Turkiye'de Genclik Kavramı

Page 1

Gençlik Çalışmaları Birimi Yaratıcı Fikirler Toplantıları Türkiye'de Gençlik Kavramı Ekim 2009 -­‐ Şubat 2010 Yrd. Doç. Dr. Demet Lüküslü (Yeditepe Üniversitesi Sosyoloji Bölümü)


“Türkiye’de Gençlik Miti” Yrd. Doç. Dr. Demet Lüküslü (Yeditepe Üniversitesi Sosyoloji Bölümü) Demet Lüküslü: Yeditepe Üniversitesi Sosyoloji bölümünde çalışıyorum. Kendim de 1977’liyim. Eminim bir kaç sene sonra kaçlı olduğumu söylediğim için pişman olacağım, ama diğer yandan da gençlik çalışan bir kişi olarak hangi kuşağa ait olduğumu söylemenin de önemli olduğunu düşünüyorum. Gençlik üzerine çalışma sebeplerimden bir tanesi, ait olduğum kuşakla da çok bağlantılı. O yüzden her ne kadar seneler sonra -­‐-­‐-­‐ çok seneler sonra da değil -­‐-­‐-­‐ pişman olac ak olsam da, her zaman kaçlı olduğumu, hangi kuşağa ait olduğumu söylemiş oluyorum. Kuşak üzerine, gençlik üzerine çalışan bir kişinin galiba bunu yapması gerekiyor. Benim de aslında gençlik üzerine çalışmam çok bireysel bir hikayeden kaynaklanıyor. Yani kendimin de içinde olduğu bir kuşağı anlama çabası sanırım. Ama diğer yandan da görüşme yaptığım gençler benden daha küçüklerdi. O yüzden tam kendi kuşağım da olmuyor gibi de düşünülebilir. Marmara Üniversitesi Fransızca Kamu Yönetimi mezunuyum. Bizim üniversitemizde, lisans bitirme tezi vardı. İlk olarak o zaman gençlik üzerine çalışmaya başlamıştım. Ferhat Kentel’in ‘Türk Gençliği 98: Suskun Kitle Büyüteç Altında’ araştırması1 yeni yayınlanmıştı. O dönem konuyla ilgili çok fazla gazete yazısı çıkmaya başlamıştı. Ben de pek çok eleştiri getiriyordum gençlerle ilgili yazılıp çizilenlere. Dedim ki madem lisans bitirme tezi yapmak zorundayım, en azından gençler üzerine bir şeyler yapayım. Önce çok tarihsel bir şey yapacak olursam aynı şeyleri söyleyemem veya bu kadar rahatlıkla savunamam dedim. Sonradan tez hocam Prof. Dr. Füsun Üstel oldu ve onunla beraber Türkiye’de gençlik tarihi üzerine bir tez yaptım. Ardından yüksek lisans ve doktorada günümüz Türkiye gençliği üzerine bir şeyler yapabildim. Ama bugün, konuşmaya başlamak istediğim konu da, birazcık o gençlik tarihiyle bağlantılı olan kısım. Çünkü “gençlik” deyince, herkes üzerine pek çok şey düşünüyor, söylüyor. Sizin de bir önceki oturumda tartıştığınız gibi, aslında çok da heterojen bir kitleden bahsediyoruz. Ama diğer yandan, tarihsel olarak da farklı evrelerden geçmiş olan, toplumdan topluma değişen, ve bir yandan da gençlik tarihi yapmak isteyenler için de, ciddi alanlar sunan konulardan bir tanesi. O yüzden “gençlik tarihinden” başlayalım istiyorum. Çünkü benim en ilgimi çeken konulardan bir tanesi genç liğin 1 http://www.kas.de/proj/home/pub/44/12/year-­‐-­‐-­‐1999/dokument_id-­‐-­‐-­‐2797/index.html


moderniteyle, sanayileşmeyle ve kentleşmeyle olan bağının kurulması. Bir kategori değil ama sıfat olarak “genç” her zaman olsa da -­‐-­‐-­‐ yani her zaman kendimizi başkalarına göre tanımlarken, “o benden genç”, “daha yaşlı” gibi kelimeler kullansak da -­‐-­‐-­‐ aslında bir toplumsal kategori olarak gençliğin oluşması, moderniteyle paralellik gösteriyor. Böylece bir kategorinin, çocukluğun ve gençliğin, gerçek hayatın içinden alınıp, başka bir kuruma emanet edilmeleri ve o kurumda geleceğe hazırlanmalarını görüyoruz. Yani bir anlamda çocukluk da, gençlik de, yetişkinliğe (sanayi devrimiyle beraber, özellikle de çalışma hayatına) hazırlanılan bir dönem olarak karşımıza çıkıyor. Bu yüzden modernitenin ürünlerinden bir tanesi. O açıdan, mesela; geleneksel toplumun gence, yaşlıya veya çocuğa nasıl baktığıyla, modern toplumun nasıl baktığı arasında fark oluyor. Veya 1920’li yılların gence, çocuğa, yaşlıya, yetişkine bakışıyla bugün arasında farklılıklar oluyor. Bu açıdan baktığımızda, gençlik tarihini anlamaya çalıştığımızda, aslında hiç de durağan (statik) bir tarihle karşı karşıya kalmadığımızı fark ediyoruz. Gittikçe değişen ve farklılaşan bir tarih karşımıza çıkıyor. İşte o açıdan bakacak olursak, geleneksel toplumla, modern toplum arasındaki fark dediğimizde, geleneksel toplumda, “yaş almak” demek, deneyim, tecrübe kazanmak demek. Geleneksel toplumda, yaşlılık demek, çok önemli bir mertebeyi, bir statüyü de beraberinde getirmek demek. İşte bu yüzden yöneticilerden, din adamlarına kadar, önemli pozisyonlardaki, statülerdeki insanlar hep yaşlılardan oluşuyor. Çocukluk ve gençlik ise daha henüz tecrübe sahibi olmadığınız bir dönem. Hatta gençliğin, tam olarak bir kategori olmadığından da bahsedebiliriz. Sadece çocukluk, yetişkinlik ve tecrübe sahibi olduğunuz yaşlılık var. O açıdan, sanayi devrimiyle durum çok ciddi değişiyor. Çünkü sanayi devrimi toplumun merkezine üretimi koyuyor. Yani tecrübeyi değil de üretimi. Böylece çalışma hayatının merkezde olması yetişkin merkezli bir toplum sistemini yaratıyor. “Yetişkin merkezli” derken diğer kategorilerin, hepsinin, yetişkinliğe göre ayarlan dığı bir toplumdan bahsediyoruz. Yani çocuk ve gençken yetişkin olmaya hazırlanıyorsunuz. Modern okullar da, bunun en önemli kurumlarından bir tanesi. “Yaşlılık” ise artık, daha fazla çalışamadığınız, çalışma hayatının bir parçası olamadığınız, üretemediğiniz bir dönem olarak -­‐-­‐-­‐ bir anlamda -­‐-­‐-­‐ aşağılanmaya da başladığınız bir dönem denilebilir.


Bu açıdan baktığımızda sanayi öncesiyle, sanayi sonrasının farklı biyolojik evrelere nasıl baktığı da çok ciddi anlamda değişiyor. “Gençliğin önemi nerede?” dersek, işte gençlik bu üretimin ve çalışma hayatının merkezi olduğu dönemde, dinamizmi temsil etmesiyle, özellikle yaşlılara göre karşılaştırıldığında, yeniyi, dinamik olanı, güçlü olanı temsil ettiği için, bütün ulus devletler tarafından bir sembol olarak alınıyor. Bir başka sebep daha var tabii ki -­‐-­‐-­‐ o da çok duymaya alışkın olduğumuz, ulus-­‐-­‐-­‐devlet söyleminin içinde çok önemli bi yer tutan -­‐-­‐-­‐ geleceğin, gençler tarafından, oluşturulacağı düşüncesi. Bütün ideolojiler ulus-­‐-­‐-­‐ devlet oluşturma sürecinde geleceğin

toplumlarını şekillendirmeye çalışıyor. Bunu yaparken kendi düşüncesini taşıyan, kendi değerlerine ve normlarına göre bir gelecek ve gelecek nesiller yaratmaya çalışıyor. Çocukların ve gençlerin bu geleceğin nesillerini oluşturmada çok önemli bir rol oynayacakları, çünkü onl arın, geleceğin yetişkinleri olacağı düşünülüyor. Dolayısıyla bir anlamda geleceği kontrol etmek istiyorsanız, ilk başta çocukluktan ve gençlikten başlamanız gerektiğine dair ciddi bir anlayış var. 20. yüzyılın hangi ideolojisine bakarsanız bakın, gençliğin bir sembol olarak alındığını görüyosunuz. Gençler, yeninin ve yeni toplumu oluşturmak isteyen ideolojilerin sembolü olarak seçilmiş oluyorlar. Almanya’da Nazizim olsun, İtalya’da Faşizm veya liberalizm için bu hep geçerli. Türkiye’den konuşacak olursak, hangi ideolojiyi alırsak alalım, gençlerin bir sembol olarak seçilmiş olduklarını görüyoruz. Gençler bu yeni toplumları oluşturacak olan, geliştire cek olan bir kategori olarak karşımıza çıkıyor. Ben buna “gençlik miti” adını veriyorum. “Türkiye’de Gençlik Miti”2 hem doktora tezimin, hem de kitabın başlığı, çünkü aslında gençlik bir kategori olarak koyulurken, siyasi bir kategori olarak tanımlanıyor ve onun üzerine kuruluyor. Türkiye’ye bakacak olursak, bütün hikayenin, bir modernleşme, bir sanayileşme hikayesi olduğunu söylemek için anlatıyorum. Ama tabii Türkiye’ye özgü başka yanlar da var, global hikayenin parçası olan yanlar da mevcut. Türkiye’de gençliğin toplumsal kategori olarak karşımıza çıkmasını ne zamana kadar geri götürmek lazım diyecek olursak, ben bunu Türkiye’deki toplumsal yaşam üzerine düşünenlerin yaptığı gibi 19. yüzyılla başlatıyorum. 19. yüzyıldaki modernleşme hareketleriyle beraber, batı tarzı okulların kurulması, o batı tarzı


2 Türkiye’de “Gençlik Miti”. 1980 Sonrası Türkiye Gençliği, İstanbul, İletişim Yayınları, 2009.


okullarda gelişen bir kuşağın oluşması ve bu kuşağa da Osmanlı İmparatorluğu’nda siyasal bir misyon verilmesini görüyoruz. Bu siyasal misyon; zaten zor bir durumda olan Osmanlı İmparatorluğu’nu, batı tarzı eğitim alarak, Osmanlı’ya has kültürle de harmanlayarak, İmparatorluğu çöküşten kurtarmak. Bu açıdan baktığımızda, o siyasal misyon; gençliğin ilk başta o modern kurumlarla beraber kuşaklara ayrıldığı, hangi sınıfta, hangi eğitimin verileceğinin belirlendiği, o eğitimdeki modernleşmeyle beraber Türkiye’de karşımıza çıkıyor. Fransız Osmanlı tarihçisi Francoise Georgeon’un çok güzel bi makalesi var; kuşak kavgalarının nasıl 19. yüzyılla beraber gündelik hayata, (tabii gündelik hayat derken elitlerin hayatlarına) girmiş olduğundan bahsediyor. O açıdan baktığımızda, hem kuşak, hem gençlik daha çok modernleşme hikayesinin bir parçası olarak karşımıza çıkıyor. Orada ilginç olan yanlardan bir tanesi, Sultan ve Sultan’ın çevresindeki kesimin, İmparatorluğu kurtarmak için oluşturmaya çalıştıkları, inşa etmeye çalıştıkları kitlenin, kendisine bir muhalefet hareketi (Jön Türk hareketi) olarak geri dönmesidir. Çünkü bu batı eğitimi alan gençler, bu sefer “Neden bizim de batıdaki gibi bir parlamentomuz yok? Neden padişahın her dediği yapılsın?” gibi sorular sormaya başlıyorlar. Böylece sultanın onayıyla sağlanan batılı eğitim ve o modernleşme hareketinin bir parçası olarak inşa edilen gençlik, bu sefer muhalefet hareketi olarak karşımıza çıkıyor. Ama bence ilginç olan şeylerden bir tanesi, bu gençlik mitinin o muhalefet hareketi tarafından da içselleştirilmiş olması. Yani “Gençlik nasıl bir kategori?” dediğimizde yine gençler siyasal bir kategori olarak, her şeyden evvel devleti kurtarma misyonunu içselleştirmiş bir kitle olarak karşımıza çıkıyor. Burada yine, gençlik tanımının ne kadar da elitist bir tanım olduğu üzerine konuşabiliriz. Çünkü genç kitle derken aslında, imparatorlukta sadece küçük bir kitlenin eğitim alma şansına sahip olduğunu ve imparatorluğu kurtarması beklenilen ya da sonrasında Jön Türk hareketinin bir parçası olan gençlerin, çok küçük bir kitleyi oluşturduklarını görüyoruz. Bu yüzden de kendilerini toplum un eliti ve genç bir kitle olarak görürken diğer taraftan da geniş halk kitlelerini genç kategorisinin içine katmadıklarını görüyoruz. Aslında bu bakış açısı, bugün de karşımıza çıkan konulardan bir tanesi. Sadece Türkiye’de değil, pek çok yerde karşımıza çıkabilir. Genç deyince aklımıza, daha çok öğrenci kategorisinin gelmesi, genç deyince daha çok “burjuva (orta sınıf) gençleri” de nen


kitlenin gelmesi gibi. İşte o yüzden sosyolog Pierre Bourdieu gençlik çalışmasını ve gençlik üzerinde yapılan

akademik çalışmaları çok eleştiriyor. “Siz çalışırken sadece burjuva gençliğini çalışıyosunuz, çok ciddi sayıda olan işçi gençliğini göz ardı ediyosunuz. Sizin genç derken bahsettiğiniz kitle, daha çok öğrenci olan kitledir” diyor. Genç deyince hangi kitleyi anlıyoruz? Ya da genç dediğimiz kitle, sadece öğrencilerden veya toplumun o elit kesiminden mi oluşuyor? Bu konuları konuşabiliriz, ama tarihsel hikayemize geri dönecek olursak, o gençlik mitinin, İmparatorluğun modernleşme hareketinin içinde oluşturulmuş olan gençlik mitinin, ardından gelen kuşaklar tarafından da içselleştirilmiş olduğunu iddia ediyorum ben. Yani gençlerin devleti kurtarma odaklı çalışan, uğraşan, siyasal bir misyona sahip olan bir kitle olarak görülmüş olması durumu. Cumhuriyeti kuran kitlenin, Osmanlı’nın son kuşağı olduğunu ve aslında o gençlik mitini çok ciddi şekilde içselleştirmiş olduğunu söylemek gerekiyor. Oluşturulmak istenen milli eğitim ideolojisi, kurulmak istenen cumhuriyetin temellerini ve ideallerini kendi prensipleri doğrultusunda inşa etmeye yönelik. Bütün ulusal eğitim sistemleri gibi ülkenin her tarafında benzer bir eğitim vermeye çalışıyor ve homojen bir kitle oluşturmaya çalışıyor. Ama bununla beraber biliyoruz ki, özellikle Balkan savaşları, Birinci Dünya Savaşı ve ardından da Kurtuluş Savaşı gibi farklı savaşlardan geçmiş, çok ciddi yaralar almış bir ülkede de bu homojenliği korumak çok kolay değil. Bu yüzden gençlere konuşulurken ve ülke gençliğe emanet edilirken bir yandan çok da “yerinde” bir kesime emanet edildiğini de görüyoruz. Bunlar eğitim alma şansına sahip olan, cumhuriyetin değerlerini içselleştirmiş ve kabullenmiş olan kitle. Bu kitleye cumhuriyet emanet edilmiş oluyor. O yüzden aslında, cumhuriyet gençliğe emanet edilirken, “Hangi gençliğe emanet ediliyor” sorusunu da sorabiliriz. Cumhuriyet tarafından inşa edilmiş bir gençliğe emanet ediliyor. Bu kitlenin de aslında, geniş kitlelerle karşılaştırdığınızda, daha küçük bir kitle olduğunu söyleyebiliriz. Ama baktığımızda yine o gençlik miti var ve orada duruyor. O gençlik miti yine gençleri siyasal bir kategori olarak, devlet merkezli olarak, (bunu derken, asıl düşüncesinin


özgürlük, kendi hayatı, kendini kurtarmak değil de, devleti kurtarmak, devletin bekçisi olmak gibi), yani Cumhuriyet’in bekçisi olarak, Mustafa Kemal’in düşüncelerinin takipçisi olarak gibi, farklı ifadelerle tanımlıyor. Cumhuriyetin, belirli kuşaklarıyla, bugün de görüşmeler yapıldığında (ki işte Türk Tarih Vakfı’nın yaptığı araştırmalar, sözlü tarih görüşmeleri var mesela), Cumhuriyetin 1. kuşağıyla konuştuğumuzda, onlar kendilerini “cumhuriyetin kuşağı” olarak tanımlıyorlar. “Atatürk’ün çocukları”olarak tanımlıyolar. Benzer bir şekilde, Mina Urgan’ın “Bir Dinazorun Anılarını” okuduğunuzda, o da kendisini “Cumhuriyet çocuğu” olarak tanımlıyor. Ardından 1980 sonrasını da, “Özal’ın çocukları”, “Özal’ın veletleri” olarak tanımlanıyor. Yani aslında baktığımızda cumhuriyetin 1. Kuşağının, bu gençlik mitini içselleştirmiş, sahip olduğu, ait olduğu kuşakla, övünen bir kuşak olduğunu görüyoruz. Cumhuriyetin 2. kuşağı olarak adlandırabileceğimiz, 60’lı ve 70’li yıllara baktığımızda, (60 ve 70 kuşağını veya 68’le 78 kuşağını, nasıl adlandırırsanız) bu siyasal mitin, bu siyasal gençliğin de bir siyasal misyona sahip olması gerekliliği, gençlik mitinin devamı olarak görülür. Yani orada 60’lı yıllarda, özellikle 70’li yıllarda, Türkiye toplumu siyasi olarak çok bölünmüş ama diğer yandan ister sağdaki ister soldaki farklı fraksiyonlarda olsun, içselleştirilen, kabul edilen, hepsinin birleştiği tek nokta var; o da gençliğin siyasal bir kategori olması gerektiği, gençliğin devleti kurtarma amaçlı çalışıyor olması gerektiği. İki taraf da bir anlamda, devleti kötü ellerden korumaya çalışıyor, toplumu kurtarmaya çalışıyor. Toplumu kurtarmaya ya da devleti kurtarmaya çalışırken de, kendisini bir yerde, bir pozisyonda konumlandırıyor. Eğer toplumu kurtarmaya adaysanız, bu demektir ki siz kendinizi, toplumun daha üstünde, belirli bir eğitime sahip olan, toplumun yönetici bir kitlesi olmaya aday görünüyosunuz. Burada, tekrardan istatistiklere baktığımızda, yine öğrenci kitlesinin çok aktif olduğu bir gençlik hareketinden bahsettiğimizi hatırlamak gerekiyor. Gençlik hareketi derken, yine öğrenciler tarafından şekillendirilen, bütün gençliği kapsamayan bir hareketten bahsediyoruz ve öğrenci kitlesinin yine küçük bir kitleyi oluşturmuş olduğunu görüyoruz.


Gençlik mitinde kırılma noktası ya da farklılaşan dönem ise 1980 sonrası. Benim de doktora tezimde ele aldığım ve lisanstan beri ilgimi çeken konu o. 1980 sonrası kuşağı nasıl anlamlandıracağız? Nasıl ifade edeceğiz? 1980 sonrası kuşağı, gençlik mitinde kırılma noktası olarak adlandırılıyor. Çünkü gençler artık, siyasetle ilgilenmeyen, kendisini düşünen, vurdumduymaz, apolitik, depolitize (bu kelimeler çoğunlukla eş anlamlı olarak kullanılıyor, ama biliyoruz ki tam da eş anlamlı değil) bir gençlik olarak tanımlanıyor, ve bu açıdan baktığımızda da gençlik mitinden farklı bir yerlerde konumlanıyorlar. Bu yüzden, doktora tezimdeki sorularım, “Türkiye’de gençlik mitinin sonu muydu?, Acaba gençlik miti sonlandı mı?, Kendisini siyasal bir misyonla tanımlamayan ve devleti kurtarma misyonundan, kendisini bir anlamda soyutlayan bir gençlikle mi karşı karşıyayız?, Apolitik olarak tanımlanan bu duruş, ne ifade ediyor?” gibiydi. Veya “Apolitizim de bir siyasi duruş mudur?, O da bir eleştiriyi içinde taşır mı?” gibi düşünceler vardı kafamda. Buradan hareketle, 1998 sonrasında yapılan bütün anketlere baktım. Gençlik, üzerine çok fazla yazılıp çizilen, herkesin üzerine çok şey söylediği bir alan, ama aslında, gençlik üzerine yapılan anketler dışında çok da fazla çalışma yok. Özellikle 1980 sonrası gençlik üzerine çok fazla çalışma yok. 98’den 2004’ e kadar olan bütün anketleri inceledim. O dönemler iç in, “gençler siyasetle ilgilenmiyor” deniyor. Bu gerçekten böyle mi? Bütün anket sonuçlarına baktığımızda karşımıza o çıkıyor. Mesela, siyasal parti üyelikleri %3 -­‐-­‐-­‐ %4 arasında değişiyor. Siyasetten konuşma oranları %8 -­‐-­‐-­‐ %9. En az güvenilen kurumlar arasında, siyasal partiler ve TBMM hep başta gidiyor. Bütün bunlar söylenenlerin bir anlamda doğru olduğunu ve gençler ile siyaset arasında, çok büyük bir uçurumun olduğunu gösteriyordu. Benim yapmaya çalıştığım, tam da soruyu tersine sormaktı. Yani gençler neden siyasetle ilgilenmiyor? Çünkü “Ne biçim gençler bunlar?” demek, aslında yine gençlik mitinin devamı niteliğindedir. Çünkü siz gençliği siyasal bir kategori olarak kafanızda yazmışsınızdır ve gen çler siyasal bir kategori olmalıdır demişsinizdir. Ondan sonra siyasetle ilgilenmediklerinde, “Siyasetle ilgilenmiyor, ne biçim genç bunlar? dersiniz. Ama belki de sormamız gereken soru; “Peki gençlik siyasal bir kategori midir?” Tabii ki gençlik siyasal bir kategori de olabilir ama her zaman siyasetin bir parçası olan gençlerin, çok da özgürlükçü oldukları söylenemez. Öyle olsaydı, mesela; Hitlerin gençlik örgütlenmelerine bakardık. Hitler gençliğe önem veren, gençlik


örgütlenmeleri kuran bir siyasetçiydi. Ama baktığımızda bu örgütlenmelerin özgürlükçü olmadığını görüyoruz. Bu yüzden belki, gençlerin katılımından, gençlerin siyasetin bir parçası olmasından bahsedeceksek, bundan her zaman müthiş olumlu bir şey olarak da bahsedemeyiz. Bu açıdan soruyu tersine de sorabiliriz. Peki neden siyaset ve gençler arasında böyle ciddi bir soğukluk var? Siyaset nelere cevap vermiyor ki, ya da siyaset neyi iyi yapmıyor ki, gençlere çekici gelmiyor? Anketlere baktıktan sonra kalitatif, niteliksel bir şeyler yapmak istedim ve İstanbul’da 80 tane derinlemesine görüşme yaptım. Görüşmelere Aralık 2000 de başladım ve 2004 sonlarına kadar devam ettim. Ancak sadece İstanbul’da yapılmış olan görüşmeler olduğundan, ne kadar şey ifade edebilir/edemez? Acaba gençliğin ne kadarını kapsıyor? Başka gençlere sorsak, ne gibi cevaplar alınırdı? gibi sorularım vardı. Geçen sene, Türkiye Sosyal Ekonomik Siyasal Araştırmalar Vakfı (TÜSES) için gerçekleştirmiş olduğumuz bir araştırmada, siyasal partilerde, sivil toplum kuruluşlarında veya inisiyatiflerde aktif olan gençlerle, görüşmeler yaptık. Toplamda 26 tane odak grup toplantısı yaptık. Orada çıkan sonuçlar da, çok ilginçtir, benim 4 sene önce yaptığım görüşmeleri teyit eder durumdaydılar. O yüzden ben artık iyice emin oldum. Mesela, “Neden siyasetten uzak bir duruş var?” dediğimizde; sebeplerden bir tanesi siyasetin kirli bir alan olarak görülmesiyle çok bağlantılı. Siyaset, (hem benim yaptığım 80 derinlemesine görüşmede, hem odak gruplarda) “herkesin kendi çıkarını düşündüğü, çok ciddi ekonomik çıkarların döndüğü, rüşvetin olduğu, bir rant kapısı olarak görülen, kirli bir alan” olarak tanımlanıyor. Bir başka çıkan sonuç ise siyasetin değiştirilmesi zor çok katı kuralları olan ve genç olarak da içinde çok da fazla bir şey yapamadığınız, belirli şeyleri değiştiremediğiniz, ne yaparsanız yapın, bazı şeylerin çok da fazla değişmeyeceği bir alan olarak tanımlanması. Dolayısıyla, bazı şeylerin çok da kolay değişmediğine dair bir karamsarlık var. Bu karamsarlığı, diğer kuşaklarla karşılaştırdığımızda, belki de biraz daha yenilgi üzerine, yani 12 Eylül sonrası üzerine, doğmuş bir kuşakla da ilişkilendirerek anlayabiliriz. Dolayısıyla, hüsran hikayeleri sonrası doğmuş olmalarıyla da bağlantısı var. Daha çok eğitimli olan gençler tarafından ifade edilen bir diğer sebep ise siyasal alanın, özellikle siyasi örgütlenmelerin içinde bireylerin, kendilerini rahat bir şekilde ifade edemedikleri yönünde. Bu yüzden bireyi ve bireyin özgürlüklerini bir anlamda öldüren veya


kısıtlayan, kendinizi sadece militan olarak tanımlayabildiğiniz, ama çok da rahat eleştiremediğiniz bir alan. Burada yine genç olmanın verdiği farklı bir durum var. Genç siyaset yapar mı? Yoksa sadece başkalarından deneyim kazanmaya çalışırken itaat mi eder? Gözlerini kapatıp görevini mi yapar? gibi sorgulamalar da dile getiriliyor. Buna belki başka eklemeler de yapılabilir, ama öyle gözüküyor ki, siyasete getirilen belirli eleştiriler de var. Gençler, kendilerini siyasetin dışında tanımlarken, “Ben hiç bir şeyle ilgilenmiyorum, hiç bir şeyle alakam ve bağlantım yok” demekten çok daha ciddi eleştiriler de getirilebiliyor. O yüzden belki soruyu tersinden sorarak; “Bunlar ne biçim genç ve neden siyasetle bağlantılı değiller?” yerine, “Siyaset nelere cevap vermiyor?” ve “Siyaset neden gençlere önemli bir alan olarak gözükmüyor?” diye bakmak gerekiyor. Bir anlamda “Türkiye’de Gençlik Miti” kitabı mda ve doktora tezimde bunları savunuyorum. O yüzden belki de gençlik mitinin, en azından mit olduğunu düşünmemiz ve gençliği, sadece ve sadece siyasal bir kategori olarak tanımlamamamız gerekiyor. Sizin bir önceki oturumda da söylediğiniz gibi, gençliğin çok heterojen bir kitle olması, çok farklı kesimlerden oluşuyor olması. Toplumsal cinsiyetten, ekonomik düzeye veya eğitim durumuna kadar, çok farklı şekillerde değişen, heterojen, ama diğer yandan da, dinamik bir kitleyle karşı karşıyayız. Bu yüzden gençliği, teke indirgeyen, gençlik miti gibi, mitlerle gençlik ne kadar anlaşılabilir? Ya da her değişen kuşaktaki bu süreçleri nasıl anlayabiliriz? Değişen yapıyı nasıl görebiliriz? Her kuşağa ve yaşanılan deneyimlere göre, farklı bir şekilde ele almamız, ama her zaman ele alırken (bunu özellikle sosyoloji doktorası yaptığım için söylüyorum) eleştirmek değil, alkışlamak da değil ama, anlama çabasının önemli olduğunu düşünüyorum. Bence zaten sosyoloji de sadece ve sadece bunu yapar. Ne yargılar, ne de alkış tutar, ama anlamaya çalışır. Benim yapmaya çalıştığım d a bundan ibaretti denilebilir ve bana sorarsanız işte bütün heterojenliğiyle ve o tüm tarihselliğiyle, gençlik çok ilginç çalışma konularından bir tanesi. Bu yüzden de (2000 yılında üniversiteden mezun olduğumu düşünürsek, artık 9. yılı devirmiş bulunmaktayım) 9 yılı aşkın bir süreden beri gençlik çalışıyorum diyebilirim.


Soru: Tarihsel süreç dedik. Osmanlı padişahlarına bakıyoruz, bir çoğu erken yaşta padişahlık dönemindeler ve siyasette birey olarak çok daha etkin katılıyorlar. Ama cumhuriyet döneminden sonra, bu süreç 30 -­‐-­‐-­‐ 35 yaşlarına çıktı. Sonrasında da 40 -­‐-­‐-­‐ 45 yaşlarına kadar gidiyor. Artık 80’lerden sonra gençlerin tamamıyla sağ -­‐-­‐-­‐ sol çatışmasından dolayı, siyasetten soyutlaştırılması durumundan kaynaklanıyor bence. Bu durumu şu noktada anlayamadım. Bu cumhuriyet döneminde mi, yoksa 80’li yıllarda mı daha çok oluşan bir süreç? D.L: Orada bence çok daha genel ve global kırılma noktalarından bahsediyoruz ki, bence çok çok önemli ve farklı cevaplar da verilebilinir. Benim düşündüğüm mesela İslami ideolojinin de çok kullandığı laflardan bir tanesidir; “Kaç yaşındasın?” “Fatih’in İstanbul’u aldığı yaştasın” ama o yaş kaçtı, 18 miydi 19 muydu? Gençlere aktif olmaları söylenirken ve yeterince ülke sorunlarıyla ilgilenmediğinden dem vurulmak istediğinde, hep bu sloganlar ve soruylarla karşılaşıyoruz. “Fatih’ın İstanbul’u fethettiği yaştasın, ama sen ne yapıyorsun?” Ama diğer yanda Fatih’in yaşadığı dünya ile, bugünkü dünya arasında ciddi fark var. Artık insanların 30 yaşına kadar okulda, modern eğitim kurumlarında oldukları, 80’li yaşlarında çok rahat ve sağlıklı bir şekilde yaşayabildiği dünya ile, (Fatih Sultan Mehmet’in yaşadığı dönemdeki demografik durumu tam bilemiyorum, ama büyük ihtimalle) insanların çok daha genç yaşlarda öldüğü dönem arasında ciddi faklılıklar var. Diğer yandan Fatih 19 yaşındayken, “19 yaş” o dönem için, bizim şimdi gençliği gördüğümüz yaşla, aynı şey değildi. Ama bu söylediğin, çok çok önemli ve bugün de hep söylenen laflardan bir tanesi. Bir önceki kuşakla, hatta 100 yıllar öncesiyle şimdiyi karşılaştırmak. Ama hep benim söylemeye çalıştığım şey de şu; farklı kuşakları karşılaştırmanın çok bir anlamı yoktur, çünkü farklı kuşaklar, farklı gerçeklikler içinde yaşarlar. O yüzden ben mesela 68 kuşağıyla da, bugünün kuşağını hiç bir zaman karşılaştırma olayına gitmem. Çünkü işte 68’li yıllarda üniversite öğrencisi olmak demek, çok daha küçük ve ayrıcalıklı bir kitle olmak demek, yani çok daha az üniversite öğrencisi var. Ve üniversiteden mezun olduğunuz zaman işiniz nerdeyse garanti. Ama bugün üniversite öğrencisi olmak demek, milyonlar içinde sadece bir öğrenci olmak demek. İşinizin hiç de garanti olmaması , size ekstradan hiç de öyle saygı falan duyulmaması demek. 68’li yıllarda üniversite öğrencisi olmakla,


bugün üniversite öğrencisi olmak arasında ciddi farklar var. Ama dediğin çok doğru. Genelde ne yapılıyor? Mutlaka bu kuşaklar birbiriyle karşılaştırılıyor. 1453 yılıyla, 2000’li yılların karşılaştırılması da olabiliyor, 60’lı yıllarla, 2000’li yılların karşılaştırılması da oluyor. Ama bence, nasıl elmalarla armutları karşılaştırıp da bir analiz yapamazsak, iki farklı dünyanın içinde doğmuş ve farklı gerçekliklerle bir anlamda yoğrulmuş, iki kuşağı da karşılaştıramayız, gibi geliyor. O yüzden de bana gençlik araştırma alanı çok ilginç geliyor, çünkü her kuşağı incelerken hep, hangi dönemin içinde yaşıyor? Hangi özellikler içinde yaşıyor?’ u araştırmış ve bunları araştırırken, aslında o dönemi de çalışmış oluyorsunuz. O yüzden mesela ben, Türkiye’deki 3 farklı kuşağı inceledim ve benim asıl uzmanlık alanım 80 sonrası, ama o 3 farklı kuşağı incelemek demek aslında, Türkiye’nin sosyal tarihini, o 3 farklı kuşak üzerinden, bütün tarihi incelemek demek, o farklı yapıları incelemek demek. Sorduğun soru o açıdan çok çok iyi oldu. Ama 80li yıllar sonrasında, sadece gençlerin siyasetten soğuması değil, siyasetçilerin de gençlere dur demesine de bakalım. “Sen bi dur bakalım ne kadar bilgin var? “Sen 30’ una kadar, 35’ine kadar bekle!” “Bu yaşta ne siyaseti?” demenin ardında bence yine 1960’lı ve 70’li yılların o siyasal şiddet ortamı var. O siyasal şiddetten böyle güç alarak “Bak çoluğu çocuğu siyasete karıştırırsan, işte böyle şiddet olur, anarşi ortamı olur. Siz en iyisi bir durun. Zaten gençlerin de, en delikanlı olduğu, kanının deli aktığı dönem” o yüzden “sen siyasetle ilgilenme, bak siyasetle ilgilendiğiniz zaman ne olduğunu gördük” düşüncesi de var. Ama diğer yandan neoliberalizmin de etkileri de var bence. Gençliğin, neoliberalizmle beraber o gücünün de gidiyor olması. Gücünün gidiyor olması derken şundan bahsediyorum, gençliğin sadece iş hayatına hazırlandığınız bir dönem olarak tanımlanması. “Sen şimdi şu okulunu bitir, hayata atıl” sonra mücadele edersin” gibi o bütün düşüncelerin de değişmiş olmasıyla çok bağlantısı var. O yüzden “Ne değişti?” “Hangi yıllarda değişti?” diye çok daha detaylı olarak da bakabiliriz. Ama büyük ihtimalle bu değişimler, çok daha büyük, sistematik değişimlerle de bağlantılı. Soru: 3 kuşağa baktığınızdan bahsettiniz. Bu 3 kuşakta da gençliği harekete geçirecek bir takım motivasyonlar var. Biraz önce örnek verdiğiniz gibi, Jön Türklerde batılılaşmanın etkisiyle imparatorluğa karşı gelme, 60’larda bir devrim olma ihtimali vardı. Yani sosyal anlamda da yankı


getiren bir takım olaylar oluyordu. Belki 80’den sonra böyle yankı getiren, o kadar büyük çaplı bir şey olmamıştır, o yüzden gençlik bir hareket ortaya koymamıştır. Böyle düşünülebilir mi? Çok hakim değilim tarihe, o anlamda yanlış bir şey söylemek istemem, ama böyle bir düşünce geliyor aklıma. D.L: Eğer Türkiye’den bahsediyorsak, 80 sonrası gençlik, 12 Eylül’ün yarattığı bir kuşak olarak tanımlanıyor ve işte Mina Urgan’ın deyimiyle “Özal’ın veletleri” olarak tanımlanıyor. Ama bunu daha genç olarak alalım. 12 eylül darbesinin gençlerinin, 12 eylül darbesini her ne kadar bire bir yaşamamış olsalar bile, o birikimi bir anlamda yaşamış olduklarını söyleyebiliriz. Ama diğer yandan, 80’li yıllar, sistemsel olarak da, ciddi ekonomik dönüşümün yaşandığı yıllar. Sadece Türkiye için değil, bütün dünya için düşünecek olursak, neoliberalizmin yaşandığı, başta Ronald Reagan ve Margaret Thatcher olmak üzere, o liberal dönüşümü gördüğümüz, 89’da Berlin Duvarının yıkıldığı, 91’de Sovyetler Birliği’nin parçalandığı ve ardından gelen o küreselleşme olgusunun yaşandığı yıllar. Küreselleşme dediğimizde, tüm dünyayı kapsayan olgulardan bahsediyoruz. Bu yüzden Türkiye ve tüm dünyada gençlerden bahsederken, evet sistem böyle bir sistem, neoliberalizmle ve küreselleşmeyle de çok bağlantılı bir sistem. Ve bu gençler de, o sistemin devamı niteliğinde. Bu açıdan bakıldığında çok da şaşırtıcı bir şey yokmuş gibi değerlendirilebiliyor. Benim bakış açım da bunun yaşanılan dönemle çok bağlantılı olduğu. Ama diğer yandan da bütün bunlar yaşanılan dönemle çok bağlantılıyken, hissedilenlerin veya söylenilenlerin çok daha derinine gidildiğinde farklı bir şey görüyoruz. “Çok güzel bir sistemde yaşıyoruz”, “İyi ki neoliberalizm var” ya da “İyi ki küreselleşmiş bir toplum var”, “İyi ki 12 Eylül oldu” gibi bir şeyi beğenmek ve memnun olmaktan çok bir “zoraki konformizm” durumu var. Bu, “Ben madem bir şeyleri değiştiremiyorum, ona ayak uydurayım ama diğer yandan da bunun doğru ve iyi bir sistem olduğuna, hiç de inanmıyorum, hiç de katılmıyorum” demek. Bir başka deyişle, anne babanızın koyduğu kurallardan hiç de memnun değilsiniz, ama bununla savaşmak ve mücadele etmek yerine yalan söyleyerek geçiştiriyor olma durumundan bahsediyorum. Ya da, üniversitenin koyduğu baş örtüsüyle okula girilmemesi kuralından hiç de memnun değilsiniz,


doğru bir yasak olmadığını düşünüyosunuz, ama bire bir karşı çıkmak yerine perukla girmeyi seçmiş oluyorsunuz. Veya bütün siyasetlerine ve kurumlarına eleştiri getiriyorsunuz ama ona inanmadığınız ve güvenmediğiniz için, o siyaset kurumlarını, oluşumunu bir anlamda altında yatan herşeyiyle çekip almış oluyorsunuz. Bu yüzden Ulrich Beck’in Elisabeth Beck-­‐-­‐-­‐Gernsheim’le beraber yazdığı bir kitaptaki bir bölüme gönderme yapmıştım. Orada “özgürlük çocukları” olarak tanımlıyor. O birazcık benim tam olarak katılmayacağım bir görüş, toplumun bir kuşağını tamamıyla “özgürlük çocukları” olarak görmek, ama özgürlük çocukları derken, aktif bir şekilde siyasetin dışında duran bir kuşak olduğu için, özgürlük çocukları bunlar diyor. Aktif bir şekilde siyasetin dışında olmak demek “actively unpolitical generation” diyor tam olarak kullandığı terim. Genelde biz, aktif kelimesini aktivistler için, bire bir mücadelenin içinde olan kişiler için kullanırken, Beck bunu siyasetin ve mücadelenin içinde bire bir olmayıp, ama yine de aktif bi r şekilde olan bireyler için kullanıyor. Bu açıdan baktığımızda, siz aktif bir şekilde siyasetin içinde olmamayı seçtiğiniz zaman, aslında yine siyasetin her şekilde üstünde durulması gereken o meşruiyetinı, o kabulünü ve siyasi bir alan olarak varlığını da çekip almış oluyorsunuz. O açından Beck, böyle bir kaç kurum için; “Bunlar zombi kategorilerdir, ölmüşlerdir ama yaşamaya devam ediyorlar” diyor. Ama bu kurumları “öldüren” kuşak da bunu yaparken aktif bir şekilde yapmıyor. Tam da dışında kalarak yapmış oluyor. “Ben size inanmıyorum, sözlerinize de güvenmiyorum” diyor. Ama dediğim gibi Beck’e başka eleştiriler getirebiliriz.

Soru: Tabii onunla ilgili aslında, Yani mesela politika yapmak için ya da politik olmak için, illa da siyasal partilerin içinde bir şey yapmak değil de, başka alanlarda da yapmaya başlıyor olmak diye bir durum var. Dolayısıyla bir yandan da, politika yapma şekli ve araçları değişmedi mi? D.L: Tam da öyle. Geleneksel siyasetle genel olarak siyaset arasında bir ayrım yapmamız lazım. Ve bunu da bize feministler çok güzel gösterdi. Dediler ki “bireysel olan politiktir”. Bireysel olan ve bana bireysel hayatımda ve özel alanımda dokunan herşey, bütün o güç ilişkileri ve o hiyerarşi aslında siyasaldır dediler. Bu yüzden benim özel alanımda yaptığım mücadele, aslında siyasettir


ve siyasal bir mücadeledir. Bunu bir anlamda gençlerin de, belirli gençlik inisiyatiflerinin yaptığını görüyoruz. Ama çok ilginç olan, bunun hiç bir şekilde siyaset olmadığını söylemeleri. Yani kendilerini tanımlarken “ama ben siyaset yapmıyorum” diyorlar. Yorum: Siyaset yapmıyorum demekle, siyasetin kendisini kullanıyorlar yani. D.L: Aslında evet. Ama şunu unutmayalım. O tanımı yapan gençlerin kafasındaki siyaset dediğimiz şey siyasal partidir, parlamentodur. Yani geleneksel siyasal alanının çerçevesi çok bellidir ama diğerleri “siyaset değildir” gibi düşündükleri için “A ben o siyaseti yapmıyorum” diyor. Çünkü siyaset derken o, geleneksel siyasetle ilgili. Daha önce saydık; “kirli bir alan”, “değişmeyen”, “kolay kolay değiştirilemeyen” ve “özgürlüklerin olmadığı” bir alan olarak tanımlanıyor. O yüzden “ben orada değilim” diyor. Ben buna apolitizm diyorum, ama aslında apolitizmin de 2 çeşidi var. Bu yüzden depolitize kavramını değil de, apolitizm kavramını kullanıyorum. Depolitize dediğimiz zaman, yukarıdan, başkasının sizi depolitize etmesi vardır. Sizi siyasetle, zorla ilgilenmemeye götürmek. Aslında 12 Eylül’ün yaptığı şeylerden bir tanesi de bu çabaydı. Yani siyasetle ilgilendirmemesiydi. Ama apolitizm dediğimiz, depolitizasyondan biraz daha farklı ve 2 çeşidi var. Pasif apolitizm dediğimiz, hiç bir şekilde siyasetle bağlantı olmaması. Hep örnek verilen; “Başbakan kim?” diye sorduğumuzda bilmemek gibi. Siyasal partiler hakkında hiç bir fikrinin olmaması. Neoliberalizm dediğinizde, küreselleşme dediğinizde hiç bi r fikrinin olmaması ve tam olarak bir vurdumduymazlık hali. Bir de aktif apolitizm dediğimiz bir şey var ki o genelde, mesela; kilisenin, dinsel kurumların veya ülkelerin dış politikada seçtiği y ol. Yani ben siyaset yapmıyorum deyip, diğer yandan da ciddi anlamda siyaset yapmak. Kendini siyasetin dışında tanımlamaya, üstünde tanımlamaya çalışmak ve benim siyasetle, o geleneksel siyasetle alakam yok demek. Ama baktığınızda, siyasetin tanımını genişlettiğinizde, aslında onların yaptığı da tabii ki siyaset. Ben gençlik inisiyatiflerinin, mesela; Genç Sivillerin veya %52’nin üzerine basa basa “ben siyaset yapmıyorum” demesinin aktif apolitizm olduğunu düşünüyorum. Ve bu da bir taktik. Çünkü biliyoruz ki, siyaset deyince veya siyaset yaptığınızı söylediğinizde, başınıza pek çok şey gelebiliyor. Bu yüzden bunun bir taktik olduğunu da söyleyebiliriz. Bunu o kuşak yaptığı için, o kuşakta siyasetle ilgili ciddi anlamda soru işaretleri


olduğu için, “yapmayı seçmediği” olarak da tanımlayabiliriz. Tabi bunun arkasında başka etkenler de olabilir. Bütün bu kuruluşlara baktığımızda, pek çok gençlikle ilgilenen inisiyatif, stk vb… ciddi anlamda kendisinin siyaset yapmadığını söylüyor. Ama tanımı genişlettiğimizde, çok da ciddi anlamda bir şeyleri dönüştürücü siyaset yapıyorlar aslında. Belki de bunları tartış ıyor, siyasetin tanımını tekrardan yapıyor ve tüm bunların ne ifade ettiğini anlıyor olmak gerekiyor. Soru: 1982 Anayasasında gençlikle ilgili doğrudan bir tek hüküm var, o da gençliğin neyi yapmaması gerektiği ve korunmasıyla ilgili. Gençlerin siyasetten uzaklaştırılması, bugünkü bulunduğumuz süreçte, yani 2010 yılında, gençlerle ilgili bir politika olmamasına mı yol açtı acaba? Çünkü siyasette bulunan, siyaset yapan insanlar genelde 45 yaşın üstündekiler. Yani aslında bu da gençlerin, gençlere odaklı bir politikanın olmamasını mı destekliyor? 1982

anayasası üzerine, biraz daha gençlerin siyasete katılması gerektiğini öngören, politikaların biraz daha önplana çıkmasının gerekli olduğunu savunan, bir sistem mi olmalı acaba ? D.L: Söylediğin şey önemli, ama şuna çok katılmıyorum. Evet Türkiye’nin böyle çok belirlenmiş bir gençlik politikası yok. Ama diğer yandan da, gençlik o “nesne” olmaya da devam ediyor. Yani gençler inşa edilmeye, gençler belirli yönlere çekilmeye, işte milli eğitim sistemi aracılığıyla da belirli bir hizaya, şekle sokulmaya çalışılmaya devam ediyor. Bence zaten sahip olunan ge nçlik politikası da bu. Taraf gaztesindeki röportajda Gülesin Nemutlu ve Yörük Kurtaran da diyordu, “gençlik politikasının olmaması, zaten Türkiye’nin gençlik politikasıdır” diye. Bence daha ileride bir şey de söyleyebiliriz. Özne olmakla, nesne olmak arasındaki fark. Bir yandan baktığınızda dersiniz ki, “A neden bahsediyorsun sen?” “Cumhuriyet ilk kurulduğundan beri, gençlere çok ciddi önem verilmiştir, cumhuriyet gençlere emanet edilmiştir”. Ama baktığınızda gençler hep nesne olarak, yani bir araç olarak, oradan oraya çekiştirilmeye çalışılarak ve hiç bir şekilde de özgür bırakılmayarak, belirli bir ideoloji doğrultusunda, şekillendirilmeye çalışılmıştır. Bence mesele gençlik politikasının olup olmamasından çok, (çünkü çok kötü bir gençlik politikasıyla da karşı karşıya kalabiliriz), özne olup olmamak çok daha önemli. Yani gençlerin kendi düşünceleri doğrultusunda, kendilerini ifade edebilecekleri alanların oluşturulması ve oradan buraya da çekiştirilmiyor olmaları çok önemli. Yoksa bugün bütün partilere baktığımızda gençliği inşa


etmeye çalışan, şekillendirmeye çalışan bakış açısı hala var. O yüzden ben daha çok “gen çlik politikası mı, değil mi?” den çok, “sen ona nesne olarak mı yaklaşıyosun yoksa özne, bir bir ey olarak mı yaklaşıyosun?”a bakıyorum. Çünkü “O kaç yaşında ki?” Onun kişiliği oluştu mu ki?” bakış açısı çocukları da, gençleri de çok rahatsız eder. Bu tam da, yetişkin merkezli bakış açısının devamı, yani o daha henüz oluşmamış, daha henüz yetişkin olmamış demek. Gençlik, çocuklukla yetişkinlik arasında, sadece geçici bir kategori olduğu için, henüz oluşmamış, oluştuğu zaman da “işte şöyle olacak!” bakış açısı. Halbuki özne olduğunda, çocuğa, özne olarak baktığında, çocuk da olsa, genç de olsa, yetişkin de olsa söylemek istediğini anlamaya çalışıyorsun. Bu yüzden gençlik için söylediğimiz pek çok şeyi , çocukluk için de söyleyebiliriz. O yüzden çocuklara yönelik söylenen pek çok şeyin de, öyle rahatsız edici bir yanı var bence. Özne olarak görülmüyor ve “adam” yerine konulmuyor olmaları. Adam yerine konmaktan, delikanlılıktan, falan bahsederken tabii, toplumsal cinsiyetten hiç konuşmadık. Genç deyince, toplumsal cinsiyetten de konuşmak gerekiyor. Bütün söylemler delikanlılık üzerinden, erkeklik üzerinden kurulmuştur. Kadınların görevi daha ikincildir. Bütün ideolojilerde, bütün ulus devlet süreçlerinde bu vardır. Kadının görevi; geleceğin çocuklarını geleceğin yurttaşlarını doğurmak, iyi eş olmak, erkeğin asli görevi ise; hem vatanı korumak, hem çalışıyor olmak gibi çok daha birincil kategoride. Aslında bütün uluslaşma süreçlerinde bunu görüyoruz. Soru: Ben bu 80 sürecinin gelişimiyle ilgili bir başka şey söylemek istiyorum. Şimdi teknik olarak baktığımızda, siyasal yapı ve toplumsal yapının o iç içe geçmişliği, o karışmışlığı Aristo’dan başlayarak neredeyse 20. yy’a kadar gelen bir süreç. Yanılmıyorsam 60’lar, 70’ler, özellikle Avrupa’da (non-­‐-­‐-­‐governmental) devlet dışılık, Amerika’da (non-­‐-­‐-­‐profit) kar amaçı gütmeme anlayışı, bizde 80’ lerle biraz olsun başlıyor ve bence politika üretmek, siyasal sosyal yapıyı oluşturmak anlamında, bu da bizi araçsal değişime itiyor, çünkü artık herşey siyasal hayat içinde olup bitmiyor. En basiti Osmanlı yapısından şöyle bir örnek verebiliriz. Osmanlı’da yeniçe rinin


isyan etmesi, kazan kaldırması, düzenin belli bir oranda sekteye uğraması demektir, en köt ü padişahın inmesi ya da sistemin değişmesi, askeri sistemin değişmesi gibi sonuçlara gidebilecek olan. Bugün bence cumhuriyet tarihinin en büyük sivil hareketlerinden biri; Tekel işçileri. Ama iki ayın üzerinde bir süreç geçti. Avrupa mesela bunu sürekli inceliyor, çünkü onlar da ciddi anlamda şaşkın, onlar için de her gün olan bir şey değil bu. Ama bu bir sonuç vermiyor mesela. Ç ünkü artık araçlar, yapılar değişti. Siz, “Ben bunu istemiyorum” dediğiniz zaman, bu iş bitmiyor ve bir çok farklı alan var. Mesela sivil toplum alanında, “Madem istemiyorsun önerin ne?” “Yapın ne?”, “Sen biraz kendini formüle et” gibi bir sonuç da doğuruyor baktığımız zaman. Bence onun çok önemli etkisi var diye düşünüyorum. Çünkü artık kullandığımız araçlar değişti. Bir de siyasal yapıyı gençlikle özdeşleştirdiğimiz zaman şunu görüyoruz; mesela bazı partilerin gençlik kolları var, kimisinin gençlik kolu yok, ona tekabul eden başka bir yapısı var. Ona baktığımız zaman da ben, bir genç olarak, bir partinin gençlik kolu olmasının partinin yönetim mekanizmasında genç olmamasına bağlıyorum. Çünkü genç demek çok büyük bir oy potansiyeli demek. Zaten partilere baktığımız zaman bir yönetimi var, bir kadın kolu var, bir gençlik kolu var. Niye? Çünkü yönetimde kadın da yok, genç de yok. Ama onlarda oy potansiyeli olduğu için, onları da kaybetmemek lazım. Yani partiler sadece oy amaçlı olduğu için, orada da bir şey üretemiyorsunuz. Bence bunun sonucu biraz, hiç bir yerde somut olarak bir şey üretemiyorsunuz. Ben bunu yapayım, karşımda bir düşünce oluşsun, ya da oluşmasın, görme şansınız kalmıyor. Çünkü tamamen ya sonuç odaklı yani sizi bir oy potansiyeli olduğu için kullanıyorlar. Ya da artık dil değişti, uygulama değişti. Ben biraz şuna bağlıyorum açıkcası, bilmiyorum siz ne düşünüyosunuz? D.L: Tekel işçileriyle ilgili olarak konuşacak olursak, orada gördüğümüz, tam da neoliberalizmin bir tezahürü. Özelleştirme. O yüzden de bir yandan, Avrupa’nın ilgisini çekerken, “Benzer bir dünyada mı yaşıyoruz?” sorusunu hepimize sorduruyor. Diğer yandan, 2008’de patlak veren ve 2009’da ciddi etkilerini gördüğümüz bir ekonomik kriz var. Bu da bize “Neoliberalizm nereye


doğru gidiyor? Eşitliğin hiç olmadığı, daha ciddi ayrımların olduğu bir dünyaya mı gideceğiz? Yoksa daha eşitlikçi bir dünyaya doğru mu gideceğiz? Burada toplumsal hareketler nasıl reaksiyon gösterecek? derken Avrupa’nın en önemli işçi hareketlerinden bir tanesiyle karşı karşıya olunduğu zaman ilgi çekiyor. Ama diğer yandan da söylediğin gibi bu işçi hareketine destek nereden geliyor diye baktığımızda, yine orada, geleneksel siyasetin bir kez daha sınıfta kaldığını görüyoruz. O yüzden, geleneksel siyasetin çözüm bulamamasından ve gençler için çözüm üretememesinden, gençlerin taleplerine cevap verememesinden bahsetmiştik ya, burada da yine, toplumun önemli bir kesiminin, işçi sınıfının, işçi hareketinin de, sorunlarına cevap veremediğini görüyoruz. Çünkü aslında yine gençlerdekine benzer şekilde, “Bazı şeyleri değiştirmek hiç de kolay değil, ben de olsam değiştiremem, kim olsa değiştiremez, öyle bir sistem var” anlayışı hakim. Bu açıdan geleneksel siyasete baktığımızda, evet öyle bir olgu var. AKP öncesindeki özelleştirme kanunları, önceki siyasal partiler döneminde çıkmış olan bir şey. AKP hükümetinde bunun devamını görüyorsun ve buna karşı bir alternatif geleneksel siyasetin kurumlarından gelmiyor. Geleneksel siyasetin kurumları, o açıdan baktığımızda, sadece gençlerin taleplerine cevap veremiyor değil, aynı zamanda, toplumun geniş kesimlerinin sorunlarına da cevap veremiyor. Ya da işte Kürt sorununa da cevap bulamıyor. O yüzden baktığımızda, benim burada okuduğum, o küreselleşme, neoliberalizm hikayesinin Türkiye’deki yansımaları. Ama baktığımızda, geleneksel siyasetin de hiç bir şekilde yanıt bulamadığını ve bazı şeyleri gerçekten de değiştirmenin çok zor olduğunu görüyoruz. Bu açıdan da o direnişin devam ediyor olması, ama bir şey elde edemiyor olmaları da, o karamsarlığa bir tuğla daha koyuyor. Yani “Bak işte adamlar elinden geleni yapıyor, yine değişmiyor” tuğlaları gittikçe artıyor. Sistem bir anlamda değişiyor ve bu sistemde, mücadele alanı oldukça daralıyomuş gibi gözüküyor. Soru: Şu konuda, fikrini merak ediyorum. Bir çok müzik akımı gün içinde, gençler arasında, kök buluyor. Mesela klasik müzik bir müzik akımı değil, çünkü zaten 60 yaşında biri dinliyor, tişörtleri satılmıyor. Ama işte Heavy Metal’den tut, Emo’ya kadar bir sürü akım var. Bunun temelde, gençler arasında daha fazla yaygınlaşıp, daha popülerleşmesinin gençler özelinde bir nedeni


olduğunu düşünüyor musun? Mesela bir görüşe göre gençlerin daha az mülkünün olması, onları daha az muhafazakar yapıyor. Böylece yeni olan şeylere daha açık oldukları iddia ediliyor. D.L: Ben, gençler daha muhazafakar ve ya daha az muhafazakar ya da daha özgürlükçü gibi yaklaşımları pek sevmiyorum Şimdi bakacak olursak bunu sadece müzik için değil, kitaplar için de söylebilirsin. Mesela Murathan Mungan’ın çok sevdiğim bir sözü vardır. Diyor ki; “ Ben senelerden beri, sadece yazdığımla geçinen bir insanım, sadece kalemimden para kazanıyorum. Ve beni de gençler ve kadınlar okuyor” Yani bu anlamda baktığınızda, gençler hem yazarlar açısından, hem müzik piyasası için ve diğer yandan moda için, yani pek çok farklı alan için, aslında önemli bir tüketici konumundalar. Diğer yandan, bunu kötü bir anlamda söylemiyorum. Genelde bizde tüketici olmak, negatif olarak tanımlanır. Ama diğer yandan, gençlik tarihine bakacak olursak, 1960 öğrenci hareketi, gençlik hareketleri çok da kıvılcımlanmadan evvel 2. Dünya Savaşı sonrasında, özellikle 1950’li yıllarda, ilk defa gençlik kültürünün oluşmaya başladığını görüyoruz. Yani senin bahsettiğin o gençlik alt kültürlerinin aslında gittiği nokta tam da 1950li yıllar. Ve 1950’ li yıllar 2. Dünya Savaşı sonrasındaki o dönemde “baby boom generation” olarak tanımlanan, genç nüfusun, (toplumun diğer oranlarıyla karşılaştırdığımızda daha genç bir kesimin oluşturduğu) aynı zamanda ekonomik gelişmelerle beraber, cebinde harçlığının sadece yaşamını sürdürmesine değil ama bir şeyler satın almasına imkan tanıdığı bir dönemde, o gençlik kültürü ortaya çıkıyor. O dönemde gençler, nüfusun önemli bir bölü münü karşıladığı için, konuyla ilgili ciddi pazarlama araştırmaları yapılıyor. Gençler ne satın alır? Ne

satın almak istiyor? Ne talep ediyor? Bence çok ilginç olan, işte bütün o pazarlama stratejisiyle, gençlik kültürünün de oluşmaya başlıyor olması. İşte gençlik modasından, gençlik müziğine, gençlik dansına, gençlik edebiyatına kadar pek çok şeyin o dönemde karşımıza çıktığını görüyoruz. O yüzden mesela muhafazakar mı, değil mi? konusuna bir gönderme yapmak için söylüyorum; ünlü Beat Generation Kuşağının yazarlarının (Jack Kerouac, Allan Ginsberg, vb.) kitaplarının basılması için uzun bir zaman beklediler. “Pornografik yazılar bunlar, edebiyat da yapmıyorlar ki” deyip kitaplarını basmadılar. Mesela Kerouac “Yolda” kitabının basılması için senelerce bekledi.


Kapitalizm zaten de böyle bişey, her şeyi içine alabiliyor, “bunda bir şey var, demek ki bundan satış yapabilirim” diyor ve onun üzerine bu yazarların kitapları, büyük yayınevleri tarafından basılmaya başlanıyor. Ardından da özellikle Beat Kuşağı’nın kitle hareketleri, savaş karşıtı hareketler gibi siyasal hareketler üzerinde çok önemli olduklarını gördük. O yüzden ben hiç bir zaman kültürle, siyaset arasında ciddi ayrım yapmayanlardanım. Bence 60’lı yılları anlamak için, o gençlik kültürünün oluşmasını, o gençlik kültürü ortaya çıktıktan sonra da siyasal taleplerle karşımıza çıkışını görmemiz gerekiyor. O açıdan da yine Türkiye’deki gençlik alt kültürlerine baktığımızda da, evet tüketim yanı da var, ama diğer yandan da kendini bir genç olarak var etme, kendini ifade etme, kendi üretimiyle karşımıza çıkmak gibi bir özelliği de varmış gibi geliyor. Ve gençlik kültürleri üzerine de çok ciddi çalışılması gerektiğini düşünüyorum. O da yine bence Türkiye’deki çok ciddi eksik alanlardan bir tanesi. Soru: Sosyal meselelere karşı, tüketici boyutunda bakarsak, gençleri duyarlı olarak görüyor musunuz? D.L: İlk olarak şunu söyleyeyim, Boğaziçi Üniversitesi’nde, her sene, her iki dönemde, gençlik sosyolojisi diye bir ders veriyorum ve her dönem gençler arasından mutlaka bir kişi, gençlik, tüketim toplumu ve reklamlarla ilişkili bir ödev yapıyor. Bu Genç Turkcell, kampüsteki bankalar ya da kampüsteki reklamlar üzerine olabiliyor. Ama her sene ilişkiyi irdeleyen bir çalışma var ve bunun da çok önemli olduğunu düşünüyorum. Ama duyarlılık, toplumsal duyarlılık açısından bakmak, özel olarak bir saha araştırması yapmayı veya özel olarak inceleme yapmayı gerektiriyor. O bilgi bende malesef yok. Ama Unilever, Henkel, Genç Turkcell gibi şirketlerin yöneticileriyle, pazarlama müdürleriyle görüşen bazı öğrencilerimden, şirketlerin bir strateji olarak, özellikle bazı ürünlerde gençleri hedef kitlesi olarak seçtiğini biliyoruz. Bu yüzden de gençlik üzerine yazıp çizen sosyologlar diyorlar ki, özellikle tüketim toplumuyla beraber gençlik de artık satılan objelerden bir tanesi oldu. Ama bunu sadece gençlere yönelik bir ürünün satılması olarak düşünmeyelim. Mesela şampuan satarken de, “ Eğer genç ve güzel gözükmek istiyorsan, o zaman bu ürünü alacaksın” gibi, yani gençliğin de bir ürün haline


geldiğini, ama diğer yandan ürün haline gelirken, yaştan da soyutlandığını söylüyorlar. Bu da bence çok ilginç. Yani artık genç dediğimizde, özellikle tüketim toplumuyla beraber, bütün bu stratejilerle beraber, sadece yaş olarak genç olandan bahsetmiyoruz. Genç görünenden de bahsetmeye çalışıyoruz. Ve herkes de genç görünmeye ve dinamik olmaya uğraşıyor. Bu açıdan yaşlılık üzerine çalışma yapıyor olmak da çok önemli. Çünkü diğer yandan, tüketim toplumuyla beraber, kimse yaşlı olmak ve elden ayaktan düşmüş olmak istemiyor. Bu yüzden gençlik çalışırken ister istemez, “Yaşlılık ne demek?” “Çocukluk ne demek? “Yetişkin ne demek?” gibi soruları da soruyoruz. Mesela sigorta reklamları, “Yaşlılığınızı nasıl yaşamak istiyorsunuz?” “Emekliliğinizi nasıl yaşamak istiyorsunuz?” söylemleri ile aslında, bize, yaşlılıkta, emekli olduğunuz zaman da mutlu olmak istiyorsak, şimdiden yatırım yapmak zorunda olduğumuzu söylüyor. Çevre konusuyla ilgilenen Bahçeşehir Üniversitesi’nde araştırmacı olan, doktorasının son aşamalarında olan Barış Gençer Baykan diye bir arkadaşım var. Onunla birlikte, çevre hareketinden ama farklı örgütlenmelerden olan gençlerle bir odak grup yapmıştık. Onlar çok muzdariptiler. Hala çevre konusu yan bir şey olarak, çok “lüks” olarak gözüküyor.3 Ama diğer yandan yaptığımız odak gruplarda da dünyanın sorunları dediğimizde çevre sorunları da dile

getiriliyor. Türkiye’nin sorunu olarak çevreden bahsedilmeyip dünya sorunu olarak bahsedilmesi bize çok ilginç gelmişti. Yorum: Türkiye, dünyada değilmiş gibi D.L: Bir de özellikle çevre örgütlenmelerinde olanlar, yaptıklarının (yoksulluk, şiddet, gibi çok daha “can alıcı” şeyler varken) çok lüks olduğuna dair bir algının var olduğunu ve bunun sıkıntısını çektiklerini söylemişlerdi. Ama senin söylediğin soruya maalesef yanıt veremem çünkü o ayrı bir saha. 3 Bkz. B.G. Baykan ve D. Lüküslü, “Gençlere göre çevre: Küresel ama Satırarası Bir Sorun”, Gençler Tartışıyor. Siyasete Katılım, Sorunlar ve Çözüm Önerileri içinde, İstanbul, TÜSES Yayınları, 2009.


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.