Boyundan büyük bir işe kalkıştığını düşünerek hayallerini erteleyip duran insanlar… Geçtiğimiz ay yani ilk sayımızı çıkarttığımızda elebaşımız Levent söze böyle başlamıştı. Bu sayıda bende aynı cümleyi tekrarlamak istedim. Çok güzel tepkiler aldık, destek gördük, tebrikleri kabul ettik, ablalarımızın ve ağabeylerimizin tavsiyelerine kulak kabarttık. Aslında beklediğimizden çok daha büyük bir ilgi ile karşılaştık. Bütün bu güzel olaylar yanında aksiliklerde peşimizi bırakmadı.Tabii bunlar sürpriz olmadı;zaten bazı aksilikler olmalıydı ki derginin bir hikayesi olabilsin. Mesela dört sayıyı bir saatte ancak basabilen yazıcımız bir süre sonra yıllık iznini kullanmak istedi sonrasında ise emekliliğe ayrıldı.Neyse ki bunun dışında büyük bir problem yaşamadan -zaten yeterince büyüktü bu- birinci sayıyı gerekli yerlere ulaştırmayı başardık. Şimdi sizlere ikinci sayıyı sunmanın mutluluğunu yaşıyoruz.Umarım birinci sayıdan daha iyi bir fanzin hazırlamayı başarmışızdır.Umarım her sayımızı bir öncekinden daha güzel hale getirmeye başarırız. Bir kez daha tekrar edelim yazarlar,çizerler veya bambaşka fikirlerim var diyenler, kapımız her daim herkese açık… Keyifli okumalar... SETENAY AKSU
MELİKE KOÇ | YEŞİM GÜN | ÖZLEM ÖZKAN | GÜNEŞ KOÇ | KEREM YENDİ DAMLA YILDIZ | SETENAY AKSU | SELİN ÖĞRETEN | DİLAY ÖZCAN AYSUN AKTUNA |MEHMET ŞAMİL DAYANÇ | SAMET IŞIKAY | ÖMER ŞİAR CAN DOĞAN | UTKU TAN ÇAĞLAN | AYKUT ÇAKAR | TUNAHAN SİL ERDEM GÜZEL | ENRİCO RATSO | ÖZCAN ALDIBAŞ | FURKAN ÜSTÜNBAŞ EMRE ÜTÜKLER | MONKEL | HASAN UKİL | CAN DOĞAN | ENDER ÇOBANOĞLU MUSTAFA DUYMUŞ | MESUT ‘PROOFHEAD’ ÇİFTÇİ | LEVENT ÜSTÜNBAŞ REDAKSİYON KAPAK TASARIM DİZGİ MATBAA DAĞITIM
EMRE ÜTÜKLER | SETENAY AKSU | MEHMET ŞAMİL DAYANÇ GÖKHAN CİVAŞ | LEVENT ÜSTÜNBAŞ LEVENT ÜSTÜNBAŞ FURKAN ÜSTÜNBAŞ | LEVENT ÜSTÜNBAŞ YOK (BİTMEYEN KARTUŞLU YAZICIMIZ DA BOZULDU, HAYIRLISI ARTIK) ERSEL YILDIRIM VE ERSEL’İN SIRT ÇANTASI
@GetikDergi @getikdergi getikdergi@gmail.com facebook.com/getikfanzin
2
TWITTER INSTAGRAM MAİL FACEBOOK
Kaptan Köşküne Hoş Geldiniz! YAZI | MONKEL
H
er sene yaptığım gibi bu sene de Haziran’ın 1’i oldu mu koştum tatile gittim. Bu sefer farklıydı. Tek başıma gittim. İnsan ne yaparsa yapsın kendini tanımıyorsa kendisiyle baş başa tatile çıkmasın. Aa! Size kendimi tanıtmayı unuttum. Bu diyarın sevileni Kırmızı Gömlek imiş. Ona rakip olarak geldim; fakat alanlarımız farklı. Yine konu kaynadı. Bana Monkel diyebilirsiniz. En azından artık beni böyle tanıyorsunuz. Benim suçum kendimi çok tanımadan yalnız başıma tatile çıkmaktı. ayır, başlıkta kaptan yazıyor diye mavi tura çıktığımı düşünmeyin, ben içime doğru ufak bir tura çıktım. Tatile gittiğim yerin ismini size söyleyemem; ama şunu bilin gerçekten çok güzel kızlar vardı. Onlara baktıkça kendimi sorgulamaya başladım, sorguladıkça baktım, baktıkça sorguladım. Sizce de boşuna yaşamıyor muyuz? Hayır, bir Tesla olsak, iki üç bir şey icat etsek. Gelecek nesiller arkamızdan “İbne Edison hakkını yedi, çalıştırtmadılar adamı.” diye diye hakkımızı savunsa tamam. Anca oturalım o, onu yedi, bu bunu yedi, Tesla beleş elektrik bulmuş, Edison elektrikten para kazanamayacak diye engellemiş adamı yakmış projesini, türlerinde azıcık emmi olup azıcık pis gıybetçi esnaf şeklinde konuşalım. Boş değil miyiz, şimdi bir durup düşünün. Taksime gidip dilek mumuna ayıp olmasın diye bir lira atmayı biliyorsunuz. Ee onun dışında birine bir faydanız oldu mu? Hadi birine olmasın da dünyaya bir katkı yaptınız mı? O da yok.
H
B
öyle şeyleri düşünürken o geldi. 1980’lerden kalma herif. Uzun sakalı, “Top Gun”dan bildiğimiz meşhur gözlük markasının damla modeli. Amerikan polis gözlüğü desem anlarsınız zaten. Turkuaz rengi çizgili, yakalı tişörtü ve emekli amca şortuyla tepemde dikildi. Emekli amca şortunu bilirsiniz. Kahverengiye yakın, belden kemerli, dizin biraz daha üstünde olur. Oturduğum şezlongtan beni kaldırdı. Ne o tek kelime etti, ne ben ettim. İki adam el ele iskeleye gittik. Bu hareketten sonra bir şüphelenip kaş göz yaptıysam da koşarak gidiyorduk. Zorla iskeleye çıkarttı. Abrahamoviç’in yatının arkasına bakmamı söyledi. Çok sorgulamayın. Ben de çok sorgulamadım. Büyük görünen (kü)çücük bir korsan gemisi. Bir sigara yaktı gemiye binerken. Arkasından atladım gemiye, korsan gemisi bulmuşuz kaçırmayalım. Diyaframdan bağırdı “Welcome on board!”. O uzun sessizlik, ardından ufak bir açıklama geldi. “Yani güverteye hoş geldin! Bir çeviri hatası olabilir. Bize de böyle öğrettiler. Sana yardıma geldim. Gel senle az gezelim.” Abi eşyalar otelde kaldı. Kimliği alsaydım bari.” demeye kalmadan ayrıldık limandan. Ufak tefek çekik gözlü bir kız geldi. “Gemimiz oktivya çift çıkışa sahiptir. Acil durumda koltuğunuzun altında bulunan can yeleklerini bu şekilde kullanabilirsiniz. Ani basınç değişikliklerinde koltuğunuzun üzerinden çıkacak olan bu…” Hayal gücüm bana oyun oynuyor. Derme çatma bir korsan gemisinde, uçak hostesi gelip bana uçak anonsu yapıyor. 80’lerden kalma herifin yanına koştum “Abi bu nedir?” dedim. “Senin kontrol panelindeyiz. Ben kaptan pilotunuz Hulusi ve kabin görevlimiz Aysel ile yaklaşık on bin feetden 780km ile yapacağımız bu yolculuğumuzda senin içini ve işleyişini göreceğiz. Lütfen yerinize oturunuz.” dedi. Kaptan köşküne hoş geldim.
“
3
4
BAŞKA BİR OKUL MÜMKÜN!
İNCELEME | ÖZLEM ÖZKAN
Eğitim, biraz aklımız başımıza geldiğinden beri hepimizin hayıflandığı, her hatanın kabahatlisi. Ne yazık ki; sırtlarında çantalarıyla kaplumbağaya dönmüş çocukları gördüğümüzde, meşhur hayat kurtarıcı! cümle “şu son zamanlarda biraz dişini sık, hayatın kurtulacak”... Kaybedilmiş çocukluğumuz, bir iç çekip, akşam bir fincan çay eşliğinde tartıştığımız, konuşmaktan öte çoğumuzun bir icraatta bulunmadığı, “Zaten bizim yapabileceğimiz ne var ki!” deyip içimizi rahatlattığımız bir konu. Bazılarımız “Yapabileceğimiz ne var ki!” deyip geçiştirmek yerine harekete geçti ve bu soruna kökten çözümler üretip bu çözümleri hayata geçirmeye çabalıyor… Aslında adıyla da pek çok şey anlatan, hatta cevaplayan: BAŞKA BİR OKUL MÜMKÜN (BBOM)… “Başka bir okul mümkün” diyen insanlardan ve derneğin felsefesinden bahsetmek istiyorum. Başka Bir Okul Mümkün’ün neler OLMADIĞINI belirtip umutlarınıza yer açmak için; siyasi bir oluşum olmadığının ve kar amacı güden herhangi bir faaliyette bulunmadığının altını çizmekte fayda var. BBOM ‘ün 4 temel dayanağı: Alternatif Eğitim, Demokratik Yönetim, Ekolojik Duruş, Özgün Finansman. Derneğin ilk açtığı okul Bodrum’da ki Mutlu Keçi İlköğretim Okulu. Ankara’da Eylül ayında Meraklı Kedi çocuklarıyla buluşuyor. Antalya, Bursa, İstanbul, Çanakkale ve Eskişehir de başka okullar için çalışmalar devam ediyor. Eskişehir Veli Girişimi ise Eskişehir BBOM Eğitim Kooperatifi’ni kurarak çalışmalarına hız verdi. Başka Bir Okul Mümkün inancıyla 2010 yılında yola çıkan BBOM Derneği’nin önderliğinde, yerelde veli girişimiyle kurulan kooperatifler aracılığıyla açılan okullarda finansman yine kooperatifçilik anlayışıyla öz kaynaklarla toplanıyor. BBOM Okullarında tüm kuralları çocuklar koyuyor. Büyüklerin koyduğu tek kural : okul sınırı dışına çıkılmaması. Mevcut MEB kazanımları alternatif ve anlaşılır yöntemlerle veriliyor. Öğleden sonraları ise öğrencilerin kendi seçtikleri atölye dersleri mevcut. Okullarda kantin bulunmuyor; çünkü okulların kantine ihtiyacı yok. Ekolojik duruş ilkesiyle her okulun olabildiğince bahçesi var. Çocuklar kendi bahçelerinde ihtiyaçları olan sebze ve meyveleri yetiştiriyor. Yetiştirilen sebze ve meyvelerle kendi yiyeceklerini biraz destekle birlikte kendileri hazırlıyor ve bu aşamada kek yaparken kesirleri öğrenmek gibi pratik öğrenim sağlanıyor. BBOM öğretmenlerinden de bahsetmek gerek. Başka Öğretmenler Mümkün(BÖM), 26 farklı eğitim modülünü içeren bir öğretmen destek projesi, her oturumu farklı bir ilde yapılıyor ve olanaklar ölçüsünde oturumların online takip edilebilmesi sağlanıyor. Eğitim modüllerinden bazılarının başlıkları; Çocuk Hakları, Ekolojik Duyarlılık, Öğrenmeyi Öğrenme, Demokratik Sınıf Yönetimi. Projede 899 başvuru arasından 24 öğretmen seçilmiş durumda. Mart ayında İstanbul’da başlayan eğitimler, Nisan ayında Kaş, Mayıs ayında İzmir buluşmalarıyla devam etti. 20-23 Haziran tarihleri arasında ise projenin ev sahibi Eskişehir BBOM Kooperatifi. Öğretmenlerin BBOM okullarının yanı sıra kamuya ait ya da özel okullarda istihdam edilmesi , böylece tüm çocuklar için çocuk merkezli, demokratik ve ekolojik eğitim felsefesinin yaygınlaşması hedefleniyor. BBOM, velilerinin inandığı gibi, mutlu çocukların öğrendiği, alternatif eğitimin başarıyı getireceği yarınlar için Başka Bir Okul Mümkün.
5
YAZI | LEVENT ÜSTÜNBAŞ
H
enüz okula bile başlamadığım dönemlere ait bir anımı hayal meyal hatırlıyorum. Evde gün vardı ve ben her zamanki gibi yaramazlık yapmakla meşguldüm. Mahallenin en yüksek desibele sahip ve bir o kadar da hararetli teyzesi beni bir süre süzdükten sonra “Gel tut, bunu tut!” Dedi. Yok yok, erotik hikaye anlatmıyorum. Tut bunu dediği şey elindeki çay bardağıydı. Ben mal gibi gidip o bardağı tuttum ve elim yandı. Neye uğradığımı şaşırmış bir haldeydim ki teyze kızgın bir şekilde “Bak, yaramazlığa devam edersen bu bardağı pipine değdiririm.” dedi. Canım yandı ve çok korktum. Korktum çünkü pipinin önemini çok küçük olmama rağmen biliyordum. Biraz ağladım ve ardından sobanın dibinde süt dökmüş kedi misali oturdum. Yaramazlık yapmak bitmişti(en azından o gün için)!
Ç
ocukluk anıları arşivini karıştırdığımızda hepimiz buna benzer dandik anılara ulaşırız. Bir çoğumuz acıyı, hazzı, cezayı ve ödülü, ne yapmaması gerektiğini yahut ne yapması gerektiğini benimki gibi dandik bir çocukluk anısı ile öğrenmiştir. Bu acı ve hazların keşfedilmesi insanın kendine ilişkin kişilik bilincine sahip olması ile ilişkilendirilebilir hatta Stoacılar bu kişilik bilincinin arzuyu ortaya çıkarttığını ve buradan hareketle kendini sevmenin başlı başına bir ilke olduğunu söylerler. Romalı bilgin Cicero “Tüm arzularının farkında olan insan kişisel yahut toplumsal her türlü yıkımdan uzak durur.” dese de toplumsal yıkım konusunda işler farklı seyredebilmektedir. Bireysel çıkarlar her zaman toplumsal çıkarlardan önce gelmiştir. İnsanlar sanki gizli bir mutabakat imzalamışçasına, yalnızca bencilliğin meşrulaştırılması konusunda kolektif
6
hareket edebilmektedirler. Her kaba sığabilen bu zihin hastalığı pek tabii ahlak kavramını da kendi kabına sığdırmayı başarmıştır. Yönetmek ve yöneltmek adına ahlak kavramını bir silah gibi kullanan insan kutsal kitaplarda yazan kuralların içinden istediğini seçip öne çıkartmış, istediğini ise zindanlara kilitlemiştir. Zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi olmayan alt tabaka ve zincirlerinden başka bir şeylerinin daha olduğunu zanneden orta sınıf için en önemli unsur sınıf atlamaktır. Hal böyle olunca ne yaparsan yap sonucunda sınıf atlıyorsan kötü bir şey yapmamışsın demektir. Rüşvet alabilirsin, torpil yaptırabilirsin yahut zengin bir koca tavlayabilirsin. Her şey mübahtır ve sonunda başarırsan alkışlanırsın. Gelgelelim başarısız olursan, alkışlayan ekip bu kez seni recm edecektir. Tüm bu ahlaksızlıklara itiraz edenler ise ahlaksız olmakla suçlanmaktadır. Hatta öyle ki bir süre sonra sadece kendileri gibi olanlarla yaşamak isteyip, sadece kendileri gibi olanları hoş görürler. Vasatın dışına çıkmak isteyene tahammül yoktur. Vasatın dışına çıkmak isteyenler, geri kalanların ahlakını bozduğundan yok edilmeleri gerektiği düşünülür. Çünkü o ayrık otun söylediklerinin doğru olduğunu bal gibi bilirler.
B
u durumun kültürel yansıması ise şu şekildedir: Bir şey anlatırken Proudhon’un ismini anmak Gramsci’den bahsetmek yahut Hegel demek utanılacak ayıp bir şeydir. Malınızı-mülkünüzü, yediğinizi-içtiğinizi saklayıp bilginizi-birikiminizi insanlarla paylaşmamız gerekirken bunun tam tersi normalleşmiştir. Düşünürlerin, teorisyenlerin isimlerini, eserlerini söylediğimizde hava atan elitistler olarak yaftalanırsınız. Entel kelimesi malum kalabalık tarafından bir küfür olarak kullanılır. Ancak 160 milyar insan sirkülasyonunun olduğu dünyada ilk bebeği biz doğurmuşçasına paylaşımlar yapabilir, dünyadaki ilk evliliği biz yapmışçasına bunu herkesin gözüne sokabiliriz. Sadece arabamızın ne kadar yaktığından konuşur ve
kabullendiğimiz, taraf olduğumuz hatta ne yazık ki inandığımız şeyleri bile araştırma, öğrenme ve kendimizi düzeltme zahmetine girmeden yaşayıp gidebiliriz. Tüm bu olan biteni “ters elitizm, ters jakobenizm” olarak tanımlıyorum. Bilmeyen kalabalığın bilen ve merak eden azınlığı bastırmaya çalışması. Yüzümüze: “Bilmeyeceksin, öğrenmeyeceksin ulan!” diye bağırması...
B
ir de daha karanlık olan taraf vardır. Tek başınıza işleyemeyeceğiniz büyük günahlar ve insanlık dışı eylemler kalabalık olunduğunda kolaylıkla gerçekleştirilebilir. Soykırımlar, sürgünler, toplu tecavüzler ve daha bir çok insanlık suçuna kitlelerin nasıl sessiz kaldığının cevabı da buradadır. Tek olmak insanları korkutur. Kalabalığa sığınmak isterler. Yönetmen Lars Von Trier 2003 yılında çektiği Dogville’de bu durumu yüzümüze sert bir yumruk indirerek anlatır. Kasabaya sığınan bir kadının yardımsever ve merhametli yaklaşımına karşın kasabalıların tavrını izlerken kendinize acaba ben kasabanın hangi üyesiyim diye sormadan edemezsiniz. Bu anlattıklarım aslında daha küçük yaşlardan itibaren kafamıza sokulur. Örneğin peri masallarına bakalım. Köyün fakir ama güzel kızı devreye cinleri, perileri bile sokar ne yapıp edip kralın oğlunu tavlar. Sonra köylüler, köyün takımı şampiyonlar ligi kupasını kaldırmışçasına sevinir. Masalın kötü kalplileri ise kahrolur. Şimdi burada kim neden bu kadar coşkulu seviniyor/ kahroluyor inceleyelim: Köylü güzeli: Prensi kaptı. Artık boğaz manzaralı villasında oturup çocuğunu seneliği 30.000 tl olan kreşlere yazdırabilir. Sınıf atlamayı başardı. O artık
bir hanımefendi. Daha önce mahalle baskısı yüzünden yapamadığı şeyleri rahatlıkla yapabilir ve aynı mahalle tarafından alkışlanır. Bu sevinmesin de kim sevinsin. Köy halkı: Düğün bittikten sonra eski, zorlu yaşantılarına geri dönecek olan köylüler (Hatta belki düğüne bile çağırılmayacaklar.) çok gereksiz yere coşuyorlar gibi gözükse de işin aslı öyle değil. Ne de olsa saraya birini soktular. Artık sarayın bahçıvanı, at arabalarının şöförü, muftak personeli ve kapıdaki güvenlikler hep hemşehrilerden oluşacak. Sarayda olan biteni anında öğrenip, gıybetin dibine vurmak da ekstra bonus. Kötü kalpli kraliçe ve yancıları: Gerçek kötüler aslında ağa sillesinden gocunmadığı gibi bir de prens düğününde göbek atanlar olduğundan gerçekçi bir incelemede kötü karakterlerin aslında daha delikanlı olduklarını söyleyebiliriz. Muktedirle savaşma, yarin yanağından gayrı her şeyde ortak olma gibi ülküsü olmayan bir topluluğun kötüsü de hali ile saçma sapan sebeplerden dolayı karanlık tarafa geçiyor. Kötü kraliçe iyi de, yanında gezdirdiği o gülünce gülen, o acıkınca acıkan sinyalcilerin çekilir yanı yok. Aslında bu masallar kötü kraliçenin gözünden anlatılsaydı onu iyi karakter olarak görebilirdik ancak bu kez masal mutlu sonla bitmezdi. Yani aslında hem iyinin hem de kötünün tanımı oldukça yapay ve başarıya endekslenmiş durumda. Öyle ki masal kötüleri, gerçek suçlarını itiraf edemeyen insanların ortaya çıkarttığı karikatürize karakterlerden öteye geçememekte. Buradan hareketle savaşın galibi kimse, masalın sahibi odur diyebiliriz. Köyün delisi olmaktan korkuyor muyuz? Korkmuyor muyuz? işte bütün mesele bu...
7
BİR TABUT GİBİ OTURDU YÜREĞİME GECE ÖYKÜ | SAMET IŞIKAY
B
ir kadın; güzel bir kadın. Hafif uzunca saçlarını avuçlarının arasına hapsedip, kendine has tavrıyla sol omzundan sol göğsüne doğru sallandırdı. Avuçlarından kayan giden saçlarının sonuna geldiğinde, ellerini ceplerine soktu. Zeytin büyüklüğünde burun delikleri, beyaz ve çokta düzgün olmayan dişleri vardı. Bana ilk gülüşünde fark ettiğim detaylardı bunlar. Soğuktan birbirine çarpan kalbimin sol kulakçığı ile karıncığı, gülümsemesiyle biraz ısınmış, rahatlamıştı. Anımsamıştım onu bir yerden, çok düşünmeden aklıma düştü. Bazı geceler kafayı kurtarmak için gittiğim barda, biramı getiren ve hemen bardağımın yanı başına turşuyu gülümsemesiyle harmanlayarak bırakan kadındı. Onu servis yapmasının dışında ilk kez görüyordum. Gördüğüm yer garip gelmişti ilk anda. Fırının önünde öylece dikiliyordu. Tanımış olmalıydı beni, bunu bakışlarının ardında hissettim. Usulca yanına sokuldum. ‘’Canım ekmek çekti o yüzden buradayım.’’ dedi. Garipsemiştim, bir o kadar da ilgimi çekmişti. Son günlerde canım dayak dışında hiçbir şey çekmiyordu bunu düşündüm. Bu arada saat gece yarısını geçeli birkaç saat olmuş, ben çiseleyen yağmuru kaçırmamak için bisikletimle kendimi sokaklara atmıştım. Gözlerinin yanı başımda duran bisiklete doğru kaydığını fark ettim. Tamamen sarıya boyanmış, taksiyi andıran bir görüntüsü vardı bisikletimin. ‘’Geceleri herkesin sığındığı bir durak vardır değil mi?’’ dedi. Kurduğu ikinci cümleydi bu, hoşuma gitmiş ona olan ilgimi ikiye katlamıştı. Haklıydı, bazı geceler sığındığım o bankı hatırlattı bana. Her şeyimi paylaştığım o bankı. Sağ tarafı bomboş olan, ayakkabılarımı yastık yapıp günün ilk ışıklarını beklediğim o bankı. Meraklandım: Acaba onun geceleri sığındığı yer neresiydi? Kelimeler düşerken ağzımdan, ‘’Haydi atla gidelim oraya.’’ dedi bana. Bisikletimin önüne binip, pedalı çevirmemi bekledi. Birden benim haylaz muavinim rolünü üstlendi. Nereye gideceğimizi merak ediyordum. Bu arada pedal çevirmeye devam ediyordum. Başı hemen çenemin altında kalmıştı. Yeni doğmuş bir çocuğun o güzel kokusu vardı saçlarında. Ara sokaklarda dolanıyorduk, ne zaman geleceğimizi sorduğumda: ‘’İşte bu sokaklar benim durağım, bazı geceler kendimi bu sokaklarda dolanırken bulurum, sokakların kesiştiği noktalarda sigaramı yakıp içlerinden birini tercih eder devam ederim.’’ dedi. Yağmur çiselemeye devam ediyordu. Bir romantizm katmaktan ziyade bize tehlike arz ediyordu bu durum, her an tekerlek kayacakmış gibi hissediyor ve bu büyünün bozulmasından korkuyordum. Sıra benim durağıma gelmişti. Ara sokaktan çıkıp, ana caddeye doğru yöneldim. Hızımın biraz artmasıyla orantılı haylazlığı artan bu kadının enerjisi beni epey mutlu etmiş, ‘’Tam bir çılgın.’’ diye geçirmiştim içimden. Rüzgardan savrulan saçları yüzüme çarpıyor bir kısmı ağzıma giriyordu. Savrulan saçlarını sağ elimle toplayıp, kulağının arkasına sıkıştırdım. Biraz eğilip, yanağımı yanağıyla birleştirip neşesine ortak olmak istedim. Gideceğimiz yer bu kez onda bir merak uyandırmıştı. Çok zaman geçmeden ulaştık oraya şehrin raylarına paralel sürüyordum bisikletimi. Gecenin bu saatinde sessizliğinden, yalnızlığından hiçbir şey kaybetmemiş beni bekliyordu o bank. Bir misafire de hiç alışık değildi, yadırgadı ilk başta. Önden gidip, oturmuştum usulca arkamdan geldi, yanı başıma sokuldu. ‘’İşte burası, burası da benim durağım.’’ dedim. Etrafı seyrediyordu, daha önce sık sık geldiği bu yerin, çok değiştiğini fark etmişti. Bir hayıflanma almıştı bizi. Birer sigara yaktık, dumanını saldık geceye doğru. Ona bir zarf çıkardım sırt çantamdan; saman rengi, pürüzlü bir zarf. Gözlerindeki mağrur bakışı yakaladım, derinleşmişti yüzü, az önceki haylaz hali yok olmuştu. Mutluluğunu hissettim gözlerinde bu insana çığlık attıran bir mutluluk değildi. Bu; insanda suskunluk yaratan, bakışları derinleştiren, dalgın bir mutluluktu. Ruhuna dokunmuştu bu zarf. Ruhundaki hüzünle kavrulmuş ürkeklik, beni çepeçevre sarmıştı. Gece hiç yadırgamamıştı bizi, çoğalan bir ben vardı. Anlatmaya başladı: O barda niçin çalıştığını, şarkı söylemeyi çok sevdiğini, ilişkilerini ve kendine dair önemli ya da önemsiz bir çok detayı. Sıra bana geldiğinde, hayatımın ağırlaştırılmış bir müebbet olduğunu farkettim. Koca bir hiçlik vardı bünyemde. Hiç konuşmuyor, hiç susamıyor, hiç gülmüyordum. Bunlardan bahsetmem çok kısa sürmüştü. Ardından bir suskunluk almıştı beni. Ben öylece susarken, çenesini avuç içine almış benimle susuyor; fakat sıkılmıyordu. Suskunluğumuz ardından, ayakucundaki çantasına doğru uzandı. Ne çıkaracağını merak ettim o anda. Beni
8
daha önce de şaşırtmıştı. Ne çıkarabilir diye geçiyordum usumdan. Bir tarak aldı eline. Tarak; babamın yıllarca göt cebinde taşıdığı sık dişli çok da uzun olmayan o tarağın aynısıydı. Onu ilk gördüğümde avuç içlerinde süzerek düzelttiği saçlarını tarayacağını düşünmüştüm. Tarağı yüzüme doğru usulca uzattı. Duraksadım, gözlerinin içine bakıyordum. Mağrur bakışlar hakimdi yüzünde, kayboluyordum o bakışlarda. Ne yapacağını kestiremiyor aslında umursamıyordum. Tarağın o sivri dişlerini boğazıma soksa, öylece bakar tepki veremezdim. O ince uzun parmaklarını sakallarımın arasında hissettim. Sakallarımı taramaya başladı bu daha önce hiç kimsenin yapmadığı bir eylemdi. Bir filmde gördüğüm o sahneyi anımsadım: Bir anne küçük kızının saçlarını tarıyor bir yandan da farkettirmeden gözyaşı döküyordu. Tenime tarağın ve o ince uzun parmaklarının izi sinmişti. Suskunluğumuzu bozan hiçbir şey yoktu, öylece onu seyrediyor ve kendimi çok iyi hissediyordum. Gece de bizi sevmeye başlamıştı, hissediyordum. Suskunluğumuz, dudaklarının arasından düşen o ezgili birkaç cümleyle bozuldu. Parmakları kadar ince bir sesi vardı. Çok güzel söylüyordu. Güneş sanki yeryüzüne düşen günün ilk cılız ışıklarını göndermeyecek, ben de hep onu dinleyecektim. Ağırlaştırılmış bir müebbetin son günlerine yaklaşmış hissediyordum, bana özgürsün diyen gardiyanın ayak seslerini duydum onda. Yağmur damlalarının yapraklar arasında çıkardığı ses ile birleşmiş ruhuma sürtünen arşeyi tutuyordu. No(k)ta
YAZI | ÖMER ŞİAR
E
skiden, siz çocuk olmanın aslında ne büyük bir lütuf olduğunu bilemezken, aileniz, eski "Alman" parası "Mark"la kira ödediği zamanlarda, biraz daha az miktar kira ödeyebilecekleri başka bir mahalledeki eve taşınmaya karar verirler. Fiziki evin bir önemi olmayabilir, yuvadır önemli olan, anne-babanın, kardeşlerin olduğu her yerse, bir yuvadır. Yuvanın dışında oyun vardır, içinde de vardır, ama dışında daha farklıdır, oyuna başka başka çocuklar dahil olur. Yuvanın dışına mahalle denir. Mahallede top oynanır, top parayla satılır, her mahallede olduğu gibi, bu değişmez bir kuraldır. Topu her çocuk satın alamaz, harçlığı yetmez, kimisinin harçlığı bile yoktur, top kimi çocuk için pahalıdır, kimine göreyse daha dün patlayıp muşmulaya dönmüştür, gidip yenisini alır hemen. Sizin topunuz patlarsa yenisini almanız zordur, çünkü top pahalıdır. Dokuz katlı, gri renkli top vardır, “kames” yazar üstünde, durumu daha iyi olan çocuklar ondan alır, şimdi var mıdır o toptan?.. Bilemiyorum, hiç görmedim, ama eskiden vardır ve bu dokuz katlı top daha pahalıdır. Eğer mahallede bir çocukta dokuz katlı top varsa o topla daha bir güzel oynanır, bu top öyle diğer tek katlı toplar gibi havada sağa sola -bir yetişkini güldürecek gariplikte- manevralar yapmaz. Pahalı bir toptur, neticede dokuz katlıdır, ağırdır ve pahalı. Çin'in Zhejiang şehrinde çocuklar ucuza top üretiyor, top değil ucuz olan, işçilik. Dünya'nın her yerindeki çocuklar oynasın diye üretiliyorlar topları, o kadar çok
top var ki! “Bunlarla oynayacak kadar çocuk yoktur.” diye düşünürsünüz. “Acaba ürettikleri toplarla oynama şansı bulabiliyorlar mı?” diye düşünüyor insan, oynamalılar diye geçiyorsun içinden, aksini düşünmek acı veriyor, çalıştırıldıklarını düşünmek yeterince acı veriyor zaten. Şimdi toplar ucuz gibi, ama belki de pahalıdır, bir çocuğa sormak lazım. Belki bir çocuğa pahalı gelebilir, bir diğeri ise hiç top oynamamış olabilir, sonuçta artık bilgisayar var, “bin adet top”tan daha pahalı bir dizüstü bilgisayar talep edebiliyor çocuklar sanal bir oyuncuyu, sanal bir topun peşinden koşturmak için. Sanal kötü değildir, beyinleri gelişir çocukların, bu bilimsel olarak kanıtlanmıştır, ama akciğerleri gelişmez bu da bilimsel olarak kanıtlanmıştır. Genç yaşında, ağabeylerinin, düşüncesizce soğuk dükkanlarında yatırdıkları dayımın "akciğer"i gelişmemişti. Hastaydı. Soğuk kötü etkiliyordu, kardeşlerince pek dikkate alınmadı hastalığı. Motosikleti vardı işe gidip gelebilmek için, daha da hasta oldu ciğerine binen yelden. İyi beslenseydi, daha uygun koşullarda yaşasaydı, ölmeyecekti daha çocuk diyebileceğimiz yaşta. Annemin güzel yeşil gözlerinden acıyla çıkan göz yaşlarını dökerek söylediği şu söz beni çok derinden etkilemiştir: Bir top bile oynayamadı ! Bir top bile…
9
CAN YOU PASS THE ACID TEST WITH EDİP AKBAYRAM?
YAZI | ENRİCO RATSO
A
nadolu Rock dediğimiz müzik türü de her şeyimiz gibi sentez ürünü. Batının müziğini alıp kendi kültürümüzle yoğurmuşuz (Ki yoğurma kelimesiyle Anadolu’ya hoşgeldiniz!) ve ortaya kulağa hoş gelen bir müzik türü ortaya çıkmış (Kulağa çirkin geldiği halde güzel olan müzikler de var, ama şimdilik girmeyelim). u sentez meselesini biraz açalım. Birbirine zıt iki kavram ve bu kavramların birleşmesiyle ortaya çıkan yeni duruma sentez diyoruz.Kullanacağımız kelimeler: batı, doğu ve bu iki kavramın aklımıza getirdiği bütün kelimeler. Yani öyle noktalara gelebiliriz ki; kendimizi Mahler dinleyip Picasso tabloları üzerinde orgy yapılan bir köy kahvesinde bulabiliriz(yüce internet karşısında fazla naif bir sapıklık ama konunun vehameti açısından açıklayıcı bir örnek). Şöyle ki; üzerinde yaşadığımız coğrafya bile doğu-batı sentezi. Bunu anlamak için Kadıköy’den Eminönü’ne vapurla geçmek veya herhangi bir Urfalı Kardeşler Kebap Salonun’da mozarellalı pizza siparişi vermek yeterli. Apaçi modası da bu mevzularla alakalı falan anladınız işte... İşte böyle bir coğrafyadan çıkan müzik de Avrupanın ahlaksızlığını almadan edemiyor. Çağdaşları good, bad demeyip lsd triplerinden trip beğenirken bizim müzisyenlerimiz de hemen harekete geçiyor. ‘Elvis vs Erol Büyükburç’ meselesini es geçip direkt olarak Anadolu Pop kavramının ne zaman ortaya çıktığına bakıyoruz.1971 senesinde Fransa’da ‘Les Danses et Rythmes de la Turquie’ ismiyle piyasaya sürülen Moğollar albümü Türkiye’de ‘Anadolu Pop’ ismiyle satışa çıkıyor.
Ş
10
Bana göre albümün mantığı: Pierre Loti bizim doğulu yanımızı sevdiyse milyonlarca Frankofon da sevebilir(ki oryantalizm diye bir şeyi çok ciddiye alıyorum. Adamların bizi evcil hayvan sever gibi sevdiğine %100 eminim). Yaptığımız her organizasyona da Anadolu Ateşi’ni çıkarmamız da aynı mantık. Çay bahçesinde nargile içip mevlevi ayini izleyen bir milletiz sonuçta. Her neyse albüm gerçekten başarılı. Gitar, piyanoya karşılık kabak kemane, bağlama vs... sesleri hiç sırıtmadan kaynaşıyor. Müzik güzel, kaynaşma başarılı fakat bazı problemler var: 1- İtalyalardan Donizetti Paşa’yı da getirmişiz, Avrupa’da okutup Türk Beşlisi’ni de kurmuşuz ama bir eksiklik var. Biz yeterince doğulu değiliz. Doğu’nun batısında, Batı’nın da doğusunda kalmışız. Yani Batı’ya arabesk satmak için bir Ümmü Gülsüm’e ihtiyacımız var. 2-Albümleri enstrümental yaptığımız zaman sorun yok ama söz yazmamız gerekince ne olacak? 3-Adamlar iyi içiyor... CAN YOU PASS THE ACID TEST WITH EDİP AKBAYRAM? Bu aşamada şöyle oluyor: Lsd’nin yerini nazlı yarin elinden içilen ayran, nihilizme meyleden budist nasihatlerinin yerini de anadolu dervişlerinin, ozanlarının didaktik söylenceleri alıyor(Hare Krishna’nın yerini Haydar Haydar alıyor diyelim kısaca). İhtiyaçlar hiyerarşisinin alt basamaklarında takıldığımız için anlaşılır bir durum. Geri kalmış bir ülkenin müzisyenleri ne kadar marjinal olabilir ki? Hepimiz gibi çay içen efendi insanlar. Elin oğlu algı kapılarını zorlayıp kendini gerçekleştirme peşinde koşarken, bizim rockçılarımızın yapabileceği en büyük asilik saç-sakal uzatmak (Hendrix, star spangled banner ile kafa bulurken Erkin Baba Kızları da Alın Askere’nin son dörtlüğünde yılın u dönüşünü yapıyor).Sonuç olarak da efendiğinden ödün vermeyen ve Anadolu
gelenek- göreneklerine saygılı bir ekol orataya çıkıyor. Fikret Kızılok, Barış Manço, Erkin Koray, Cem Karaca vs. gibi çok sevdiğimiz abilerimizin hepsi bu ekolün yaratıcıları diyebiliriz. Bu abilerin yaptığı müziği taklit etmeye çalışan yeteneksiz güruha da bu ekolün ............ diyebiliriz. Benim eyyorlamam bu kadar. ‘Bu kalp seni unutur mu Fikret Kızılokçuları’ ve ‘Nothing Else Matters Metallicacıları’yla muhatap olmak istemediğim için Anadolu Pop’un 90’lara kadar olan kısmını es geçtim. Olayı şöyle özetleyim: Barış Manço’nun ‘2023’ albümünü dinleyin. Zurnanın zırt dediği yere geldik. Cevaplanması gereken sorular var.
YAZI | FURKAN ÜSTÜNBAŞ
‘
’Taht oyunlarını oynadığında ya kazanırsın ya ölürsün, bunun ortası yoktur.’’ Doğru tahmin ettiniz, bu söze tüm dünyada son yılların en gözde dizisi Game of Thrones’tan aşinasınız. Yazıya iyi bir giriş yapabilmek için çok düşündüm, daha sonra ‘’Taht Oyunları’’nı en iyi anlatacak sözün yine Taht Oyunları’nın kendisinden çıkacağına karar verdim.
G
ame of Thrones’u ilk izlemeye başladığımda, diziyi beğenmekle birlikte aklımdan ‘’bu kadar büyük prodüksiyonla çektikleri bir dizide keşke gerçek bir olayı anlatsalarmış’’ düşüncesinin geçmesine engel olamadım. Zira Rome gibi bir şaheserden sonra güzel bir tarihi diziye ihtiyacım vardı. Özellikle, tarihin ilk büyük köle ayaklanmasını tamamen bir kan şovuna dönüştüren Spartacus Blood & Sand faciasından sonra.
-Anadolu Rock’ın içinde bulunduğu vahim durumun sorumlusu kim? -Dadaşlar ne yapmaya çalıştı? Hatta aynı soru Ersen için de geçerli? -Anadolu Rock gerçekten sona erdi mi? 90’larda ortaya çıkan bütün temsilcileri şu anda türkü bar mı işletiyor? -Anadolu Rock denince insanların aklına soğan gelmesinin sorumlusu kim? (Ödüllü soru) -Haluk Levent hangi cezaevinde? -Mithat Körler ne ayak? -Benim çok mu boş vaktim var?
G
ame of Thrones’un daha ilk bölümünün ortalarındayken ‘’keşke bu diziyi çeken ekip anlatsaymış Spartacus’ü’’ demiştim. Fakat dizinin bölümlerini hızlı şekilde izlemeye devam ederken bu düşüncemde ne kadar büyük bir yanılgı içinde olduğumu anladım. Çünkü Game of Thrones’ta çizilen o fantastik evrende, tarihten spesifik bir olay yerine sanki bütün bir dünya tarihi kapalı bir şekilde anlatılıyordu. Kralların-yöneticilerin meşruiyetlerini sağlamak için başvurdukları yollar, hanelerin zaman zaman ittifakları zaman zaman mücadeleleri, en güçlü devlet adamlarının bile parayı elinde bulunduran banka karşısındaki çaresizliği, krallara veya lordlara bağlı yaşamayı reddeden özgür halkı ve daha bir çok şeyi bu kadar iyi resmeden ve yorumlayan bir yapım vardı karşımda. Belki de bu yüzdendir,
11
Game of Thrones hakkında alınabilecek tüm sürprizbozanları (spoiler) almama rağmen hiçbiri beni etkilemedi, içimdeki diziyi izleme şevkini kaçırmadı. Çünkü dizinin beni çeken yönü hiçbir zaman kimin öleceği, hangi savaşın nasıl sahneleneceği değildi. Benim diziyi izleme sebebim Tywin ile Tyrion’un Küçük Konsey masasındaki konuşmaları, Baelish’in hayatta kalabilmek için giriştiği oyunlar, Lannister’ların zenginliklerini korumak için iktidara sahip olmaya duydukları mecburiyetti.
S
tark hanesiyse dizide onurlu bir savaş içinde olan belki de bu yüzden taht oyunlarında en çok üyesini kaybeden olan hane olarak resmedilmiştir. Daha dizinin ilk sezonunda Ned Stark’ın klasik bir Lannister oyunuyla başına gelen Gerçek anlamıyla başına gelen!) vahim olayla başlar hikayeleri. Daha sonra Lannister-Bolton-Frey hanesinin ortak oyunuyla Kızıl Düğün’ü yaşarlar, Sansa, Joffrey isimli delinin elinde oyuncak olur, Arya ise ailesinin intikamını almak için diyar diyar gezmeye başlar. Kıştepesi denen stratejik noktaya bir dönem sahip olsalar bile Lannister Hanesi’nde bol bol bulunan iziyi izleme nedeni olarak bu mücadeleyi göste- strateji ve diplomasi yeteneğinin kendilerinde hiç olren birinden gelecek dizi incelemesini de az çok mamasıyla ellerinde olan her şeyi kaybetmektedirler. tahmin ediyorsunuzdur. Üzerinde duracağım noktalar Azor Ahai’nin kim olacağı yönündeki tahminler izideki özgürlük savaşçısı timsaliyse Daenerys veya bir Warg (hayvanların kontrolünü ele geçirebilTargaryen’dir. Targaryen hanesinin yaşayan iki me yeteneğine sahip olan insanlar) olan Bran Stark’ın üyesinden biri olan ve kitapta on üç yaşında bir kız Daenerys’in ejderhalarını kontrol edip edemeyeceği çocuğu olarak anlatılan Daenerys, taç giyme ve bir değil, dizide resmedilen politik mücadele olacak. orduya sahip olma heveslisi abisi tarafından, göçebe, atlı ve savaşçı bir kabile olan Dothraki’lerin lideizideki haneler arasında Lannisterlar, günümüz ri Khal Drogo ile evlendirilir, evliliğin başında çok dünyasındaki vahşi medeniyete ve ‘’zamutsuz olsa da ilerleyen günlerde Drogo’yu fere giden her yol mübahtır’’. anlayışına en sever. Fakat Drogo’nun zamansız gidişi çok uyan hane. Lannisterlar’ın serideki Daenery’si başka serüvenlere yelken gücü zenginliklerinden gelmekte ve bu açmak zorunda bırakır. Daenerys zenginliği koruyabilmek için rakip Targaryen, Targaryen hanedanınhanelere karşı girişilecek kalleşçe dan haksız bir biçimde alındığısayılabilecek suikastlerden, tahnı düşündüğü tahtı geri alma tı alengirli oyunlarla ele geçiramacındadır ama bu amaçtan mekten, savaşlar çıkarmaktan bile daha çok önem verdiği kaçınmamaktalar. Dört sezon konu köleliğin kaldırılmaboyunca hanenin başında sıdır. Bu nedenle yanında izlediğimiz Tywin Lannisyaverleriyle Game of Thter’ın diplomasi konusundaki rones evreninde en büyük yeteneğini de görmezden gelköle ticaretinin yapıldığı memek gerekir. Tywin’in Meeren’e gider. Şehrin en ‘’Bazı savaşlar kılıçla babüyük köle tüccarı ve Lezıları kalemle kazanılır.’’ kesiz denen çok güçlü bir sözünün doğruluğunu Stark orduya sahip olan Kraznys hanesine yönelik bir suimo Nakloz’la 8.000 Lekekast olan Kızıl Düğün’de siz ordusuna karşı bir ejderha görürüz. Nispeten daha takasıyla anlaşır. Fakat Legüçsüz haneler olan Frey kesiz ordusu kendisine biat ve Boltonlarla ittifak yapılettikten sonra onlara tüm mış, suikastte hiçbir Lannister efendileri-köle tacirlerini kılıç oynatmamış, hatta oraöldürmelerini emreder, da bulunmamıştır. Fakat Nakloz da Daenerys’in Robb Stark’ın işittiği son ejderhası tarafından ölsözler ‘’Lannisterlar’ın dürülür. Fakat Game selamı var’’ olmuştur. of Thrones’taki gerçekçi politikanın varlığı ve ekonominin 12
D
D
D
Game of Thrones evrenindeki önemi burada bir kez daha ortaya çıkar. Köleliğin ve efendiliğin kalkmasına sadece efendiler değil büyük oranda köleler isyan eder zira kölelerin kölelik dışında herhangi bir mesleki bilgisi yoktur ve efendilerinden azat edildiklerinde ellerinde olan yemek, barınma vs. haklarını da kaybederler. Köleliğin şehrin ekonomisine tek etkisi bu değildir. Köle ticareti, sadece zenginlere ev işlerinde her türlü hizmet değil Roma’daki gladyatör oyunlarına benzer şekilde dövüşler için de yapılmaktadır. Dövüş Çukurları denen yerde köleler ölümüne dövüştürülmekte daha sonra yine Roma’daki Kolezyum’a benzeyen bir yapıda halkın büyük katılımıyla final oyunları yapılmaktadır. Daenerys oyunları kaldırdığında şehrin bu oyunlara büyük oranda bağlı olan ekonomisi zarar görmüş ve özellikle şehirdeki soylulardan Daenerys’e büyük tepki gelmiştir. Hatta Harpiya’nın oğulları denen bir yeraltı oluşumu-tarikat eski düzenin gelmesi için şehirde terör estirmeye başlamıştır. Daenerys’inse ne şehrin ekonomisini harap halde bırakmaya ne de köleliğin geri gelmesine gönlü elvermiş fakat hem şehirdeki kanlı ortamı durdurmak hem de ekonomiyi düzelmek için geri adım atmak zorunda kalmıştır. Köleliği geri getirmemekle birlikte, dövüş çukurlarını kölelerin değil özgür insanların dövüşeceği bir şekilde yeniden açmak zorunda kalmış hatta şehirdeki asillerle arayı düzeltmek için şehrin ileri gelenlerinden biriyle bir formalite evliliği yapmıştır.
bahsedildiyse de bunun çok doğru bir benzetme olduğuna katılmıyorum. Iron Bank için en uygun benzetme geçen yazımda bahsettiğim Rotschild ailesidir bana göre. Zira bu banka, borç verdiği hanelerden borçlarını alamadığında düşman haneleri aynı Rotschildların yaptığı gibi finanse edebilir,hatta tahta geçirebilir. Tyrion Lannister’ın 3.sezonda bu bankaya olan borçtan endişelenmesi ve Stannis’in ordusu için kaynak istemeye gittiğinde banka yetkililerin Stannis’e karşı tavrı bu bankanın serideki önemini ve gücünü gösterir.
G
ame of Thrones’u izlerken akla Türkiye siyasetine dair bir şeyler gelmemesi de imkansız. Beşinci sezonda karşımıza çıkan ‘’The Faith’’-’’İnanç’’ isimli dini yapı Cersei Lannister tarafından, oğlu Tommen’in eşi ve aynı zamanda kraliçe Margary’ye karşı güçlendirilir fakat bu yapının saldırıları Margary ve abisi Loras Tyrell ile sınırlı kalmaz Kendisini güçlendiren Cersei’nin başına da çorap örmeye başlar ve Tywin gibi bir dehanın yokluğundan da faydalanarak krallığın yönetiminde ciddi şekilde söz sahibi olur. Dizinin ‘’Paralel Yapı’’sı bu şekilde ortaya çıkar.
Üzerinde durmak istediğim başka bir noktaysa, “fantezi edebiyat” ın sözlük anlamına baktığımızda karşımıza çıkan “gerçeğe dayalı olmayan anlatım tarzı” tanımıyla ilgili. George R.R. Martin bu klasik tanımın oldukça dışında bir dünya resmetmiş. Onun eseri için gerçeğe dayanmayan değil, gerçeizide ekonominin ve paranın önemini gördüğü- ği yorumlayan bir dünya tanımı daha uygun olur. müz bir başka nokta ise ‘’Iron Bank of Braavos’’ Türkçesi ile ‘’Braavos’un Demir Bankası’dır’’ Bu on olarak ülkemizdeki Taht Oyunları’nbanka tüm Yedi Krallık’tan daha zengindir ve tüm dan çıkacak olası bir Lannister-Bolton kokrallar, lordlar bu kuruluş karşısında amiyane tabirle alisyonuna karşı teyakkuzda olmanızı tavsiye el pençe divan durur. Dizi hakkında yazılan bazı ince- ediyorum. Bir dahaki sayıda görüşmek üzere. lemelerde Game of Thrones evreninin IMF’si olarak
D
S
13
ÖYKÜ | MUSTAFA DUYMUŞ
S
essiz ve loş bir bara girdim. Küçük bir bardı ve barda iki tane ihtiyar vardı. Onlardan olabildiğince uzak bir masa seçtim ve oturdum. Sipariş vermek için garsonu bekledim. Esmer, 1.70 boylarında, düz ve siyah saçlı harikulade biri yaklaştı yanıma. Mönüyü masaya koyup gülümseyerek “Hoş geldin.” demesine kadar onun orada çalıştığı aklımın ucundan bile geçmemişti. Çok hoş giyimli ve bakımlıydı ve de yaptığı işten mutlu gözüküyordu. Bir insan herhangi bir işte çalışırken nasıl mutlu olabilirdi? Bir anda ifadesiz kalan yüzüme küçük bir tebessüm yükleyip gözlerinin içine bakarak “Hoşbuldum.” dedim. Boş bakışlarla mönüyü inceliyormuş gibi yaptım. Bira içmek için oradaydım. Çok geçmeden güzel kız tekrar yanıma geldi ve yeniden gülümseyerek ‘’Ne istersin?” diye sordu. Şişe Tuborg istediğimi söyledim. Mönüyü alıp arkasını döndü ve bara doğru ilerledi. O giderken kalçalarını seyre daldım. Dolgundu kalçaları ve bacakları ile fazlaca uyumlu hareket ediyordu. “Acaba birlikte olduğu biri var mı?” diye düşündüm. Tahrik olmuş ve bir an da arzu ve merak yüklenmiştim ona karşı. Kadınların kalçaları kesinlikle büyüleyiciydi. Nasıl olabiliyordu bu? Gerçek bir ahlaksızdım. Masadan kalktım ve lavaboya doğru ilerledim, içeriye girip musluğu açtım, elimi ve yüzümü soğuk suyla iyice yıkayıp birkaç kağıt havluyla kuruladım ve masama döndüm. Daha sonra; 1.80 boylarında, kumral, hafif uzun saçlı, düzgün traşlı ve güzel giyimli ve 'tabii ki' güzel kokan bir çoçukla seviştiği konusunda kendimle bahse girdim. Çok geçmeden bahsi kapadım, anlamsız bir bahisti, ne gerek vardı biramı içip gidecektim. Ben biramın gelmesini beklerken içeriye biri girdi. Orta boylardaydı ve derisi güneşten yanmıştı adamın. İçeriyi biraz süzdü ve beni görmemiş gibi davrandı sonra ihtiyarlara en yakın ikinci masaya oturdu. Garson ağır ve yüksek adımlarla
14
biramı getirdi, masaya koydu ve gülümsedi. Diğer masaya ilerledi, mönüyü bıraktı ve gülümse-me-di, adam arkadaşını beklediğini ve o gelince sipariş vereceğini söyledi. Kaplumbağa gibi bir adamdı. Yanlış olduğunu düşündüğü herhangi bir durum karşısında kabuğunun içine apar topar çekilecekmiş gibi görünüyor ve daima tetikteymiş gibi davranıyordu. Paranoyak olduğuna dair kendimle yeni bir bahise daha girdim. Masada bir başıma otururken sırıtmaya başladım. Kendisiyle bahse giren yarı-kumarbaz bir adamdım. Gerçek kumarbazlar benden daha cesurdu. Kendimle kumar oynamak bir başkasıyla oynamaktan daha mantıklı geliyordu bana, en kötü ihtimalle kendi bahsim olmayan düşünceme yani önyargıma kaybediyordum, önyargı sahibi olmayı bana küçükken öğretmişlerdi beynim henüz yumuşakken ve her iki durumda da -kazanmak ya da kaybetmek- kendimi yiyip bitirmek, hırs yapmak, soğuk terler dökmek gibi davranışlar sergilemiyor aksine gereksiz heyecan yaşamadan kendi oyunumu oynuyordum kendimle. Deneyin bir kere belki o zaman daha inandırıcı olacaktır. Şişeyi elime aldım ve şişeden yudum almanın her seferinde beni yorduğu aklıma geldi. Ayağa kalktım ve esmer kızın yanına gidip omzuna dokundum. Anlık bir tedirginlik yaşadı ve bana dönüp “Korkuttun beni.” dedi, yeniden gülümsedi. Gözleri kocaman olmuştu ve dişleri beyazdı. “Bardak isteyecektim senden ama söylemeyi unuttum, şişe beni yoruyor.” dedim. Komik bir şey duymuş gibi gülmeye başladı ve bir bardak getirip “Al bakalım.” dedi. İstemeden onu güldürmüş hatta hoşuna bile gittiğimi hissetmiştim. Bardağımı alıp masama ilerledim. Yerime oturdum ve garsonun bakışlarını üzerimde yakaladım. Çok geçmeden içeriye biri daha girdi. Uzun boylu, modern giyimli ve yüzü hiç kötülük görmemiş gibiydi. Etrafına bakındı. Beni görmedi. İhtiyarlara yakın masaya oturan adam elini kaldırdı ve diğer adam kendinden emin olmaktan çok uzak adımlarla masaya doğru ilerledi. O, masaya doğru ilerlerken kendimle yeni bir bahise daha girdim ve: ''Hayatında hiç bir kadını çıldırtırcasına becerememiştir.'' dedim kendime. Nereden geliyordu böyle şeyler aklıma? Kim bir insanı ilk kez gördüğünde böylesine gazı kaçık düşüncelere zihninde yer verirdi? Yeniden gülmeye başladım. Eğleniyor muydum yoksa farketmeden çıldırıyor muydum ya da sapık felan mıydım? Galiba içsel bir davranış dürüstlüğü yaşıyordum. İlk bakışlarda, ilk görüşlerde, ilk sevişmelerde, ilk cümlelerde ve diğer ilkler de yaşanan önyargı kültürüyle savaşıyordum belki de. Ya da adını siz koyun keyfinize göre. Kazançsız (?) bahislerimi kapattım, biramı yudumlamaya koyuldum ve kafamda sahneyi toparladım: Önyargılarımın oluşumunda geçen o kısacık zaman dilimine eş zamanlı sürede kendime ait tahmin cümlelerimi oluşturuyordum ve tetiği çekiyordum önyargılarımın üzerine. Bir nevi o bana bir şey söylerken ben ona “siktir orda”'larımı sunuyordum. Bu beni önyargısız biri yapmaya yetmiyordu ama kumar oynamak için eğlenceli bahislerdi. Hem kimseye de zararım yoktu ve Einstein kesinlikle önyargılı biriydi ve bu konuda elinden hiçbir şey gelmemişti. Bir şişe Tuborg daha istedim güzel kızdan, gülümseyerek getirdi ve gülümseyerek gitti sanki düşüncelerimin farkındaymış gibi. İhtiyarlar ise sarhoş olmuştu ve her yere kahkaha saçıyorlardı. İyi görünüyordu ihtiyarlar uzaktan. Kaplumbağa adam ve modern adam ise dünyayı kurtaracak olan fikirlerini pipetten kokteyl içerek birbirlerine sessizce anlatıyorlardı ya da gece hangi pozisyonda birbirlerini düzeceklerini, en azından öyle sanıyordum. Ahah yine yaptım yapacağımı. Her neyse, kendime bir soru yöneltme zamanı gelmişti. Cevapları ise acımasız ve dürüst olmalıydı. ''Sen insanları, olayları, etraftaki davranış biçimlerini bu denli inceleyip bu denli irdelerken ve bu denli herkesin farkındayken sevgili dostum Sen, evet evet Sen Kimin Umrundasın?''
15
LİLİTH YAZI | GÜNEŞ KOÇ
H
Albrecht Dürer,Adam and Eve
emen hemen hepimiz Adem ile Havva’yı ilk insan sanıyoruz öyle değil mi ? Aslında değil , Lilith birçok din ve inanışa göre Adem’in ilk eşidir. Havva’dan önce, Adem ile aynı anda topraktan yaratılmıştır. Adem, Lilith’i bir türlü benimseyememiş ve ikinci planda kalmayı kabul etmeyen Lilith cenneti terk etmiş, dünyaya kaçmıştır. Bazı rivayetlere göre başkaldırışları yüzünden cennetten kovulduğu da söylenir. Cennette yalnız kalan adem için Tanrı , üç melek elçi gönderir ve Lilith e geri dönmesi için çağrıda bulunur. Geri dönmemesi halinde hergün yüz çocuğunu öldüreceğini söyler, Lilith dönmemekte kararlıdır. Tanrı yalnız kalmasın diye o uyurken Ademin kaburgasından Havva’yı yaratır. Adem uyandığında yanında bulunan kadının başka biri olduğunu anlamaz bile ve Adem ile havvanın sonu bilidiğiniz gibi… Lilith’e gelince, Lilith dünyada Orta Doğu’ya kaçar ve Kızıl Deniz ile çiftleşir. Tanrı, Lilith’i yaratırken ona her bir seferinde yüz çocuk doğurma özelliği verir ve Lilith’in Kızıl Denizden çocukları olur, Tanrı onu cezalandırmak adına acı çekmesi ve pişman olması için her gün yüzlerce çocuğunu öldürür. Lilith , bazı inanışlara göre kötülüklerin anası, bazı inanışlara göre şeytanın ta kendisi , bazılarına göre feminizmin idolü olmuştur. Aynı zamanda Plaid’in Björk vokalli güzel bir şarkısıdır. Havva’nın elmayı uzatmasına sebep olup insanlık tarihini değiştirdiği de rivayetler arasındadır. Bilinen bazı tablolarda , tarih kitaplarında resmedilen Adem ve Havva boy portrelerinin arasındaki ağaca dolanmış yılan figürü Lilith i temsil etmektedir. Lilith’in öfkesinden yeni doğan bebekleri, küçük çocukları boğarak öldürdüğü söylentiler arasında. Bazı inanışlarda halen daha lohusa kadınlar akşamları yalnız bırakılmaz, evde bebek olduğu anlaşılmasın diye çamaşır ipine çocuk bezleri asılmaz. Çünkü, Lilith’in iblis olduğu inancı devam etmektedir. Günümüzde hala devam eden Orta Doğu savaşları, yüzlerce , milyonlarca insanın ölümü, bitmek tükenmek bilmeyen insan kıyımı belki de Llilith in çocuklarının eseridir …
16
YENI KLASÖR
YAZI | DAMLA YILDIZ
Sizlere biraz hevesten bahsetmek isterim, içimdeki az hevesten, hani şu yıllar geçtikçe tükenen ve kimi zaman boğazımda hissettiğim o sikik hevesten. Bahsetmek isterim çünkü ben en iyi bunu yapabilirim. En iyi karnıyarık yapabildiğim zamanlardan kalma hevesim. En iyi aşık olabildiğim zamanlardan kalma aptal hevesim. “Benim güzel kızım” ne süper kahraman bir cümle. Bir zamanlar en iyi boya yapabilen, en iyi şımarabilen, en iyi şarkıları onun söylediği hani elektrikler kesildiğinde, karlı gecelerin 3’lerinde en iyi onun canının çikolata çektiği, en iyi ona kıyılamadığı kadınların kaybettikleri heveslerinden. Neden sonra anladım ki; en iyi bazen yetemeyebiliyordu. Sizlere ufacık bir hevesten bahsetmek isterim. Hayalini kurmadığı ne varsa sahip olan bir kız çocuğunun, tek rüyasına asla kavuşamadığı için mizah mecmualarının arkasına sakladığı hevesinden. Onun gibi milyonlarca kadının, çok önceden, muhtemelen babalarında bıraktıkları hevesten. Hayatta her şeyi tek başına göğüslemek zorunda kaldıkça biten, oysa en saçmasından ayakkabılarını bağlayacak birinin kocaman ellerine köpekler gibi ihtiyaç duyan, o güç temsili kadınların naftalin kokan heveslerinden. Sen heves etme ulan ayı! Artık kendilerine bile itiraf etmekten çekindikleri, birilerinin kolaylıkla erişebildiği o muazzam düzenin özleminde giderek uzaklaştıkları heveslerinden. “Hayatım” ne de güzel bir kelime. Sizlere bir tatlı kaşığı kadar hevesten bahsetmek isterim, bunu gerçekten çok isterim, nadiren heves edenlerin kaderi budur zira; onlar yetişemedikleri seferler için şarkılar yazarlar, resimler çizerler, yemekler pişirirler, belki çiçek yetiştirirler, başkaları tarafından beğenildikçe kendilerine yabancılaşır; kötü kalplilerle tek başlarına yumruk yumruğa geldikçe dünyanın adaletine söver, elbiselerinin fermuarlarını kendileri açmak zorunda kaldıkça birilerine küserler. “Bütün bunları ne için yapıyorum?” diye düşündükçe dizleri karnına çekilenlerin uyuşan heveslerinden bahsetmek isterim. Ben artık sadece bunu yapabilirim. Sahip olan bir çoğunun kadrini bilmediği o tek hayalime de bir klasör açar, okula giderim.
17
O yüzden sizi daha heveslendirmeden bir dip not düşmek istiyorum. Şu andan sonra bahsedeceğim yapıtlar ene 1895. Küçük sarı kıyafetli bir çocuğun gaze- tekelleşmiş kahramanlar olmayacak. Sizlere çizgi rote sayfalarına renk vermesiyle kapıları aralanan man evrenini yaratan ve bu evrende en az bildiklerive şimdilerde hayatımızın birçok noktasına te- niz kadar temeli oluşturan eserlerden bahsedeceğim. mas eden çizgi romanlar 120 yılı devirdiler. Richard F. Outcault'ın ''The Yellow Kid'' i yaratmasının ardından Güzeller güzeli Jane Fonda'nın hayat verdiği 1968 çizgi roman 20. yüzyılın başlarında başta Amerika'da yapımı olan Barbarella filmi aynı adlı Fransız çizgi olmak üzere tüm dünyada sağlam bir ivmeyle yüksel- romanın uyarlamasıdır. Yönetmen koltuğunda oturan meye başladı. Hem de çok uzak değil tam bu yıllarda, Roger Vadim, başroldeki eşinin güzelliğinden yararhatta 1880'lerde sinemanın ilk temelleri atılmıştı. lanmış, bunu onun oyunculuk yeteneğiyle harBenim yaşadığı için minnet duyduğum insanlardan manlayarak gerçekçiliği aşmış fantazi-kurgu biri olan Georges Melies, ilk öykülü film olan türü bir yapıt ortaya koymuştur. Zamanın ''Le Voyage Dans La Lune'' (Aya ilerisinde olan bu yapımı ise biraz önce bahSeyahat)'i seyircilerle yine bu zasettiğimiz Flash Gordon'un sinema dizisimanlarda buluşturmuştu. Peki neden nin uzun metrajlı filmi takip etmektedir. birden bire çizgi romandan filme atladığı diye düşünüyorsunuz değil mi? Aslında burada göstermek istediğim bu iki sanat dalının yakın bir doğum, gelişim, var olma süreci geçirdiği. Yıllarca birbirlerine büyümekte yardımcı olan bu ikilinin ilk ortaklığı 1913 yılına ''Mutt ve Jeff'' adlı gazetenin Yine adı çok duyulmamış karikatür dizisine dayanır. Bunun ardından ise gerbir eser olan The Rocketeer, çekten ete kemiğe bürünen bir çizgi romandan çizgi romanın masum zamanına bahsetmek istiyorum; Flash Gordon! Sinema atıf yaparken bizlere yepyeni bir soluk dizisi tadında seyircilerin karşısına çıkan getiren Dark Horse Comics tarafından Flash Gordon'ı Superman,The Phantom(hayatımıza dahil ediliyor. Dahası, öyle bir eserKızıl Maske), Batman, Captain America le hayatımızda yer etti ki duyunca bende oluşan takip eder ve onlar da uzun sıramıza gülüşü hepinize ulaştırabilecekmişim gibi erkenden dahil olurlar. İsimler tanıdık geliyor; The Mask (Maske). Önce anigelmeye başladıkça gözlerinizin masyon serisi ardından da sinema filmi olaparlayıp,''DC-Marvel?'' rak bir kasırga etkisiyle çocukluğumuzun dediğinizi duyar gibiyim. önemli bir parçasını işgal etmişti.
YAZI | SELİN ÖĞRETEN
S
18
Modern zamanlara ulaşmamıza az kalan yolculuğumuzun bu noktasında Sin City (Günah Şehri), Hellboy serisi, Aliens vs. Predator serisinin de Dark Horse sayesinde bizlere ulaştığını hatırlatmak isterim. Size birçok isimden bahsettim ve bunlara bir isim daha ilave etmeliyim. Image Comics, yani bağımsız çizgi romanın yaratıcısı olan Allen Moore'ın savunduğu yenilikçi yapıtları ortaya koyan firmamız, bizlere Spawn'ı sundu. İlk anti-kahraman olan Spawn'ı takip eden Watchmen de dondurmamızın kreması benim için. Fakat bunları öyle tatlı bir şekerleme taçlandırıyorki, bana göre bağımsız çizgi romanın sinemaya kattığı en güzel eser… THE CROW! Eski bir yerli inanışına göre yaşam ve ölüm arasındaki çizgide, insana rehberliği bir karga yapar. Serimizin yaratıcısı James O’Barr ise bu olaya yeni bir bakış açısıyla yaklaşmış. Çizgi romanımızdaki kargamız, ölümle zamansız ve adaletsiz şekilde buluşan insan-
lara ikinci bir şans tanıyor, hem de yanında insanüstü güçlerle birlikte! Tabii James O’Barr’ın bu şekilde yorumlaması için, nişanlısının sarhoş bir sürücü tarafından hayattan koparılması, üzerine okuduğu ‘nişan yüzükleri için katledilen çift’ konulu gazete haberi sizlerin de göreceği üzere sarsıcı çıkış noktalarıydı. Ne yazık ki çizgi romana hayat veren bu talihsizlik bulutu film uyarlamasının da üzerinden çekilmedi. Hepimizin bildiği ünlü üstad Bruce Lee’nin oğlu olan Brandon Lee, ilk filmimizin baş karakterini canlandırıyordu ve çekimlerin bitmesine 8 gün kala yanlış doldurulmuş silah Brandon Lee’nin hayatına son verdi… Doğrusu işin magazin boyutunu geçip filmi sorarsanız size bahsettiğim bütün bu olayların filmin anlatımı sayesinde siz bilmeden size işleniyor. Diğer uyarlamaları sevemesem de 1994 yapımı The Crow’a ve imkanınız varsa çizgi romanlarına şans tanıyın. Siz fark edemeden hüzün, umut, yaşam ve ölüm hepsi kanatlanıp omzunuza konuyor bu heybetli kargayla…
19
20 FOTOĞRAF/YAZI | DİLAY ÖZCAN
Hüzünlerini insanlarla paylaşmaktan kaçmaya başladığında nesnelerin önemi artıyor insan için. Akıl almaya ihtiyacım yoktu, olayların ilerleyişi kimsenin elinde değildi ve kimse durduramıyordu hiçbir şeyi. Sadece anlatmak istiyor, anlatırken utanmadan ağlamak istiyordum. İki sene boyunca hüzünlerimi, gözyaşlarımı perdemi araladığımda gördüğüm bu duvarla paylaştım. Hayatımda güzel şeyler olmaya başlarken ayrılıyorum evimden. Üzüntülerime dair bir tek bu kareyi attım sırt çantama ve yeni bir duvar aramaya çıktım.
ispanaksevmem
O’ nu ilk küçük kardeşinin ayakkabısını giymesine yardım ederken farkettim . Hani her zaman küçük olan daha dikkat çekicidir, ilgi genelde onun üzerindedir ya … Fotoğraf çekmek için yarışan amatörlerin hepsi kardeşini çekecekler belli. O’da kardeşinin üzerini toparlıyor, saçlarını düzeltiyor ,bir diğer kardeşini bekleyen hamile annesine yardım ediyordu. Tam o anda göz göze geldik ve bana bu bakışı attı…
FOTOĞRAF/YAZI | MELİKE KOÇ
zencefillimon
21
BU İNSANLAR NE ANLATIYORDU? ÖYKÜ | YEŞİM GÜN
N
e işim vardı benim burada? İçerideki “Freak Show” mide bulantısıyla beraber kaçıp gitme huzursuzluğu vermişti. Kaçıp gitmeliydim ama yine yapmak istemediğim şeyleri yapma zorunluluğum vardı. Oturmak zorundaydım. Gözlerimi karşımdaki ince bıyıklı adamlara rahatsız edici biçimde dikmiş, ayıramıyordum. Ne tuhaf adamlar, bir saattir aynı odada oturmamıza rağmen büyük bir çabayla yüzüme bakmıyorlardı. Büyük bir çabayla diyorum çünkü rüzgârdan hızlı ve gürültü bir şekilde kapanan pencereye bile önünde ben olduğum için refleks göstermemişlerdi. Benimle aynı odada olmaktan rahatsız oldukları havanın kokusundan
22
anlaşılabiliyordu. Evet, böyle bir koku var nasıl oluyor bilmiyorum ama insanların hissetlikleri, parfümleri gibi etrafa dağılabiliyor. Odadaki sessizlik cadı kadının birden odaya dalıp anneannemi çağırması ile son buldu. Uzun boylu, şişman ve gözlüklüydü. Yüzünün ortasındaki kocaman beni, beni benden alıyor ve gülme isteği yaratıyordu. Öylesine taktığı eşarbıyla cadı kadın, müritlerini -başka bir deyişle çaresiz ve acı dolu insanları- etrafına toplamış onlara hükmetmenin tadını çıkarıyordu. Ses tonu hep azarlar biçimdeydi. Anneannemin ellerini avuçlarının içine almış, fıs fıs diye ses çıkarırken -kendisi dua okuduğu söylüyordu- gözlüklerinin üstünden sanki insanların tepkisini ölçmek istermiş gibi odada bulunan herkesin yüzünü dikkatle inceliyordu. Bazılarının Allah yakarışlarını duydukça dudaklarından dökülen fıs fıs daha yüksek çıkıyordu. “Bu insanlar ne anlatıyordu?” odada bulunan insanları incelemeye başladım. İlk olarak sağımda oturan kadınla göz göze geldik fısıltıyla karışık bir sesle anlatmaya başladı: “O kadar çok beğenirdim ki ben kendimi günümün yarısı aynada geçerdi. Şimdi şu halime bak!” Gözleri doldu. İki çocuk annesiydi. Söylediklerinden anladığım kadarıyla ‘kötü hastalığa’ tutulduğundan beri çocuklarına fiziksel ve ruhsal işkence ediyormuş. Kolunu bile kıpırdatmaya mecali olmayan kadın bunları söylerken çok utanmış, elimde değil demişti. Yaşayan her şeyden nefret eden bir hali vardı. Doktorlar artık yapacakları bir şey
olmadığını söylemişler. Kadın, vicdanını rahatlatmak için hiç tanımadığı bu odadaki insanlara günah çıkarmak istermiş gibi durmadan anlatıyordu. Kocasını anlatmaya başladı. Kocası çok severmiş onu ne istese yaparmış. Ben dedi onu hep mutsuz ettim tüm dostlarından ayırdım kimseyle paylaşamadım. Oysa sevgi paylaştıkça azalan bir şey değilmiş, aksine artarmış dedi ve yine gözleri doldu. Nerede okumuştum ben bunu? Neyse. O kadar rahatsız ediciydi ki zayıflığı görmemek için halının desenlerini inceliyordum. Bu sırada gözlerim diğer tarafımda oturan teyzenin ayaklarına takıldı. İnternet sitelerinde ilgi çekmek için insanların gözüne soktukları rahatsız edici fotoğraflardan fırlamış gibiydi. Belki fil hastalığı denen genetik hastalık belki şeker hastasıydı. Sormadım. Ama o da başladı anlatmaya. “Çok ağrılarım var çoook... Yürüyemiyorum, hep yatıyorum yavrum!” bunu söylerken ayağındaki yarayı temizliyordu. Bu görüntüye daha fazla bakamadım. Başka tarafta etrafa tükürükler saçarak durmadan sallanan zihinsel engelli oğlunu sakinleştirmeye çalışan bir anne vardı. Nasıl bir hayatı vardı ki bu kadının, daha doğrusu bir hayatı var mıydı? Bunları düşünmek çok rahatsız ediciydi başka bir şeyler lazımdı. Onların yanında İstanbul’dan felçli kocası için gelen kadın, başka bir cadı kadından bahsediyordu. Bir hayvan postunun üstünde oturan ve yanına sürünerek gelen insanlara şifa dağıttığını söyleyen bu cadı kadından hiçbir fayda görememişler falan filan. Merdiven başında oturan genç kız bir yurtta ‘ablaymış’. Büyük bir bunalım geçirdiği donuk gözlerinden belliydi. Konuşmuyordu sadece özledim dediğini duydum yanındaki otuzlu yaşlarındaki ebleh suratlı esmer kız “Özlemek güzeldir.” Diyerek sırıtıyordu. Özlemezsen tabi ki özlemek güzel dersin. Bunu da geçelim bir de ‘bön’ kadın vardı. Bazı insanlar böyleydi h er türlü ortamda benliklerini bozmaktan asla taviz vermezlerdi(!) . Bu kadın da sağlıklı bir insanın ruhunu daraltması gereken bu evde bönlüğünden asla taviz vermiyordu. Dışarıdan bakan biri bu kadının sadece yiyip içip ürediğini düşünebilirdi. Eğitim alması bu kadını her gün etrafımızda gördüğümüz yarı cahil kadın ve erkek sürüsüne katıp daha korkunç hale getirebilirdi. İnsanların sözlerini keserek akşam yapacağı yemeği anlatan bu kadının da hastalığı bönlük olmalıydı. Kaçmam gerekti bu odadan yüzüme bakmayan ince bıyıklıların yanına gittim. Hayat güzel değil birbirimizi kandırmayalım. Zihinlerinde, bedenlerinde bulanan anormalliklere bir şarlatandan şifa arayan bu insanlara kızamazdım. Hiçbir ruhsal acı fiziksel acı kadar çaresiz bırakmazdı insanı. Bir ümitti işte ama o çok istedikleri şifayı bulduklarında ne olacaktı peki? Hayat onlara yine aynı şekilde mutluluk verecek miydi? Pek tabi ki hayır. En iyi ihtimalle hayatın kendilerine verdiği en değersiz
armağan olan tecrübe denilen şeyle avunacaklardı. İçlerindeki o çocuksu gerçek ruhları ölmüş ve artık ruhsuz bir bedenle nefes almaya devam edeceklerdi. Etraflarına bu ruhsuz bedenin soğuk enerjisini yayacaklardı. Her şeyin bir istinası vardı, onların istisnası neydi? Başka bir evrenin çığlık ve ağlayışların çöplüğü olan bu hayattaki tek anlamlı şey sevgiydi. Elbette ki içlerinde sevmesini bilen insanlar vardı. İşte bu sevmesini bilen insanlar belki bu değersiz ve soğuk ödül olan tecrübeleriyle barışabilirlerdi. Şifa dağıttığını söyleyen kadın gel sana da bir “Check-up” yapalım dedi. Ellerimi alıp yine fısladı. Birkaç dandik hastalık ismi söyledi tutturamadı. İtiraf edeyim bilmesini isterdim. Böylelikle beni de şifalayabilirdi(!) Benim hastalığım ertelemekti. Tanıdığım tüm erteleme hastalığına sahip tembeller gibi ben de sudaki görüntüyü nasıl bozacağımı, izleyeceğim yolu biliyordum fakat bunu neden yapmam gerektiğini bilmiyordum. Ne değişecekti ki en fazla birkaç saat oyalanırdım bozulan görüntüyle. Tembellik ve ertelemek hastalığı üzerine bir güzelleme yapmak isterdim fakat “Oblomov” yazılalı çok olmuştu. Kadın en son yanımdan kalkarken sende sakarlık var dikkat et dedi yüzüme pis pis sırıtarak. Yerde oturuyordum ve ayağım çok uyuşmuştu. Koltuğa oturmak istedim. Alçak koltuk! ayakları kim bilir kaç yıllıktı. Dayanamadılar. Olmadık zamanlarda ortaya çıkan lanetim, sakarlığım yine ortaya çıkmıştı. Neyse odadaki diğer hastalar büyük ihtimal kadına daha çok inanmışlardı. Belki düşünce gücü dedikleri şeyle şifa bulurlardı. Ah, cadı kadın keşke kapıdan çıkarken aldığın ‘ağırlıkla’ gözlerin parlamasaydı belki inanırdım sana.
İlk olarak sağımda oturan kadınla göz göze geldik fısıltıyla karışık bir sesle anlatmaya başladı: “O kadar çok beğenirdim ki ben kendimi günümün yarısı aynada geçerdi. Şimdi şu halime bak!”
23
SINIRLI BİR ÖZNELEŞME MEKÂNI OLARAK MODERN ŞEHİR YAZI | MEHMET ŞAMİL DAYANÇ
B
aşlangıçta modern bir ifâde olmayan şehirleşme olgusu, özellikle Sanayi Devrimi ve burjuva sınıfının doğuşuyla birlikte modern bir nitelik kazanır. İlk şehirler, su yolları etrafında, elverişli iklim şartları ve verimli topraklardan hareketle oluşur. Sanayileşme olgusu, şehirlerin başlangıçtaki oluşma mantığını değiştirir; bundan dolayı ilk şehirlerin oluşumunu sanayileşme sonrası şehirleşmeye giden yolda bir tekâmül süreci olarak değerlendirmek sanırım doğru bir okuma olacaktır. Sanayileşmeye bağlı olarak var olan “modern” şehirleşme beraberinde “modern” kavramlar oluşturur. “Flâneur” denen gezgin sınıf da
24
bu modernleşme sürecinin bir sonucudur. Modern Hayatın Ressamı’nda da belirtildiği üzere, “flâneur” bir kent gezginidir, en ücra köşelere kadar metropolü arşınlar, modern hayatın bütün görünümlerini büyük bir aşkla gözlemler; hafızasının arşivine kaydeder. “Flâneur”ün en önemli ayırt edici özelliği yürüme edimiyle birlikte “bakma” ve “görme” ayrıcalığına sahip olmasıdır ve bu yönüyle Foucault’nun panoptic bakışıyla bir benzerlik gösterir. Bununla birlikte, görünmeden gören ve maruz kalan arasındaki ilişki “flâneur”ün bir başka belirgin vasfını daha gözler önüne serer: Erkek olmak. Modernliğin sonucu olan bu kavram erkeklik olgusu üzerine inşa edilir ve daha çok erkeklerin tecrübe mekânı olur. Erkeklik üzerine inşa edilen bu kavram “flâneuse”ün imkânı tartışmalarını beraberinde getirir. Bu noktadan hareketle Adalet Ağaoğlu’nun Ölmeye Yatmak romanını şehri tecrübe edememe hâli, ardından Sevgi Soysal’ın Yürümek romanını ise tabuları yıkarak şehirde var olma çabasından hareketle değerlendirmeye çalışacağım. Özellikle İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra artan şehirleşme hareketi, içinde yaşadığımız coğrafyayı ve beraberinde edebiyatımızı da etkiler. Bu artan şehirleşme hareketi “Lüzumsuz Adam”, Aylak Adam, “Beyaz Mantolu Adam” gibi eserlerde “adamlık”
vurgusundan hareketle teşekkül eder. Bu eserlerdeki başkarakterlerin ortak özellikleri erkek olmaları ve şehri diledikleri gibi tecrübe edebilmeleridir. İster mahalle-şehir çatışması yaşasın, ister ödipal kompleksi olsun, ister “en dışarıda” olsun, hemen hepsi tereddüte düşmeden yürürler. Bu karakterlerin aksine Ölmeye Yatmak kitabının başkarakteri Aysel ise “ölmeye yatar”. Ekonomik özgürlüğünü sağlayan ve önemli bir sosyal statüye sahip olan (doçent-aydın), toplumun gıpta ettiği Aysel neden ölmeye yatar ? Dışarıda, herhangi bir sokak yahut caddede ölmek varken neden bir otel odasında “ölmeye yatma”yı tercih eder ? Bu temel sorular, şehri tecrübe etme ayrıcalığına sahip “erkek” karakterlere karşı Aysel’in sorunlarının neler olduğuna dâir bir okuma yapılmasına imkân verir. Bu noktada maruz bırakan ile maruz kalan arasındaki ilişkinin altını çizmek gerekir. Aylak Adam’da, Bay C de bir bunalım içindedir; fakat bu durum onun ölmeye yatmasına neden olmaz. Çünkü o sokaklarda istediği gibi dolaşabilir; hatta istediği insanları taciz dahi edebilir. Üstelik onun bu tacize kadar varan “eyleme” hâli, toplum tarafından baskı altına alınmasına neden olmaz. Aysel ise şehri tecrübe etme amacıyla yürümesine rağmen özgürleşemez. Şöyle ki: “Öyle ya neredeyse bütün Ankara’yı yürüdüm. Sabahın dördünden bu odaya girene dek yürüdüm (...). Gece eğlencelerinden dönen yalnız adamlar otomobillerinin içinde, kaldırımlardan bana sesleniyorlardı. Beni de götürmek istiyorlardı.” Bu cümleden de anlaşılacağı üzere Aysel, Bay C gibi özgürce yürüyüp taciz eden değil, tacize maruz kalan konumdadır. Özgür bir şekilde yürüme edimini dahi gerçekleştiremeyince “ölmeye yatma”ya, otel odasına gider. Aysel için özgür olmanın yolu “kendine ait bir oda”ya gidip ölmeye yatmaktır. Burada, Aysel’in yalnızca yürüme eylemini gerçekleştiremediği için ölmeye yatmadığının altını çizmek gerekir. Kendi içinde çatışmalar yaşayan bu tarz karakterleri “mutlak” nedenlerle açıklamaya çalışmak yetersiz bir çabadır. Aysel’in şehri tecrübe edemem e hâli, onun ölmeye yatmasının yalnızca bir nedenidir. Bununla birlikte, “eğer Aysel bir George Sand olabilseydi ölmeye yatar mıydı?” sorusu bakîdir. Aysel’in aksine Yürümek’in Elâ’sı, toplumsal normlara
karşı gelip, baskılardan sıyrılır, yürüme edimini gerçekleştirir. Fakat “yürümek” Bay C, Mansur Bey, Beyaz Mantolu Adam için ne kadar sıradansa Elâ için de bir o kadar zordur ve bu eylemi gerçekleştirebilmek için içteki ve dıştaki tabuları yıkmak gerekir. Elâ da tabuları yıkarak, var olabilmek, yeni bir hayata başlayabilmek için yürür: “Yürümek, dönüp bakmamak arkaya. Arkada ne var? Yan yana asılı duran resimlerin korkutucu düşlerle yüklü can sıkıcı renklerinden başka. Susmak, tanımak, sevmek.” Bir tecrübe mekânı olarak şehir, erkek cenahının özgürce yürüyebileceği bir mekânken, kadınlar için bir tasavvurdan öteye geçemez. Tanpınar-İstanbul, Joyce-Dublin, Baudelaire-Paris, Dostoyevski-Petersburg vb. gibi yazar-şehir özdeşleşmeleri edebiyata çok büyük zenginlik katmakla birlikte, diğer yandan şehrin tecrübe dahi edilememesi, göz ardı edilmemesi gereken şehirsel bir sorun alanıdır. Bu bağlamda şehri çok yönlü okumak, onun işlevselliğini artıracak; onun edebiyatta daha zengin bir şekilde kullanılmasına ve okunmasına zemin hazırlayacaktır.
Charles Baudelaire, Modern Hayatın Ressamı, Çev. Ali Artun, (İstanbul: İletişim Yayınları, 2013), 33. Genel itibariyle “flâneuse”, “flâneur”ün kadın hâli olarak tanımlanabilir. Fakat, “flâneuse”ün mevcudiyetine dâir farklı görüşler vardır. Janet Woolf ve Virginia Pollock “flâneuse”ün var olamayacağını çünkü “flâneur”le aynı tepkileri veremediğini belirtir. Deborah Parsons ve Anne Friedberg ise “flâneuse”ün bir mevcudiyetinin olduğunu, fakat “flâneur”den farklı formlarda gerçekleştiğini savunurlar. Adalet Ağaoğlu, Ölmeye Yatmak, (İstanbul: Everest Yayınları, 2014), 49-50. Sevgi Soysal, Yürümek, (İstanbul: İletişim Yayınları, 2013), 152.
25
FİLME GİDELİM Mİ GÜZEL KIZ?
YAZI | AYKUT ÇAKAR
Oyunlar, filmlerin yaşça bayağı küçük kardeşi olduğundan mıdır bilmem, çok da iyi geçinemezler. Bunların en büyük örnekleri ise filmleri çekilen oyunlardır. Büyük olasılıkla bu yazıda bu çekilen filmlerin büyük çoğunluğuna methiyeler düzmeyeceğim o yüzden kalp rahatsızlığı ya da panik atağı olan insanları önceden uyarmam gerekli diye düşündüm. Hatrı sayılır derecede on beş tane isim yapmış film bulunmaktadır. Elbette ki ben bu on beş filmin hepsinden de bahsedeyemeceğim.
26
Dört ya da beş tanesine bakıp sizi bu eziyetten mümkün olduğunca hızlı kurtarmaya çalışayım. Bu on beş filmin sıralı tam listesini vermemiz gerekirse: -Alone in the Dark -Bloodrayne -Farcry -Double Dragon -Postal -Dead or alive -Doom -Max payne -Lara Croft -Mortal Kombat -Hitman -Need for Speed -Silent hill -Prince of Persia -Resident Evil
Bu isimlerin oyun dünyasına katkıları büyük olmuştur fakat filmler için aynı şeyi söylemek oldukça zor. 2005 yılında vizyona girmiş olan Doom, oyunu kadar büyük sükse yapamamıştır . 1993 yılında sürülen bu oyun zamanına damga vurmuş ve arkasından serileri devam etmiştir. Fakat filmine gelecek olursak 105 dakikalık filmin sadece son yarım saatinde kullanılan FPS (first person shooter) sahnesi Doom tutkunu olan şahsıma tat verdi. Gerek oyuncu kadrosu gerekse oyunun Mars’ta geçip filmde sadece tek sahnede Mars gezegenin görünmesi bu yavanlığın en büyük etkenidir. Çoğu gencin en az bir defa da olsa adını duyduğu
Mortal Kombat gibi büyük bir oyunun filmleri ise oyunu kadar talep görmemiş hatta oyunu oynayanlar tarafından ağıza alınmayacak sözlerle anılmıştır. Evet fanboylar bu konuda biraz fazla tutucu olabiliyorlar ancak bu kez asla haksız değiller. Aslında ordan buradan toplanan Cosplaycilerle bile daha iyi bir amatör film çekilebilir. Bu tip fan film çalışmalarının çokca örneği de vardır. Gelelim Mark Wahlberg ve Mila Kunis gibi iki yıldızı da barındıran güçlü oyuncu kadrosuna rağmen beklentilerin altında kalan bir diğer oyun uyarlaması olan Max Payne’e.. Oyununu oynamış iseniz Max Payne’in en meşhur hareketi olan, hatta oyunun bu kadar tutmasında ana sebeplerden biri olan slowmotion özelliği filmin sadece bir sahnesinde kendinisine yer buluyor. Bu durum, filmin, oyunu seven kitleyi etkileyememesine neden oluyor, bunun yanında film, oyunu hiç bilmeyenler için de basit ve zaman öldürücü B sınıf bir aksiyon filminden öteye geçemiyor. Tabii ki sürekli olarak vasat yapımlarla
ya da kötü uyarlamalarla sizin canınızı sıkmak istemiyorum. Yakın zamanda filmi çekilen Prince of Persia: The Sands of Time’ı oyununa en çok yaklaşan ve kurgu açısından en fazla benzerlik gösteren film olarak anabilirim. Oyunundaki prensle filmdeki prensin benzerliği en önemli detaylardan birisi olmuş ama yine de oyunu yakalamak adına yapılan sahneler arası geçişler izleyen insanda birden ne olduk biz, buraya nasıl geldik havası yaratıyor. Ancak yine de iyi ve sadık bir uyarlama. Gelelim gerek oyunu gerek de ilk filmi ile başarılı bir hava yakalamış olan Resident Evil’a. Oyunda olmayan Alice karakteri başrolde olsa da film, oyunun ambiansını ve atmosferini yaşatıyor. Ayrıca Alice karakterine itiraz ettiğimi de düşünmeyin. Alice itiraz etmem Mila Jovovich’e hiç itiraz etmem. Resident Evil serinin ikinci filmi ile bize küçük bir fiyasko hazırlasa da üçüncü filminde az çok bu kötü havayı üzerinden atmayı başardı. Filmi çekilen oyunlarda aslında büyük beklentiye girmemek
gerekir. Neden diyecek olursanız oyunlarıyla büyük başarı yakalamış bir yapıtı filme aktarabilmek hem zorlu hem de sıkıntılı bir iş. Oyunları oynarken hissettiğiniz duyguları filmi izlerken hissetmemeniz ya da oyunla bütünleştiğiniz gibi filmle bütünleşememeniz ne yazık ki normal. Kimimize filmin süresi kısa gelebilir, kimimiz yapılan efektlerden ya da yaratılan kurgudan hoşlanmaz.Benim itirazım ise büyük başarı yakalamış oyunların ‘’biz daha fazla nasıl para kazanırız’’ düşüncesiyle filme dönüştürülmesi ve ‘’filmini çekelim zaten oyununu oynayan insanlar giderler’’ mantığıyla hareket edilmesine. Paragmz yapımcıların bu hareketleri sonuncunda ortaya yukarıda saydığımı gibi vasat filmler ortaya çıkıyor. Buradan yapımcılara hep beraber seslenelim ‘’oyunlara saygı duyarak filmlerini çekin ya da hiç çekmeyin. Aksi takdirde bu kadar insan sol kulağınızı çınlatmaya devam edecektir.’’ Güzel bir ay geçirmeniz dileğiyle hoşçakalın….
27
TUNAHAN S İ L K E R E M Y E N D İ LEVENT ÜSTÜNBAŞ
KAT 3 DAİRE 8 GÜZEL ŞEYLERDEN BAHSETTİĞİMİZ YER
Geçtiğimiz ay aramızdan ayrılan B.B. King üstadımız- Kerem- Bir de tecavüz hikayesi var Axl Rose ile dan bahsetmiş ve Kerem ile Tuna’nın asıl aklında olan ilgili ama hurafe olması ihtimali de var . Hatta Guns N’Roses dosyasını bu aya sarkıtmıştık. Temmuztemennim o yönde. Dedesinin tacizine uğramış. geldi çattı ve anladım ki Guns N’Roses’dan kaçış yok.
Hoşgeldiniz sevgili Kerem ve Tuna. Tunahan- Hoşbulduk abi. Kerem- Bugün amacımız ne Kiraz yemek. Çok güzel kiraz ama Maalıç kirazı. Kerem- Amacımız ne diye sordum çünkü sana şunu söyletmek istiyordum: Yüzyılın en tehlikeli grubu Guns N’Roses’dan bahsedeceğiz. Tamam. Tunahan- Abi ben direk isminden gireyim konuya. Axl Rose’un Hollywood Guns diye bir grubu var. aynı zamanda Tracii Guns’ın da kendi adını taşıyan bir grubu var. Egoları gruplarına verdikleri isimlerden belli aslında. Daha sonra iki grubu birleştirmeye kara veriyorlar Guns N’Roses çıkıyor ortaya. İsmin şu anki hali baya bir arabesk ama çıkışı bu. Silahlar ve Güller. Türkçeye çevirince cidden arabesk bir isim. Aslında bunlar da Amerika’nın serseri çocukları değil mi? Tunahan- Kesinlikle öyle zaten Axl Rose zor bir çocukluk geçirmiş. Kilisede eğitim aldığını duymuştum. Hatta piyano eğitimini orada almış koroda da söylemiş.
28
Tunahan- Hatta Babası tecavüz etmiş. Sonra dedesi de etmiş diye bir hikaye dolaşıyor. Kerem- Rockstarların hepsi ile alakalı böyle hikayeler var . Marlyn Manson’a da amcası tecavüz etmiş falan diye konuşulurdu ben lisedeyken. Yok lan yanlış biliyorsun Marlyn Manson kendi işini kendi görmek için alttaki iki kaburga kemiğini aldırmış. Tunahan- Sen lisedeyken öylemiydi? Bizim dönemde eminem’di kaburgalarını aldıran. Bir de üvey annesi ile ilişkisi vardı Eminem’in. Kerem- Konu illa Ozzy Osborne’un civciv ezmesine de gelecek ben hemen bunu söyleyip özet yapayım mevzu dağılmasın. Civciv falan ezdiği yok, yarasa kafası ısırdığı doğru ama yarasayı oyuncak zannediyor. (Bu kısmın bir an önce bitmesi için Kerem çok hızlı konuştu) Tunahan- Grup birleşiyor abi işte bir United dönemi oluyor. Sonra Tracii gruptan ayrılıyor ama aslında atılıyor. Axl Rose ile girdiği ego mücadelesinin kaybedeni oluyor bir nevi. Sonra Slash’i alıyorlar. Kerem- Slash Guns N’Roses’dan önce Kiss’le stüdyo yapıyor aslında ama kılık kıyafet yönetmeliğini beğenmediğinden reddediyor Kiss’i. Aslında bu gruplar şirketleşmiş haldeler. Müzisyenler plak şirketlerine demolarını gönderiyorlar. Plak şirketi de diyor ki: “Sen gitar mı
çalmıştın? Sen gel!” Tunahan- Proje grubu yani aslında hepsi. Zaten Geffen Records o dönem gruplarına aynı politikayı uyguluyor. Slash’in Kiss’i reddetme meselesi nedir ya? Kerem- Slash normalde yüzü gözüken adam değil. Kiss’de makyaj yapması gerekecek. Hatta apartman topuklar falan. O yüzden olmazmış zaten Kiss ve Slash. Benim dikkatimi çeken bir şey de şu: Guns N’Roses fanlarında Axl’dan çok Slash sevgisi var. Böyle cidden bu durum? Tunahan- O dönemi ele aldığımızda Slash’in çok farklı bir tarzı var. Yani yapımcıların medyanın öne çıkarttığı tarzın çok dışında bir tarzı var. Bunda annesinin de etkisi var tabii çünkü modacı ve ünlü isimlerle çalışan biri. Elvis, Jimmy Page falan var portföyünde. Zengin çocuğu yani. ondan reddetmiş Kiss’i. Şimdi sana bana gelse yapımcı reddedemeyiz, giyeriz topukluyu. Tunahan- Ee... Tabii bir de gitarist. Basçı olsa bu kadar fan kitlesi olmazdı mesela. Kerem- Neyse şimdi goygoya başlamayın. Axl çekemiyor o yüzden Slash’ de bırakıyor grubu ama iyi olmuş zirvedeyken bıraktılar. Çünkü entropi yasası gereği düşüşe başlayacaklardı. Tunahan- Önce İzzy ayrılıyor gruptan 1991 yılında. Aynı kızı seviyorlar Axl ile hatta Don’t Cry şarkısının iki farklı sözü vardır. Biri -en çok bilinen- Axl’a aittir diğeri Izzy’e. Aynı kadına yazılmış iki farklı söz yani. Ardından 94’de Gilby gidiyor. 1996 yılında Slash’ın ayrıldıktan sonra aslında ortada Guns N’Roses falan kalmıyor. Bir de Steven var davulcu onu da atıyorlar gruptan. Sonra Steven beni haksız yere attılar deyip dava açıyor 2,5 milyon $ tazminat ödüyorlar buna. İyi para valla. Koy bankaya faiziyle yaşa gül gibi. Gitarınıda evde çal ne olacak. Kerem- Ardından bir dünya adam geliyor gidiyor. Fink var mesela Boston konserine cuma donuyla çıkmıştı. Cuma donu ne lan? Kerem- İçlik Tunahan- Sonrasında 2001’den itibaren Axl Rose her yıl albüm seneye çıkacak diyor ama dokuz yıl sürüyor bu.
Kerem- Keşke de çıkmasaymış. Neden kötü mü? Tunahan- Albüm aslında çok kötü değil ama Guns N’Roses’ın kalibresinde değil. Aa... Bak çok komik bir hadise var. Bir kola firması albüm bu yıl çıkarsa bedava kola dağıtacağım diye reklam yapmış. Albüm çıkmış ama firma kolayı dağıtmamış. Axl bunun üzerine albümün satışlarındaki başarısızlığı buna bağlayıp kola firmasına dava açmış. Kerem- Nasıl bir egoya sahip olduğunu buradan da hesap edebiliriz aslında. Suçu üstlenmemiş adam. Bunun gibi bir dünya skandalı da var sanırım bunların? Kerem- Tabi tabi.Her ödüle sarhoş, haplı, kubarlı çıkıyorlar. Hatta bir törende Slash ödülü veren kadının üstüne düşüyor. Tunahan- Başka bir törende şöyle bir şey oluyor. Izzy, sahne arkasında Mötley Crüe’nün solisti Vince Naill’in sevgilisine yazıyor sonra hali ile kavga çıkıyor. Ardından ne oluyor bilmiyorum Axl dahil oluyor ve Vince’i tv önünde boks maçına davet ediyor. Döğüştüler mi? Tunahan- Yok be abi zaten Vince patatez ederdi Axl’ı. Kerem- St. Louis vakası var bir de. Axl Rose seyircilerden birinin kamera kaydı yapmasına kızıyor. Güvenlikten kamerayı almalarını istiyor. güvenlik almıyor falan sonra bu atlıyor seyircilerin üstüne. İzdiham oluyor falan kırk kişi yaralanıyor. Tunahan- Bunun dışında sahneyi terk etmişliği çoktur zaten. Kerem- Bir konserde de gaza gelip atlıyor seyircinin arasına parçalıyorlar üstünü başını. Hatta kanıyor bir yerleri. Izzy’nin Axl’a bakıp “Napıyo lan bu” dercesine bir bakışı var mesela. Çok komiktir. Birazda “en”lerinden bahsedin Guns N’Roses’in. Tunahan- Bana göre en iyi albümü Appetite for Desctruction, ilk albümü yani. Welcome to Jungle, Sweet Child o’Mine şarkıları bu albümdedir. İki albümlük Use Your Illusion’da çok iyidir. November Rain ve Don’t Cry bu albümlerde zaten. Kerem- Ben The Spaghetti Incident? albümünüde beğenirim. Guns N’Roses’ın kendi soundundan oldukça farklıdır. Punk’a daha yakındır. İkinize de çok teşekkür ediyorum bu keyifli sohbet için. Tunahan-Kerem- Biz teşekkür ederiz. 29
TAŞ
T
aşları okuyabilirsek bir toplumun özellikleri ya da bir insanın psikolojisine ygarlık tarihine baktığımızda taşın insanlık için ne denli önemli olduğunu anlarız. Tarih dair bilgiler de edinebiliriz. Ülkemizde meyve vedevirlere ayrılırken taşlar ve taşların kulla- ren ağaç taşlanır, büyük paralar ödenerek gerçeknımındaki gelişmeler, çağlara ayrılırken ise yazı ve leştirilen Hac ibadetinde şeytan taşlanır, töreye ve yazının yayımı hususundaki gelişmeler belirleyici geleneklere aykırı davrananlar hâlâ daha taşlanır. olmuştur. Yazı kuşkusuz uygarlığın en önemli taşı- Bu taşlamalardan gurur duyulur, taşlama eylemi bir yıcısı ve aktarıcısıdır. Yazının ilk olarak taş tabletler kahraman edasıyla anlatılır. Hatta hacılarımız yurda vasıtasıyla taşınması da gösteriyor ki her şeyin çok döndüklerinde farz olarak yerine getirdikleri ibadetşey borçlu olduğu yazı bile taşa çok şey borçlu. Dün- lerden çok şeytan taşlama anılarını anlatır. Anlaşılan yamızı parçalayacak, hatta yok edecek olası felaket taşlar yerine konulmuyor, durmadan uzaklara atısenaryolarının başında da göktaşı gelmekte… Uygar- lıyor. Fırlatılıyor. Taşları yerine koyabilseydik bu kadar zevk fakiri bir toplum olur muyduk? lığı inşa eden de taşlar yerle bir eden de taşlar… Tıpkı ir çocuğun taş ile ilişkisi uygarlığın sonu gibi insanın sonu da bir iki taştan nasıl başlar? Benimkisi kale direği ibaret değil mi? Merhumun Ruhuna Fatiha! yaptığımız taşlarla başladı, saklı saklı zellikle Anadolu taşlarla inşa eve getirdiğim demiryolu taşlarıyla edilen ve yine taşlarla yerle devam etti. Seksek taşı yaptığım o bir edilen bir coğrafya. Yerleşik hayataşlar sebebiyle annemden az azar ta geçmemiş avcılık yaparak ve bitki işitmedim. Bir üçgenin içine yertoplayarak yaşamını sürdüren insanleştirdiğimiz gazoz kapaklarını ların yaklaşık olarak 10000 yıl önce vurmaya çabalar, vurup çemberin Göbeklitepe’de binlerce kilogram dışına çıkardığımız gazoz kaağırlığındaki taşları yontarak şekil paklarının yeni sahibi olurduk. vermeleri neyin işareti olabilir? Taş atmaya o zamandan başBinlerce kilogram ağırlığındaki lamışız anlaşılan. Oyuncak bu taşları o bölgeye taşıyıp sontarihinin yüz karası sapan ile ra da bu taşlara şekil vermeleri de böyle zamanlarda tanışıinsanın yaratma eyleminin yerleyor, kuşların ötüşünü yarım şik hayattan çok daha eskilere dabırakmaktan çekinmiyor yandığını göstermiyor mu? Ezeli çocuklar. Ötemeyen kuşlar ve ebedi bir güdü yaratma… melodimizi de alıp götürüTaşları doğru okuyabilirsek daha yormuş, çocukluğumuz yitip berrak göreceğiz yazgısını birer genç olduğumuzda insanlığın. Göbeklitepe bir tek tipleşen seslerimizden anlamda sanatın yok olanlayabiliriz bunu. Beş mayacağının kanıtı olarak yaşında hareket halinduruyor coğrafyamızda. deki bir arabaya taş Tıpkı Nemrut, Pergaatıyor, bu sebeple de mon ve Efes gibi… arabanın kaporta sını dağıtıyordum. Sayısız defa taş ile cam kırıyor, hatta bir okulun tüm ERNST BARLACH-Acıyın! 30
YAZI | EMRE ÜTÜKLER
U
Ö
B
camlarını indiren bir grup arasında yer alıyordum. Taş ata ata ustalaşıyor, arkadaşımı hedef alarak attığım taş ile arkadaşımın göğsünü yarıyordum. Sayısız defa disipline gidiyor, kaportasını dağıttığım arabanın sahibi bir fabrikanın müdürü çıktığı için babamı da zor durumda bırakıyorum. Taşlarla bu denli yıkmaya alışan bir ülkenin çocukları ne inşa edebilir? Taşları ne şekilde ve nasıl dizebilir? Tıpkı uygarlığı değiştiren kağıt gibi taşlar da sadece kahvehanelerde diziliyor. Kıraathane demeye bin şahit isteyen bu yerlerde okey taşları ve iskambil kağıtları eşliğinde oynanan bu oyunlarda bir taraf kazanırken diğer taraflar kaybediyor. Oysa taş ve kağıt ile hepimiz kazanabilirdik. önenansın önemli ressamı ve heykeltraşı Michelangelo taş ocaklarına gidip taşları inceliyor o taşlardan yaratacağı en güzel heykelleri tasarlıyordu. Taşların ruhunu ok(ş) uyor, onların sırlarını onlardan daha iyi biliyordu. Devasa taş kütlelerini yonta yonta yapıyordu heykellerini. Yontuyor, kesiyor, biçiyor onları insandan daha insan hale sokuyordu. Ondan seneler sonra Rodin heykellerini yarım bırakılmış hissi verecek şekilde bitiriyor, yaratmanın sürekliliğinin ve izleyicinin biricik zihinsel yontusunun önemini vurguluyordu. Taşı yontarak heykele dönüştürmeye başlayan ustanın ardından zihinsel çabamızla biz de yaratıya dahil olabilir; kişiye özgü bu serüvenin hazzını tadabilirdik. Bu sayede Rilke’nin tabiriyle “görmeyi öğrenebilir”, doğaya ve kendimize bu gözle bakmaya başlayabilirdik. “Duy tabîatte biraz sen de ilâh olduğunu, Rûh erer varlığının zevkine duymakla bunu.” etik Fanzin’in ilk sayısında Brancusi’nin The Kiss adlı heykelinin görselini kullanmıştım. Biraz da sizlere bu heykeli okumaya çalışayım. Michelangelo taşı yonta yonta heykele dönüştürüyordu. Baktığımız heykel artık ilk haline yani işlenmemiş taş kütleye hiç mi hiç benzemiyordu. Onun heykellerinde işlenmemiş tek bir nokta bile yoktu. Brancusi ise taşın taş olarak kalmasını arzuluyor, aynı zamanda da onu heykele dönüştürmeye çabalıyordu. Amacı en az dokunuşla bir taşı bir heykele nasıl çevirebileceğini bulmaktı. Bu yüzden taşları en az Michelangelo kadar iyi tanıyor, o taşların hangi heykellere dönüşebileceği üzerine kafa yoruyordu. Bu yüzden Michelangelo gibi yonta yonta ideal formlara dönüştürmüyor, en olası şekillere sokuyordu taş-heykellerini. Sanata taş atmaya alışan bizler Brancusi’ye de taş atmaktan çekinmiyoruz elbette. “Bu mu ustalık? Bunu ben de yapabilirim. Taşa dokunmamış bile.” diyenlerimiz oluyor onun heykellerine baktığında. Tıpkı Kandisky’nin resimlerine baktığında “Üç beş fırça alıp gelişigüzel çizmiş, bir şeye benzeyen şekil bile yok!” diyenler olduğu gibi; fakat doğanın şekil verdiği
R
G
bir taşı şekline, biçimine, iklimine, maddesine, kimyasına… kadar tanıyıp en az dokunuşla onu bir heykele dönüştürmek kuşkusuz taş kütleden bizden daha canlı insan heykelleri çıkaran Michelangelo gibi bir ustalık gerektiriyor. Bu zor uğraşta sanatçı hem benzeyenler dünyasında hem de benzetilenler dünyasında büyük bir ustalığa ulaşamazsa bu işi başaramaz. Bu yüzden dünyaya ve maddeye olduğu kadar akla, duygulara, bilinçdışına, imgelere… doğru yolculuğa çıkması kısacası insanı ve kendisini tanıması gerekiyor. deolojiler Michelangelo gibi bizleri kese kese, biçe biçe, yonta yonta ideal insanlarına dönüştürmeye çabalıyor. Michelangelo taşı taştan iyi tanıyan ve insanlık tarihinde eşi benzeri olmayan bir deha ve yetenek iken ideologlar ve politikacılar onun kadar yetenekli mi dersiniz? Elbette, hayır! Michelangelo taşı bile yontmadan önce bu denli incelerken kanlı canlı insanı incelemeyen, onun dehlizlerine girmeyen, egoları yüzünden kör olmuş politikacılar bizleri savaşa sürükledi, dünyayı kana buladı. Bu yüzden Brancusi ve Michelangelo’nun taşı tanımasından çok daha iyi tanımalı insanı. Onların taşlarda yaptığı gibi insanın en karanlık dehlizlerine girmeli, insanın kuytularını görmeli, ondan sonra da insanı ideal forma sokmak için değil de Brancusi’nin heykellerde yaptığı gibi insanın kendine en uygun hale gelmesi için çaba sarf etmeliyiz. “Ne gelir elimizden insan olmaktan başka” diye soruyordu şair. Ben de onun çaresizce sorduğu bu soruya katılıyor; güdülerimizi, istençlerimizi, tutkularımızı yok sayarak bizi bir üst aklın boyunduruğu altına sokan ideolojilere tümden karşı çıkıyorum. Taşlar çok şey anlatıyor. Ben de bu yazımda bu üç usta heykeltraşı böyle okudum. Onların fikir hayatıma yaptığı katkıları sizlerle paylaştım. aşların içinde gizli insanoğlunun en saf hikayesi… Moğol İstilası’nın ve Haçlı Seferleri’nin tüm yıkıcılığına rağmen küçük bir Anadolu beyliğininin bizlere hediye ettiği Divriği Ulu Camii’nin içinde gizli örneğin. O taş işlemeleri okuyabilseydik, bugün coğrafyamızdaki barbarlıklara dur diyebilirdik. Taşlarla sadece nehirlerin iki yakasına köprüler kurmaz, gönül köprüleri ve kültür köprüleri de kurabilirdik. Hiyeroglifleri, Pali Metinlerini, Sümer Tabletlerini… okur, kılıçlarla çizilen sınırların ayırdığı insanların gönüllerini birbirine bağlayabilirdik. Her taşı insanlığın yüz akı olan Palmira gibi cennetleri koruyabilir, Işid gibi barbarların eline bırakmazdık o bölgeyi. Zaten geçmişindeki estetik değerler ile köprü kurabilen kısacası Divriği Ulu Camii’ndeki taşları okuyabilen bir dinin mensupları Işid gibi bir terör örgütü kurar mıydı? Bağrıma taş basıp susuyorum.
İ
T
31
YENİ KAPINIZ HAYIRLI OLSUN!!! YAZI | ÖZCAN ALDIBAŞ
S
irkeci’den aldığı yolcularını karşıya taşıyan Halil yorucu bir günün ardından her gün yaptığı gibi bugün de işini bitirdikten sonra evine gitmeden önce kayığı ile denize açılıp bir şişe şarabıyla yorgunluğunu atmayı kafasında kurmuştu. Eskiden kayığı ile açılmadan, sahilde geçirirdi bu keyif saatlerini ama artık işler değişmişti. Artık gece sokağa çıkmak, tütün ve meskurat kullanmak yasaklanmıştı. Bu yüzden öyle her yerde şarap içemezdin içersen de cezasına katlanmak zorundaydın. Halil bu durumdan hiç de memnun değildi ve Sultan Murad’ ın cülusundan beridir koyduğu bu yasaklardan ötürü Sultan’ a karşı her dost sohbetinde verip veriştirmeyi ihmal etmezdi. Sultan Murad kendisi alkol almasına rağmen, halkın alkollü içecekleri tüketmesini, gece sokağa çıkmasını ve tütün kullanmasını yasak etmişti. Bunun sebebi sağlıklı bir toplum inşaası değildi elbette. Sultan’ın tahta cülusundan önce de var olan huzursuzluklar artarak devam etmişti. Akşam olup hava karardığında ne kadar başıbozuk varsa her birine gün doğar yağma, talan, hırsızlık, kavgalar eksik olmazdı İstanbul’da.
32
Sultan bu sorunların nedenleriyle ilgilenmeksizin çözüm olarak gece sokağa çıkmayı yasak etmişti. İçkiyi fazla kaçırıp sağda solda kavga çıkartarak huzursuzluk yapanları engellemek içinse çözüm olarak müskirat kullanımını yasak etmişti. Tütün içmek ne kafa yapar ne de insanda bir hırçınlığa sebep olur ama hükümdar onun da kullanımını yasak etmişti. Buna sebep olarak da tütünü insanların bir araya gelerek içmeleri ve tütün içmek için bir araya gelenlerin en çok konuştukları konunun devlet meseleleri olmasıydı. Bu sohbetlerin sonucunda muhalefet odaklarının ortaya çıkıyor. Hali ile sultan bundan rahatsız oluyordu. İnsanların mümkün mertebe bir araya gelip devlet adamlarına karşı bir hizipleşmenin oluşmasını engellemek isteyen Sultan halkın bir yerde toplanıp da devlet adamlarını çekiştirmesini engellemek için halkın bir araya gelme bahanesini yasak etmişti. Sultan Murad İstanbul’da yaşanan bu sorunların nedenleriyle ilgilenmektense yasaklar koyarak sorunları ötelemeyi tercih etmişti ama bu yasaklara uyulup uyulmadığını da bilmek istiyordu. Sultan teftiş için adamlarını halkın arasına gönderip bilgi sahibi olmayı düşünmüşse de yine de kendi gözleriyle durumu gözlemlemek istemişti. Bunun için Sultan sık sık tebdil – i kıyafet şehirde geziyor ve koyduğu yasaklara uyulup uyulmadığını bizzat kendisi gözlemleme imkanı buluyordu. Sultan Murad bir gün yine tebdil –i kıyafet ile çarşı pazar gezerken Sirkeci’ye kadar gelmiş ve kayıklardan biriyle bir gezintiye çıkmak istemişti. O sıra hazırlığını yapıp denize açılmak üzere olan Halil’e seslenen Sultan Murad onun kayığı ile bir gezinti yapmak istedi. Halil her hazırlığını yapmış artık dinlenmek istiyordu ama bir taraftan da son bir müşteri alıp biraz daha para kazanmak işine geliyordu. Sultan ile birlikte denize açıldığından haberi olmayan Halil karşıya geçeceğini düşünerek küreklere asıldı ama Sultan sadece biraz gezinti yapmak istediğini söyledi. Karadan biraz uzaklaştıktan sonra Sultan, Halil ile muhabbet etmeye başladı ve Halil’e bir dokunup bin ah işitti. Halil karşındaki kişinin kim olduğundan habersiz başladı hem Divan – ı Hümayunda ne kadar devler erkanı varsa onlara hem de Sultan Murad’ın şahsına hakaretler etmeye. Sultan şaşırdı bu duruma ama bir yandan da daha ileri gitmesi için daha çok soru sormaya devam etti. Bir süre sonra Halil kayığın bir yanında denize sarkıtılmış halde bulunan ipi yukarı doğru çekmeye başladı. Denizin ortasında içmek için aldığı şarabı ipin ucuna bağlamış ve kimse fark etmesin diye ipin ucundaki şarabı suya bırakmıştı. Sultan bir yandan şaşkınlık içinde bir yandan da Halil’in ne kadar ileri gidebileceğini görmeye çalışmaktaydı.
Halil içmeye başlayınca Sultan “Bilmez misin Hünkar müskiratı yasak etti?” diye cevabını bildiği bir soru sordu. Halil büyük bir rahatlıkla “ Sultan beni denizin ortasında nasıl görecek?” dedi ve içmeye devam etti şarabını. Artık dönme vakti geldiğinde karaya iyice yakınlaşmışlardı ki Sultan kendini tanıttı kayıkçıya. Halil önce inanmak istemese de karada Sultan’ın silahtarlarını görünce ikna oldu ve başladı affını dilemeye. Sultanın verdiği fermana uymamanın cezası bellidir ama affı mümkündür ancak Halil’in şarap içmekten daha da büyük cezası vardı. Gezinti boyunca Sultan ve Divan üyeleriyle ilgili etmediği laf kalmamıştı ve bunun affı pek mümkün değildi. Halil o kadar çok yalvardı ki Sultan dayanamadı ve “seni ancak bir tek şartla affederim. Başka türlüsü mümkün değil” deyince Halil’in gözleri büyüdü, bir umuda kapıldı. Sultan bir kedinin köşeye sıkıştırdığı fare ile oynadığı gibi oynamak istiyordu kayıkçıyla. Sultan “Şimdi şehre gireceğim eğer hangi kapıyı kullanacağımı bilirsen seni affederim. “ deyince biraz önce gözleri parlayan kayıkçının gözündeki fer bir anda söndü çünkü İstanbul’da o dönemde altı ayrı kapı bulunmaktaydı. Şimdi Sultan’a hangi kapıyı söylese Sultan gider bir başka kapıdan geçer böylece kayıkçının başı
bedenden bir çırpıda ayrılıverirdi. Kayıkçı uyanıktı ya da ecel bu kadar yakınken herkes onun kadar uyanık olurdu. Sultan’a cevabını bir kağıda yazıp vermek istedi. Kağıda ancak kapıdan geçtikten sonra bakmasını, eğer bilememişse hükme razı olduğunu söyledi. Bu tavır Sultan’ın pek hoşuna gitmiş olsa gerek kabul etti kayıkçının bu uyanıkça teklifini. Kayıkçı cevabını bir kağıda yazdı ve katlayarak Sultan’a verdi. Sultan kağıda bakmadan cebine koydu ve kendinden emin gür bir sesle “Tez bana yeni bir kapı yapıla!” Artık kayıkçının hiç bi kurutuluşu yoktu. Sultan çoktan vermişti kayıkçının hükmünü. Hemen bir yeni kapı yapıldı ve o sırada kayıkçının da kellesi çoktan alınmıştı. Hünkar yeni yapılan kapıdan geçti ve aklına kayıkçının verdiği kağıt geldi. Sultan pek bir önemi kalmamış olan kağıdı cebinden çıkardı ve hayretle yazılanı okudu. “Hünkarım yeni kapınız vatana millete hayırlı olsun.”
33
ÖYKÜ | ENDER ÇOBANOĞLU | MESUT ‘PROOFHEAD’ ÇİFTÇİ ÇİZİM | AYSUN AKTUNA
Gilruz’un Kayboluşu
B
azen parmak uçlarımı kokluyor, farklı kokuları duyuyorum. Ancak uykudan uyanıp gözlerimi ovuştururken burnuma gelen bu kokular, bir yemekten arta kalan lezzet zerrecikleri olmuyordu hiçbir zaman. Kadınlar, genç kızlar… Her birini onlardan çok daha iyi tanıyorum. Kapıdan girdikleri ilk anda, göz göze geldiğimiz o ilk saniyede anlayıveriyordum istediklerinin ne olduğunu. Şekil ve renk… Ben, tırnakları saç boyasından simsiyah kesilmiş, dükkânı hiç boş kalmayan bir sanatçıyım. Bir işçi ya da işveren değil, bir esnaf değil, bir sanatçıyım. Ellerime değen saçların kıymetini çok iyi bilirim. Benim koltuğuma oturanlar ısrarcı olamazlar. Sırf istiyor diye, sırf para ödeyecek diye hiçbir zaman bir kadını ucubeye çevirmedim. Bazen söylediklerinin tam tersini yaptım. Aynanın karşısında benim gördüklerimi, onlar göremiyor çünkü. Pek çoğu ne gördüğümü bilmediği gibi neler yapabileceğimi de bilmiyor. İşimi bitirip fırçayı, tarağı, makası bir kenara bıraktığımda, az önce kapıdan giren o kadınla şimdi çıkmak üzere olan kadın, sadece görünüş olarak değil ruhen de değişiyordu. Ben çoğu zaman, çok iyi saçlardan para bile almıyordum. Bir fotoğraf karesi rica ediyordum. O güzel gözlerin gülümseyerek baktığı bir fotoğraf karesi. Böyle böyle epey geniş bir koleksiyonum oluyordu.
B
ana göre kadın güzelliğinin sırrı gözlerde ve saçlarda gizlidir. Gözleriniz için anne ve babanıza teşekkür edebilir ya da şikâyette bulunabilirsiniz. Ancak saçlarınız için her zaman yapılabilecek bir şeyler vardır. Ben bir sanatçıyım, garip tutkuları olan ve siz kadınları çok iyi tanıyan bir sanatçı. Evim, dükkânın hemen üstünde. Benim için büyük bir şans bu. Üç katlı bu apartmanın en alt katında dükkânım, birinci katında ben, ikinci katında ev sahibimle kızı ve son katta ise engelli oğluyla bir başka kiracı oturuyordu. Dükkân ve ev için ödediğim kira çok fazlaydı. Ev sahibim, genç kızıyla yaşayan dul bir hanımdı.
34
K
endisinin yaşına bakınca, “kızım” dediği genç kızın daha çok torunu olabileceğini kestiriyordum. Bu genç kızın adı Gilruz imiş. İlginç bir isim değil mi? Daha önce hiç duymamıştım. Tıpkı ismi gibi Gilruz da ilginç, yaşının gerektirdiği ölçüde problemli bir kızdı. Upuzun, kızıla çalan bir renkte saçları vardı. Gözleri ise yemyeşildi. Çok güzel bir kız değildi. Akşam eve döndüğümde bazen annesi(!) ile tartıştıklarını duyabiliyordum. Kızın ağlayan sesi annesinin yükselen sesine karışıyordu.
G
ilruz’u birkaç defa merdivenlerden inerken gördüm. Kız beni görünce tek bir kelime etmeden adeta koşarak iniyordu merdivenleri. Bir süre sonra bu durumun tek sorumlusunun ben olmadığını anladım. Taşındıktan birkaç ay sonra bir akşam, tatlı bir arkadaşımla evime çıkıyorduk. Galiba gülüşmeyi biraz abarttık ki bir süre sonra merdivenlerden yuvarlanırmış gibi inen birinin sesini duydum. Bir dakika sürmedi, henüz evin kapısını açmıştım ki merdivenin başında, sonradan en üst katta oturduğunu öğreneceğim kiracının engelli oğlu, Kurter beliriverdi. Bomboş bir surat bize bakıyordu. Tatlı arkadaşımı iyice süzdü, gözlerinde kıvılcımlar parladı bir anda. Tatlı arkadaşım biraz tedirgin olup hemen daireye girdi. Ben ise ne olacak diye beklemeye başladım. Kurter, birkaç dakika beni seyrettikten sonra “Buraya kim taşındı?” diye soruverdi. “Ben taşındım.” dedim. Hiçbir şey demeden geri döndü ve tıpkı geldiği gibi paldır küldür tırmanmaya başladı merdivenleri. Daha sonra anladım ki Kurter, ne zaman apartmanda bir gürültü duysa, açılan bir kapı sesi duysa hemen inip “Buraya kim taşındı?” diye soruyormuş. Gilruz’u da birkaç kere böyle korkuttuğu için kız artık kapıyı açar açmaz koşmaya başlıyormuş.
D
ükkânda işler gayet iyi gidiyordu. Bu durum ev sahibimin de dikkatini çekmişti. Bir gün dükkâna geldi. Şöyle etrafa bir baktı. Gelen gideni tarttı kendince. Sonra gelip boş bir koltuğa oturdu. Gülümseyerek devam etti “Sözüm söz, bu yıl da kiraya zam yok; ama seneye Gilruz üniversiteye gidecek.” Gilruz’un da tıpkı annesi gibi dikkatini çekmiş olacak ki gelip geçerken dükkânın içini görmeye çalıştığını anlayabiliyordum. Gerçekten merak ediyordum. Şu upuzun saçlarını kim kesiyor, kim bakımını
yapıyordu? Nasıl böyle güzel kalmalarını sağlayabiliyordu? Evinin hemen altında böylesine iddialı bir kuaför varken başka bir kuaföre gidiyor olma ihtimali var mıydı? Kendi saçlarının kıymetini anlayamayacak bir yaştaydı. Ben garip tutkuları olan bir sanatçıyım, demiştim ya. Gilruz, koleksiyonumun en harika parçalarından biri olabilirdi. Bir gün kirayı verirken annesine, teşekkür edip ekledim: “Kızınız istediği zaman dükkâna gelebilir ondan da para alacak değilim”. Kadın güldü ve hiç düşünmeden tamamladı beni “Sanmıyorum. Vazgeçemez o.” Bu konuşmadan galip ayrılacağıma o kadar emindim ki kadının bu çıkışı beni adeta olduğum yere çiviledi. Tek kelime edemedim. Vazgeçemez? Neden vazgeçemez?
G
ilruz, en büyük takıntım olmuştu. Bunu söylemeye utanıyordum. Kırmızı renk gömleğine dökülen saçlarını görüyor, eleştirmek şöyle dursun söyleyecek tek bir olumsuz söz bulamıyordum. Belki bir kere yüzüne diyebilsem “Saçların kötü görünüyor, hadi gel içeri”, içeri gelecekti. Ama hayır, Gilruz mükemmeldi. O eve, o anneye, her gün duyduğum tüm o ağlayışlara rağmen Gilruz’un saçları mükemmeldi. Bunu bir sanatçı olarak her gün görmek ise beni heyecanlandırıyor, nefesimi kesiyordu.
B
ir akşam, işlerin yoğun olduğu bir günün akşamı, neredeyse bayılacak halde eve çıktım. Ellerimi yıkadım. Parmak uçlarımı kokladım, koku yoktu. Yiyecek bir şeyler hazırlamak için mutfağa geçtim. Mutfağa geçince üst kattaki bağırışları duydum yine. Aspiratör sesine karışmış bağırışlar. Neden bilmiyorum ilk defa kızgınlık hissettim içimde. Gilruz’a öfkelendim. Ne olursa olsun, insanın annesine karşı sürekli bu tavırlar içerisinde olması yanlıştı. Söylene söylene içeri geçtim. Koltuğa iyice yayılmışken kapı çaldı. İçimden “İnşallah Kurter kapı sesini duymamıştır.” diye geçirerek kapıya yöneldim. Kapıyı açtığımda gözleri ağlamaktan şişmiş, saçları sağ omzundan dökülür bir halde Gilruz’u gördüm karşımda. Eğer bir kelime ederse bu ilk konuşmamız olacaktı.
35
NEDEN BU iSiMLER ANLATSANIZA BiRAZ YAZI | CAN DOĞAN
NBA
Finalleri yeni bitmişken, bu sayıda azıcık basketbol yazalım dedik ve klasikleşen final değerlendirmesi veya şampiyon Golden State Warriors'un başarısızlıklarla dolu tarihinin nasıl değiştiğini anlatmak yerine, ligde oynayan veya daha önce oynamış takımlar bu isimleri nereden almış onlara değinelim. Önceliği şampiyona vererek saygımızı göstermiş olalım. 1946 yılında kurulan ve takımın ruhunu yansıtan en uygun kelime olduğunu düşündükleri "savaşçılar" anlamına gelen "Warrios"u seçmişlerdi. Günümüze kadar isim değişikliği yaşamayan takım, Philadelphia'da kurulduktan sonra San Francisco'ya taşındı. En sonunda ise aynı eyaletteki Golden State şehrine geçip burayı temsil etmeye başlamışlardır. Taraftarı olduğum kulübü ise duygusal sebeplerden ötürü ikinci sıraya yerleştiriyorum.
36
Şanlı Lakers'ımız 1947 yılında kurulduğu Minneapolis'in sloganı olan "10.000 göller diyarı" sloganından aldığı ismi Los Angeles'a da taşıyarak ligin en başarılı takımları arasına adını yazdırmayı başarmıştır. Lakers'ın NBA tarihindeki en büyük rakibi olan Boston ise önceleri "Unicorn" ismini kullanmayı düşünse de, şehirdeki İrlandalı grupların etkisi altında kalarak, onların sembolü olan "yonca" yani "Celtics" isminde karar kılmıştır. Doğudaki kısa gezintimizden sonra, batının en ateşli bölgelerinden Teksas'a doğru yolculuğa çıkalım. Teksas'ın en başarılı temsilcisi olan San Antonio, bulunduğu eyaletin en önemli sembollerinden olan "mahmuz" anlamına gelen "Spurs" kelimesini seçmiştir. Dallas ise sahip olduğu takımın başka şehre gitmesinden dolayı 7 yıl boyunca basketbol sahasında temsil edilememiştir. Bu arayı sona erdiren Teksaslı iş adamlarından biri bu boşluktan yola çıkarak başıboş hayvanların yakalanmasını sağlayan tuzak anlamında gelen "Mavericks" i takım adı olarak uygun görür. Bulunduğu kentteki yapılardan ilham alan takımlar ise ilk kurulduğu yıllarda cephane üreten fabrikayı seçen Washington Bullets (Bu ismin zorbalığı çağrıştırdığı
düşünen Abe Pollin, daha barışçıl olduğunu düşündüğü Wizards ismini seçti ve günümüzde bu ismi kullanmaya devam ettiler), NASA programından etkilenen Houston Rockets, piston şirketinden ismini alan Detroit Pistons ve yeni yapılaccak jete Supersonics adının verileceğini duyan, ancak şu an aktif olmayan Seattle'dır. Toronto ile birlikte lige yurtdışından katılan iki takımdan biri olan Vancouver Grizzlies (Günümüzde Memphis Grizzlies), kentte bulunan bozayılar sebebiyle ismini bu yönde seçmiştir. Chicago, boğanın güçlü ve pes etmeyen yapısından etkilenerek Bulls'u; basketbola hızlı bir giriş yapacağını düşünen Indianalılar Pacers'ı; geyiklerin hızlı yapısını uygun gören Milwaukee üyeleri Bucks'ı ve arıların çalışkanlıklarının tam kendilerine olduğunu düşünen Charlottelular ise Hornets'i seçtiler. Buffalo'dan Los Angeles'a taşınan Clippers, bu şehre gelen yelkenlilerden; günümüzde Utah'ı temsil eden Jazz, ilk kurulduğu yer olan ve caz müziğinin merkezi olarak kabul edilen New Orleans'tan; Phoenix temsilcisi Suns, bağlı olduğu Arizona eyaletinin herkes tarafından konuşulan güneşli havasından ve eski günlerini mumla arayan New York Knicks ise 1600'lü yıllarda bu şehre göç eden Hollandalı mültecilerin pantolon stilinden etkilenerek isimlerini belirlemişlerdir. Ligin yeni takımlarından New Orleans, pelikanların
kuyruk renklerinden etkilenerek New Orleans Pelicans adını almıştır. Seattle'dan Oklahoma City'e taşınan takım ise Oklahoma'da varlığını sürdüren tek Major Lig ekibi olan Thunder tarafından satın alınmıştır. Bu takımların dışında herhangi bir hikayesi olmayan sadece yarışma, gazete ilanı veya anketler sonucu isimlerini belirleyen, Miami Heat, Minnesota Timberwolves, Sacramento Kings, Portland Trail Blazers, Charlotte Bobcats(Aktif değil), Cleveland Cavaliers, Orlando Magic ve Toronto Raptors ise sekizini toplasan bir paragraf ancak eder grubuna girmeyi başardılar.
Yazar notu: Golden State Warrios'u tekrar tebrik eder; tüm okuyuculardan şanlı Lakers’ımın eski başarılı günlerine dönmesi için şans dilemelerini rica ederim ;)
37
QUO VADİS?
*
*nereye gidiyorsun?
Samet IŞIKAY Yaklaşık iki saat boyunca durmadan insanların çay ihtiyacını gidermiş, ardından bir sigara içmek için kafenin karşısındaki taşa oturmuş, insanları seyrediyordum. Önümden geçen sayısız insanı gözlemlemek hoşuma gidiyordu. Biri dikkatimi diğerlerine göre daha fazla çekmişti. Kısa kısa adımlar atan, yaklaştıkça büyüyen, devasa bir adamdı. Gözlerimi üzerine diktim göz göze gelmek amacıyla, gözleri ayaklarının iki adım önünden başka bir yere bakmıyordu. Bir kez daha gördüğümde kesinlikle tanıyacağım bir adamdı. Çalışmaya devam ediyor ve yoruldukça aynı taşın üzerine oturup, tekrar seyre dalıyordum insanları. Güzel kadınlar, yakışıklar adamlar, bebek arabaları, kediler ve köpekler geçiyordu. Bir gün yine geçti o dev adam. Aynı sahneyi tekrar yaşadım. Hep önününe bakıyor, şapkasını bakışlarına siper ediyor bir hali vardı. Ne düşünüyor? Nereye gidiyor? Çok merak ediyordum. Her gün görmeye başladığım bu adam, gizemli bir dev olmuştu gözümde. Onunla ilk göz göze geldiğim o gün, taşta değil masalardan birinde oturuyordum. Şapkasının altındaki gözleriyle beni süzdü ve '' Dostum sigaran var mı? '' dedi. Paketimi uzattım, bir sigara verdim. Aldı ve her zaman gittiği yöne doğru döndü. Bütün merakımı giderebilmek için tek bir soru hakkım vardı. ''Nereye gidiyorsun abi? '' dedim. Başını bana çevirip; '' Sigara içmeye dostum.'' dedi. Mustafa DUYMUŞ Küçük adımlarla takibe başladım. Pengueni anımsatan bir yürüyüşü vardı ve aynı anda iki kişiyi boğabilecek bir görüntüsü. Yanından geçen bazı insanlar '' hey ahbap naber '' gibisinden sorular yöneltiyordu. Hiçbir soruya cevap vermiyor ve başını sağa ya da sola bile çevirmiyordu. Bir an için duraksadı ve avuçlarını gökyüzüne açıp tuhaf karşılanabilecek hareketler yapmaya başladı. Aklıma gelen ilk şey dini boyutlarda orgazm oldu. Bence hali ve tavrı açıklamama çok uygundu. Kendime inandım ve takibe devam ettim. Neden takip ettiğime dair en ufak bir fikrim dahi yoktu. Kalın montu altında sakladığı koca bedeni, siyah şapkası altında kalmış ve yitmiş olan aklına kulluk ediyordu. İçimde bir şeyler kımıldadı ve kendime dönüp '' bir biraya ihtiyacın var oğlum '' dedim. Emre ÜTÜKLER Ağustos sıcağında bile üzerinden çıkarmadığı montuyla bir derviş edasıyla yürüyor, bozkırını çöle dönüştürüyordu. Şapkası, bol montu ve pantolonuyla ait olduğunu düşündüğümüz rap kültürünün aksine sadece sigara istemek için açıyordu ağzını. Oturduğum kaldırımdan kendisi ile ilgili hikayeler uydurmaya bayılıyor, bu hikayelerimi insanların ona bakışlarından süzüyordum. Gizledikleri günahları gibiydi insanların. Bu yüzden ilk anda bu günahını arıyorlar, sonraları bu günahı görmezden geliyorlardı. Toplardamardan kalbe ulaşıp temizlenmeye çalışan kirli kan gibi sokak sokak şehrin kalbini arıyor, gücü tükendiğinde bir banka yığılıyordu...
38
Mutluluk K i m d i r ? YAZI | ERDEM GÜZEL
M
utluluk... Binlerce yıldır binlerce filozof, binlerce kişi bu kavram üzerine kafa yordu. Peki nedir bu mutluluk? Kimdir? Dünya üzerinde hem bu kadar evrensel olup hem de böylesine öznel başka bir tanım yoktur herhalde. Mutluluk, TDK sözlüğüne göre “Bütün özlemlere eksiksiz ve sürekli olarak ulaşmaktan duyulan kıvanç durumu.” olarak tanımlanıyor fakat bu kıvanç olma hissi her insan için farklı eşiklere sahip. Bu yazı sizlere o birbirinden farklı tanımları gösterirken bir yandan da mutluluğun evrenselliğinin yanında ortak kültüre sahip milletlere ne ifade ettiğini gösteren bir yolculuğa çıkartacak... Neymiş bu? Mutluluk kelimesi en çok çocuklarla özdeşleştirilir. ”Çocuk gibi mutlu olmak” deyimi de sanıyorum buradan gelmekte... Peki bir çocuk için nedir mutluluk? Tatlı bir güneşin odasını aydınlatarak onu uyandırmasıdır belki. Arkadaşlarıyla sokakta maç yaptığında galibiyet golünü onun atması ve arkadaşlarına delicesine sarılmasıdır... Yorucu ve eğlendirici bir günün ortasında evinin önüne gidip susuzluğunu annesinin sepetle ona gönderdiği suyla gidermesidir... Bir öğrenci için, sınavda salladığı sorunun doğru
çıkmasıdır. Mutluluk, matematik dersinin boş olmasıdır. Beslenme çantasında taşıdığı ekmek arasının onca darbeye rağmen çok yamulmamasıdır. Kış geldiğinde sınav olacak gün kar tatili olmasıdır bazıları (bazı öğrenciler için) için... Bir sanatçı için yarattığı eserin övgü yağmuruna tutulmasıdır mutluluk ya da oluşturduğu bestenin ayakta alkışlanması... Mutluluk bazen bir seyirci için konserde, hem de en sevdiği şarkıcının konserinde, en sevdiği şarkının söylenmesi oluyor. Bir gezgin için tırmandığı dağdaki o son virajı döndükten sonra gördüğü manzaranın verdiği hazzı ve mutluluğu başka ne verebilir, o duygu nasıl anlatılabilir? Ya da Gemlik’e doğru denizi görüp şaşıran bir şoförün yoluna renk katacak olan o görüntüden mutluluk duymaması nasıl mümkün olabilir? Mutluluk hedef değildir. Tersine kudret duygusu hedeftir. İnsanın ve insanlığın içinde müthiş bir güç kendini deşarj etmek, yaratmak istemektedir. O, hiçbir zaman mutluluk hedefi olmayan (hedefi mutluluk olmayan) patlamaların kesintisiz zinciridir. Dünyada Mutluluk Mutluluk evrensel ve bir o kadar da özneldir dedik. Peki ortak yaşam kültürüne sahip toplumlarda nasıldır bu mutluluk? Bir Amerikalı için mutluluk, bir Super Bowl akşamı birasının ve tavuk kanadının olması, yayınının kesilmemesi ve sevdiği takımın
kupayı kazanmasıdır. Karşı kıtada, Fransa’da ise mutluluk, sabah kahvaltısını sevgiliyle beraber kruvasan, marmelat ve kahve eşliğinde yapmaktır... Dünyanın en mutlu ülkeleri sıralamasında 1.sırada yer alan Avustralya için gelir seviyesinin yüksek olması, sağlık hizmetlerinin gelişmişliği mutluluk için yeterli. Peki Türkiye’de durum nasıl? Türkler, müthiş bir sofranın çevresinde tüm ailenin bir arada olduğu yemeklerle mutlu olur. Eve misafir gelmesinden, misafirin ikram edilen şeyleri beğenmesinden memnuniyet duyar. Saadet denilen şeyi ömrü boyunca arayan yurdum insanı, bir düğünle mutlu olur bazen. Evlenen çift birbirlerini bulduğu için mutlu olurken, eş dost akraba ise onların saadetine ortak olmakla mutlu olurlar. Hatta dayanamayıp çiftetelli, kasap havası oynadıkları olur... Bazen mutluluk bir babaanne ya da anneannenin torununu sevmesiyle bulur Anadolu insanını. Çalışırken patronundan bin bir sıkıntı çeken gencin tuttuğu takımın o gün galibiyet kazanması, bütün sıkıntıları unuttururken müthiş bir mutluluk kaynağı oluverir. Mutluluk, yeni bir arabanın kokusu... Korkudan uzak olma... Yol kenarında gördüğün, sana ‘iyi’ olduğunu söyleyen bir billboard, bir haber… Görürsün, iyi olursun, ”mutlu” olursun...
39
40
Sen bir gülsen serinler afrika, yağmur bile yağabilir hatta Sen gülsen hafifçe; son bulur savaşlar ve çocuklar çocuk olarak ölmezler hiç bir kıtada Sen gülsen şimdi, gözlerin gökyüzü olur kuşlara ve gökkuşağını boyamaya yeltenir bir kaç güvercin Sen gülsen eğer tüm güller birkez daha çiçek açar sana yetismek için Sen gül, gerisi aydınlık
ŞİİR | HASAN UKİL GÖRSEL | UTKU TAN ÇAĞLAN