu gibi ahlaki (metafizik) boyutu da mevcuttur ve mezkur ihtiyaç daha çok fizik ötesi bir ihtiyacı betimler. Nitekim J.Donnelly’e göre de insan haklarının kaynağı insanın ahlaki doğasıdır. Bu anlamda insanın ahlaki doğasının insan ihtiyaçlarına dayanan ve bilimsel olarak araştırılan insanın doğası ile ilişkisi vardır, fakat çok zayıftır. İnsan haklarına sadece yaşamak için değil, ‘insanın onurlu yaşamı’ için ihtiyaç duyulur(Donnelly, 1995:28). İnsan doğasının en önemli ögeleri olarak akıl ve vicdanın sayılması ve bu evrensel özellikler nedeniyle insanın saygın ve onurlu bir yere sahip olması, söz konusu özelliğin nasıl korunacağını düşündürmektedir. İnsan haklarının karşısındaki en büyük tehdit, ‘antidemokratik’ devlet olagelmiştir. Thomas Hobbes’un tabiriyle bir Leviathan (canavar) olarak teşekkül eden devlet ile bireyler arasında adeta bir fil-karınca ilişkisi mevcut olmuştur. Fil hareket ederken karıncaları ezmesini önleyecek, devleti bunu yapmaktan alıkoyacak bir araç gereklidir.(Uygun, 2011:69) İşte tam da bu noktada, hak ve özgürlükleri güvence altına alan yazılı metinler ‘hak bildirgeleri’ ve ‘anayasalar’ formunda ortaya çıkmıştır. Kökeninde belirli bir ırkın (beyazların), belirli bir sınıfın (burjuva) ve belirli bir cinsin (erkeklerin) talepleri ola-
rak ortaya çıksa da, zamanla söz konusu talepler evrensel bir formülasyona kavuşmuş, insan hakları olarak kabul görmüştür. Devletler tarafından kabul gören bu talepler, uluslararası belgeler ve bildiriler ile koruma altına alınmıştır. Hukuk, insan onurunu korumada ve insan haklarını güvence altına almada ‘garantör’ sıfatı ile işbaşına geçmiştir. Lakin ulusal üstü olan bu bildiri ve belgelere tüm devletlerin taraf olmayacağı olası bir durumdur ve öyle de olmuştur. İnsan haklarının korunmasına ilişkin bildiri ve sözleşmelere taraf olmayan devletler mevcut olagelmiştir. Bununla beraber taraf devletlerin de insan hakları ihlalleri yaptıkları vakidir. İhlal sorununun temel çıkış noktası olarak, ulusal üstü metinlerin bağlayıcılığının yeterli ve gerekli düzeyde olmaması gösterilebilir. Antlaşmaya taraf olan bir devlet, antlaşmayı ihlal ettiğinde çoğu zaman kınama dışında herhangi bir yaptırım ile karşılaşmamaktadır. Hukuk, her ne kadar hak kelimesinden türese de, hukukun ibresi her zaman haklıdan yana dönmemektedir. Bildirilerde geçen normlar, çoğu zaman sadece bir ‘norm’ olarak kâğıtları doldurmanın ötesine geçememektedir. Yurttaşların devlete karşı talep ettikleri ve dolayısıyla devletin yurttaşlarına karşı ödevlerinin ifadesi olan evrensel insan hakları, her ne kadar hukuk şemsiyesi altına alınmaya çalışılsa da devletlerin tek tek bireylerden üstün nitelikte olması hasebiyle yeterince güvence altına alınamamıştır. Devleti vatandaşlarına karşı sınırlayan hukuk, ancak gerçek demokrasilerde mümkün olabilmiştir. Demokrasilerin öngördüğü toplum merkezli yönetim, devletin karşısına devletten bağımsız bir yurttaşlar toplumu olan ‘sivil toplum’ kavramının çıkmasıyla asıl hüviyetine kavuşmuştur. Demokrasi ve sivil toplumun birlikteliği, insan onurunun korunması ve insan hakları ihlallerinin önüne geçilmesi açısından büyük önem arz etmektedir.
Sivil Toplum ve Demokrasi Bağlamında İnsan Onuru
Sivil toplum kavramı en basit şekliyle “devletin doğrudan müdahale etmediği alanlar ve durumlarda, yurttaşların işlerini kendi aralarındaki ilişkilerle yürüttükleri bir toplumsal alan” olarak tanımlanabilir. Farklı alternatif görüşler göz önünde bulundurulursa; “Diamond, sivil toplumdan “gönüllü, kendi kendini yaratan, (büyük ölçüde) kendi ayakları üzerinde duran, devletten özerk örgütlü toplumsal yaşam alanı” olarak söz eder. Taylor, sivil toplumun “minimal anlamda” “devletin vesayeti altında olmayan, özgür birlikler”in 19
Fatih KAFADAR
bulunduğu yerde, “güçlü anlamda ise” sadece bir bütün olarak toplumun, “devlet vesayetinde olmayan bu tür birliklerle kendisini yapılandırabildiği ve eylemlerini koordine edebildiği yerde” var olduğunu ileri sürer” (Beckman, 1999: 5- 6). Sivil toplum kavramı açıklanırken dikkat edilirse ‘devlet’ olgusu, çalışmaların merkezini teşkil etmektedir. On yedinci yüzyılın sonlarında, ‘devlet eksenli’ ve ‘birey eksenli’ olmak üzere iki farklı düşünce akımı zuhur etmiş ve sivil toplum da bir bakıma bu düşünceler etrafında şekillenmiştir. Bir tarafta ‘transandantal’ devlet geleneğinde bulunan (Machiavelli, Bodin, Hobbes, Rousseau, Hegel); diğer tarafta ‘instrumental’ devlet geleneğinde yer alan (Locke, Montesquieu, Hayek) düşünürler bulunmaktadır. İlk olarak devleti transandantal bir boyuta çıkaranlar ele alınırsa, bu düşünürler sivil toplumu, metafiziksel, soyut ve kuşatıcı bir devlete taşıyıcı bir mekanizma olarak formüle etmişlerdir(Abay, 2004:274). İnsanüstü bu devlet anlayışı sınırlanamaz, kimseye hesap vermez, kimsenin etkisinde kalmaz, her tür yanlıştan masum, evrensel, rasyonel ilkelere göre işleyen ve yalnızca Tanrısal buyruklara hesap verebilecek bir anlayışa dayanmaktadır. Bu açıdan sivil toplum, devletin kendini gerçekleştirebilmesi için bir araç
20
olarak algılanmıştır (Çaha, 1997:31). İnstrumental çerçevede devlete yaklaşan geleneğin ise çeşitlilik ve pluralizme daha çok vurgu yaptıkları görülmektedir. Beklentiler, arzular, tercihler bir farklılığa yol açacaktır ve birey bu çeşitlilik içerisinde kendini gerçekleştirecektir. Böylelikle en iyi düzenin sağlanacağı görüşünde olan liberal gelenek, sivil topluma geniş bir zemin tesis etmiştir. Devlet alanını sınırlı tutmayı amaçlayan sivil toplum, gerçek hüviyetine liberal gelenekte kavuşmuştur. Transandantal gelenekte sivil toplum ‘kuşatıcı devlet’ amacına ulaştıran bir ara
format olarak ele alınmışken instrumental gelenek devleti anayasalar, bireyin önceliği ve insan hakları ile sınırlı tutarak sivil toplumu asıl aktör, devleti ise hakların koruyucusu ve gözeticisi olarak açıklamıştır. İnsan onurunu koruma noktasında günümüz anlayışıyla bağdaşan instrumental gelenek, Hayek’in ‘kendiliğinden düzen’ anlayışı etrafında şekillenen çeşitliliğin devlet karşısında örgütlü bir toplum oluşturacağını ve böylelikle devleti ‘insan onuru’nu tehdit değil tesis eden bir konuma geleceğini öngörmüştür. Hegel’in farklılıkların ve çeşitliliğin başıboşluk yarattığı şeklindeki düşüncesi ile Hobbes’un ve Rousseau’nun sivil toplumu ‘örgütlenmemiş politik alan’ olarak nitelemesi doğrultusunda sivil toplumu geçici bir aşama olarak gören transandantal gelenek, devleti ‘insan’ üzerinde tek söz sahibi olarak ifade etmiştir. Ancak bu noktada transandantal geleneğin aksine devletin sınırlanması ve sivil toplumun ön plana çıkması gerektiği görüşü bireyi merkezine alan liberal geleneğin bir yansıması olmuştur. Sivil toplum olgusunun layıkıyla anlaşılabilmesi için demokrasi ile olan ilgisinin ortaya konulması gerekmektedir. Abraham Lincoln’ün tabiri ile “halkın, halk için, halk tarafından yönetimi” olan demokrasi, kökeni Antik Yunan’a dayandırılsa da esas itibariyle insanlığın gündemini on yedinci yüzyıldan sonra daha çok meşgul etmeye başlamıştır. Bu bağlamda demokrasi perspektifinden sivil topluma bakılacak olursa, “on yedinci yüzyıldan itibaren batı toplumlarındaki değişmeler devlet-sivil toplum ayrımında sivil toplum lehine olmuş ve devletlerin sözleşme ve mülkiyet kavramı etrafında cereyan eden temel haklar çerçevesinde anayasa ile sınırlandırılmasına neden olmuştur. Halktan gelen bu istekler çerçevesinde devlet yapılanmalarında değişmeler olmuş ve “Daha çok toplum daha az devlet” cümlesi sloganlaşmıştır” (Abay, 2004: 275). Burada şunun da vurgulanması gerekir: Sivil toplum unsurları, demokrasilerde çoğunluğun tahakkümünün önündeki yegâne engeldir. Klasik ifadesi ile demokrasi halkın kendi kendini yönetmesidir, ancak asla lütuf şeklinde verilen bir yönetim biçimi değildir. Aksine siyasi bir çaba sonucunda alınan bir yönetim biçimi olduğunu düşünüldüğünde sivil toplum unsurlarının demokratik hakları elde etme konusunda ne kadar gerekli olduğu da anlaşılır. Bilindiği gibi demokratik toplumlarda rızaya dayalı bir hukuk sistemi esastır. Anayasal veya hukuksal devlet bu bakımdan demokratik toplumun temel şartıdır. Hukuk sistemi de iktidarın bahşettiği bir lütuf değildir,
Hukuk, Sivil Toplum ve Demokrasi: “İnsan Onuru”
bilakis bir haktır. Devlet hukukun belirleyicisi değildir; devlet hukuk ile sınırlanmıştır; yani demokrasilerde hukuk, birey ile devlet arasındaki sözleşmeyi sağlayan temel araçtır. Demokratik toplumlarda her türlü farklı unsur kendisini siyasi arenada bir örgütlenmeye rahatlıkla dönüştürebilir. Zaten demokrasinin asıl itici gücü farklılıkların iktidar için yarışmasına dayanır. Bu bağlamda demokratik yönetimler ile sivil toplum beklentileri ve hedefleri arasında paralellik vardır (Çaha, 1997: 31). Demokrasi sadece halkın kendi yöneticilerini seçmek için sandıklara gitmesi ve bu seçim sonuçlarını saygıyla karşılamasını ifade etmemektedir. Demokrasi kavramı, aynı zamanda, hak ve özgürlüklerin korunmasını, serbest tartışma hakkının garanti altına alınmasını ve neticede insanın onurlu bir yaşam süreceği bir toplumu karşılamaktadır. Sivil toplum ve demokrasi, hakların devletten talep edilmesi konusunda büyük önem teşkil etmektedir. Sivil toplumun demokratik örgütlenmeler eliyle devlet ile birey arasındaki aracılık rolü sayesinde, haklar, devletin arzı olmaktan çıkıp bireylerin talepleri doğrultusunda şekillenmeye başlamıştır. Bu sayede devlet, üreten, yapan ve yönlendiren olmaktan çok, işbirliği yapan bir üst kimlik kisvesine bürünmüş ve icraatlarında sivil toplumun onayını sağlayarak demokratik meşruluğa gereksinim duyan bir kurum konumuna gelmiştir. (Tosun, 2001:229) Demokratik meşruiyetin sağlanması devletin, halkının nazarında ‘makbul’ bir yere sahip olmasını ifade ettiğinden, insanın saygın konumunu ifade eden ‘insan onuru’ işte bu demokratik düzlemde sözlükteki manasına kavuşmuş olacaktır.
Sonuç
Akıl ve vicdan sahibi olmasından dolayı canlılar arasında müstesna bir konuma sahip bulunan insan, bu özel statüsünden dolayı çeşitli haklara sahiptir. İnsan hakları olarak nitelendirilen bu haklar, kaynağını insanın ahlaki doğasından alır. İnsan haklarına hayat için değil fakat onurlu bir hayat için ihtiyaç duyulur. Uluslararası İnsan Hakları Sözleşmeleri’nde belirtildiği gibi insan hakları, ‘insan kişisinin özündeki onur’dan kaynaklanır. İnsan hakları öğretileri, insan haklarına sahip olmakla insan olmayı eşit tutarlar. Kişi bu hakları kaybettiği zaman bir insan gibi yaşayamaz. Bu nedenle insan hakları ihlalleri bir kimsenin insanlığının inkârı ile eş anlamlıdır. İnsan için son derece önemli olan bu hakların korunması sorunu hep var olagelmiştir. Devletin bireyler karşısında dev
bir güç olarak yükselmesi, insan haklarının korunmasında hukukun rolünü belirgin hale getirmiştir. Özellikle II. Dünya Savaşı’ndan sonra uluslararası metinlere konu olan insan hakları, devletleri bağlayıcı emredici hukuk normları ile koruma altına alınmıştır. Ancak gerek yaptırımların işlevsiz olması gerekse de uluslararası bildirilere tüm devletlerin taraf olmaması, insan haklarına getirilen bu korumayı sadece retorikten ibaret kılmıştır. Devlet olgusu, hakların halka devşirilmesindeki temel aktörken, devletten bağımsız örgütlü toplumsal yaşam alanı olarak tanımlanan sivil toplum faktörünün etkisiyle insan hakları yeni bir boyut kazanmıştır. Demokrasinin öngördüğü ‘kendiliğinden düzen’ anlayışı çerçevesinde şekillenen sivil toplum, insan hakları konusunda, devlet ile bireyler arasında bir köprü konumuna gelmiştir. Böylelikle haklar ve özellikle ‘insan hakları’, devletlerin arzı olmaktan çıkıp örgütlü toplum fertlerinin talepleri doğrultusunda elde edilmeye başlanmıştır.
mfatihkafadar@gbi.org.tr
*Bu makale, Umut Vakfı Araştırma Merkezi’nin organize ettiği III. Hukukun Gençleri Sempozyumu’nda tebliğ edilmiştir.
1- ABAY, A.R. (2001). Sivil Toplum Ve Demokrasi Bağlamında Sivil Dayanışma Ve Sivil Toplum Örgütleri, 3.Ulusal Bilgi, Ekonomi ve Yönetim Kongresi, 24-26 Kasım 2004, Eskişehir. 2- BECKMAN, B. (1999). Sivil Toplum, Demokrasi ve İslam Dünyası. İçinde: E. Özdalga&S. Perrson (Ed.), Demokratikleşmeyi Açıklamak: Sivil Toplum Kavramı Üzerine Notlar. İstanbul:Tarih Vakfı Yurt Yayınları. 3- ÇAHA, Ö. (1997). 1980 Sonrası Türkiye’de Sivil toplum Arayışları. Yeni Türkiye Dergisi. Sivil Toplum Özel Sayısı.18. 4- ÇEÇEN, A. (1989). Devlet ve İnsan Hakları. Türkiye Barolar Birliği Dergisi. 6. 5- DOĞAN, İ.(1997).Sivil Toplum:Ondan Bizde De Var.İlim ve Sanat Dergisi.46-47. 6- DONNELLY, J. (1995). Teoride ve Uygulamada İnsan Hakları. Çev.: Mustafa Erdoğan, Levent Korkut. Ankara:Yetkin Yayınları 7- EL-FARABİ, E. (1980). Es-Siyaset ul Medeniyye veya Mebadi’ ul-Mevcudat. Çev.: M.Aydın, A.Şener, M.R. Ayas. İstanbul:Kültür Bakanlığı Yayınları. 8- KABASAKAL, M. (2008). Sivil Toplum ve Demokrasi. Denetçi Yeterlilik Tezi, İçişleri Bakanlığı Dernekler Dairesi Başkanlığı, Ankara. 9- KALABALIK, H. (2004). İnsan Hakları Hukuku. İstanbul:Değişim Yayınları. 10- KUÇURADI, I. (1982). İnsan Haklarının Felsefi Temelleri. Ankara:Türkiye Felsefe Kurumu Yayını. 11- ONBAŞI, F. (2005). Sivil Toplum. İstanbul: L&M Yayınları. 12- TOSUN, G. (2001). Türkiye’de Devlet-Sivil Toplum İlişkisi Bağlamında Demokrasinin Pekişmesinin Önündeki Engellere İlişkin Kuramsal ve Pratik Bir Yaklaşım. Ege Akademik Bakış.1. 13- UYGUN, O. (2011). Hukuk Felsefesini Yeniden Düşünmek: Hukuk Teorileri, İnsan Hakları ve Anayasalar. İçinde: İoanna Kuçuradi (Yay. Haz.), Çağımızın İnsan Onuruna Yönelttiği Tehditler Karşısında İnsan Haklarının Önemi. İstanbul: Maltepe Üniversitesi Yayınları.43.
21
Emre Akkaş - Fatih Kafadar - Merve Aksu
BANA ORHAN DİYORLAR;
ASIL ADIM iNSANDIR.
Genç Barış İnisiyatifi olarak, hem çözüm sürecine ilişkin görüşlerini almak hem de Türkiye gündeminde büyük yere sahip ve kamuoyu tarafından yakından takip edilen âkil insanlar heyetinin süreç içindeki konumlarını ortaya koymak için Karadeniz Bölgesi heyetinden sağlık problemleri nedeniyle Marmara Bölgesi heyetine geçen Orhan Gencebay ile mülakat gerçekleştirdik.
Fotoğraflar: Onur Reha Yıldırım
Emre Akkaş - Fatih Kafadar - Merve Aksu
22
Yarım asırdır şarkılarıyla ve barışçıl kişiliğiyle Türkiye halkının gönlünde taht kurmuş, bu topraklarda yaşayan gençyaşlı yüz binlerce insanın beğenisini toplamış ve bu ülke insanının “Orhan Baba”sı olmuş bir sanatçı olan Orhan Gencebay, yıllardır verdiği barış, sevgi ve kardeşlik mesajlarından dolayı “çözüm süreci”nde en çok konuşulan isimlerden birisi.
Orhan Gencebay: Akillerin siyasetçi oldu-
ğu ile ilgili yorumlar yapıyorlar. Bir sanatçı olarak bu oluşumun içinde bulunuyorum. Kendi adıma bu görev için anlatacağım bir şey varsa tabi ki mutlu olurum. Çünkü bize bu durum söylenirken şöyle dendi. “Ülkemiz
için bir şeyler yapabilirseniz mutlu oluruz.” Biz de “Pek tabi, ülkemiz için yapacağımız ne varsa yapmaya hazırız!” dedik. Buna sokaktan kimi çevirseniz “evet” der. Bu duyguyla “evet” dedik; başka ne gibi bir amacı-
mız olabilir ki? Ben sanatçıyım, siyasetle de ilgilenmiyorum. İlgilenmek de istemiyorum. Onların işi zor, ancak siyaseti iyi yapana da teşekkür ediyorum. Siyasetin amacı da “Yaradanın
yarattığı tüm güzelliklere, insana hizmettir.”
Eğer bunu iyi yapabiliyorlarsa, onlara teşekkür edebilirim. Siyasetçi adaletli, hakkaniyetli olmalı. Bir bestemde dediğim gibi: “Madem yaşamaya geldik bu dünyaya, Benim de her şeyde bir hakkım vardır. Sevmiyorsan hor görme bari, Benim de senin gibi Allahım vardır.”
İster inançlı ister inançsız olsun, herkes benim için Yaradanın yarattığı bir varlıktır. İster ateist, ister teist olsun; ister dini bütün olsun, ister gnostik, ister agnostik olsun; yeter ki insan olsun. İnsan değerini bilsin;
başkasına ve kendine zararı olmasın, saygılı olsun. Empati yapabilsin. İnsanlık tek-tip değil! Biz aynı tornadan çıkmadık. İnsanların bu çeşitliliği, hem gönlün hem de aklın istekleri bizi çeşitliliğe sevk ediyor. Yeter ki başkasına zarar vermesin. Önce insanlık… Din konusu çok ayrı, değerli bir konu tabi ki ama öncelikle insanlık… Zaten tüm dinler de temelde mensuplarının iyi bir insan olmasına yönelik değerler içerir.
Genç Barış: Efendim, mesele barış, çok
gelen var tabi size bu konuda. Gerçekten de çok teşekkür ediyoruz bizi ağırladığınız için. Öncelikle şöyle başlayalım, sizin kişisel barış algınız algınız nedir? Barış deyince aklınıza ne geliyor?
Orhan Gencebay: Barış deyince, var olanlar ve paylaşılar... Mademki var olanlar varlar, mademki var olanlar varlıklarını sürdürmek için bazı değerleri paylaşacaklar; işte bu paylaşımların adaletli olması gereklidir. Ve tabi ki sonunda mutluluk söz konusudur. Mutluluğa ulaşmanın pek çok yol vardır elbette; ancak benim için mutluluk, birbirini anlamak, kabul etmek, değerleri gereği gibi paylaşmaktır. İmtiyazlı olmamaktır. Bu dünya bir tane; her birimiz de birer tane, ken-
di hayatımızın başrolündeyiz; ancak, bu bizim ayrıcalıklı olduğumuzu göstermez. Herkes kendini haklı görebilir. Benim “Sen de haklısın!” diye bir bestem vardı. Orada da şöyle diyorum: “Haklısın haklı! Bence sen de haklısın! Hak aranır eğer varsa, Aranıp da bulunursa. Kimin hakkı kimde kalır? Eğer razı olunursa. Haklısın haklı! Bence sen de haklısın! Herkes “ben haklıyım” diyor. Haksız olan kimdir? Herkes “en çok bana” diyor. Razı olan kimdir? Bu nasıl hak aranışı? Bu nasıl hak dağılışı? Herkes farklı farklı ister, Bu nasıl fark yanılışı?” Haklıyız haklı!
Şimdi mesela bir ülke kızdığı ülkenin ormanlarını yakıyor, karşılıklı olarak o da onunkini yakıyor. Kim haklı burada? İkisi de haksız! Yaktıkları kendi ormanları mı? Hayır! Ne kadar zarar verdiğinin ötesinde asıl zararı dünya gördü. Bir tane dünya var, buna sahip çıkmalıyız. Asıl dünya anavatan bana göre. Yaradan “doğ” diyor doğuyoruz; gözümüzü bu dünyaya açıyoruz. Sonra doğduğumuz toprakları “bizim vatanımız” diye tanımlıyoruz. Önce bu dünyaya geliyoruz. Demek ki önce bu dünyanın iyi olması gerek. Bunun da en azından bulunduğumuz toprakları, çevreyi temiz tutarsak, sahip çıkarsak, daha doğrusu çok sevdiğim söz olan “Yurtta barışı cihanda barış” ile sağlayabiliriz. Ben böyle bakıyorum. Sempati, empati, hoşgörüyle, sevgiyle, saygıyla, paylaşmakla, adaletle, tüm bu güzellikleri, estetikle-ki bu çok önemli- bu dünyayı hep beraber paylaşmalıyız. Ama barış da kolay değildir, sırat köprüsü gibidir. Çok iyi korunmayı, sahip çıkılmayı gerektirir. Çünkü farklı farklı düşüncelere sahibiz. Öncelikle bencilliklerimizi yenmemiz gerekir, ki bunu yenememek de söz konusu olabilir. Veya kontrol altına almamız gerekir. Adaletin sabitliği gereklidir. Barışı korumak kolay değildir. Barışın bir tarafı uçurumdur bir tarafı yaşamdır. Kıl payı bir yerdedir. Çok nazik bir çizgidedir. Hepimiz ona sahip çıkmalıyız. Adeta el bebek gül bebek gibi korumalı, büyütmeli; ilgiyle, sevgiyle, saygıyla beslemeliyiz. Barış benim için böyle bir yerde.
Genç Barış: Barış dedik, birbirimizi anlamanın barışı getireceğinden bahsettik, Anadolu toprakları asırlarca birden çok etnik köken, dil, dine ev sahipliği yaptı as-
lında. Ne oldu da birbirini bu kadar kardeşçe seven insanlar, birbirine potansiyel tehlike olarak görünmeye başladı? Bu noktada, özellikle Türk ve Kürtlerin birbirine böyle gösterilmesinin sebebini neye bağlıyorsunuz? Sizin veciz ifadenizle “sevenler kavuşunca yaşamak ne güzel!” diyebilecek miyiz sizce önümüzdeki dönemde?
Orhan Gencebay: Şüphesiz sevenlerin kavuşması bir vuslattır. İdealdir, isteklerin bir odağıdır. Bana göre ülkemizde Kürt sorunu yoktur “terör sorunu” vardır. Sorun yaratılmak istenmiştir. Yalnız Kürt vatandaşlarımız değil, ülkemizde her kim ihmal edilmişse, her kimin hakları gereği gibi kullanılamamışsa, o kişinin sesini çıkartması normaldir. Zamanında böyle hatalar yapılmış. Cumhuriyetimiz kurulduğu zaman atalarımızın koymuş olduğu ilkeler doğrultusunda- “Din, dil, cins, ırk ayrımı yoktur!” ifadesi uyarınca- herkes devlete eşit mesafededir. Vatandaşlık kavramı, herkesi aynı hizada bütünleştirir ve beraberliğe sevk eder. Bunun temel başlığı da Türk Milleti’dir. Bu kültürel bir başlıktır. Hamasetle, ırkla bağdaştırılmamalıdır. Nitekim devletimizin içindeki bütün unsurlar, ayrımlar olmaksızın tüm haklarını ve öz değerlerini yaşamalıdırlar. Atalarımız bu kuralları böyle koymuş ama bunların ne kadarı uygulanmış, bunlar hep soru işareti. Baktığımızda bu sorunların yaşanması, bu kuralların uygulanmamasından, ihmal edilmişliklerden ileri geliyor zaten. Pek tabi iyi olmamızı istemeyenler de bunun içinde mevcut. Onların da buna çomak sokmasından ötürü gelişen şeyler de var. Bizim Kürt kardeşlerimizle ne tür bir sorunumuz olabilir ki? Ben bir siyasetçi olmadığım için bütün bunların cevabını siyaseten ve-
remem, ama bir insan olarak, çocukluğumuzdan beri böyle gördük. Bütün unsurlar vardır ailemizin içinde. Benim ailemde de Kürt var Gürcü var Çerkez var Abaza var Türk var. Biz hiçbir zaman “vay efendim şu şudur, bu budur!” diye bir şey söylemedik. Birbirlerini sevdiler mi, evlendirdik; onlardan doğan çocuklar da bizim evlatlarımız oldu.
Genç Barış: Efendim, bu süreç bir barış
derneği olarak bizi çok heyecanlandırıyor tabi ki, fakat şunu size sormak istiyoruz: Ne değişti de çözüm sürecine şu an başlandı, neden 3 sene önce ya da sonra değil de şimdi? Şartların olgunlaşmasından bahsediliyor. Gelişmeler halk ve medyanın sürece olan desteğinin giderek arttığını gösteriyor. İnsanlarımızın sosyolojik olarak hazır olmasını bir sanatçı olarak nasıl değerlendiriyorsunuz?
Orhan Gencebay: Aslında en büyük çözüm süreci, başlangıçta İstiklal Savaşı’nda hep beraber yeni bir yapı oluşturmak üzere yaşanmış. En büyük yürek konulmuş ortaya. Bestemde de, “mutluluk hedeftir;
ancak onu yakalamak yürek ister; cesaret ister, cesaretini mutluluk için göster!” de-
rim ben. Önce kendini yen, bencilliğini yen, o zaman daha mutlu olacaksın. “Kır gönlünün zincirini” demiştim seneler önce, “sar mutluluk senin olsun.” Her şey insanın içindedir aslında, bunu ben şuna benzetirim: Mesela bir sazın akordu bozuk olsun, o enstrümanı virtüöze ver, çıkan sesler yine bozuktur; çünkü akort bozuktur. Bu akort bozukluğunu insan ahlakıyla bütünleştiriyorum ben. Bir insan kendini yenememişse veya ahlak eksikliği varsa çıkan sesler hep bozuk çıkacaktır. Bir sanatçı olarak iyi ah23
lakla iyi akordu birbirine benzetirim. Önce insanlarımızın daha iyi olması lazım, gelişmeleri lazım. Hak-hukuka daha çok dikkat eden, sevgi saygıda kusur etmeyen, yaşanılmışlıkları anlayabilen ve onlardan kâm alabilen insanlarımızın çoğalması lazım. Binlerce yıldan beri bu topraklarda yaşayan Anadolu insanı muhteşemdir; çünkü kültürü, muazzam kültürlerin kaynaşmasıyla oluştu. Şu anda burada var olanlar da binlerce yıl evvel yaşayanların torunlarıdır. Büyük çoğunluğu böyledir. Bu torunlar, dedelerinden çok şey öğrendiler; sağduyuyu öğrendiler. Burada büyük kültürler iz bıraktı. Yüzlerce insan cinsi yaşamış olabilir tarih boyu; yönetimler değişmiş olabilir; ancak önemli olan buradaki insanlardır, insanlar aynı insanlardır. Sağduyuya sahiptir. Her şeyin üstesinden gelir. Bütün yönetimlerin insanlarımızla daha yakın bir ilişki kurarak anlatması lazım. Belki de bundan evvel uzun zamandan beri anlatılmamıştı, Kurtuluş Savaşı’nı hep beraber yaptık, orada bir yürek olmayı denedik ve başardık. Şimdi yine bunu pekiştirmek için, arada 24
bir ayar tutturmak için öyle bir zaman geldi diye düşünüyorum. Yanlışlarımız belli ölçülerde olabilir tabi ama bunları aşarız biz Evelallah. Daha önce de aşıldığı gibi bunları da aşarız.
Genç Barış: Efendim dünyanın değişik yerlerinde daha önce “akil insanlar” metodu denendi, “wise men” olarak ifade edildi. Türkiye’de de sizin de içinde bulunduğunuz bir heyet var ve bu heyeti destekleyenler olduğu gibi karşı çıkıp eleştirenler de var. Siz bu heyette yer alan isimleri nasıl buluyorsunuz? Ayrıca çok sevilen bir insansınız, “Orhan Baba” olarak görülüyorsunuz. Akil insan olarak seçildikten sonra hayranlarınızın size bakışı ve tepkisi nasıl oldu? Son olarak da akil insanların farklı kesimlerden seçildiğini biliyoruz. Bu seçimi ve metodu nasıl değerlendiriyorsunuz? Orhan Gencebay: Ben bu listedeki isim-
lerin büyük çoğunluğunu tanımıyorum. Ama şunu biliyorum bu projeyi oluşturan kişiler mutlaka bunu barış için, ülke-
mizin daha iyi olması için, insanlık adına ve düşünerek yaptılar. Ona inanıyorum. Bu projenin içinde yer alan akil veya her ne varsa hepsi bir denge unsurudur; hepsi bir dengenin temsilcidir. Ben nasıl sanatla ilgili duygularla ilgili bir şeyler anlatacaksam; akademisyen vardır, tarihçi vardır, hukukçu vardır, sosyolog vardır. Hepsi kendi doğrultularında barışla ilgili söylemlerini geliştirirler; bir de tabi ki asıl halkımızın ne düşündüğünü not alırlar. Yani akil heyetinin yapacağı bu. Bunun haricinde akil heyetinin zaten bir yaptırım gücü yok, aldıkları kararlar resmi bir karar olacak diye bir şey yok, sadece sohbet... Karşılıklı sohbetler olacak, fikirler konuşacak ve alışveriş olacak. Mesele budur. Akil heyetinin bu yapacağı işi birçok insanımız farklı algılayabiliyor, ben ona üzülüyorum işte. Gerçeğini anlasalar onlar da belki teşekkür edecekler, bu hepimiz için iyi bir projedir diye. Tabi işin siyasi diğer bir yönü varsa, onları ben bilemediğim için fikir yürütemem. Önemli olan benim için bu barış sürecinin pekiştirilmesi, daha iyi olmak adına. Siyasi bir yönü varsa, onu siyasiler ve hükümetimiz daha iyi bilir. Biz de vatandaşlarımız gibi televizyondan, haberlerden bilgileniyoruz. Bu çerçevede biz görevimizi yapıyoruz. Ama bu arada benim özel bir durumum var şu; ben tanınan birisiyim. 63 tane akilimizin kaç tanesi toplumumuz tarafından tanınabiliyor? Bazı arkadaşlar var; onlarla beraber biz en tanınan sivri kişilerden biri olmuş oluyoruz yani. Sivri derken “tanınan” anlamında söyledim. Dolayısıyla tanımadığı herhangi birine bir şey söylemiyor belki o akillerden veya ona üç defa söylüyorsa bize milyon defa söylüyor. Bu da insanı üzüyor, yani internette şurada burada çıkan yazılar, orda ben diyorum ki “benim gönül dostlarım beni nasıl tanımaz bilmezler.” Ben bu kadar yıldan beri, elli yıla yakın zamandır ne söyledim ki? Sevgiden, saygıdan, hoşgörüden, bilgiden, adaletten bahsettim. Beni nasıl başka bir yere koyabilirler. İşte bu beni üzüyor. Onların bu tarzına üzülüyorum. Gönlümü kırıyorlar. O gün bazı söylemlerden sonra doktora gittim, hastaneye gittim. 24-25’e çıktı tansiyonum, kalp ritmim iyice bozuldu. İnsan etkileniyor, üzülüyor. Üzüntümden dolayı, yoksa Yaradan’ın verdiği bir can var, onu da her zaman teslim etmeye hazırız, Evelallah bütün inancımızla. Ben Yaradan’a teslim olan biriyim, öyle de bir yapım var. Dolayısıyla O’na olan inancım beni teselli ediyor. Hoşgörüm oradan kaynaklanıyor. Ve bu gönül dostlarıma da sitem ediyorum, bana nasıl başka şeyleri yakıştırdılar diye.
Genç Barış: Efendim sizin de ifade ettiğiniz gibi bu sürecin siyasi boyutları var ve siz de halkın kitlesel anlamda takip ettiği birisi olduğunuz için siz daha farklı bir görev yüklenmiş oluyorsunuz akil insan heyetinde. Fakat dışarıdan bakınca siyasi anlamda da bir sorun var gibi gözüküyor, keşke tüm partiler birlikte bu sürece girebilseydi...
Genç Barış: Orhan Bey, yıllardır toplumumuzda büyük ölçüde medyanın neden olduğu ve şiddet kültürüne yol açan bir şiddet söylemi var. Bu çözüm sürecine kadar medya, kullandığı haber başlıklarıyla, ötekileştirdiği ve toplumda ayrımcılığa neden olan ve bunu popülerize eden diliyle sorumluluklarını tarafsız bir şekilde yerine getirmeyi başaramadı. Süreç içinde değişen devlet politikaları dahilinde, medyanın efektif bir şekilde sorumluluklarını yerine getirebileceğini düşünüyor musunuz? Acaba medya daha objektif olmayı başarabilecek mi?
Orhan Gencebay: O çağrıyı da geçen televizyondan yaptık. “Beraber olun,
halkımızın iradesi orda, bütün güzellikleri pekiştirecek olan meclistir, akillere ne gerek var ki?” dedim. “Sizler bu görevinizi lütfen yapın canlarımız” dedim, çağrıda bulun-
dum.
Genç Barış: Mecliste bulunan partilerin de belli kitleleri var tabi. Yani bu çözüm sürecine karşı olan insanlar acaba sadece süreci AKP başlattığı için mi sürece karşı? Bir de, Güney Afrika’yı biraz inceledik, ilk röportajımızı Güney Afrika Büyükelçisi’yle yapmıştık. Orda zencilerle beyazlar arasında bir affolma süreci oluyor. Beyazlar zencilere elli yıl civarı zulmetmiş. Hakikaten tam manasıyla bir zulüm var, otobüslere binemiyorlar. Bizim ülkemizde de o kadar yaşanmasa da belli şeyler yaşandı. Güneydoğu’da geçmişteki JİTEM uygulamaları son dönemde ortaya çıktı. Sizin de bir sözünüz var: “Gönlümüzün zincirlerini kırmak.”Aslında kesinlikle affetmek meselesi karşılıklı olarak biraz buradan geçiyor gibi. Gönüllerimizin kilitlenip, “ben Türküm herkes Türk’tür!” veya “ben Kürt’üm ayrılmamız lazım!” gibi, insanların o gönüllerindeki birbirlerine koydukları çizgileri kırıp bir birliktelik mi oluşturması gerekiyor, bu durum sizin dilinizden çok daha güzel ifade edilebilir efendim, duymak istiyoruz mümkünse. Orhan Gencebay: Ben en büyük yürek-
liliğin Kurtuluş Savaşı’nda gösterildiğini ve bir çatı altında toplandığımızı söyledim. İşte biz ordayız aslında. Orada ilkeler koymuş dedelerimiz atalarımız. Demişler “dil,
din, cins, ırk ayrımı yok. Bu vatan hepimizin burada herkes aynı şartlarda yaşayacak, imtiyaz yok!” demiş. Bütün mesele burada
yatıyor; eğer ki o alınan kararlar gereği gibi uygulansaydı biz şuan bunları konuşmuyor olacaktık. Uygulanmadığı için bunları konuşuyoruz. Ben yine ordayım, en büyük yüreklilik orada; biz yine o yürekliliğin hedefini, odağını taşımalıyız. Böyle düşünmeliyiz. Çünkü birbirimize hiçbirimiz zarar vermek istemeyiz. Bir bütünün parçalarıyız, kesinlikle orada olmalıyız, diye düşünüyoruz. Ama bazı gizli eller bizi başka yere götürmek istiyorsa da onlara kanmayalım,
bunlara teslim olmayalım demek istiyorum. Birbirimizin canını acıtmayalım diyorum. Bu arada benim söyleyemeyeceğim kişiler varsa o da şehit analarıdır. Ben onlara hiçbir şey diyemem. Ben onlarla oturur ağlarım ancak, onların acılarını paylaşmaya çalışırım ancak. Ama ben onlara “şunu yap bunu yap” diyemem. Bunu diyemem ama ben şuna da inanıyorum ki pozitif bakarak da o anne o baba yüreği yanık, yüreği parça parça yaşamayı artık önemsemeyen yüreklerin şunu düşüneceğine inanıyorum “başka canlar ölmesin başka kanlar dökülmesin.” Bunu söyleyeceklerine inanıyorum büyük ölçüde. Yani ben o kişilere “şunu yap bunu yap” diye katiyyen ağzımı açamam. Korkunç bir şey yani, Allah sabır versin. Onların gönüllerine, akıllarına bırakıyorum, karar onlarındır. Onlar ne derse o olur, ama dediğim gibi bizim insanımız neler yaşamış tarih boyu sonunda doğruyu bulmaya çalışmış. Benim dedem 14,5 yıl savaşmış dedelerimizden biriydi, bütün dedeler gibi. Osmanlı’nın askeri, cumhuriyetin askeri yani, Kurtuluş Savaşı, Çanakkale her tarafta savaşmış gazilerden biriydi. O ağacın kabuğunu kemirdiğini çok söyledi Kırkpınar’da bana; ama “biz barış için savaştık oğlum!” dedi. Ben o zaman 14-15 yaşlarındaydım. Onlar da barışı istiyorlardı. Çünkü o biz yürekliliği İstiklal Savaşı’nda gösterirken Türkiye’nin Osmanlı’nın nüfusu 1913’te 23 milyondu cumhuriyette 13 milyona inmişti. 10 milyon kayıp vermiştik. Ne büyük ne muazzam acı, ne büyük ne muazzam kayıp… O zaman da bunu kaybettik ama sonucunda barışa gitti. Kürdü, Lazı, Çerkezi. Çeçeni hep beraber yaptık bunu. Şimdi böyle bir ortamda değiliz ama yine de canımız yanıyor tabi. O şehit anasına hiçbir şey diyemem ben, onun ben biliyorum ki, asil duyguları karar verecektir, o bilir.
Orhan Gencebay: Hepimiz acı, tatlı olaylardan acımızı hissimizi kaparız, alırız, almamız lazım. Medyamızın içerisinde son derece iyi yazan kalemler var; ama karışıklığı, belli ölçüde yine medyada kullananlar da olabilir. Kullananlar da ülkemize zarar vermek amacıyla kullanmamış olsalar dahi -ki öyledir- yöntemi farklıdır. Bu neye benzer? Kötü haber tez yayılır ve etkilidir. Mesela manşet atarken iyi bir haber atmazlar belki etkisi fazla olmaz diye, kötü bir haberle aynı konuyu manşet olarak yazdığınızda daha farklı bir etki uyandırabilir. Bu da bir yöntemdir ve bunu kullanan arkadaşlarımız da var. Ama ben medyamızın hiçbir insanının ülkemizin kötü olması için çaba göstereceğine inanmıyorum; yalnız yöntem farklıdır. O, “dil yarası”nı gerektiriyor işte, “dil yarası”nın önemini gerektiriyor. “Dil yarası en acı yara imiş; dudaktan kalbe bir yol var ki saygı ve sevgidenmiş.” dedik. Dilin etkinliğini biliyoruz. “Tatlı dil yılanı deliğinden çıkarır.” demiş atalarımız. Güzel sözün
etkisi ile kötü sözün etkisi arasında muazzam bir fark var. Onun için “kötü söz sahibinindir” demişler. Ben de diyorum ki, “ben o kötü sözü taşıyacak kadar güçlü değilim.” Yani ben öyle bakıyorum meseleye; ama bunu kullanan arkadaşlarımız var etkili olmak için, varlığını sürdürebilmek için. Olabilir; fakat altyapısında yine de ülkemize, ülkemizin insanına hepsinin yarar sağlama isteğinin olduğunu biliyorum. Lakin, bu kötü yöntemleri kullanmasalar, ne kadar güzel olacak…
Genç Barış: Efendim, bahsi geçen med-
ya kültürümüzde köklü bir değişim olursa sadece Türk-Kürt probleminin değil, Türkiye’de hâlihazırda mevcut olan diğer problemlerin de çözülebileceğini düşünüyor musunuz?
Orhan Gencebay: Güzellikler sirayet eder. Güzellikler, güzel olan değerlere sahip çıkmak, o güzelliğin ortaya dökülmesi, her25
kes tarafından olumlu karşılanması o güzelliğin başka konulara da sirayet etmesine sebep olur. Ben etkileneceği kanaatindeyim. Hep beraber bir güzelliğin içinde topluca ve zengin bir şekilde olma isteğimiz güçlenir o istek güçlendiği zaman zaten daha güzel olur her şey. O istek dürtüsünü ortaya koymak için işte, yürek lazım. Şimdi o yürek ortaya konuluyor. İnşallah bunun sonunda daha iyi, daha güzel, daha adil, daha sevgi dolu bir dünya için, barış için, insanlık için, vatan için güzel neticeler alınır.
Genç Barış: Kral TV Türkiye Müzik Ödülleri gecesinde yaptığınız konuşma gerçekten muhteşemdi. Çok etki bıraktı bizde ve tabii ki toplumumuzda. O gecede sizinle beraber orada bulunan ya da bulunmayan sanat camiasının, gözlemlediğiniz kadarıyla, akil insanlara ve çözüm sürecine ilişkin tepkileri ne yönde, yani ne düşünüyor sanat camiası efendim? Orhan Gencebay: Şimdi birçok duygular, düşünceler değişiktir. Bazı siyasi görüşler de bazı yerleri şiddetle etkileyebilir. Şimdi, mesela Devlet Bey bazı söylemlerde bulundu. Ama ben şuna inanıyorum: Devlet Bey, belki gönül kırıcı çok söylemlerde bulundu, ama inancım şudur ki, Devlet Bey bu ülkeyi çok seviyor, çok iyi bir vatansever. Hepimiz öyleyiz, Tayyip Bey de öyle Kemal Bey de öyle. Yine Kürt milletvekillerimiz de aynı şekilde. Hepimiz bu ülkenin iyi olmasını istiyoruz, ama yöntemler farklı. Bu yöntemler işte, dille ifade edildiği için orada gönül kırmamaya özen göstermek lazım, bir sanatçı olarak bunu söylemek istiyorum. Yoksa hangimizin vatanseverliği ve insancıl duyguları birbirinden üstündür diye baktığımızda, bunu ölçmemiz mümkün değil; herkeste bu değerler şiddetlidir, en üst düzeydedir, buna inanıyorum ben. Ama özetle, yöntemler dil ile ifade edildiğinden, dikkat etmek ve gönül kırmamak lazım. Benim de söylediğim gibi tarihte bizim Pirlerimizden Dadaloğlu da söylemiş: “Deveyi tuz öldürür, sürmeyi göz öldürür, Yiğidi kılıç kesmez, bir kötü söz öldürür.”
Ne güzel söylemiş… İşte bu da dil yarasıdır.
Genç Barış: Sağlığınız el verdiği öl-
çüde -inşallah çok daha güzel günler görürsünüz-bu süreçte “âkil” bir insan olarak size çizilen herhangi bir yol haritası var mı? Neler yapmayı planlıyorsunuz? Sanatçı kimliğinizden yola çıkarak, bu noktada herhangi bir single, albüm ya da konser gibi bir düşünceniz var mı? 26
Orhan Gencebay: Şu anda sahne ile ilgili herhangi bir düşüncemiz yok da ama söylemlerimle işte gazetede, dergilerde, televizyonlarda duygularımı ifade etmeye çalışıyorum. Zaten birçoğuna denk gelmişsinizdir. Bu süreçte bize, en başta söylediğim gibi kesinlikle siyasilerimizden yahut da bize bu teklifi yapanlardan “şöyle yapacaksınız, böyle yapacaksınız”
diye bir talimat gelmemiştir, böyle bir şey yok. Olmazdı da, mademki âkil insanız, o zaman biz ne yapacağımızı biliyoruz demektir. Şimdi demin söylediğimiz çerçevede, herkes kendi konusundaki güzellikleri ifade edecek, yakalamaya çalışacak. Ben de sanat alanında, duygu alanında bir şeyler anlatmaya çalışacağım. Bizim bilgilerimize, duygularımıza ters gelecek bir şeyi kimse bir şey söylemez zaten, biz de onları yapmayız zaten. Ama öyle bir şey yok ki ortada. Bakın siyasiler başta başbakan olmak üzere diğer bakanlar ve kişiler ne güzel şeyler söylüyorlar, televizyonlardan ben de bir vatandaş olarak izliyorum. Kötü şeyler söylemiyorlar. Ama bu arada ne senaryolar yazılıyor! Neler varmış neler! Bilmiyoruz, öyle şeylerin olduğuna da inanmıyoruz! Böyle bir şey de ortada yok, her kafadan bir ses çıkıyor. Bekleyelim bakalım nedir ne değildir hep beraber görelim. Olumsuzluk olmaması için dua ediyoruz, istemiyoruz.
Genç Barış: Sosyal medyada son zaman-
larda “Türklük” temelli tartışmalar, propagandalar, protestolar vs. oluyor. Kişiler belki de sürece ilişkin tepkilerini bu şekilde dile getiriyorlar. Bu tepkilerde genel olarak, farklı olana tahammül edememe durumu söz konusu. Bu sorunun nasıl üstesinden gelinebilir size göre? Öte yandan, “oluşturulmak istenen” olarak tabir ettiğiniz Kürt Sorunu’nu çözelim derken ortaya bir Türk Sorunu çıkar mı?
Orhan Gencebay: Ne yani, bir de ikinci
bir sorun mu çıkaracağız? Allah korusun. Ne Türk Sorunu ne de Kürt Sorunu böyle bir şey olmaz; ben bunlara bizim sağduyumuzun müsaade etmeyeceği ümidini taşıyorum. Israrla bunun üstüne gidenler var sanki ama muvaffak olamazlar, kesinlikle olamazlar diyorum. Bu yorumları nasıl yapıyorlar? İşte art niyet diyorum ben bunlara, art niyetlerin etkinliği diyorum.
vam ediliyor. Gerek insan olarak gerekse toplum olarak birbirimize “hatamla sev beni” diyebilecek miyiz; birbirimizi hatalarımızla sevmeyi öğrenebilecek miyiz?
Orhan Gencebay: Niye sevmeyelim aslında, neden sevmeyelim ki? Ve mecburuz da birbirimizi anlamaya mecburuz, aynı çatı altındayız. Aynı çatı alında yaşayan kişiler birbirini anlamazsa yaşayamazlar ki. Yoksa herkesin kendi gönlüne göre bir dünya kurması kendi gönlünde olabilir. Tabi ki herkesin dünyası kendine hastır, kendi dünyasıdır ama “gönül”de. İşte o gönüller bilmeli ki, ancak başka gönüllerle beraber yaşayabilecektir. Onun için herkese öyle fiziki dünya verilmesi gibi bir durum olmayacağına göre birlikte yaşamak durumundayız. Mecburiyetten değil bunu otomatik hale getirmek lazım. Yani mecburi, silah zoruyla olması gibi bir şey düşünülemez. İşte biz ne zaman olgunlaşırız? Bunu anladığımız zaman. Sevgi, saygı, hoşgörü, paylaşmak ve adaleti anladığımız zaman olgunlaşırız. Adalet olmadı mı hiçbir şey olmaz. Demin söylediğim gibi “Sen de haklısın” adlı bestemde onu ifade etmeye çalışmıştım. Sonra bir bestemde de şöyle demiştim: “Sevmek mi daha güzel sevilmek mi gülüm, Senin niyetin beni öldürmek mi gülüm? Bu dünyanın kanunu al gülümle ver gülüm, Aşk paylaşmak içindir, paylaşalım be gülüm. Aşkın hesabı olmaz aşktır gözü doymaz, Her şeyi satın alır, satın alınmaz.”
Pirimiz Mevlana der ki, “iki gönül buluştukları yerde, birbirlerine bir şey vermediyse ayrılığın başlangıcıdır.” Seven
sevdiğinden ne ister? Onu görmek ister, onun mutluluğunu ister, ama ona dokunmak ister, ona sarılmak ister, bağrına basmak ister. Bu elde olmayan bir durumdur, bir güdüdür bu adeta. Ama işte sevgili onu esirgiyorsa ayrılığın başlangıcıdır. Seven cömerttir çünkü. Hesap varsa aşk yoktur. Bestemde dediğim gibi “Aşkın hesabı olmaz. Aşktır bu gözü doymaz. Her şeyi satın alır, satın alınmaz.”
Genç Barış: Sizin veciz ifadenizle “hatasız
Genç Barış: Asırlardır bu topraklarda Türkler, Kürtler ve diğer unsurlarımızla kardeşçe yaşıyoruz.
miş atalarımız. Bu ülkede de geçmişte çok hata yapıldı ve belki de hala yapılmaya de-
Orhan Gencebay: Amatör bir tarihçi olarak şunu söyleyebilirim, Kürtlerin büyük bir kısmının köken olarak Türk-
kul olmaz”. Hepimiz hata yapıyoruz bazen, herkes hata yapıyor. “Beşerdir, şaşar.” De-
men olma ihtimali çok yüksektir. Mesela İdris-i Bitlisi vardır 1500’lü yılların yazarlarındandır. Onun yazdığı bir kitap vardır, Şerefnâme. Bu eser, Kürt destanını anlatır. Hikayenin başlangıcında bir vatan vardır. O anlattığı vatanda onlar sıkışmış bir yerdedirler. Orada asırlarca yaşarlar, sonra oraya artık sığmamaya başlayınca çıkmak için yol ararlar. Demirci Kava der ki, “şu dağı eritirsek oradan aşağı ineriz.” Bu hikaye, tam anlamıyla Ergenekon Destanı’dır. Bu kadar benzer! Bu bir Kürt efsanesidir. Ergenekon’dan ne farkı var? Bir ‘kurt’ farkı var, ‘asena’ yok burada. Niye bu kadar benzerlik var? Bir de şuradan ele alalım: K-ü-r-t, T-ü-r-k. Aynı harfler yer değiştirmiş. Bunun bir anlamı var mı acaba? İşte insan soruyor. Ziya Gökalp Diyarbakırlı Zaza’dır. “Bir Türk ne kadar Kürtse, bir Kürt de o kadar Türk’tür.”der. Tabii bunu yalnız Kürtler ve Türkler için söylememeliyiz. Hep Kürt vatandaşlarımızı konu ediniyoruz. Aslında Çerkezi, Çeçeni, Abazası, Gürcüsü onlarla da yine farklı unsurlar gibi görünse de tarih boyu binlerce yıldan beri birlikte yaşamışız, hatta çoğunun kökeni aynı yani birbirimizle bu denli iç içe girmişiz. Biz şimdi neyi ayırmaya çalışıyoruz? İşte o son derece zor.
Genç Barış: Siz efendim kendi ailenizde
ya da kendi kişisel hayatınızda herhangi bir etnik meseleyle hiç karşılaştınız mı?
Orhan Gencebay: Hayır hiçbir zaman! Dediğim gibi, ailemizin içinde herkes var, Kürt de var, Çerkez de var, Çeçen de var, Gürcü de var. Karadeniz zaten böyle bir harman, bir sentez vardır. Türkiye’nin her tarafında var bu. Şimdi ben daha evvele gitmiyorum, tarihe müracaat etmiyorum. Frigya, Hititler, Hattiler, İskitler, Mesegetler, Göktürkler, Hunlar yani o kadar
çok sayabiliriz ki, bunların hepsi Türk kavimleridir. Ama bakın Türk demedim dikkat ederseniz. Hun diyorum, Meseget diyorum, Saka diyorum vesaire. Hazarlar, Selçuklar, Osmanlılar, bakın hala Türk demedim. Fakat köken olarak öyle tanımlanıyor. Türk kültürü diye bir şey var tarihte, o kültür devam ediyor. “Tanrı misafiri” kavramıyla devam ediyor, “aman dileyene kılıç kalkmaz” kavramıyla devam ediyor, “hacca komşun açken gidemezsin” demekle devam ediyor. Bunlar harika şeyler! İşte bu bir kültür ve bizim tarihimizde var. Bu kültürün sahibine köken itibariyle büyük ölçüde Türk diyorlar vs. Ancak aslında bize Türk tanımını koyanlar yabancılardı, özellikle İtalyanlardı. Niye? Roma İtalyanların demekti Roma İmparatorluğu. Romalılar, İtalyanlar ve sonra Batılı bize “alla turca” diyordu. Alaturka- alafranga diye ikiye ayırmak için bizi böyle tanımlıyorlardı. Müslüman Türk’e Alaturka diyorlardı. Müzikte de yemekte de bu tanım kullanılıyor. Ama bu ismi koyan batılıdır bize. Sonra Atatürk ve arkadaşları Türk ismini koymuşlar. Türkiyeli değil Türk ismini koymuşlar. Bir ara Memlükler de Türkiye koymuşlar. Memluk Devleti’ni kuran Baybars, Kıpçak Türk’ü. Onların çoğu Arap- Türk sentezleriyle devletler kurmuşlar. Aileler birbirine karışmış tarihte. Türkler de var, Kürtler de var, Çerkezler de, Kıpçaklar da var. Böyle kurmuşlar bu devleti.
Genç Barış: Efendim çok teşekkür ediyoruz kıymetli vaktinizi bize ayırdığınız için. Son olarak, hakikaten örnek alınan saygıyla ve ilgiyle takip edilen ‘güngörmüş’ bir büyüğümüz olarak biz gençlere neler tavsiye edersiniz barış ile alakalı, hayat ile alakalı? Gençlere ve tabii genç kalanlara ne söylemek istersiniz, “Orhan Baba”mız olarak?
Orhan Gencebay: Öncelikle mutluluğu yakalamak için yürekli olun, bilgilenin. Mutluluğu yakalamak için önce kendimizi yenme yürekliğini, kendimizle barışık olma yürekliliğini göstermeliyiz. Çünkü kendiyle barışık olmayanın başkasıyla barışık olması mümkün değil. Önce gönül ile akıl birbirine ters düşmeyecek. Ters düşmediği zaman barış vardır. Ama gönül ile akıl ters düşerse onu durumu yenmeden hiçbir şey olmaz, kişi bunalımdadır, sorunludur. Akordu bozulabilir. Yaşama yürekli bakın, ama saygıyla bakın, paylaşma duygusu ile bakın, çekinmeyin. Çekinmemek demek saygısızlık anlamına katiyyen gelmesin. Hırsla azmi karıştırmayın aynı zamanda. Azmetmek ayrı, ihtiras bunun daha ötesidir, hırsın ötesidir. Bunu terk edin. Gurur ile inadı da karıştırmayın. Gurur başka bir şeydir, inat başka bir şeydir. Kötü söz sahibindir bunu yüklenmeyin, üstünüze hiç almayın. Özetle bir gün bu dünyadan göçeceğiz, “ömür dediğin bir süreç, ha bir gün erken ha bir gün geç…”
önemli olan bu mesafede mutlu olmak. Sonra benim o sözümü de kendimi daha iyi tanıtmak için söylemek istiyorum. Yani ben ne düşünüyorum, özde şunu düşünüyorum ve kendimi böyle kabul ediyorum: “Bu yaşamın çatısı yaşam kadar kutsaldır, Yaradan’ım yaratmış dünya anavatandır. Dil, din, cins, ırk ayırmam şu dünya gurbetinde, Bana Orhan diyorlar asıl adım insandır.”
Benim felsefem budur. Berhudar olun hepiniz. gbi@gbi.org.tr
27
Nilüfer YAVUZ
İspanya Barış Süreci Ve ETA Nilüfer YAVUZ
Farklı etnik unsurların bir arada yaşadığı bir bölge olan İber yarımadası, temelleri çok eskilere dayanan ancak etkilerini geçtiğimiz yüzyılda hissettiğimiz, pek çok yaşamın yitirildiği bir çatışmaya ev sahipliği yapmıştır. Terörizmin tanımının “önceden belirlenmiş amaçlarına ulaşmak için, sistematik olarak şiddete başvuran bir örgütlenmiş grup ya da partinin kullandığı yöntem” olarak belirtildiği günümüzde, terör örgütü kapsamında değerlendirilen ETA’nın amacı İspanya içindeki Bask Bölgesinin bağımsız olması idi. Bu amaç doğrultusunda bölge güvenliğini tehdit edici pek çok faaliyette bulunan ETA’nın, 2011 yılındaki silah bırakma kararı, İspanya hükümetinin süreci idaresi, incelenmeye değerdir. Bu makalede amaçlanan, İspanya’da vuku bulan ETA terör örgütünün ortaya çıkışı, yaşanan gelişmeler ve problemin çözümünde izlenen adımların açıklığa kavuşmasıdır.
28
Bask Milliyetçiliği
Yaptığı eylemler doğrultusunda bir terör örgütü olarak kabul görmüş ETA’nın ortaya çıkışında pek çok siyasi, tarihi etkenin olduğu savunulmaktadır. 1469 yılında yarımadanın büyük güçlerinden Aragon kralı Ferdinand ve Kastilya kraliçesi İsabel’in evliliği, bugünkü İspanya’nın oluşumunda önemli rol oynamıştır. İki farklı yönetim biçimine sahip bu bölgelerin birleşmesi, ortak bir şekilde idare edilmeleri sonucunu doğurmuştur. Aragon, Kral Ferdinand’ın yerel yönetimlere tanımış olduğu haklar ve sorumluluklarla donatılmışken, Kastilya’da çok daha merkeziyetçi bir yapılanma olması, bu iki bölgenin yönetim biçimleri hususunda birbirlerine entegre olmalarını güçleştirmiştir. Etnik farklılığın yanında siyasal ve sosyal olarak bütünleşemeyiş, İspanya’da bir birlik olma bilincinin oluşmamasıyla sonuçlanmıştır. 17.yy sonrasında devletleşme çabalarının varlığı, Katalonya ve Bask ülkesi
gibi yüzyıllardır özerkliğe sahip birlikler için son derece zor bir süreçtir. Sahip oldukları imtiyazları kaybeden Baskların, merkeziyetçi devlet yapılanmasına karşı duydukları nefretin temeli, ellerinden alınmış haklardır. Ayrılıkçı Bask milliyetçiliğinin ortaya çıkışı, tüm bu tarihsel sürecin ardından 1880 sonrası kendini göstermeye başladı. Bask Milliyetçi Partisi (PNV)’nin kurucusu Sabino Arana tarafından ortaya konan Bask milliyetçiliği düşüncesinin temelinde Bask ırkının korunması yatıyordu. Kendilerini İspanyollardan korumak ve onlardan soyutlamak temel amaç olarak benimsenmişti ki, bu koruma ve soyutlamanın asıl sebebi kendilerini İspanyol ırkından üstün görmeleriydi. Basklar, Katalanların kültürel milliyetçiliğinin aksine dillerini, kültürden çok daha öte, onları bir arada tutan yegane varlık olarak görmektedirler. Victor Hugo’nun 1843’te “Bask dili toprağın kendisidir, neredeyse bir dindir” şeklindeki ifadesi de bu dilin
İspanya Barış Süreci ve ETA
korunmasının bir sembol olmaktan öte, Bask milliyetçiliğinin gelişiminde esaslı bir yer tutmakta olduğunu göstermektedir. Bask milliyetçiliğinin Bask burjuvazisi ve zengin kesimi tarafından destek görmemesi ise temelde tamamen ekonomik sebeplere dayanıyordu. Zengin kesimin İspanyol devleti ile kurduğu sıkı mali ilişkiler, Bask milliyetçiliğinin gerektirdiği katı kurallarla uyuşmuyordu.1850’lerde Bask Bölgesi’nde kömür yataklarının bulunması, o dönemde bölgeye büyük bir işçi göçü olmasına sebep olmuştur. Bu göçlerin sonucunda işçi sınıfının oluşması, beraberinde kendilerini siyasi arenada ifade etme ihtiyacını doğurmuştur. 1878 yılında Sosyalist İşçi Partisi’nin kurulması bu ihtiyacın bir sonucu olarak okunabilir. Bask Bölgesi’ndeki endüstrileşme, İspanyol devletine olan ekonomik bağımlılığı artırırken aynı zamanda bölgede saf Bask ırkı oluşturma hayaline ket vurmuştur. 1895 yılında ise Milliyetçi Bask Partisi kurulmuştur. Siyasi arenada kendini göstermeye başlayan tüm bu akımların varlığı, dönemin İspanyasında muazzam fikri tartışmaların olduğunun bir aynasıdır.
Franco Devri
I.Dünya Savaşına katılmayan İspanya’nın savaş sonrası geçirdiği otoriter rejim dönemi, 1931 yılında, İkinci İspanya Cumhuriyeti’nin kurulması ile son bulmuştur. Bu dönem, Bask ve Katalanların büyük ölçüde özerkliğe kavuştuğu bir dönem olarak bilinmektedir. Sahip olunan haklardaki artışa rağmen Milliyetçi Bask Partisi cephesinin, sol odaklı partilere yanaşmamasındaki asıl sebep ırk ve din temelli görüş farklılıklarıdır. Halk cephesi denilen, sol partilerin oluşturduğu bir partiler koalisyonunun başa geçtiği bu süreç, 1936 İspanya İç Savaşı’nın varlığı sebebiyle pek uzun ömürlü olmamıştı. İç savaş, sağcılarla(milliyetçi, dindar ve antikomünist) solcuların (cumhuriyet yanlısı, laik) sahne aldıkları kardeş kavgalarının sonucunda 1939’da Francisco Franco’nun başa gelmesiyle sona erdi. Böylece İspanya’da uzun bir müddet devam edecek olan diktatörlük dönemi başlamış oldu. Sosyalistlerin ve yerel otoriteyi savunanların tasfiyesinin büyük oranda sağlanması öncelikli amaçtı. İç savaş sonrasında hem Katalan hem de ilk aşamada Bask ülkesinin tüm milliyetçileri Fransa’ya kaçmışlardı. Tarihi sürecin Basklarda oluşturmuş olduğu fikri temelin üzerine 1939 sonrası General Franco’nun baskıcı politikalarının eklenmesi, var olan fikriyata çok daha fazla sarılan bir kitle oluşmasıyla sonuçlandı. Franco’nun iktidar olduğu çeyrek asırı aşkın dönemde Bask kimliği inkâr edildi, Bask dili yasaklandı.
Kendilerini İspanyol ırkından ayrı tutan, dil ve kültürlerine özel önem veren Basklar; İspanya İç Savaşı sonrası Franco devrinde Bask kimliğini yok etmeye yönelik yaptırımlarla karşı karşıya kaldılar. Haksız uygulamalar ve bir dönem yürütülen devlet destekli kontrgerilla hareketleri ortama büyük zarar verdi.
Uygulamaya konan bu yaptırımlar, sürekli ilan edilen olağanüstü haller büyük tepkilere yol açtı. Bask Bölgesi’ndeki (Euskadi) köylerde ve okullarda yasaklanan Bask dilinin (Euskera) kaybolmaya yüz tutması ihtimali, bölgedeki pek çok örgütü dili kurtarma amacıyla yapılabilecek kültürel etkinlik ve eğitimlerle yöneltti. Bu kültürel etkinlikler yerini ne yazık ki zamanla silahlı faaliyetlere bırakacaktı. İktidarı tek elde toplayan Franco Rejimi komünizm, bölgeselci-özerk yapılanmaya ve demokrasiye karşı olan bir dikta rejimiydi. Siyasi partilerin varlığının yasak olduğu bu antidemokratik ortamda iktidarı tekeline almış olan Franco, basına uygulanan sıkı dene-
tim sayesinde de kendisine karşı oluşabilecek muhalif sesleri baskı altına aldı. Uygulanan sansürler ve gösterilmesi zorunlu, rejimi öven yayınlar, düşünmenin ve düşünceyi yaymanın zorluğunu gözler önüne seriyordu. Belirli bir anayasanın olmayışı, hakların nereye dayandırılacağı konusunda soru işaretleri yaratırken, toplumsal düzenin sağlanmasında her fırsatta silahlı kuvvetlerin kullanılmasına ortam hazırlıyordu. Rejimden kaçıp gelen PNV’liler ise, Avrupa kamuoyunda, İspanya’daki bu antidemokratik yapılanmanın mağdurları olarak görülüyordu. Başlangıçta Franco rejimine karşı olan Avrupa’nın nezdinde Bask milliyetçileri prestijli konumdalardı. Ancak soğuk savaş döneminde baş gösteren komünizmin etkisiyle, Avrupa Basklara olan tutumunu değiştirmiş ve Franco rejimine yakınlaşmıştır. Dönemin şartları böyleyken varlıkları, dilleri yok sayılmış olan Basklar, baskılar karşısında hareketlenmeye başladılar.
ETA’nın Doğuşu
1960’lara doğru iyiden iyiye etkisini yitiren PNV’nin liderliğinden hoşnut olmayan bir grup gencin olaylar karşısında kayıtsız kalmama amacıyla çıkardıkları EGİN adlı dergi etrafında toplanan oluşum (1952), 1958’de ETA (Euzkadi Ta Azkatasuna- Bask Ülkesi ve Özgürlük) adını aldı. Bu yapının başlardaki amacı şiddet içermeyen eylemlerle var olan sorunlar adına farkındalık oluşturmaktı. Bu amaçla 1959 yılından 1968 yılına kadar genelde Fransa’daki Bask bölgelerinde her yıl çeşitli kongreler gerçekleştirilmiştir. Fransa’nın, gerek coğrafi yakınlığı, gerekse siyasi olarak İspanya’dan kaçan Basklara müsamaha gösterilmesi nedeniyle sorun üzerinde etkili
29
Nilüfer YAVUZ
aktörlerden biri olduğunu da unutmamak gerekir. Şiddet içermeyen bu ilk dönemlerde Bask tarihi ve dilinin öğrenimine önem verilmiş, duvarlara politik sloganlar yazılmış, Bask milli bayrağı dağlara asılmıştır. Amaç, dikta rejimi altında da olsa Bask kimliklerini korumaktı. Başlangıçta olayların teorik kısmıyla ilgilenen grupta, zamanla gençlerin daha etkin olmaya başlaması, örgütün içinde yaşanan kopmaların varlığı, farklı fikri temellere sahip olunması ve zamanla şiddet eğilimli olanların örgüte hakim olmasıyla uygulamalarda esaslı gidilmesine yol açmıştır. 1960’lı yıllarda örgüt içinde 3 temel ideolojik eğilim söz konusuydu. 1)İşçi odaklı, Marksist örgüt yapılanmasını arzulayan eğilim 2) Ulusalgerilla hareketini savunan eğilim 3) Şiddet içermeyen etnik temelli Bask kültürünü ön plana çıkartan eğilim. Dönemin şartları da göz önüne alınarak halkın kurtuluşunun sınıf mücadelesinden geçtiğini savunan bir kısım, bölgedeki işçilerin de desteğini sağlamış konumdaydı. Kapitalist bir güç olarak görülen İspanya’nın bölgeyi sömürdüğü ve bundan kurtulmak gerekliliği düşüncesine sahip bu kesim ve düşünce tarzı, ırk bağlamında Bask milliyetçiliğinin öngördüğü homojen bir yapılanmanın gereklerini yerine getirememekteydi. Öte yandan Bask ırkının yüceliğini her daim savunan aşırı milliyetçi kanat da bu gidişattan rahatsızdı. Bu rahatsızlıkların ilerleyen zamanda örgüt içi çatlaklar oluşturmasıyla 1974 yılında ETA’nın ETA p-m (sosyalistler) ve ETA-m (aşırı milliyetçi ve şiddet yanlısı) şeklinde ikiye ayrılmasına neden oldu. Kültürel hakların savunuculuğu düzleminden, silahlı eylem biçimine yönelme, bu aşamada örgütün uygulamalarındaki farklılaşmanın en bariz göstergesidir. Franco’nun aşırı baskısı ve askeri güç kullanımı, gözaltına alınmaların kanunsuzca yapılması, gözaltına alınanların da avukat ve yakınlarıyla görüştürülmemesi gibi uygulamalar da ETA’nın halkın desteğini kazanmasını sağlamıştır. ETA’nın, yaptığı eylemler sonucunda güvenlik güçlerinin gittikçe artan tepkileriyle karşılaşması, örgütün yeni eleman toplaması ve hayatiyetini devam ettirmesi hususunda ihtiyaç duyduğu şiddet sarmalına ulaşmasına olanak sağlamıştır.
ETA ve Eylemleri
1961 yılı ETA’nın eylemlere kesin olarak başladığı tarih olarak kabul edilebilir. İç savaş galibiyetini kutlama töreni için kalkan Franco sempatizanlarıyla dolu trenin engellenmesi amacıyla yapılan ama başarısızlıkla sonuçlanan saldırı ETA’nın kitleler nezdinde bilinirliğini arttırmıştır. ETA’nın yüksek rütbeli polis ve önemli kişileri hedef alan, 30
Franco diktatörlüğünün sona ermesiyle kral olan Juan Carlos özgürlükçü ve demokrat bir tavırla değişimin ilk işaretlerini vermiştir. 1978’de halkın büyük çoğunluğunun desteğiyle yapımı tamamlanan anayasanın, “farklı dillerden oluşan kültürel zenginliğe saygı gösterileceği” ifadesi de sorunların aşılmasında büyük yol kat edildiğini göstermektedir.
hükümeti provoke eden eylemleri karşısında, ayrım yapmadan tüm Basklara karşı uygulanan baskıcı mekanizma ise, şiddet eylemlerini onaylamayan Baskların dahi ETA’ya sempatiyle bakmasıyla sonuçlanmıştır. 1968 yılında yüksek rütbeli bir polise düzenlenen suikast, ilk kanlı eylemleri olarak tarihe geçmiştir. Bu eylem, ETA’nın terörist faaliyetlerinin miladı olarak kabul edilebilir. Ancak terör örgütüne dönüşmesi ise 1973’te Franco’nun ikinci adamı amiral Carrero Blanco’nun öldürülmesiyle olmuştur. 50’den fazla militanın görev aldığı bu suikastte daha önceden Madrid’in altında tüneller kazılmış ve bombanın patlama saati ise, 10 tutuklu komünist liderin yargılanmasına 15 dakika kala olarak belirlenmiştir. Yaşanan bu olay, İspanya’da hâkim olan diktatörler ve baskılarına karşı büyük ses getirmiştir. Tüm bu eylemler incelendiğinde görülecektir ki ETA’nın asıl amacı, Bask Bölgesi’ni yalnızca Franco diktatörlüğünden kurtarmak değil, aynı zamanda İspanya’dan ayrılarak özerk bir Bask Yönetimi oluşturmaktır. ETA’nın genel politikasının sivillere zarar vermeme üzerine kurulduğunu söylemek, büyük oranda gerçeklik payı içerir. Bu amacın güdülmesindeki esas, halkın desteğini kaybetmemek ya da takdirini kazanmaktır. 1980 ise ETA’nın en kanlı yılı olarak tarihe geçmiştir. 92 kişinin hayatını kaybettiği bu saldırı ile birlikte çatışmalarda ölenlerin sayısındaki büyük artış, İspanya’da ETA’ya ve militanlarına karşı GAL (Grupos Antiterroristas de Liberación) adı verilen gayri resmi anti-terörist özgürlük grupla-
rı olarak da ifade edilen saldırı timlerinin kurulması tepkisini doğurdu. İspanya’nın Fransa’yı, Bask militanlarının teslimi üzerine gerekli düzenlemeleri yapması konusunda yeterli görmemesi, bizlere, bu şekilde alternatif yolları zorlayarak terörü bitirmeyi umduğunu gösterir. Göz yumulan bu devlet destekli kontrgerilla hareketi sağlanmak istenen barış ortamının oluşmasına büyük zarar vermiştir. 1983-1987 yılları arasında aktif olan GAL, sonrasında dönemin İç İşleri Bakanı dâhil pek çok üst düzey yöneticinin yargılanarak hapse girmesiyle, yaptıkları sorgulanan bir örgütlenme olarak tarihteki yerini almıştır.1987 yılında Barcelona’da bir süpermarkette sivillere, Madrid’de güvenlik görevlilerine yönelik saldırılar gerçekleşmiştir. 2000’li yıllara kadar devam eden onlarca örgüt eyleminde 800’ü aşkın insan hayatını kaybetmiştir.
Barış Süreci
Francisco Franco dönemi ve uygulamaları İspanya içinde ayrımcılığa uğramış odaklarca son derece zor bir süreçtir. 1975’te ölen Franco, 1972 yılında çıkarttığı bir yasayla İspanya’nın başına bugünkü Kral Juan Carlos’un geçmesini sağlamıştır. Franco’nun böyle bir hamle yapmasındaki temel neden, milli Katolikliğin en önemli unsurunun monarşi olduğu kanısıdır. Juan Carlos’un ülkenin yönetimini devralmasıyla birlikte ülkede yeni bir dönemin başladığı söylenebilir. Bekir Berat Özipek’in deyimiyle İspanya’yı yeniden inşa eden bütün bir demokratikleşme süreci kraliyetin manevi ve siyasi rehberliği altında gerçekleşmiştir. Özgürlükçü ve demokratik bir tavır ortaya koyan Carlos’un başbakan olarak atadığı Adolf Suarez’in açıklamaları, toplumun her kesiminin katılımıyla çoğulcu ve demokratik bir anayasa yapılacağı yönündeydi. Bunun yanında, genel bir af ilan edilmesiyle devam eden süreç, sorunun çözümüne yönelik atılan adımlardaki samimiyeti ortaya koyar nitelikteydi. 1978 yılında yapımı tamamlanan anayasanın hazırlanması 500 gün sürdü. Bu zaman diliminde yaşananlar ise gerek sosyolojik gerekse siyasi açıdan incelenmeye değerdir. 7/24 süren tartışmalar sonucunda her kesimin görüşünün alındığı bu anayasada ortaya çıkan metin, baskı ve ideolojilerin hegemonyası altında kalmamış; “benim”, ”onun” değil “bizim” anayasamız olmuştur. İçeriğine baktığımızda var olan sorunun çözümü adına “bölgelerin ve milliyetlerin özerklik haklarını tanımak”, düzenlenmiş en önemli haklardandır. Anayasada çerçeve olarak belirtilmiş olan bu düzenleme, sonrasında çıkarılan bir yasayla netliğe kavuşmuştur. 17 ayrı otonom bölgenin ortaya çıkışı, özerklik statüsünün oluştuğunun en
İspanya Barış Süreci ve ETA
canlı kanıtıdır. Tüm İspanyolları ve İspanya halklarını, bunların kültür ve geleneklerini, insan haklarını, dillerini ve kurumları korumak” amacında olduğu belirtilen anayasada, “Herkesin hak ettiği kaliteli bir yaşamı sağlamak için kültürel ve ekonomik gelişmeyi teşvik etmek”, “Demokratik ve ileri bir toplum oluşturmak” gibi pek çok yükümlülük üstlenilmiştir. “İspanya’nın farklı dillerden oluşan zenginliği özel saygı ve koruma gösterilmesi gereken bir kültürel miras” olarak değerlendirilmesi ise İspanya’nın farklılıkları yok etmektense onları koruma politikası gütmeye başladığını göstermektedir. Başta Basklar olmak üzere diğer etnik grupların da yararlanabileceği bu yeni sistemde kendi kaderini tayin ilkesinin (self determinasyon) bulunmaması Bask halkının büyük çoğunluğunun anayasa referandumunu boykot etmesiyle sonuçlanmıştır. Kabul edilen anayasa ve haklar, Baskların bağımsızlık planlarını destekleyici değil, onlara özerklik verme yönünde olmuştur. Franco’nun ölümü sonrası bağımsızlık elde etme fırsatını bulduğunu düşünen ETA’nın 1975-1988 yılları arasındaki ölümle sonuçlanan eylemlerine baktığımızda Franco döneminden 10 kat daha fazla olduğunu görmekteyiz. 1978 yılında ETA’nın politik kanadı olan Herri Batasuna adlı siyasi partinin kurulmasının yanı sıra, bölgenin kendi parlamentosunu ve polis teşkilatını oluşturmasına izin verilmiştir. HB, bölgede oyların ortalama %15’ini alırken ETA’nın şiddet eylemlerini kınamaktan kaçınmış, hatta örgüt mensupları için “Bask ülkesinin askerleri” nitelemesinde dahi bulunmuştur. Silahlı faaliyetleri desteklediğini sürekli beyan eden HB’nın siyasi faaliyetleri, “örgütün parçası olma ve örgüte ekonomik destek temin etmek” suçundan 2003’te yasaklanmıştır. HB, bunun üzerine AİHM’e gitmiş; ancak mahkeme, partinin kapatılmasına onay vermiştir. Parti artık İspanya’nın girişimiyle AB’nin terörist örgütleri arasında yer almaktadır. İspanya, ETA ve bağlantılarını yalnızlaştırırken, Bask halkını temsil eden diğer partilerle ilişkilerini ilerletmiştir. Bask bölgesinde halkın demokratik ve sosyal açıdan gerekli olan tüm ihtiyaçlarının karşılanmasıyla eş zamanlı olarak ETA’ya karşı sürdürülen silahlı mücadeleden vazgeçilmemiştir.
Faaliyetler
Kabul edilen anayasa sonrasında, özerk bölgelerin kendi kanunlarını oluşturabilme hakkı doğmuş oldu. Bask Bölgesi’nde 1979’da kabul edilen “Guernica Yasası” ile özerk bir parlamento kurulacak ve bölge eğitim, idari ve mali konularda kendini yönetecekti. Bölgede ulusal polisin varlığının yanında Bask polisi de görev yapacaktı.
“İki dillilik yasası” ise Basklar tarafından en olumlu gelişme olmuştur. Yıllarca uğruna savaştıkları dilleri, bu sayede İspanyolca ile birlikte resmi dil olacak ve Euskeraca (Bask Dili) yayın yapan bir televizyon kanalı kurulacaktı. Kaybolmakta olan bu dilin tekrar kazanılması uğruna pek çok faaliyette bulunuldu. Kasaba isimlerinin Bask dilinde (Euskera) yazılmasının bunda önemli etkisi olmuştur; ancak okullarda benimsenen yeni eğitim modellerinin etkisi çok daha büyüktür. 3 farklı modelin işlediği Bask Bölgesi’nde, A modelinde tüm eğitim İspanyolcaydı. B ise eğitimin % 50 olarak İspanyolca ve Bask diline paylaştırıldığı bir sistemdi. Son olarak, D modelinde ise sadece İspanyolca öğretiliyordu. Barışın yalnızca eğitim dili ile gerçekleştiğini söylemek ise gerçek dışı olur. Barış eğitiminde, bir arada yaşama ve çatışma çözümüne ilişkin olarak, gelecek nesillere olaylarla ilgili hassas olunmasının öğretilmesinin gerekliliği tartışılmazdır. Etnik çeşitliliğin varlığı içinde, ayrımcılıkla bozulabilecek hassas bir dengeyi korumak elbette ki zordur ancak ötekileştirmektense, eğitimcilerin aşılaması gereken “BİZ” tanımı ile bu sorun aşılmaya çalışılmıştır. Bask toplumunun içinden gelen bir ses olarak, ETA’nın şiddet eylemlerine karşı çıkan bir grubun 90lı yıllar boyunca döneme damgasını vurmasıyla, anlaşmazlıkların karşılıklı rahatsızlık yarattığı daha da gün yüzüne çıktı. Önceki kuşak ETA aktivistlerinin de yer aldığı “Artık Yeter” (¡Basta Ya!) hareketleri, İspanya kamuoyunu büyük ölçüde etkilemiştir. 2004 Parlamento seçimlerini kazanan Zapatero liderliğindeki PSOE(Partido Socialista Obrero Español-İspanya Sosyalist İşçi Partisi)’nin dönemi ise barış adına ümitleri çok daha fazla yeşertti. ETA ile görüşmeleri şiddeti bırakır bırakmaz başlatacağının sinyallerini veren Zapatero, 2003 sonrası kimseyi öldürmemiş olan örgüte güvendikleri yolundaki açıklamalarıyla bir barış ortamı yakalama çabasındaydı. Yakın dönemlerde Katalanlara verilen geniş özerklik ve ETA’da yaşanan güç kaybının da etkisiyle, öncelikle ilan edilen ateşkeslerin zamanla süresiz olarak uzatılması çözüme yaklaşıldığını gösterir nitelikteydi. Kökleri 15. Yüzyıla kadar dayanan bu sorun, 2011 yılında ETA’nın silahlı mücadeleyi sona erdirdiklerine dair yaptıkları açıklama ile nihayet son buldu. Tüm bu gelişmelerle beraber 2011’den bu yana eylem yapmayan ETA, 27 Mart 2013 tarihinde zihinleri bulandıran bir açıklama yaptı. Norveç’te yapılması planlanan diyalog görüşmelerinde İspanyol Hükümeti’nin masaya oturmaması üzerine tepki gösteren ETA, silah bırakmanın gündemlerinde olmadığını belirtti. Büyük
tepki toplayan ETA’nın bu beyanına karşı Bask Özerk Yönetimi de “Barışın perçinlenmesini geciktiren tek neden ETA’nın kendisidir.” açıklamasında bulundu. Bu son gelişmelerin ışığında, kalıcı barışın sağlanmasının, lafta kalan silah bırakma sözleriyle değil, sürekliliği olan sosyal politikalarla desteklenerek gerçekleşeceğini söylemek yanlış olmaz. Günümüzde İspanya’da barış ortamının hâkim olduğu aşikâr olmakla birlikte, bunun devamlılığının sağlanması, halkın ve tarafların özverili tutumuyla gerçekleşecektir. Kimi zaman yapılan yanlış hamlelerin, barış süreçlerini kesintiye uğrattığının bilincinde olmanın gerekliliğini de gösteren bu süreç, terör odaklı sorunları haiz ülkelere büyük bir örnek teşkil etmektedir. Otoriter bir rejim olan Franco rejimi ile Bask Milliyetçiliği’nin yapısına ve dayandıkları fikri yapıya baktığımızda ikisinde de öze dönüşçü milliyetçilik akımının etkisini sezinlemek mümkündür. Ancak yaşanan tüm tecrübelerle sabittir ki, bir diğer milliyeti yok sayarak ortaya çıkmış tüm hareketler ve sonucunda oluşan çatışmaların çözümü, yine diyaloğa ve karşılıklı anlayışa dayanmaktadır.
niluferyavuz@gbi.org.tr
1- 1978 İspanya Anayasası 2- BİLGESAM(2012).Rapor 45:Çatışma Çözümü ve Türkiye’de Kürt Meselesi 3- COVERDALE, J. F.(1979). The Political Transformation of Spain After Franco, New York: Praeger Special Studies. 4- ÇÖKMEZ, F.(2008). “Bask Bölgesi: Etnik Milliyetçiliğin Tarihsel Gelişimi ve İspanya’daki Devlet Politikaları’na Etkisi”, Ege Akademik Bakış 8 (1),sf: 355-371 5- ETA: “Silah bırakmak gündemimizde değil”.(2013, Mart 27). CNNTURK. http://www.cnnturk.com/2013/dunya/03/27/eta.silah. birakmak.gundemimizde.degil/701777.0/ 6- ETA ve eylemleri. (2006, Haziran 29). NTV MSNBC ARŞİV, http://arsiv.ntvmsnbc.com/news/261109.asp?cp1=1 7- HAMSİCİ M.(11 Ocak 2013) Bask modeli: Müzakare olmadan gelen özerklik. BBC Türkçe, http://www.bbc.co.uk/turkce/ haberler/2013/01/130111_peace_process_5_basque.shtml ÖZÇER, A. (2010). Kimlik Çatışmaları & İspanya Deneyimi. Ekopolitik Panel,14 Ekim 2010 8- ÖZİPEK, B. (2007). Yeni Anayasa Paneli, Akademik Dayanışma Araştırma ve Geliştirme Vakfı,22 Ekim 2007,Ankara. 9- ÖZİPEK, B.(25.11.2007).İspanya Şiddetin Üstesinden Demokrasi ile Geldi. http://www.hurfikirler.com/hurfikir.php?name=kose_yazil ari&op=viewarticle&artid=186 10- POLLACK, Penny &HUNTER, Graham, “Dictatorship, Democracy and Terrorism in Spain”, içinde, The Threat of Terrorism, Lodge, Juliet, Sussex, Wheatsheaf Boks, 1988, s.125 11- Tarih Vakfı.(2010), Toplumsal ve Siyasal Çatışmaların Yaşandığı Toplumlarda Uzlaşma Aracı Olarak Eğitimin Rolü Projesi, Alfredo López Serrano, İspanya’da Toplumsal Barışa Yönelik Eğitim Mevzuatı ve Uygulamaları, çev. Pınar Şenoğuz 12- “Terrorism”(1934), International Encyclopedia of the Social Sciences, New York, c.14, s.76 13- Timeline: ETA campaign. (2011, October 20). BBC News Europe, http://www.bbc.co.uk/news/world-europe-11181982 14- UTSAM (2010). Rapor 15: İspanya’nın Terörle Mücadelesi
31
Tolga TOSUN
Kamerun, Enerji Sektörü ve Gelişimi Tolga TOSUN
Sanayi Devrimi ile birlikte buhar makineleri önem kazanmış, insan ve hayvan gücü kullanımını gerektiren alanlar ikinci planda kalmış ve yeni enerji kaynak arayışları başlamıştır. Günümüzde de devam eden teknolojik inovasyonlar kömür, petrol ve doğalgaz gibi birincil enerji kaynaklarının* ve elektrik gibi ikincil enerji kaynaklarının** kullanım alanlarını genişletmiş ve onları hayatımızın vazgeçilmezleri haline getirmiştir. Mevcut olan teknolojik gelişmeleri de göz önüne alırsak enerjiye olan ihtiyacımız ve bağımlılığımız gün geçtikçe artacaktır. Tüm bunlar dikkate alındığında günümüz dünyası için enerjinin artık ne kadar hayati bir öneme sahip olduğu anlaşılmaktadır. Ayrıca enerji arzı, güvenliği ve verimliliği gibi hususlar ülkeler tarafından
Şekil1: Kamerun’un Coğrafi Konumu 32
son derece dikkatli ve titiz bir şekilde ele alınmaktadır. Günümüzde pek çok bölgede petrol, doğalgaz gibi fosil kaynaklar çıkarılmaktadır. Ancak dünya politikalarının ve ülkeler arası dengelerin sabit olmamasından dolayı ve çatışma ortamlarının enerji arz güvenliğini tehdit etmesi nedeniyle özellikle Afrika’daki ülkeler dünya piyasalarına yeterli miktarda petrol ve doğalgaz arzı sağlayamamaktadır. Bu durum gelişmekte olan Afrika ülkelerine bir darbe daha vurmaktadır. Son zamanlarda yapılan yatırımlarla Afrika ülkelerine örnek oluşturabilecek, çatışma ortamından uzak ve enerji arz güvenliği konusundan problemlerin çıkmasını engelleyebilecek bir ülke olan Kamerun; bu çalışmanın konusunu oluşturmaktadır.
Kamerun, Orta Afrika’nın batısında yer almaktadır.Kamerun’un doğusunda Orta Afrika Cumhuriyeti, güneybatısında ve güneyinde Kongo, Gabon ve Ekvator Ginesi, kuzeybatı ve batısında Nijerya, kuzeydoğusunda Çad ve batısında Atlas Okyanusu vardır. Kamerun’un nüfusu 2012 verilerine göre 20,5 Milyondur. Ülkenin kuzey kesimlerinin yarısı çöllerden oluşmaktadır. Orta kısımlara doğru platoların ve çayırların kapladığı alanlar gözle görülür şekilde artmaktadır. Ülkenin büyük bir kısmını kaplayan güney kesimleri ormanlıktır ve su kaynakları boldur. Kamerun’un GSYİH’sı yaklaşık 23 Milyar dolardır; ayrıca satın alma gücüne göre kişi başı geliri yaklaşık 2200 dolardır. Kakao, kahve, pamuk, muz ve kauçuk tarım sektöründeki en önemli ihracat kalemleridir. En önemli endüstriyel üretimini kamu-özel sektör ortaklığıyla yönetilen Alucam’ın sağladığı alüminyum oluşturmaktadır. Ayrıca Alucam tek başına ülke elektriğinin yarısına yakınını tüketmektedir. On beşinci yüzyılda Portekizli denizcilerin keşfetmesinden sonra Avrupa ülkelerinden Kamerun’a göç 17. yüzyılda başlamıştır. 1884-1916 yılları arasında Alman kolonisi olan Kamerun, I. Dünya Savaşı sonunda İngilizler ve Fransızlar tarafından Alman kolonilerini ele geçirme yarışı sırasında bu iki ülke tarafından paylaşılmıştır. Bu paylaşım sonucunda ülkenin büyük kısmı Fransız, geri kalan kısmı İngiliz hakimiyetine girmiştir. 1959 yılında iç yönetimde bağımsızlığını sağlayan Kamerun, 1960 yılında yapılan referandum ile tam bağımsızlığını kazanmıştır. İngilizlerin hakimiyetinde olan Kamerun’unun kuzey parçası Nijerya’ya bağlanırken, güney parçası ise
Kamerun’un Enerji Sektörü ve Gelişimi
lecek ülkelere yöneltmiştir. Özellikle Sahra altı ülkeler olarak adlandırılan Çad, Nijerya, Kamerun gibi ülkelere yapılan yatırımlar hızlı bir biçimde artmıştır. 1977-1978 yıllarında çıkarılan mali yasalarla birlikte Kamerun yatırımcılar için daha cazip bir hale gelmiştir. Kamerun’da 1977 yılında gerçekleşen petrol üretimi sadece 100ktoe civarında iken 1984 yılında bu miktar 9000ktoe’a kadar çıkmıştır. Ancak Arap ülkelerinin tekrar üretime geçmeleri ve dünya üzerinde farklı ülkelerdeki petrol kaynaklarının kullanılmaya başlanması zaten Kamerun ekonomisinin ayakları üzerinde durmasını sağlayan yegane kaynaklardan olan petrol üretiminin yavaşlamasına sebebiyet vermiştir. Özellikle 1987’den sonra petrol gelirlerinin azalması sebebiyle Kamerun ekonomisi derin bir darboğaza girmiştir. Bu ekonomik darboğazdan kurtulabilmek
EP
N U B R EP U B L IC OU OO O F C A M ER L IQ ER UE DU CAM
N
Son zamanlarda yapılan yatırımlarla Afrika ülkelerine örnek oluşturabilecek, çatışma ortamından uzak ve enerji arz güvenliği konusundan problemlerin çıkmasını engelleyebilecek bir ülke olan Kamerun; bu çalışmanın konusunu oluşturmaktadır. Kamerun’un doğusundaki ülkelerin siyasi yönden istikrasız olmaları ve ülke içindeki çatışmaların devam etmesi, Kamerun’u, özellikle enerji arz güvenliği konusunda çok daha ön plana çıkarmaktadır. Bu bölgelerdeki petrolün ve doğalgazın dünya piyasalarına ulaştırılması konusunda Orta Afrika ülkelerinin doğal limanı olan Kamerun birinci adaydır.
için 1989 yıllarında Dünya Bankası ve IMF programlarına katılmıştır. Bu programlara katılmasının ardından yapılacak yatırımlar için 1989-2004 yılları arasında toplamda 480 Milyon Dolar kredi almıştır.1990 yılında yeni bulunan petrol bölgeleri beklenen etkiyi yapmamış ve 1986 yılında 173.000 varil olan günlük petrol üretimi 1996 yılında %40’a varan bir azalma ile günlük 90.000 varile kadar düşmüştür. Bu düşüşü engellemek için yapılan çalışmalar 90’lı yıllarda da devam etmiştir. 90’ların ortasında Kribi-Campo bölgesi, 1996 yılında da Ebome bölgesi kullanıma açılmış; ancak petrol üretiminde belli bir artış olsa da beklenen artış gerçekleşmemiştir. Kamerun konumu sebebiyle Orta Afrika’da doğal bir transit enerji bölgesidir. Bu özelliği 90’lı yılların sonunda Orta Afrika’da Çad gibi petrol üreticisi ülkelerin ortaya çıkmasının ardından daha da iyi anlaşılmıştır. Bunun en güzel ispatı ise Çad’da üretilen petrolün Kamerun üzerinden dünya piyasasına kazandırılması için 2000 yılında tamamlanan petrol boru hattıdır. Bu hattan günlük ortalama 200.000 varil petrol geçmektedir. Varil başına geçiş ücreti alan Kamerun yıllık ortalama 40.000$ gibi bir gelir sağlamaktadır. Ayrıca projenin değerinin farkında olan büyük petrol şirketleri (Exxon/Mobil 40%, PetronasMalaysia 35% ve Chevron 25%) büyük ilgi göstermiştir. 2000’li yıllara gelindiğinde Kamerun’un petrol üretimi günlük 65.000 varil ile 95.000 arasında seyretmiştir. Halen aynı miktardaki ihracatı devam etmektedir. Ülkenin tek rafinerisi olan SONARA, liman şehri olan Limbe’de bulunmaktadır. Ayrıca Kamerun’un günlük tüketim miktarı 30.000 varil civarında seyretmektedir. Kamerun özellikle de çevresindeki ülkelere kıyasla hidroelektrik üretebilme
R
Kamerun Cumhuriyeti’ne 1961 yılında katılmıştır. Daha sonra ülke Kamerun Federal Cumhuriyeti adı altında federal bir yapıya dönüşmüştür. 1972 yılında ise ülke tek bir merkeze bağlanarak üniter yapılı Kamerun Birleşik Cumhuriyeti adını almıştır. Kamerun başkanlık sistemi ile idare edilmektedir. 2008 yılında yapılan değişiklikle en fazla 2 dönem üst üste seçilebilme koşulu kaldırılmıştır. Çok partili sisteme 1992 yılında geçen Kamerun’da 180 üyeli meclis 5 yılda bir seçilmektedir. Çok partili sisteme karşın, tek partinin etkili olduğu bir yapı boy göstermektedir. Devlet başkanı 1982 yılından beri Paul Biya’dır. Kamerun’un petrol üretim ve bağlantılı olarak ekonomik tarihi dörde ayrılabilir. Bunlar 1963-1977 petrol öncesi dönem, 1977-1986 petrol patlaması dönemi, 1986-1994 duraklama dönemi ve 1994’ten günümüzde de devam etmekte olan postdevalüasyon dönemidir.Kamerun’daki enerji faaliyetleri Kamerun’un bağımsızlığını kazanmadan önceki yıllarda başlamıştır. Sismik araştırmalar en başta Douala Havzası’nda 1951 yılında başlamış olup ilk petrol keşfi 1954 yılında, doğalgazın çıkarılması da 1955 yılında gerçekleşmiştir. Kamerun’un 1960 yılında bağımsızlığını kazanmasından sonra gelir kaynaklarını arttırmak için yaptığı çalışmalar arasında petrol ve doğal gaz kaynaklarının araştırılması ve bu kaynakların üretime geçirilmesi de vardı. 1964 ve 1969 yıllarında yeraltı kaynaklarıyla ilgili yapılan hukuki düzenlemeler petrol ve doğalgaz üretiminin önünü açtı. Ancak 1965 yılına kadar Elf Aquitaine üretim hakkına sahip tek firma olarak faaliyet göstermiştir. Bu durum petrol gelirlerinin artmasını bekleyen Kamerun hükümetinin beklentilerini boşa çıkarmıştır. Daha sonra Mobil, Royal Dutch Shell ve Total keşif çalışmalarına başlamıştır. 1960’ın sonralarına doğru Nijerya’nın Nijer Deltası’ndaki keşiflerinden sonra Kamerun’daki petrol ve doğalgaz araştırmaları Douala Havzasından Rio del Rey Havzasına kaymıştır. Rio del Rey Havzası’nın bir numaralı keşif bölgesi olmasından sonra petrol üretimi günlük 158.000 varili bulmuştur. Daha sonra bu bölgedeki petrol üretiminin düşmesiyle birlikte arama çalışmaları 1980’lerde tekrardan Doula Havzası’na kaymıştır. Özellikle 1977 yılı Kamerun’da petrol üretiminin patladığı yıl olması bakımından çok önemlidir. Çünkü 1970’lerde Arap ülkelerinin uyguladığı petrol ambargosu dolayısıyla dünyada petrol krizi baş göstermiştir. Bu durum özellikle büyük petrol şirketlerinin ilgisini Arap ülkeleri dışındaki potansiyel petrol üretim merkezi sayılabi-
33
Tolga TOSUN
Şekil-2: 1971-2009 yılları arasında Kamerun’un enerji üretimi
kapasitesi bakımından çok büyük bir potansiyele sahiptir. Bu özelliği zaten elektrik üretim kaynaklarının oranlarına da yansımaktadır. Kamerun’un toplam hidroelektrik potansiyeli 500,000 MW’a tekabül etmektedir. Bu da Kamerun’u geleceğin elektrik ihracatçısı olarak göstermektedir. Kamerun Cumhuriyeti’nin kurulduğu ilk günden itibaren bölgeye olan yatırımlar sürekli olarak devam etmiştir. 2003 yılına gelindiğinde Kamerun’un kurulu gücü 850 MW’a çıkmıştır. Bu kurulu kapasitenin %90’ı hidroelektrik üretiminden sağlanmaktadır. En büyük hidroelektrik santralleri Sanaga Nehri üzerindeki 267 MW’lık Nachtigal ile Ntem Nehri üzerindeki 202 MW’lık Memve’Ele hidroelektrik santralleridir. 2020 yılına kadar kurulu gücünü 3GW’ya kadar çıkarmak isteyen Kamerun 450 MW’lık yeni Kpep Hidroelektrik Projesi’ni geliştirmektedir. Diğer projeleri Nachtigal Hidroelektrik Santrali (300 MW), Song Mbengue Hidroelektrik Santrali’nin (930 MW) de temelleri atılmıştır. Tüm bu girişimleri tehdit eden en önemli faktör ise kuraklık durumudur. Geçmişte bu durumun acı tecrübeleri olmuştur. Yaşanan kuraklıklar Kamerun ekonomisine büyük zarar vermiştir. Özellikle de en büyük zararı Kamerun elektriğinin %60’ına kadarını tek başına tüketen Alumcam Alüminyum Fabrikası görmüştür.Tüm bu gelişmeler, Kamerun hükümetini, ülkenin enerji üretim kaynaklarını çeşitlendirmeye itmiştir. 2004 yılına kadar doğalgaz kaynaklarına dokunmayan Kamerun, 2005 yılında başlayan girişimlerle doğalgaz üretimine başlamıştır. Ancak çıkarılan doğalgazın miktarı çok düşük rakamlarda kalmıştır. 2012 yılında temelleri atılan 216 MW’lık Kribi Doğalgaz Çevrim Santrali Kamerun’un 1037 MW 34
olan kurulu gücünü 2013’ün ilk yarısında 1253 MW’a çıkarması beklenmektedir. Özellikle bu santralin doğalgaz ihtiyaçlarının karşılanması için doğalgaz üretim altyapısı Kamerun’da son hızla devam etmektedir. Ayrıca 86 MW’lık Yassa Ağır Yakıt Santrali projesi de Kamerun hükümetinin enerji çeşitliliğini oluşturma çabalarının bir sonucudur. Kamerun’un enerji sektörünün gelişimini incelediğimiz zaman enerji sektöründeki değişikliklerin siyasi ve ekonomik olaylarla doğrudan bağlantılı olduğu açık bir şekilde görülebilir. Kamerun’un Arap petrol krizi ile artış gösteren ve 1986 yılında en üst düzeye ulaşan petrol üretimi ve gelirleri daha sonra petrol fiyatlarındaki düşüş ile 90’lı yıllarda hükümetin beklediği rakamların çok altında seyretmiştir. Ayrıca 90’lı yıllara kadar yapılan elektrik alt yapısını ve kurulu elektrik gücünü arttırma çalışmaları, Nijerya ile patlak veren çatışmaların Kamerun’un bu projelere kaynak aktarımını kesmesi sebebiyle yarıda kalmıştır. Petrol sektörünü incelediğimiz zaman da 90’lı yılların ortalarında meydana gelen Nijerya savaşının etkileri açıkça görülmektedir. Savaş sonrası devletin yaptığı yatırımlar sektörün istenilen düzeyde gelişmesini sağlayamamıştır. “Enerji sektörünün özelleştirilmesi, Kamerun’a neler katabilir ve Kamerun’dan neler götürebilir?” sorusunun cevabı aranmaktadır. Kamerun’un doğusundaki ülkelerin siyasi yönden istikrasız olmaları ve ülke içindeki çatışmaların devam etmesi, Kamerun’u, özellikle enerji arz güvenliği konusunda çok daha ön plana çıkarmaktadır. Bu bölgelerdeki petrolün ve doğalgazın dünya piyasalarına ulaştırılması konusunda Orta Afrika ülkelerinin doğal limanı olan Kamerun birinci
adaydır. Halihazırda işlemekte olan ÇadKamerun Petrol Boru Hattı buna çok güzel bir örnektir. Kamerun’un petrol ve doğalgaz taşımacılığında etkili olması, hem dünya petrol piyasasında çeşitliliğe hem de Orta Afrika ülkelerinin petrol gelirlerinin artması ile büyüme hızlarını katlamalarına sebep olacaktır. Gelecekte Orta Afrika ülkelerinin siyasi istikrarsızlıklarının sonlanacağını ya da azalacağını buna paralel olarak petrol ve doğalgaz üretimlerinin artacağını öngörerek Kamerun’un öneminin çok daha artacağını söyleyebiliriz. Yukarıda da bahsedildiği gibi doğalgaz kaynaklarının kullanımını arttırmayı hedefleyen ve bu konuda çalışmalarını hızla artıran Kamerun’un elektrik üretimi için kullandığı kaynakları çeşitlendirme konusunda ciddi çalışmalar yaptığı görülmektedir. Buna ek olarak, Kamerun’un hidroelektrik konusunda ciddi bir potansiyelinin olduğu aşikardır. Ancak kaynakları kısıtlı olan Kamerun hükümeti enerji projelerine kaynak ayırabildiği takdirde bölgenin hidroelektrik, doğalgaz ve petrol üssü olması ihtimali yüksektir.
tolgatosun@gbi.org.tr
*Birincil enerji kaynakları, hiçbir işleme uğramadan doğada kendiliğinden var olan fosil yakıtlar, güneş, rüzgar gibi enerji kaynaklarıdır. **İkincil enerji kaynakları, birincil enerji kaynaklarının belli işlemlerden sonra dönüştüğü elektrik gibi formdur.
1.CIA The World Factbook , “Cameroon”, (8 Nisan 2013), 14 Nisan 2013, <https://www.cia.gov/library/publications/the-worldfactbook/geos/cm.html> 2.Grimes K., “Environmental Justice Case Study: The Chad/Cameroon Oil and Pipeline Project” (2009) 18 Mart 2013 <http://www. umich.edu/~snre492/Jones/pipe.htm > 3.International Energy Agency. “Energy Production Cameroon” (2011) 6 Mart 2013 <http://www.iea.org/stats/pdf_graphs/CMPROD.pdf> 4.Martin, P. J., Dr., “Chad Cameroon Oil Pipeline Project”, 22 Mart 2013 <http://www.columbia.edu/itc/sipa/martin/chad-cam/ overview.html> 5.Pineau, P.O., “Transparency in the Dark – An Assessment of the Cameroonian Electricity Sector Reform”, (12 Ağustos 2004), 25 Mart 2013 <http://www.internationalrivers.org/files/attached-files/ transparencyinthedark.pdf > 6. The World Bank, “Cameroon Kribi Gas Power Project”, (2013), 14 Mart 2013 <http://www.worldbank.org/projects/P110177/cameroon-partial-risk-guarantees-kribi-gas-power-project?lang=en > 7.Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı. “Kamerun” (2012) 2 Mart 2013 <http://www.mfa.gov.tr/sub.tr.mfa?28259b04-3a25-4611 -b82b-008accb36cd5> 8. Türkiye Cumhuriyeti Ekonomi Bakanlığı İhracat Bilgi Platformu. “Kamerun” (19 Nisan 2013) 20 Nisan 2013 <http://www.ibp.gov.tr/ pg/section-pg-ulke.cfm?id=Kamerun> Şekil1. Kamerun’un Coğrafi Konumu , <http://networkgloballogistics.com/icerik/kamerun-haritasi.html> Şekil2. 1971-2005 yılları arasında Kamerun’un enerji üretimi, (International Energy Agency),(2011), 12 Nisan 2013, <http://www. iea.org/stats/pdf_graphs/CMPROD.pdf
Yasemin YAVUZ
Martin Luther King, Jr. : “Bir Hayalim Var!”
Martin Luther King, Jr.
“Bir Hayalim Var!” Yasemin YAVUZ
Bir hayalim var. Gün gelecek, eski kölelerin evlâtlarıyla eski köle sahiplerinin evlâtları, Georgia’nın kızıl tepelerinde kardeşlik sofrasına birlikte oturacaklar. Bir hayalim var. Gün gelecek, dört küçük çocuğum, derilerinin rengine göre değil, karakterlerine göre değerlendirildikleri bir ülkede yaşayacaklar... Ülkenin en küçük köyünden en büyük kentine kadar her tarafından özgürlük şarkıları duyulunca, ancak o zaman, Tanrı’nın bütün evlatlarının; siyah olsun, beyaz olsun, Katolik olsun, Protestan olsun, Musevi olsun, Tanrı’nın bütün evlatlarının el ele verip şu eski zenci şarkısını söyleyecekleri günün yaklaştığını anlayacağız; “Özgürüz artık! Özgür, özgür! Şükürler olsun sana yüce Tanrım, özgürüz artık!”
İkinci Dünya Savaşı’nın galibi ABD, 1950’li yıllarda dünya ekonomisinin ve siyasetinin de lideri konumundaydı. Aynı dönemde SSCB’nin nüfuzunu dengelemeye çalışan kapitalist devletler, kendi sınırları içindeki muhaliflerin, özellikle de işçi sınıfının sosyal haklarını büyük ölçüde genişletmişlerdi. Avrupa’daki bu ideolojik değişimin Amerika’da yayılmasını önlemek için “McCarthycilik”* ya da Amerikalılar’ın deyimiyle “Red Scare(Kızıl Panik)” adıyla gündeme gelen bir politikayla açıkça bir komünist avına çıkılmıştı. Soğuk Savaş döneminde, ülkedeki sol ideolojiye büyük bir darbe vurmak için bir “Amerikan rüyası” imajı oluşturularak Amerikan halkı, dünya politikasından soyutlanmaya çalışıldı. Fakat netice olarak ABD, siyaseten durulmuş 35
Yasemin YAVUZ
sayılmazdı. Baskı ve ödüllerle sindirilen beyaz muhalefet devlet politikasının savunucusu haline gelirken; sistemden dışlanan siyahlar, muhalif bir kimlik kazanarak örgütlenmeye çalışıyordu. Bu muhalefetin odağında Medeni Haklar Hareketi ve kısa sürede bu hareketin önderi olacak olan Martin Luther King vardı. 15 Ocak 1929’da doğan Martin Luther King, eğitimli ve ortalamanın üzerinde gelire sahip bir aileye sahipti. Lise eğitimini tamamladıktan sonra Atlanta’nın Marchouse Koleji’ndeki Sale Kilisesi’ne ”toplumbilim öğrencisi” olarak kayıt oldu. Bu dönemde, ırkçılığa karşı olan siyah örgütlerin gençlik kollarında çalışmaya başladı. 1948 yılında kazandığı burs sayesinde Pennsylvania’daki Crozer Din Bilim Okulu’na kayıt oldu. Sosyal ve dini duyarlılığı bir bütün olarak görüp “sivil itaatsizlik”* anlayışını benimsemeye başladığı dönemde, Gandhi’nin Hindistan’da gerçekleştirdiği mücadelenin şekli ve başarısı, şiddetsiz ve doğrudan eylem kavramına olan inancını güçlendirdi. Mezuniyetinden sonra 1951 yılında yine burslu olarak Boston Üniversitesi’nde doktoraya başladı. Aynı yıl tanıştığı Coretta ile 1953 Haziranı’nda evlendi. Okulu bitirip doktor unvanını aldıktan sonra, Alabama’nın Montgomery şehrindeki Baptist Kilisesi’nde rahip olarak göreve başladı. O dönemde eyalet yasalarının ırkçı anlayışa göre düzenlenip uygulandığı Montgomery’de siyahların oy kullanması engelleniyor; okullardaki etnik ayrımcılık, eğitim haklarını kısıtlıyordu. Bardağı taşıran olay kabul edilen, bir dönem NAACP (National Association for Advancement of Colored People) yerel biriminde sekreter olarak çalışmış olan Rosa Parks’ın, 1 Aralık 1955 günü otobüste beyazlara yer vermediği gerekçesiyle tutuklanması da ABD’de siyah-beyaz ayrımcılığının doruk noktaya ulaştığını göstermiş ve King’in “sivil itaatsizlik” hareketinin örgütlenmesi için uygun bir zemin oluşturmuştu.
Montgomery Otobüs Eylemi
NAACP yerel birim başkanı E.D. Nixon, Rahip Abernathy ve King ile beraber üçlü bir komisyon oluşturmaya karar verdi. Aynı gece King’in kilisesinde düzenlenen toplantıda, farklı meslek gruplarından müteşekkil 40 kadar siyahtan, 5 Aralık Pazartesi günü otobüsleri boykot etmesi istendi. El ilanlarıyla boykotun halka duyurulması ve eylemden bir gün önceki Pazar ayininde rahiplerin cemaatlerini boykota çağırması yönünde kararlar alındı. Eylemci siyahların işlerine gidip gelmeleri problemi de, toplantıya katılan siyah taksi işletmecilerinin yardımları ve sonrasında oluşturulan bir 36
gönüllülük ağı organizasyonuyla çözülecekti. Boykotun ilk gününün sonundaki toplantıda, işlerin örgütlü yürütülmesi amacıyla MIA (Montgomery Geliştirme Derneği) kuruldu ve başkanlığına Dr. Martin Luther King seçildi. Otobüs işletmeleri ve belediyeye verilmek üzere eylemcilerin onayına sunulmak üzere bir bildirge hazırlandı. Bu bildirgede, otobüs şoförleri siyahlara nazik davranacaklarına söz vermedikçe; oturulacak yerler beyazlar ön, siyahlar arka kapıdan binmek koşuluyla, ilk oturanın yerinden kaldırılmaması ilkesine göre düzenlenmedikçe ve genellikle siyahların bindiği otobüslerde siyah şoförler çalıştırılmadıkça hiçbir siyahın otobüslere binmeyecekleri yazılıydı. Tüm siyahların bildirgeyi kabul etmesiyle, Amerikan tarihinin en uzun süreli eylemlerinden biri başlamış oldu. King’in tahmin ettiği ve amaçladığı gibi ırkçı olmayan beyazlarla, bazı beyaz örgütleri de eyleme destek verdiler. Sendikaların da desteğiyle Montgomery Otobüs Eylemi, ırkçılık karşıtı bir eylem olmaktan çıkıp Amerika’daki tüm muhaliflerin çığlığı haline gelerek 1950’lerin apolitik ortamında, siyah hareketini toplumsal muhalefetin odağına oturtmuştu. Fakat ırkçı provokasyonlar sonucunda King’in evi bombalı saldırıya uğradı. Bir toplantıda olan King, evinin önünde toplanan kalabalığı; boykotun meşruluğunu kaybetmesi için uğraşan ırkçıların provokasyonları konusunda uyararak, öfkeli siyahları sakinleştirmeyi başardı. Yaklaşık bir yıl sonra, 13 Kasım 1956 günü Yüce Mahkeme(Supreme Court), boykotçuların kazandığını ilan ettiğinde, ABD tarihinin en kapsamlı ırkçılık eylemi başarıya ulaşmış oldu.Boykotun başarısı ve dünyada uyandırdığı yankı sonucunda 28 yaşındaki King, ırklar arası ilişkilere katkıda bulunan kişilere verilen “Spingarn Madalyası”na layık görüldü. Sonrasında, siyahların insanca yaşama haklarını aramak amacıyla “SCLC” (Southern Christian Leadership Conference) adlı örgüt kuruldu ve King başkan olarak seçildi. SCLC, Medeni Haklar Hareketi’ni tekrar ülke gündemine taşımak amacıyla, “Dua Haccı” ve devamı olarak “Vatandaşlık Seferberliği” ilan etti. Burada amaç, Güney’deki 5 milyondan fazla siyah seçmenin kaydını yaptırmaktı. Ancak hükümetten olumlu bir adım gelmeyince, Güney’de oy sandıkları başında sessiz bekleyiş eylemleri gündeme geldi. Tam da bu dönemde ırkçılar, King’in aleyhine başlattıkları kampanyada, ABD’de yaygın olan komünist düşmanlığından yararlanmak istiyordu. King’in komünist olduğu ve kiliseyi zaafa uğratmaya çalıştığı yönündeki
propagandaların bir sonucu olarak King, 1958 Eylül’ünde “Özgürlüğe İlk Adım” adlı ilk kitabının imza gününde siyah bir kadının saldırısı dolayısıyla ağır yaralandı ve ancak 1959 başlarında taburcu olabildi. Süreci takiben saldırılar iyice arttı, özellikle Güney’de bombalamalar ve faili meçhul cinayetler sıradan olaylar haline gelir oldu. Bu gelişmeler siyahlardaki şiddet eğilimini de artırmakla beraber aralarında birtakım bölünmelere zemin hazırladı. Başlangıçta bu ayrımın temelinde “din” kavramı vardı. Nitekim, siyah Müslüman hareketinin lideri Elijah Muhammed, King’in şiddetsiz eylem anlayışını eleştiriyordu. Beyaz ırkçı hareketin etkinliğini arttırması ile Malcolm X de dahil olmak üzere pek çok eylemci ”şiddete dayalı devrim” fikri etrafında toplanıyordu. Yapılan eylemleri sadece siyahların hakları ile sınırlı görmeyen King’e göre ise, asıl mesele “zengin ve yoksul Amerika” arasındaydı. Bu nedenle King, Elijah Muhammed ve taraftarlarının aksine daha çok beyaz gönüllüyü eylemlere katmayı hedefliyordu. Bu eylemlerin başında 1960’larda hızla taraftar bulan ve King’in de aktif olarak katıldığı “oturma eylemleri” vardı. Bu süreçte birçok bölge, özellikle de Montgomery, otobüs boykotu yenilgisinin intikamını alma amaçlı olarak saldırılarını yoğunlaştırmıştı. King’in Baptist Kilisesi’ndeki toplantılarından birinde, bin kadar siyah içerdeyken kiliseyi kuşatan ırkçılar büyük bir çatışma çıkardı. Olaylar ancak valinin sıkıyönetim ilan etmesiyle bastırılabildi. King ve kilisedeki siyahlar asker korumasında evlerine dönebildi. Bu olayın akabinde, bir yıl boyunca Albany’de yaşayan King, siyahlarla pasif direniş eylemleri örgütlemeye çalıştı. Yürüyüşler, protesto oturuşları, dua törenleri gibi eylemler sonucu King ve eylemciler tutuklanmalara maruz kaldı. Hapisteki King, Albany’de siyahlar eşit haklara sahip olana dek kefalet kabul etmeyeceğini ilan etti. Bunun üzerine boykotlar nedeniyle zarara uğrayan işadamları ve yerel yönetimler, King hapisten çıkıp eylemlere son verirse isteklerini kabul edeceklerini bildirdiler. Ancak sonrasında sembolik adımlar dahi atılmadığından King ağır eleştiri aldı ve yöntemlerini sorgulamak zorunda kaldı.
Birmingham Direnişi
Yasadışı ırkçı grupların son derece etkili olduğu, sayısız bombalama olayına gönderme yapılarak “Bombingham” diye anılan Birmingham’da belediye başkanı seçimleri yaklaşmaktaydı. Irkçı olmayan bir beyazın başkan seçilebilme ihtimali, SCLC’nin Birmingham’ı sonraki süreç için üs olarak seçmesine neden oldu ve King şeh-
Martin Luther King, Jr. : “Bir Hayalim Var!”
re davet edildi. Fakat kentin “kamu güvenliği” sorumlusu Eugene Connor, siyahların her hak girişimini bastırmayı başarıyordu. King ve SCLC ile beraber hareket etme kararı alan Rahip Fred Shuttlesworth’un, “C Planı” adını verdikleri eylem planı dahilinde yaptıkları 6 Nisan tarihli yürüyüş tutuklamalarla sonuçlandığında boykotlar hız kazandı. Seçmen olmak isteyen siyahların yaptıkları protestolar, Connor’ın açtığı dava sonucu yasadışı ilan edildi. Bu noktada, o güne dek ırkçılığı yasaklayan kararlara dayanarak eylem yapan SCLC çıkmaza girmişti. Yalnızca yasal mücadeleyi ilke edinmiş olan King, “Medeni Haklar Hareketi”nin istikbalini düşünerek ilk kez bir mahkeme kararına karşı gelinerek eylem yapılacağını açıkladı. Kırk kadar eylemci başlarında Abernathy ve King’le, sonunda tutuklanacaklarını bildikleri bir yürüyüş düzenlediler. Yürüyüş başladığında yol kenarında toplanan bini aşkın siyah “Özgürlük Birmingham’a Geldi” şarkısını söylerken; bazıları diz çökmüş, eylemin başarısı için dua ediyordu. Sekiz blok sonra Connor’ın emriyle tutuklanıp cezaevine gönderildiklerinde King tecride alındı. Bu dönemde Birminghamlı ırkçı rahipler, özellikle dindar siyahlara King’i kanun tanımaz ve şiddet yanlısı biri gibi göstermeye çalışıyorlardı. Siyahlara, eylem yapmayıp sabırla bekleyerek haklarını elde edebileceklerini salık veren rahiplere, King “Birmingham Hapishanesi’nden Mektup” isimli kitapçıkla yanıt verdi. Sekiz gün sonra kefaletle serbest kalan King, tekrar harekete geçerek, silahsız ve şiddetten uzak bir direniş hakkında bilgi verici toplantılar düzenlemeye başladı. Toplantıdan sonra gençler gruplar halinde “ordu” ya alınıyordu. King bu oluşumu; “içtenlikten başka erzakı, azminden başka üniforması, inancından başka cephanesi, vicdanından başka parası olmayan; şarkı söyleyecek ama öldürmeyecek bir ordu” olarak tanımlıyordu. Buradaki eğitimlerde, şiddetsiz direniş felsefesi öğretiliyor; polis ve ırkçıların kışkırtmalarına kızgınlığa kapılmadan direnme, dayak karşısında bile şiddete başvurmama gibi eğitimler temsili provalarla test ediliyordu. Sonrasında da her gönüllü, on maddelik taahhütnameyi imzalayarak sivil direniş kurallarına uyacağına söz veriyordu. 2 Mayıs’ta özgürlük sloganlarıyla yola çıktıkları yürüyüşte, Connor’ın eylemcilere tazyikli su ve eğitilmiş köpeklerle saldırması sonucu pek çok siyah yaralandığında, kullanılan şiddetten tüm dünya kamuoyu haberdar oldu ve Birminghamlı ırkçılar protesto edilmeye başlandı. Boy-
kot sonucu, Kennedy’nin de uzlaşı isteği doğrultusunda, Birminghamlı işadamları ve eylemciler arasında King’in taleplerini kabul eden bir antlaşma imzalandı. Ancak ırkçı beyaz örgütler bu antlaşmayı tanımadıklarını açıkladılar ve aşırı sağcı Ku Klux Klan, King’in önce kardeşinin evini, sonra da karargah olarak kullandığı otel odasını bombaladığında; ırkçılar amacına ulaşmış, siyahlar kışkırtılmıştı. King ve kardeşi tesadüfen kurtulduysalar da öfkeli binlerce siyah, beyazlara ait birçok ev ve iş yerini ateşe verdi. Olaylar Kennedy’nin Birmingham’a yolladığı askeri güç ile durdurulabildi. Irkçı Connor’ın 1965’e kadar Birmingham‘ın yönetiminin kendine verilmesi isteğini reddeden Yüce Mahkeme kararı siyahlara cesaret verdi. SCLC ve King’in planladığı ilk miting Chicago’da on bin kişinin katılımıyla gerçekleşti. Ardından Detroit’te düzenlenen “Özgürlük Yürüyüşü”nde özgürlük isteyen 115 bin siyahın sesi tüm ülkede yankılanıyordu. Tüm bu gelişmelerin kaçınılmaz bir sonucu olarak Kennedy, 11 Haziran 1963’te o güne kadarki en geniş kapsamlı “Medeni Haklar Tasarısı” teklifinde bulundu.
İş ve Özgürlük İçin Yürüyüş
28 Ağustos 1963 günü, Washington Anıtı’ndan başlayıp Beyaz Saray’da sonlanacak yürüyüş, şiddete karşı olan ve tüm ezilenlerin bir araya gelmesi ve örgütlerin de desteğiyle yaklaşık 300 bin katılımcıya ulaşmıştı. Amerika’daki en büyük işçi sendikası AFL-CIO ve siyah hareketin birlikte düzenlediği yürüyüşe Joan Baez, Marlon Brando, Bob Dylan gibi pek çok ünlü ismin bulunduğu sayısız sanatçı da katılmıştı. Lincoln Anıtı önünde toplanan kalabalık, siyah önderlerin Başkan’la görüşmesi sona erdiğinde, insanlık tarihinin en anlamlı konuşmalarından birine şahit olacaktı: “Bir hayalim var. Gün gelecek, eski kölelerin evlâtlarıyla eski köle sahiplerinin evlâtları, Georgia’nın kızıl tepelerinde kardeşlik sofrasına birlikte oturacaklar. Bir hayalim var. Gün gelecek, dört küçük çocuğum, derilerinin rengine göre değil, karakterlerine göre değerlendirildikleri bir ülkede yaşayacaklar... Ülkenin en küçük köyünden en büyük kentine kadar her tarafından özgürlük şarkıları duyulunca, ancak o zaman, Tanrı’nın bütün evlatlarının; siyah olsun, beyaz olsun, Katolik olsun, Protestan olsun, Musevi olsun, Tanrı’nın bütün evlatlarının el ele verip şu eski zenci şarkısını söyleyecekleri günün yaklaştığını anlayacağız; “Özgürüz artık! Özgür, özgür! Şükürler olsun sana yüce Tanrım, özgürüz artık!”
Washington yürüyüşü, yasal olarak ciddi bir pratik kazanım oluşturmasa da, ABD’de baskı ve sömürüye maruz kalan tüm insanları bir araya getiren ve seslerini dünya kamuoyuna duyurmalarını sağladığı bir dönüm noktası oldu. Fakat eylemden üç hafta sonra Birmingham’da bir siyah kilisesine yapılan saldırı sonucu 4 kız çocuğu hayatını kaybettiğinde, ülkenin farklı bölgelerinde şiddet yeniden yükselişe geçti. Yürüyüş sonrasında yakalanan olumlu hava dağılmış; olası bir uzlaşıya inanç azalmıştı. Irkçıların saldırılarına cevaben siyah hareket şiddet göstermekten çekinmiyor ve bundan dolayı siyahların toplum huzurunu bozduğuna yönelik intiba güçleniyordu. Zamanla siyahlara yönelik bu ayrımcılık, tüm göçmenleri hedef almaya başladı ve onları kendi gettolarında yaşamaya ve aralarından yeni liderler çıkarmaya itti. Eylemlerinde hep en geniş ezilen kitleyi birlikte tutmayı amaçlayan King, bu ayrışmanın yalnızca egemen güçlerin işine yarayacağını biliyordu. Oluşan bu karamsar ortamda, iç ve dış siyasetteki olumsuz durumun sorumlusu olarak görülen Kennedy ve hükümeti aleyhine başlatılan kampanya hızla netice verdi. Kennedy’nin beyaz seçmenler arasındaki taraftarlarını kaybettiği ortaya çıkmıştı. King süreci dikkatle izliyordu ve SCLC ile birlikte eylemleri geçici olarak durdurma kararı verdi. Bu süreçte Teksas’ın Dallas kentinde suikaste uğrayan Kennedy’nin ölümü büyük yankı uyandırsa da, sonrasında ABD’deki gerginlik azalmaya başladı. 1964 baharında doğrudan eylemi tekrar harekete geçirmek isteyen King bu kez St. Augustine’i seçti. Burada yapılan eylemlere devlet güçlerinin yerine direkt olarak ırkçılar müdahale ediyordu. Polisin olayların tamamen dışında kalması sonucu saldırılar inanılmaz boyutlardaydı. 11 Haziran günü siyahlara yemek vermeyi reddeden bir lokantada oturma eylemi yapan King ve arkadaşlarının tutuklanmasıyla başlayan boykot ve doğrudan eylem süreci, 1964’te Medeni Haklar Yasası’nın kabulüyle neticelendi. Irkçı eylemler devam etse de, bu gelişmeyle Güney’de ırkçılık hukuki olarak sona ermişti. Kuzey eyaletleri ırk ayrımcılığı anlamında Güney’den iyi durumda gözükse de, gettolardaki siyahların yaşadığı sefalet had safhadaydı. Toplumsal olarak ayrımcılık devam ettiği sürece, bir beyazın yaşadığı hayata ulaşamayacağını bilen siyahlar 1964 yılında büyük bir isyan çıkardılar. Mücadelesini Güney’deki ayrımcılığın yanında Kuzey’deki sefalete karşı da sürdürme kararı alan King, yaklaşan seçimler için siyahların seçmen olabilmesi adına kampanya 37
Yasemin YAVUZ
başlattı. Kampanya sürecinde, 14 Ekim günü Nobel Barış Ödülü’nü kazanan King, ırkçı beyaz politikaların tüm dünyaca reddedildiğini göstermiş oldu.
Selma Direnişi
King’in sıradaki hedefi, Alabama’da küçük bir kasaba olan Selma’ydı. Siyahların seçmen kaydını yaptırma amacıyla düzenlenen eylemlerde tutuklanan King hapisten çıktığında; Marion’da yapılan bir eylemde siyah bir gencin polis tarafından öldürülmesi üzerine Selma’dan, eyalet başkenti Montgomery’ye yürüyeceklerini açıkladı. 7 Mart 1965 günü yola çıkan grup, “dağılın!” emrine beklemeyle karşılık verince, polis saldırı emri verdi. Coplarla ve gaz bombalarıyla saldıran polise, ırkçılar da atlarıyla destek oldular. Yakındaki rahip lojmanlarında 60’tan fazla eylemci tedavi edildi, 17 ağır yaralı hastaneye kaldırıldı. Tüm dünyanın tepkisini çeken ve Selma’ya olan ilgiyi arttıran olay “Kanlı Pazar” olarak hatırlanacaktı. 25 Mart günü sonlanan beş günlük yürüyüşün ardından, o yılın ağustos ayında yapılan düzenlemeyle 20 binden fazla siyah seçmen kaydını yaptırabildi.
Siyah Hareketin Ayrışması
Selma direnişinin getirdiği başarı ile ırkçı yasalar ve uygulamalar kaldırılmış olsa da, toplum içinde kökleşmiş ırkçı anlayış varlığını sürdürüyordu. Siyahların yaşadığı gettolardaki korkunç yaşam koşullarının beyazların hayat standartlarıyla arasındaki uçurum, King’i yeni bir kampanya için Chicago’yu seçmeye yöneltti. Ancak bu dönemde siyahlar arasındaki şiddet yanlısı muhalif sesler etkilerini arttırıyorlardı. King, kendilerini ”Kara Güç” (veya “Siyah İktidar”) olarak tanımlayan bu hareketin, beyaz muhaliflerin desteğini kaybetmelerine neden olarak ırkçıların elini güçlendirmesinden endişe duyuyordu. Ünlü “Tom Amca’nın Kulübesi” romanındaki işbirlikçi ve boyun eğen siyah figürünü reddettiği gibi, şiddet yanlısı yaklaşımı da reddeden King; eylemsizliği korkaklık, şiddeti ise ahlaki zayıflık olarak değerlendiriyordu. Martin Luther King’in bireyin gönüllülüğüne dayanarak şiddeti reddeden eylem anlayışı, kapitalizme de cephe alıyordu. Kapitalist dünyada, bireyin yitirdiği anlamı, basit insanlarla yönetilen adil bir düzende bulabileceğini düşünen King, kişinin her türlü haksızlığa, kendine yapılmışçasına karşı çıkması gerektiğini savunuyordu. Küçük bir azınlığın tüm zenginliği elinde tutup, büyük çoğunluğun ise sefalet içinde yaşaması ona göre büyük bir ahlaksızlıktı. Antimilitarist bir anlayış benimseyen King, özellikle Vietnam Savaşı sırasında savaş kar38
şıtı safta yerini alacaktı. Yalnızca egemen ve seçkin beyazlara özgürlük vaad eden Amerikan politikasını eleştiren King, başka milletlerin halklarını öldüren bir ülkenin, kendi yoksul ve ezilmiş halkına verecek bir şeyi olamayacağını söylüyordu; ”Genç zencileri, daha Harlem’de kendilerinin sahip olamadıkları özgürlüklerini korumak için Güneydoğu Asya’ya gönderiyoruz. Daha okul sıralarında yan yana oturtamadığımız zenci ve beyaz gençlerin birlikte ölüşünü televizyonda seyrediyoruz.” King’in savaş karşıtı tutumu ve bu yönde yaptığı eylemler, Amerikan egemen güçleri oldukça rahatsız etmişti. Amerika aleyhine çalıştığına dair yayınlarla itibarı sarsılmaya çalışılan King, mevcut olumsuz şartlarda dahi yöntemlerinde ısrarcıydı. Savaş karşıtı bir kamuoyu oluşturarak devleti, dış politikasını değiştirmeye zorlamak amacıyla “Yoksul İnsanlar Yürüyüşü” adlı yeni bir eylemin hazırlıklarına başladı. Bu esnada çoğunluğu siyah olan Memphis temizlik işçilerinin grevi gündemdeydi. Çıkan çatışmalar sonucu gerginliğin tırmanmasıyla, siyah liderler King’i şehre davet etti. King eylemcilere destek olmak amacıyla bir gün boyunca sürecek genel bir grev, boykot ve yürüyüş planı önerdi; eylem için 28 Mart günü belirlendi. Ancak bir grup siyahın polisle girdiği çatışma, bir anda tüm Memphis’e yayıldı. Daha sonra; polisin sert tutumunu protesto etmek amacıyla yeni bir yürüyüş yapmaya karar veren King; tekrardan komiteler örgütlemeye, propaganda ve eğitim faaliyetlerine başladı. Siyahların, Memphis’te King önderliğinde birlik içinde hareket edebilecekleri bir ortam oluştu. 4 Nisan gününün akşamında, gece yapılacak toplantı için hazırlanan King, kaldığı motelin balkonuna çıktı. Karşısındaki pansiyondan James Earl Ray adlı kişinin uzun namlulu tüfeğinden çıkan kurşunlarla çenesinden ve ensesinden vuruldu ve orada hayatını kaybetti. King’in ölümüyle ülke genelinde görülmemiş derecede yaygın şiddet olayları başladı. Olaylar öylesine büyüdü ki, Beyaz Saray federal birliklerce korumaya alındı. Eylemlerin önderi konumundaki Kara Güç Hareketi’nin lideri Carmichael; “Beyaz Amerika Dr. King’i öldürerek, bize savaş ilan etti. Evlerinize gidin ve tüfeğinizi kapın.” diyerek halkı ayaklanmaya çağırıyordu. Öfkeli binlerce insan sayısız binayı ateşe verdi, kampüsler işgal edildi. 24 binden fazla kişinin tutuklandığı ve resmi rakamlara göre 43, esasında çok daha fazla olduğu tahmin edilen, kişinin hayatını kaybettiği olaylar, ordu ve Ulusal Muhafız Birlikleri’nin müdahalesiyle durdurulabildi. Cenaze töreninden bir gün
önce Memphis’e giden eşi Coretta Scott King, Martin Luther King’in ölmeden önce planladığı temizlik işçileri yürüyüşüne önderlik etti. Cenaze töreni sırasında ise tüm ülkede adeta yaşam durmuştu. Tam da görmek isteyeceği gibi; siyahlar ve beyazlar hep birlikte sessiz yürüyüşler yaptılar.
Sonuç
Adaletsizlik karşısında tüm yoksulların birliğini savunan ve ardında umut dolu bir direniş geleneği bırakan Martin Luther King, kısa süren hayatını adadığı davasında tutarlılığını asla kaybetmemiş bir liderdi. Bugün barış için ifade ettiği anlamı, yaşamı boyunca benimsediği “fedakarlık” anlayışıyla kazanan King, hayat felsefesini ve düzenini, ona ihtiyaç duyulan yerde olabilmek üzerine kurmuştu. Daima karşısında durduğu şiddetin kurbanı olsa da; kendi sözleriyle, “haklı amaçlarını gerçekleştirebilmesinin, canını korumaktan daha önemli olduğu”na inanarak hareket etmişti. Ölümünden 24 saat önce yaptığı konuşmada korkusuzca sesleniyordu; “Beni tehdit ediyorlar ve önümüzde zor günler var. Fakat artık bunların hiçbirini umursamıyorum. Çünkü ben o dağı tırmandım. Herkes gibi ben de uzun bir hayat sürmek isterim; fakat artık umrumda değil. Ben sadece Tanrı’nın isteklerini gerçekleştirdim ve O benim, dağın tepesine çıkmama izin verdi ve ben ufka baktım, vaat edilmiş toprakları gördüm. Sizinle oraya gelemeyebilirim. Fakat bu gece emin olmanızı istiyorum ki bizler, insanlar olarak, o vaat edilmiş topraklara ulaşacağız. Ben bu gece çok mutluyum. Hiçbir şeyden endişe duymuyorum. Hiç kimseden korkmuyorum. Benim gözlerim Tanrı’nın görkemini gördü.”
1. AKALIN, C.(1995), Düşler ve Gerçekler Tanıklarıyla Dünya’da ve Türkiye’de 68, Sarmal Yayınevi, İstanbul. 2. AYGÜN, T. (2006). Efendiliğin Reddi Sivil İtaatsizlik ve Doğrudan Eylem, Versus Kitap, İstanbul. 3. BLEIWEISS, R. M. & HARRIS, J. L. & MARFUGGI, J. R.(1971) Martin Luther King Jr., Redhouse Yayınevi 4. FRASER, R. (1988), 1968 İsyancı Bir Öğrenci Kuşağı, Belge Yayınları. 5. KING, M. L.(1995), Sevginin Gücü, Arda’s Yayınları 6. KING, M. L. (1997), “Birmingham Cezaevi’nden Mektup”, içinde: Kamu Vicdanına Çağrı Sivil İtaatsizlik, Ayrıntı Yayınları. 7. MARCUSE, P., 2002, “The Shifting Meaning of the Black Ghetto in the United States”,Marcuse R van Kempen (Ed), States and Cities, s: 109-142, Cambridge, UK: Oxford University Press. 8. MASSEY, D. ve Denton, N.(1993), American Apartheid, Cambridge Ma: Harvard University Press.
Muzaffer BÜYÜKŞEKERCİ
Murathan Mungan'ın Seçtikleriyle
Bir Dersim Hikâyesi Muzaffer BÜYÜKŞEKERCİ
Hava soğuktu ve etrafta kimseler yoktu. Ama O, meydan insan doluymuş gibi sessizliğe ve boşluğa hitap etti. “Evlâdı Kerbelayıh. Bi hatayıh. Ayıptır. Zulümdür. Cinayettir”. Bu sözler Seyit Rıza’nın sandalyesine tekmeyi vurmadan önce sarf ettiği son sözlerdi. Dersim topraklarından silinmeye çalışılan sadece bir insan bedeni miydi? “Anadolu, kanlı sahne… Onca uygarlığın kurulduğu, dağıldığı, el değiştirdiği; onca dilin, dînin, inancın, kültürün yaşadığı, çatıştığı, iç içe geçtiği zorlu bir coğrafya burası. Ve her geçen gün biraz daha öğreniyoruz bu topraklarda her inkarın ardında yakın ya da uzak tarihli bir toplu mezarın yattığını... Toprağa yalnızca ölülerin değil, hakikatlerin, dillerin, kültürlerin, kelimelerin gömüldüğünü...” Murathan Mungan, yaşananları kitabın giriş bölümünde bu cümlelerle ifade ediyor. Bu topraklar, Hitit, Roma ve Osmanlı gibi büyük imparatorluklara ev sahipliği yapmış. Bu topraklarda olan biteni tarihi belgeler ve kitaplardan öğrendiğimiz ve bu toprakların insanlarından duyduklarımız kadar biliyoruz. Peki ya bilmediklerimiz, bilmek istemediklerimiz? Tarihimizde “Dersim Harekâtı” olarak bilinen bu olay, aslında binlerce insanın sürgün edildiği, katledildiği kara bir dönemdir. Yaşanılanların birçoğu hala devlet arşivlerinin tozlu raflarından inmeyi bekliyor. Bu kadar bilinmeyenin olduğunu düşündüğümüz bu harekâtta(!) bilinen tek bir gerçek
“Gönülde kalan yara izleri sonsuza dek sürer. Ne ölüm ne de başka bir şey o yaraya merhem olur. Eğer sizin de herkes gibi bir Dersim hikayeniz varsa bu seçki kütüphaneniz için nadide bir eser.”
var ki o da binlerce insanın göz göre göre katledildiği. Tarihi belgeler geçmişe ışık tutar ve tarih kitapları da aslında bu belgelerin bir yansımasıdır. Peki ya hikâyeler? Hikâyeler; aslında yaşanılan duygular, anılar ve belki de gerçeğin ta kendisi.4 Mayıs 1937’de başlatılıp 1939’da sona eren bu harekât hakkında birçok tarih kitabı yazıldı ve birçok belgesel çekildi ama geçtiğimiz seneye kadar kimse olayı edebi bir bakış açısı ile ele almamıştı. Murathan Mungan ise bu seçkinin amaçlarından bir tanesinin de tarihi edebiyatla güncellemek olduğunu ifade ediyor. Mungan, Barış Bıçakçı’dan Sema Kaygusuz’a, Yalçın Tosun’dan Hakan Günday’a kadar toplamda yirmi üç yazardan sadece bu seçki için bir ‘Dersim Hikâyesi’ yazmalarını istemiş. Hikâyelerde Mustafa Kemal Atatürk, Sabiha Gökçen gibi dönemin önemli isimleri de unutulmamış. Bazı hikâyeler tamamı ile yaşanan gerçek olaylardan bahsederken bazıları ise tamamen eşsiz birer kurgudan ibaret. Murat Uyurkulak, ‘Kaju’ adlı hikayesinde Hindistan başsefirinin kızının Mustafa Kemal’e “kaju” namı diğer “maun fıstığı” ikram etmesinden ve ardından Mustafa Kemal’in nefes borusuna takılan kajunun yıllarca ülkenin ithalat yasağı olan mamüller listesinde yer almasından bahsederken Yavuz Ekinci ‘Dedemin Madalyası’ adlı hikayesinde ise harekat sonucu ailenin büyükbabası tarafından alınan madalyanın baba-oğul arasında oluşturduğu kutuplaşmadan, ayrışmadan söz etmektedir. Dersim’de yaşananlar, ondan arta kalanlar ve olayların insanlarda bıraktığı silinemeyen izler kısacası döneme dair her ayrıntı hikâyelerde ele alınmaya çalışılmış. Dersim dağlarındaki mağaralarda sığınan insanların yaşadıkları, uçaklarla Dersim topraklarına atılan bildiriler, insanların ülkenin batısındaki illere iskânları, küçük yaştaki çocukları ailelerinden ayırıp isimlerinin değiştirilmesi, kurşunun pahalı olması sebebi ile insanların
silahların dipçikleri ile öldürülmesi gibi detaylar da hikâyelerde gözden kaçırılmamış ve bazen bu detaylar bir hikâyenin merkezine oturtulmuş. Gönülde kalan yara izleri sonsuza dek sürer; ne ölüm ne de başka bir şey o yaraya merhem olur. ‘’Edebiyat, kin tazelemek için değil, hafıza tazelemek için yapılır. İyi edebiyat insanlara gerçekleri algılama, hakikatleri üstlenme, sorumluluk alma, gerçeğe dayanma gücü kazandırmak ister. Kırımları, kıyımları, katliamları halklar yapmaz; zihniyetler yapar.’’ Murathan Mungan’ın da belirttiği üzere bu seçkinin amacı ne bir yaraya tuz basmak ne de bir yarayı deşmek. Bu eserde kaleme alınan hikâyelerle bazen dönemin insanı oluyorsunuz, bazen korkuyor bazen de üzülüyorsunuz. Geçmişin sadece sayfaların sağ üst köşesine atılan tarihlerden ibaret olmadığını bir kez daha fark ediyor ve ölüm korkusu ile mağaraların içinde bekleyen insanlardan biri olup kitabın sayfalarını ağır ağır çeviriyorsunuz. ‘Bir Dersim Hikâyesi’, Dersim olaylarını edebiyat ile harmanlayıp sunan nadide bir eser. Yirmi üç yazarın sadece bu kitap için kaleme aldığı duygu yüklü hikâyeler yeni bir tarihi belge niteliğinde. Eğer sizin de herkes gibi bir Dersim hikâyeniz varsa bu seçki kütüphaneniz için nadide bir eser. muzafferbuyuksekerci@gbi.org.tr
Sayfa Sayısı: 200 Baskı Yılı : 2012 Yayınevi: Metis Yayıncılık 39
Mustafa ÖZPAÇACI
The Lives of Others, Doğu Almanya Cumhuriyeti hükümetinin baskılarını ve insanların özel hayatına müdahalelerini konu edinir. Stasi adı verilen gizli teşkilattan yüzbaşı Gerd Wiesler sanatçı bir çifti takibe alır. Wiesler başkalarının hayatına beklenmedik müdahalelerde bulunur. Mustafa ÖZPAÇACI
Orijinal adı “Das Leben der Anderen” olan Mart 2006-Berlin çıkışlı film, “Başkalarının Hayatı” adıyla bir yıl sonra da Türkiye’deki sinemaseverlerle buluştu. Yönetmenliğini ve senaristliğini Florian Henckel von Donnersmarck’ın üstlendiği “The Lives of Others” Türkiye de dahil olmak üzere vizyona girdiği her ülkede oldukça ilgi gördü ve seyircinin beğenisini kazandı. Amerikalı yönetmen Sydney Pollack, konuyu Hollywood’a taşımaya karar verdi ancak ölümüyle bu proje rafa kaldırıldı. Film, Berlin Duvarı’nın ikiye ayırdığı Almanya’da Doğu Almanya Cumhuriyeti’nin baskıcı ve sosyalist rejimini korumak uğruna hükümetin aldığı katı tedbirleri ve insanların özel hayatlarına yapılan müdahaleleri konu edinir. Film, konu itibariyle akıllara ilk olarak Francis Ford Coppola’nın “The Conversation” filmini getirir. The Lives of Others’taki insanlar üzerinde hakim olan sürekli izlenme ve dinlenme korkusu ve Stasi adı verilen acımasız istihbarat örgütü usta yazar George Orwell’ın “1984” romanına atıfta bulunur. Filmin 1984 yılında başlaması da manidardır. Bir tiyatro oyununun galasında Kültür Bakanı Bruno Hempf, Yarbay Anton Grubitz’ten oyun yazarı Georg Dreyman’ın rejim karşıtı olabileceği gerekçesiyle takip edilmesini ister; ancak Georg Dreyman’ın sevgilisi ChristaMaria Sieland üzerinde de farklı emelleri vardır. Yarbay, ustaca yöntemler kullanan ve binlerce elemanı olan Stasi teşkilatından başarılı ve idealist, Ulrich Mühe’nin ustaca canlandırdığı, yüzbaşı Gerd Wiesler’ı görevlendirir. Wiesler tuttuğunu koparan bir Stasi ajanıdır. Aynı za40
manda akademide de öğrenci yetiştirmektedir. Gizli polis teşkilatı Stasi’nin filmde kullandığı yöntemlerin o dönemde kullanılan sorgulama ve dinleme yöntemlerinin aynısı olması filmde dikkat çeken bir başka ayrıntıdır. Başlarda rejime sadık olan Georg Dreyman sevgilisine yapılan şantaj ve yakın arkadaşının intiharı üzerine farklı ve tehlikeli bir çalışmaya başlar. Yüzbaşı Gerd Wiesler bu süreçte onların hayatına oldukça fazla adapte olmuştur. Wiesler “başkalarının hayatı”na yaptığı ince müdahalelerle olayların seyrini beklenmedik şekilde değiştirir. 1984 Kasım’ında başlayan The Lives of Others, Berlin Duvarı’nın yıkılmasından iki yıl sonra 1991’de sona erer. Gabriel Yared’in bestelediği “İyi Bir İnsan İçin Sonat” adlı parça, The Lives of Others için bir film müziği olmaktan çok daha öte bir anlam taşımaktadır. Başrollerini Ulrich Mühe, Martina Gedek ve Sebastian Koch’un paylaştığı The Lives of Others, yönetmenin kendi başına çektiği ilk uzun metrajlı filmidir. 2007 Oscarı’nda En İyi Yabancı Film Ödülü, BAFTA, César, Bodil ödüllerinin yanı sıra çeşitli yarışma ve festivallerde 58 ödül daha alarak kalitesini gözler önüne sermiştir. The Lives of Others tekdüze bir rejim eleştirisi olmaktan oldukça uzaktır. Oyuncuların da yüksek performansları sayesinde çok başarılı psikolojik tahliller yapan ve kişilerin ruh hallerini derinlemesine inceleyen; 2 saati aşan ama izleyicinin dikkatini canlı tutan bir dramdır.
mustafaozpacaci@gbi.org.tr
"”The Youth Magazine of Ideas and Research" "Gençlik, Fikir ve Araştırma Dergisi" YIL:1 - SAYI:2 İLKBAHAR 2013