Getik Fanzin | Haziran | Sayı 1 |

Page 1

1


Boyundan büyük bir işe kalkıştığını düşünerek hayallerini erteleyip duran insanlar… Söyleyecekleri olanlar, anlatmak isteyenler, canı sıkılanlar, canı çok sıkılanlar, yazmasaydım delirecektim diyenler… Yukarıda saydığım semptomları gösteren bir grup insan bir araya geldik ve belli bir konsepte bağlı kalmadan istediklerimizi yazdık. Herkesin kendine göre bir şey bulabileceği, keyifli bir fanzin olmayı başarabilirsek ne mutlu bize. İlk elin günahı olmaz demişler. Biraz da buna sığınarak ilk sayımızı sizlerle buluşturduk. Adımızın bir manası yok. Her şey bundan 11 yıl önce geyik.com adresini almak isteyip (o zamanlar liseliydik ve çok komik olduğumuz konusunda hem fikirdik) yanlış harfe basmamızdan kaynaklanıyor. Sonrasında isim bulamadığımız her şeye Getik ismini vermeye başladık ve eş, dost, arkadaş da bunu benimsedi. Hal böyle olunca fanzinimizin adı da Getik oldu. Yazanın, çizenin yahut anlatanın neredeyse hor görüldüğü bir zaman dilimine denk gelmiş olsak da aynı frekansı yakalayabileceğimiz insanları bulabilmek ümidini taşıyoruz. Yazarlar, çizerler, benim sadece bir sayılık malzemem var, onu yazar sonra da kaçarım diyenler yahut bambaşka bir fikir ile aramıza katılmak isteyenlere kapımız sonuna kadar açık. Keyifli okumalar… LEVENT ÜSTÜNBAŞ

MELİKE KOÇ | ELİF DELER | SETENAY AKSU | DORUK DEMİRÜSTÜ SAMET IŞIKAY | FURKAN ÜSTÜNBAŞ | EMRE SÜZER | KEREM YENDİ MEHMET ŞAMİL DAYANÇ | SAMET AYDİLEK | MELİH KURAL | CAN DOĞAN UTKU TAN ÇAĞLAN | AYKUT ÇAKAR | TUNAHAN SİL | ERDEM GÜZEL ENRİCO RATSO | ÖZCAN ALDIBAŞ | ÖMER ŞİAR | EMRE ÜTÜKLER ÖZAN ERENAY ŞENER | HASAN UKİL | MUSTAFA DUYMUŞ | LEVENT ÜSTÜNBAŞ REDAKSİYON KAPAK TASARIM DİZGİ MATBAA

FURKAN ÜSTÜNBAŞ | SETENAY AKSU | MEHMET ŞAMİL DAYANÇ UTKU TAN ÇAĞLAN LEVENT ÜSTÜNBAŞ LEVENT ÜSTÜNBAŞ YOK (BİTMEYEN KARTUŞLU YAZICIMIZ VAR)

@GetikDergi @getikdergi getikdergi@gmail.com

2

TWITTER INSTAGRAM MAİL


YAZI | ENRİCO RATSO ilgi çağında yaşadığımızdan mütevellit bilgiye hasret insanlarımızın sayısı da çoğaldı.İşte bu babadan oğula nesil süper gençlerimizin boğaza nazır yalılarda doğum günü kutlaması için elimizi taşın altına koyduk. Getik Üniversitesi, vizyonu-misyonu birbirine denk bireyler yetiştirip Anadolu bozkırlarına salmayı amaç bellemiş bir ekiple kuruldu.İktisadından, hayat bilgisine kadar alanında uzman zıpçıktılarımız ile zürriyetinizi taçlandırmayı ilke edindik.

B

Ders Programı: Ekonomi: Para ve paranın neden bu kadar güzel olduğu konusuna yoğunlaşmış, sosyalist iktisat kuramlarının saçmalığı üzerine latifelerle süslenmiş, piyasa sisteminin muhteşemliği üzerine güzellemelerle yoğrulmuş bir alan dersi.İlk dönem:arz-talep, üretim-tüketim fonksiyonları, para politikası konularında matematik zırvalarıyla desteklenmiş grafik zırvaları var.İkinci dönem ise para harcama, çek bozdurma ve ay sonunu getirebilme üzerine yoğunlaşılacak.Ayrıca seçmeli ders olarak da ‘’enflasyon ve deflasyon dönemlerinde makyaj ve kıyafet tercihleri’’ ve ‘’Vahabi kalkınma modeli ve niteliksiz beşeriyet’’ isimli dersleri seçebilirsiniz. Tarih: Aslında Bilecik diye bir yer olmadığı, Yozgat’ta yaşayan insanların Bozcaada’da yaşamaları halinde Dünya’nın daha güzel olabileceği konularında münazaralarla ve epik şiirlerle desteklenmiş bir ders.İlk dönem:Atatürk’ün hangi takımı tuttuğu, Osmanlı döneminde herkesin sarayda yaşamadığı ve Hitler’in aslında tek bir insan olduğu konuları var.İkinci dönem:Muhteşem Yüzyıl, Fetih 1453 ve Spartacus-Blood and Sand gösterimleri.Ayrıca birlik ve beraberliğe en çok ihtiyacımız olan günlerde sizi daha erdemli ve vatanperver gösterecek şekilbazlıklar hakkında alanında uzman eski Anap’lılar uygulamalı dersler verecek.

3


Felsefe: İlk dönem:Tanrı’ya giriş.Gayrı resmi toplantılar ve açık hava gezileri aracılığıyla Tanrı’yla tanışma.Tanrı’dan çıkış.İkinci dönem:Platon’dan Russell’a kadar bütün filozoflar okunup aşağıdaki konular tartışılacak. 1-Başlık parası mı, tek taş yüzük mü? 2-Muhafazakar hükümetler ile cennetin çan eğrisi yükseliyor mu? 3-Kürtaj mı, kardeş katli mi? 4-Gurbette solcu memlekette sağcı olan Almancılar’ın psikopatolojisi. 5-Neden bazen hayat anlamsız gelir, özellikle halter kaldıran ve gülle atan kadınlar gördükten sonra? 6-Protestan ahlakı mı, faizsiz bankacılık mı? Astronomi’ye Giriş: Bir gaz yığını olan sistemimizin her an patlayarak gezegenimizi yok edebileceği ve böyle bir olay olduğunda ülkesini-milletini seven iyi bir vatandaşın nasıl davranacağı öğretilir.Ayrıca Aslan burcunun muhteşemliği üzerine köçek gösterileri düzenlenecek. Müzik: Beethoven’ın bestelediği cep telefonu melodileri eşiliğinde klasik müziğin sıkıcılığı üzerine şakalaşmalar.Yabancı dil bilmediği için emprovize jazz parçalarını dinleyemeyen kederli müzikseverlerle en son çıkan Colin Mcrae albümü üstüne derin muhabbetler. Matematik: Vivaldi’nin bestelediği ‘Çocuğum zeki ama çalışmıyor’ ve ‘Yakışıklı değil ama sempatik, önemli olan iç güzelliği’ konçertoları eşliğinde, başta Einstein olmak üzere önemli bilimadamlarının çocukken gerizekalı olduğu temalı serbest dans ve canlı epic fail gösterileri.Dönem sonunda da bekleneni veremeyen, bozuk çıkan ve çalışmayan çocukların Tanrı’ya iadesine yönelik pagan ayinleri düzenlenecek. Kültürel Etkinlikler: Öğrencilerimizin deney ve icatlarından arta kalan zamanda asosyal yönden de gelişmeleri için süpriz aktiviteler.

4


ALKIŞLIYORUZ M İ L L E T Ç E İNCELEME | SAMET AYDİLEK

B

angır bangır 2-3 aydır alkışlıyoruz. Sokakta, Twitter’da hatta ve hatta Periscope’ta dahi. Peki biz neyi alkışlıyoruz? Bu ve devam yazılarında izlediğiniz arkadaşlarınızla paylaştığınız reklamları, hepimizin kullandığı fakat arka yüzünü merak ettiği markaları ve bu sayıya özel bir seçim kampanyasını inceleyeceğim. Hepimiz şu sıra sürekli duyuyoruz ‘’milletçe alkışlıyoruz, oy verin gitsinler’’ cümlelerini peki biz neyi alkışlıyoruz ? Hepsinin cevabını vereceğim. Fakat hepsinden önce Ali Taran’dan bahsetmem gerekiyor. CHP bu seçim kampanyasını Cem Uzan’ın da yaptığı gibi Ali Taran’a emanet etti. Ali Taran kimdir derseniz aslında pek çoğunuz onu bir yarışma jürisi olarak tanıyorsunuz ama Ali Taran aslında çok daha fazlası. Bugüne kadar Mavi, Tokai, Derby (Ali Desidero), Fındık Tanıtım Grubu (aganigi naganigi) gibi kalıplaşmış, çoğumuzun bildiği reklamların yaratıcısı. Aslında bu Ali Taran’ın ilk seçim propaganda deneyimi değil. Daha öncesinde Cem Uzan ile birlikte çalıştı ve ilginç bir başarı elde etti. Sadece 66 günde sıfırdan gelen bir partiyi %7.2 gibi bir oya taşıdı. Şu sıralar ise CHP için projeler üretiyor. Slogan ve stratejiden biraz bahsedersek: En başta ‘’milletçe alkışlıyoruz’’ gibi dinamik, hareketli marşvari bir slogan seçilmiş. Toplumumuz böyle dinamik, harekete geçiren sloganları seviyor ve bunu CHP’nin ilk mitinginde de gördük aslında. Kampanya stratejisinde ise ekonomik vaatler daha öncelikli. Özgürlük ve entelektüellik

ikinci sırada. Söylem olarak daha vaatlere yönelik, kararlı bir tutum sergileniyor. Yani her seçim o meydanlarda gördüğümüz bir şey üretmeden sadece çamur atma siyaseti yapılmıyor bu kez. CHP’ye çok şey katacağını düşünüyorum bu davranışın. Peki başka neler yapılıyor ? Bu seçimlerde teknoloji daha verimli bir şekilde kullanıldı. Örneğin Ekşi Sözlük, Periscope, Twitter çok daha etkin. Kılıçdaroğlu Ekşi Sözlük‘te açılan CHP hesabı ile yazarların sorularını cevapladı. Sayfalarca entry girildi, yoğun bir katılım vardı. Bu anlamda bir ilk yaşandı. Hala süren bir Periscope yayını var ve yine bir ilke imza atılıyor. İzleyenlerin soruları canlı canlı cevaplanıyor. Twitter’da ise bilgi akışı sağlanırken yine sorulara cevap veriliyor. Bunlar seçmene ulaşmada çok daha yararlı yollar diye düşünüyorum. Son olarak ise Kılıçdaroğlu, yayınladıkları bir viralle Anneler Gününü kutladı ve olumlu da bir tepki aldı. Bu projenin en başında tek bir endişem vardı: Acaba bu alkış meselesi yeterince çözülemezse? Yani insanların kafasında ‘’ben neyi alkışlıyorum gibi bir soru oluşursa ?’’ Bu soru işaretleri de yayınlanan devam filmleri ile çözüldü. Kampanyaya göre bu bir protesto alkışı. Ekonomi, özgürlük, kaydebilen kardeşlik gibi duyguları alkışlayarak protesto ediyoruz. Diğer bir konu ise ‘‘acaba reklamlarda duvarda bulunan damgalar seçime kadar bize de ulaşır mı ?‘‘, ‘‘kendi sokaklarımızdagörebilir miyiz ?‘‘ , “acaba bu illegal bir şey mi olur ?‘‘ derken Adalar’da dolaşırken rastladım. Sadece yerlerde değil pek çok apartmanın duvarında da vardı. Hala soru işaretleri var acaba bu legal bir şey mi ? Yeniliklerle dolu, teknolojiyle kaynaşmış sadece televizyon kanalıyla sınırlı kalmayan bir seçim propagandası izliyoruz. Bakalım ne gibi bir artısı eksisi olacak ? Ben de merakla izliyorum... 5


BENİM HÜZÜNLÜ GÜVERCİNLERİM ÖYKÜ | SAMET IŞIKAY

G

ökyüzünde bir şeyler var; insanı içine iten bir koyu bir girdap oluşmuş, kararmış, aciz ve dertli görünüyor. Dokunsalar ağlayacak, ağlasa rahatlayacak gibi. Bulutlar bir güvercin kadar ürkek, kendi içinde sıkışmış, ne yapacağını bilmiyor. Bir şeyler var anlaşılıyor bakınca. Ah bir akıtsa hüznünü bulut, güneş açacak, yağmur bir hediye gibi inecek şemsiyesini evde bırakmış insanların üzerine. O sabah uyandığımda gökyüzü ile aramda bir fark yoktu. Gözlerimi açtığım gibi, dün gece tavanda belirlediğim nokta ile göz göze geldim. Bir sigara yaktım, bu kez dumanını tavana değil, gökyüzüne saldım.Ah bir ağlasa gökyüzü ben rahatlayacaktım. O ağlarsa ben de ağlardım. İzmariti masama dik bir şekilde bırakıp ayaklarımın altındaki hırkamı sırtıma geçirdim. Annem evdeydi, özlemişim görünce farkettim. ‘’Anne ben çıkıyorum.’’ Dedim. ‘’Nereye oğlum?’’ Dedi. ’’ Bozüyük’ten buraya dolu bir bulut yaklaşıyor onu yakalayacağım.’’ Dedim. Gülümsedi, çıktım. Bozüyük’te gökyüzü buradan farksızmış, Bedri anlattığında öğrendim. Bir şeyler olmuş belli; kapalıymış, daha acizmiş, dertliymiş. Bedri o eski halin oradan binerken otobüse, biri dokunmuş olmalı ağlamış. ‘’İçerisi sıcak, dışarısı soğuk. Yağmur damlaları otobüs camlarında intihar peşinde. Çarptıkça yok oluyor. Beceremeyenler gözyaşına dönüyor, usulca akıyor camlarda. Buğulanıyor camlar, buğulanıyor gözlerimiz, düğümleniyor içimizdeki şeytan. Şöför uykulu, otogara bir an önce gidip, sigara içebilme derdinde. Uzun lark. Hızlanıyor, hızlandıkça kesik kesik akan şeritler birbirini yakalıyor. Onlar da ayrılmama derdinde. Herkes, her şey bir şeylerin derdinde.’’ Diye anlattı, daha sonra Bedri. Çıktım evden, henüz akıtamamış hüznünü bulut. Cami önünde cemaat bastonlarıyla ayakta durabilme derdinde, karşısındaki çay ocağında ise bir kamyon tuğlayı yeni indirmiş inşaat işçileri çayına sigara yedirme derdinde. Biraz yürüdükten sonra çırak Mevlüt ile karşılaştım. Yerdeki saçları süpürmüş, dışarıdaki havluları topluyordu. Hissetmiş olmalı, yakın vakitte bütün hüznünü akıtacak olan bulutları. Kulaklığımı taktım. Deep Purple’dan ‘’Soldier of Fortune’’ çalıyor. Hayır hayır, geç dedim. Peki Mor ve Ötesi’nden ‘’Re’’ dedi bana. Olur, dedim. Yürüdüm. Adaların sonuna çıktım. Kimine göre başı. O kırmızı dolmuşların yolcu indirip, bindirmek için durdukları yer hep bir sonu çağrıştırdı ben de. Bu yüzden adaların sonuna çıktım. Sol tarafta kafeler belirdi. Boktan kafeler.

6


İçlerinden biri hariç. Yol boyunca boktan kafeler. Hariç’e oturdum, çay ısmarladım kendime. Bedri’yi beklemeye başladım. Bedri geldi, tedirgin ürkek acıyor. Göz yaşları kurumuş olmalı, burnu akıyor. Peçete de yok yanımızda, kollarımıza siliyoruz akan sümükleri. Sıra altları ifşa olduğundan beridir, kollarımıza sileriz sümüklerimizi. Cemil’i de unutmamalı. Onu da anıp, Tülomsaş’ın karşısındaki banka koyulduk. Sırt çantasındaki kitapları bırakıp masasına, birayı doldurmuş gelmiş. Bankın sağ köşesi yine bomboştu. Daha dün gece bir şarapçının ayakkabıları üstündeki başını misafir etmiş oysa. Bedri’ye bundan üç yıl önce tam da bu bankta tülomsaş yazısına bakarak Ahmet Kaya’nın Yakamoz ve Sen kasetini dinlediğimi anlattım. ‘’Bundan iki yıl önce de o yazıya bakarak şiirler okudun.’’ Dedi. Burnu akıyor, durmuyordu. Ekledi, ‘’Bundan beş yıl önce logaritma vardı, özledim.’’ dedi Bedri. Bu esnada biramın sonuna yaklaşmıştım. İşemek geldi içimden, gökyüzüde ağlayamadan kapadı kendini, karardı, büzüldü, yok oldu. Seksenlerden kalma bir alışkanlığı, şiir sokakta kafasıyla devam ettiren gençler geldi aklıma. Sidiğimle katkı sağlamak istedim. İdrar torbamdaki sıvı yetmedi buna, geri döndüm. Aynı eylemi sırayla ikişer kere yapmış olmalıyız. İki sikten bir şiir çıkmazdı duvarlarda bunu da anladık. Kafamız güzelleşiyordu. Alkol acıyı sırtlıyor, yükümüzü hafifletiyordu.Bedri, “Bir adam ağladığında,” dedi. “Güvercinler susar.” Diye tamamladım. Daha birkaç gün önce balkonumda ölmüştü bir güvercin. Bir adam ağladı, biz sustuk. ‘’ İki adam ağladığında,’’ dedim. Bedri, ‘’Su birikintisi kucak açar.’’ Diye tamamladı. ‘’O kucağa kendini bırakmak için tek bir sebep vardır.’’ Dedim. ‘’ ‘’Bırakmamak içinde tek bir sebep var.’’ Dedi. İkisi aynı şeydi. Ama bu x=x değildi. X x’e nasıl eşit olabilir ki? X x’i götürdüğünde ortada bir eşitlik kalır. O da bir boka yaramaz. X’in biri sol köşede, diğeri sağ köşede. Güneş ışınlarını bile farklı açılarla soğuruyorlar. X x’e eşitse doğacak olan boşluğu bana ne bir denklem, ne bir teori, ne de diyalektik açıklayabilir. Biz o banktan ayrıldığımızda, ‘’dilimizde akşamdan kalma bir küfür, salonlar piyasalar sanat sevicileri… yakanda amonyak çiçeği… ‘’ arka fonda bize eşlik ediyordu. Susmuştuk, uzunca bir süre bu şekilde yürüdük. Köşede bir tekel gördüm, kapatmak üzereydi. ‘’Bedri gel şuradan kağıt mendil alalım.’’ Dedim. Konuşmadı, cebinden arta kalan bozukluklarını çıkardı. Konuşmadım, aldığım mendili uzattım. Epey geç olmuş, eve doğru yola koyulmuştum. Bedri ise yolunu çoktan yarılamıştı. Nereye gidiyordu? Bilmiyordum. Eve yaklaşırken usumda hüzünlü güvercinlerim vardı. Neredeler? Nerede susuyorlardı acaba? Hepsine yetecek kadar tavan arası ya da uzun boylu ağaç var mı acaba bu şehirde? Bu sorularla tekrar ölüp, tekrar doğmak için odamın kapısını araladım.

7


“TANRI ALAN MOORE’U KORUSUN!” YAZI | EMRE SÜZER

Ç

izgi romanın wikipedi tanımına bakacak olursak: “Çizgi ile hikâye anlatmak için birbirini takip eden panellerin (çerçevelenmiş resim) kullanıldığı bir sanat türü.” yazdığını görürüz. Tabii çizgi romanı bu kısa tanım tam olarak açıklamıyor. Ben biraz daha işin içine girip çizgi romanın yarattığı piyasayı, propagandasını, ülkemiz insanının hayatında bile nasıl büyük bir önem taşıdığını anlatacağım. Bizim neslimiz ve babalarımızın nesli olmak üzere çizgi romanı bilmeyen hemen hemen yok gibidir. Gerek babalarımızdan miras kalan Teksas, Tommiskler olsun gerekse dünyayı kötü uzaylılardan ve robotlardan kurtaran kahramanlar olsun çizgi roman ve kahramanlar hepimizin hayatında önemli bir yer tutmuştur. Benim çizgi romanla tanışmam her Türk genci gibi babamdan bana kalan Teksas, Tommiks, Swing gibi çizgi romanlarla gerçekleşti tabii o zaman tarihe ve bu kahramanlara ilgimin beni çizgi romanın içine almasına yetti. Yaş ilerledikçe ve büyüdükçe bana küçükken masum gelen bu çizgilerin ardında yatanları fark etmeye başladım: Amerika kıtasının keşfinden sonra yaşanan kolonizasyonun ve bu esnada gerçekleşen yerli kıyımının özgürlük adı altında birer kahramanlık öyküsü gibi anlatıldığı. Kendi propagandasını çok etkili bir şekilde yaparak yaşanılanların zihinlerde çarpıtıldığını ve bunun kitlelere çekici öykülerle yedirildiğini anladım. Teksas, Tommiks gibi direnişçi, zalimlere karşı savaşan kahramanların beyaz Amerikalı olması ve kötülerin hep “öteki” ırkların mensubu olması takipçilerinin de dikkatini çekmiştir. Tabii, bu bununla da sınırlı kalmadı, şu an ki popüler kültür olsun, çizgi romanın yarattığı pazar olsun, bunların hepsi Amerikan propagandası çizgisinde ilerledi. Soğuk Savaş döne-

8


minde Kızılderililer kötü adamlık vazifesini Ruslara, günümüzde ise Ruslar bu görevi Orta Doğululara devretti. Bunun en önemli sebebi Amerika’nın yerleşik köklü bir kültürü olmaması, daha doğrusu bir mitinin meydana gelmemesi ve bir şekilde toplumuna aidet duygusu kazandırmak için bir mit yaratmasıdır. Ancak daha sonraları artan tirajlar ve fanatik takipçi kitlelerin oluşması Amerikan politikası için altın değerinde bir algı operasyonu fırsatı sunmuştur. Bu sayede bir Amerikan miti oluşmuş ve bu mitin Amerika dışındaki toplumlara yansıması dünyayı yöneten kötü güçlerin olduğu ve bunlardan bizi kurtaracak olanın yine Amerika ve onun liberal paydaşları olduğu algısı zihinlere kazınmıştır. Bu Amerikan kültürünü öyle bir küreselleştirmiştir ki şu anki “süperkahraman” piyasasının yarattığı sermayeyi kimse yadsıyamaz. Bunu daha yeni vizyona giren süper kahraman filmlerinden anlayabiliriz. Oluşan dev pazar, çizgi roman ve filmlerle kalmamış süper kahramanların eşyaları, minyatürleri, hatta yaşayış tarzları dahi bizim evimize kadar girmiştir. Star Wars efsanesi belki de bunun en güzel örneğidir. Lucas Film işini o kadar iyi yapmıştır ki evren bu yarattığı karakterlerle kalmayıp, dizileri, başka karakterlerin hikayeleri, farklı evrenleri yaratmayı başarmıştır. Bu durmadan eser veren yapı, izleyiciyi kendinden koparmayan adeta uyuşturucu gibi kendine bağlayan bir organizma haline gelmiştir. Tabii bu yazdıklarımdan Amerika hepimizi yönetiyor tadında illuminatili, ezoterikli bir yazara evrileceğimi zannetmeyin. Ben de severim bir Dart Vader’ı hatta İletişim Yayınlarından kitap basacak kadar özlü söz söyleyen Joker’i. Tabii bu anlattıklarım her zaman böyle gitmedi. Rüzgara karşı duran, suyun akış yönünün tersine kürek çekmekte diretip, çizgi roman alemine tokadı basan ve Amerika’yı kendi propagandasıyla vuran bir adam çıktı. İşte bu adam kendisini bir sihirbaz olarak tanımlayan Alan Moore’dur. 1986 yılında çıkardığı Watchmen ile çizgi roman tarihini değiştiren sanatçı olarak anılmaktadır. Yazdığı çizgi roman çok fazla dile çevrilmiş ve İngitere’nin en önemli 100 kitabı arasına girmiştir. Hugo ödülünü de alan Watchmen öyle büyük bir yankı uyandırmıştır ki Alan Moore muhalif fikirleri yüzünden bir süre sonra İngiltere’yi terk etmek zorunda kalmıştır. Watchmen’de getirdiği süper kahraman ve soğuk savaş dönemi eleştirilerinin büyük etkisi olsa da sistem arada bir yaptığı kendi kendini eleştirme işine Alan Moore’u da alet etmiş ve çizgi romanları kendi lehine çevirip bundan yine bir piyasa elde etmeyi başarmıştır. V For Vendetta bunun belki de en güzel örneğidir. Alan Moor’un çizgisindeki anarşist karakter Hollywood sosuna bulanıp basit bir özgürlük savaşçısına dönmüştür. İşin özü siz ne kadar eleştiri de yapsanız Hollywood bunu çok güzel bir şekilde kendi lehine çevirip içini boşaltabilmektedir. Ancak yine de bu pazar hareketliliği çizgi romana olan ilgiyi de artırmış ve Guy Fawkes maskesi evrensel bir direniş sembolü haline gelmiştir. İşte bu yüzdendir ki Amerikan başkanlarının ağzına pelesenk olan konuşma bitiriş cümlesi “Tanrı Amerika’yı korusun” bizler tarafından “Tanrı Alan Moore gibileri korusun olarak söylenmelidir”. Watchmen’in yaratıcısı Alan Moore’dan bu kadar bahsetmişken çizeri Dave Gibbons’ın adını anmamak olmaz. Evet andık! Önümüzdeki sayıda görüşmek dileğiyle.

9


YAZI | DORUK DEMİRÜSTÜ

Ç

EVLİLİK Mİ EVCİLİK Mİ?

ocukluğunuzda hepiniz evcilik oynamışsınızdır. İtiraz edeceğinizi pek sanmıyorum. Büyümeye başlayınca oyun ciddileşmeye başladı. Ciddileşmenin ilk adımı gidip kızların saçını çekmek oldu. Kızlar içinse daha o zamandan, bu harekete bağırmak, ağlamak oldu. İşte orada anlamamız lazımdı aslında işin iyi bir yere gitmediğini, sonunun iyi yere çıkmadığını. İkinci aşama erkekler olarak bir kıza açılmaktı, başarıyla yerine getirdik. Bazen reddedildik, bazen olumlu yanıt aldık, yine de bir köşe başında suskun suskun, kaçamak bakışlarla izleyip utana sıkıla oturduk. Kızların bu konuda gelişimini pek inceleyemedim.

10

Üçüncü aşamaysa ölümcül triplere gerilen göğüstür. Başarılı ya da başarısız, bu adımı da atlattık varsayalım. Son aşama evlenme teklifi ve evlilik. Aslında her şey evcilik oynarken ne güzeldi değil mi? Peki neden evleniyoruz? Çoğumuz evliliğe koşar adım giderken, diğer yarı neden istemiyor evlenmeyi? Bu evlilikten ne bekleniyor? Aslında tüm bu soruların yanıtı basit. Sadece etrafınıza bakın. Ufak nedenlerle başlayalım, neden kadınlar evlenmek ister? Yüz kişiye sorduk on klişe cevap aldık. Bu klişelerle sizi yazıdan uzaklaştırmayacağım, işime de gelmez zaten. Basit bir özetle: gelinlik aşkı, çocuk sevgisi –ki bu bana göre en tehlikelisi-, statüko yani popüler adıyla para ve sosyal sınıf sevgisi, günümüzün korkulu rüyası aile baskısı, toplum baskısı gibi şeyler. Tek tek ele almak isterdim fakat yazı uzar da uzar. Tek başlıkla kelimeyle atlamak istiyorum: ÇOCUK.


Hem cinslerimin belli bir bölümü evlilikten kaçar -bana göre haklılar da-, aramızda nadir birkaç tip de var. Onlara da sorduk neden evlenmek isterler diye. Yine klişe aşk böceği adam çıktı ve sorularımı cevapladı: Aşık olmak ve çocuk istediği içinmiş. Belli bir kesimse mahallenin çöpçatan teyzeleri, anneleri doldurduğu için ya da düzenli cinsel hayat için dediler. Cinsel hayat diyeni kınayalım, hep beraber: “Çık, çık, çık”. Korkunçtur ki cinsellik için evlenenler var. Neyse, kendi tercihleridir, saygım var. Buyurun önden geçin! Bana göre erkeklerin evlenme sebebi kısa bir bilinç kaybı olabilir. Daha benim önümde zaman var bir terslik olmazsa tabi! Enteresandır ki, o kafamızda oluşan “kadınlar her zaman evlenmek ister” tabusunu yıkan kadınlar da var. Onlara da sordum. Evet hala kötü bakıyorlar. Birkaç kişi klişelerden devam etti: “Kariyer yapmak istiyorum ben taam mı ?” dediler, koşarak uzaklaştım. Bir günde bu kadar klişe yeter derken bir başkası çıktı “Beyefendiciğim, çocuk sorumluluğunu kaldıramam ben.” dedi. Uç noktadan iki klişe, orta yolu yine marjinal kızımız verdi: “Özgür olmak için.” dedi. Hak verdim, Türkiye’de bu kadar ön yargı, bu kadar baskı olmasına rağmen güçlüymüş, dedim, devam ettim. Jürimizin kararıyla bu turun galibi, marjinal kızımız. Son olarak erkeklere sordum: “Abi güzel, evlenmek istemiyorsunuz, ama neden?” Birçoğu boş boş baktıktan sonra “E moruk, özgürlük.” dediler. Hak verdim adamlara. Özgürlük biraz sert kaçıyor. Baskılar olduğu doğrudur, kızlı erkekli hepimizin dili yanmıştır. Milletçe ne kadar rahatız diye geçinsek de bir yamukluk vardır. Aradan sıyrılan bir klişe canavarı “Uygun kadın bulamıyorum.” dedi, linç ettik. Bu çook uzun yazıdan görebileceğiniz: 1- Türkiye adeta bir klişe cenneti,

2- Kızlarımız çocuklara aşık, 3- Erkeklerden de evlenmek isteyen varmış –beni çok şaşırttı4- İki tarafın da evlenmek istemek ve istememek için haklı sebepleri var, 5- Evcilik sanılan evlilikler yapılıyor. Çünkü, oyy çocuk yapayım, oyy eve para götüreyim de hanımla çocukla yiyeyim, dünyası yok. Bu yüzden evlilikler kısa sürmeye devam edecek. 6- Evlenmeyin, 7- Hadi evlendiniz çocuk yapmayın, 8- Hadi oldu hata çocuk yaptınız, düzgün eğitim verin, 9- Eğitim verdik hayırsız çıktı, it-uğursuz oldu, derseniz 6. maddeye geri dönün ve çocuğunuza bunu uygulatın. Sevgiyle kalın, evlenmeyin.

11


YAZI | ELİF ‘KHEPRA’ DELER

C

osplay diğer ülkelerdeki alt kültür topluluklarının çeşitli etkinliklerde boy gösterdikleri bir hobi olmakla birlikte Türkiye'de adını yeni yeni duyurmaya başladı. Anime, manga, rpg, frp ve oyun platformlarında karakterlere bürünmek olarak açıklayabileceğimiz bu olgu, aslında Türkiye'de 2008’den itibaren küçük partilerle Ankara'da başlamış, 2011 yılında konvensiyonal bir oluşum olan Torucon ile ilk cosplay etkinliği ODTÜ Vişnelik tesislerinde olmuştur. Costum-play esasına bağlı olarak etkinlik çerçevesinde beğendikleri, özendikleri, kendilerine uyduğunu düşündükleri, kimi zaman en etkilendikleri karakteri

12

COSPLAY

hayata geçirdikleri bu etkinliklerlerde çeşitli yarışmalar (cosplay yarışmaları, anime müzikleri başta olmak üzere karaoke yarışmaları, manga çizimi yarışmaları, tabii ki rgp, frp ve çeşitli platform oyunlarının street fighter, mortal combat, tekken gibi) cosplay ve alt kültür etkinliklerinin olmazsa olmazı haline geldiler. İnsanlar hem cosplay aracılığı ile karakterlere benzemek adına dikiş, crafting gibi uğraşlar hakkında beceri sahibi olmaya başladı hem de ortak zevkleri olan insanlarla bu etkinlikler sayesinde tanışmış oldular. Alt kültür sosyal medya ile son iki üç yılda büyük bir yayılma görse de etkinliklerin insanların sosyalleşmesindeki katkısı yadsınamaz. Dikiş, crafting gibi uğraşların yanı

sıra cosplayerlar, sahnede canlandırdıkları karakterlerini sergilemek adına oynadıkları skeçlerle de hem özgüven sahibi oluyor hem de sahne deneyimi yaşıyorlar. Kostümlerini kendileri yapsa da hazır olarak satın alsalar da insana pek çok yönden kazanım oluşturan bu oluşum, Japonya’da 1990’larda başlamış olup kısa sürede Avrupa ve Amerika'da da popüler kültür haline gelmiştir. Türkiye'de bugün konvensiyonlar haricinde sosyal medya sayesinde, cosplayerlar kendilerini tanıtabilme imkanı buluyor. Özellikle son dönem bir hayli popülerleşen League of Legends adlı moba oyun (kısaca LOL) içinde barındırdığı karakterler ile cosplayerlar için zengin bir karakter içeriği oluşturmuş,


karakter seçimleri için sıkça başvurulan bir oyun haline gelmiştir. Türkiye'de bu oyunun geniş kitlelerce oynanması, cosplayin tanınmasına vesile olmuştur denilebilir. Bugün Türkiye'de altkültür ve cosplay etkinliklerinin başını Torucon, Kontakt, İzmircon, Dracon, Gamex gibi etkinlikler çekiyor. Etkinlik tarihlerine etkinliklerin Facebook sayfalarından ulaşabilirsiniz. Kişisel olarak cosplay ile uğraşan birisi olduğumdan etkinlikleri sıkı takip ediyor ve etkinliklerden keyif alıyorum. Kostüm hazırlamanız şart değil etkinliklere sivil olarak da katılabiliyorsunuz. Etkinlikler bir ila iki gün sürüyor ve doya, doya vakit geçirip sevdiğiniz karakterlerlefotoğraf çekinebiliyorsunuz.

Açılan workshoplar ve,figüran satışı yapan standlarda keyfinize göre alışveriş yapabilme imkanına sahip oluyorsunuz. Bir çok yabancı cosplayerın facebook sayfasına ulaşabileceğiniz isimleri; Kamui Cosplay, Lightning Cosplay, Calssara Cosplay, Tasha Cosplay, Saya Cosplay, Kaname Cosplay, Orobas Cosplay, Yayahan Cosplay, Vampy bit me vesaire idir. Türkiye cephesindeyse Sensee Cosplay, Melodi kızılgün, Grinningsun Cosplay, Ayça frost, Anzujaamu, Valennia Cosplay, Ophelia cosplay, Clair de Lune Cosplay& Tasarım, M.E.G Cosplay, Reriyume Cosplay, Leah Cosplay, Stymphalia Cosplay Alt kültürün popüler olgusu cosplay adlı bu renkli oluşumun sizlere aktarabileceğim başlıca isimleridir. -

13


HÜZNÜ ARZULAMAK

YAZI | EMRE ÜTÜKLER u çok çiğ çağda kapitalizm girdabı bizi içine çekiyor ve yutuyor. Pragmatist yaşamın en güzel yaşam olduğu okullarda beynimize sokuluyor ve tüketime muhtaç ediliyoruz. Hatta ve hatta tüketimin kölesi haline getiriliyoruz. Ne yapmalı ? Bu girdaptan nasıl kurtulmalı? İnsanlar çağlar boyunca çeşitli sistemlere karşı çeşitli şekillerde direnmişlerdir. Ortaçağ karanlığına karşı sanatla, bilimle ve felsefeyle direnmişlerdi örneğin. Dinlerin ilk çıkışlarına baktığımız zaman, insanların sisteme din ile direndiğini görürüz. Aşktan söz etmeye gerek var mı? Aşk bu çağa kadar en büyük direnişti. Madame Bovary’nin, Anna Karenina’nın topluma dolayısıyla da sisteme nasıl direndiğini okuruz. Ne güzel direnişleri aktarıyor bize kitaplar. Örneğin Şehrazad hükümdarın canice sistemine masal anlatarak direnmişti. Ya bugün nasıl direneceğiz? Marx kapitalizm için şu tespiti yapar: “Kapitalizm maddi malların üretimi olduğu kadar, bir arzu üretimidir aynı zamanda”. Kapitalizmin ürettiği arzuların insanı nasıl tüketim çılgını, dolayısıyla da eşyanın kölesi yaptığını Baudrillard durmadan anlatıyor. Çoğumuzun izlediği Fight Club da bu noktaya odaklanıyor. Eşyanın kölesi olmak istemeyen insan direnişi seçiyor. Bazen aşkla, bazen bilimle, bazen de dinle direniyor; fakat ne yazık ki kapitalizm arzu üretmeye devam ediyor. Bilim’in iktidarı her zaman isimleri ön plana çıkarıyordu. Thales’in, Pisagor’un, Arşimet’in, Newton’un, Pascal’ın, Einstein’in, Heisenberg’in isimlerini biliyoruz. Günümüzde bilimin eski çağlara göre çok daha hızlı ilerlediği söylenmesine rağmen niçin bilim insanlarının ve dünyamızı aydınlatan icatlarının isimlerini duymuyoruz, bilmiyoruz? Bilim insanları niçin “Nasa’lı bilim adamları”, “İsviçreli bilim adamları” gibi toplulukların arkasına saklanıyor? Çünkü bilimin insanları aydınlığa ulaştıracağına dair inanç atom bombalarıyla ve Nobel’in icat ettiği dinamitlerle yok olmuştur. Bu yok oluştan sonra da bilim arzu nesnesine dönüşmüş, emperyalist ve kapitalist arzuların kölesi olmuştur.

B

14


Manevi olarak git gide değersizleşmiştir; fakat arzu nesnesine dönüşen bilim “teknoloji” adıyla bizi esir almıştır. Bilim insanları yok olmuş, mühendisler ortaya çıkmıştır. İcatların yerini ürünlerin yeni modelleri almış, hepimizin ismini bildiği bilim insanları yerlerini isimlerini hepimizin bildiği şirket CEO’larına bırakmıştır. Din de bu çağda arzu nesnesine dönüşmüştür. Örneğin yüzde doksan dokuzu Müslüman olan ülkemizde parası olmayanlar Hac ibadetini yerine getirememektedir. Bu durum da ibadeti maddileştirmektedir. Arap Krallığının uygulamalarıyla Hac ibadetinin yapıldığı kutsal topraklar meta olarak kullanılmaktadır. Örneğin çoğu tarihi yapı yıkılarak yerlerine oteller inşa edilmiştir. Hilton Otellerinin olduğu, Paris Hilton’un butik açmayı düşündüğü kutsal topraklardaki arsa fiyatları günümüzde Las Vegas’taki arsa fiyatlarını geride bırakarak dünyadaki en pahalı arsa fiyatları olma özelliğine sahip olmuştur. Dünyanın en büyük, en pahalı saat kulesi dikilerek gösteriş yapılmış, kutsal olarak kabul edilen topraklar “show” mekanına dönüştürülmüştür. Bir yazarın da değindiği gibi “Kabe müslümanların Disneyland’ı” olmuştur. Pembe diziler de “aşkı” bir arzu nesnesine dönüştürmüş, “romantik” sözcüğünün de içi boşaltılmıştır. Sevgililer günü, doğum günü adı altında tüketim çılgınlığı çarkı ne kadar da hızlı dönmektedir. En çok üzüldüğüm nokta ise çiçeklerin doğaya acımayan insanların elinde tüketim nesnesine dönmüş olmasıdır. Çiçek her zaman bir tüketim nesnesiyken bu çağda durum biraz daha farklıdır. Çiçekler bu çağda doğaya acımayan insanların elinde tüketim nesnesine dönüşmüştür, yakasına karanfil takanların elinde değil. Cinsellik de bu durumdan nasibini almıştır. Ne yazık ki “porno çağı”nda yaşıyoruz. Tenlere saygı kalmamış, insanlar tüketilebilir et parçasından ibaret sanılmaya başlanmıştır. Arzu edilen özneler artık arzu edilen nesnelere dönüşmüştür. Cinselliği tabu olarak kabul eden erkek egemen toplumlarda ise durum daha da vahimdir. Cinselliği pornolardan tanıyan gençler arzuyu ve cinselliği pornolardan ibaret sanmakta ve pornolardaki yapaylığa hapsolmaktadırlar. Tenlerinin farkına varmayan bireyler cinsel işkencelere başvurmaktalar hatta ve hatta tecavüz suçu işlemekteler. Erotizm de tam da burada sözü edilmesi gereken büyük bir direniştir. Karşımızdaki kişinin nesne değil de tapılacak bir varlık olduğunu söyler bize. Pornonun tam tersidir. Ülkemizde erotizm kolayca sansürlenirken, porno sansürlen(e) mez. Sansürlene sansürlene belleklerden silinen erotizmin yerine cinselliği pornolardan öğrenmeye çalışan bu toplumlarda porno kültürü sansür ve yasak dinlemez ne yazık ki. Erotizm ar ve haya duygularını incittiği için yasaklanırken tecavüzcüler, kadınları öldürenler aklanırlar. Oysa erotizmle direnilebilirdi şiddete. Direnenlerse çıkmadı değil: Yaşamak düğünse, sen orda gelindin Seni soydum, Güler, dünyayı giyindim Can Yücel Ak göğsün arası zemzem pınarı İçsem öldürürler içmesem öldüm Karacaoğlan

15


Yoksuluz gecelerimiz çok kısa Dörtnala sevişmek lazım.

Cemal Süreya

Öyle seviştiler ki Kadın erkekte kaldı Erkek Kadında.

Fazıl Hüsnü Dağlarca

Kitapların ticarileşip çok satar vitrinleri oluşturulmaya başlandığı, tabloların müzayedelerde milyon dolarlara satıldığı, sinemanın Holywood’un elinde ticarileşip vasfını kaybettiği günümüzde sanat da arzu nesnesine dönüşmüştür. Nasıl yapmalı sorusuna cevap vermek güç. Yine de her türlü disiplinin içindeki figürler bize yol gösteriyor, yol göstermeye devam edecektir. Camus’dan aktarırsam “Kimdir Başkaldıran İnsan? ‘Hayır’ diyen biri.” Hayır diyerek durmadan sorgulayarak direnebiliriz. Aşkla, bilimle, dinle, sanatla neyle direnirsek direnelim ama sorgulayarak direnelim. “Hayır” diyerek direnelim. “Hayır” dedikten sonra da “Nasıl?” ve “Hangi” soruları eşliğinde direnelim. “Nasıl bir aşk, hangi sanat, hangi bilim, nasıl bir din ?” sorularını soralım. Noam Chomsky bu konuyla ilgili çok güzel bir örnek verir. Bu örneğinde “Nasıl bir barış?” sorusunun sorulması gerektiğini vurgular. Çünkü artık sadece barış istemek yetmemektedir. “Eğer Hitler İkinci Dünya Savaşı’nı kazanıp dünyaya hakim olsaydı dünyada bir barış olacaktı; fakat bu bizim istediğimiz türden bir barış olmayacaktı” tespitiyle de yazısını çok çarpıcı bir örnekle özetler. Biz de nasıl ve hangi sorularını sorarak bu disiplinlerinin arzu nesnelerine dönüştürülen yanlarını değil de özlerini görelim. Arzu nesnesine dönüşen bilimin, dinin, aşkın, sanatın eşliğinde değil de hiçbir çıkarı olmadan 40 sene odun taşıyan konformist insana meydan okuyan Yunus’un eşliğinde direnelim. Yapıtları milyon dolarlara satılan Van Gogh’un eşliğinde değil de akıl hastanesinde kulağını kesen, intihar eden Van Gogh’un eşliğinde direnelim. Ortaçağ engizisyonlarınca yakılan Giordano eşliğinde direnelim. Kavuşmak için dağları delen ama kavuştuğunda aradığının o olmadığını anlayan, önemli olanın bulmak değil de aramak olduğunu bilen Ferhat’ın eşliğinde aşkla direnelim. “Derman arardım derdime derdim bana derman imiş” diyen Niyazi Mısri eşliğinde hüzünle direnelim. Hem ne diyordu şair:

16

(...) ve hüzün hüzün en büyük muhalefettir şimdi (Hilmi Yavuz)


2065 ÖYKÜ | ERDEM GÜZEL er yer alabildiğine gri. Her yer alabildiğine beton. Yapay oksijenin de üretilmesiyle yeşile dair her şey yok edilmiş. Yaşam bilgeliği üstüne söz söyleyecek insanlar birer birer göçmeye başlamış bu dünyadan. Şimdi yaşayan varlıklar, buldukları her şeyi anında tüketen Tazmanya canavarları gibi. Nasıl gelindi bu noktaya? Hiç mi kimse çabalamadı, direnmedi? Sadece 2060’lar değil, 20’ler, 10’lar da mı durdurmayı denemedi? Nereye gitti bu bir dünya güzel insan? Bir yerlerden duyduğuma göre, eskiler okurmuş, düşünürmüş. Pek tabii, değer de verilirmiş düşünene. Sonra sonra bir mikrop gözüyle bakmaya başlamışlar bu insanlara. Her birey kendi duvarını örmeye başlamış ardından. Başkalarının tek kelimesine dayanamayan, hastalıklı yaratıklara dönüşmüşler. İnsan, kendini diğer canlılardan ayıran özelliğini terk etmeye başlamış, bir hayal edin! Düşünmeyerek, sorgulamayarak bir nevi yürüyen ölülere dönüşmüşler. Dananın kuyruğu da burada kopmuş. Yürüyen, her şeyi hızla, sorgulamadan tüketen et parçası…

H

Ölüden farksız. Salgın başladığında direnenler olmuş pek tabii. Küçük komünlerde birleşmişler. Bir zamanlar atalarının özgürce yaptığı temel şeyleri, gizli saklı yapmak zorunda kalmışlar. Düşünmeyi bile. Saklanmışlar, tüketilmesinler,grileşmesinler diye. Öylesine aylaklaşmış, grileşmiş bir yürüyen ölüler kitlesi oluşmuş ki grinin elli tonu adını verdikleri bir toplulukları bile varmış. Hayatları sadece ve sadece yemek-içmek, seks yapmak, birkaç uyuşturucu TV programı izleyip sorgulamadan çalışmaktan ibaret olan grileşmiş insanlar… İnsanoğlunun ataları bir zamanlar şöyle bir kanıya varmış: “Tarih, dört çağdan ibaret olacak. Altın Çağ’da insanlık en temiz, en güzel yıllarını yaşayacak. Gümüş ve Bronz Çağ gelince bütün güzellikler kirlenmeye başlayacak ve en sonunda Demir Çağı denilen zamanda, insanlar kendi kendilerinin sonunu getirecek.” İşte Demir Çağı geldi ve her yeri yürüyen ölüler kapladı. Ve son düşünen insan da kaldıramayınca gerçeği, göçüp gitti bu diyardan…

17


YAZI | LEVENT ÜSTÜNBAŞ

N

e kadar dikkat çekici bir başlık değil mi? Eğer 2000’lerin başı yahut başka bir deyişle Okan Bayülgen’in hala prim yaptığı yıllar olsaydı. En ağız dolduranından bir “vay be amma da marjinal” patlatırdık. Bu başlığı attım çünkü bazı kavramların yeterince yerine oturmadığını görüyorum. Geçtiğimiz yıllarda babası İranlı olan hocam İran anılarından bahsederken ona “Hocam İran’a turist olarak mı gitmiştiniz?” sorusunu yöneltmiştim. Bu soruma tüm sınıf delice gülmüş ve ‘’beyinsize bak’’ bakışları atmıştı. Ben, sözlük anlamı “Dinlenme, eğlenme, görme, tanıma vb. amaçlarla geziye çıkan kimse, gezgin, gezmen, seyyah.” olan bir şey için neden bana salak muamelesi yapıldı diye şaşırırken hocam beni anlayıp cevap vermişti. Aslında bir takım kelimelerin kullanım alanlarını yanlış bilen bir sınıf dolusu insanla yaşıyordum. Ancak karşımdaki topluluk haksız olamayacak kadar kalabalıktı! Pornografi yahut porno denince de ne yazık ki durum aynı bunun gibi ilerliyor. Yaygın kullanımından ötürü porno dendiğinde bir erkekle bir kadının cinsel performansa dayalı münasebeti akla gelse de. - gerçi bunda porno film endüstrisinin, metal müzikten sonra en fazla kategorisi olan şey olmasının da payı var.- Her türlü aşırılık için kullanabileceğimiz bir kavram. Aslında porno dolaysız bir

18

anlatım türünden başka bir şey değil. Geneline baktığımızda kandan, revandan yani bir nevi pornodan uzak durmayan The Woman filminde aklımdan çıkmayan bir bölüm var. Tecavüzcü baba elinde bir mumla kadraja girer ve sahne kapanır. Daha sonra o mumu evin büyük kızının başucunda görürüz. Bu anlatım etkili olduğu kadar estetiktir ve rahatsız edicilik bakımından amacına ulaşır. Tüm bunlar olurken seyirci, Agatha Christie’nin karizmatik dedektifi Hercules Poirot’nun dediği gibi gri hücrelerini çalıştırmaya başlar. Şimdi bu sahneyi dolaysız bir şekilde kurgulayalım. Baba tüm iğrençliği ile odaya girsin kızının üstüne çıksın. Biz seyirciler bitene kadar bu gerçekliğe maruz kalalım. Evet çok daha rahatsız edici olurdu. Herkes ne olduğunu anlardı. Kimse çaba sarf etmek zorunda kalmazdı. Bu derece rahatsız edici bir sahne büyük yankı uyandırır, dilden dile dolaşır, ergenler bir nevi rüşt ispatı için filmden kesitleri sosyal medya hesaplarında paylaşırdı. Yani mevzu ne kadar ağır olursa olsun üzerine geyik yapılan bir şey olma yolculuğunu hep birlikte seyrederdik. Gerilim sinemasının belki de en büyük ismi Sir Alfred Hitchcock’un bu üstü kapalı olanı görmekle ilgili ilginç bir anısını felsefenin rockstarı Slavoj Zizek’in bir yazısında okumuştum. Hitchcock bir gün İsviçrenin kırsalında araba kullanırken bir ra-


hip ve on beşli yaşlarda bir çocuk görür. Arabayı durdurur ve camı açıp “Kaç oğlum, kaç. Kaç da kurtar kendini!” diye bağırır. Yan koltukta oturan arkadaşı ise Hitchcock’un ne yaptığına anlam veremez ve sorar. “Ne gördün ki böyle hiddetlendin?” Hitchcock ise parmağını rahip ve çocuğun olduğu yere doğru kaldırır ve tekrar bağırır “Gördüğüm en dehşet verici manzara işte bu!” Bu hikaye çok büyük ihtimalle Hitchcock’un aslında katolik kilisesine laf sokmak için uydurduğu yaşanmamış, kurgusal bir anı. Ancak yine de içinde hiç bir hakaret ve aleyhine dava açılacak yahut kamuoyu oluşturulacak bir eyleme fırsat vermeden insanı Vatikan’ın karanlık tarafı hakkında düşündürmeyi başarıyor. Bu tip taşlamaların uzun süre gerilimi yaşandıktan sonra çok farkla auta giden frikikler gibi işlevini yitirmemesi de porno bağımlılığından kurtulmamız ile alakalı. Örneğin suya sabuna dokunmamakla bilinen usta komedyen ve sinemacı Cem Yılmaz bir süredir gayet yerinde ve kaliteli politik taşlamalar yapıyor. Siyad Ödülleri olsun, attığı tweetler olsun, olaylar karşısında rengini belli etmesine rağmen hala apolitik olmakla suçlanıyor hatta haber sitelerindeki okuyucu yorumlarında haksız eleştirilerin kurbanı olmaya devam ediyor. Çünkü kitle ne yazık ki Hitchcock’un yan koltuğunda oturuyor ve anlatılmak isteneni algılayamıyor. Bu kitle kendisi ile aynı safta olan bir adamın farkına ancak muhalefet edilen tarafa karşı galiz küfürler savurulduğunda varabiliyor. Seviye düşüyor ve insanların birbirine ana, avrat küfür etmesi bekleniyor. Çünkü porno bağımlıları için duyguları ifade etmenin başka bir yolu yok. Baudrillard internetin bir porno olduğunu söyler ve “Pornografi muhakkak seks, resim veya yazı değildir. Pornografi talep anında bütünüyle elde edilebilendir.” buyurur. Bütününe ulaşmak için kişisel çaba yerine sadece talep etme yöntemi kullanıldığında insan beyninin tembelleşmesi ve yaratıcılığını yitirilmesi tehlikesi ile karşı karşıya kalırız. Bu tembelleşme toplumsal boyutlara ulaştığında ise reaksiyon gösteremeyen bir topluma dönüşürüz. Birileri bizim için bir şeyler yapar ve bunun

devamında biz bilmeyiz büyüklerimiz bilir. Büyüklerin bilip bilmediğinin kontrolü ise çok zahmetli olduğundan vardır bir bildikleri noktasında uzlaşılır. Yani sıkı bir porno bağımlısı aynı zamanda sıkı bir biatkardır. Yahut şöyle söyleyelim parçadan bütüne gitme kabiliyetini kaybeden bir toplum ahlakını da kaybetmeye başlamış demektir. Çünkü karar alma ve fikir beyan etme kabiliyetini kaybetmiştir. Sanılanın aksine bu yozlaşma cinsel organ, kan yahut şiddet seyretmekten değil sadece yalın olanı anlamak ve yalın olmayana kafa yormaya erinmekten kaynaklanır. Dolaylı olanı anlamaya üşenmek ve dolaylı yoldan gelecek kazanımları reddetmek kardeştirler. Porno bağımlısı bir adama teşbihin ne olduğunu anlatamayacağınız gibi direk olarak çıkarına hizmet etmeyen bir şeyi yapmaya da ikna edemezsiniz. Ormanların iklim üzerinde yapacağı etki onun için kulak asılacak bir şey değildir ancak istediği parayı verirseniz bahçesindeki ağaçları kesmenize izin verir. Tabii paranın peşin ve anında ödenmesi koşuluyla. Kısacası hayatınız içine sirayet edebilecek porno bağımlılığı tehlikelidir. Ancak porno bağımlısı olup olmadığınızı anlamak kolaydır. Bir gün birisi yanınıza sokulup faiz değil kâr payı verdiğini iddia edebilir. Siz de bunu yer ve “faiz değilmiş işte” derseniz porno alışkanlığınız sıkıntı çıkartacak boyutlara ulaştığından emin olabilirsiniz.

__________________________________ Baudrillard:

“Pornografi muhakkak seks, resim veya yazı değildir. Pornografi talep anında bütünüyle elde edilebilendir.” _____________________

19


YAZI | AYKUT ÇAKAR

H

atırladığım kadarıyla, 5 ya da 6 yaşlarındayken, elime oyun adına geçen ilk şey; Amerika’da Gameboy adı altında satışa sunulan Türkiye’de ise tetris olarak bilinen oyun konsoluydu. Herkesin bildiği bu konsol iki adet kalem pil ile çalışıyor ve üzerinde yön tuşu, start, select ve a-b tuşları bulunuyordu. Hemen hemen herkesin sahip olduğu bu konsol tabii ki benimde elimden düşmedi. Aslında oyunlar ve konsollar konusunda şanslı bir çocuk olduğumu söyleyebilirim. Çünkü Commodore 64, disket oyunları çalıştıran MMX 386 adıyla anılan Compaq bilgisayar ve her çocuğun en azından bir dönem oynadığı Atari ile uzun süre mesai arkadaşlığı yapmışlığım vardır. Elbette dünya tarihinde ilk oyun ya da oyun olarak tabir edebileceğimiz şeyler bu kadar detaylı ve dinamik ekran görüntülerine sahip değildi. Döneminin iki zeki insanı Thomas T. Goldsmith Jr. ve Estle Ray Mann, Eğlence cihazı (Amusement device 1947 ) adlı Sekiz adet lambadan (vacuum tube) oluşan ve belirli bir hedefe füze atılmasını simule eden, füzenin atış hızını ve atış eğimini belirlemek için üzerinde belli başlı düğmeler bulunan bir cihazı icat etti. O dönemde bilgisayar teknolojisi bu kadar gelişmediği için ayrıntılı bir biçimde grafiğe dökülebilecek bir teknoloji bulunmuyordu ve hedefler küçük bir ekran üzerinde çizgiler halinde gösterilmek durumunda kalıyordu. Tabii zamanına göre bu ağızları açık bırakan bir teknolojiydi. 19491950 yılları arasında Charly Adams adlı zat-ı

20

muhterem “Bouncing Ball” (Zıplayan top) adlı bir program yazdı. Bu program yakında ortaya çıkacak oyunların bir göstergesiydi. 1950-1960 arası döneme girildiğinde ise bazı bireysel girişimler olsa da ilk bilgisayar oyunları Amerikan üniversitelerine ait anaçatı bilgisayarlarda (main frame computers) ortaya çıkmıştır. Sınırlı çevreler tarafından ulaşılabilen ilk bilgisayar oyunlarının henüz pazar yaratacağı ön görülmediğinden de olsa gerek, yeterince tanıtımı yapılmamış ve bu sebepten birçok kesime ulaşamamıştır. Kitlelere ulaşan ilk oyuna gelecek olursak yine şaşırılmayacak bir biçimde dünyanın en iyi teknik üniversitesi olarak tanınan MIT (Massachusetts Institute of Technology) imzası taşıyan Spacewar! adlı oyundur. Bu oyun ile birlikte oyunlar çok hızlı bir biçimde gelişim göstermiş ve ardından 1971 yılında, Galaxy Game adlı oyun Stanford’da bir öğrenci derneğine kurulmuştur. Galaxy game ilk jetonlu video oyunudur ve bu bilgiyi retro sever arkadaşların arasında anlatırsanız çok havanız olur. Ayrıca 1971 yılında Spacewar! “Computer Space” adını alıp jetonlu makinelere uyarlanmıştır. Oyun ticari olarak satılan ve seri üretilen ilk video oyunu olması nedeniyle bir temel taşı olarak kabul edilir. Bu gelişmelerle birlikte oluşmaya başlayan pazara Uzak Doğudan sağlam bir atak gelmiş ve 1972 yılında her çocuğun bildiği Atari şirketi kurulmuştur. Japonca’da hücum anlamına gelen Atari kelimesi aynı oralet ve selpak gibi dilimize yerleşmiş ve “Hadi hacım okuldan kaçıp ateriye gidelim.” cümlesinin baş kahramanı olmuştur. Atari firması oyun tarihi açısında en meşhur olan oyun “PONG”’u piyasaya sürmüş ve tam 19.000 adet imal etti. Şimdi ki satış rakamlarına bakıldığında çok azmış gibi gelse de dönemi için devrim niteliği taşıyan bu satış Pong’un bir çok taklidinin yapılmasına sebep olmuştur. Konsol oyunlarının doğuşu böyle başlamış ve bu ilk konsollar 1. jenerasyon adıyla anılmaya başlanmıştır. Şu an içinde bulunduğumuz jenerasyon ise 8. jenerasyon olarak adlandırılmaktadır. Bu jenerasyonlardaki video oyun konsollarının adları ise şu şekildedir: 1.Jenerasyon: Magnavox Odyssey(Brown Box) ve Atari Pong


2.Jenerasyon: Fairchild Channel F ve Atari 2600 3.Jenerasyon: Nintendo Family Computer ve Sega Master System 4.Jenerasyon: Sega Mega Drive ve SNES 5.Jenerasyon: Sega Saturn, Playstation ve Nintendo 64 6.Jenerasyon: Sega Dreamcast, Sony Playstation 2, Microsoft Xbox ve Nintendo Gamecube 7.Jenerasyon: Microsoft Xbox 360, Sony Playstation 3 ve Nintendo Wii 8.Jenerasyon: Nintendo 3DS, Playstation Vita, Wii U, Playstation 4 ve Xbox One Aslında çoğu isim tanıdık geliyor olmalı, örneğin; Sega Mega Drive çevremizde çokça bulunmuş olabilir. Nerden tanıdık geldiğine gelirsek Fifa’nın ilk oyunu olan Fifa 97’nin oynanabildiği konsol olarak ün salmıştır. Daha sonrasında ise Playstation’ın gelişi ve onunla birlikte gelen Iss daha sonraki adı ile Winning Eleven daha da sonraki adı ile Pro Evolution Soccer yani nam-ı değer “PES” Aynı Atarinin yaptığını yapmış ve bu kez oyun adı konsol adının önüne geçmiş ve “Hacım hoca yoklama almıyo hadi pes atam” Cümlesinin vurucu noktası olmuştur. Video oyun konsollarından bahsediyorsak oyunlardan da söz etmeden geçmek olmaz derim. İlk oyunum olan Prince of Persia’nın üzerinden 24 sene geçti. Hepinizin aklına hemen 3

boyutlu olan oyunu gelebilir ama ben platform oyunu olan ve beyaz giysili bir adamı hareket ettirdiğiniz oyundan bahsediyorum. Disket oyunlarını çalıştıran bir bilgisayara erken yaşta sahip olmak benim bir avantajımdı(Yazar zengin olduğunu ima ediyor). İlk 3 boyutlu oyunum ise bence çoğu kişinin favorisi olan Age of Empires: The Age Kings’di. Sonralarda ise Diablo 2 , Fifa 2001 gibi döneminde büyük ses getirmiş oyunları oynama şansını elde ettim. Şu anda ise bilgisayar özelliklerim yetmediği için GTA 5 (Grand Theft Auto)’i oynama vasfına erişemedim(Yazar meğerse fakirmiş). Haliyle biraz üzücü bir durum fakat favori oyunum öyle yüksek sistem gereksinimlerine gerek duymuyor. Tahmin etmek biraz zor zaten tahmin etseniz de ben bunu duymayacağımdan direkt adını vereyim: Diablo II. Bu oyun benim bütün çocukluğumu yiyen oyundur. Yaklaşık olarak 25 sefer bütün karakteriyle bitirmeme rağmen hala daha açar oynarım ve de hiç sıkılmam. Aslında o kadar teknik detaya girmek istemezdim ama en azından şu anda eğlenebiliyorsak bu teknik detaylar ve adını duymadığımız bilim insanları sayesindedir. İnceden de olsa bunlar hakkında bilgi sahibi olmak umarım oyunlara bakış açınızı değiştirir ve daha çok keyif almanızı sağlar. Eğer öyle olursa ne mutlu bana!

21


Y

YAZI | FURKAN ÜSTÜNBAŞ azının başlığını okur okumaz kulaklarınızda Requiem For a Dream soundtracki çalmaya başladı hissediyorum. Fakat o müziği hemen kapatmanız gerekmekte zira yazıının devamı pek de o jeneriğe uygun ilerlemeyecek. İnternet’in yaygınlaşması ve bilgiye erişimin kolaylaşmasıyla birlikte dünyada yaygınlaşan akımlardan biri de ‘’alternatif tarih’’ veya tarihi yeniden yorumlamak. Alternatif tarih asıl olarak tarihin farklı dönemlerinde devlet, kilise vb. hakim güçlerin kontrolünde yazılmış ‘’resmi’’ tarihteki çarpıtmara karşı, görmezden gelinen, kasten atlanan detayların izini süren, otoritenin baskısından kurtulmuş tarih yazımı çabasına denir. Türkiye’de ise alternatif tarih konusu genel olarak ‘’fantastik tarih’’ olarak şekillenmekte. Tarih dediğimiz konuda yazılmış ve ciddiyetten tamamen uzak her türlü yazıya ‘’saklanan gerçekleri açıklıyorum’’vb. tarzı bir başlık atarak istediğiniz kadar tarihçilik yapabilirsiniz. –x kişisi Yahudi’ymiş kısmını da eklerseniz yazınıza +100 etkileyicik point de eklenir- Yeterli girizgahı ve komikliği yaptığımı düşünüyorum artık konuyu biraz açmanın zamanı geldi. Ne diyorduk ? Çarpık alternatif tarih. Türkiye’deki bu çarpık alternatif tarih algısı son zamanlarda en çok ‘’dünyayı yöneten gizli örgütler’’ üzerinden şekilleniyor. Dönem dönem Sabetaycılık,

22

Masonluk popülerken son üç dört yılda Türkiye’de popülerlik yarışında öne geçen gizli örgüt -8 yaşında çocukların bile Google’a İlluminati yazarak hakkında her türlü bilgiye ulaşabileceği gizli örgüt mü olur lan ? - İlluminati oldu. İlluminati’den önce gizli örgüt kavramını açıklamak gerektiğini düşündüğümden yazı biraz daha uzayacak ama olsun konu güzel, okursunuz diye umuyorum. Gizli örgüt kavramını Attila Tokatlı, ‘’Gizli Örgütler’’ gibi gayet net bir isim seçtiği kitabında şu şekilde açıklıyor ‘’Gizli örgüt deyimi bir genel sıfatlandırmadır ve bütün genel sıfatlandırmalar gibi çoğu zaman, akla karayı bir arada barınıdır. Nitekim, tarih boyunca, birbirlerinden Kaf Dağı kadar uzak kurumlara, cemiyetlere topluluklara hatta örneğin Yahudi ya da Çingeneler gibi tüm halklara birer gizli örgüt gözüyle bakıldığı olmuştur.’’ Buradan da görebileceğimiz gibi ‘’gizli örgüt’’ kavramı büyük oranda muallak ve üzerinde net olarak uzlaşılamamış bir tanım. Daha doğrusu paradoksal bir kavram olarak nitelendirmek daha uygun olur, çünkü herhangi bir kurum çıkıp ‘’Biz gizli bir örgütüz’’ açıklaması yapmayacağından, kimin gizli örgüt olduğuna mensupları değil, dışarıda kalanlar karar veriyor. Yine de temel bir tanım yapmak gerekirse, üye olmak için önce çok uzun bir tecrübe-deneme sürecinden geçtiğiniz, belli ortak inanç ve mahremlerin bulunduğu, dışarıdan katılımın kesinlikle yasak olduğu toplantıları-ayinleri olan üyelerinin birbirini tanımak için toplumda gizli rumuzlar veya işaretler edindiği toplamlara ‘’gizli örgüt’’ denir Gizli örgülerin amacı çok çeşitli olabilir. Dini ağırlıklı bir toplam olan Sabetayistleri, siya-


si bir toplam İttihat ve Terakki Cemiyeti’ni –evet ismine çokça aşina olduğumuz, II.Meşrutiyet dönemine damga vuran ve bugün üzerinde oldukça büyük tartışmalar geçen İttihat ve Terakki başlangıçta bir gizli örgüttü. Hatta, örgütün kurucularından Mithat Şükrü Bleda’nın anlatımına göre, cemiyete katılacak olanlar ilk toplantılarına bir parola söylerek girer, gözleri bağlı durumdayken örgütün hedefleri dinletilir, silah ve bayrağın da hazır olduğu bir durumda yeminlerini eder ve içlerine girdikleri yoldan bir daha dönemezlerdiPolitik bir amaçla hareket ettiği iddia edilen İlluminatiyi de gizli örgüt olarak değerlendirebiliriz. Gizli örgüt tanımını da büyük oranda oturttuğumuza göre sırada ‘’dünyayı yöneten gizli örgütler’’ kısmı var. Önceki paragrafta bahsettiğim gibi, ‘’gizli örgüt’’ denen bazı yapıların varlığını bütünüyle reddetmek çok da doğru bir tutum değil. Fakat, karşı çıkılması gereken nokta bazı gizli örgütlerin varlığı değil, dünyanın belli toplantılarda bir araya gelip parmaklarıyla haritada savaş çıkmasını istedikleri ülkeleri işaretleyen bir lordlar-baronlar toplamı tarafından yönetildiği inancı. Baron demişken, komplo teorisi yazdığınızda +100 inandırıcılık point veren başka bir kelime de ‘’baron’’dur. Baron kelimesini konuşmalarınızda, yazılarınızda kullandığınız ölçüde, belli tv kanallarına kanaat önderiymişçesine çıkıp siyaset hakkında ahkam kesme şansınız da artar. Mankenlikten emekli olduğunuzda dünyamızda halklardan saklanan tüm gerçekleri açığa çıkartabilirsiniz. İlluminati’nin, son yıllarda ‘’dünyayı yöneten gizli örgüt’’ yarışında liderliği ele geçirdiğini yazının başında söylemiştim. Yine yazının başında tarihten ve yanlış biçimde oluşmuş ‘’alternatif tarih’’ anlayışından da söz etmiş olmamın nedeni şimdi açığa çıkacak. Şu an ülkede internet üzerinden süren tarih yazımında İlluminati’nin sorumlu olduğu olaylar sıralı olarak Fransız Devrimi, I. Dünya Sava-

şı, Ekim Devrimi, II. Dünya Savaşı, İsrail’in kuruluşu… Sıradaki en büyük ve olası eylemleri ise III. Dünya savaşını başlatmak şüphesiz. Bu Illuminati algısının altında yatan iki temel problem bana sorarsınız ekonomi dediğimiz olguyu politikadan ve diplomasiden, savaşlardan soyutlanmış, sadece kendi içinde var olan bir olgu olarak ele almak ve insanlardaki gerçekleri kabullenip mücadele etmek yerine kötü olayları başedemeyeceği kadar büyük, çoğu zaman metafizik sebeplere bağlayarak vicdanını rahatlatmak. Zira bir insanın tarih boyunca gerçekleşen tüm anlaşmaların, devrimlerin, savaşların, barışların, iç savaşların, seçimlerin tamamının oyun olduğuna ve arkasında mutlaka bir gizli güç olduğuna inanmasını başka şekilde açıklayamıyorum. İlk olarak İlluminati’yi kısaca özetlemek gerekirse, 1 Mayıs 1776’da kurulmuş, kuruluşundaki amacı batıl inanca ve dinin toplumsal yaşam üzerindeki etkisine karşı çıkmak olan. İsmi Latince İlluminatus’dan yani –aydınlaşmışlar-dan gelen bir örgüttür. Günümüzde var olduğu iddiası sürdürülen ezoterik örgüt İlluminati ise sosyal düzeni tamamen kendi istediği gibi şekillendirme, dini inançları tamamen yok etme ve ulus devletleri ortadan kaldırıp tek bir dünya devleti kurma amacı taşıyan, bunu yapmak için de zihin kontrolüne başvuran yapıdır. Illuminati deyince akla gelen ilk büyük aile tabii ki Rotschild’lar. Rotschild ailesinin dünyanın yönetiminde bizden daha fazla söz sahibi olmadığını iddia etmek tabii ki ahmaklık olur ama Rotschild ailesinin gücü, şeytanla yaptıkları anlaşmalardan, müzik kliplerine yerleştirdikleri subliminal mesajlardan değil tamamen ekonomik faaliyetlerinden geliyor. Rotschild ailesi 18. Yüzyıl başlarından itibaren güçlenmiştir. Bu güçlenmenin sebebi de, Rotschild ailesinin beş oğlunun Avrupa’da beş farklı büyük şehirde açtıkları bankalar

23


(Frankfurt, Viyana, Paris, Londra, Napoli) ile dünyadaki modern anlamda bankacılık sistemini kurmalarıdır. Biraz daha detaya inecek ve bu güçlenmeyi açacak olursak, güçlenmenin asıl olarak Waterloo Savaşı ile başladığını görürüz. 1815 yılında gerçekleşen Waterloo savaşı Avrupa’nın Napolyon karşısında çıktığı tamam-devam mücadelesidir. Napolyon savaşı kazandığı takdirde Avrupa tamamen Fransa hakimiyetine girecektir. Savaşın ekonomik yönü de ele alındığında savaş sırasında tüm Avrupa borsasının gözü de savaşı kimin kazanacağı üzerindedir. Avrupa’da dönemin en büyük spekülatörleri, Rotschild ailesinin izleyeceği politikayi dört gözle takip etmektedir. Rotschild ailesi ise bu durumda savaşı Napolyon’un kaybedeceğinin bilincinde olmasına rağmen, kendi çıkarları için ellerindeki senetleri elden çıkartmaya başlarlar, bu hareketten dolayı tüm Avrupa’daki spekülatörler savaşı Napolyon’un kazanacağını, bir başka deyişle Avrupa’nın kaybedeceğini düşünüp ellerinde senetleri çok ucuz fiyattan satışa çıkarır, Rotschild ailesinin beklediği fırsat doğmuştur, elden çıkan tüm senetleri çok ucuz fiyata alırlar, savaşı Napolyon kaybeder ve Rotschild ailesi artık tüm piyasaya hakimdir. Bu örnekte de gördüğümüz gibi bir insanda komplo teorisyenliği özelliği yükseldikçe Rotschild’ların yükselişi ve Waterloo Savaşı arasındaki korelasyonu kurma şekli değişmekte. ‘’Rotschild’lar çok güçlüdür çünkü ahlaksızlıkla –ya da illa politically correct yapacaksak çıkarcılıkla- harmanladıkları bir ticari zekaları vardır ve savaşın gidişatını görüp bunu kendi lehlerine kullanmışlardır’’ demekle ‘’Napolyon’un Waterloo’ya kadar sürdürdüğü politika, Fransa’da tahtı ele geçirmesi, girdiği tüm savaşlardan başarılı olarak ayrılıp yükselişi tamamen bir oyundu ve tek amaç Rotschild ailesinin zenginliğini artırmaktı’’ cümlesindeki fark bu cümleleri kuran insanların

24

dünyadaki olayları birbirine bağlama yetisindeki ve siyaset algısındaki farklılığı ortaya koymakta. Waterloo Savaşı ve Rotschid ailesi örneğini uyarlayabileceğimiz çok nokta var aslında. Fransız Devrimi’nde halkın mutlak otoriteye karşı mücadelesini ve girdiği sınıf savaşını bir kenara atıp, devrimi tamamiyle, İlluminati’nin 1314’de Fransız Kralı Phillippe tarafından öldürülen başka bir gizli örgüt olan Tapınak Şövalyeleri’nin o dönemki lideri olan Jacques De Molay’ın intikamını krallıktan alması olarak yorumlamak ya da I. ve II. Dünya Savaşı’ndaki can kayıplarını tamamen İlluminati’nin dünya nüfusunun azalmasını istemesine bağlamak da bu tuhaf alternatif tarih ve dünya politiği algısının bir ürünü. Yazının başından beri söylecek olduğum şeyi özetleyecek olursam, dünyadaki tüm olayları gerçekleştiği ülkenin iç dinamiklerinden,tarihsel sürecinden, ekonomik bağlamından koparıp, yazının en sonuna eklenen ‘’büyük resmi kaçırmayalam’’ cümlesiyle bir şeytani gizli örgüte bağlama işine alternatif tarih değil en iyi niyetli tabirle mitoloji denir. Tarihsel olayları kendi kurduğunuz bir mitoloji olarak yorumlamak ve bir anlığına gerçek dünyadan kopmak isterseniz başvuracağınız yer ise bence internetteki bloglar değil Assassin’s Creed isimli oyun serisi olsun. Tarihteki tüm savaşların, suikastlerin aslında –Cennet’in Elma’sı- veya –Apple of Eden- denen varlığı ele geçirip onunla dünyayı kendi kontrolüne almak isteyen Tapınak Şövalyeleri ve buna engel olmak isteyen Haşhaşiler ya da suikastçiler arasındaki savaş olarak oldukça başarılı şekilde ve neredeyse hiç açık bırakmadan yorumlayan bu seri o hep bahsedilen ve bizim hep gözden kaçırdığımız ‘’büyük resim’’i gösterme konusunda ‘’Arkasında baronlar var’’ cümlesiyle biten analizlerden daha başarılıdır belki de…


KÜÇÜK B 1 R A D I M YAZI | ÖZCAN ALDIBAŞ

N

eil Armstrong, 1969 yılında insanoğlunun büyük hayalini gerçekleştirmiş ve aya ayak basarken attığı ilk adımda üzerinden geçen yıllara rağmen unutulmayan cümlesini kurmuş, günün teknolojisinin ve insanoğlunun kurduğu medeniyetin nereye geldiği konusunda herkesin zihninde o güne kadar olandan daha da büyük fikirlerin oluşmasını sağlamıştır. “ Benim için küçük ama insanlık için büyük bir adım.” Gerçekten de insanlık için çok büyük ve değerli bir adımdı ve bu adım üzerinden geçen 60 yıla yakın bir sürede, daha ilerilere gitmek için çok değerli bir sıçrama tahtası vazifesii görmüştü. Soğuk Savaşın iki kutbu arasındaki rekabet ortamında büyük bir yarışa dönen uzay yolculuğu günümüzde çok daha ilerilere gitmiş ve artık bir göktaşına araç yerleştirilecek noktaya gelinmişti. Bu kadar büyük bir hızla ilerleyen yolculuğun önümüzdeki elli yılda varabileceği yer konusunda ise somut bir fikre sahip olmak mümkün olmuyor. İnsanoğlunun bu konudaki ilerlemesini artık sadece hayal gücü sınırlandırmakta.

İnsanoğlunun bir hayaliyle başlayıp hayallere bile sığmayacak kadar büyük ilerlemenin kat edildiği bu uzay macerasının nerelere kadar gideceği bilinmez ama nereden geldiği hiç birimizin kolay kolay fark etmediği kadar gerilere dayanmaktır. Yerkürenin henüz bir küre olduğunun farkında olmadığı, yerçekiminden bile bihaber olduğu zamanlarda merak etmeye başlamıştı insanoğlu gökyüzünü. İnsanlar günümüz için çok basit hatta önemsiz sorunlarıyla uğraşmak zorunda kaldığı zamanlarda önce göktekileri kutsadı belki de yüce bir varlık adlettikten sonra da sorgulamaya başladı. Tüm bu sürecin ne zaman başladığı ya da ne kadar sürdüğü – hatta belki de günümüzde bile devam ediyor olabilir – tam olarak bilinmemekle birlikte bir ölümlü için büyük ama içinde yaşamaya çalıştığımız dünya için küçük bir zaman diliminin içinde bir yerlerde gerçekleşmişti. İnsanoğlu daimi bir şekilde bir ilerleme içindedir. – En yavaş olduğu karanlık dönemlerde bile– kendi hayatlarımızın sınırlılığında bunu fark edemesek de tarih, anlamamız için bize bulunmaz fırsatlar sunmaktadır.

Kafasını yukarı kaldırıp gökyüzüne baktığında gördüğü cisimlerin neden bir değişim içinde olduğunu, o kocaman ve hiçbir zaman doğrudan bakamadığı cismin neden sürekli kendini tekrar eden bir şekilde kaybolup yeniden ışık saçmak için geri geldiğini ve ışığı daha az olan cismin neden nöbeti diğerinden devraldığını merak eden ilk insandan beri bu merağı bir şekilde bir yerlere yazan insanlık sürekli bir ilerleme sağlayarak, her gelen nesilde biraz daha fazla soru sorma ve cevaplar arama ile günümüze ve daha ilerisine gitmektedir. İnsanoğlunun uzay için yolculuğunu başlattığı bir tek soru, bugün farklı yaşam formları arayışı ve bu süreçte yapılan hatalar ve doğrularla dolu bir serüvene dönüşmüşken, insanoğlunun şu küçücük ama bir o kadar da büyük dünyasındaki var oluşuna dair mühim birçok örnekler sunmaktadır. İnsanlık için büyük adımlar atmak her bir birey için küçük adımların atılmasını gerektirmektedir. Her bir bireyin dünyaya bir anlam katmak için muhakkak ki bu küçük sorumluluklar alması ve kendisi için küçük adımları atması daha büyükleri için değer taşımaktadır.

25


YAZI | CAN DOĞAN MERSEYSIDE’DA KIRMIZI BİR TUTKU Bir takım düşünün, 1892’de Merseyside’de mavilere karşı kurulan, 1992 yılına kadar şampiyonluk sayısında en yakın rakibi Arsenal’e 18-10 üstünlük kurmuş; 5 Federasyon Kupası, 5 Lig Kupası, 13 Community Shield (Eski zamandaki Charity Shield), 4 Şampiyonlar Ligi, 2 UEFA Kupası, 1 UEFA Süper Kupası kazanarak, futbolun doğduğu ülkenin en iyi futbol kulübü olmayı açık ara başarmış bir takım. Hangi kulüp olduğunu tahmin ettiniz sanırım: Liverpool.

26

1992 yılını milat olarak kabul etmemize neden olan olay ise İngiltere Futbol Ligi’nin Premier League formatına dönüşmesidir. Bu yıldan önce 48 adet kupa kazanan bir takımın bu yıldan sonra kazanabildiği kupa sayısı sadece 12. Sayı olarak çok az gözükmese de bu 12 kupanın içinde Lig Şampiyonluğu’nun bulunmaması ve Manchester United’ın yaptığı atakla Liverpool şampiyonluk sayılarında geride bırakması bu durumu dramatikleştirmeye yetiyor. Liverpool son 23 yılda ne kadar kötü gittiyse, taraftar da aynı ölçüde kendisini yüceltmeyi başardı. Ülkemizde sıkça gördüğümüz “skor” taraftarlığıyla uzaktan yakından alakası

olmayan bir taraftar grubuna sahipler. Hangi kulüp taraftarı olursa olsun eğer takımı ligde kötü gidiyorsa veya maçta mağlup durumdaysa hemen isyanlara başlarlar. Başkan gitsin, teknik direktör gitsin, oyuncular gitsin de kulübü kendileri yönetsinler. Bazen rakip takımı alkışlarlar. O bile rakibin iyi oyununu tebrik etmek için değil, tamamen kendi takımını yermek için yapılan bir harekettir. Kırmızıların bunca yıllık özlemine rağmen her sene her maç 45 bin taraftar Anfield Road’u doldurarak, kulübün en ateşli taraftar grubu The Kop’un önderliğinde “You’ll Never Walk Alone” yazısının altında desteğini takımdaki her oyuncuya hisse-


meye devam eder. 2013 yılında Liverpool’un hazırlık turundaki durağı Avustralya’nın Melbourne şehriydi. Melbourne Cricket Ground’da oynayan maçta Liverpool’un rakibi, ülkenin önde gelen takımlarından Melbourne Victory. Temmuz ayındaki bu maçta tribündeki 95.446 taraftar hep bir ağızdan efsanevi marşı söylemeye başladı. Yanlış okumadınız; hazırlık maçı ve yer Avustralya. Anifled Road ile özdeşleşmesine rağmen globalleşen bu kırmızı tutku, kendine Güney Yarım Küre’de bile yer bulmayı başardı. Geçtiğimiz sezon ise tam anlamıyla bir yıkım yaşandı. 34.haftaya lider giren Liverpool, Chelsea ‘ yi ağırlıyordu. O maça kadar 11 maçlık bir galibiyet serisi yakalayan kırmızıların taraftarları bu zorlu virajı da geçip, 24 senedir özlemini çektikleri şampiyonluğa bir adım daha yaklaşacaklarını düşünüyordu. Ne yazık ki takımın senelerdir kaptanlığını yapan Steven Gerrard’ın ayağı kaydı. O pozisyonun sonucunda golü ağlarında gören Liverpool, maçtan yenik ayrıldı ve son haftalardaki avantajını yitirmiş oldu. Bütün bunlara rağmen kıpkırmızılığını koruyan Anfield Road’u dolduran taraftarlar takımını ıslıklamadı, protesto etmedi. Üzüldüler, belki de çöktüler ama oyuncularla birlikte gözyaşlarını döktüler. Çünkü biliyorlardı ki; gönüllerini verdikleri armanın bulunduğu formayı sırtına geçiren futbolcular da bu duruma en az kendileri kadar üzülüyordu. Sahada kim oynarsa oynasın o

meşhur klişe “Aşkımız armaya sizlere değil” cümlesini tam anlamıyla yaşayan (Gerrard hariç) bir tribün var Anfield Road’da. Bunun sebebi ise taraftarların, kulübe kim transfer edilirse edilsin Liverpool çatısı altındaki her sporcu bu özlemin, bu sorumluluğun farkında olduğundan emin olmasıydı. Geçtiğimiz aylarda takımın simgesi haline gelen Steven Gerrard’ın takımdan ayrılacağını açıklaması, bütün taraftarları yasa boğdu. Hani o “ayağı kayıp şampiyonluğa mal olan hatayı yapan” adam. Liverpool taraftarları vefasını burada da gösterdi; o hata yüzünden Gerrard’ı suçlamak en kolay yoldur aslında. Ama bunun yerine, kaptanlarının ellerinde bir kupa kaldırabilmesi için ellerinden geleni yaptılar. Lig şampiyonluğunun Chelsea’ye gideceği çok önceden belli olması sebebiyle, son şans olan Federasyon Kupası için beklemeye başladılar. Yarı finale kadar geldiler; fakat yine olmadı. Gerrard son sezonunu kupa kaldıramadan tamamladı. Steven Gerrard gibi bir oyuncunun kariyeri boyunca lig şampiyonluğu sevincini yaşayamamış olmasına, kendisi kadar taraftarlarında hatta diğer takım taraftarlarının da üzüldüğü aşikar. Normal şartlarda sporla ilgisinin bulunmayacağı bir yaşta olan Liverpool taraftarı bir kadının, Gerrard’ın kararını açıklamasının ardından aralıksız döktüğü gözyaşlarının olduğu videoyu izleyenler bilir. O video, Liverpool taraftarının yüreğini gösteren en basitinden bir parça. Mutlaka

izlemenizi tavsiye ederim. Bu taraftar sadece İstanbul’da Şampiyonlar Ligi’ni kazanıldığında değil, son haftalarda şampiyonluğu kaybederken de takımının yanındaydı. Kötü zamanlarda daha fazla sahip çıktılar takımlarına, o anlarda daha fazla bütünleştiler birbirleriyle ve belki de son düdüğün çalmasına yakın daha gür söylediler klasikleşen marşlarını... Liverpool takımının bu taraftara Lig Şampiyonluğu borcu var. Bütün bu başarısız geçen yıllara rağmen her seferinde daha çok hırslanmaları, vazgeçmemeleri ve inanmaları için her maç duydukları You’ll Never Walk Alone’un ilk 6 mısrasını hatırlamaları yeterli: When you walk through a storm Hold your head up high And don’t be afraid of the dark At the end of the storm There’s a golden sky And the sweet silver song of a lark

ww

Steven Gerrard

27


HAUSSMANN’IN BULVARLARINA DOĞAN SINEMA YAZI | MELIH KURAL

S

poneck Birahanesi’nde sinematograf gösterilerine giden Mekteb-i Sultani öğrencisi Ercüment Ekrem (Talu) şunları kaleme alır: “Avrupa’nın bir yerinde bir istasyon. Bacasından fosur fosur kara dumanlar savuran bir lokomotif, peşinde takılı vagonlar duruyor. Rıhtımın üzerinde telaşlı telaşlı insanlar gidip geliyor. Amma ne gidiş geliş! Hepsini sara nöbetine tutulmuş sanırsınız. Hareketler o kadar hızlı, ölçüsüz ve acayip ki. Tren kalktı. Bittabi sessiz sedasız. Aman Yarabbi! Üstümüze doğru geliyor. Zindan gibi salonun içinde kımıldamalar oldu. Trenin perdeden fırlayıp seyircileri çiğnemesinden korkanlar ihtiyaten yerlerini terkettiler galiba. Hani ya, ben de korkmadım değil; lakin merak galip gelip

28

beni iskemleye mıhladı. Bereket versin ki, tren çabuk geçti gitti. İki dakika kadar ara verdiler. Bu sefer boğa güreşi seyrediyoruz. Azılı hayvanlar perdeden üstümüze doğru seğirttikçe yüreğimiz ağzımıza geliyor. Bu film daha yaman, onu önceden göstermiş olsalardı, salonda kimsecikler kalmazdı. Tren bizi sinematografa alıştırmış oldu.” 28 Aralık 1895, Paris’teki Grand Hôtel’in altındaki Grand Cafe’nin alt katında yer alan Salon des Indiens’de Lumière Kardeşlerin yaptığı ilk gösteri, bir sanatın doğuşuydu: Kart bir sesle Haussmann’ın ışıl ışıl bulvarlarını pisleten (!) sinemanın doğuşu. O gün projeksiyonla perdeye yansıtılan fotoğraf kimsenin ilgisini çekmemişti, ta ki arabayı çekmekte olan at, davetlilerin üzerine gelmeye başlayana kadar. Sinematograf karşısında şaşkına dönen yalnızca kilometrelerce uzaklıktaki Ercüment Ekrem değildi; sinematograf; sinemayı doğurmuş, insanatın fotoğraflara hareket, canlılık kazandırma araştırmalarını ise öldürmüştü; tıpkı birçok şeye yaptığı gibi. Sinemanın birden fazla doğuşu vardır. İlk doğu-


mu, sinemanın babası olan Lumière Kardeşler. Lumière Kardeşler’in sineması alet olarak yeni, anlatı olarak eskiydi. Sinema eğlencenin yanı sıra kitle kültürünün bir parçası olarak da doğmuştu ve gelişimini “Film bir köpektir. Başı ticaret, kuyruğu sanat, ancak kırk yılda bir kuyruk köpeği sallar.” olarak tamamlayacaktı. Sinema; anlatı olarak eski olduğundan, ününün ise kulaktan kulağa yayılışına engel olamadığından özgün eserler bahşetmek yerine peydahlamayı tercih etti. Bu noktada bir sanat diğer bir sanat dalından beslenmeye başladı: Sinema, edebiyattan pay alma cüretine girişmişti. Edebi yapıtlar bir bir perdelerde oynatılmaya başlanır daha doğrusu bunun için çabalanır. Yazının yazına dönüştüğü nokta atlanarak, yazını görsel anlatı diline monte etme çabaları kimi zaman başarıya ulaşırken, kimi zaman da Visconti ismindeki bir yönetmenin dahi bu düşünceye kapılıp çağdaş anlatının en önemli eserlerinden biri kabul edilen Yabancı’yı sinema dilini kullanarak anlatabileceğini düşünmesi, filmografisindeki en kötü filmi çekmesiyle son bulmuştur. Peki ya “kara film”ler ? Her talep kendi arzını oluşturacağından, her arz kendi talebini oluşturdu. İnsanların iştahına özgün eser yetiştiremeyen sinema, edebiyatın kendi aracını, sözcükleri kullanarak yarattığı soyutlamayı, imgeyi önemsemeyerek sömürmeye devam ederken yalnızca sinema için yazılan bir edebiyat doğdu. Sinema yalnızca o ışıl ışıl bulvarları pisletmemişti, insanların zihninde belirli kalıplara sıkışmış sözcükleri o kalıplardan kurtaramayacağını, sözcükleri özgürleştiremeyeceğini anlayınca insanları; kırık kadeh, kırmızı gül, camdan süzülen yağmur damlası, bülbül, İsa heykelinin gözünden akan kan gibi kokuşmuş anlatılarla zehirledi, sözcükleri daha da dar kalıplara hapsetti. Sinema kendi anlatısını geliştirirken, anlatısını çökertmeyi de öğrenmeliydi. Somut düşünden, soyut düşünmeye geçmeyi başarmalıydı. Öncelikle kabul etmesi gereken edebiyatın soyutlamayı sözcüklerle yaptığı ve sözcükler dışında ulaşılamayacak olandan vazgeçmeyi öğrenmesiydi. Yazınsal bir yapıtı kendi dilinde anlatma cüretine tekrardan kalkışacaksa imgeyi yaratmış olanlarından uzak durmayı bilmeliydi. Yapılan bunca sömürüye bir tokatla dur denmesi gerekiyorsa da Robert Bresson’un 1951

yılında Georges Bernanos’un romanından uyarladığı Bir Taşra Papazının Güncesi bu tokatı hem kendi yazın diliyle, “Hergün, tam bir içtenlikle yazarak yanlış bir şey yaptığımı düşünmüyorum. Hayatın en basit ve en önemsiz sırları gerçekte herhangi bir giz izinden yoksundur.” hem de Bresson kendi diliyle vurmuştur. Şöyle ki: “Bir başka sanatın biçimiyle tasarlanmış daha kaba saba, daha etkisiz bir şey düşünülemez. Bir şeyi iki sanatın olanaklarını birden kullanarak ifade etmek mümkün değildir. Ya biri olur ya öteki…” Filmde “okuduğumuz” papazın iç dünyası mı yalnızca ? Sinema yeni yetme bir çocukken ikinci doğumu kurmaca filmin babası olan Méliès tarafından gerçekleştirilir. Georges Méliès de o aralık gününün sabahında Antoine Lumière tarafından saat dokuzdaki gösteriye davet edilen isimler arasındaydı ve en nihayetinde sinemanın yalnız kendi araçlarını, kendi dilini kullanarak Potemkin Zırhlısı’yla başkaldırı kelimesini kavramlaştıran, imgeleştiren Sergei M. Eisenstein’la sinemayı yedinci “sanat” yapan üçüncü doğumu gerçekleşir. Öyle ki, sanat dalları kendi araçlarını kullanarak amaçlarına ulaşabildikleri, imge sorununu çözdükleri kadar sanattır. Hep merak etmişimdir halen de merak etmekteyim: Niçin Yaşar Kemal, Oğuz Atay, Thomas Bernhard, Louis-Ferdinand Céline, Sâdık Hidayet romanları sinemaya uyarlanmıyor, niçin Ingmar Bergman, Andrei Tarkovsky, Krzysztof Kieslowski bu kadar çok konuşuluyor, niçin ben Theodoros Angelopoulos adını zihnimden çıkartamıyorum ? Sinema, Paris’in sözüm ona ışıl ışıl sokaklarına iyi ki doğmuş ve bize pisliğe (!) batmayı öğretmiş. ______________________________________

“Film bir köpektir. Başı ticaret, kuyruğu sanat, ancak kırk yılda bir kuyruk köpeği sallar.”

______________________________________

29


SENİN İÇİN KİM ÖLDÜ? ÖYKÜ | MUSTAFA DUYMUŞ anımı zor günlerin ardından ilk kez konuşuyorduk. Ya da günler bana çok anlamı olmayan tanımlar gibi geliyordu. Farkında değildim. İyi ya da kötü günler hep uzun sürer, en azından öyle sanarız. Kimileri için kısa bir birliktelik yıllar alıp götürür insanın hayatından ya da uzun bir birliktelik bir boşluk yaratır sadece. -Kimileri için-. Her ikisine de uyduramadığım uzuna yakın kısa zamanlardı galiba. Emin olmak istemiyordum hiçbirşeyden. Emin olunca yitiriyordun çok şeyi. Yitirecek çok şeyim olmadığı için belki de emin olamıyordum. Kısa bir hikaye okumuştum ona. Hikaye öylesine ona benziyordu ki o bile inanmıştı. İnandığını sanmış da olabilirdim ama onu bir şeyi öğrenmek için o halde gördüğüm anda sanmalarımın sahte olduğunu da öğrenmiştim. Ve belki de farkında olmadan -da- çok şey öğrenmiştim. Hikayenin sonunda ise kadın ölüyordu. Ölüm hüzünlü, kasvet verici, tedirgin ediciydi onun için. Bu yüzden bu kadar çok saplanmış ve inatla ; ‘’Hikaye gerçekten böyle mi bitiyor?’’ diye soruyordu. Bazı insanlar için bazıları ölür. Herşey o kadar yıldırıcı ki bu sayede ölümler kolaylaşır ve sıradanlaşır. BAZEN çoğumuz fark etmeyiz bile başucumuzdaki ölümleri ya da intihar girişimlerini. Belki kadın ölmedi bu sefer ama.. Hikayenin sonu öyleydi. ‘’Evet’’ diye yanıtladım. ‘’Senin için ölen kim?’’ diye sordu. Vivaldi hayal etmeli ve anlatmalıydı. Gloria in Excelsis in C major çalıyordu ve mükemmele yakındı Vivaldi. Koca parmaklar diye geçirdim içimden. Hikayeyi öylesine sindirmiştik ki içimize bu sayede bir şeyler duymak istiyorduk birbirimizden. Ödlek davranıyorduk ve bu anlamlı bir şeydi. Aldıklarıyla değil verdikleri ile mutlu olan birisiydim. Beklentilerle mutlu olunamıyordu bu dünyada, olanların ise kendini kandırdıklarına inanıyordum. Bir yerlerde bir çatlak vardı ve sürekli büyüyordu. İnsanlık çatır çatır çatırdıyordu. Yolu belki de yarılamıştık, kimsenin haberi olmadan. Belki de çoğunu tüketmiştik fakat habersizdi herşey. ‘’İnsanlık öldü benim için.’’ dedim. Bu durum beni fazlasıyla üzüyordu ve kimsenin bu durumdan rahatsızlık duyduğunu bile görmüyordum. Ve bu daha acı vericiydi. Çevre ile ben şeklinde bakılınca her şeye kendini keşfi daha kolay oluyordu insanın. Devam edemeyeceğin o an’a inandığında seni devamlılığa sürükleyen şeyler belkide seni yalnız ve sen yapan ve hayatta kalmanı sağlayan şeylerdi. Küfür etsen de, içsen de, uyuşturulsan da bazı farkındalıklarını yok edemeyerek yalnızlığı tadıyordun.. ‘’Anladım’’ demekle yetindi. Gerçekten yeterli bir kelimeydi. Fazlası, fazla olacaktı. Belki istediğini alamamıştı ama bende vermek istediğimi bir kere daha satamamıştım. Halbuki onun insanlığına duyduğum sevgi bedavaydı. Yıl 2015 olmak üzereydi. O gece ölmek gelmişti içimden..

T

30


KAT 3 DAİRE 8

TUNAHAN S İ L GÜZEL ŞEYLERDEN BAHSETTİĞİMİZ YER K E R E M bugün ilk sayının konusu ve Tate Roman Polanski’nin karısı. Y E N D İ Aslında olarak Guns N’Roses’dan bahse- Beni sinema aşığı yapan yönetmen ancak Büyük Usta©, no- de Polanski olunca haliyle bir gıcık L E V E N T decektik taları havada döndüren adam, mi- kaptım. Slash’i de sevmem. ÜSTÜNBAŞ miklerin efendisi B.B. King hayatını Tunahan- Neyse abi gayet saçkaybetti. Blues tanrılarından biri ma sapan bir çıkarım yapmışsın + göğe yükseldi diyebiliriz. buna önümüzdeki sayıda devam ÖZAN ERENAY ŞENER

Guns N’Roses’dan konuşmadığımız için ben çok mutluyum tabi. Tunahan- Niye be abi? Aslında sebebi çok uyduruk. Bir konserini izlerken Axl Rose’un üzerinde Charles Manson tişörtü gördüm. Manson’ın çetesi Sharon Tate ve doğmamış evladının katili

edelim. Şimdi üstaddan bahsedelim. Haklısın şimdi ben sizi tanıtayım. Kerem Yendi ve Tunahan Sil Eskişehirimizin güzide müzisyenlerindensiniz. Tunahan Sil gitarist ve aynı zamanda sesini çok beğendiğim bir arkadaşım.

31


Kerem ise… Kerem size basist mi deniyor? Kerem- Evet abi basist ama halk arasında basçı da deniyor yani sen öyle de diyebilirsin. Mesela klavyeciye de klavist deniyor sen ona çok şaşırmıştın. Evet ne hikmetse ben hiç duymamışım. Ama en çok kemani unvanını severim. Sen de aslında eski bir kemanisin değil mi? Kerem- Evet. Tunacım sen de ee… Tunahan- Gitari. Hatta Gitari Tuna Efendi Peki. Neyse Tunacım ilk senininle başlayalım B. B. King denince ne cevap verirsin bana ? İlk ne gelir aklına ? İlk dinlediğimde lise 2 falandı. Gary Moore ile birlikte Thrill is Gone düeti var 91-92 olması lazım. Atışıyorlar karşılıklı ama köpek gibi atışıyorlar. Gary Moore’un da ruhu şad olsun. İlk izlediğim zaman en çok mimiklerinden etkilenmiştim. İkisi de mimik konusunda o kadar başarılılar ki parçayı gerçek manada yaşıyorlardı. Gary Moore ağzını büküyor, B. B. King çenesini belertiyor falan. Tabi bunları nasıl yazıya dökersin bilmiyorum. O kadar hayranlıkla izledim ki Gary Moore yine daha çok drive falan kullanıyor yırtıcı bir tavrı var ama B. B. King sakin sakin çalıyor ve insanı mest ediyor. Öyle işte abi lise son gibi ben müziğe bu derece ilgi duymaya başladım. Kerem- B. B. King’i lise 2 de dinlemişti 1 yıl düşündü acaba onun gibi mi çalsam yoksa ne yapsam diye. Tunahan- Yahu alay etme. İlk etapta anlamak zor B. B. King’i çünkü liselisin ve çalarken sert, agresif bir tavır istiyorsun. Gitarıyla arasında evlilikvari bir ilişki olduğunu duydum biraz bunu da anlatır mısınız? Tunahan- B. B. King yanlış hatırlamıyorsam 1962 yılında “Thrill is gone” parçası ile patlıyor. Gibson klasik caz kasa bir gitarı var daha sonra üzerinde modifikasyonlar falan yapıyor. Ardından Gibson diyor ki artık yapalım bu adama sağlam bir gitar. Şu an piyasada o seri var ve 10 bin tl civarı fiyatlara satılıyor.

32

Evet şimdi de aynı soruyu sana sorayım Kerem sen B. B. King ile ne zaman tanıştın. Kerem- Ben aslında B. B. King ile şahsen tanışmadım. Eric Clapton ile birlikte yaptığı Riding with The King albümünde tanıdım Büyük Usta’yı© sanırım 2001 yılına ait bir çalışmaydı. B. B. King denince aklıma güleç yüzlü, dolma parmaklı, oturan, nadiren ayağa kalkan, tonton bir amca geliyor. Aslında basçı olması gerekirmiş ama olmamış gibi gelir bana. Kötü çalsaydı basçı olurdu ama iyi çaldığı için olmadı. Kerem- Evet abi. Teşekkür ederim kötü müzisyenler rock kulüplerinde çalar geyiği de yolda mı? Kulüp değil o grup. Kerem- Her neyse. Müzikhol mü deseydin keşke? Kerem- Ooo. O zaman kaşem yüksek olur. Düğünlerde de iyi para var Kerem. Kerem- Tabii. Bizim sahnelerden daha iyi para veriyorlar. Hadi B. B. King muhabbetini kapatıp konuşmayı düğün müziği üzerine kaydıralım. (bir kaç dakika Keremin attığı manidar bakışa odaklandık) Kerem- Yani kısacası kendime bir Thrill is gone B. B. King’cisi demekten gocunmam. Tunahan- Gitarının adı Lucile. Bir kadın ismi vermiş gitara buradan gitara karşı tutunduğu romantik tavrı görebiliriz. Sen bir şey demeyecek misin Kerem? Kerem- Gitarının adı Lucile. Tamam Sanırım B. B. King neredeyse ömrünün son anına kadar sahnede kalmış bir müzisyen. Benim en çok dikkatimi çeken bu oldu. Demek ki müzik tutkusu büyükmüş reyisin. Tunahan- Turne yapacağım çünkü para kazanmam lazım demiş daha yeni bir ropörtajında. Demek ki maddi sıkıntıları da varmış. Tunahan- Ne alakası var abi ya. Nereden biliyorsun Tuna kim ne yaşıyor? Belki tefeciye borcu var, belki kooperatife girdi para kaptırdı, belki kumarcı, dostu vardı belki, çoluğu çocuğu haroyine, kokayine alıştı belki…


Kerem- Bağlama getir de çalayım abi arkanda. Şaka bir yana 15 çocuğu 50 tane torunu olduğunu okudum bir yerde. Tunahan- 15 çocuk hiç beklemezsin B. B. King’den. Neden lan? Tunahan- Abi adam yılda 320 konser falan veriyor. Zaten yıl 365 gün. Ne ara eve gidiyor bu adam. Müzikle arasındaki bağ büyükmüş adamın bence çünkü başka yollardan yahut yaptığı işi magazinleştirerek de para kazanabilirdi amacı sadece para olsaydı. Kerem-Aynen Adam Levine’i, Katty Perry’yi, Lady Gaga’yı toplar bir albüm yapardı. Sonra çavulla kaldırırdı parayı. Ama üstad konser vermeyi sahnede olmayı tercih etmiş. Tunahan- Zaten bir müzisyenin müziği bırakması olacak şey değil abi.. (bu laf yarım kaldı devamını biz de bilmiyoruz) Erenay- Neden ki Teoman bırakıyor? Erenay hoşgeldin. Erenay- Hoşbulduk cnm. Erenay seni tanıyalım. Erenay- Ben gidicem ya. Vallahi salmayız. Erenay- Peki. (hemen ikna oldu) Ben 14 yaşındayken babamın 26 yıllık ve ebat olarak benden büyük gitarıyla müziğe başladım. İşte vokallik falan. Tunahan- Abi eski metalci. Taksim, istiklal bölgesinin aranan yüzlerinden kendisi. Erenay- Tuna daha iyi tanıttır beni bak. Benim moralim bozuk. 2. periyoddan sonra takım çok kötü dağıldı ya. (ne maçı olduğunu sormadı kimse. Sonrasında yazıya dökerken Erenay’a sordum hatırlamadı) B. B. King ile ilgili ilginç bir şey söyle bize. Erenay- Bir dönem radyo djliği yapmış King Riley adıyla. Öyle bir şey okudum B. B. King hakkında. Tabi turn table başında bir djlikten söz etmiyorum. Zaten adam 1925 doğumlu o tip şeyleri yapacak imkan yokmuş gençlik yıllarında. Siyahlara yönelik yayın yapan bir radyo djinden bahsediyorum. Biraz James Brown gibi bir yanı da var. Yani dans falan değil tabi ama Cafcaflı ceketler, fırıl fırıl gömlekler falan giymeyi seven bir

insanmış rahmetli. Kerem- O biraz da dönemin sahne anlayışıyla alakalı. Tabii dans yok B. B. King’de zaten ömür boyu diyabet ile uğraştığından kilo sorunu hep var. En meşhur hareketi televurduktan sonra parmağını havada döndürmesi. Nota döner adeta parmağında. Peki B. B.’nin açılımı ne? Tunahan- B.B. King doğduğunda babası 18 yaşında olduğundan Baby Brother King ismini aldığını okumuştum ben. Erenay- Yok abi ya Blues Boy King diye biliyorum ben. Kerem- Ben de Bülent Baki diye duydum ama... (bir süre sessizce bakıştık) B. B. King nereli? Kerem- Amerikalı Hadi be! (hepberaber bağırdık) Tunahan- Yanlış hatırlamıyorsam Mississippili Erenay- Berclair, Mississippi doğumlu. Baktın de mi Googledan. Erenay- Ne münasebet!? Son olarak bir şey söylemek ister misiniz? Tunahan- “B.

B. King’in şarkılarını herkes çalabilir ama herkes B. B. King gibi çalamaz.” Azıcık da kendinizden bahsedin. Mesela repertuvarınızda hiç B. B. King şarkısı var mı? Tunahan- Thrill is gone, Midnight blues ve Three o’clock blues var. Peki sizi nerede dinleyebiliriz? Kerem- Her salı Pilot Bardayız Kızılcıklıdaki Eti plazanın altında var ya… Bekleriz. Grubumuzun adı da “OTHERWAYS” Erenay seni hiç dinlemedim. Neden? Erenay- Bir ara dinlersin abi yaparız bir sahne. Peki...

33


YAZI | MEHMET ŞAMİL DAYANÇ

Yeni Dünyanın Yeni Karakterleri: Faust, Raskolnikov

S

anatsal türleri arkasında yatan toplumsal olaylarla birlikte değerlendirmek, özellikle “burjuva sınıfının getirdiği bir tür” (Belge 17) olan romanla birlikte yetersiz bir okuma olacaktır. “Birey”in edimleri, biricikliği, öznelliği bu türün temel malzemeleridir. Bununla birlikte, bireyin bu biricik edimlerinin nedenlerinin bir kısmını toplumsal olaylarla birlikte değerlendirmek daha çoğul bir okumaya olanak sağlar. Hümanizmin, Rönesans ve reform hareketlerinin yaşandığı bu yeni dünya, bir yandan bireyi ön plana çıkarırken diğer yandan toplumsal olanı okumayı zorunlu kılar. Örneğin, Fransız İhtilâlini göz ardı ederek Sefiller’i okumak ne kadar mümkündür ? İşte bu yeni dünya da farklı yüzyıllarda, farklı coğrafyalarda toplumdan/toplumsal olandan sıyrılamayan “birey”leri doğurmuştur: Faust ve Raskolkinov. Bu karakterlerin toplumsal olaylardan sıyrılamamaları ve ardından gelen bireysel tecrübeleri bir arada hareket eder. Marshall Berman, “Faust’un sorunları kişisel sorunlar değildir, bu sorunlar Fransız Devrimi ile Sanayi Devrimi öncesinde tüm Avrupa toplumlarını kıpırdatan daha büyük gerilimleri dramatize etmektedir” (68) tespitini yaparak Faust’un toplumsal yönünün altını çizer. Raskolnikov ise “Bir Napolyon olmak istedim, bunun için öldürdüm...” (Dostoyevski 486) der Sonya’ya. Bir yanda toplumsal etki figürü olarak Napolyon, diğer yanda Raskolnikov’un bireysel edimleri vardır. Bu noktadan hareketle, bu yeni dünyadaki farklılaşmayı Faust ve Raskolnikov’un nasıl tecrübe ettiğini ve bu tecrübelerde bir etki mekânı olarak sekülerleşmenin ne boyutta olduğunu tartışmaya açacağım.

34

Ardından karakterlerin şeytan ve şeytanîlikle olan tecrübelerini sekülerleşmeyle ilişkilendirip bu seküler dünyadaki bireysel edimlerin önemine değinecek; son olarak da Romantizmin etki boyutlarını değerlendirmeye çalışacağım. Batı kültür ve sanatında Eski Yunan ve Latin edebiyatını diriltme çabaları sonucu din odaklı yaşam, sanata evrilmeye başlamış, 17. ve 18. yüzyılla birlikte akıl kavramı ön plana çıkmıştır. İsmail Çetişli’nin de belirttiği üzere bu dönem Aydınlanma Çağı/ Akıl Çağı/ Nur Devri olarak kabul edilir (49). Aklın muktedir olmaya başlamasıyla birlikte de aşkınlık yerini dünyeviliğe bırakmaya başlar. Çetişli, “düşüncenin dünyevîleştirilmesi bu dönemin en belirgin niteliklerinin b a ş ı n - da gelir” (49) der. Faust aşkınlıktan “arınmış” bu yeni dünyanın ürünü olarak değerlendirilebilecekken Suç ve Ceza da bir etki mekânı olarak bu dönemden fazlasıyla payını alır. Bu yeni dünyadaki farklıl a ş m a sonucu her iki eserin karakteri de “eyleyerek” var olur. Karakterler akıllarını kendileri kullanmak cesaretine sahiptirler (Kant 17), fakat altı çizilen nokta bizzat akıl değil, akılla birlikte hareket eden bireysel tecrübelerdir. Faust’ta, sözün, aklın, anlamın, gücün değil eylemin altı çizilir (Goethe 68). Şöyle der Faust: “Ve yazıyorum huzurla: Başlangıçta eylem vardı!” (68). Eylemde bulunarak bir çıkış noktası aranır. Sekürlerleşen bu dünyada bizzat seküler “eyleme hâli”nin altı çizilir. Bu noktada bazen eylemin sarih bir anlamının olmasına da gerek yoktur. “Raskolnikov neden “balta”yla, canice, yaşlı bir kadını öldürür?” sorusunun tutarlı, bâriz bir cevabı yoktur. Sonya’yla olan diyoloğunda ilk olarak “Bir Napolyon olmak istedim, bunun için öldürdüm... Şimdi anladın mı ?” (Dostoyevski 486) derken, daha sonra “Yalnızca yürekli olmak istedim Sonya, neden bu işte!” (489) der. Bu dünya, eylemin belirgin bir amacının dahi olmadığı bir dünyadır. Faust’un genç, masum bir kız olan Gretchen’ı kirletmesi,


Gretchen’ın erkek kardeşini öldürmesi, Raskolnikov’un ise yaşlı tefeci Alyana İvonovna ile İvanovna’nın üvey kız kardeşi Lizeveta’yı öldürmesi, sınırı aşmak, hudutsuz bir “eyleme hâli”nde olmaktır. Bu hudutsuzluğu ise sekülerlik var eder. Modern Bireyciliğin Mitleri’nde Ian Watt, “Ruh hali açısından bakıldığında, Faust karakterinin din karşıtı ve seküler bireyciliği, onu bu tür antisosyal kötümser yapmaktadır” (260) der. Sınırları aşarken güçlendiğini hissetmesi ise aşkınlıktan kopuşunu hızlandırır. Hatta Faust, “Umrumda değil öbür dünya. Önce bu dünyayı çevireceksin enkaza, Sonra öbür dünya çıksın ortaya. Bu dünyadan kaynaklanır benim zevklerim” (Goethe 86) der. Aşkınlığı, geride bıraktığı dünyayı temsil eden Gretchen’ı da eylemde bulunma düşüncesiyle kirletir ve ortada bırakır. Eylem bir var olma alanıdır adeta. Raskolnikov ise tanrılaşma çabasından dolayı eylemde bulunur. Amacı en güçlü olmaktır ve bu yolda “Kimseye bir yararı olmayan, iğrenç, zavallı bir biti...” (Dostoyevski 487) öldürür. Raskolnikov yaşlı kadını bir insan olarak bile görmez. Onun gözünde yalnızca bir ilkedir. Henri Troyat, “Hele bu ilke öldürülsün bir kez, o vakit Raskolnikov üstün insan olacak, Tanrı’ya özgü yeteneklerini tanıyacaktır. İçi rahatlayacak ve en sonunda ele geçirilmiş bir bağımsız içinde bulacatır kendisini” (263) tespitini yapar. Bir böcek olmadığını kanıtlayabilmek, muktedir olabilmek gâyesiyle hareket eden Raskolnikov, cinayetlerden sonra nevrotik bir hâle bürünür. Faust da Raskolnikov da hudutsuzluğu sekülerlikten alan karakterledir. Bu karakterler için yeni dünyada var olmak, “eyleme” kudretine sahip olmaktır. Nitekim Faust, bu dünyevî eylemlerine karşın Tanrı tarafından affedilirken Raskolnikov da Sonya ile diyaloğundan sonra arınır. Eski dünya geleneklerinden kopup, bireysel tecrübe vasıtasıyla çıkış yolu arayan Faust ve Raskolnikov, bu yolda olma eylemlerini farklı yollarla tecrübe ederler. Faust bizzat şeytanın kendisiyle anlaşırken, Raskolnikov şeytanîleşerek bu evreyi yaşar. Ian Watt, “Belli ki Faust farklı bir varoluşun gerçekliğine ‘cennet ya da cehenneme’ inanmıyordur. Sonsuza kadar lanetlenme düşüncesiyse asla aklına bile gelmemiştir” (248) tespitiyle Faust’un eylemlerindeki

hudutsuzluğa da bir neden bulmuş gibidir. Şeytanın bizzat kendisi olan Mefisto’yla anlaşan Faust, sınırsız, değer yargılarını kırarak, daha güçlü hissederek ve en önemlisi “eyleyerek” ilerler. Bu noktada altı çizilmesi gereken noktalardan biri, Mefisto’nun Faust’a zorla kötülük yaptırmamasıdır. Yapılan şeytanî eylemlerin sorumluluğu Faust’a aittir. Özellikle kitabın ikinci cildinde tam bir ilerlelemeci, kalkınmacı modern bir Faust çıkar karşımıza. Bu yolda, bir çifti öldürtür, ardından da bundan dolayı üzüntü duyar. Bir yanda şeytanla birleşip, masum bir kızı kirleten, cinayet işleyen ve bunla güçlenen bir karakter varken, diğer yanda gayet insanî bir şekilde aşık olduğunu söyleyen ve ölen çiftin ardından buna üzülen bir karakter vardır. Mefisto’yla anlaşıp Mefisto’dan daha “şeytan” bir konuma yerleşen Faust, çiftin ölümünden sonra ölür. Fakat Mefisto ile anlaştığı üzere tatmin olmuş mudur ? Bir başka soruysa Mefisto kimdir ? Mefisto diye bir şeytan var mıdır yoksa Mefisto Faust’un bizzat kendisi midir ? Şu bir gerçektir ki, bu sorulara verilen cevaplar, Faust’un şeytanî tecrübeleri seküler bir dünya algısı ve yaşayış biçiminden kaynaklanır. Sekülerleşme bir yanda Faust’un bireysel edimlerini artırırken diğer yanda Faust’ın şeytanlaşmasına neden olur. Benzeri bir durum Raskolnikov’da da görülür. Dinî yaşama karşı oluşturulan Aydınlanma felsefesinin en belirgin öğelerinden olan akıl, Raskolnikov’u sekülerleştir; bireysel edimlerine bizzat etki eder. Raskolkinov’un işlediği cinayet hakkında pek çok neden sayılabileceği gibi, o ilk aşamada diğer insanlardan üstün olduğunu düşündüğü için bu cinayeti işlemiştir. Cinayeti işleyerek, kendi “üstün” adalet sistemini gerçekleştirmeyi arzulamaktadır. Fakat bu cinayetin ardından Raskolnikov, daha iyi olmak bir yana, nevrotik bir hâle sürüklenir. Nurdan Gürbilek bu konuyla ilintili olarak “Kan dökmenin Raskolnikov’u yatıştırmamasının nedeni de dünyanın ona kayıtsız kalmaya devam ettiği duygusu değil mi...” (47) sorusunu sorar. Yani, iki kere ikinin dört etmediği bir dünyada sebep-sonuç bazlı düşünmek Raskolnikov’u yanıltacaktır ve o da bu dünyaya yabancılaşacaktır.

35


Şeytanî bir cinayet işleyen Raskolnikov’la, bu şeytanî cinayetle adalet dağıtacağını düşünen Raskolnikov aynı kişidir. Bir yanda, “Tanrım ! Yolumu sen göster bana. O iğrenç... hayalim için tövbe ediyorum!” (Dostoyevski 96) derken diğer yanda “Belki Tanrı bile yoktur” (381) yorumunu yapar. Raskolnikov’un eylemlerinde elbette seküler düşünce yapısının etkisi vardır; fakat bu tespiti yapıp Raskolnikov’un çözümlenebileceğini düşünmek bir yanılgı olacaktır. Tıpkı Faust gibi Raskolnikov da çoğul bir karakterdir. Dahası Suç ve Ceza da çoğul karakterleri barındıran bir kitaptır. Her ne kadar Nabokov, gerçek bir sanatçı, ahlakçı, Hıristiyan, filozof, şair yahut sosyoloğun kutsal bir kitap üzerine eğilmiş bir katille bir sokak orospusunun yan yana konulmaması gerektiğini belirtse de (163), zannımca kitabı kaliteli yapan unsurlardan biri de bu çoğulluğun kitaba yansıtılmasıdır. Şeytanî bir suç işleyen Raskolnikov’u kendi bedenini satan Sonya arındırmıştır. Her iki eser için de altı çizilmesi gereken nokta, şeytanîleşmenin karakterleri hudutsuzluğa sevkettiği ve bu ölçüde pek çok bireysel edimin gerçekleştiği; fakat bu karakterlerin yalnızca şeytanîleşme-sekürlerleşmeyle açıklanamayacak kadar çoğul olduklarıdır. Aydınlanma Çağı’nın gittikçe artan kuralcılığı, akılcı tutumu, sunîleşen hâline karşı duygudaki değişimi aktaran bir edebi hareket olan Romantizm pek çok metni az ya da çok etkilemiştir. Romantizmle birlikte kişisel tecrübeler açık bir şekilde dile getirilir, bireyin hayalgücü ön plana çıkar ve hayatın kendiliğinden aktığı bir dünya tasavvur edilir. İsmail Çetişli, “klâsisizm, nasıl mutlak monarşi döneminin eseri ise, Romantizm de tam bunun zıddı durumundaki hürriyet, eşitlik, demokrasi arzularının eseridir” (58) yorumunu yapar. Bir edebi hareket olarak değerlendirilebilecek olan Romantizm kimi yapıtları açık kimilerini örtük bir şekilde etkilemiştir. Doğaya dönüş, iyi-kötünün bir arada aktarılması, din duygusunun ön planda olması ve yazıldığı dönem göz önünde bulundurulduğunda Faust, Romantizmin özelliklerini bünyesinde çokça barındırır. Direkt olarak romantik denemese de

36

Suç ve Ceza Romantizm akımında etkilenmiştir. Faust’ta Romantizmle ilişkilendirilebilecek pek çok örnek mevcuttur. Örneğin, Faust, “Veda ettim kırlara çayırlara, Derin bir gece kapladı onları şimdi, Sezgili kutsal bir korkuyla. İçimizde iyi ruhu uyandıran yerleri” (Goethe 66) der. Romantiklerde var olan doğaya, tabiata, aslonana olan özlem burada yoğun bir şekilde hissedilir. “Oysa etraf güzel, yeşil çayırlar onu bekler” (92) ifadesinde de doğa vurgusu vardır. İnsanın kendini gerçekleştireceği yer olarak tabiata vurgusunun en yoğun olduğu yerlerden biri de: “Doktorsuz ve büyüsüz bir yöntem sana: Çık hemen dışarıya tarlaya, Başla çapalamaya ve kazmaya (...), Beslen saf besinlerle, Hayvanlarla beraber yaşa ve küçük görme, Ektiğin toprağı gübrelemeyi! İnan budur yöntemlerin en iyisi” (120). Bununla birlikte Emel Kefeli’nin belirttiği “İçinde yaşadığı dünyadan memnun olmama, yeni dünyalar arama” (37) ile “Romantik, sanatta güzel ile çirkini, iyi ile kötüyü, gölge ile ışığı bir arada işlemelidir” (41) özelliklerine de bağlı kalınmıştır. Faust, içinde yaşadığı dünyadan memnun değildir, bir aydın bunalımı yaşar. Bununla birlikte, Faust, Mefisto’yla anlaşma yaptıktan sonra “kötü”nün temsili olarak hareket ederken, Gretchen ise iyiyi temsil eder. Bu özelliklerin Faust ile uyuştuğunu belirtmekle birlikte Romantizmin her coğrafyada aynı şekilde teşekkül etmediğinin de altı çizilmesi gerekir. Bundan dolayı, Romantizme dair “değişmez” özellikler aramak boşuna olacaktır. Suç ve Ceza da romantiklerin eleştiri oklarını yönelttikleri akla dair eleştiriler içerir ve tıpkı Faust gibi Raskolkinov da aşkınlığın kaybolduğu dünyada arayış içindedir. Bireyin hayalgücünün ön


plana çıkması Suç ve Ceza’da da görülen bir özelliktir. Yani, direkt romantik bir eser olarak adlandırılamasa da Suç ve Ceza Romantizmin özelliklerini bünyesinde barındıran bir eserdir. Yazılan eserler elbette, dönemin toplumsal olaylarından, koşullarından, akımlarından etkilenir ve yazarlar bu etki çerçevesinde yazar; fakat temel amaç klasik, romantik, realist eser yazmak değil, bizzat yazma ediminin kendisidir. Bundan dolayı, Suç ve Ceza Romantizmin birtakım özelliklerini taşıdığı gibi kendi yazıldığı dönemde etkili olan Realizmin özelliklerini de -örneğin temsil edilen dünya ile var olan dünya arasında ayrılık olmaması- içinde barındırır. Philippe Van Tieghem’den aktardığı üzere Emel Kefeli, “Romantizm aslında kendisinden sonra gelişecek olan Realizmin tohumlarını barındırmaktadır” (45) der. Bundan dolayı genellemeler yapıp, belirgin sınıflandırmalar oluşturmak bizi yanlış sonuçlara götürebilir. Faust ve Suç ve Ceza, Aydınlanma felsefesinin etkilerini farklı yüzyıllarda ve farklı coğrafyalardada kurmaca yolla yansıtan kitaplardır. Bu kitapları, sekülerleşme, bireysel tecrübe, şeytanîleşme ve Romantizm etkisi gibi konular altında değerlendirmeye çalışmak yalnızca birkaç sorunun tartışılmasına zemin hazırlar. Bu sınırlı değerlendirme başlıkları dahi, Faust ve Raskolnikov’un ortak ve farklı yönlerinin görülmesini sağladığı gibi, karakterlerin bireysel özellikleriyle birlikte bu yeni dünyaya etki eden olayların/akımların bu eserleri ne derece etki ettiği konusunda önemli bilgiler verir. Çıkarılacak sonuçlar, Aydınlanma, sekülerleşme, akla yapılan vurgu gibi temel konular bu iki karakterin şeytanî eylemler yapması gibi ortak bir edime neden olmuş; fakat bu karakterler şeytanîliğin tecrübelerini farklı

şekilllerde yaşamışlardır. Yani bu karakterler yalnızca kötü eylemlerde bulunarak var olmaları yönüyle tanımlanamayacak kadar çoğul karakterlerdir. Faust ve Suç ve Ceza dönemlerinin bağıllarıyla değerlendirilip sosyolojik okumalara zemin hazırlayan eserler olmalarıyla birlikte, bireysel tecrübeleriyle insanoğlunun çoğul yapısını gözler önüne serer. Her bir okuyucunun kendi bireysel yaşamını da değerlendirmeye katarak pek çok farklı okuma yapabilmeleri belki de bu iki eserin en büyük başarısıdır. Kaynakça Belge, Murat. Edebiyat Üstüne Yazılar. İstanbul: İletişim Yayınları, 2012. Berman, Marshall. Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor. Çev. Ümit Altuğ ve Bülent Peker. İstanbul: İletişim Yayınları, 1994. Çetişli, İsmail. Batı Edebiyatında Edebî Akımlar. Ankara: Akçağ Yayınları, 2001. Dostoyevski, Fyodor Mihayloviç. Suç ve Ceza. Çev. Ergin Altay. İstanbul: İletişim Yayınları, 2014. Gürbilek, Nurdan. Mağdurun Dili. İstanbul: Metis Yayınları, 2013. Goethe, Johann Wolfgang von. Faust. Çev. İclal Cankorel. İstanbul: Doğu Batı Yayınları, 2011. Kant, Immanuel. “ ‘Aydınlama Nedir’ Sorusuna Yanıt”. Çev. Nejat Bozkurt. Toplumbilim 11 (Temmuz 2000): 17-21. Kefeli, Emel. Metinlerle Batı Edebiyatı Akımları. İstanbul: Akademik Kitaplar, 2009. Troyat, Henri. Dostoyevski. Çev. Leylâ Gürsel. İstanbul: İletişim Yayınları, 2014. Watt, Ian. Modern Bireyciliğin Mitleri. Çev. Mehmet Doğan. İstanbul: Boğaziçi Üniversitesi, 2014. Nabokov, Vladimir. Rus Edebiyatı Dersleri. Çev. Yiğit Yavuz, Fatih Özgüven ve Ayşe Nihal Akbulut. İstanbul: İletişim Yayınları, 2013.

37


YAZI | ÖMER ŞİAR

B

ir dönem, kölelerin nasıl istiflenebileceği şemalandırılmış.

“İnsan insanın kurdudur.”

Bu şemaları hazırlayanların uç derecede zalimler olduğunu düşünmeyin, şimdi şunu düşünün, birileri sizleri nasıl istifleyip kendi bağlarında, tren yollarında, madenlerinde, fabrikalarında, tersanelerinde çalışmak üzere yola çıkarabileceklerini sistemli bir şekilde araştırıyorlar, korkunç! Sadece bir taraf için, öteki taraf içinse bir gereklilik, daha fazla köle olmazsa nasıl olabilir ki? Başka türlüsü düşünülemez. Üstelik öyle bir istiflenmeliki bu köleler -konservedeki sardalyalar gibi- taşıma işinden en üst düzeyde verimlilik alınsın. Zalimce değil, öyle mi? Bu ince hesapları yapanlar, zalim insanlar değillerdi, kimileri varlıklı, kimileri

İSTİF LE MEK Ş

imdi ise kölelik başka ince hesaplarla yürütülüyor, yine en üst düzeyde verim almak için, içinde bulunduğumuz kölelik sistemine de başka adlar bulunduki kölelerle baş etmek kolaylaşsın. Çünkü kölelik baskısını hisseden kölelerle uğraşmak zordu.

Şaşırmayın!

Köle olduğu hissettirilmeden birisi nasıl köle oldurulabilirdi?

38

Cevabı da buldular...

aile reisi, kimileriyse dindar.

İşte anahtar soru buydu.


YAZI | UKİL

SORAN EDEN OLMADI, BEN DE AĞLAMADIM...

Eğer kaybetmeye müsait bir halin varsa, bir kere kaybetmeye başladın mı kurtulması zor bir düşüşe geçersin. Ne zaman “şimdi yukarı çıkma vakti” desen bir kat daha düşersin. Soğuk bir yıl geçiyordu, sanırsın yedi yıl sürecekti kış. Garson gelip iki bardak çay bıraktı masaya, aramızdaki soğukluğu azaltabilirdi, olmadi. Güzü kıran bir yani vardi aslinda bakışlarının. Baksaydı bir kafasını kaldırıp hafifçe tüm buzları eriyecekti içimin. Bakmadı. Hatta hiç birsey söylemedi, uzun uzun sustu. Kar yağmaya başladı, “O” da sessizliği bozdu; “kalkalım mı ? “dedi. “Olur” dedim. Kar hızlandı. Içimde bir baraj doldu. Bir naber diyen olsa ağlardım belki ama soran eden de olmadı, ben de ağlamadım. Şehrin tüm gürültüsünü katıp peşime yürürken “biz ne zaman sevinsek o ofsayt bayrağı kalkacak s.ktir et” dedim.

39


FOTOĞRAF/YAZI | MELİKE KOÇ

Mehmed Uzun “Sen” adlı romanında bahseder emekçilerden.bu bir metafor mudur bilemem... Gürültü ile açılır zindanın demir kapıları. İçeride kımıldayacak yer kalmamıştır . Küçük zindan hıncahınç doludur. Zindanda; öğrenciler, öğretmenler, ayakkabı tamircileri(!), terziler, berberler, işçiler, avukatlar, gazeteciler ve köylüler vardır. Kim bilir bu kadrajı görene kadar o zindanda olduğumuzu fark

etmemişimdir... 40


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.