"”The Youth Magazine of Ideas and Research" "Gençlik, Fikir ve Araştırma Dergisi" YIL:1 - SAYI:1 KIŞ 2013
"UãYà LãDAãMUTLUãYOLCULUKLARãDILERIZ
Biz, tüm insanlığın ortak gayesi olan dünya barışının temin edilmesine katkı sağlamak isteyen, insanlığa din, dil, ırk ve cinsiyet farkı gözetmeksizin faydalı olmayı hedeflemiş gençlerin başlattığı bir oluşumuz. Amacımız, dünyanın neresinde olursa olsun herkesi ve her kesimi ortak noktalarımızı göstererek barış içinde yaşamaya teşvik etmek, ‘farklılıklara tahammül eden toplum’ların ötesinde, ‘farklılıklardan zevk alan ve kucaklaşan toplum’ların oluşumuna katkı sağlamaktır. Bizim gücümüz insanları kucaklayan, kimseyi kimseden üstün tutmayan küresel vicdanımızın sesinden gelmektedir. Bu dil dünya barışı için mücadele etmiş Martin Luther King, Mahatma Gandhi, Mevlana Celaleddin Rumi ve daha birçok dünya barış elçisinin dilidir. Gençliğin yoğun bir şekilde öfke ve şiddeti kendini anlatma aracı olarak kullandığı önceki nesilden farklı bir şekilde ‘21. Yüzyılın gençleri’ olarak, demokratik yollarla yapıcı faaliyetler ve söylemlerimizle ‘gençliğin barış için duyulması gereken sesi’ olmak istiyoruz. Amatör ruhumuz ve barış için tükenmeyen enerjimizle sadece şikâyet ederek değil alternatifler oluşturan yapıcı projelerimiz ve aktivitelerimizle barışa katkı sağlamayı kendimize hedef tayin ediyoruz. Biz, gençliğin barış için çıkan güçlü ve değerli sesinin meydanlara ve sloganlara sığmadığını göstermek istiyoruz. Dünyadaki hiçbir insanın temel hak ve özgürlüklerinin engellenmesini kabul etmiyoruz. Biz masum insanları katillere, zalimlere dönüştüren bütün zihniyetlere din, ırk, milliyet gözetmeksizin karşı çıkıyoruz. Buna sebep olan bütün fikirlerin ve yapıların da karşısında duracağımızı beyan ediyoruz. Genç Barış İnisiyatifi olarak biliyoruz ki; evrensel barışı aramak, ölümsüzlük arzusu gibi, tatmin edilmesi güç bir arzudur; fakat tarih bize şunu göstermektedir ki, yine bu arzu insanlığın ilerlemesini sağlayan en önemli unsurlardandır. Bu açıdan, evrensel barışı arama yolunda edinilen her kazanımın insanlığın ortak hanesine bir artı olarak geçeceğine inanıyoruz. Bu inisiyatife katılabilmenin şartı, insanlara, onların görüşlerine, inançlarına, dillerine saygı duymak; diğer grup üyeleri ve toplumun diğer fertleriyle saygı çerçevesini aşmadan konuşabilme, tartışabilme, görüş ifade edebilme ve ortak çalışabilme isteğine ve kabiliyetine sahip olmaktır. Gönüllülüğü ve dayanışmayı kendine ilke edinen Genç Barış aktivistleri olarak, gençliğimizin bize verdiği ‘amatör ruh’la başta Türkiye olmak üzere dünya insanlarının barışı ve huzuru için biz de elimizden gelen katkıyı sağlamak hedefiyle bu yola çıktık. Bu yolda bizimle olmak isteyen her kesim, ideoloji ve milletten dostlarımıza yer ayırdık, birlikte olmayı bekliyoruz. Genç Barış İnisiyatifi GENÇ BARIŞ
1
26 11 Şubat 1990 öğleden sonra saat 4.17’de Verster Hapishanesi önünde gazetecilerin, muhabirlerin ve dünyanın dört bir tarafından gelen insanların bulunduğu kalabalık, yirmi yedi yıllık mahkûmun çıkışını bekliyordu. O güne dek hapishaneden çıkan hiç kimse bu kadar ilgi görmemişti. Ağır ve kendinden emin adımlarla hapishane kapısından dışarı çıktı. Sağ elini yumruk yaparak havada salladı. Sonunda özgürdü. İki saat sonra Afrika kıtasının en ucundaki kent olan Cape Town’daki Belediye Sarayı’ndan, dünyaya konuşurken, sesi metindi: “Hepinizi, barış, demokrasi ve özgürlük adına selamlıyorum.” Hapishane çıkışında böyle bir kalabalık ile karşılanıp onları selamlayan şahsiyet, Nelson Rolihlahla Mandela’dan başkası değildi.
Genç Barış İnisiyatifi Derneği Adına İmtiyaz Sahibi M. Emre Akkaş Genel Yayın Yönetmeni M. Fatih Kafadar Yayın Kurulu Merve Aksu Nilüfer Yavuz Eda Nur Bayraktar Ahmet Keskin Tüzel Kişilik Sorumlusu Hamza Memişoğlu Tasarım Editörü Onur Reha Yıldırım
iÇiNDEKiLER 01 04 06 10 14 18 22 24 26 30 36 37 38
Manifesto “Yitik Hoşgörüye Özlem”in Hikâyesi: Sako Teyze Pratik Barış Teorisi: ‘Öteki’ni ‘Biz’leştirmek Uluslararası Barış ve Birleşmiş Milletler Güney Afrika Barış Süreci ve Bugünü Kuzey İrlanda Barış Süreci “Üye Olmayan Gözlemci Devlet” Olarak Filistin Demokrasi ve Modern Dünya Düzenine Katkıları Barış Aktivisti Nelson Mandela Perspektif Aleksi Zorba Intouchables Ajanda
Grafik Tasarım Gökhan Kul Reklam Sorumlusu Muzaffer Büyükşekerci
muzafferbuyuksekerci@gencbaris.org
Yönetim Adresi: Sinanpaşa Mahallesi Çelebioğlu Sokak 21-23 Daire:4 Beşiktaş / İstanbul dergi@gencbaris.org
Yayının Türü: Üç Ay Süreli Yayın Dili: Türkçe/İngilizce Dergide yayınlanan yazı ve fotoğrafların her hakkı Genç Barış Dergisi’ne aittir. Yayıncı izni olmadan, kaynak belirtilmeden kısmen veya tamamı alınamaz.
2
GENÇ BARIŞ
6 10
Gerek doğuştan gerekse sonradan kazanılan özellikler neticesinde kaçınılmaz farklılıklara sahip olan insanlar, kendilerini tanıma ve tanıtmaya ihtiyaç duyduklarında, bu farklılıklar üzerinden yola çıkmışlardır. ‘Biz’ ve ‘öteki’ kavramları böyle bir anlama ve anlamlandırma ihtiyacı sonucunda doğmuştur.
Küreselleşme yeni bir kavram olmayıp, varlığını 16.yy’dan itibaren sürdürmüş ve etkinliğini siyasal, sosyal, ekonomik, kültürel, teknolojik alanlarda günümüze kadar arttırmıştır.
4
Geçtiğimiz günlerde Kadıköy’deki bir mantıcının ismi dönüp durdu aramızda. Müşteri kitlesi içinde fenomene dönüşmüş bu şahsın bir hikâyesi olduğunu öğrendik.
22
14 GENÇ BARIŞ
Günümüz Güney Afrika’sını ve Barış Sürecini Güney Afrika Büyükelçisi Vika M. Khumalo İle konuştuk. 3
Sefa ÖZKAN
“Yitik Hoşgörüye Özlem”in Hikâyesi:
Sako Teyze
Habil ile Kabil’den beri nice husumet mizansenlerine sahnelik etti gezegenimiz. İktidara duyduğumuz amansız şehvet, kıskançlık, yoksulluk ve daha bir sürü unsur, bizleri birbirimize düşürmek için pusuda bekleyip durdular. Tüm bunlar olup biterken bir bütün olamamanın eksikliği de günden güne büyüdü içimizde. Bunun bilincinde olduğumuzdan bu yana “Ne yapabiliriz?” sorusunun cevabını arayıp durduk. Sonra da bulabileceğimiz cevapların peşine düştük. Nasıl mı? Sefa ÖZKAN Geçtiğimiz günlerde Kadıköy’deki bir mantıcının ismi dönüp durdu aramızda. Müşteri kitlesi içinde fenomene dönüşmüş bu şahsın bir hikâyesi olduğunu öğrendik. Olanca zulmün içinde, nefes bile almanın lüks sayılabileceği bir atmosferde, pençeleştiği hayattan hakkı olan şeyleri söküp alan birinin hikâyesi. Kimsenin hakkını gasp etmeden, güler yüz ve hoşgörünün hüküm sürdüğü güzel kalbini insanlara açan birinin hikâyesi. İsmi Sakine. Fakat herkes ona “Sako” diyor. “Ben sadece Sako’yum. Daha farklısı samimiyetsiz geliyor, sevmiyorum.” diyor. Hanımefendi tabirini de hakaret addeden cüretkâr bir tevazuya da 4
sahip. Kendisiyle onca işinin arasında çok tatlı bir sohbet etme şansı bulduk. İnanın o kadar çerçeve değerlerle örülü prensipleri var ki, başarılı olmasına hiç mi hiç şaşırmıyorsunuz. Restorana adımımızı attığımızda bizleri gösterişli aksesuar ve objelerden azade, şirin, sade bir atmosfer karşılıyor. Sanki daha önce buraya gelmişsiniz izlenimini uyandırıyor. Yaşadığımız evin sıcaklığı ortama hâkim desek yalan söylemiş olmayız. Kendimize güzel bir masa seçtikten sonra “Eee, gelmişken yemeden dönmek olmaz!” diyerek birer porsiyon mantı siparişi veriGENÇ BARIŞ
yoruz. Bu sırada dikkatimizi hoparlörden yükselen müzik çekiyor. Bu coğrafyaya ait ne kadar öğe varsa hepsini içinde barındıran; kardeşlik, hoşgörü, müsamaha, tevazu gibi ne kadar erdemli davranış varsa hepsinden söz eden ezgiler, doğru yere geldiğimizi onaylarcasına bir göz kırpıyor bize. Anladık ki buradan sadece mantı yeyip ayrılmak hiç kimse için mümkün değil. Yemeğimizi yedikten ve kendi aramızda biraz söyleştikten sonra başlıyoruz Sako’ya meramımızı anlatmaya. Zaten başından beri ne için geldiğimizi fark etmiş olan Sako da henüz alnının teri ku-
rumamışken masamızda bize katılıyor. Güneydoğu’da Alevi bir aileye mensup olan Sako, daha küçücükken kendisinden 17 yaş büyük birisiyle evlendirilmiş. Kadınların hala edilgen ve söz hakkına sahip olmayan varlıklar olarak nitelendirildiği bir toplumda Sako için boyun eğmekten başka çare kalmamış. Boy boy çocukları olmuş Sako’nun. Onlardan bazıları artık dünyada yoklar. Tüm bunların acısı, söz söyleyememenin o dayanılmaz silinmişlik duygusu, sefalet ve benzer etkenler tabiri caizse Sako’ya gemileri yaktırmış. Kararını vermiş ve çocuklarını da alarak bulunduğu yeri terk etmiş. “Bizim kültürümüzde öldürmek yoktur. Eğer olsaydı yaparlardı. Ama ne kadar akrabam, eşim dostum varsa sırt çevirdiler. Bir başıma kaldım.” diyor Sako. Fakat tüm bunlar olup biterken Sako kin ve öfkeyle dolmak şöyle dursun, insanları kavgaya, karmaşaya, ayrılığa iten sebeplerin neler olduğunu bir bir çözmüş, fitneyi deşifre etmeyi başarmış. O artık ne yapılması ve ne yapılmaması gerektiğini öğreniyor. Belli bir süre bir restoranda çalıştıktan sonra yemeklerinin lezzeti, hoş sohbeti, maddi ve manevi birikimi ona artık kendine ait bir işletme kurmanın zamanı geldiğini ilan ediyor. İşte “Sini Mantı” ve onun kuruluş hikâyesi. İnsanların farklılıklara hiç tahammülünün olmadığını söylediğinde hepimiz kulaklarımızı dört açmış onu dinliyorduk. Oğlunun en yakın arkadaşının onun Alevi olduğuna inanmamasının sebebi de oğlunun çok iyi bir insan olmasıymış. “Kulaktan dolma bilgilere itimat edip, herhangi bir araştırmaya gereksinim duymadan belli bir bilgiye inanmak sizce de çok komik değil mi?” diye bize sorduğunda, buruk bir gülümseme hediye etti bizlere. Yargı-
lamanın ne kadar kolay, fakat uzlaşmanın zor olduğu kadar ürkütücü geldiğinden, empati yoksunluğundan, maddi statünün insanlara tanıdığı haklardan bahsetti. Söylemleri, haklı bir insanın sertliği, acı çekmiş bir insanın bilgeliği ve evlatlarını okşayan bir annenin şefkatli elleri gibiydi adeta. Restoranında ağırladığı müşterilerinden bazılarının ona tepeden bakmaya çalıştığını, fakat restorandan ayrılırken onu ne kadar sevdiklerini anlattı bizlere. Yaptığı tek şey dürüst olmak, sahip olduğu değerleri onlarla paylaşmak, eğriyi doğruyu bir porsiyon mantının kısacık zaman diliminde de olsa masaya yatırmaktı. Sako kusurlu insanlardan değil de, kusurunun farkında olmaktan kaçınan insanlardan rahatsızdı. Parolası hoşgörüydü çünkü. Kimin hangi etnik, ulusal, dini veya ekonomik sınıfa mensup olduğu onu ilgilendirmiyordu. Sadece insan vardı ve sonuna dek böyle olacaktı. Bu bilgi, sapı samandan ayırmasına yardımcı oluyor ve yüreğindeki süzgeçten geçirip rafine bir dostluk ortamı oluşturmasına el veriyordu. Günümüz gençleriyle ilgili eleştirilerinin başında, gençlerin kayıtsız oluşu geliyor.“Şimdiki gençler sokaklarda yuvarlanana kadar sarhoş olmaktan başka bir şeyle ilgilenmiyorlar. Burada bizlerin de yüreğini yaralıyorlar. Kendinize yazık ediyorsunuz. Sizlere ihtiyacımız var.” diyor. Doğru da diyor. Terör, kargaşa ve fanatizmin farklı içerikler ve farklı ambalajlarla karşımıza çıkıyor olması gerçeğini ve bu hususta istikrarlı olan tek şeyin kayıtsızlığımız olduğunu da çekinmeden dile getiriyor. Ötekileştirmenin ve nefretin insanlara verdiği sinsi hazlardan, yaftalamanın meşru ve mukaddes bir nitelik kazanmasından gördüğümüz zararı anlatıyor Sako. Çünkü ona göre barış ikliminin sıcak rüzgârları yalnızca özeleştiriyi düstur edinmiş yürek-
GENÇ BARIŞ
lere esebilir. Konuşacak daha o kadar çok şeyimiz vardı ki. Fakat hüzünleniyor ve uzaklara dalıyor. “Seversen Ali’yi, değme yarama.” diyor. Bizler de yarasına tuz basmaktan kaçınarak kendisine samimiyeti için defalarca teşekkür ediyoruz. Bizleri karmaşık duygularımızla baş başa bırakıp yanımızdan ayrılıyor. Söylediklerini etraflıca bir düşündükten sonra, elinde bir tabakla tekrar çıkageliyor Sako. “Gurur” ismini verdiği tatlısını bizlere teşekkür ve minnet söylemleriyle ikram ediyor. Bizler de bu tatlı sohbetin üzerine hep birlikte Sako’nun “gurur” unu paylaşıyoruz. Fark ediyoruz ki bu gurur, kalbini insanlara açabilmiş, her şeye rağmen hayatla dost kalabilmiş, hissiz kalmış gönüllere kardeşlik melodileri mırıldanan bir insanın gururu… Ayrılma vaktimiz geldiğinde, tekrar geleceğimizden o kadar emin olmamızın sırrı sanırım bahsettiğim ayrıntılarda gizli. Barış denilen o ulvi kavramın tatlı suları o kadar davetkâr ki, vicdanımıza taktığı kancadan kurtulmanın yolu ancak vicdanımızı reddetmek, doğamızı inkâr etmek gibi görünüyor. Bu eylem de eşref-i mahlûkat olan insanın şerefli olma özelliğini yok edip, mahlûkat olmaktan öteye gidememesine sebebiyet veriyor. Bu nedenle bizler, yaşadığımız dünyayı anlamlı kılan şeyin dostluk, kardeşlik gibi değerler olduğuna inanıyor ve buna katkıda bulunmak isteyen herkesi hoşgörü, müsamaha, tahammül gibi olgulara hayatlarında yer vermeye davet ediyoruz…
5
M. Fatih KAFADAR
Pratik Barış Teorisi:
M. Fatih KAFADAR
G
‘Öteki’ni ‘Biz’leştirmek
erek doğuştan gerekse sonradan kazanılan özellikler neticesinde kaçınılmaz farklılıklara sahip olan insanlar, kendilerini tanıma ve tanıtmaya ihtiyaç duyduklarında, bu farklılıklar üzerinden yola çıkmışlardır. ‘Biz’ ve ‘öteki’ kavramları böyle bir anlama ve anlamlandırma ihtiyacı sonucunda doğmuştur. İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin de deklare ettiği gibi temelde ‘insan’ olmaları dolayısıyla mutlak bir eşitliğe sahip olan insanlık, zamanla kendilerini birleştiren bu anlayıştan uzaklaşıp kendisi gibi olmayanı ‘kategorize’ etmeye çalışmıştır. Ait olduğu topluluğun, ulusun ya da dinin perspektifinden 6
dünyaya bakan ‘biz’, ‘biz’den farklı olanı hemen damgalamış ve ‘ötekileştirme’ yoluna gitmiştir. Toplumda meydana gelen tüm aksaklıkların faturasının ‘öteki’ne kesilmesi açısından çok pratik olan bu yöntem, ayrışmayı beraberinde getirmiştir ve temelde birleştirici olan yalnızca insan olma düşüncesinden kopuşa sebep olmuştur. Bu anlayış aynı zamanda ‘bencil’ bir ‘biz’ olgusunu netice vermiş ve toplumu oluşturan bireylerin yalnızca kendisi ve mensubu olduğu ‘biz’ açısından dünyayı algılamasını telkin etmiştir. Toplumu oluşturan insanların yalnızca kişisel çıkarları için bir araya geldiğini savunan toplum GENÇ BARIŞ
sözleşmesi teorileri, dünya barışının tesisini açıklamak açısından yetersiz kalmaktadır. İnsanların farklılıklarını zenginlik olarak görüp farklı olanların birbirlerini tamamlaması düşüncesiyle bir toplum oluşturulması fikri, barışın temel unsuru olarak öne çıkmaktadır. İnsanların en başta birleştirici özellikleri olan yalnızca insan olmaları anlayışına geri dönülmesi ‘ötekinin bizleştirilmesi’ni netice verir. Ait olduğu değer yargılarını bir kenara bırakıp mutlak eşitliği öngören insan olma düşüncesi ile dünyayı anlamlandıran ‘biz’ için artık ‘öteki’ olmayacaktır; zira bu algılayış ‘biz’ kavramını da ortadan kaldıracak yerine ‘insan’ kavramını sunacaktır.
Pratik Barış Teorisi: ‘Öteki’ni ‘Biz’leştirmek
‘Öteki’ ve ‘Biz’ Dikotomisi
“Öteki”, “öte” kelimesinden türemiştir ve “iki şeyden, konuşulmakta veya göz önünde tutulmakta olandan geride kalanı” olarak tanımlanmaktadır (Türkçe Sözlük, 1969:586). Birçok anlama sahip olan “öte” ise (1) konuşanın, temel olarak aldığı bir şeyden daha uzak olan yer veya şey; (2) bir şeyin, arkadan gelen kısmı; (3) öbür yan; (4) sıfat olarak ise konuşana göre uzakta kalan”dır (Türkçe Sözlük, 1969:586). Buna göre Türkçede, antropolojik manada “‘biz’den olmayan insanlar” (Aydın, 2003:661) olarak isimlendirilen “Öteki”, birçok Avrupa dilinin kökenini oluşturan Latincede ise alius (alia ve aliud) kelimesi ile ifade edilmektedir. Kelimenin en dikkat çekici yönü, İngilizcedeki alien (“yabancı”) sözcüğünün kökeni olmasıdır. Bir diğer Latince “Öteki” kelimesi ise ceterus’tur ve “kalan (öteki)” anlamına gelmektedir. Romalı olmayanları belirten bir başka “Öteki” kelimesi de, bugün dahi bu ötekilik mirasını sürdüren barbaria’dır. Yunancadaki allos ( άλλος) kelimesi ise Latincedeki alius kelimesiyle aynı anlamdadır. Allos ve alius kelimelerinin ortak özelliği zıtlarının idem (Lat.) ve idios (Yun. ίδιος) yani “aynı” kelimesi olmasıdır. Dolayısıyla Avrupa’yı derinden etkileyen bu kültürler açısından “Öteki”, aynı zamanda keskin bir farklılığı ifade etmektedir. Türkçedeki “Öteki” kelimesi ise Latince ceterus’a (İng. the rest) yani “geri kalan”a daha yakındır (Nahya, 2011:29). Etimolojik açıdan incelemesi yapılan ‘öteki’ kavramı, temelde ‘farklılık’ esasına dayanmaktadır. İnsanlar, gerek doğuştan getirilen özellikler gerekse de sonradan kazanılan veyahut kaybedilen nitelikler bakımından bir farklılaşmaya maruz kalmak durumundadırlar. Bu bakış açısıyla, konu ele alındığında, tarih en ilkel devirlerden itibaren bir ‘farklılaşma tarihi’ olarak kabul edilebilir. “En ilkel topluluklardan günümüze kadar uzanan tüm insanlık tarihi, diğer canlılardan farklı olarak insanın, ‘uniform’ (tek tip) bir yapıda olmadığını göstermektedir. Bu ‘uniform’ olmayışın, yaş, cinsiyet, vücut yapısı, zekâ düzeyi vb. ‘tabii’ özelliklerinin yanı sıra; servet, eğitim, itibar, nesep vb. ‘sosyal’ nitelikleri de vardır” (Arslantürk ve Amman; 2009:357). İnsan doğası ‘tektipleşme’ye müsaade etmez. Gerek fiziki gerekse metafizik unsurlar bakımından farklılaşma kaçınılmazdır. İşte bu farklılaşmalar ‘biz’ ve ‘öteki’ olgularının vücut bulmasında en etkili unsurlar olmuşlardır. Kendisi gibi olmayanı anlamaya gayret eden insanoğlu, farklı olanı bir kimliğe büründürmek istemiştir.
Fakat bu kimlik, bir karşıtlıktan ziyade bir ‘muğlâk’lığın müşahhaslaştırılması şeklinde ortaya çıkacaktır. Zira ortada bir karşıtlıktan veya başka bir ifadeyle bir dikotomiden öte bir belirsizlik mevcuttur. Bu kararsızlığın bir sonuca bağlanması ise modernitenin doğuşu ile mümkün olabilmiştir. Modernite muğlâklığı yok etmeyi, anlamlandırma sorunlarını en aza indirmeyi ve böylece kesin olmayan olguları azaltmayı temel almaktadır. Modernitenin bu amacına uygun olarak ‘öteki’ bir kategori içine dâhil edilir ve bu da ‘düşman’ kategorisi olur. Çünkü ‘biz olmayanlar’ hiçbir şey olmadıklarından, her şey olabilirler. Zıtlıkların düzenleyici gücüne bir son verirler. Zıtlıklar bilgilenmeyi ve eylemi mümkün kılarlarken, kararsızlıklar çaresizliği hedef alırlar. Zıtlıkların ve kararsızlıkların yarattığı bu çaresizlik ve modern toplumun kesinliğe verdiği önemden dolayı ‘öteki’, doğrudan düşman kategorisine yerleştirilir (İnce, 2003: 258-259). Dolayısıyla, modern anlayışta ‘biz’ ve ‘öteki’, birbirinin zıttıdır ve bu kavramlardan birinin üzerine inşa edilecek herhangi bir düşünce haliyle diğerinin karşıtı konumunda yerini alacaktır. Bu durum ise ‘öteki’nin modern toplumun ‘düşman’ algısının mağduru olmasına sebebiyet verecektir.
Toplumda ‘Öteki’ Olmak
İnsan, doğası gereği sosyal bir varlıktır. Toplum içerisinde diğer insanlar ile sürekli etkileşim halinde olmak durumundadır. En ilkel çağlardan beri, insanların bir arada yaşadıkları bilinmektedir. Bazen bir tarım havzası olan birlikte yaşama alanı bazen de bir dağ eteği olarak belirlenmiştir. Yani insanlar, insan olmanın getirdiği zorlukları ancak toplumsal bir hayat içerisinde aşabileceklerini düşündüklerinden bir arada yaşam kaçınılmaz olagelmiştir. Toplumsal yaşam ve birliktelik hakkında siyaset teorisyenlerince çeşitli düşünceler öne sürülmüştür. Bu düşünceler adeta bir ‘consensus(oydaşma)’ ile, insanın başıboşluktan sıyrılıp bir siyasal toplumun parçası olması gerektiğini aksi takdirde bir dirlik-düzenin tesis edilemeyeceğini vurgulamışlardır. O halde siyasal toplumu oluşturan insanların temel amacı, toplumda bir düzen yaratmaktır. Düzen olgusu, dikotomik bakış açısıyla ele alındığında bir ‘düzensizlik’ durumunun varlığı halinde söz konusu olur. Düzensizlik ise ‘düzen bozan’ların sebebiyet verdiği bir durumdur. ‘Düzen bozan’ olma potansiyeli, ‘biz’ açısından ‘öteki’yi tanımlayan en önemli unsurdur. Biz’ ne kadar istikrarsızlık getirmeyecek olan, düzenin yeniden üretimini sağlayan GENÇ BARIŞ
ve bu nedenle toplumun var oluş amacına uyan ise ‘öteki’ de o kadar düzen bozma, istikrarsızlık getirme, düzenin işleyişini sağlayan gelenek, yasa, normların içini boşaltma potansiyeline sahip ve tehlikeli olandır. ‘Düzen bozan’ tabiri aslında, ‘biz olmayanlar’ın ‘biz’e göre tanımlanmasıdır. ‘Biz’, tektiplik öngörür. Fertlerinin birbirinden farksız olması, temel özelliğidir. Farklılaşan artık ‘biz’den değildir, muğlâklaşmıştır ve ‘öteki’leşmiştir. Artık ‘öteki’ kötüdür, düzen bozandır, huzuru kaçırandır; zira farklıdır. Toplumdaki sorunların kaynağı olarak ‘öteki’nin gösterilmesi, ‘önyargı’ kavramı ile açıklanabilmektedir. Önyargı aslında kurgulananı vurgulamaktır. ‘Öteki’ için kurgulanan özellikleri ‘öteki’ye iliştirmektir. İnsan zihninin kategorileştirmeye olan ihtiyacını karşılayan kavram, önyargıdır. Schnapper bu durumu şöyle ifade eder : “İnsanoğlu, kavramlardan ve kategorilerden yola çıkarak, hükmetmek istediği gerçeği düzene sokar. Gerçeğin karmaşıklığını azaltan kategorilerin varlığı insan düşüncesinin ve eyleminin önkoşuludur. Kategorileştirme bilinmezi bilinir kılarak bireyin gündelik yaşantıyı yönlendirmesini, nesneleri ve deneyimleri tanımlamasını sağlar.” (Schnapper, 2005:154) Bu açıdan bakıldığında oldukça doğal bir süreç gibi görünen kategorileştirme, insanların kendisini bir kategoriye mensup hissetme zorunluluğu doğuracağından toplumun ayrışmasını netice verir. Kendi kategorisi ile başka kategoriler arasında ‘değer’ muhasebesi yapan kişi, başka kategorileri, olduğundan değersiz görmeye başlar. Neticede “grup üyelerine atfedilen
7
M. Fatih KAFADAR
nitelik, bu kategoriye bağlı bütün değerleri işin içine sokan nedensel bir açıklamaya yönlendirir. Kategorinin kendisi öz halini alır. O andan itibaren her bireyi bu özün tek ürünü oluverir; kendini de, yalnızca aidiyet kategorisinin gölgeolayı olarak tanımlar. Böylelikle kategorileştirme süreci algıları genelleştirmeye, gruplar arasındaki aykırılıkları vurgulamaya ve üstü açık ya da kapalı olumlu ya da olumsuz değer yargıları atfetmeye yol açar” (Schnapper, 2005:154). Önyargı neticesinde ‘biz’ açısından daha da ‘öteki’ haline gelen ‘öteki’, artık toplumsal sorunların tek sebebi olarak görülür. Toplumdaki sorunların ‘öteki’ sayılan grubun üzerine atılması, toplumun diğer kesimleri için birleştirici bir unsur haline gelir. “Kendi zorluklarını başkasının üstüne atmak, bireylerin ve grupların iç çatışmalarını çözmeyi sağlayan bir savunma mekanizmasıdır. Dış düşmanın varlığının, bir grubun kaynaşmasına ne denli katkıda bulunduğu bilinir” (Schnapper, 2005: 137). Toplum içerisinde çıkan çatışmalar, Durkheim’in deyimiyle, bir ‘günah keçisi’ yaratılarak savuşturulur ve böylelikle ‘biz’, hiçbir zaman ‘düzen bozan’ olmaz. İşte ‘biz’i oluşturan da bu
8
‘günah keçisi öteki’ kavramıdır. ‘Öteki’nin sözde ‘düzen bozanlıkları’na karşı birlik ve beraberlik içinde olanlar ‘biz’i meydana getirir. ‘Öteki’yi tanımlayan ‘biz’den uzaklığı iken, ‘biz’i oluşturan da ‘öteki’dir. Aslında netice itibariyle iki taraf da birbirine göre ‘öteki’dir.
‘Öteki’leştirmeyen Farklılık
Toplumu oluşturan bireyler, engellenemez bir biçimde farklıdır. Hiçbir ferdin bir başkasının kopyası niteliğinde görülecek derecede aynılaşmasının mümkün olmadığı tarihsel olarak da bilimsel araştırmalarca da sabittir. Aynı ailede doğup aynı sosyal çevrede gelişip aynı eğitim sürecine tabi tutulsalar bile mutlak farklılıklar sergileyen bireylerin oluşturduğu insan türü için farklılaşma kaçınılmazdır. Farklılaşmanın kaçınılmaz olması, netice itibariyle iki kavramın varlığının sorgulanmasını gerekli kılar: çatışma ve bütünleşme. ‘Biz’ gibi olmadıkları için ‘öteki’leştirilenler ile ‘biz’ arasındaki ‘farklılık’, çatışmayı mı yoksa birlikteliği, bütünleşmeyi mi doğuracaktır? Birtakım farklılıklara sahip, başka bir deyişle ‘biz’e benzemeyeni “öteki” kategorisine yerleştirmek ve ‘öteki’leştirilen
GENÇ BARIŞ
bu kişiliği dışlamak doğal bir tepki midir? Yoksa insan doğası, aslında bu farklılıkları birer birleşme ve bütünleşme aracı olarak görmeye ve bir zenginlik olarak değerlendirmeye daha mı yatkındır? İnsan doğası gereği tek başına hayatını idame ettiremez. Her ihtiyacını kendisi karşılayamaz. Kendisinde bulunmayan birtakım özellikler nedeniyle, ‘farklı’lara da gereksinim duyar. İşte bu noktada farklılaşma, farklı ihtiyaçların karşılanmasını kolaylaştırmak suretiyle sosyal bir birliktelik oluşturmayı ve oluşan sosyal bünyenin varlığını devam ettirmeyi mümkün kılmaktadır. Hatta insan vücudunda sürekli aynı tür hücrelerde artış yaşanmasının kanser denilen ölümcül sonucu doğurması gibi (Karaca, 2012:234), toplum bireylerinin de giderek benzeşmesi, olumlu ve istenir bir netice değil, hastalıklı bir durumu netice vereceğinden farklılaşma olmazsa olmaz(sine qua non) bir olgudur. İnsanların birbirinden farklı olması kaçınılmaz bir durumdur.
“Öteki”ni “Biz”leştirmek: Barış
İnsanların toplumu oluşturma sürecini açıklamaya yönelik olarak çeşitli top-
Pratik Barış Teorisi: ‘Öteki’ni ‘Biz’leştirmek
lum sözleşmeleri öne sürülmüştür. Hobbes, Locke, Rousseau gibi düşünürler insanın doğa durumundan toplum hayatına geçişini açıklamaya çalışmışlardır. Birleştikleri nokta, insanların kişisel çıkarlarının bir toplum oluşturmaları için itici sebep olduğu yönündedir. Bu teoriler uyarınca insanlar, güvenliklerini sağlamak veya malvarlıklarını koruma altına almak adına bir araya gelmişler ve bir üst otorite olan devleti oluşturmuşlardır. Güvenlik, malvarlığı ya da özgürlük söz konusu olduğunda itici güç, her bireye özgü kişisel çıkarların korunması şeklinde algılanmıştır. Bu teorilere göre, insan sadece kendi ve -dolaylı olarak kendisini etkileyeceği için- kendi gibi olanların çıkarlarını düşünür. ‘Biz’ ve ‘biz’ gibi olanlar önemlidir. ‘Öteki’ de kendi çıkarlarını kendisi düşünmelidir. ‘Biz’ açısından tek önemli olan durum, çıkarlardır; çıkarların ne pahasına olursa olsun gerçekleşmesidir. Şayet çıkarlar çatışırsa, ‘öteki’ ile savaşmak bile meşrudur. Zira “öteki”nin çıkarları ‘biz’ için bir değer arz etmemektedir. ‘Öteki’ de kendi çıkarları için savaşmalıdır. ‘İnsan insanın kurdudur.” diyen Hobbes da, struggle for life’ın(hayat için savaşın) evrimin itici gücü olduğuna inanan Darwin de işte bu anlayışın temsilcisidir(Eco, 2005: 35). Çatışma üzerine kurulan toplum sözleşmelerinden sıyrılıp, toplumun oluşumunu farklı bir açıdan ele almak gerekir. Toplumun varoluşunu başka bir açıdan yorumlayan İbn-i Haldun’a göre insanları bir araya gelmeye iten güç diğerkâm bir karakter taşır; bunu ifade etmek için de asabiyya(dayanışma) kavramını ve neticede asabiyet teorisini(İbni Haldun, 2012: 94) öne sürer. Burada söz konusu olan, toplumsal birlikteliği; insanları bir araya gelmeye, toplanmaya yönelten şeyi açıklamaya çalışan bambaşka bir bakış açısıdır. Bu teori bağlamında güvenlik, malvarlığı ya da özgürlük söz konusu olduğunda itici güç, her bireye özgü kişisel çıkarların korunması değildir. Tersine, dayanışma, ‘öteki’ yararına girişilen bir özyıkımdır. Diğerkâm bir duygudan kaynaklanır. ‘öteki’ne açılmayı ifade eder (Nusseibeh, 2005: 263). Bu açıdan bakıldığında, toplum bir çatışma alanı değildir ve ‘biz’ çıkarları için ‘öteki’ ile çatışmaz; bilakis diğerkâm bir dayanışma (asabiyya) içindedir. Kişisel çıkarları ön plana alan ve bu çıkarlar uğruna savaşmayı öngören toplum sözleşmelerinden yola çıkarak barışa ulaşmak mümkün değildir. Tarihin seyrine hükmeden itici güçler olan
güvensizlik ve korkuyu ele almak yerine, ‘öteki’yi anlamak demek olan İbn-i Haldun’un bakış açısından yola çıkılırsa, barışa temel oluşturmak mümkün olabilecektir. ‘Öteki’yi anlamak ancak ‘öteki’yi tanımakla mümkündür. Fakat bu tanıma işlemi, savaştan önce düşman hakkında yeterli malumat ve bilgi toplar gibi, düşmanı inceler gibi yapılamaz. ‘Öteki’ni tanımak, ‘öteki’nin duygularını ve duyarlılığını tanımak demektir. ‘Biz’, ‘öteki’nin duyarlılığını tanımaya başladıkça onunla arasındaki anlaşmazlıklara çözüm olabilecek bir uzlaşmaya ulaşabilmek için gerekli olan duygudaşlığı geliştirecek ve böylelikle barış ‘pratik’ olarak sağlanmış olacaktır. Fakat ötekine yapılan bu yolculukla ters yönlü olan ama en az onun kadar gerekli olan bir başka yolculuk daha var: ‘biz’in kendi içine yaptığı yolculuk. Bu, ‘biz’in özel olmadığını, ‘öteki’nin eşiti olduğunu fark ettiren rasyonel bir yolculuk olmalıdır. İnsan kendisini Müslüman, Hıristiyan ya da Yahudi, şu ya da bu aileye mensup; Türk, Fransız ya da bir başka ulustan olma olgularıyla ilintili her şeyden sıyırmadığı, insan olduğunu ve neticede böyle olduğu için de bir başka insanın eşiti olduğunu göremediği takdirde, kendisi ve ‘öteki’ için doğru olanı, kelimenin tam manasıyla eşitliği, gerçekten anlayabilecek duruma gelemez(Nusseibeh, 264). ‘Biz’ aidiyet ifade eder. Aynı dine, topluluğa ya da ulusa mensup olanlar, kendilerini ‘biz’ olarak tanımlama eğilimindedirler. Ait olduğu cephenin değer yargılarıyla ‘öteki’ne yönelen insan, esasında ‘öteki’ni anlayamaz. Zira ait olduğu ‘biz’in değerleri yalnızca ‘biz’e yöneliktir, ‘öteki’ni kuşatmaz ve haliyle anlamlandıramaz. ‘Öteki’ni anlamak ve ‘öteki’yle yaşayabilmek, ancak ortak değer yargıları etrafında birleşmek ile mümkündür. Tüm insanlığı ‘biz’ ya da ‘öteki’ fark etmeden eşit bir şekilde kapsayan bir anlayış, barışın tesis edilmesinde büyük önem arzeder. Bu anlayış ise bütün insanların ait olduğu ‘biz’den sıyrılıp, sadece ‘insan’ olduğunu idrak etmesi ve ‘öteki’ne bu açıdan bakabilmesini ifade eder. İnsanın, dininin, ulusunun ya da çevresinin kanaatlerinin ve ona yüklediği misyonun ötesinde yalnızca ‘insan’ olduğunu anlaması ve ona göre davranması, ‘biz’ ve ‘öteki’ kavramlarının ortadan kalkması yani ‘ötekinin bizleştirilmesi’ demektir ki bu da barışın sağlanmasındaki en önemli köşe taşıdır.
GENÇ BARIŞ
1. Z.Nilüfer Nahya, “İmgeler ve Ötekileştirme: Cadılar, Yerliler, Avrupalılar”,Atılım Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt: 1, Sayı: 1, Mayıs 2011. 2. [TS] Türkçe Sözlük, 1969, Ankara: Türk Dil Kurumu Yayınları. 3.Hilal İnce, ‘Öteki Sorunsalının ‘alterite’ kavramı çerçevesinde yeniden okunması üzerine bir deneme’, Hacettepe Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakülte Dergisi, Sayı.21, sf. 255-277,2003. 3. Dominique Schnapper, Öteki ile İlişki, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları,İstanbul,2005. 4. Suavi Aydın, Öteki. Antropoloji Sözlüğü içinde, der. S. Aydın ve K. Emiroğlu, 661-663, Bilim Sanat Yayınları, Ankara, 2003. 5. İbn-i Haldun, Mukaddime, yay. haz. Süleyman Uludağ, Dergah Yayınları, İstanbul, 2012. 6. Umberto Eco, “Barış ve Savaş Üzerine Tanımlar”, Evrensel Kültürler Akademisi Barışı Hayal Etmek, UNESCO Büyük Toplantı Salonunda19-20 Aralık 2002 Tarihleri Arasında Yapılan Uluslararası Forum, Haz. Françoise Barret Ducrocq, Çev. Devrim Çetinkasap, Metis Yayınları, İstanbul, 2005. 7. Sari Nusseibeh, ‘Ötekine Yolculuk’ Evrensel Kültürler Akademisi Barışı Hayal Etmek, UNESCO Büyük Toplantı Salonunda 19-20 Aralık 2002 Tarihleri Arasında Yapılan Uluslararası Forum, Haz. Françoise Barret Ducrocq, Çev. Devrim Çetinkasap, Metis Yayınları, İstanbul, 2005. 8. Zeki Arslantürk, M. Tayfun Amman, Sosyoloji/KavramlarKurumlar-Süreçler-Teoriler, Çamlıca Yayınları (6. Baskı) İstanbul,2009. 9.Mehmet Karaca, “Farklılaşma, Bütünleşme ve Birlikte Yaşama Üzerine”, Dicle Üniversitesi Ziya Gökalp Eğitim Fakültesi Dergisi, Cilt.18, Sf.226-238, 2012. 10.Jürgen Habermas, “Öteki” Olmak, “Öteki”yle Yaşamak-Siyaset Kuramı Yazıları, Çev. İlknur Aka, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2005.
9
Merve AKSU
“Birleşmiş Milletler; insanlığa cenneti getirmez ama onları cehennemden korur.” - Hammarskjöld,3
Merve AKSU
K
Uluslararası Barış ve Birleşmiş Milletler
üreselleşme yeni bir kavram olmayıp, varlığını 16.yy’dan itibaren sürdürmüş ve etkinliğini siyasal, sosyal, ekonomik, kültürel, teknolojik alanlarda günümüze kadar artırmıştır. Zaman ve mekan kavramları eski anlamlarını yitirmiş, sınırlar kaybolmaya başlamış ve ülkelerin karşılıklı bağımlılıkları artmıştır(Çalık,2005:56). Teknolojik gelişmeler sayesinde dünyanın farklı bölgelerinde yaşayan insanlar aralarındaki iletişim artmış; her çeşit bilgiye erişim daha hızlı ve kolay hale gelmiştir. Küreselleşmenin doğurduğu sonuçlar bazı kesimler tarafından modernleşme, demokrasi ve kültürel zenginliğe giden yol olarak olumlu bir şekilde değerlendirilirken, bazı kesimler tarafından da eleştirilmiştir. Kellner; küreselleşmenin insanları birbirine bağladığı kadar, yeni eşitsizlikler yaratarak birbirlerinden uzaklaştırdığını ifade etmiştir(Kellner,9). Kellner’e göre küreselleşmenin olumsuz etkisi gelişmiş 10
zengin ülkelerin, gelişmekte olan fakir ülkeler üzerindeki hâkimiyetini artırarak kontrol mekanizmalarını geliştirmesinden kaynaklanmaktadır. Aradaki bu uzaklaşmanın nedeni ise, kaynaklara “sahip” olan ülkelerin bunlardan yoksun bırakılan ülkeler üzerindeki artan hegemonyasına dayanmaktadır. Bunun sonucunda ise ülkeler arası rekabet doğmuş ve çatışmalar meydana gelmiştir. Barış kavramının uluslararası boyuta taşınması ve birçok ülkenin birlikte hareket etmesini gerektirecek önlemler alması, önceden belirtilen nedenlerden dolayı Birinci Dünya Savaşı’yla ortaya çıkan savaşın, tüm dünyayı etkileyici sonuçlar doğurduğu küresel boyuta ulaşmasıdır. Diğer bir ifadeyle küresel savaş, küresel barış tartışmalarını beraberinde getirir ve ülkelerin kolektif iş birliğine girmelerini, uluslararası kurumların oluşmasını hatta ulus-devletlerin, ulusüstü oluşan kurumları tanımalarına olanak sağlar. 1920’de kurumsallaşan GENÇ BARIŞ
Milletler Cemiyeti, barış kavramının uluslararasılaşmasının ilk örneği sayılabilir. Bunun nedeni ise, daha önce ülkeleri, dünyayı ikiye bölecek derecede bir saflaştırmaya götüren tehdit edici unsur olmaması ve bu kutuplaşmanın yarattığı tahribatı önlemek için ülkelerarası işbirliği çerçevesinde bağlayıcı kararlar alınmasıdır. Fakat İkinci Dünya Savaşı’nın ortaya çıkmasıyla, Milletler Cemiyeti’nin ortaya çıkma amacına ulaşılamadığı anlaşılmış ve savaşın ileride küresel boyuta taşınmasının önüne geçmek için Milletler Cemiyeti’nin mirası olarak değerlendirilen ve misyonları aynı olan Birleşmiş Milletler kurulmuştur. “Bu bağlamda ilk kolektif örgüt olan ve Birinci Dünya Savaşı sonrasında kurulan Milletler Cemiyeti (MC), İkinci Dünya Savaşı’nın çıkmasıyla başarısız bir deneme olarak tarihe gömülürken küresel barış ümidini yok edememiştir” (Hard,2002: 130).
Uluslararası Barış ve Birleşmiş Milletler
Birleşmiş Milletler Kuruluş Amacı Ve Yapısal Reform Girişimleri
Son dönemlerde küreselleşmenin olumlu ve olumsuz etkilerinin hızlanması sonucunda, sosyal, siyasi, ekonomik ve kültürel anlamda dünya politikaları yeniden şekillenerek, “savaşın olmama durumu” olarak tanımlanan “barış” kavramı sürdürülebilirliğini koruması bakımından farklı boyutlarda ele alınmaya çalışılmıştır. Diğer bir ifadeyle barış kavramı sadece ülkelerin askeri anlamda şiddetten kaçınma eğilimine sahip olmalarından ziyade, etkisini daha geniş bir alana yayarak küreselleşmeye çalışmıştır. Birleşmiş Milletler, İkinci Dünya Savaşı’nın sonucunda ortaya çıkan tahribatı telafi etmek, ülkeler arasında meydana gelebilecek potansiyel kriz ortamlarının önüne geçmek, uluslararası barışın istikrarını sağlayarak gerekli güvenlik tedbirlerini almak üzere, 50 ülkenin öncülüğünde 24 Ekim 1945 tarihinde kurulmuştur. “BM Tüzüğü’ne göre örgüt, barış ve uluslararası güvenliğin sağlanmasının ötesinde temel insan hakları, cinsiyet eşitliği ve bütün halkların ekonomik ve sosyal refahını temin etmek gibi çok geniş amaçları yükümlenmiş ve Milletler Cemiyeti’nden farklı olarak kararların yaptırım gücünü artıracak sosyo-ekonomik ve askeri tedbirlerle desteklenmiştir”(Mgboji,2006:860). Amacı, meydana gelebilecek bir savaşın önüne geçmek olan Birleşmiş Milletler, alınması gereken askeri önlemlerin ötesinde, dünyayı tehdit eden ekolojik, ekonomik, sosyal ve sağlık gibi birçok alana dikkat çekerek, kendi bünyesinde bir takım reform girişimlerinde bulunmuştur. 18 Aralık 1992 tarihli “Barış için Gündem Raporu” örgütün barış, istikrar ve güvenliği sadece askeri boyutta değil aynı zamanda çeşitli organlarıyla siyasi, sosyal, ekonomik, çevresel ve gelişen yönleriyle birlikte ele alındığında uluslararası barış ve güvenliğe ulaşılabileceğine değinerek bu değişimi deklare etmiştir. Her ne kadar Birleşmiş Milletler çatısı altında yapısal değişimlere gidilse de, örgütün barışı uluslararası platforma taşıyabilme başarısı, üzerinde tartışılması gereken bir konudur. Düşünülmesi gereken diğer bir nokta ise, örgütün mevcut yapısının ve uluslararası alandaki imajının, küresel boyuttaki krizleri yönetebilme konusunda sergilediği tutumun, ihtiyaçlara karşılık verecek boyutta olup olmamasıdır.
Güvenlik Konseyi ve Makro Çıkarlar Çıkmazı
Birleşmiş Milletler; Genel Sekreterlik,
Güvenlik Konseyi, Genel Kurul, Ekonomik ve Sosyal Konsey, Uluslararası Adalet Divanı olmak üzere 5 ana organdan oluşur. Kararları bağlayıcı ve nihai olan Güvenlik Konseyi 15 üyeden oluşmasına rağmen daimi üye statüsüne sahip olanlar İkinci Dünya Savaşı’ndan galip çıkan ABD, Çin, Fransa, İngiltere ve Rusya Federasyonu’dur. “1963 yılındaki reforma kadar Konsey 5 daimi ve 6 geçici üyeden oluşmaktaydı. Ancak reformdan sonra daimi üyelerin sayısında bir değişme olmazken 6 olan geçici üye sayısı 10 a çıkarıldı.”(Özlük,2008:11) Güvenlik Konseyi dışındaki organların aldığı kararların tavsiye niteliği taşıması ve son sözün Güvenlik Konseyi’nde olması, organlar arası denge sorununu beraberinde getirmiş, diğer organların işlevselliğinin sorgulanmasına yol açmıştır. Aynı zamanda sadece daimi üyelerin sahip olduğu veto hakkı, örgütün eşitlik söylemlerine ne derecede bağlı kaldığı hususunda akıllarda soru işareti yaratmaktadır. 192 üye devleti bulunan Birleşmiş Milletler’in, veto hakkını sadece 5 ülkeye tanıması beraberinde temsil sorununu getirerek ülkeler arası adaletsizliğe neden olmakta ve böylece kendi amacından sapmaktadır. Bunun nedeni demokrasinin temel prensiplerinden biri olan çoğulculuğun, diğer bir ifadeyle her ülkeye eşit seviyede karar mekanizmalarına dâhil olma imkânı verilmemesinin yol açtığı paradokstur. Demokrasi ve eşitlik ilkelerinden bağımsız olarak, tanınan veto hakkının yol açtığı diğer bir sorun ise kriz ortamlarında süreci tıkama ihtimalidir. Daimi üyeler, makro çıkarları doğrultusunda hareket edebilme ve kendilerine tanınan veto hakkını kötüye kullanabilme riski taşıdıklarından ivedilikle müdahale edilmesi gerekilen bölgelere zamanında yardım gönderilememe ihtimali vardır. Müdahalenin gecikmesi ise, bölgedeki çatışmanın kızışması, toplu katliamların ve insan hakları ihlallerinin artması anlamına gelir. Uluslararası barışın sağlam temellere dayanması için Birleşmiş Milletler özellikle Güvenlik Konseyi çatısı altında bir takım yapılandırmalara gitmelidir. Bunların başında üye ülkelerin kolektif olarak karar mekanizmalarına dâhil edilerek temsil güçlerinin arttırılması, “egemen eşitlik” prensibi ne sadık kalınması, demokrasinin gelişmesinde çoğulculuğun önem kazanması, “keyfi veto” nun önlenmesi için bir takım caydırıcı ve zorlaştırıcı tedbirler alınması ve son olarak organlar arasında denge unsurunun gözetilmesi gerekir.
İmaj Probleminin Perde Arkası
Birleşmiş Milletler’in dünyadaki tüm GENÇ BARIŞ
bölgelere erişiminin zamansal ve mekansal kısıtlamalarından dolayı tek başına hareket etmesini imkansız kılarak, bunun önüne geçilmesi için ulusal ve uluslararası çaptaki örgütlerle iş birliğine gidilmesi Brahimi Raporu’nda gündeme gelmiştir. Bu uygulama tarafların karşılıklı olarak birbirlerini tanıdığı ve sistemli bir şekilde hareket edildiği zaman, bölgede çıkabilecek olan çatışmalara zamanında müdahale ederek güvenliği tehdit edici unsurların önüne geçilmesini sağlar. Küreselleşmenin uluslararası örgütleri birbirlerine bağımlı hale getirdiği düşünüldüğü zaman kolektif şekilde hareket etme uluslararası barış ve güvenliğin istikrarı için kaçınılmazdır. Diğer yandan, böyle bir ittifakın yapılması beraberinde bir takım sorunları da getirir. Bu sorunların başlıcaları, kurumların birbirlerine danışmadan tek başlarına hareket ederek, diğerinin yetki alanına giren unsurlara müdahale etmesi sonucunda karşı tarafın uluslararası prestijini zedelemesi; örgütler arası kaosun ortaya çıkması, karşılıklı güvenin zedelenmesi şeklinde özetlenebilir. II. Dünya Savaşı’ndan sonra Sovyet Rejimi’ni tehlike olarak gören Batı Avrupa ve Kuzey Amerika tarafları, ortak düşmana karşı beraber hareket etme kararı alarak devletlerin bireysel hareket etmemeleri konusunda uzlaştıklarını göstermişlerdir. “Bu devletler, yalnızca ahde vefa ilkesi gereğince Birleşmiş Milletler Kurucu Antlaşması (BMKA)’ya uyulmasını beklemenin dışında, uluslararası barış ve güvenliği korumak için kendilerine yönelebilecek haksız saldırıları önleme yeteneğine bireysel olarak sahip olmadıkları düşüncesiyle, 1949’da NATO’yu kurmuşlardır”(Manav oğlu,2008:28). Kuruluş amacı, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nden(SSCB) gelebilecek saldırıya karşı beraber hareket ederek gerektiğinde savunma amaçlı kuvvet kullanma yetkisinin tanındığı NATO, Birleşmiş Milletler Kuruluş Anlaşması hükümlerine uygun hareket etmekle yükümlü bir örgüttür. Ancak SSCB’nin yıkılmasının ardından; kuruluş amacının gerçekleşme ihtimali kalmayan NATO, zamanla bölgesel sınırları kapsayan koruyucu politikalarını evrensel boyuta taşımış ve bunun sonucunda bir takım istenmeyen durumlar ortaya çıkmıştır. NATO’nun Kosova müdahalesi; BM ile NATO arasındaki uyuşmazlıkların çıkışı ve BM’nin uluslararası alandaki prestijinin sorgulanması bakımından önem arz etmektedir. Yugoslavya’daki Kosova Sorunu’nun patlak vermesiyle bu iki kurum karşı karşıya gelmiş, Güvenlik Konseyi’nin insani 11
Merve AKSU
müdahale kapsamında değerlendirdiği ve bölgeye çeşitli yaptırımlar uygulanması konusunda açıkladığı kararlara karşılık, NATO kendi bölge sınırlarını aşarak kuvvet kullanma tehdidiyle devreye girmiştir. “Her şeyden önce müdahale öncesi BM Güvenlik Konseyi tarafından alınan hiçbir kararda, müdahale için NATO’ya yetki verilmemiştir. Ayrıca NATO, KAA(Kuzey Atlantik Antlaşması)’nın uygulama alanı dışına çıkarak belirtilen askeri operasyonu gerçekleştirmiştir”(Manavoğlu,36). NATO bu tutumuyla, BM Anlaşması’nda yer alan kuvvet kullanımı yasağını çiğneyerek ve BM’nin Kosova’yla ilgili kararlarını yok sayarak, uluslararası alanda BM’nin imajını sarsmıştır. Bunun önüne geçilmesi için Birleşmiş Milletler’in alması gereken önlem, herhangi bir örgütle işbirliği yapılmadan önce tarafların kendi kurallarını karşı tarafa kabul ettirmeleri, bu kurallara uyulmadığı takdirde işbirliğinin sona ereceğini açıklaması gerekmektedir.
“BM Barışı Koruma Operasyonları”nın Hukuki Zemini
1945 yılında San Francisco’da imzalanan BM Anlaşması, temelinde yer alan uluslararası barış ve güvenliğin sağlanması konusunda birliğe ait silahlı bir örgütlenmenin olmamasından dolayı kolektif güvenliği ve barışı teşvik edecek sistemli bir yapıya sahip olamamıştır. “Kolektif güvenlik sisteminin hayata geçirilmemesinden dolayı, ortaya çıkan boşluğu doldurmak üzere yeni bir mekanizmaya gerek duyulmuş, barışı koruma(peacekeeping)kavramı ortaya çıkmıştır”(Güngör,8). Birleşmiş Milletler Barışı Koruma Operasyonları, uluslararası barış ve güvenliğin tehlike altında olduğu veya olası bir çatışmanın öngörüldüğü zamanlarda barışı tehdit eden unsurları ortadan kaldırmak üzere hukuki dayanağını tarafların rızası ve BM Anlaşması’ndan alır. Birleşmiş Milletler barış operasyonlarının varlığı açıkça Birleşmiş Milletler Anlaşması’nda belirtilmediğinden hukuki dayanaktan yoksun kalarak, anlaşmanın belirli maddelerine referans verecek şekilde doktrinsel boyutta ele alınmaya çalışılmıştır. Bu bakımdan her ne kadar kaynağını uluslararası hukuk normlarından almış olsa da amacı ülkenin güvenliği ve istikrarını sağlamak olan bu operasyonların BM Anlaşması’nda açıkça yer almamasından dolayı bu operasyonların kurulma aşaması ve yürütülmesi konusunda izlenen yöntemlerin hukuki temellerinin incelenmesi oldukça önem taşımaktadır. “Operasyonların kararlaştırılması aşamasındaki huku12
ki temeller, bu operasyonların uluslararası hukuka uygun olarak kurulmasına yetki veren ve hukuka uygunluk olarak vazgeçilmez olan temellerdir. Operasyonların yürütülmesi aşamasında uyulması gereken ilkeler ise, barışı koruma operasyonları ile mavi berelilerin görev yaparken uymak zorunda oldukları, bir operasyonun hukuka uygun olarak yürütülmesi ve başarılı olması açısından dikkate alınması gereken prensiplerdir”(Öncü, 2006:32). Barışı koruma operasyonlarının anlaşma metninde açıkça yer almaması her ne kadar uluslararası anlaşma metinlerine aykırı olmasa da anlaşma metinlerinin yorumlanmasında ortaya çıkan doktrin farklılıkları sürecin hızlı bir şekilde çözüme kavuşmasını zorlaştırmakta ve görüş birliğinin oluşmasına engel teşkil etmektedir. Operasyonların hukuki bir zemine dayandırılması konusunda ortaya çıkan farklı görüşler anlaşmanın VI. ve VII. bölümleri etrafında düşünülmesi gerektiğine vurgu yaparak, bu iki bölüm arasında bir orta yol bulunması gerektiğinin önemini vurgulamaktadır. VI. Bölümü’nde “uyuşmazlıkların barışçıl yollarla çözülmesi” başlığında yer alan maddeler incelendiğinde herhangi bir şekilde barışı koruma operasyonlarının tanımından bahsedilmemekte, uluslararası barışı tehdit altına sokan ve taraflar arasında ortaya çıkabilecek uyuşmazlıkların çözümü hususunda BM bünyesinde yer alan Güvenlik Konseyi’nin askeri gücünü ön plana çıkaran yapısından çok görüş bildirici, arabulucu ve tavsiye verici görev tanımlamasından bahsedilmektedir. BM Anlaşması madde 38, Güvenlik Konseyi’nin yetki alanı konusunda bir çerçeve çizmekte ve “Güvenlik Konseyi 33-37 maddeler hükümlerini zedelemeksizin, bir uyuşmazlığa taraf olanların tümünün istemesi halinde bu uyuşmazlığın barışçıl yollarla taraflara tavsiyelerde bulunabilir” (BM Anlaşması,13) şeklinde ifade edilerek uyuşmazlıklara müdahale edilmeden önce bir danışma mekanizması olarak görüldüğü anlaşılmaktadır.
venlik Konseyi 41. maddede ön görülen önlemlerin yetersiz kalacağı ya da kaldığı kanısına varırsa, uluslararası güvenliğin korunması ya da yeniden kurulması için, hava deniz ya da kara kuvvetleri aracılığıyla, gerekli saydığı her türlü girişimde bulunabilir”(BM anlaşması,14). şeklinde özetlenebilir. Görüldüğü gibi VI. Bölüm’de danışma mekanizması olarak görevlendirilen Güvenlik Konseyi, VII. Bölüm’de yaptırım gücü ön planda olan müdahaleci işlevini yasal bir zemine dayandırarak gücünü meşrulaştırmaya yönelik caydırıcı bir mekanizma olarak karşımıza çıkmaktadır. Maddeler birlikte incelendiğinde barış operasyonlarının tanımının yapılmaması, Güvenlik Konseyi’nin müdahalesini gerektiren durumların ve alınacak önlemlerin teker teker incelenmemesi, anlaşmanın sadece genel ilkeleri ortaya koyan ve kazuistik bir şekilde ele alınmasını zorlaştıran çerçeve niteliğinde oluşturulan yapısını ortaya koyar. Anlaşmanın maddelerinden yola çıkarak yapılan değerlendirmeler ve yorumlar sonucunda ortak bir görüş birliğinin oluşmasını son derece zorlaştırmakla birlikte barışın tehlike altında olduğu alanlara yapılacak olan müdahalenin gecikmesine ve bunun sonucunda Birleşmiş Milletler’in kurulma amacının sekteye uğramasına neden olmaktadır. Operasyonların hukuki bir temele dayanma noktasında ortaya atılan görüşlerden belki de en fazla ses getireni, VI. ve VII. Bölüm’ün her ikisini birden kapsayan ve ikisinin arasında bir köprü işlevi üstlenen bir “VI buçuk bölümü” nün yer alması şeklindedir. “Bu durumun ana nedeni, bu operasyonların, VI. Bölümü’nün askeri olmayan işbirliği imkânları ile VII. Bölümü’nün zorlama tedbiri niteliğindeki harekâtları arasında bir yerlerde bulunduğu şeklindeki görüştür”(Öncü,33). Ortaya atılan bu görüş, barış operasyonlarının kapsamını, genişliğini ve yetkilerini belirleme açısından alternatif bir çözüm unsuru olabilme eğilimindedir.
“VI Buçuk Bölümü”
Uluslararası barışın sağlanması ve barışı koruma operasyonlarının başarıya ulaşmasında izlenmesi gereken diğer bir önemli nokta ise bu operasyonların “tarafların rızasını” alma konusunda sergilediği başarıdır. Tarafların rızası hem müdahale edilmesi gereken bölgelerdeki iktidar ve muhalif yapıyı içermeli, hem de Güvenlik Konseyi ve Genel Kurul’un yetki vermesi üzerine BM Genel Sekreteri’nin örgüt üyelerine katılımlarıyla ilgili çağrı yapıldıktan sonra katılımcı devletlerin gönüllülük esasına dayanarak operasyona dâhil
Sunulan tavsiyelerin yetersiz kalması durumunda veya uluslararası barışı tehlike altına sokan durumların önüne geçilemediğinde Güvenlik Konseyi’nin etkin bir rol üstlenerek müdahaleci kimliğini ön plana çıkarması VII. Bölüm’ün “Barışın Tehdidi, Bozulması ve Saldırı Eylemi Durumunda Alınacak Önlemler” başlığında yer alarak yasal bir zemine oturtulmaya çalışılmıştır. Güvenlik Konseyi’nin yaptırım gücünü arttırarak caydırıcı bir mekanizma işlevi üstlenmesi 42. maddede yer alan “ GüGENÇ BARIŞ
“Tarafların Rızası”
Uluslararası Barış ve Birleşmiş Milletler
olma süreçlerinde sağlanmalıdır. “BM Anlaşması, kuvvet kullanmayı ve egemen devletlerin iç işlerine karışmayı yasaklamaktadır.(BM Anlaşması, 2& 4,7)Bu durumun istisnasını BM Anlaşması’nın VII. Bölümü’nde öngörülen hükümler oluşturmaktadır.”(Öncü,37) Uluslararası hukukta tarafların rızasının alınmasına gerek duyulmayan durumlar, madde 42’de yer alan uluslararası barış ve güvenliğin tehdidi veya bir saldırı eyleminin gerçekleşebileceği durumlarda, Güvenlik Konseyi tarafından karara bağlanan yaptırımlar ve madde 51’de yer alan herhangi bir saldırıya karşı devletin meşru müdafaasını öngören koşullardır. Tarafların rızası sağlanmadığı takdirde barışı koruma operasyonlarının amacına ulaşması mümkün değildir. Aynı zamanda barışı koruma operasyonları tarafsız bir şekilde sürdürülmeli, taraflardan birine imtiyaz tanınmamalı ve eşitlik ilkeleri esas alınarak iş birliği yapılmaya çalışılmalıdır. Aksi takdirde ayrımcılığa uğradığını düşünen tarafın mavi berelilerle olan ilişkisini kesebilme ihtimalini taşıdığından barışın ve güvenliğin sağlanmasını tehlike altına sokabilir.
Sonuç Yerine
Barış ve güvenlik sorunlarının küresel bir boyutta önem kazanması, ulusların gelecekte kendilerini tehlike altına sokabilecek durumlardan kaçınma davranışı
sergileyerek, ulus-üstü bir kurum olan Birleşmiş Milletler’e egemenlik hakkı tanımaları, yeni dünya düzeninde şekillenen bir süreçtir. Küresel sorunlarla karşı karşıya kalan ve değişen dünyadaki ihtiyaçlara cevap verebilme yeterliliğini sağlaması bakımından Birleşmiş Milletler’in dinamik bir yapıda olup, kendi içinde çeşitli reformlara girişmesi, kendisini yenilemesi gerekmektedir. Şimdiye kadar reformist politikalarını gündeme getirmiş olsa da dünya konjonktüründe karşımıza çıkan sorunlar bunu tam anlamıyla gerçekleştiremediğini göstermektedir. “Egemen eşitlik”, “ayrımcılığın önlenmesi”, “insan hakları”, “demokrasi” gibi kavramların altını çizen Birleşmiş Milletler Anlaşması, örgütün temel ilkelerinin yasal dayanağını oluşturur. Fakat pratiğe baktığımızda organlar arasındaki dengenin sağlanamaması, Güvenlik Konseyi’nin karar vermede son söz hakkına sahip olması, veto hakkının sadece daimi üye sıfatı taşıyan 5 ülkeye verilmesi gibi nedenler eşitliğin sağlanamadığını, ülkeler arası ayrımcılığın giderilemediğini ve karar aşamasında hızlı etkin bir yöntem izlenemediğini göstermektedir. Bununla birlikte BM, bağımsızlığını kazanmalı ve başka kurumların gölgesi altında kalmamalıdır. Aynı zamanda yürüttüğü barış operasyonlarının başarılı olması için BM Anlaşması’nda yasal bir zemine oturtularak ve devletlerin rızası alınarak gerekli müdahaleler izlenmelidir. GENÇ BARIŞ
Yapısal reformlara sıcak bakan Birleşmiş Milletler, bunu gündem raporlarında belirttiği ve sözel olarak sürekli ifade ettiği kadar, uygulama alanında da pratiğe dökebildiği zaman barışın uluslararası boyutta istikrarı sağlam temellere dayanacaktır. 1.Dag Hammarskjöld, Second Secretary-General of the UN,“19th Annual American Model United Nations International Conference; 2008 Conference Program” http://www.amun.org/uploads/08_Final_Report/Program/2008_Conference_Program.pdf 05.12.2012 2.Çalık, Temel, Feridun Sezgin, “Küreselleşme Bilgi Toplumu ve Eğitim”,Kastamonu Eğitim Dergisi, , cilt:13, no:1, s.56, Mart 2005 3.Douglas, Kellner, “Globalization, Terrorism and Democracy:9/11 and its Aftermath” http://pages.gseis.ucla.edu/faculty/kellner/essays/ globalizationterroraftermath.pdf 03.12.2012 4.Birdişli, Fikret, “Birleşmiş Milletlerin Uluslararası Sorunları Önleyebilme Yeteneği”, Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi, s. 172-181,2010. 5.United Nations General Assembly “An Agenda For Peace:Preventive Diplomacy and Related Matters” http://www. un.org/documents/ga/res/47/a47r120.htm 20.11.2012 6.Özlük, Erdem, “Uluslararası İlişkilerde Meşruiyet Ve Güvenlik KonseyininMeşruiyet Krizi”Uluslararası Hukuk ve Politika, s:126,2008. 7.Manavoglu, Zeynep, “NATO’nun Kosova’ya Müdahalesinin Uluslararası Hukuk Açısından Geçerliliği” Uluslararası Hukuk Ve Politika, cilt: 4, sayı:14, ss. 27-5, 2008. 8.Güngör,Uğur, “Günümüzde Barış Operasyonları”, https://mailattachment.googleusercontent.com/attachment/ui=2&ik=3f331 6c6a1&view=att&th=13b4155e74fc39ce&attid=0.2&disp=inli ne&realattid=f_ha0v2jvr1&safe=1&zw&saduie=AG9B_P8XJ7 fR6a9KW4fDoa1kxwwv&sadet=1355092125406&sads=o111k cS_JGmHntZjSYW7aT101UE&sadssc=1 10.12.2012 9.Öncü, Mehmet “Birleşmiş Milletler Barışı Koruma Operasyonlarının Hukuki Temelleri”, Uluslararası Hukuk ve Politika, cilt: 2, sayı:6, 2006. 10.Birleşmiş Milletler Anlaşması “TBMM İnsan Hakları İnceleme Komisyonu” http://www.tbmm.gov.tr/komisyon/insanhaklari/ pdf01/3-30.pdf 10.12.2012 11.Hardt, Michael, Negri, Antonio, İmparatorluk, İstanbul, Ayrıntı Yayınları, 2008. 12.MGBOJI, Ikechi, (2006). “The Civilised Self and The Barbaric Other: Imperial Delusions of Order and The Challenges of Human Security”, Third World Quarterly, Vol.27, No:5, Taylor and Francis Group, pp.855-869.
13
M. Emre AKKAŞ, Musab BÜYÜKSOY
Güney Afrika Barış Süreci ve Güney Afrika’nın Bugünü Günümüz Güney Afrika’sını ve Barış Sürecini Güney Afrika Büyükelçisi Vika M. Khumalo İle konuştuk.
Röportaj: M.Emre AKKAŞ, Musab BÜYÜKSOY
M. Emre Akkaş: Öncelikle bize bu fırsatı verdiğiniz için size teşekkür etmek istiyoruz. V.M. Khumalo: Böyle güzel bir dergi için röportaj yapılan ilk kişi olmak benim için bir onurdur. M.E. Akkaş: Sizin kişisel barış algınızla başlamak istiyoruz. Barış sizin için ne ifade ediyor? V.M. Khumalo: Barış sadece fiziksel çatışmanın olmadığı yer değildir. Aslında barış, bir ruh halidir. Benim için barışın amacı mutlu olmak ve tanıdığım insanlarla iyi ilişkiler yürüterek hayatın tadını çıkarmaktır. Başkalarıyla barış içerisinde olmadan önce, barışın kişinin kendi içerisinde olması gerekir. Eğer bir birey olarak içsel barışı sağlayamadıysanız, diğer insanlarla olan ilişkilerinizde barıştan söz edemezsiniz. Tamamen kişisel bir tanım yapmam gerekirse, barış benim için huzur içerisinde oturmak, bir bardak şarap eşliğinde kitap okumak, ailemle ve arkadaşlarımla sohbet etmektir. 14
Musab Büyüksoy: Güney Afrika’nın temsilcisi olarak ülkenizin barışa bakış açısından bahseder misiniz? Barışın Güney Afrika’daki sosyal ve siyasi boyutu hakkında ne söylemek istersiniz? V.M. Khumalo: Güney Afrika öncelikle kendi iç barışını sağlamaya özen gösteriyor. Bunun yanı sıra dünya barışının sağlanması için de çaba gösteren bir ülke. 1994 yılı bizim bağımsızlığımızı ilan ettiğimiz tarih ve bu gelişme Güney Afrika’da her şeyin mümkün olabileceği bir ortam yarattı. Bu ayrıca, barışın gerçekleşmesini sağladı ve komşularımızı rahatlattı. O günden itibaren daha istikrarlı bir hale geldik ve kıtamızdaki diğer devletlere ekonomik ve politik açıdan katkıda bulunarak kıtamızdaki barışa da katkı sağlıyoruz. Eğer bölgemiz barış içerisinde değilse biz de barış içinde olamayız. M. Büyüksoy: Bir ‘gökkuşağı ülkesi’ olarak Güney Afrika bu başarılı barış sürecini nasıl yönetti ve çok iyi işleyen bir demokrasiye geçisi nasıl sağladı ? GENÇ BARIŞ
V.M. Khumalo: Biz kültür, din ve etnik köken açısından çok çeşitliyiz. Bu çeşitlilik bize “Gökkuşağı Ülkesi” tanımını kazandırdı çünkü ülkemizde tüm renkleri görmek mümkün. Ülkede barış içerisinde yan yana yaşayan 5 farklı kıtadan yurttaşlarımız var. Bu çeşitlilik, sorunlarla başa çıkabilmek için ulusumuzun farklı kesimlerinden farklı özelliklerinden faydalanmamızı sağladı ve böylece biz de herkes için uyum içerisinde yaşayacağı bir ortam oluşturduk. M. Emre Akkaş: Peki demokrasiye geçiş sürecinde neler yaşadınız? V.M. Khumalo: 1991’de barışı sağlama sürecinde CODESA olarak da bilinen “Demokratik Güney Afrika Kurultayı“nı oluşturduk. CODESA’yı insanların bir araya gelerek tartışabilcekleri bir ortam oluşturmak için kurduk. Bu mekanizma, farklı siyasi partileri ve dini grupları tek çatı altında toplayarak ülkenin geleceği hakkında konuşmalarını sağladı. M. Büyüksoy: Ne zaman barıştan söz
edilse, Dalai Lama ve Mahatma Gandi gibi uluslarası barışın en önemli sembollerinden olan Nelson Mandela aklımıza gelir. Onun uluslararası arenadaki bu ünü ne derecede ülkesinde ki Mandela algısını yansıtıyor? V.M. Khumalo: Mandela Güney Afrika halkı tarafından Madiba takma adıyla tanınır. Fakat genel olarak biz ona “Aziz Mandela “ diyoruz, çünkü o ulusumuzun babası. Bu onun Güney Afrikalılar tarafından nasıl algılandığının göstergesi. O bizim özgürlük hareketimizin sembolu haline geldi. O başarımızın da en önemli sembolü. O şu an yeni neslin de babası. Mandela ülkemize barış getirdi. O barışın ve uzlaşı kültürünün de babası. Çok sayıda probleme ve anlaşmazlıklara neden olan pek çok farklılığımız var. Mandela herkesi bir araya getirerek ulus olarak gerçekten neyi başarmak istediğimize odaklanmamız gereketiğinin önemini vurguladı. Evet, bizler ülkedeki siyahiler olarak yıllarca Güney Afrika’da acı çektik ama o, geçmişe takılıp kalmanın amaçlarımızı gerçekleştirmede kimseye bir yarar sağlayamayacağının farkındaydı. M. Büyüksoy: O zaman Nelson Mandela’nın gerçekten de tüm ulusun simgesi olduğunu söyleyebiliriz. V.M. Khumalo: Evet, onun şöhreti bizim ülkemizden de büyük. M.Büyüksoy: Güney Afrika’da barışı sağlama süreci ve Mandela hakkında konuştuk. Eski rejim hakkında neler söyleyeceksiniz, statüko hala varlığını sürdürüyor mu ? O “kötü adamlara” neler oldu? V.M. Khumalo: O kötü adamlar da Güney Afrikalıydı. Mesela bir ev düşünün. Evde sürekli problem yaratan bir çocuk var. Ne yaparsa yapsın o yaramaz çocuk, sizin evladınızdır. Ben de bir babayım. Çocuklarım problem çıkardıklarında, onlar artık benim çocuklarım değil, demiyorum. Irkçılık yapmış olsalar da, bu durum eski rejim için de geçerlidir; onlar da bu ülkenin birer parçası. Şu an Güney Afrika bu konuda net bir tutum sergiliyor; ülkede ırkçılığa yer yok. Fakat ırkçılık evrensel bir problem. Böyle olması ırkçılığın kabul edilebilir olduğu anlamına gelmiyor ama maalesef hala yaygın. Hepimiz toplumsal ya da bireysel hayatımızın tüm evrelerinde ırkçılığı ortadan kaldırmak için mücadele ediyoruz. Geçmişimiz diğer insanlarla aynı masada oturmayı hak etmeyenler damgasını yiyen bizlere, insan olmanın ne demek olduğunu öğretti. Irkçılık temelde bir ulusun diğer ulusa üstün olduğu görüşüne dayanır. Irkçılık ayrıca,karşıdakini önemsememeye de dayanır, hepimizin insan olduğu gerçeğini görmezden gelmeye
yani. Hepimizin aynı atadan geldiği gerçeğini benimseyen bir gökkuşağı ulusuyuz biz. M.E.Akkaş: Toplumdaki imkanların ırk temelli ayrımcılıklara göre paylaştırıldığı bir tarihten geliyorsunuz. Ülke ve devlet olarak böyle bir tarihle nasıl yüzleşiyorsunuz? V.M. Khumalo: Mandela “Long walk to Freedom” kitabında şöyle der: “Hayatım boyunca ırkçılığa karşı mücadele ettim; azınlığın çoğunluğu bastırmasına, ezmesine karşı direndim. Eğer çoğunluk azınlığı ezmeye kalkışırsa, o zaman ben buna karşı da mücadele edeceğim.” Azınlık veya çoğunluk, hiçbir grubun diğerini ezmeye hakkı yoktur. Siyasi bilimlerde de azınlığın görüşleri dikkate alınmaksızın ortaya çıkan çoğunluğun azınlığa mutlak tahakkümüne çoğunluğun diktası denilmektedir. Şu anki durumda siyahilerin beyazları bastırma gibi bir niyeti söz konusu değildir. Bundan sonra bu topraklarda diğerini ezme, bastırma olmayacaktır. Mesela, ırkçı rejim döneminde siyahların Olimpiyat oyunlarına katılmasına izin verilmemiştir, çünkü onlara göre siyahlar ülkeyi temsil edemezler. Fakat 1994’te iktidar değiştikten sonra, yarışmaya katılacak kadar iyi olan herkesin,ülkeyi temsil edebileceğini belirttik. Beyazların bastırıldığı bir toplum yarattığımız taktirde de, barıştan söz edemezdik. Herkesin faydalanması şartıyla, küçük bir barış girişimini büyük bir barışa tercih ederiz. M.E.Akkaş: Mandela’nın gökkuşağı toplumunu bir arada tutan önemli bir unsur olduğuna inanıyoruz. Eski rejime karşı, bir öfke söz konusu olabilirdi ama olmadı. Bunda Mandelanın önemli bir rol oynadığını düşünmekteyiz. Siz bu görüşe katılıyor musunuz, başka faktörler de var mı? V.M. Khumalo: Mandela bizim ilham kaynağımızdı, onun başardıkları çok önemliydi. Fakat o başkalarının omuzlarında yükseldi. 1920’de Ulusal Afrika Kongresi (ANC) kuruldu, ve o günden itibaren barış için mücadele edildi, çeşitli liderler buna çaba gösterdi. Mandela Ulusal Afrika Kongresine genç yaşta katıldı ve önceki liderlerden önemli ölçüde etkilendi.O ANC’nin ülkeye barış getirme hedefinin bir parçası olmak istedi. Mandela daha sonra 27 yıllık hapis cezasına mahkum edildi ama diğer liderler bir şekilde Afrikanın içinden ya da dışından bu mücadeleyi sürdürdüler. Mandeladan sonraki lider, onun profilini ve mücadelesini devam ettirdi. Mandela özgürlüğüne kavuştuğu zaman tüm liderlere ve arkadaşlarına teşekkür etti. Hapisanede yalnız değildi, mücadele eden bir sürü kişi vardı. GENÇ BARIŞ
Fakat o en önemli olandı. M.Büyüksoy: Peki bu barış sürecindeki uluslararası müdahaleler hakkında neler söylemek istersiniz ? V.M. Khumalo: Güney Afrika’nın özgürlüğünü kazanmasında pek çok devlet önemli rol oynadı. Birleşmiş milletler uygulanan ırkçı rejimi insanlık suçu olarak nitelendirdi. Diğer üye devletler, değişim ve Mandelanın serbest bırakılması çağrısında bulundu. Amerika ve ‘Commonwealth’ yaptırım uyguladı. Güney Afrika’nın uluslar arası spor organizasyonlarına katılması engellendi ve adeta küreselleşen toplumdan izole edildi. Pek çok ülke Güney Afrika’nın özgür olması için çaba gösterdi. Afrika kıtasının güneyindeki diğer ülkeler de yardımda bulundu ve ANC’ye katkı sağladılar. M.Büyüksoy: Pek çok insan Birleşmiş Milletleri yetersiz bir oluşum olarak görse de, önemli bir örnek olan Güney Afrika’nın Özgürleşme süreci, benim Birleşmiş Milletlere olan güvenimi artırmıştır. V.M. Khumalo: Birleşmiş Milletler belirli bir kapsam dahilinde işliyor. Güvenlik Konseyi’nin yapısı işleyişi zorlaştırıyor. Ciddi bir reforma ihtiyacımızın olduğunu düşünüyorum. M.Büyüksoy: Bu reformun gerçekleşmesi için 3. Dünya Savaşına kadar beklememiz mi gerekiyor ? V.M. Khumalo: Hayır, değil. İhtiyacımız olan tek şey reform. Örnek vermek gerekirse, Güvenlik Konseyinde hiç Afrikalı, Latin Amerikalı ya da Müslüman bir üye yok. Bu yapının değişmesi gerekiyor. Üye olmayı hak eden bir sürü ülke var. Güney Afrika Milletler Cemiyeti’nin, Birleşmiş Milletler’in ve Afrika Birliği’nin kurucu üyesidir. Sırada Güvenlik Konseyi var. 2 yıllığına geçici bir üye olarak yer alıyoruz şu anda ama daha fazlasına ihtiyacımız var. Sadece Birleşmiş Milletler için değil, Uluslararası Para Fonu ve Dünya Bankası gibi uluslar arası kurumların da ciddi reformlara ihtiyacı var. M.E.Akkaş: Mandelanın genç yaşlardan itibaren bu barış sürecinin içinde olduğunu biliyoruz. Güney Afrika gençlerinin bu süreçteki payı nedir ? V.M. Khumalo: 1940’tan beri, ANC gençlik birliği, diğerleri arasından sıyrılarak gençlik birliğinin en güçlü ve aktif üyelerinden bir tanesi olmuştur. Mücadelemiz süresince çok önemli rol oynamıştır. Etraflarında neler olup bittiğini anlamaları için insanları bilgilendirdiler ve onların mücadeledeye ve toplu harekete katılmalarını sağladılar. Gençler sistemin değişmesi gerektiğinin farkındaydılar. Gençler etnik kökenini ve kabileni gösteren kimlik kartı15
nı taşıma zorunluluğuna karşı bir yürüyüş organize ettiler. Çünkü eğer siyahiysen ve kimlik kartını taşımıyorsan tutuklanabilirdin. Barış mücadelesi sırasında yapılan gençlik hareketlerinin kutlandığı 16 Haziran Güney Afrika Ulusal Gençlik Günüdür. 16 Haziran’da Afrika gençliği eğitim sistemine karşı bir yürüyüş düzenledi çünkü siyahilerin matematik eğitimi almaları yasaktı. M.Büyüksoy: Kendi diliniz olan Afrikanca da bile mi ? V.M. Khumalo: Hiçbir suretle matematik öğretimi yoktu. Diğer bütün dersler Afrikanca olarak öğretiliyordu. Gençler, ülkenin dört bir yanındaki diğer gençlik gruplarını harekete geçirdiler. Hep birlikte eğitim bakanlığına karşı yürüyüş yaptılar. Hükumet güçleri, olaylar Johannesburg’a sıçramadan yürüşe müdahele etti. Bu olay mücadelenin seyrini değiştirdi. Çok sayıda cesur genç öldürüldü, inançlarından dolayı asıldılar ve terörist ilan edildiler. Bunun gibi olaylar gençliğin mücadeleye katılımını artırdı. M.E.Akkaş: İşleyen bir demokrasi ve kıtanın en büyük ekonomisi olan Güney Afrika diğer ülkeler açısından örnek teşkil edebilir mi ? V.M. Khumalo: Güney Afrika’nın halihazırda kıtanın diğer ülkeleri için bir rol model olduğunu söyleyebiliriz. Economist dergisinin bu haftaki konusu Güney Afrika’nın diğer Afrika ülkeleri kadar hızlı büyümediği meselesiydi. Fakat Economist’in gözden kaçırdığı bir şey vardı, o da diğer ülkelerin çok düşük oranlarla başlamasıydı. Yüzde 7-9 arasında büyümekteler ama o ülkelerin büyüme hızları kısmen Güney 16
Afrika’nın yaptığı yatırımlar sonucunda meydana geliyor. Ekonomimizin dönüşümüne de büyük önem veriyoruz. Bugün bile ekonomimizin büyük bir kısmı beyazlar tarafından şekillendiriliyor. Ekonomik açıdan siyahilerin önemli rolleri yok. Biz bu durumu değiştirmek istiyoruz. Ekonomideki bu değişimin yeni girişimcileri desteklemesi gerekiyor, şu anki ekonomi politikası, ekonomiyi yavaşlatıyor. Uluslararası toplumun tecrit edilmesi, ekonominin yavaşlamasının bir diğer nedenidir. Kendi teknolojimizi geliştiremiyoruz, eğitime gereken önem verilmedi maalesef. Sonuç olarak şu an , eğitim seviyesi yüksek bir nüfusumuz yok. Ekonomi sektörlerinde büyük oranda kalifiye insana ihtiyaç var; buna rağmen ırkçı rejimin politikası yüzünden, siyahiler eğitimden uzaklaştırıldılar. Günümüz ekonomisi 21.yüzyılın vasıflarını da beraberinde istiyor fakat eğitimsiz siyahiler sadece eski meziyetlere sahipler. İnsanların becerilerini geliştirmeleri için geniş çaplı bir programa ihtiyaç var. Ve yavaş yavaş bunun sonuçlarını alıyoruz. Ekonomistlere söylemek istediğim şey, yerimizde saymıyoruz, Afrikanın en iyi ekonomisi olarak kalabilmek için var gücümüzle çalışarak ekonomimizi geliştiriyoruz. Fazlaca doğal kaynağa sahibiz fakat bu potansiyeli kullanmak için doğru teknolojiye ve meziyetlere ihtiyacımız var. Diğer yandan, Güney Afrika’da siyasi istikrarsızlık hakimmiş gibi görünsede, bizler demokrasiye inanıyoruz. Demokratik prosedürün bir sonucu olarak, siyasi partiler kanununun oluşturulması zaman almaktadır. Mesela, iktidar partisi içerisinde, partinin bir sonraki liderinin kim olacağı GENÇ BARIŞ
hususunda çetin bir tartışma hakim. Bu duruma başka nerde rastlarsınız ki ? M.Büyüksoy: Bu umut vaad eden bir gelişme. Güney Afrika politik başarısı ve ekonomisinin sürdürülebilirliğiyle nam salmıştır. Fakat ülkenin sosyal problemleri hakkında neler söylemek istersiniz ? V.M. Khumalo: Hükumetimiz sosyal problemleri en aza indirgemek için pek çok program oluşturdu. Son 2 yıldır suç oranı düşmekte. Şu anki hükumetin polis güçleri önceki rejimden kalma eğitimsiz olanlardır. Onlar bu pozisyona yasa ya da düzen için getirilmedi, politik amaçlardan olayı oradalar. Hükumet polisleri yeniden eğitme programlarına aldı ve sonuçları görebiliyoruz. Suç oranı düşüyor. Polisler suçları engellemek için çalışıyorlar. Bazı sebeplerden dolayı, halan yoksulluk var. Çoğunluğun faydalanamadığı bir ekonomi miras kaldı önceki yönetimden bize çünkü düzen sadece yüzde 10luk kesim için oluşturulmuştu. Ekonomiyi genişletmemiz gerekiyor. Irkçı rejim yüzünden zengin ve fakir arasındaki gelir dağılımı eşitlizliği muazzam derecede fazla. Bu uçurumu kapatmak için çalışıyoruz. Geçen hafta hükumetin politikalarının işe yaradağını gösteren Güney Afrika’daki yoksulluk oranıyla ilgili bir makale okudum. Yoksulluğu azaltmaktan ziyade ortadan kaldırmalıyız. Hükumet elektrik, su ve diğer temel ihtiyaçlarını karşılayamayan yoksulların problemlerini azaltmak maksadıyla pek çok strateji geliştirdi. Yoksul kesim için sağlık koşulları da yeniden gözden geçirildi. Şu an sağlık hizmetleri onlar için tamamen ücretsiz. Güney Afrika’ya son seyahatimde hastaneye gittim, beyazlar da oradaydı.
Onlarla konuştum, onlarda yapılanlar için hükumete karşı müteşekkir olduklarını belirttiler. Hükumetimiz sağlık hizmetlerinin yanında hiçkimsenin aç kalmadığından emin olabilmek için de milyonlarca euro harcıyor. M.E.Akkaş: Güney Afrika’nın bir diğer başarısı da anayasası. Sizin de bildiğiniz üzere Türkiye bugünlerde daha demokratik ilkeler ışığında kendi anayasasını oluşturmaya çalışıyor. Türkiye’nin anayasa oluşturma süreciyle ilgili olarak neler söylemek istersiniz ? V.M. Khumalo: 18 yıl önce oluştutulan anayasımız dünyanın en demokratik anayasalarından bir tanesidir.Anayasamızda sık sık uzlaşı ve barışa, çok kültürlülüğe ve çok dilli yapıya vurgu yapılmaktadır. Ayrıca insan haklarına özünde ,esas olarak değer veren önemli anayasaların başında gelir. Adeta Güney Afrika halkının kalp atışlarına bile kulak veriyor. Demokrasimizin temelinde insan hakları vardır. Hatta anayasamızın 2.maddesinde insan haklarından bahsediliyor. Türkiye başarıyla bunun altından kalkabilir. Türkiye’nin anayasasını gözden geçirip yenisini yazmak için çok iyi bir imkanı var. Güney Afrika anayasası üzerinde çalışan bazı parlementerler biliyorum. Türkiye ile fikir alış verişte bulunmayı gerçekten çok isteriz. Yeni anayasasını yazma sürecinden Türkiye ile el ele verip birlikte çalışmaktan mutluluk duyarız. M.E.Akkaş: Türkiye’de uzlaşı problemimiz var. Bazı sorunlarımız var ki uzlaşıyı tamamen bloke ediyor. Her kesim Türkiye’nin başarısı için çalıştığını iddia etse de icra etme de orta nokta bulma sorunu yaşanıyor. Güney Afrika’daki uzlaşı kültürü hakkında neler söyleyebilirsiniz ? V.M. Khumalo: Biz bu işe CODESA ile başadık. Küçük partiler dahil, tüm partileri bir araya getirmeye çalıştık. Anayasamızın merkezine demokrasi ve uzlaşı kültürünü yerleştirdik. Güney Afrika’da yüzde 5 barajını geçen her parti meclise girebilir. Hatta parlementodaki en küçük partinin bile komisyonlarda sandelyesi vardır. Aynı değerleri paylaşıyoruz ve hepimiz Güney Afrikanın başarısını istiyoruz, bu da bizi bir arada tutuyor. M.Büyüksoy: Bildiğiniz gibi bu yıl Nobel Barış ödülünü Avrupa Birliği kazandı. Afrika Birliği’nin önümüzdeki yıllarda bu ödülü almayı hak ettiğini düşünmüyor musunuz? V.M. Khumalo: Bunun için daha erken. Biliyorsunuz Afrika Birliği yeni kuruldu. Afrika’nın kolonileştirildiği dönemlerde kuruluna Afrika Birliği Organizasyonu’nun değiştirilmesiyle meydana geldi. Afri-
ka Birliği’nin uzun vadeli hedefi, Avrupa Birliği’nde olduğu gibi , Afrika devletlerinin bir araya getiren bir çeşit federal bir bölge oluşturmaktı. Fakat Avrupa Birliği ile aynı çizgiyi takip etmiyoruz. Avrupa Birliği’nin hatalarından ders çıkarıp, onları yapmamaya çalışıyoruz. M.E.Akkaş: Röportamızın sonuna doğru gelirken, kişisel deneyimlerinizden yola çıkarak 1994 sonrasındaki ırkçı rejim ve özgürleşme çabalarında meydana gelen değişiklikler hayatınızı ve bakış açınızı nasıl etkiledi ? V.M. Khumalo: Çok zor bir soru. Kişisel deneyimlerim ha ? Müsaade ederseniz hika-
yenin sonundan başına geleyim. Öncelikle Güney Afrika elçisi olup, ülkemi dünyanın farklı yerlerinde temsil edeceğim aklıma gelmezdi hemde hiç. Çünkü ben gençken sadece beyazlar büyükelçi olabiliyordu. Ayrımcılık çok zor bir şey. Irkçı rejim döneminde çocuktum. Bilirsiniz çocuklar saftır, siyahi veya beyaz kendilerinin diğer çocuklardan farklı olduklarını düşünmezler. O çocuk büyüdüğünde, artık ikinci sınıf biri olduğunu anlıyor. Beyaz arkadaşlarının evlerine gidemiyor. Beyazlar için ayrılmış bir masaya oturamıyorlar. Kendi kendime sormuştum, benim neyim var ki? Neden bu insanlarla beraber yemek yiyemiyorum. Bir gün annem zorla beni siyahların gitmesinin yasaklandığı Johannesburg’a alışGENÇ BARIŞ
veriş yapmaya gönderdi. Tuvalete gitmem gerekiyordu ama umumi tuvaletler sadece beyazlar içindi. Siyahiler beyazların tuvaletine gitmektense altlarına kaçırmayı tercih ederlerdi çünkü polis onları döver hatta tutuklayabilirdi. Bir defasında annemle tren istasyonunda bekliyorduk. Tren istasyonu beyazlar ve siyahlar için olmak üzere ikiye ayrılmıştı. Siyahiler ve beyazlar için ayrılmış koltuklar vardı. Beyazların karşısına oturmak yasaktı. Ne olacağını görmek için bir gün gidip beyazlar için ayrılmış koltuklardan birine oturmaya çalışmıştım. Annemi görmeliydiniz; arkamdan koştu ve beni var gücüyle çekti. Çok korkmuştu, “Beni hapishaneye gödermek mi istiyorsun?” diye bağırmasını hala hatırlarım. Yakınlarını kaybetmek… İnsanlar ortadan kaybolurdu, benim de kaybolan amcalarım var ve kuzenlerim. Muhtemelen öldürüldüler. Teyzem 6.Bölgeden (District) başka bir yere taşınmaya zorlandı çünkü eski rejim siyahların böyle güzel yerlerde yaşamayı hak etmediklerini düşünüyordu. Zorla siyahilerin taşınmalarına neden oldular ve oralara beyazları yerleştirdiler. Eşim babasını, amcasını ve kardeşini kaybetti. Mandela hapishaneden çıktığı zaman uzlaşmak için onlarla bir araya geldi. Sonra kendi kendime dedim ki: “Eğer 27 yıl hapiste kalan Mandela affedebiliyorsa , dışarıda hayatın tadını çıkaran ben de affetmeliyim. Benim için geçmişin acısı hala taze. Verilen mücadele bizi daha da güçlendirdi. Fakat gençken, bize geçmişi unutmamız ve geleceğe bakmamız öğretildi. Eğer geçmiş hakkında çok şikayet ederseniz, ileriye gidemezsiniz. Geçmişten sıyrılmalı ve kendi içsel barışını sağlamalısın ki gelişme için mücadele etmeye başlayabilesin. Kişisel hayatımla ilgili olarak, küçükken önemli bir karar almıştım: ‘hiç düşmanım olmayacaktı!’ Çünkü diğer insanları düşman olarak atfettiğiniz zaman, düşünceleriniz olumsuz etkileniyor ki bu da ne zaman o kişileri düşünseniz ya da onları görseniz sürekli bir ıstırap hali ortaya çıkarıyor. Başlangıçta da söylediğim gibi, barış kişinin içinden gelmeli. Eğer dünya barışını sağlamayı hedefliyorsak, öncelikle kendi kendimizle barış içerisinde olmalıyız. M.E.Akkaş: Bize ayırdığınız değerli zamanınız için teşekkür ederiz. Başarılı bir barış sağlama sürecinin hikayesi ve farklı bir kültürün barış perspektifini gözlemlemek açısından çok verimli bir röportaj oldu. V.M. Khumalo: Rica ederim. Oluşumunuz, insanlara barışın ne olduğunu daha kapsamlı bir biçimde anlatmak ve insan haklarına yönelik farkındalığı artırmak açısından çok önemli bir yere sahip. Tüm çabalarınızı takdir ediyorum. 17
Nilüfer YAVUZ
Kuzey İrlanda Barış Süreci
Nilüfer YAVUZ
Y
akın tarihte, günümüz toplumlarınca, demokrasi, özgürlükler ve daha birçok açıdan örnek alınan Birleşik Krallık’ taki, 2bin’ den fazla sivilin hayatını kaybettiği, 36bin’ i aşkın insanın yaralandığı, 10bin’ e yakın bombalamanın meydana geldiği olaylar zinciri ele alındığında, bu ağır tabloya sebebiyet veren terör sorununa yönelik nasıl bir çözüm yolu izlenildiğinin araştırılmasının gerekliliği aşikârdır. Terörizm; “önceden belirlenmiş amaçlarına ulaşmak için, sistematik olarak şiddete başvuran bir örgütlenmiş grup ya da partinin kullandığı yöntem” olarak tanımlanmaktadır.i Önce18
den belirlenen bu amaçlardan biri de bağımsızlık sağlamaktır. Bağımsızlık adına paramiliter olarak ortaya çıkmış irili ufaklı pek çok örgüt vardır.(Paramiliter: Orduya benzeyen ama bir ülkenin resmi ordusu olmayan güçler; düzensiz ordu; orduya yardımcı güçler.ii) Bu örgütlerden birisi olan IRA’nın kuruluşunun 1916 Paskalya İsyanı’na denk geldiği söylense de, örgütün alt yapısının oluşum sürecinin bundan çok öncesine dayandığı konusunda ortak bir görüş hakimdir. Yakın zamanda örgütün silah bırakma kararı alması ile sorunun ana hatlarıyla çözülmesi, birçok ülkenin ortak problemi olan “terör örgütleri” ile GENÇ BARIŞ
barış yoluna gidilmesi adına umut verici bir gelişme olarak gösterilmektedir. Geçmişte yaşanan benzer tecrübelerin doğru değerlendirilip, bunların devletlerin toplum yapılarına uygun olarak yorumlanması, ileride atılacak adımlar açısından son derece belirleyici olduğu için, bu süreç incelenmeye değer bir nitelik taşımaktadır. Bu makalede, Kuzey İrlanda’nın barış sürecinde, ilk olarak problemin ortaya çıkış nedenleri, ardından, yaşanan gelişmeler, son olarak da barış adına atılan adımlar, kademeli bir şekilde ele alınacaktır.
Kuzey İrlanda Barış Süreci
Problemin Ortaya Çıkış Nedenleri
Kuzey İrlanda sorununun kaynağı 12. Yüzyıla kadar dayanır. İngilizlerin İrlanda topraklarına yerleşmeye başlamasıyla bölge üzerinde kurulacak İngiliz hâkimiyetinin tohumları atılmış olur. Bu işgalin öncesinde dahi İngiliz asıllı Papa IV. Adrian, çıkarttığı bir Papalık Kanunu ile İrlanda Kilisesi’ni doğrudan papalığa bağlama amacıyla İngiltere Kralı II. Henry’ e İrlanda’yı istila etme yetkisini vermiştir. Bu yetki her ne kadar çeşitli nedenlerle kullanılamasa da, İngiltere’nin yakaladığı her fırsatta İrlanda topraklarına girmeyi meşrulaştırmasına dayanak teşkil etmektedir.iii 12.yüzyıl sonrasında iyiden iyiye artan etkileşimler, İngiltere’nin yerleştirme politikalarıyla devam etmiştir. Çeşitli dönemlerde gerçekleşen yoğun göçlerle ada İngilizleştirilmeye çalışılmıştır. Plantasyon adını verdikleri bu sistemi, pek çok yerleşim yerine uygulasalar da çoğunlukla kuzeyde bulunan şehirleri tercih etmişlerdir.iv İrlanda adasının üst kısımlarına (Ulster Bölgesi) yerleşen İngilizlerin, burada nüfus çoğunluğunu elde etmesiyle çeşitli ayrımcı politikalar baş göstermiştir. 19. Yüzyılın başlarına kadar sürdürülen uygulamaların bir örneği İrlandalıların topraklarına İngilizler tarafından el konulmasıdır. İrlandalılara öğretmenlik yaptırmamak, yine İrlandalı aileleri adadan sürerek adayı İngilizleştirmek gibi pek çok ayrımcı faaliyet gösterilmiş, bu politikalara karşı gelenler ise susturulmuştur. Tüm bu uğraşlar sonucunda, hedeflerine de 1801’de İrlanda adasının İngiltere’yle birleşmesi ile ulaşmışlardır. Fransız İhtilali sonrasında ortaya çıkan milliyetçilik akımının etkileri henüz çok tazeyken gerçekleşen bu birleşme ise daha en başından bağımsızlık ve özerklik talepleriyle karşı karşıya kalmıştır. İrlanda- İngiltere arasındaki çatışmanın bir diğer önemli nedeni ise mezhep farklılığıdır. İngiltere’de Protestanlığın 16.yy da kabulünden sonra, Katolik mezhebine bağlı olmayı sürdüren İrlandalılar çeşitli mezhepsel yaptırımlara maruz kaldı. İngilizler adadaki İngiliz nüfusu arttırarak ve adadaki İrlandalı popülasyonu Protestanlaştırarak; çoğunluğu elde etmeye çalışıyorlardı. Protestan İngiliz ve İskoçların yerleştirilmesiyle çeşitli koloniler kuruldu. Uzun bir zaman dilimine yayılan bu göçler Katoliklerin zamanla ikinci sınıf insan muamelesi görmesi sonucunu doğurdu. Çünkü İrlanda’ya göç edenler, bulundukları yerin aristokrasisini oluşturma çabasındaydılar. Muhtelif dönemlerde çıkan ayaklanmalar bir şekilde bastırılsa da 1690 yılında Katolik İngiliz
kralı James ile Kralın Protestan olan yeğeni William arasında büyük bir savaş çıktı. Muharebenin Protestanlarca kazanılması, bundan sonra var olacak olan Protestan hâkimiyetinin temellerini atmış oldu. Uzun yıllar devam eden baskılar sonucu İrlandalılar, İngiltere’nin sömürgesi halini almaya başladı. Ekonomik bunalımlar ve büyük kıtlıklar geçirmelerinde de bir tarım ülkesi olarak bırakılmalarının etkisi büyüktü. Fransız İhtilali sonrasında tekrar büyük bir ayaklanma olmasına rağmen, öncesinde İskoçya ile birleşip Birleşik Krallık adını alan İngiltere’nin çok güçlenmesi, ayaklanmanın kanlı bir şekilde bastırılmasıyla İrlanda, 1801 Birlik Antlaşması sonucu Birleşik Krallığın içine dahil olmuş oldu.
İrlanda’nın Ayrılma Süreci ve IRA’nın Ortaya Çıkışı
Kuzey İrlanda’da ortaya çıkan çatışmanın nedeni ortaya konulduktan sonra, 1801 sonrası Birleşik Krallık’ ın içine dahil olan İrlanda’nın tekrar ayrılma sürecinin incelenmesi gerekmektedir. İrlanda’ nın İngiltere boyunduruğu altına girmesi, ortaya çıkan ulus devlet süreci içinde çatışmacı duyguları harekete geçirmiştir. Her ne kadar Birleşik Krallık’ ın kurulmasındaki bir amaç da “İrlandalı Katoliklerin dinî özgürlüklerinin tanınması” olsa da İrlandalılar ne yazık ki izlenen politikaların mağduru olmuşlardır. Tüm siyasi baskıların yanında 1845-1852 yılları arasında “İrlanda Patates Kıtlığı” adı verilen büyük bir felaket yaşanması isev 1 milyon insanın
GENÇ BARIŞ
hayatını kaybetmesi ve 1 milyonunun da göç etmesiyle sonuçlanmıştır. Nüfusun %25’ e yakın oranda azalmasıylavi, İngilizlerin bölgedeki etkinliklerini arttırması ise bu dönemde İrlanda Gaelcesi’ nin eğitimde ve pek çok alanda yerini seri bir şekilde İngilizce’ ye bırakmasıyla anlaşılabilir. Bu ve bunun gibi pek çok baskıcı politika, birleşmeye başından beri karşı olan İrlandalıları bir çözüm arayışına sevk etmiştir. Bu nedenle 1870’lerden sonra, kendi kendini yönetme talebi ile İngiliz siyasetinde aktif olarak yer almaya başlamışlardır. Bu süreçte devam eden mezhepsel ayrımcı muameleler, ekonomik zorluklar ve geri kalmışlık, bağımsızlık arzusunda olan İrlandalılar için motivasyonu arttırıcı etkenler olarak gösterilebilirvii. Tüm bu etkenlerin sonucu olarak 1905’te Sinn Fein(Biz Kendimiz) adlı milliyetçi İrlanda partisi kurulmuştur. Kuruluşu öncesi ve sonrasında sunulan pek çok taslağın geri çevrilmesi elbette ki İrlandalılar adına umut kırıcıydı. Ancak ülkede meydana gelecek olan ayrılığın sinyallerinden bir diğeri de İrlanda cumhuriyeti için mücadele verilmeye başlandığında “vatanı böldürmeme” uğruna şiddet uygulama kararı alan Protestanların tutumuydu. İleride tekrar değinilecek olan Paskalya İsyanı vb. karşı duruşlar İngiltere’nin sunulan taslaklara karşı olan katı tutumundan vazgeçmesiyle sonuçlandı. Özellikle Katolik çoğunluklu Güney İrlanda’nın taviz vermeyi kesinlikle reddetmesi, I. Dünya Savaşı’yla oluşan kaos ortamının farkında olan İngiliz başbakanı Lloyd George’un İrlandalı
19
Nilüfer YAVUZ
yurtseverlerle görüşmesiyle sonuçlandı. Görüşme sonucunda yapılan anlaşmayla Güney İrlanda uygulamada İrlanda Bağımsız Devleti adıyla bağımsızlığını kazandı (6 Aralık 1921, İngiltere-İrlanda Anlaşması). Kuzey İrlanda ise Birleşik Krallık’a bağlı kaldı.viii 1916 yılının Paskalyası, Dublin kenti adına oldukça hareketli geçmiştir. İrlanda Gönüllülerinin kentin önemli binalarını işgal etmesi sonrası 1 hafta süreyle verdiği mücadele, liderlerinin infazıyla sonuçlanmıştır. İrlandalılar adına bir kahramanlık öyküsüne dönüşen bu olayın IRA’nın kuruluş tarihi olarak belirtilmesi de bir tesadüf olarak görülemez. 5 yıl sonra yaşanan ayrılma, mevcut sorunlara bir çözüm olma ümidi taşımasına rağmen, beklenenin aksi bir şekilde şiddetin artmasıyla sonuçlanmıştır.ix İrlanda adasındaki 26 şehrin İrlanda’ya, 6’sının ise Birleşik Krallığa bağlanmasıyla, IRA’nın, daima Büyük Britanya topraklarında kalan bu altı şehir üzerinde hâkimiyet kurma çabası içinde olduğu görülmektedir. Öte yandan Protestanlar, Katoliklerin Kuzey İrlanda’da belli bir çoğunluğa sahip olup temsil edilmelerini istemiyorlardı. Bu yüzden çeşitli iskan politikalarıyla bir arada oturmalarını engellediler. Olayların sokak kavgaları, karşılıklı
20
ev yıkmalara kadar gitmesi, ciddiyeti gösterir nitelikteydi. Tüm bu yaşananlar ise güvenlik tedbirlerinin daha da arttırılması gerekliliğini ortaya çıkardı ve Büyük Britanya, 1969’da Kuzey İrlanda’daki olayları bastırmak üzere asker sevketmeye başladı.x Bu sevkiyatın amacının “Katolikleri koruma” adı altında olması, birliklerin coşkuyla karşılanması sonucunu doğurmuştur ancak IRA gelen silahlı güçleri işgalci olarak nitelendiriyordu. Kuzey İrlanda’da temel hak ve özgürlükler adına yapılan protestoların sayısında büyük oranda artış olurken IRA’nın yeni eleman kazanmada güçlük yaşadığı gözlemlenmekteydi. Ancak 1969 yılından itibaren bu durum tam tersi yönde bir değişime uğramıştır. Terörle mücadele amacıyla İngiliz ordusunun yaptığı insan hakları ihlalleri, işkence iddiaları vb. olumsuzluklar aslında IRA için bulunmaz bir fırsat olmuş ve örgüt yeni elemanları bünyesine katmıştır. 30 Ocak 1972 Pazar günü Katoliklerin İnsan Hakları ve Özgürlük adına yaptığı yürüyüşü ordunun açtığı ateş 13 sivil Katolik İrlandalının ölümüyle sonuçlanmıştır. İrlandalılar tarafından Kanlı Pazar (Bloody Sunday) olarak tanımlanan bu günde meydana gelen olaylar IRA için “yeniden doğuş” etkisi yaratmıştır.xi 1979 sonrası muhafazakâr
GENÇ BARIŞ
parti lideri dönemin başbakanı Margaret Thatcher’e suikast girişimi, Prens CharlesPrenses Diana’ya saldırı teşebbüsü gibi pek çok faaliyette bulunulmuştur. IRA’nın, saldırıları polise önceden haber vermesi can kaybını azaltsa da havalimanı ve yolcu otobüsü bombalama gibi pek çok terörist eylemler ortamın tansiyonu daima yüksek tutar nitelikteydi.
Barış Adına Atılan Adımlar
IRA’nın ortaya çıkışı ve yaptıklarının doğurduğu sonuçlar bölgenin bu konu üzerine daha da yoğunlaşmasına neden olmuştur.1983 yılında İngiliz-İrlanda Konseyinin kurulmasıyla büyük bir gelişme kaydedilmiştir. Devam eden süreçte İngiltere Hükümeti terörle mücadelede strateji değişikliğine gitmiş ve bölgenin güvenliğini sağlamayı, kendi askerlerini kademeli olarak çekmesiyle fiilen bırakmaya başlamıştır. İrili ufaklı pek çok barış hareketi bu süreç öncesinde de sonrasında da gerçekleşmiştir. Bunun bir örneği de 1993’de İngiltere Başbakanı John Major ve İrlanda Başbakanı Albert Reynolds’un yeni barış sürecini ilan etmesidir. Devamında Belfast’ta (1994) İngiltere ile IRA’nın siyasi kolu Sinn Fein arasında barış görüşmelerinin başlamasına rağmen, ondan önce atılan pek çok adım gibi bunun da önü, ilan sonrası Muhafazakâr liderin öncelikle silahların bırakılması koşulu ve 1996 Şubatında IRA’nın barış görüşmelerinin sona erdiğini açıklamasıyla kesilmiştir. Açıklama sonrası gerçekleşen bombalamalar bunun en bariz kanıtıdır. Bir diğer barış girişimi ise okyanus ötesinden gelmiştir Dönemin ABD başkanı Bill Clinton’ın, ülkesindeki cumhuriyetçi İrlanda lobisinin farkında oluşu onu bu konuyla ilgili bir icraatta bulunmaya sevk etmiştir. Dünyaya barışı getiren başkan olarak tanınan Clinton ülkedeki imajını tazelemek amacıyla 1995 yılında Kuzey İrlanda’ya ilk ziyaretini gerçekleştirdi.3 günlük gezide çeşitli temaslarda bulunan Clinton ‘ın dönüşünden 1 ay sonra gerçekleşen bombalı saldırılar da uzlaşma yolundaki uğraşların boşa gitmesine neden oldu. Kesilen pek çok barış süreci, gelecek adına umutları köreltse de 1997’de İşçi Partisinin zaferiyle başbakan olan Tony Blair sonrası uygulanan politikalar karşılıklı güven oluşması açısından son derece faydalı olmuştur. Silahların bırakılması önkoşulunu kabul etmeyen IRA ile, Blair’in önşartsız bir şekilde Sinn Fein’in, yani IRA’nın siyasi kanadının lideri Gerry Adams’la Başbakanlık Köşkü’nde görüşmeyi kabul etmesi çözüm açısından
Kuzey İrlanda Barış Süreci
olumlu gelişmeler yaşanmasını sağlamıştır. IRA’nın ilk ciddi ateşkes ilanı da 1997 yılında olması da bu pozitif ortamın bir sonucu olarak gösterilebilir. Aynı yılın Eylül ayında ise demokratikleşme adına yapılan çalışmalara hız verilmiş, Galler ve İskoçya’da halkoylamasıyla ayrı meclisler kurulması kabul edilmiştir.xii Tüm bu ilerlemeler nihayetinde bunca zaman beklenen antlaşma 10 Nisan 1998’de gerçekleşmiştir. Belfast ya da Hayırlı Cuma(Good Friday) adıyla bilinen bu antlaşmayla İrlanda Cumhuriyeti ve Kuzey İrlanda’da yapılan halk oylamaları Kuzey İrlanda’nın yeni statüsünü, İrlanda ve İngiltere ile olan ilişkilerini açıklar nitelikteydi. IRA ise silahları ancak bu antlaşmadan 7 yıl sonra (28 Temmuz 2005) bırakmıştır. Yaşanan tüm bu trajedinin ardından silahların, İrlanda ve İngiltere’nin simgeleri haline gelmiş Katolik ve Protestan kiliselerinden papazların eşliğinde gizli bir mıntıkada imha edilmesi ise mutabakatın adeta sembolik bir yansımasıydı. Kökenleri yüzyıllar öncesine dayanan bir algının, bir antlaşma sonucunda aniden değişebileceği tabi ki düşünülemez; ancak silahların bırakılması ve bu antlaşmanın tarafların önderlerince yapılmasının ardından gerçekleştirilen pek çok buluşma, toplumun bu barış durumunu içselleştirmesi adına örnek olacak niteliktedir. 8 Mayıs 2007 tarihinde Protestan politikacı ve papaz Ian Paisley’in, IRA’da komutanlık yapmış olan Katolik politikacı Martin McGuinness ile birlikte yaptıkları açıklamada şiddet hareketlerinin artık sonlandığını ve mücadelenin artık politik yolla devam edeceğinin belirtilmesi, toplumun barışa bakışının değişmesinde önemli rol üstlenmiştir.xiii Geçtiğimiz günlerde yaşanan bir diğer gelişme ise oluşturulmuş olan barış ortamının perçinleştirilmesi adına umut vericidir. İngiltere Kraliçesi II. Elizabeth’in İrlanda gezisi sırasında yerel yönetim liderlerinden McGuiness ile görüşmüştür.xiv IRA ile yapılan mücadelede kuzenini kaybeden Kraliçe’nin göstermiş olduğu özverinin yanında, McGuiness’in açıklamaları da incelenmeye değerdir. Karşılıklı çok acıların yaşandığını, çok kayıpların verildiğini belirten McGuiness bugün artık farklı bir dönemden geçildiğini görmemiz gerektiğini belirtmiştir.
Sonuç
Bir devlet içerisindeki Paramiliter yapılanmaların ortaya çıkışında pek çok neden vardır. Bu tarz yapılanmalardan biri olan IRA’nın varlığı ve eylemlerinin tümünün odak noktası Kuzey İrlanda’nın Büyük Britanya’dan bağımsızlığının sağlanmasıdır. Bu arayışın temel nedenleri
arasında temelleri 12. Yüzyıla dayanan İngiltere politikalarının yanı sıra, İrlanda ve İngiltere arasındaki mezhepsel farklılıkların etkisi büyüktür.1801’de yaşanan birleşme sonrasında, İrlandalıların zamanla siyasi arenada kendilerini göstermeleri ve artan çatışmaların İrlanda’nın bağımsızlığıyla sonuçlanması, İrlanda adasının kuzeyine (Ulster Bölgesi) yerleşmiş olan birlik yanlısı Protestanlar içi zor bir süreçti. Yaşanan bu ayrılmanın ardından bağımsızlığın, üzerinde yaşadıkları topraklar olan Kuzey İrlanda için istenmesi çabaların ardı ardına sonuçsuz kalmasına neden olmuştur. Karşılıklı kışkırtmaların ya da çok daha ciddi dayatmaların, saldırıların var oluşu iki tarafın da hâkim olduğu görüşe çok daha sıkı sarılmasıyla şiddetin çıtasını yükseltmiştir. Tarafların görüşmeler adına koydukları ön şartlar, ulaşılmak istenen hedeflerin daimi bir gecikmeye sebep olduğu aşikârdır. Bundan ötürü 1969 tarihiyle niyet edilmiş olan barışa ulaşmak adına, ancak 1983’te gelişmeler kaydedilmeye başlanmış, nihai sonuca ermek ise 1998 tarihine kadar sürmüştür. Sorunun varlığı içinde geçen her bir günün çözüm adına kıymetli olması ne yazık ki göz ardı edilmiş, süreçte yaşanan aksaklıklara kurban edilmiştir. Dünya üzerinde kültürel, fikirsel, dini pek çok ayrışmanın olduğu muhakkaktır. Bugün İrlanda’da nüfusun % 53,1’i Protestan (Presbiteryen, İrlanda Kilisesi, Metodist ve diğer Protestan mezhepleri), % 43,8’i ise Roma Katolik kilisesine bağlıdır. xv Yaşanan tüm bu barış sürecinin ardından 2005 yılında yapılmış ankette halkın 58’inin Kuzey İrlanda’nın İngiltere ile birlik halinin devamını, %23’ünün ise İrlanda Cumhuriyeti ile birleşerek Birleşik bir İrlanda devletinden yana olduğu sonucu ortaya çıkmıştır.xvi Halkın hala %23 gibi yüksek bir oranda ayrılma talebinin olmasına karşın terör faaliyetlerinin bitmesini, demokratik bir ortamın oranlarla barışık yaşamaya imkân vermesine bağlayabiliriz. Terör faaliyetlerinde görev almış eski militanların, oluşturulan karşılıklı güven sayesinde siyasi arenaya entegre edilmeleri, meşru bir zeminde temsil imkanı elde etmelerini sağlamıştır Britanya Krallığı’nın “Üzerinde güneş batmayan imparatorluk” olarak anıldığı dönem ve sonrasında devam eden Kuzey İrlanda sorununda, çözüme “güçlü devlet “olmakla değil, izlenen stratejinin etkinliğiyle ulaşıldığı görülmektedir. İrlanda sorununun çözüm süreci, dünyanın farklı bölgelerinde hala var olan terör probleminin nasıl üstesinden gelineceği hakkında önemli ipuçları barındırmaktadır. GENÇ BARIŞ
i - ([4]) ”Terrorism”, International Enculopedia of the Social Sciences, New York, 1934, V.14, s.76 ii - Collins Cobuild, (1990), English Language Dictionary, London and Glasgow: Collins; Longman Dictionary of Contemporary English, (1990), Essex: Longman iii - Austin Lane Poole (1993), ‘From Domesday book to Magna Carta, 1087-1216, Oxford:Oxford University Press say.303,304 iv - CANNY, Nicholas P., Making Ireland British 1580–1650, Oxford: Oxford University Press, 2001 v - O’Neill, Joseph R. (2009), The Irish Potato Famine, ABDO, ISBN 978-1-60453-514-3 vi - Kinealy, Christine (1994), This Great Calamity, Gill & Macmillan, ISBN 0-7171-4011-3 vii - http://www.academia.edu/294213/Kurt_Sorununa_Kuzey_Irlanda_Barisi_Bir_Model_Olabilir_mi 15.10.2012(erişim tarihi) viii - http://www.bbc.co.uk/turkish/news/story/2004/01/ printable/040120_ingiltere_timeline.shtml 16.10.2012(e.t.) ix - http://www.aksiyon.com.tr/aksiyon/haber-1417-26-ira-bitmeyen-kavga.html 24.10.2012(e.t.) x - http://www.bbc.co.uk/turkish/news/story/2004/01/ printable/040120_ingiltere_timeline.shtml xi - PKK Terör Örgütü ile Etkin Mücadele’de-Analiz, Risk, Fırsat ve Öneriler/SETA 16.10.2012 xii - http://www.bbc.co.uk/turkish/news/story/2004/01/ printable/040120_ingiltere_timeline.shtml 16.10.2012(e.t.) xiii - http://www.zaman.com.tr/newsDetail_getNewsById. action?newsId=642988 30.10.2012 xiv - http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2012/06/120627_queen_ ira_update.shtml 26.10.2012 xv - CAIN: Background Information on Northern Ireland Society Population and Vital Statistics xvi - http://www.ark.ac.uk/nilt/2005/Political_Attitudes/NIRELAND.html 3.11.2012
21
Musab BÜYÜKSOY
“Üye Olmayan Gözlemci Devlet”
Olarak Filistin
20. yüzyılın başından beri dünya siyasetinin en fazla tartışılan meselelerinden biri olan ve bugüne kadar siyasetçiler ve medya vasıtasıyla bölge halklarının hakkında fazlasıyla bilgi ve kanaat sahibi olduğu Filistin sorunu, 29 Kasım 2012 tarihinde Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda yapılan oylamada Filistin’in, Birlemiş Milletlere Üye Olmayan Gözlemci Devlet Statüsü kazanmasıyla yeni bir sürece girmiştir. Üzerine yürütülen tartışmaların çoğu siyasi ve insani temelli olan Filistin’in uluslararası hukuka göre statüsünün ne olduğu ve BM’nin son kararı bu statüyü nasıl etkilediği yönündedir. Musab BÜYÜKSOY
20. yüzyılın başından beri dünya siyasetinin en fazla tartışılan meselelerinden biri olan ve bugüne kadar siyasetçiler ve medya vasıtasıyla bölge halklarının hakkında fazlasıyla bilgi ve kanaat sahibi olduğu Filistin sorunu, 29 Kasım 2012 tarihinde Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda yapılan oylamada Filistin’in, Birlemiş Milletlere Üye Olmayan Gözlemci Devlet Statüsü kazanmasıyla yeni bir sürece girmiştir. Üzerine yürütülen tartışmaların çoğu siyasi ve insani temelli olan Filistin’in uluslararası hukuka göre statüsünün ne olduğu ve BM’nin son kararı bu statüyü nasıl etkilediği yönündedir. 22
Filistin’in haklarını uluslararası arenada diğer egemen devletler gibi arayamamasının ya da uluslararası düzeni koruyan kurallar ve kurumlardan tam olarak faydalanamamasının en temel sebebi, Filistin’in bağımsız ve egemen bir devlet olarak uluslararası arenada tanınmamasıdır. Uluslararası hukuka göre bir devletin tanınabilmesi için 1933 tarihli, Devletlerin Hakları ve Görevleri Hakkında Montevideo Sözleşmesi’nde belirtilen ve aynı zamanda günümüz uluslararası hukukunun devletlerin tanınması konusundaki temel kurallarını da oluşturan şu dört unsura sahip olması gerekmektedir: GENÇ BARIŞ
1) Ülke (Uluslararası kabul görmüş sınırlar) 2) Halk (O ülkede devamlı ikamet eden nüfus) 3)Egemen bir otorite (Hükumet) 4)Uluslararası ilişkide bulunabilme.i
Filistin’in bağımsız bir devlet olarak tanınmamasının en büyük nedeni, tanımlanmış ve uluslararası kabul görmüş sınırlarının olmamasıdır. Yani, Filistin yukarıdaki şartların ilkini yerine getirememektedir. Başka bir deyişle, Filistin’in egemenliğini iddia ettiği topraklarda kontrolü
‘Üye Olmayan Gözlemci Devlet’ Olarak Filistin
elinde bulunduramaması tanınmamasının en büyük sebebidir. Bilindiği üzere, Filistin’deki İngiliz mandasının sona erdiği 1947 yılında, Filistin’deki Arap ve Yahudi devletlerinin taksimi yapılmıştır. Duruma itiraz eden Filistinli Arap halkı ve bölgedeki diğer Arap Devletleri, İsrail ile bir dizi çatışmalar yaşamış ve 1967 yılındaki Altı Gün Savaşı’nda Filistin toprakları, yani Gazze ve Batı Şeria, İsrail tarafından işgal edilmiştir. İsrail, ilhakını ilan ettiği bu topraklarda 1967 yılından beri işgalci statüsündedir. 1967’den günümüze kadar süren bu anlaşmazlıklar, İsrail’in vatandaşlarına yeni yerleşim yeri açma politikaları sonucunda barış müzakerelerini iyice tıkayan bir hal almıştır. 1950 tarihli İsrail vatandaşlık kanununa göre, Yahudi soyundan geldiğini ispatlayan herkes İsrail vatandaşlığına kabul edilebilmektedir. ii Shalom Life gazetesine göre 2010 yılında bu kanundan yararlanarak farklı ülkelerden 19 bin Yahudi, İsrail vatandaşlığına geçmiştir.iii Filistin topraklarında işgalci statüsünde bulunan İsrail, uluslararası tam tanınırlığı olmayan bu ülkenin topraklarını yeni göçmenlere yerleşim yeri olarak açmakta, başka bir deyişle topraklarını genişletmektedir. Aşağıdaki haritada yeşil olarak gösterilen bölgeler bugün Filistin’in kontrolü altındadır. Mavi sınırlar ise Filistin’in egemenliğini iddia ettiği asıl toprakları göstermektedir. Yeşil alanların birbirinden bağımsız adacıklar haline gelmesi İsrail’in yerleşim politikası neticesinde gerçekleşmiştir. Filistin’in Montevideo Sözleşmesi’ndeki “ülke” kriterini ne şekilde yerine getireceği her geçen gün daha da karmaşık bir hal almaktadır. Montevideo Sözleşmesi’ndeki “ülke” kriteri dışında Filistin “hükümet” kriterini de yerine getirememektedir. Bunun en somut örneği ise, ülkenin iki ana bölgesinin, yani Gazze ve Batı Şeria’nın birbirine zıt ve zaman zaman birbirleriyle çatışan iki farklı oluşum olan El-Fetih ve Hamas tarafından yönetilmesidir. Bu dört kuralın ötesinde, uluslararası toplumun rızasını kazanmanın da uluslararası tanınırlığın teamül kaynaklı bir kuralı olduğu göz önünde bulundurulduğunda, aralarında Türkiye’nin de bulunduğu, BM üyesi 138 devlet tarafından tanınan Filistin, geri kalan devletlerce tanınmadıkça uluslararası toplumun bir üyesi sayılamayacaktır. Uluslararası toplumun egemen bir bireyi olmayan Filistin, kendisine İsrail’den gelen saldırılara ve hak ihlallerine karşı modern uluslararası kuruluşlarda hakkını arayamamaktadır. Filistin, BM üyesi bir devlet olmadığı için modern uluslararası ilişkilerin temeli sayılan ve Birleş-
miş Milletler Antlaşması’nın 4. Maddesi ile yasallaşan, “meşru müdafaa dışında BM üyesi ülkelerin birbirlerine karşı güç kullanmaması”iv ilkesinden faydalanamamakta; kendi egemenliğine yönelik ihlallere karşı uluslararası toplumca ve hukukça tam olarak korunamamaktadır. Öyleyse, dünya medyasında geniş yer bulan Filistin Devleti’nin Birleşmiş Milletler ’de Üye Olmayan Gözlemci Üye Ülke statüsünü elde etmesi Filistin Devleti için çizilen yukarıdaki tabloyu ne yönde değiştirecektir? Bu statünün Filistin Devleti’ne kazandırdıklarıyla pratik öneminden ziyade sembolik bir öneme sahip olduğu görülmektedir. Nitekim Filistin, karar öncesi BM Genel Kurulu’nda tıpkı AB, ASEAN ya da Uluslararası Kızıl Haç Komitesi gibi “gözlemci” statüsünde bulunuyordu.Son kararla Filistin’in bir kuruluş değil devlet oluşu BM tarafından da gayri resmî olarak kabul edilmiştir. BM tam üyeliğine biraz daha yaklaşmış bir Filistin, arkasında 138 bağımsız ülkenin gücünü kullanarak kendisini tanımayan diğer ülkelere bu yönde etkili bir mesaj vermektedir. Bununla birlikte Filistin Uluslararası Adalet Divanı’na (UAD) başvurabilme hakkına da kavuşmuştur. Böylece İsrail ya da başka bir egemen devlet tarafından kendisine yönelen bir hak ihlalini en üst düzeydeki uluslararası mahkemeye taşıyabilecektir. Karar hakkında soru işaretlerine sebep olan noktalara değinildiğinde; Filistin’de ve Filistin’i destekleyen ülkelerde büyük bir zafer olarak görülen oylamanın daha önce neden yapılmadığı sorusu akıllara gelmektedir. 193 BM üyesi ülkenin 138’inin Filistin’i tanıdığını düşünürsek kararın daha önceden alınmasının sürpriz olmayacağı sonucu ortaya çıkmaktadır. İkinci soru işareti ise, UAD’ye yapılacak şikâyetlerle ilgilidir. Bilindiği üzere, UAD’de bir davanın görülebilmesi için, duruşma yeteneği olarak anılan davalara taraf olma yetkisine sahip devletler arasında ortaya çıkan belirli bir uyuşmazlığın UAD önüne getirilebilmesi için uyuşmazlık tarafı devletlerin bu yönde rıza vermeleri gerekmektedir.v Kısaca, İsrail de UAD’ ye gidilmesini istemedikçe, Filistin İsrail ile yaşadığı herhangi bir anlaşmazlığı tek taraflı olarak divana taşıyamaz. İsrail’in Filistin’e yönelik takip ettiği politikalar göz önünde bulundurularak, İsrail’in sorunların çözümü için UAD’ye başvurulmasını kabul etmeyeceğini söylenebilir.
nıyan 138 ülke kararlılıklarını ve Filistin’e olan desteklerini göstermiş, Filistin Devleti tam üyelik yolunda önemli bir adım atmıştır. Yukarıda bahsedilen, Filistin’in tanınmasına engel sorunların çözülmesi halinde dünyadaki ve özellikle bölge halklarının barış beklentileri nihayetinde karşılanabilecek ve bu sayede Filistin, İsrail’den gelen hak ihlallerine karşı uluslararası sistem tarafından meşru bir şekilde korunabilecektir.
Kısaca, son kararın asıl gücü, taşıdığı sembolik önemden gelmektedir. Her ne kadar bu başarı sorgulansa da, Filistin’i ta-
iv - 1945 Birleşmiş Milletler Antlaşması, Madde 4.
GENÇ BARIŞ
i - 1933 Montevideo Inter-American Convention on the Rights and Duties of a State, 26 December, 1993. Article 1. ii - Israel Ministry of Foreign Affairs, “Law of Return” mfa.gov.il ‘den 2/12/2012 tarihinde alınmıştır iii - “Immigration to Israel Increases by 17 Percent in 2009” Shalomlife.com’dan 3/12/2012 tarihinde alınmıştır
v - Hüseyin Pazarcı, Uluslararsı Hukuk, Ankara: Turhan Kitabevi Yayınları
23
Muhammed KARADAĞ
Demokrasi ve Modern Dünya Düzenine Katkıları
Uzun ve zorlu bir süreci atlatarak bu günlere gelen dünya, birçok filozofun, bilim adamının, sanatçının ve düşünce insanın ellerinde yoğrularak yaşadığımız modern toplum düzenine ulaşabilmiştir. Bu düzen savaşları ve adaletsizlikleri tam olarak bitirmeyi başaramasa da insanların temel haklarını savunabilmek, eşitliği sağlayabilmek ve insanlığa üstün bir refah seviyesi sunabilmek için gerekli fikri altyapıya sahiptir. Demokrasi ise modern toplum düzeninin en önemli unsurlarından bir tanesidir. Dünyanın fikri ve ilmi mirasıyla üzerinde mutabık kaldığı bu sistem modern dünya toplumuna hayatın her alanında büyük katkılar sağlamaktadır. Muhammed KARADAĞ
Demokrasi Kelimesinin Kökeni ve Günümüzde Kullanımı
Demokrasi kelimesi M.Ö. V. yüzyılda Yunan dilinde toplumun örgütlenmesini belirtmek amacıyla kullanılmaya başlamıştır.i Yunanca “dimokratia(δῆμος)” kelimesinden türemiş olan bu sözcük yapı olarak dimos(halk zümresi, ahali) ve kratos(iktidar) sözcüklerinin birleşimidir. Anlam olarak ahalinin iktidarı olarak yorumlanabilecek olan “Demokrasi” kelimesinin günümüzdeki manası hakkında farklı yorumlar yapılsa da halkın yöneticilerini serbest bir şekilde seçmesi ve bu yöneticileri politikalarından ve icraatlerinden dolayı sorumlu tutabilmesi olarak genelleştirile24
bilir.ii İlk anlamını korumakla birlikte günümüzde demokrasi sözcüğünün kullanım alanı genişlemiş ve kullanımı yaygınlaşmıştır.
İnsanlığın Demokrasi Birikimi
Uygulanan ilk demokrasi Antik Yunan şehir-devletleri zamanında Atina Şehir Devleti’nde görülmüştür. Solon reformları olarak adlandırılan bu yönetim sisteminde halk 4 sınıfa ayrılmış ve her sınıfa oy verme hakkı tanınmıştır. Bu sistem, halkı yönetime katamamakla birlikte kısa bir süre içerisinde askeri hareketlerle yerini tiranlığa bırakmıştır.iii Sonrasında Atina Demokrasisinin babası olarak görülen CleistGENÇ BARIŞ
henes liderliğinde halkın yönetime katılma şansını arttırabilecek, herkes için eşitliği baz alan (isonomia) ve soyluluk kavramını aile normundan politika normuna çeviren daha köklü bir değişim başlamıştır.vi Bu köklü değişim klasik anlamda temsili demokrasi olarak görülebilecek daha işlevsel bir demokrasinin yolunu açmıştır. Halk, dönüşümlü olarak belirlenen gruplar halinde yılda 40 kez toplanarak devlet işlerine katılmış, küçük bir grup yasa tekliflerini hazırlamış ve savaş durumları dışında tek günlük başkanlar seçilmiştir.v Doğrudan demokrasi olarak adlandırılan bu demokrasi çeşidi insanlığın bu ilk deneyiminden sonra uzun süre ortaya çıkmamakla bir-
Barış ve Demokrasi
likte, günümüzde nüfusun fazlalığından dolayı birkaç istisna dışında kullanılamamaktadır. Sadece belirli bir zümre vatandaş sayılıp oy verebildiği için demokratik sayılmayan bir cumhuriyet olan Roma Cumhuriyeti ise uzun bir süre cumhuriyet olarak kalmış ve zamanla yerini tiranlığa bırakmıştır.vi Roma Cumhuriyeti günümüzde kullanılan demokrasiye sağladığı katkılarından dolayı bu konu üzerinde önemli bir yer tutmaktadır. Antik Yunan ve Roma’dan sonra uzun bir süre kullanılmayan demokrasi Ortaçağ’da zaman zaman tekrar ortaya çıkmış olsa da kısa süreli ve sınırlı bir etki göstermiştir. Bu dönemde demokrasi adına en önemli gelişme 1215 yılında Magna Carta Libertatum’un(Büyük Sözleşme) ilan edilmesidir. Fikri olarak bir ilk olma özelliğini taşıyan bu sözleşme ile ilk defa kralın ve din adamlarının halk üzerinde ki yetkilerinin sınırlı olduğu belirtilmiştir. Ayrıca bir kişinin yargılanıp hüküm giymeden cezalandırılamayacağını veya can ve mal güvenliğine bir zarar verilemeyeceğini belirten maddeleriyle modern dünyanın hukuk kurallarının temelini atmıştır.vii Fakat bu sözleşme sonrasında 18. yüzyıla kadar demokrasi adına önemli bir gelişme kaydedilememiştir. Aristo ve eflatun gibi ünlü filozofların “ayak takımının yönetimi” yorumlarıyla aşağıladıkları demokrasi, 18. ve 19. yüzyılda Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi ve Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi’nin ardından gelişen süreçte toplum ihtiyaçlarına yeniden çözüm sunmayı başarabilmiştir. Bununla birlikte bu dönemde eski ortaçağ yönetim tarzından kurtulmaya çalışan diğer Avrupa devletleri tarafından sınırlı olarak kullanılmaya başlamıştır. Fakat, yasama – yürütme – yargı ayrımının tam olarak yapılamadığı bu tip demokrasiler genelde dolaylı bir katılım sunmuş, daha çok modern demokrasiye geçiş süreci işlevini görmüştür.viii Nitekim bu sürecin sonunda modern manada gelişmiş bir demokratik sisteme ulaşılabilmiştir.
Bilimi ve sanatı merkezine koyan bir dünya
Demokrasi’nin, dolayısıyla da özgürlüğün çok hızlı ilerlediği 19. ve 20. yüzyıllarda insanlık tarihinin en büyük bilimsel ve sanatsal atılımları yapılmıştır. Temel hakları güvence altına alınmış ve özgür düşünmelerinin önünde hiçbir engel kalmamış olan Avrupa ve Amerika Halkları bu atılımda en büyük rolü oynamışlardır. Özgür düşünce için savaşıp bu hakkı kazanan Avrupa, Fransız Rene Descartes ve
Alman Gottfried Leibniz öncülüğünde Aydınlanma Çağına girmiştir. Bu çağda ki pozitif bilimsel gelişmelerin öncülüğünü ise Isaac Newton ve Nicolaus Copernicus üstlenmiştir. Rene Descartes ve Immanuel Kant ise bu bilimsel gelişmelerin felsefi altyapısını hazırlamıştır.ix Düşünsel manada bir devrim gerçekleştiren bu toplumlar kısa bir süre sonra dünyanın bütün toplumlarının önüne geçmeyi başarmış ve bu sayede oluşturdukları fikri yapının dünya üzerinde yayılımı hızlanmıştır. Demokrasi ve getirdiği özgür düşünebilme olanağının etkisiyle bilim ve sanatta ki ilerleme bir süre sonra Sanayi Devrimi ile sıradan insanlar için ilk meyvesini vermiştir. Buhar gücüyle çalışan makinelerin üretimi ucuzlatması ve hızlandırmasıyla önce Avrupa Halk’ı için, daha sonra ise bütün dünya için büyük bir refah dönemi başlamıştır.x Oluşan refah ortamı, toplumun bilime ve sanata yönelmesine, kendi içinde bir düzen oluşturmasına ve bu sayede iç barışın tesisine olanak sağlamıştır.
Demokrasinin barış çabası ve uzlaşma kültürüne etkileri
Demokrasi, savaşa yol açan aşırılıkların ve radikal fikirlerin üstünü örtmeyi kolaylaştıran bir sistemdir. Herhangi bir savaş durumunda bu savaşın faturasını ödeyecek olan gençlerin, bu gençlerin ailelerinin, maddi zarar görecek olan tüccarların ve dolayısıyla bütün halkın bir savaş durumu karşısında sessiz sedasız boyun eğmeyecekleri açıktır. Kant, savaşlardan en büyük zararı gören halkın savaşa girme konusunda çok daha ihtiyatlı davranacağını söyler.xi Dolayısıyla, örneğin monarşik rejimlerin çok daha kolay bir şekilde savaş çıkarabileceğini, fakat halkın yönettiği bir ülkenin bu konuda her zaman gönülsüz olacağını öngörür. Kant ile aynı görüşü paylaşan Charles L. Montesquieu ise demokrasinin yayılması ve demokratik yapının yerleşmesi ile uluslararası barışın muhafaza edilmesinin kolaylaşacağını öngörmüştür.xii Tabii olarak insanoğlunun içindeki nefretin ve savaş güdüsünün bitmesi mümkün olmasa da demokrasi, savaşları ve şiddeti azaltmak için bulunmuş en etkin yöntemlerin başında gelmektedir. Tarih boyunca içinde sürekli savaş barındıran dünyamız, modern çağda demokrasi ile tanışarak bu savaşlara karşı etkili bir çözüm yoluna kavuşmuştur. Bu çözümün savaşa karşı etkinliği bilimsel verilerle de kanıtlanmıştır. Savaşa karşı demokratik ülkelerin tavırlarını inceleyen Oneal, Russett ve Berbaum’un 1885-1992 yılları arasındaki döneme ait yaklaşık 10,000 ikili ilişki kapsamında derlediği verilerle GENÇ BARIŞ
gerçekleştirdiği çalışma, demokrasinin barışın tesisine hizmet eden üç temel faktör arasında yer aldığını göstermektedir. Çalışma, iki demokrasi arasındaki çatışma ihtimalinin taraflardan sadece birinin otokrasi olduğu ikililere göre % 86 daha az olduğunu, demokratikleşme sürecinin ise genel kanaatin aksine barışı tehdit etmediğini ortaya koymaktadır.xiii Bu araştırma açıkça göstermektedir ki demokrasinin ülkeler arasında yayılması ve etkinliğinin artması savaşların azalmasında önemli bir rol oynayacaktır.
Sonuç
Modern dünya düzeninin en önemli unsurlarından biri olan demokrasi, insanoğlunun tarihi birikimlerinin bir sonucudur. Bu birikimlerin hakkını en iyi şekilde verebilecek bir sistem olmanın ötesinde modern toplumun yapısını derinden etkilediği, günümüz teknoloji ve sanat seviyesinin ulaştığı noktada büyük pay sahibi olduğu da dünya çapında kabul görmüş düşünürler ve bilimsel çalışmaları tarafından tasdik edilmiştir. Yakın geçmişte topluma büyük gelişmelerin yolunu açan bu sistemin, günümüzde de savaşların azalmasına, barışın tesisine ve modern toplumun bir adım daha ilerlemesine büyük katkılar sağladığı ve sağlayacağı açıktır.
i - Dulkadir, M.(2008), “Doğrudan Demokrasi Zapatist Özyönetim Deneyimi”, Algıyayın, s:20. ii - Lecture at Hilla University for Humanistic Studies(2004), “What is Democracy?”,Erişim Tarihi:08.12.2012 Kaynak Site: http://www. stanford.edu/~ldiamond/iraq/WhaIsDemocracy012004.htm, iii - Solon. 2012. Encyclopædia Britannica Online. Erişim Tarihi: 24.11.2012, Kaynak Site: http://www.britannica.com/EBchecked/ topic/553609/Solon vi - Cleisthenes Of Athens. (2012). Encyclopædia Britannica Online. Erişim Tarihi: 24.11.2012 Kaynak Site: http://www.britannica. com/EBchecked/topic/120922/Cleisthenes-Of-Athens v - L. Carson, B. Martin(1999), “Random Selection in Politics”, Greenwood Publishing Group, ISBN 0-275-96702-6 vi - Ancient Rome. (2012). In Encyclopædia Britannica. Erişim Tarihi: 24.11.2012 Kaynak Site: http://www.britannica.com/ EBchecked/topic/507905/ancient-Rome/26617/The-transformationof-Rome-and-Italy-during-the-Middle-Republic vii - Magna Carta. (2012). In Encyclopædia Britannica. Erişim Tarihi: 24.11.2012 Kaynak Site: http://www.britannica.com/ EBchecked/topic/356831/Magna-Carta viii - Türköne, M.(2005), “Siyaset”, Lotus Yayınları, s:197. ix - Brians, P, Prof. (1998), “The Enlightenment Study Guide Online”, Washington State University x - Pollard, S. (1963), “The Economic History Review”, New Series, Sayı 16, No. 2, s:268. xi - Immanuel, K.(1795), “Toward Perpetual Peace”, Cambridge University Press s:7. xii - Torbjörn L. Knutsen(1992), “A History of International Relations Theory: An Introduction”, Manchester University Press, s:106-107. xiii - Oneal, Russett ve Berbaum(2003), “Causes of Peace:”, interdependence, and international organizations, 1885–1992, s:387-88
25
Dilan KÜPELİ
Dilan KÜPELİ
Barış Aktivisti Nelson Mandela
11 Şubat 1990 öğleden sonra saat 4.17’de Verster Hapishanesi önünde gazetecilerin, muhabirlerin ve dünyanın dört bir tarafından gelen insanların bulunduğu kalabalık, yirmi yedi yıllık mahkûmun çıkışını bekliyordu. O güne dek hapishaneden çıkan hiç kimse bu kadar ilgi görmemişti. Ağır ve kendinden emin adımlarla hapishane kapısından dışarı çıktı. Sağ elini yumruk yaparak havada salladı. Sonunda özgürdü. İki saat sonra Afrika kıtasının en ucundaki kent olan Cape Town’daki Belediye Sarayı’ndan, dünyaya konuşurken, sesi metindi: “Hepinizi, barış, demokrasi ve özgürlük adına selamlıyorum.” Hapishane çıkışında böyle bir kalabalık ile karşılanıp onları selamlayan şahsiyet, Nelson Rolihlahla Mandela’dan başkası değildi. 26
GENÇ BARIŞ
Mandela Doğuyor
Mandela, 18 Temmuz 1918 yılında Güney Afrika’nın Transkei bölgesinde Qunu adlı küçük bir köyde doğdu. Babasının dört eşi ve on iki çocuğu vardı. Mandela üçüncü eş olan Nosokeni’nin 4 çocuğundan biriydi. Qunu, arıkovanı biçiminde, kamış damlı kulübelerin bulunduğu sessiz, sakin, şehirden uzak bir köydü. Annesinin üç kulübesi vardı; bu kulübeler uyumak, yemek pişirmek, tahıl ve yiyecek depolamak için kullanılırdı. Aile bireyleri hasırlar üzerinde, yastıksız uyurdu. Hayvanları çok seven Mandela küçük yaştan itibaren ailesinin değerli, sığır ve keçilerine bakmaya başladı. Kabilesi ona ‘Madiba!’diye seslenirdi. Böyle bir ortamda büyüyen Madiba, 7 yaşında okula başladığında ailesinde okula giden ilk kişi idi. Okulda Madiba’nın ilk öğretmeni Bayan Mdingane de ona “Nelson” adını verdi. İlkokulda çok başarılı olan Mandela, ortaokul için Fort Hare’a kaydoldu. Orada öğrencilerin yemeklerin kötü olmasından şikayetçi olmalarına rağmen, okul yönetimi tarafından bu konuda hiçbir şey yapılmaması, Mandela’nın ilk protestosunu gerçekleştirmesine ortam hazırladı. Bu protesto nedeniyle okuldan atılan Mandela, eğitimini tamamlamak için Johannesburg’a gitti.Johannesburg’da suyun ve elektriğin bulunmadığı yoksul bölgede yaşıyordu. Burada yaşayan kalabalık aileler yoksulluk ve acılar ile doluydu. O günlerde, Mandela insanların haklarını araması ve bunun için çalışması gerektiğine karar verdi. Burada eğitimini başarıyla tamamlayan Mandela, Lazer Sidelsky adlı beyaz bir avukatın yanında staj yapmaya başladı ve Sidelsky’nin de yardımıyla kendini geliştirdi. Staj yaptığı dönemde Walter Sisulu ile tanışması, ömür boyu sürecek olan dostluğun başlangıcı oldu. Walter Sisulu daha sonraları kendisiyle birlikte Güney Afrika’nın liderlerinden biri olacaktı. Sisulu’nun kuzeni Evelyn Mase ile Mandela’yı tanıştırması 1944’te çiftin evlenmesi ile sonuçlandı. Mandela ve Eveleyn çiftinin karşılaştığı maddi zorluklara, Afrikalı ailelerin yardımseverliği yetişti. Eveleyn’nin kızkardeşi, evinin boş bir odasını genç çifte verdi. Böylece çiftin akrabaları ile birlikte yaşadıkları mutlu, kalabalık bir yuvaları oldu. Evelyn Mandela şöyle anlatıyor: “Kalabalık ve mutlu bir aile içinde yaşıyorduk. Nelson, çok sistemli ve güzel huyları olan bir adamdı. Sabahları erken uyanır, birkaç mil koşar, hafif bir kahvaltı eder ve işine giderdi. Aile için alışveriş yapmaktan hoşlanırdı ve ben bundan çok memnundum. Akşamları çocuklarıyla ilgilenirdi, bazı zamanlar yemek işini benden devraldığı bile
olurdu.” Witwaterstrand Üniversitesi’nde hukuk eğitimine devam ederken siyahilere yapılan ayrımcılıklardan biri olan otobüs ve servis seferlerinin az olması, Mandela’yı çok yoruyor ve zaman kaybetmesine neden oluyordu. Siyahiler için ayrılan otobüsü beklemek zorundaydı. Mandela bu zor şartlardan dolayı doktoradan vazgeçti ve müşavir avukat olmak için sınavlara çalışmaya başladı. Dostu Walter Sisulu’nun Nelson üzerindeki ikinci büyük etkisi, O’nu Afrika Ulusal Kongresi(ANC) ile tanıştırmasıydı. Mandela bu örgütte çalışmaya başladı ve sonraları aktif olan bir grup arkadaşı ile örgütü(ANC) radikal bir kuruluş haline getirmek için çalışmaya başladılar ve 1944’de ANC Gençlik Birliği’ni kurdular. 1948 yılına geldiğinde Mandela genel sekreterliğe seçilmiş, örgüt içinde tanınan bir kişi olmuştu. Çalışmaları, zekası ve sevecenliği, onu doğal bir lider yapıyordu.
Yeni Hükümet ile Irkçılığın Artması
1948 yılında Güney Afrika’da Afrikaner Milliyetçiliği yapan parti, propaganda sürecinde ‘Apartheid’ sözünü verdiği için iktidara gelmişti. ‘Apartheid’ yaşanan ırk ayrımcılıklarının daha da artması demekti. Bu hükümet siyahi insanlara ve Asyalılara her açıdan sıkı bir şekilde ayrımcılık yapıyordu. Irkçı yasalar giderek çoğaldı, farklı gruplar arasında evlilik yasaklandı, yeni oturma yerleri ve iş alanları belirlendi ve kişiler yalnızca belirlenen yerlerde yaşamak zorunda kaldı. Üç buçuk milyon siyahi ve Asyalı evlerinden, işyerlerinden zorla sürüldü. Baskılara, ayrımcılıklara karşı ANC diğer ‘Apartheid’ karşıtı örgütler ile birlikte hareket ediyordu. Bu sırada Mandela ve avukat dostu Oliver Tambo’nun kurduğu şirket, Güney Afrika’nın ilk siyahî hukuk firması oldu ve yasal danışmanlığa ihtiyaç duyan seçkin siyahilere hizmet vermeye başladı. Mandela, Mahatma Gandhi’nin direniş yönteminden etkileniyordu. Hindistan’ı kurtaran Gandhi, şiddetsizlik yönteminin öncüsü idi. ANC liderleri şiddet içermeme yöntemini, pasif direnişi, örgütün sarsılmaz ilkesi olarak benimsediler. Fakat bütün çabalara rağmen, yaşanan olaylar sırasında hem halk hem de polis şiddete başvurdu. Bunların sonucunda hükümet alınan sıkı önlemler ile birlikte cezaları daha da ağırlaştırıldı. 1950’lerde siyah çocuklara aşağı tabakadan oldukları düşüncesini aşılamaya çalışıyorlar ve okulları kapatıyorlardı. Eylül 1953’e gelindiğinde otuz beş yaşındaki Mandela’nın aktif siyasi hayatı GENÇ BARIŞ
sona ermişti. Her türlü toplantıya katılması yasaklanmıştı, buna yemek ve dans partileri de dâhildi. Mandela ve arkadaşları, tüm bu zorluklara rağmen 26-27 Haziran’da binlerce kişinin katıldığı bir toplantı düzenledi. Polisin müdahalesine karşın, Demokrat Güney Afrika’nın temellerini oluşturan özgürlük bildirisi, bu toplantıda yayınlandı. Özgürlük Bildirisi’nin maddeleri ise şöyleydi: “-İnsanlar kendilerini yönetecekler! -Tüm farklı ulus grupları, eşit koşullara sahip olacak! -Halk, devletin varlığından payını alacak! -Topraklar, üzerinde çalışan insanlara paylaştırılacak! -Herkes yasalar önünde eşit olacak! -Herkese iş ve güvenlik hakkı sağlanacak! -Öğrenme ve kültür edinme kapıları sonuna dek açılacak! -Herkese ev, güvenlik ve refah sağlanacak! -Her yerde dostluk ve barış olacak! -Ülkesini ve insanlarını seven herkes, şimdi söylediklerimizi yinelesin: “Bu özgürlükler için, yaşamımız boyunca, özgürlüğümüzü elde edene değin yan yana mücadele edeceğiz.”
Halkın Irkçılık İle Mücadelesi
Özgürlük Bildirisi’nde alınan kararlar neticesinde ‘paso yasası’na karşı protesto başladı. Paso yasası siyahi insanların özgürlüklerinin elinden alınmasının belgesi durumundaydı. Paso’yu yalnızca siyahilerin paso taşıması zorunlu idi ve yanlarında pasonun olmadığı durumlarda anında tutuklanıyorlardı. Protestocular, hükümete kendilerini tutuklatmaya hazır olduklarını, pasolarını yakarak ya da evde bırakarak gösteriyorlardı. 21 Mart 1960, Pazartesi günü Johannesburg’daki Sharpville Kalesi civarında yaşanan olaylar halk tarafından büyük tepki ile karşılandı. Bu olayda polis, silahsız halk üzerine ateş açtı ve 69 kişiyi öldürdü. Mandela ve arkadaşları işçileri protestoya çağırdı. Bu o güne kadar katılımın en yüksek olduğu protesto idi. Hükümet, şiddeti, cezaları, yasakları daha da arttırdı; bunun üzerine yasaklanan örgütler yeraltına inmeye başladılar. Mandela ve arkadaşlarının yeni bir anayasa için yapacakları ulusal toplantı fikrini ve üç günlük protesto grevini hükümetin reddetmesi üzerine, Nelson Mandela son şansı belirledi, bu bir dönüm noktasıydı; Haziran 1961 yılında açıklandığı gibi ‘Eğer bu ülkede vahşet önlenemiyorsa ve hükümet tüm barışçı gösterileri vahşetle yanıtlıyorsa, Afrikalı liderlerin, barış ve şiddet içermeme çağrıları 27
yaparak dolaşmaları gerçek dışı, hatalı bir durum olurdu.’ Yani artık şiddete şiddetle karşı koyma fikrini benimsediler ve ‘Ulusun Mızrağı’ adında bir yeraltı sabotaj programı hazırladılar. Ulusun Mızrağı’nın ilk darbesini Afrikanerlerin bir yüzyıl önce, Zuluları yenmelerini kutladıkları günde yani 16 Aralık 1961’de yaptı. Fakat sabotajlar cana değil mala yapılıyordu. Örneğin, elektrik direkleri havaya uçuruluyordu.
Özgürlüğe ‘Müebbet Hapis’
Daha sonra Mandela yardım toplamak amacıyla ülkeden gizlice ayrıldı. Ülkeye geri dönüşünden sonra, 5 Ağustos 1962 yılında yakalandı ve siyahileri greve özendirmek, ülkeden yasal olmayan yolları kullanarak çıkmak, sabotaj düzenleme ve vahşi devrim hazırlama suçları ile 5 yıl hapis cezasına çarptırıldı. 11 Temmuz 1963’te, aralarında Walter Sisulu’nun da bulunduğu Mandela’nın yeraltına inen arkadaşları yakalandı. Bu sırada polisin ele geçirdiği belgelere bakılarak Mandela ve arkadaşları ölüm cezasına çarptırıldı ama tüm dünyada protestoların baş göstermesi ve Mandela’nın savunması ile karar müebbet hapise çevrildi. 16 Haziran 1976’da Afrikan dilinin siyahi okullarında daha fazla kullanılması konusu gündeme gelince ülkenin her yerinde protestolar başladı. Güney Afrika’da kullanılan iki dilden biri olan Afrikaan dili, Hollanda aslından türemiş, sömürgecilerin dili idi ve siyahiler bu dili kullanmak istemiyordu, kullanılan öteki dil de İngilizce idi. Çocukların başlatmış olduğu Afrikaan diline karşı isyana ‘çocuk isyanı’ adı verildi. Polis yılın sonuna gelindiğinde çoğu çocuk olmak üzere yüzlerce kişiyi öldürdü. Artık Güney Afrika’da protestolar hiç dinmedi, protestolarla birlikte Nelson Mandela’nın adı da tekrar ön plana çıktı. Dünya ve Güney Afrika basını, Roben Adası’ndaki adamın niteliği ve gücüyle ilgili haberleri gün geçtikçe daha fazla duymaya başladı. Sürecin Mandela ve taraftarları lehine işlemesi, hükümeti Mandela ile uzlaşma çabaları aramaya sevketti. Mandela’ya bu bağlamda, şartlı bir şekilde hapishaneden çıkabileceği söylendi; fakat o bu tekliflerin hepsini reddetti. Çünkü çıkınca Apartheid’in geçerli olmasına karşı çıkanları kınamalıydı bu da ANC’yi ve onun çabalarını etkisiz hala getirmekti. Mandela şöyle diyordu ‘Ben yaşamıma sizlerden daha az değer veren biri değilim. Ama, ne doğuştan kazandığım haklarımı ne halkımın doğuştan kazanmış olduğu özgürlük hakkını satabilirim.’Mandela Güney Afrika’da ve dünyada baskı altında yaşayan halkların özgürlük simgesi olmuştu. Güney Afrika 28
hükümeti yapılan baskılar sonucu 11 Şubat günü Mandela’yı koşulsuz olarak özgür bırakılacağını söyledi.
Barışa Doğru İlk Adımlar
Verster Hapishanesi’nin önü, dünyanın her yerinden gelen yüzlerce gazeteci ile dolmuştu. Capetown’daki Belediye Binası’nın önünde toplanan kalabalık, kendilerini özgürlüğe götüreceklerine inandıkları, özgürlüklerinin simgesi olan Mandela’yı heyecan ile bekliyorlardı. Nelson Mandela konuşmasına, barıştan, demokrasiden ve özgürlükten söz ederek başladı ve aynı kararlılığı taşıdığını şu sözleriyle belirtti: “Sözümü bitirirken, 1964 yılında mahkum
olduğum zaman, söylediklerimi yinelemek istiyorum. Bu sözler, bugün için de, aynen geçerlidir; beyaz egemenliğine karşı savaştım. Siyah egemenliğine karşı da savaştım. İnsanların eşit fırsatları paylaşarak uyum içinde yaşayacakları demokrat ve özgür toplum hayalini kurdum hep. Bu benim için gerçekleştiğini görmek istediğim bir idealdir ve Tanrı, öyle uygun görürse, uğrunda ölmeye hazır olduğum bir amaçtır.” Böylece Mandela hapisten çıkışın son değil, bir başlangıç olduğunu gösteriyordu. Mandela’nın geçmişe dair en ufak bir kin, öfke taşımaması ve onlara karşı gösterdiği anlayış beyaz adamları şaşırtıyordu. Bu anlayışı ile ilgili Richard Stengel şöyle diyor: “Mandela hiç kimse hakkında kötü şeyler söylemek istemediği için onunla konuşmak bazen beni bunaltırdı. Onu idama götürmek isteyen adam için bile olumsuz söz söylemekten kaçınırdı.” Mandela, Başkan De Klerk ile yapılan görüşmeler sonucunda ırk ayrımcılığı yasası kaldırıldı. Farklı gruplar için farklı Gelişim Yasası, Toprak Yasası, Grup Bölgeleri Yasası ve Nüfus Sınırlanması Yasası ortadan kalktı. Artık siyahlarla beyazlar eşit kabul ediliyordu. O dönem Güney Afrika dostluğun GENÇ BARIŞ
ve umudun hüküm sürdüğü dönemdi. Bir özgürlük savaşçısı olduğu yıllarda inşa ettiği prestijini ülkede barış ve düzenin sağlanması için kullanan Mandela, Apartheid’la mücadele döneminde iki tarafın da işlediği suçların denetlenmesi amacıyla Hakikat ve Uzlaşma Komisyonu’nun kurulmasında önemli rol oynadı. Bu çalışmalar sonucunda, 1993 yılında Nobel Barış ödülüne De Klerk ile birlikte layık görüldü ve ardından 1994 yılında da ilk defa tüm halkın katıldığı bir seçimle Güney Afrika’nın ilk siyahi başkanı olarak seçildi.
Güney Afrika’da Barış
Başkanlığı döneminde ülke ekonomik, sosyal, sağlık, spor vb birçok alanda büyük ilerlemeler kaydetmiştir. Mandela Madiba’nın mücadelesi çok sayıda filme, tv programına ve kitaba konu olmuştur. 2009 yılında Clinct Eastwood tarafından çekilen ‘Invictus’ isimli filmde de Mandela’nın sporun evrensel diliyle insanları kaynaştırmasını konu almıştır.Siyahi lider, 1999 yılında Afrika ülkelerinin liderleri için çok alışılmadık bir adım atarak, koltuğunu modern ekonominin gerekleriyle başa çıkma konusunda kendisinden daha başarılı olacağına inandığı genç liderlere bıraktı. Mandela’nın en yakın dostu olan politik liderlerden Cyril Ramaphosa şöyle der: “O tarihsel bir kişiliktir, bizden çok daha ileri görüşlüydü. Gelecek kuşakları düşünürdü. Bizim yaptıklarımızı nasıl değerlendireceklerini bilmek isterdi. Tarih onu haklı çıkarmıştır. Her şey onun dediği gibi gerçekleşmişti.” Mandela, emekli olduktan sonra da sosyal projelerde çalışmaya devam etmiştir Güney Afrika, HIV virusünün en yaygın olduğu ülkelerden biridir. Kendisini AIDS salgınıyla mücadeleye adayan Mandela, bu amaç için milyonlarca dolarlık fonlar oluşturdu. 2005 yılında hayatta kalan tek oğlunu AIDS’e kurban vermesiyle, Mandela’nın mücadelesi şahsi bir boyut da kazandı.Yaşamını siyahi insanların özgürlüğüne adayan, barış gönüllüsü Mandela, dünyada en çok tanınan ve desteklenen kişi özelliğini sahiptir. Siyahilere özgürlüğü tattıran Mandela’nın doğum günü 18 Temmuz Birleşmiş Milletler tarafından 2009 yılında “Mandela Günü” ilan edildi. Pogrund B.(1996). İnsanlık Tarihine Yön Verenler: Nelson Mandela. İstanbul: İlkkaynak Kültür ve Sanat Ürünleri Yayınevi. Stengel R.(2011). Mandela’nın Yolu. İstanbul:Kuraldışı Yayıncılık http://www.nobelprize.org/nobel_prizes/peace/laureates/1993/mandelabio.html erişim:05.12.2012 Mandela N. (1986) Özgür Bir Güney Afrika İstanbul:Belge Yayınları Mandela N. (2011) Kendimle konuşmalar İstanbul:Optimist Yayınları
“Özgür olmak sadece zincirlerden kurtulmuş olmak değildir; özgür olmak başkalarının özgürlüklerine saygı duyarak ve onları genişleterek yaşayabilmektir. ” - Nelson MANDELA GENÇ BARIŞ
29
Fotoğraflar: Adem ESER
30
GENÇ BARIŞ
GENÇ BARIŞ
31
32
GENÇ BARIŞ
GENÇ BARIŞ
33
34
GENÇ BARIŞ
GENÇ BARIŞ
35
Yasemin YAVUZ
Yasemin YAVUZ
1883 Girit doğumlu Nikos Kazancakis’ in kendi deyimiyle; ona hayatı sevmeyi ve ölümden korkmamayı öğreten dostuna yaptığı bir “güzelleme” adeta Zorba. Fakat bunun yanında Kazancakis’ in içinde bulunduğu arayış halinin ve kendiyle giriştiği hesaplaşmanın bir aynası olduğu söylense kuşkusuz yanlış sayılmaz. Zira yaşadığı dönem boyunca anlaşılamamış, yaftalanmış ve netice olarak ciddi anlamda ötekileştirilen Kazancakis, iki ana karakter üzerinden ilerleyen romanda, kendine biçtiği Basil karakterine oldukça haşin yaklaşmakta. Aleksi Zorba ve Yunan asıllı İngiliz yazar Basil’ in yolculuğu Yunanistan Pire’ den, Zorba’ nın teklifiyle ve hatta bir parça da ısrarıyla başlar. Rota, Patron’ a (Zorba, Basil’ e böyle hitap eder.) miras kalan Girit’ teki maden ocağınadır. Elinden her iş gelen Zorba, çorba ve hoş sohbet vaat eder Basil’ e. Bir de Selanikli Recep Efendi’ den öğrendiği santurunu çalacaktır, fakat keyfi yerinde olmak şartıyla. Gönül ferahlığı ister çünkü santur ona göre, ihanet etmediği tek kadınıdır. Okumayan fakat çok gezip gören Zorba’ nın, “kitap faresi” adını taktığı Patron’ una hayatı yaşama sanatını öğretme çabası hakikaten takdire şayandır. Gördüğü herkese, her şeye onu ilk kez keşfeden bir çocuğun ilgisiyle yaklaşan bu adam, merak ettiğini sadece kitaplarda arayan dostunu kuşkusuz bir türlü anlayamaz. Etliye sütlüye karışmadan, çekildiği köşesinden dünyayı seyreden Basil’ in korkularını, tabularını, etrafına ördüğü o koca duvarı azimle yıkmaya çalışır. Çünkü hayatı her türlü bağımlılıktan arınmış bir şekilde adeta iliğine kadar sömürerek yaşayan Zorba, mutluluğu ararken öncelikle insanın kaybettiği özgürlüğünü yeniden kazanması gerektiğine inanır. Ona göre mutluluk; yaşanan özel bir anla birlikte ortaya çıkmaktan öte, özgür insanın kafasını nereye çevirse tam da önünde bulacağı türden bir olgudur. 1956 yılında “Uluslararası Barış Ödülü” alan Kazancakis, Makedon asıllı Aleksi’nin hayatı algılayış biçimini kolay kazanmadığının özellikle üstünde durur. Zorba; gençlik yıllarından, bölgede ve hatta dünyada hakim olan milliyetçilik furyasına kapılıp katıldığı çetelerde yaptıkları yüzünden pişmanlık ve 36
öfkeyle bahseder. Ve hatalarıyla yüzleşirken asla kendine acımaz; ...“Dünyaya özgürlüğün gelmesi için bu kadar cinayetler ve alçaklıklar mı gerekli yani? Çünkü oturup sana işlediğimiz cinayetlerde yaptığımız alçaklıkları saysam tüylerin ürperir. Fakat sonuç ne oldu? Özgürlük! Tanrı yıldırımını atıp bizi yakacağına özgürlüğü veriyor? Hiçbir şey anlamıyorum!” ...”Şimdi kendi kendime sık sık şöyle diyorum: Hay kahrolasıca pis herif, hay yok olası aptal! Yani akıllandım, artık insanlara bakıp şöyle demekteyim: Bu iyi adamdır, şu kötü. İster Bulgar olsun, ister Rum, isterse Türk! Hepsi bir benim için. Şimdi iyi mi, kötü mü yalnız ona bakıyorum. Ve ekmek çarpsın ki, ihtiyarladıkça da buna bile bakmamaya başladım. Ulan, ister iyi, ister kötü olsun be! Hepsine acıyorum işte...” Romanda Zorba’ nın kadına bakış açısı da ayrıca incelenmeye değer bir konu. Sınırsız bir acziyet sahibi ve asla yalnız bırakılmaması gereken varlıklar olarak gördüğü kadınlara, onları her zaman mutlu görme isteği ve her birinin hakettiğine inandığı alakayı göstermekteki cömertliği ile kendini affettirir mi bilinmez. Fakat Kazancakis’ in diğer eserleriyle de yer yer paralellik gösteren ve şüphesiz psikososyolojik temellere dayanan bu kadın algısının okuyucuyu şaşırtabileceğini eklemek gerek. Kelimelerin yetmediği yerde raks etmeye başlayan, çanak çömlek yaparken işini engelleyen parmağını kesebilen, tutkulu, vefalı Zorba’ yı tarifsiz bir coşkuyla anlatır Kazancakis. Öyle ki, öğretilmiş hayatların içinde kapana kısılan insan, kitabın sonuna geldiğinde Girit’ teki o kulübecikte hikayelerini dinleyip gıpta ettiği dostunu kaybetmiş gibi olur. İşte bu yüzden kimse Aleksi Zorba’ yla tanışmakta Patron kadar geç kalmamalı bu hayatta ki farketmeden üstüne basıp geçtiği bir yeşil taş, güzelliği gözünü kamaştırmayan bir gündoğumu kalmasın.
GENÇ BARIŞ
Yasemin YAVUZ
Y
önetmenliğini ve senaristliğini Olivier Nakache ve Eric Toledano’ nun birlikte yaptığı Intouchables, geçirdiği yamaç paraşütü kazası sonrasında felç olan aristokrat Philippe ile Senegalli göçmen Driss’ in sıradışı dostluğunu konu alıyor. Türkiye’ de Mayıs 2011’ de “Can Dostum” adıyla vizyona giren Fransız yapımı film, Hollywood sinemasına alternatif arayanlar için bir çekiciliğinin olmasının yanında, vizyona girdiği hemen her ülkede bundan daha fazlasına sahip olduğunu gösterdi ve oldukça geniş kitlelerce izlendi. Intouchables konu itibariyle bakıldığında “The Bucket List” i de bir parça andıran “ümitsiz insanların yakaladığı harikulade dostluklar” kavramına bir örnek olabilir. Aslında işsizlik maaşının kesilmemesi için başvuru kağıdına red mührü vurdurmak amacıyla Philippe’ in hasta bakıcı mülakatına giren Driss, hayat enerjisi ve rahat tavırlarıyla Philippe’ in ilgisini çeker. Yıllar önce geçirdiği kazadan bir süre sonra, çok sevdiği eşinin de kaybıyla oldukça derin bir depresyonda olan Philippe, artık etrafında ona acıyan insanlar görmek istememektedir. Az bir çabayla, o sıralar evsiz kalmış olan Driss’ i işe başlamaya ikna eder. Aralarındaki ilişki ilk bakışta karşılıklı çıkara dayalı gibi görünse de, geçen zaman ve artan paylaşımlarla yeni bir boyut kazanacaktır. Sıra dışı sayılamayacak bu öykü, senarist ve oyuncu kadrosunun başarısı ile çok farklı bir noktaya taşınmış durumda. Kimi zaman boğazları düğümlese de filmden aslında gerçek bir komedi olarak bahsetmek mümkün. François Cluzet, Philippe rolünde; izleyiciyi empati kurmaya teşvik ederken, ajitasyona kesinlikle yer vermiyor. Engelli bir karaktere duygu sömürüsünden uzak ve abartısız oyunculuğuyla can veren Cluzet, bir an bu alandaki önemli örneklerden “Scent of a Woman” daki Al Pacino performansını akla getiriyor. GENÇ BARIŞ
Fransız akademisi tarafından “en iyi erkek oyuncu” dalında Cesar ödülüne layık görülen Omar Sy’ nin yeteneği de ayrıca hayranlık uyandırıcı. Paris banliyölerinden gelen Driss, kendi deyimiyle Philippe’ in “eli ayağı” olurken, ona ihtiyacı olan fiziksel bakımın ötesinde bir katkı sağlıyor. Driss, aristokrasi ve onun getirdiği pek çok ritüelle alay ederken Philippe’i her tebessüm ettirdiğinde seyirci de onlara eşlik etmekten kendini alamıyor. Intouchables aslında gerçek bir hikayeden uyarlama. Film bir çok yönüyle hikaye ile paralellik gösterse de, Omar Sy’nin canlandırdığı Driss karakteri esasında Cezayir asıllı bir beyaz olan Abdel Yasmin Sellou. Rol için siyahi bir oyuncunun tercih edilmesi ile insanlar arasındaki sınıf ve ırk farklılığının; onların iletişimlerine ve kuracakları dostluklara engel olamayacağı gerçeğinin üstünde durulmak istenmiş olabilir. Bu arada filmin müzikleri için de bir parantez açmak gerek; zira çok başarılı olduğu konusunda ortak bir kanı oluşmuş durumda. Çoğunluğu İtalyan piyanist ve besteci Ludovico Einaudi’ ye ait müziklerin yanında, “Feeling good” eşliğindeki yamaç paraşütü sahnesinden keyif almamak mümkün değil. Albüm olarak edinilebilecekler listesinde kesinlikle bir yeri olduğu söylenebilir. Bazı klişelerle karşılaşacak da olsa seyircinin, filmi izledikten sonra dünyanın o kadar da kötü bir yer olmadığına dair inancının sağlamlaşacağını söylemek mümkün. İnsanların para ile elde edemeyeceği veya diğer bir deyişle, imkansızlıkların elde etmeye engel olamayacağı türden kazanımlara işaret eden Intouchables, kesinlikle keyifli bir 112 dakika vaat ediyor. Yaşadığımız dünyada ayrışmanın ulaştığı boyutlar düşünüldüğünde, birbirlerine verdikleri sevgiden başka ortak noktaları bulunmayan iki adamın bütünleştiği bu film, izlenmeye değer. İyi seyirler… 37
Eda Nur BAYRAKTAR
06 Aralık 2012 ~ 25 Ocak 2013
Deniz Artık Uyanıyor
05 Aralık 2012 ~ 10 Ocak 2013
24 Kasım 2012 ~ 09 Şubat 2013
Hüsnü Koldaş Zaman Dışı
Siemens Sanat Xentrikarts (Bahanur Nasya & Yılmaz Vurucu), Maurice Bogaert, İmre Azem, Rüya Köksal & Aydın Kudu, Bram Vermeulen/VPRO, Rik Delhaas & Daimon Xantholoulos, Eliane Esther Bots, Aram Tanis & Jacolijn Verhoef, Barbara Hanlo, Fidan Ekiz, Henrik Lund Jorgenson (DK/SE)’un belgesel/video yapıtlarının yer aldığı bir sergidir.
22 Kasım 2012 Şubat 2013
Beyoğlu Akademililer Sanat Merkezi
İstanbul Fotoğraf Müzesi
Hüsnü Koldaş Akademiler Sanat Merkezi’ndeki ikinci kişisel sergisi “Zaman Dışı” ile sanatseverlerin karşısına çıkıyor.
Bu sergi üç uluslararası alanda faaliyet gösteren sanatçının ‘yapay manzaralar’ konusunda çarpıcı ve kısmen de radikal pozisyonlarını gösteriyor.
5 Aralık 2012 11 Şubat 2013
9 Ekim 2012 - 6 Ocak 2013
Trump Mall Exhibition Center
Trump Mall Exhibition Center’ da Şubat sonuna kadar izlenebilecek olan sergi; okyanusların en güçlü büyük balığının anatomisini, en son teknolojilerle interaktif olarak gözler önüne sererek, uzun yıllar süren takip süreçlerini ve köpekbalığının ilginç serüvenini gözler önüne serecek.
Sergide, izlenimcilik akımına ismini veren Claude Monet’nin Giverny Bahçesi’ndeki evi, geç dönem bahçe manzaraları, nilüferler ve ünlü Japon köprüsü tablolarına yer veriliyor.
Sakıp Sabancı Müzesı
“Mekânın Doğası” Sergisi Hilparksuites
20 Kasım 2012- 7 Ocak 2013
19-20 Şubat 2013
Dun Huang’ın Renkleri MSGSÜ Tophane-i Amire Kültür Sanat Merkezi İpek Yoluna Açılan Büyülü Kapı
Lütfi Kırdar Uluslararası Kongre ve Sergi Sarayı e-ticaret ve sosyal medya hakkında tüm yenilikleri ve sektörün degerlerini bulabileceğiniz fuarda düzenlenecek olan workshop’larda sektörün duayenleri ile konusabilecek ve kendinizi nasıl gelistirebileceginizi onlardan dinleyebileceksiniz.
10 Ocak 2013
15 Şubat 2013 - 17 Şubat 2013
Borusan İstanbul Filarmoni Orkestrası Yeni Yıl Konseri
Lütfi Kırdar Uluslararası Kongre ve Sergi Sarayı
İstanbul Kongre Merkezi
Avusturya’nın iki büyük opera yıldızı Alexandra Reinprecht ile Bernhard Berchtold müzikseverlerle birlikte yeni yıl kutlamasına imza atacak.
Dijital Oyunlar ve Oyun Teknolojileri dünyasının kapıları bu fuarla İstanbullulara açılıyor.
38
GENÇ BARIŞ
02 Ekim 2012 - 17 Mart 2013
02 Mart 2013 - 03 Mart 2013
Akare Yurtdışı Eğitim Fuarları Her biri içerisinde bir tarih barındıran 7 klasik aracın görücüye çıktığı sergi.
Hilton İstanbul / Sheraton Ankara Yurtdışında Lisans, Yüksek Lisans, Doktora, Sertifika, Yabancı Dil, Yaz Okulu, Lise Eğitimi hakkında bilgi edinebilecek bir etkinlik.
14 Mart 2013-14 Mart 2013
14 Mart 2013
Rahmi M. Koç Müzesi
10 Mart 2013 - 10 Mart 2013
Edufairs Yurtdışı Eğitim Fuarları Ankara Hilton Yurtdışında Lisans, Yüksek Lisans, Doktora, Sertifika, Yabancı Dil, Yaz Okulu, Lise Eğitimi hakkında bilgi edinebilecek bir etkinlik.
06 Şubat 2013-09 Şubat 2013
Diyabette Mükemmeliyet Kongresi EID 2013
Edufairs Yurtdışı Eğitim İzmir Hilton Fuarları Yurtdışında Lisans, Yüksek Lisans, Doktora, Sertifika, Yabancı Dil, Yaz Okulu, Lise Eğitimi hakkında bilgi edinebilecek bir etkinlik.
Maslak Sheraton
24-26 Aralık 2012
13 Şubat 2013-14 Şubat 2013
Lütfi Kırdar Uluslararası Kongre ve Sergi Sarayı 9 -10 Şubat 2013
Türkiye-Kuzey Afrika Sosyal ve Beşeri Bilimler Kongresi Yıldız Teknik Üniversitesi
Bölgede yaşanan toplumsal dönüşümleri ve gençler üzerindeki etkilerini analiz etmek üzere Kuzey Afrika ve Türkiye’den uzmanları bir araya getirmeyi amaçlamaktadır.
31 Aralık 2012
16 Ekim 2012 - 03 Ocak 2013
Van Gogh Alive Sergisi Ankara CerModern
Uluslararası Sempozyum
“Medeniyet’i Anlamak”
İnsan ve Tarih Fotoğraf Sergisi
Bağlarbaşı Kongre ve Kültür Merkezi
Altunizade Kültür ve Sanat Merkezi
GENÇ BARIŞ
39