Üçüncü Sayımızın kapağanın Woody Guthrie olduğunu öğrendiğimde açıkçası ilk verdiğim tepki ‘’Aa kimmiş ki bu adam’’oldu. Daha sonra kendisini araştırdım, şarkılarını dinlemeye başladım ve en ünlü şarkısının Bruce Springstein ve Neil Young yorumunu çok sevdiğim, -hatta Woody Guthrie’yi öğrenene kadar Neil Young’un kendi şarkısı sandığım- bu sayımızın kapağında Türkçe çevirisi de bulunan ‘’This Land is Your Land’’ olduğunu öğrendim. Daha sonra aklıma Neil Young ve onun meşhur ‘’Keep on Rockin in the Free World’’üyle tanıştığım zamanlar geldi. İçinde politik anlamda göndermelere-taşlamalar barındıran rock müzik örnekleri gelmeye devam etti daha sonra aklıma. The Exploited, Rise Against, NoFX, The Clash, Dead Kennedys… Hepsi farklı dönemlerde, farklı sorunlara, farklı şekillerde değinmişti. Tepkilerini göstermek için notaları kullanmışlar, müziklerini sadece duygularını değil fikirlerini de aktarmak için yapmışlardı. Biz de ilk sayımız çıkarken ‘’Boyundan büyük bir işe kalkıştığını düşünerek hayallerini erteleyip duran insanlar… Söyleyecekleri olanlar, anlatmak isteyenler, canı çok sıkılanlar, yazmasaydım delirecektim diyenler… bir araya geldik ve istediklerimizi yazdık.’’ Sadece Woody Guthrie değil, yukarıda saydığım ve çoğunu sayamadığım bir çok müzisyen de hayallerini ertelememiş, anlatmak istediklerini anlatmıştı, onlar anlatmak için notaları seçmişti. Böyle bir fanzinde bu güzel insanlardan bahsetmezsek olmaz diye düşündük, bu sayı için böyle bir konsept belirledik ve üçüncü sayımızı da sizlerle buluşturduk. Keyifli okumalar...
FURKAN ÜSTÜNBAŞ
MELİKE KOÇ | ÖZGE ŞENTUNALI | SETENAY AKSU | GÜNEŞ KOÇ | MELİS TATAR DAMLA YILDIZ | BİLGE ŞENTUNALI | SELİN ÖĞRETEN | DİLAY ÖZCAN | ÖMER ŞİAR AYSUN AKTUNA | MEHMET ŞAMİL DAYANÇ | SAMET IŞIKAY | EFLA EFSUN DECHETS DOĞUKAN IŞIK | UTKU TAN ÇAĞLAN | EMRE SÜZER | TUNAHAN SİL | DOĞUKAN IŞIK KEREM YENDİ | ENRİCO RATSO | DORUK DEMİRÜSTÜ | FURKAN ÜSTÜNBAŞ HASAN UKİL | LEVENT ÜSTÜNBAŞ | ENDER ÇOBANOĞLU | SAMET AYDİLEK BİLAL SÜNBÜL | MUSTAFA DUYMUŞ | M. PROOFHEAD ÇİFTÇİ | CAN DOĞAN REDAKSİYON KAPAK TASARIM/DİZGİ TEKNİK İŞLER MATBAA DAĞITIM ZIMBACI
MEHMET ŞAMİL DAYANÇ | FURKAN ÜSTÜNBAŞ | SETENAY AKSU GÖKHAN CİVAŞ LEVENT ÜSTÜNBAŞ ÖMER ŞİAR YOK (ÖMER ŞİAR YAZICIYI TAMİR ETTİ) ERSEL YILDIRIM VE SIRT ÇANTASI KEREM YENDİ (TÜM SAYILARI ZIMBALADI HEM DE TEK BAŞINA)
@GetikDergi @getikdergi getikdergi@gmail.com facebook.com/getikfanzin 2
TWITTER INSTAGRAM MAİL FACEBOOK
KONUMUZ BU DEĞİL
ananemiz-babaannemiz (anneanne çok sosyetik geliyor. O ANANE’dir!) internetten okey oynuyor. İdrâk iz yalnızlık hissini ve aynı anda yaşanan dış- biraz zor oluyor ama bir süre sonra alışıyorsunuz. lanmışlığı bilir misiniz? Normalde çok melankolik bir adam sayılmam. Şişman özgü- Konuya geri dönüyorum bu sefer sondu. venini bildiniz mi? İşte ondan bende azıcık vardır. Şişmanlık zaten var, özgüvenden bahsediyorum. O Onları da düşünerek internet bağlattık ve rezalet bir özgüvene bağlı olarak, genellikle neşeli takılan bir internet oldu. Her neyse, işte o internete bağlanıyorum, zar zor girdim İDO’ya toplamda 5 bilet var. insanım. Bazı anlarda ufak krizler geçirip “Hepimiz Hepsi de Yalova-Pendik. Ben Kayışdağı’nda otuyalnızız lan!” diye bağırmışlığım vardır; fakat nâdirdir. ruyorum. Bilenler için Ataşehir civarı, bilmeyenler
YAZI | DORUK DEMİRÜSTÜ
S
Yine birgün gülüyoruz, ama nasıl gülüyoruz anlatamam. Mâlum bayram, işlerden kaçmışız, eski arkadaşlarımızla buluşmuşuz, hayvan gibi gülüyoruz. Bir anda İstanbul’da yaşayan bir arkadaşımın suratı düştü. “Ulan dönecez İstanbul’a!” dedi. O an kafamda şimşek çaktı. Ben dönüş biletini almadım ve bayramdayız. Bilet bulmam imkânsız. Oraya telefon ediyorum, burayı arıyorum, oraya internetten bakıyorum derken tek yer bulabildim.
için Pendik’ten cehennem gibi uzak. Almak zorundayım, yapacak bir şeyim yok. Son 5 bilet bir yarış, bir gladyatör kapışması demektir. Güçlü olan kazanır.
Eniştem ve ben gideceğiz. Onun evi Pendik’te, işine geliyor, bir sevinç bir coşku. Tam alacağım iki adet bilet, internet gidiyor, tam alacağım hop yine gitti. En son arkadaşımdan Vınn adı verilen gereksiz aleti aldım. Aslında gerekliymiş o anda öğrendim. Tam alacağım, yine internet gitti. Vınn’da bile gittiyse “Var bir mesaj” dedim ama yılmadım. Telefonumda kalan son 25 mb ile bağlandım. İnat ettim aldım. Son Bizim yazlık dediğimiz yer Bursa’nın Gemlik ilçesi5 biletten 2’si benim. Güçlüler kontenjanına tanıdık nin Kumla köyü. Kumla’ya sık gidenler bilir, bir ara statüsüyle girdim gibi bir şey. bir Kumla satanistleri diye bir söylenti çıkmıştı. İşte o da biziz. Tek sorun; 13 adam, hepimiz siyah giyi- Bir sürü cebelleşmeyle 2 saatte toplu taşıma ve yoruz ve hep bir arada geziyoruz. Bu yüzden bize sa- ağır valizlerle Yalova’ya girdik. O nasıl kalatanist dediler. Biz de öyle kaldık. Bu satanist olayları balık lan? İğne atsan yere düşmez. OHAL ilan da aramızdan iki üç kişiyi ülkücülerin dövmesiyle edilmiş, Bursa boşaltılıyor sanki. Gerek arakapandı. Siyasî bir gönderme olsun, Çinli diye tüm balar gerek insanlar. Feribotun kapıları açıldı. çekik gözlüleri dövüyorlar diye demedim. Gerçek “Allah Allah!” nîdâlarıyla koşanı bile görebileanlamda ülkücüler iki üç arkadaşın ağzını burnunu ceğiniz bir yerdi. Savaşa sevişe girdim feribota. kırdılar. Hayatında ambulans-jandarma görmeyen Eniştem 136 numaralı koltukta, ben 118 numaralı ben, ambulansın içine binip jandarmaya ifade verdim. koltukta biletliyim. Çok kalabalık olduğu için herkes yerinde oturacakmış ve biletler ona göre kontrol edilecekmiş. Herkes yerleşti. Ben de yerime Ama konumuz yine bu değil. oturdum. 5’ten 2 çıkardınız kaldı mı üç? Doruk’un ikili ikili karşılıklı yerleştirilmiş o 4 kişilik masaBu Kumla’da bizim iğrenç bir sitemiz vardır. Bizim da, satılmayan 3 tane bilet ile tek başına kalması... diyorum ama ev kira, semt bizim. 13 adam aynı si- kutlu olsun... tede oturuyoruz ve zaten ufak bir site olduğu için 13 hane yeterince çoğunluk oluyor. O siteye zorla 3 kablosuz internet bağlattık. Günümüzde yaşlı insanlar,
BETWEEN US ARAMIZDA KALSIN :
KADINA ŞİDDETE YÖNELİK YAZI | MELİS TATAR
apılan tüm çalışmalara rağmen Türkiye’deki her üç kadından biri aile içi şiddet görüyor ve bunların yanı sıra ne yazık ki her geçen gün karşımıza kadına yönelik tecavüz ve yeni cinayet haberleri çıkıyor. Birçok kurum kadına şiddete dur demek için projeler geliştirse de ne yazık ki önüne geçilemeyen bir sorun olarak hayatımızdaki varlığını devam ettiriyor. Son zamanlarda kadına şiddete yönelik geliştirilen projelerden biri de Vodafone Türkiye ve Team Red ekibi ortak çalışmasıyla gerçekleştirildi. Kadınları şiddetten korumak amacıyla geliştirilen “Vodafone Kırmızı Işık” uygulamasıyla bu yıl 62’ncisi düzenlenen Cannes Lions Uluslararası Yaratıcılık Festivali’nin en prestijli ödülü Grand Prix, ilk kez Türkiye’nin oldu.
Y
S
izlere Kırmızı Işık uygulamasının içeriğinden bahsetmek istiyorum biraz. Uygulama bir nevi şiddet anlarında kullanılacak bir yardım çağrısı. Uygulama erkeklerin fark etmemesi için ilk başta bir fener uygulaması olarak açılıyor, ekranı yukarı kaydırdığınızda ise ana menüyü görüyorsunuz. Bu ekranda karşınıza
Alo 183 Kadın ve Sosyal Hizmetler, 155 Polis İmdat ve 156 Jandarma acil numaraları geliyor.
B
unun yanı sıra kadınların genellikle kesmeyi tercih ettikleri iç çamaşırı etiketleri, kadınlar tuvaletleri gibi kadınlara hitap ama erkeklerin dikkat etmedikleri şeylere saklandı. Uygulama şuana kadar 250.000 den fazla (Türkiye’de akıllı telefon kullanan kadınların yüzde 24’ü) indirildi ve uygulama şimdiye kadar 103.000 kere çalıştırıldı. Uygulamayı indirmek ve kullanmak için Android işletim sistemi olan bir akıllı telefona sahip olmanız yeterli ve “Vodafone”lu olmanız gerekmiyor.
Bunların yanında güvendiğiniz üç kişinin telefonunu kaydediyorsunuz. Tehlike anlarında uygulamayı açıp tek tuşla acil aramalara basabilir ya da telefonu sallayarak numarasını kaydettiğiniz kişilere zor durumda olduğunuzu anlatan ve konum bilgilerinizi de içeren bir mesaj gönderebilirsiniz. Bu sayede tehlike anlarında yardım alabiliyorsunuz. Ayrıca uygulama tanıtımları televizyonsuz radyosuz ve outdoorsuz gerçekygulama birçok sözlük ve forum platformunda leştirildi ve erkeklerden gizlenerek sadece kadınların da kendinden bahsettirdi; övgü ve yergiler aldı. arasında gizli tutularak tanıtılması da projenin önemli Özellikle Ekşi Sözlük’te, konumun tam yeri gösternoktalarından biriydi. Peki bu şekilde, yani sademediği, telefonun normal zamanlarda da sarsılabilece internet üzerinden nasıl kadınlara ulaşıldı? ceği gibi birçok konuda eleştirildi, ancak uygulamayı Kadınlara ulaşmak için erkeklerin dikkatini çekmeyen telefonunuza indirip incelediğiniz ve bir yakınınızla ya da belli dakikalardan sonra kapattıkları kaşıklı eyedeneme yaptığınızda uygulama tüm eleştirileri düzliner çekimi gibi videoların içine saklandı ve kadınlar gün bir şekilde cevaplıyor ve bazı şüpheleri akıldan bunlara ulaşabilecekleri mikro sitelere yönlendirildi. siliyor. Yapılan bir başka eleştiri ise yapılan reklamın “erkelerden gizli” olmasının seksist (cinsiyetçi) bir yaklaşım içerdiği üzerine. Bazı erkeler bu şekilde 4 yürütülen bir projenin tüm erkeklere tecavüzcü dam-
U
gası yapıştırdığını düşünüyor ve tepki gösteriyorlar. sonunda gören bizler için büyük mutluluk ve gurur Oysa, atladıklarını düşündüğüm büyük bir ayrıntı var. kaynağı oldu. Yalnız, tüm bunların yanında benim ve birçok kişinin de aklında aynı soru işaretini bıe yazık ki toplumumuzda sadece eğitim ve kültür raktı. Tüm proje buraya kadar mıydı? Her şey kendi seviyesi ortalamanın altında olan ailelerde şid- reklamlarını iyi bir şekilde tamamlamak ve büyük detin görüldüğü üzerine, oysa şiddet faktörünü etki- bir ödülle geri dönmek için miydi? Bunları soruleyen tek şey eğitim değil ve eğitimli-modern olarak yoruz ve cevap arıyoruz, çünkü artık birçok erkek tâbir ettiğimiz kişilerin evlerinde de bize gösterme- uygulamadan haberdâr; ve ben sanmıyorum ki beldikleri bir şiddet var. İşte aslında tam da bu sebeple li bir kesimin düşündüğü gibi bu uygulanın varlığı erkeklerden gizli, kadınların kendi aralarında kalmalı. erkekleri korkutsun ve şiddeti azaltsın, aksine bunBir de ek olarak erkeklerin de zor ve yardıma ihtiyaç dan haberdârken yapabilecekleri korkutuyor beni. duydukları durumlarda kaldıklarını ve uygulamanın KAYNAKÇA: sadece kadınlara yönelik olmasını yanlış bulanlar EKŞİ SÖZLÜK var. Ama projeyi anlatırken yapılan reklamın zaten İNSTELA ULUDAĞ SÖZLÜK kadına şiddete karşı geliştirilmiş olduğundan bahANADOLU AJANSI setmiştim. O yüzden bu konuyla ilgili çok da söze CAMPAIGN TÜRKİYE gerek kalmıyor diye düşünüyorum. Benim bu uygu- MEDIA CAT ONLİNE lama hakkındaki düşüncemse kadına şiddette geliş- WEBRAZZİ tirilen ve oldukça yararlı bir proje niteliği taşıdığı. VODAFONE MEDYA MERKEZİ Bunun yanında Türkiye’nin aldığı ödüllerle BİGUMİGU Cannes Lions’ta kendi rekorunu kırışı ve Türkiye’nin ilk Grand Prix’iyle dönüşü ülkemizi her listenin
N
BU DA KARDEŞ SİTE: (BÖYLE DANDİK BİR SUNUM YAPMAK İSTEMEZDİK ANCAK SLOGAN KONUSUNDA HİÇ YARDIMCI OLMADILAR)
5
KOLTUĞUMUZDAN
KALKIP SAHNEYE ÇIKALIM!!!
RÖPORTAJ | DAMLA YILDIZ Eskişehir Şehir Tiyatroları Oyuncusu İSMAİL DÜNDAR ile tiyatro hakkında konuştuk. Tiyatrocu olmaya nasıl karar verdiniz? Tiyatroya Mersin Anadolu Otelcilik ve Turizm Meslek Lisesi'nde başladım. Özel günler için hazırladığımız animasyon ve skeçler bana sahneyi sevdirdi. O dönemde okulumun, Mersin Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Tiyatro Bölümü ile aynı bahçeyi paylaşıyor olması sayesinde bu oyunları profesyonellerle paylaşma fırsatı buldum. Gösterdiğimiz bu oyunlarla başlayan tiyatro bende bir aşka dönüştü ve ardından konservatuara gitmeye karar verdim.
6
Ailenizde tiyatrocu var mıydı? Hayır. Tiyatrocu olma aşamalarınızda destekçiniz var mıydı? İlk etapta ailem ve arkadaşlarımdan destek göremedim; fakat benim tiyatro yapmak konusundaki kararlılığımı gördüklerinde destek oldular tabii. Tiyatronun hangi alanlarıyla daha çok ilgileniyorsunuz? Benim için birinci sırada oyunculuk gelir, daha sonra ise yönetmenlik. Kurulan Eskişehir Şehir Tiyatroları Gençlik Sahnesi sayesinde birçok genç arkadaşla bilgilerimi paylaşıyorum. Oynamak ve oyuncu yetiştirmek benim için en kıymetli iki deneyim. Oyun yönetmek mi, oynamak mı? Tabii ki oynamak. Benim en büyük tutkum bu. Nasıl bir izleyicisinizdir? Vakit buldukça Eskişehir’deki profesyonel ve amatör tüm oyunları izliyorum. Oyunları objektif izlemeye çalışırım fakat işin içinde olduğunuz zaman, izlerken kendinizi, oyunu ve oyunculuğu irdelerken bulabiliyorsunuz.
Oynamayı çok istediğiniz bir karakter var mı? Keşanlı Ali Destanı adlı oyundaki İzmarit Nuri karakterini oynamayı çok istiyorum. Sahne sizin için ne ifâde ediyor? Bu kadar yorgunluğa değiyor mu? Benim için sahne gerçek bir aşk. Sahnenin en çok yaşattığı duyguları seviyorum. Bu duyguları tatmak tüm yorgunluklara değer. Sahnede bulunmak için herhangi bir fedakarlıkta bulundunuz mu? Evet.Adana’da yapılan uluslararası Sabancı Tiyatro Festivali'ne Caligula Oyunu ile katılmıştık. Oyundan bir gün önce sakatlandım. Doktorum ciddi bir menüsküs yırtığı olduğunu ve dinlenmem gerektiğini söylemişti fakat ben topallayarak zar zor sahneye çıktım ve oyunumu oynadım. Bunun dışında bir fedâkarlığım yok. Tiyatronun günümüzdeki rolü sizce nedir? Ülkemizde tiyatroya bu günlerde eğitici öğretici özelliklerinden çok ne yazık ki sadece eğlendirici bir gözle bakılıyor.
Ben tiyatronun sadece popüler kültür olarak kalmasına karşıyım. “Stand-up”ların bu kadar ön planda olmasını ve tiyatronun sadece televizyonlardan izlenmesini doğru bulmuyorum. İyi ki ülkemizde Şehir ve Devlet tiyatroları var. Eskişehir’de tiyatro biletlerinin bu kadar ucuz olması hakkındaki düşünceleriniz nelerdir? Biletlerin ucuz olması Yılmaz Hoca'nın sayesindedir. Bu şehirde tiyatro izlemeyen kalmasın mantığı ile yola çıkılmış olup kesinlikle benim ve çoğu arkadaşımın desteklediği bir durumdur. Bence bütün kurumların bilet fiyatlarını olabildiğince az tutması gerekir, çünkü önemli olan her kesimden olabildiğince çok insana ulaşmaktır.
En son hangi oyunu izlediniz? Tiyatro Anadolu Ekibi'nin İntiharın Genel Provası adlı oyunu izledim. Kurallarınız var mıdır? Benim tiyatroda kurallarım disiplin ve ciddiyettir. Her şeyin yerinde ve zamanında olması gerektiğine inanırım. Öğrencilerime de bu ciddiyeti aşılamaya çalışıyorum. İşe de eğlenceye de yerinde ve zamanında her zaman varım. Sizce tiyatroya eleştiri nasıl olmalıdır? Bence her eleştiri objektif olmalı. Yapılan eleştiri ancak eleştirmen gerekli bilgi birikimine sahip olduğu sürece faydalı olur diye düşünüyorum. Ayrıca bilimsel ya da bireysel olsun yapılan eleştiriler şahsi algılanmamalıdır.
Şimdi sizinle küçük bir oyun oynayalım. Size beş kelime söyleyeceğim ve karşılığında aklınıza ilk gelen kelimeleri sıralayacaksınız. Başlıyorum: Sahne -------> Aşk Mutluluk -------> Değişken Şöhret -------> Para Para --------> Saçmalık Aile --------> Güven Son olarak vermek istediğiz bir mesaj var mı? Söylemek istediğim tek şey ülkemizde olanlara daha fazla seyirci kalmayalım. Koltuğumuzdan kalkıp sahneye çıkalım...
7
Yeni Bir Çizgi Roman: Filistin YAZI | MEHMET ŞAMİL DAYANÇ
debiyat ve resmin birleşiminden kendine özgü öykü-çizgi özelliklerini içinde barındırarak gelişen çizgi roman, anlatım tarzının basitliği ve şematikliği sayesinde kısa zamanda popüler bir tür hâline gelir. Bir düşünce tarzının hızlı bir şekilde verilebilirliği çizgi romanın okunurluğunu artırır, bu yolla geniş kitlelere seslenmesini mümkün kılar. Tarihsel örnekleri 19. yüzyılla birlikte Avrupa’da çıkmaya başlamasına rağmen temel özelliklerini 20. yüzyılın başlarında Amerika’da kazanır. 20. yüzyılın gelişen basın ve dağıtım araçlarıyla birlikte bütün dünyaya yayılan çizgi roman, belli bir bilinç ve ideoloji aracı olması yönüyle değerini günümüzde de korumaktadır. Bu açıdan Joe Sacco’nun Filistin adlı kitabı Batı Şeria ve Gazze’de olanları etkileyici çizimler ve ironik diliyle anlatması bakımından önemlidir. Buradan hareketle, alışılanın dışına çıkması, absürt çizimleri, farklı bir bakış açısı sunması yönüyle Filistin meselesinin nasıl yansıtıldığını ele almaya çalışacağım. üper kahraman çizgi roman geleneğinin öncülerinden olan Super Man, Spider Man, Batman gibi “halka karşı halk için” gâyesiyle hareket eden çizgi romanların aksine Filistin, bir kurtarıcısı olmayan ve mutlu sona ulaşamayan bir hikâyeyi anlatır. Super Man, Spider Man, Batman gibi çizgi romanlarda, hırsızlığa, adaletsizliğe, yolsuzluğa karşı bir “tip” çıkar ve sorunları teker teker çözer. Çözülen sorun tekerrür etmez; her hikâyede farklı bir
E
S
8
mutlu sona doğru yolculuk yapılır. Filistin, alışıldık bu çizgi romanlar gibi mutlu sona ulaşmaz. Ezileni süper kahramana ihtiyaç duymadan savunabilmesi, onu bu çizgi romanlardan ayırır. Aynı zamanda resmi tarih öğretilerinin aksine istatiklere değil hikâyelere odaklanır. Örneğin, çaya çok şeker atmanın misâirlere gösterilen hürmetten kaynaklandığı, hapse girenlerin yeşil, girmeyenlerin turuncu kart aldığı, yeşil kartlıların İsrail’e çalışmak için gidemediği hikâye odaklı anlatımın örneklerindendir. İstatistikten çok hikâye odaklı anlatım, konjonktürel değil yüzleşmeci bir bakış açısı sunar. Bu yüzleşmeci bakış olayların meşruiyet kazanmasına karşı çıkarcasına kitaba sirâyet eder. Batı Şeria’da, Gazze’de yaşanan büyük acıların, ilk İntifada’nın bıraktığı izlerin ironik bir dille ve farklı çizimlerle gösterilmesi, kitabı klasik çizgi ilmlerden yâhut gazete karikatürlerinden ayırır. Dramla belirginleşen çizimler kelimelerin ruhunu yansıtır. Bu unsurlar Filistin’i içeriden görmemize olanak sağlar. itabın popüler çizgi romanların aksine var olan gerçekliği hikâyelerle anlatması ve bu olayları meşruiyet kazandırmak amacıyla değil, yüzleşmek amacıyla sunması basmakalıp mantığın dışına çıkıldığının bir göstergesidir. Gerçekliğin ironik bir dille verilmesi ve özellikle çizimlerin kelimelerin ruhunu oluşturması, kitaptaki çizimlerle kelimelerin eş zamanlı gitmesine neden olur. Duyguların sömürü aracı olarak değil de gerçekliğin, hikâyenin unsuru olarak verilmesi, farklı bir anlatıma sağlayarak kitabın a+b+c+d mantığının dışına çıkılmasına sebebiyet verir. Sacco bu eseriyle hem başarılı bir çizgi roman ortaya koymuş hem de edebiyat-ideoloji arasındaki sıkı ilişkiyi bir kez daha gözler önüne sermiştir.
K
Francisco de Goya, Çocuklarını yiyen Satürn(1819-1823).
Rubens , Çocuklarını yiyen Satürn(1636).
KRONOS GERİ GELDİ!!!
YAZI | GÜNEŞ KOÇ
H
ani mis kokar ya bebekler doğduklarında, bayram olur aileye, yeni bir can yeni bir nefes. Ne umutlarla büyütür aileler çocuklarını, ne umutlarla beslenir o küçük masumlar.. Küçükken oyunlar oynar parklarda bahçelerde çocuk, silahlarıda oyuncaktır, kavgaları da mahsuscuktan… Nasıl bir dünyaya geldiğini bilmez, seçme şansı yoktur ne ailesini seçebilir ne geleceğini.
Bunca karmaşayı ,kötülüğü bilse gelmek ister mi dünyaya, büyümek ister mi çocuk ? Ne-
dendir nasıl olur da o masum eller silah tutar, tek derdi şeker yemek olan çocuk nasıl olurda başkalarının lokmasına göz diker ? Bir insanoğlu doğduğunda süt kokarken nasıl bir cana kıyar, o da bir ailenin canıyken can yakmak, katliam yapmak, gözü dönmüşçesine zarar
vermek yakışır mı parkta sallanan çocuğa … O da kaydıraktan kaydı belki , o da bir top dondurmasını yere düşürdüğü için ağladı, nasıl olurda yüzlerce insanın canına kastetmek için kendini feda eder ?
onun egemenliğini alır . Iktidarın elden gitmesinden korkan Kronos ölümsüz olabilmek için Rhea dan doğan her çocuğunu yutar, bu duruma son vermek isteyen karısı Rhea doğan son oğlu Zeus’u saklar ,onun yerine kundağa sarılı taş yutturur Kronos’ a .
elleri kana bürünecek kadar nasıl değişir? Ne vardır temelinde , kimdir suçlu, varlığımız mı suçtur doğduğumuz topraklar mı? Tüm bu sorular yanıt bulduğunda belki geri gelir insanlık. unan mitolojisinde Titanların ilkidir Kronos (Saturn), Uranüs ve Toprak Ana’nın çocuklarıdır. Zamanı yarattığı söylenir ve zamanda seyahat ettiği. Zamansız olmaktır hedei babası Uranüs ün erkekliğini alır ve son verir egemenliğine. İnanır ki onunda çocukları eğer yetişirse
Zeus’la soyu devam eden Kronos’un korktuğu başına gelir ve Zeus en
Ne yaşar , ne görür ki bu hale gelebilir bir can? Yumuşacık
Y
güçlü tanrı olur , göklerin şimşeklerin tanrısı… İktidar hırsı
çocuklarını yiyecek kadar göz köreltici olsa gerek.
endi toprağında kendi kanını ırk, din, düşünce ayrımı yapmadan insanı insan olarak görebildiğimizde ancak iyi bir dünya oluruz, o zaman yakışır çocukluğumuza. Belki de Kronos
K
un zamanda seyahat ettiği doğrudur… 9
HEPSİ BAŞKA BİRİNİN FİKRİ ÖYKÜ | MUSTAFA DUYMUŞ
H
erkes kafamın karışık olduğunu söylüyor ve ekliyordu: ''İyi gözükmüyorsun, toparlamalısın kendini.'' Gayet iyi hissediyordum ve bence onların kafası karışıktı. Sadece yorgundum, sürekli yorgundum. Fazla çalışıyor ve odama kapanıp içiyordum sonra yine çalışıyor ve yine odama kapanıp içiyordum. Çok uyumuyordum ve iyi gözükmememin sebebi buydu galiba ama durun, çok uyuyan insanlar da bence iyi gözükmüyordu, aslında insanlar pek iyi gözükmüyordu. Kimse farkında değil miydi gerçekten?
Gece uyumak ve öğleden önce yataktan çıkmak mantıklı bir davranış gibi gelmiyordu bana ama bu ikrime ve bu şekilde geçirilen bir hayata adapte olanların sayısının azlığı yüzünden mantıksız olan ben oluyordum. Bazen sayıca fazla olsak '’acaba geceleri uyuyabilir miydim?'’ diye sorarım kendime ve cevabım '’kesinlikle hayır’' olur. Sayıların değerinin matematikte ve savaşlarda önemli olduğunu bir kere daha hatırlıyorum bu sayede ve çoğu zaman '’hayata yön vermek'’ cümlesinin içinde kaybolanlara anlam veremem. Ne kadar korkak bir cümle. Kötü olduğu sanılan her şeye karşı zırhla kuşatılmış gibi. Derim ki: Yaşa, yaşa, sadece yaşa. Kaybet, kazan. Hatırla, unut. Sev, sevme. Umursamaz ol. Hisset ama hislerini törpüleme, nefret et ama kin dolma. Savaşır gibi seviş çünkü savaşlar sadece sevişmelerde güzeldir. Yaşarken çok düşünme, düşünmek için zamanın zaten olacak ve yaşa, iyi ya da kötü ve ufak bir korku kaplayacak içini sen bunları yaparken. Kork ama SEVME o korkuyu..
D 10
erken kafamın karışık olduğunu düşünmeyen üzerine askılı bir bluz giymiş, göbeğinin ve sırtının yarısı açıkta olan bir kadınla buldum kendimi. Altında bacaklarını kısmen kavramış bir kot pantolon.
B
embeyaz ve pürüzsüz bir ten ve müthiş omuz kıvrımları. Güzel, çok güzel bir kadın belki de. Tahayyül edemiyorum güzelliğini. Yanımdan geçecek olan her erkeğin göz atacağı bir kadın olduğu konusunda karar kılıyorum ve soruyorum kendime: ''Neden benimle?'' Gece vakti buluşuyoruz bir bankanın önünde. İlk gelen ben oluyorum ve oturuyorum herhangi bir yere. Sarhoş hissediyorum kendimi, tatlı sarhoş. Beklemeye devam ederken esen rüzgârın fısıltısından nasıl da keyif aldığımı fark ediyorum. Gelmesinin biraz daha uzun sürmesini istiyorum içten içe ama isteğim gerçekleşmiyor ve kendimi toparlıyorum hemen. Beni görünce ufak adımları biraz büyüyor ve yanıma oturup çok tatlı bir ‘'merhaba'’ çıkarıyor ağzından. Merhaba diyor ve ekliyorum '’Sarılabilir miyiz?’' Sıcacık bir gülümsemeyle '’tabii ki’' diyor. Sımsıkı sarılıyorum, dirseklerini omuzlarımda, ellerini ise ensemin bir karış altında hissediyorum.
O
turduğumuz yerden kalkıp yürüme tekliinde bulunuyorum. Kabul ediyor ve yürümeye başlıyoruz neredeyse birbirimize hiç bakmadan. Ağaçlara yürüyoruz, karanlık ve yemyeşil yerlere. Büyük çam ağaçlarının çevrelediği ama dallarıyla gökyüzünü saklamadığı bir yere oturuyoruz. Büyük ağaçlar her zaman tuhaf bir şekilde etkiliyor beni.
Ç
imenlere uzanmayı teklif ediyorum bu sefer ama kabul etmiyor, ben uzanıyorum ve ısrar ediyorum. İnadının benden güçlü olduğunu fark edince vazgeçiyorum. Bir şeyler konuşmaya başlıyoruz ve ikirlerimiz, düşüncelerimiz, yargılarımız, keskinleştirdiğimiz çizgilerimiz ve geriye kalan neredeyse her şey sürekli ters düşüyor birbirine. Hoşuma gidiyor bu durum. Nasıl olduğunu anlayamadan güvende hissetmeye başlıyorum kendimi. Bir an başını bacaklarının arasına alıp öylece duruyor. Yanına sokulup saç derisini tırnaklarımla okşamaya başlıyorum. Başının üzerinden boynuna doğru yavaşça ilerliyorum. Hoşlanıp hoşlanmadığını soruyorum, '’hoşlandım'’ diyor. Ufak bir hareketle arkasına geçiyorum, bacaklarını uzatmasını ve kendisini rahat bırakmasını söylüyorum. İnadı tutmuyor bu sefer ve dediklerimi istekli bir şekilde yapıyor. Baş parmaklarımı kullanarak boyun omurlarındaki sertleşmiş kasları gevşetiyorum, yavaşca omuzlarına iniyorum, bu sefer avuç içlerimi ve parmaklarımın hepsini kullanarak omuzlarını haifçe sıkıp bir an da bırakıyorum. Birkaç kez tekrarlıyorum bunu ve ellerimi sırt omurlarında birleştiriyorum. Yeniden başparmaklarımı kullanarak omur hizâsını bozmadan küçük bir baskı ile ufak daireler çizerek aşağıya doğru ilerliyorum. Bel omurlarına gelince duraksıyorum, burada biraz daha fazla zaman geçiriyorum ve ufak dairelerin sayısını artırıyorum. Nefes alış verişindeki değişimi parmaklarımda hissediyorum ve aniden sakral omurlarına indiriyorum parmaklarımı ve dairelere son verip düz bir çizgide aşağı yukarı sert dokunuşlar yapıyorum. Kafasını ileri geri ve sağa sola yatırıp tepki veriyor bana ve kuyruk sokumuna çok küçük parmak darbeleri bırakıp sonlandırıyorum. Üzerime uzanıyor yavaşca, saçlarının kokusunu derin derin içime çekiyorum bunu fark ediyor ve tebessümle karşılık veriyor, küçücük ellerini avuçlarıma alıyorum. Bir anda olduğu yerden fırlayıp ayaklanıyor ve '’artık gitmemiz gerek uykum geldi'’ diyor. Gayet soğukkanlı karşılıyorum bu davranışını ve biraz daha kalmalıyız diyorum ama umursamıyor ve büyük adımlarla yürümeye başlıyoruz. Büyük adımlarla yürüyoruz çünkü bir an önce benden kurtulmak istiyor. Etkileniyor davranışlarımdan ve kaçmaya çalışıyor. Bir nevi tahrik olduğunu hissediyorum. Nasıl mı? Bilmem. Bildiğim tek şey çok kolay yalanlanacak oluşumdur dostlar fakat biz zaten zor olanı sevmiyor muyduk?
aşadığı evin önüne gelene kadar tek kelime çıkmıyor ağzımızdan. Kapının önünde duruyoruz ve çok lüks bir binada yaşadığını söylüyorum gülümseyerek. '’Evet öyle’' diyor. Susuyoruz ve birbirimize bakıyoruz, birisinin bir şey söylemesi gerekmiyor ama '’sarılabilir miyiz?’' diyorum. Kollarını açıyor etkileyici bir bakış eşliğinde. Sımsıkı ve uzun uzun sarılıyorum. Hayatımdaki en anlamlı sarılmayı bu kollarda keşfedebileceğimi söylüyor içimden birisi. İçimizden birileri bize hep bir şeyler söylüyor. Arkamı dönüyorum ve minik dans igürleri sergileyerek yoluma koyuluyorum. Olması gereken her şey hiçken, kaldırım taşları bağırıyor her adımımda üzerinden geçen yalnızlığı, kulaklarımı kapatıyorum, koşuyorum ama susmuyor.
Y
11
DOĞUDA YAHUT BATIDA YAZI | LEVENT ÜSTÜNBAŞ
90
’larda Kenan Şeranoğlu diye bir adam vardı. Titan Saadet Zinciri’nin elebaşıydı bu adam. Şimdi sorulduğunda herkes giydiği yarı gri, yarı siyah saçma sapan ceketini hatırlar ama benim aklıma kazınan kısım biraz daha farklı. Bir kongre salonu dolusu insan toplanır, Kenan Başkan sahneye doğru yürümeye başlayınca ritmik bir biçimde hızlanan alkışlarla birlikte hep bir ağızdan “hey, hey hey!” nîdâları yükselirdi. O zaman çok küçüktüm ve bu benim için çok gaza getirici bir hâdiseydi. Gelgelelim oradaki eşek kadar insan için de bu böyleydi. Büyük paraya sahip olma ihtimâlini seven, rekâbetten hoşlanan insanlar, beğenerek aldığı kıyafet çok fazla kişinin üstündeyse giymekten vazgeçecek kadar gözü dönen “en birinci” olma sevdâlıları... Hepsi bir aradaydı ve “para” ortak paydasında buluşmuşlardı.
Aynı şeylerden beslenen ve aynı şekilde yaşayan insanlar birbirlerine düşman olabilir mi? Yahut soruyu daha da zorlaştırayım: Ölesiye düşman olan topluluklar, birbirlerine bitmeyen enerji kaynağı vazifesini görüp, sürekli birbirlerini güçlendirebilir mi? Kafanız karışmış olabilir fakat bahsettiğim şey aslında son derece basit. 12
Doğu düşmanı muhâfazakâr Batılılar, Batı düşmanı muhâfazakâr Doğulular. Güney düşmanı muhâfazakâr Kuzeyliler ve Kuzey düşmanı muhâfazakâr Güneyliler. Haydi şimdi ortak paydaya alalım:
MUHAFAZAKARLAR(KUZEYLİLER,GÜNEYLİLER,BATILILAR, DOĞULULAR)
Sorunun ortak çarpandan kaynaklandığı apaçık ortada olsa da bundan kurtulmak öyle kolay değil. “İyi de kardeşim, yazının başında bahsettiğin adamlar muhâfazakâr falan değil ki!” dediğinizi duyar gibiyim. Evet liberal-muhafazakar kavramı kulağa oksimoron bir terim gibi gelebilir. Hatta belki zorlama bir kavram olduğu düşünülebilir. Çünkü muhâfazakâr denildiğinde aklımıza sadece sakallı yobazlar, zülülü Mûseviler ve Batı’nın püriten halkı gelir. Sahip olduğu sermayeyi muhâfaza etmek için savaşan, yıkan, öldüren, ihlâl eden ve bunları yasalardan destek alarak yapanlar ise tükenmeyen muhâfazakâr pilleridir. Para paydasında buluşulur ve bize yakışmaz denen şeyler birden yakışmaya başlar. Ahlâkımızı bozduğu iddia edilen eylemler artık daha ılımlı bakılan şeyler haline gelir.
Bunu yalnızca Anadolu bazında düşünmeyin.
Stephen King’in romanlarını bu gözle incelerseniz Amerikan taşrasındaki muhafazakarların sakladığı sırların ne denli kirli olduğunu ve Stephen King’in bundan duyduğu derin rahatsızlığı bazen metaforlar yoluyla bazen de direk anlattığını görebilirsiniz.
Yüksek teknoloji üretmeliyiz. Zenginleşmeliyiz. Hindistan bile uzay programına başlamıştır. Zenginleşmeliyiz. Ülkemiz bu kafayla en zengin on ekonomi arasına giremez. Zenginleşmeliyiz. Zenginleşemeyiz. Zenginleşmeliyiz. Büyüyemeyiz. Zenginleşmeliyiz. Dünyayı değiştiren yüz insan kitabını okuyalım ve gaza gelelim ve zenginleşelim.
Bu konuşma insanlar tarafından çok beğenildi ve sosÖrneği küçültürsek Liberal-muhafazakar çelişkisini yal medyada devamlı paylaşıldı. Peki sorunlara liberal bir gözle bakan bu konuşma neden bu kadar daha kolay anlayabiliriz. sevildi? Aynı konuşma içindeki doğru tespitlerin ardından dünyanın en büyük on ekonomisi arasına girBir kasaba vardır ve o kasabanın bir zengini. İşte bu zengin yaşadığı kasabanın inansal kaynağı mek değil de sosyalist bir düzen kurabilmek umuduyla olduğundan kasabalıları bir şekilde yanına toplamayı noktalansaydı aynı beğeniyi alabilir miydi? başarır. Bir başka kasabalının katran ve tüye bulanmasını sağlayacak derecede yüz kızartıcı suçlardan dahi Tabii ki ve ne yazık ki HAYIR! tek açıklama yapmadan sıyrılmayı başaran kasaba zengini, sınırsız özgürlüğe sahiptir. Çünkü o kaynaktır Çünkü doğumundan itibaren rekâbet ile yaşayan inonun yaptıklarını görmezden gelmek bütün kasabanın sanlar içlerinde bir gün Bill Gates gibi olma umuaç kalmasından iyidir. Katran ve tüy cezasının yerine dunu söndürmeyeceklerdir ve bu insanlar için eşitlik recm yahut başka bir ceza türü koyabilirsiniz. Çünkü kötüdür. Ayrıca atlanmaması gereken en önemli nokdoğuda yahut batıda hikaye asla değişmez. Aslında is- ta ise Bill Gates ve Steve Jobs olmak isteyenleri kambil kağıtlarından olan ancak buna rağmen yıkılma- cezbeden şey o adamların bilime olan katkıları değil dan binlerce yıldır ayakta kalmayı başaran bu yapıyı kazandıkları paralardır. Yani kazanalım da bu kazanca ayakta tutan ise kasabalıların tutumudur. Kasabalılar sebep olan şey ne olursa olsun düşüncesi hiçbir zaman bu yapıyı yıkmak için değil çocuklarını bu yapının bitmeyecek olan liberal-muhâfazakâr kardeşliğinin en içindeki makamlara oturtmak için mücadele ederler. büyük sigortasıdır. Liberal kazanacak muhâfazakâr ise bu ilüzyondan uyananı yok etmeye çalışacaktır. Çocukların Protestan ahlakı ile büyütüldüğü toplumlarda -ülkemiz bayrak tutanıdır- çocuklar birinci olmalıdır. Nerede birinci olduklarının önemi yoktur. Rekâbet etmelidirler ve her zaman kazanmalıdırlar.
Emin Çapa’nın Tedx konuşmasını bir çoğunuz izle-
Olan biteni ne illuminati ile ne de farklı uyduruk örgütlerle anlatmanın gereği yoktur. Olan biteni sadece büyük ülkelerin çıkar hareketlerine bağlamanın gereği yoktur. Olan biten bizzat içimizde yani ortalamaların dünyasında yaşanmaktadır.
miştir. İzlemeyenler için başlıkları özet geçeyim:
13
KAT 3 DAİRE 8
“GÜZEL ŞEYLERDEN BAHSETTİĞİMİZ YER”
TUNAHAN S İ L K E R E M Y E N D İ ENRİCO R A T S O LEVENT ÜSTÜNBAŞ
YAZI | LEVENT ÜSTÜNBAŞ u fotoğrafı hatırlarsınız. 2013 Haziran’ının, en güzel karelerinden birisiydi. Bu sayımızın kapak
B
fotoğrafına her baktığımda direk bu fotoğraf aklıma gelir. 2013 Haziranı aklıma geldiğinde ise Hapisane’den Çizgiler adlı kitabında Mihri Belli’nin söylediği sözü söylerim içimden:
"Ve o zaman mutsuzduk. Hey gidi güzel günler"
İnsanları korku aracılığı ile kontrol etmeye çalışanlar aslında en büyük korkaklardır. Bazen bir gitardan korkarlar, bazen bir kalemden, bazen sadece dikilen bir insandan korkarlar bazen bir öğretmenden. Öğretmen dedim de aklıma geldi. Böyle bir meseleyi anlatırken Victor
Jara’yı anmamak olmaz.
Şili’li bir öğretmendi Jara. Üstelik gitar da çalıyordu. Pinochet korkuyordu o ve onun gibi Şili’nin yürekli insanlarından. Topladılar tüm yürekli insanları hapishane olarak kullandıkları stadyuma. Bundan sonrasını ben anlatmayayım ve Şili'deki Pravda muhabiri Vladimir Çernisev’in sözlerini paylaşayım:
“Víctor Jara dudaklarında şarkıyla öldü. Onu yanından hiç ayırmadığı yoldaşı, gitarıyla birlikte stadyuma getirdiler. Ve şarkı söylemeye başladı. Öbür tutuklular, gardiyanların ateş açma tehdidine rağmen melodiye eşlik etmeye başladılar. Sonra bir subayın emri ile askerler Víctor'un ellerini kırdılar. Artık gitar çalmıyordu, ama zayıf bir sesle şarkı söylemeyi sürdürdü. Bir dipçikle kafasını parçaladılar ve diğer tutuklulara ibret olsun diye ellerini kesip tribünlerin önüne astılar.” Sözün bittiği yere geldik sanırım ve bu kadar girizgah da yeterli. Daha fazla gevezelik etmeyip sizleri Enri-
co, Tunahan ve Kerem’in yazıları ile başbaşa bırakıyorum. İyi okumalar... 14
YAZI | ENRICO RATSO
aşı kemale ermiş ABD’li dedelerin yarasına bir parça tuz basmak için eminim ki ‘‘Büyük Buhran’’ demek yeterlidir. Ekonomik çöküş, kuraklık, ırk ayrımcılığı derken birçok insanın topraklarından Batı'ya göç etmek zorunda kaldığı 1930’lu yıllar, ekmeğin karneyle bile alınamadığı zor zamanlardı. Neyse ki, millet iradesi tecelli ederek Roosevelt reyizi başkan yaptı. O da köprüler ve duble yollar yaparak halkının teveccühüne layık bir başkan oldu ve ABD’yi kurtardı. Piyasa sistemiyle ilgili ‘’acaba ?’’ sorularının uçuştuğu bu buhran yıllarında, komünizm paranoyasını doyasıya yaşayan ABD’nin de kapitalizmden neler çektiğini anlatan bir Woody Guthrie vardı. Film gibi derler ya, onun hayatı da biraz öyle. Ku Klux Klan üyesi, çocuğuna ABD başkanı Woodrow Wilson’ın adını verecek kadar parti işleri kovalayan, arsa spekülatörü babanın ve Huntington hastalığından muzdarip annenin ortanca çocuğu olarak 1912’de Oklohama’da dünyaya geldi. Şimdi nasıldır bilemem ama, Gazap Üzümleri’nden bildiğimiz kadarıyla ‘’Dust Bowl’’ denilen toz fırtınalarıyla köylünün inim inim inlediği bu memleket, dünyaya gelmek için pek de iyi bir yer olmasa gerek. Üstüne üstlük, bunlara bir de açlık ve sefaletin kol gezdiği Büyük Buhran zamanları da eklenince Guthrie’nin hayatı ibretlik bir hal alıyor. Annesinin ölümü ve babasının borçlarını ödemek için Texas’a gitmesiyle yapayalnız kalan Guthrie, birtakım kötü arkadaşlar ediniyor ve yollara düşüyor. ‘‘Okie’’
Y
denilen ve iş bulmak için Batı’ya-özellikle California- göç eden bu arkadaşlar ‘’ne iş olsa yaparım’’ mottosuyla hayatlarına devam etmeye çalışan büyük bir işsizler ordusu. Hayatımıza Jack London’ı -ve tabi ki Beat Generation’ı- katan bu işşizler ordusunun can damarı olan ‘’Hobo’’luk müessesesi, Woody Guthrie’yi de Amerika’nın işçi sınıfıyla buluşturuyor. Ölüme yollanan madenciler, toprağını kaybeden köylüler, ayrımcılığa uğrayan siyahlar, gerçekten bir parça ekmek arayan dilenciler ve daha aklınıza dünyanın adaletsizliğinden pay alan kim gelirse Guthrie de soluğu onların yanında alıyor. Hatta, kendi de onlardan biri. Böyle bir ortamda aktivist yanı da ister istemez sivriliyor. Bir yandan eşitsizliğe uğrayan insanlar için şarkılar yazarken, diğer yandan da ‘’Woody Sez’’ adlı gazete köşesinde politik düşüncelerini aktarmaya devam ediyor. Bu aşamada karşımıza yine büyük bir isim çıkıyor. Muddy Waters, Lead Belly ve daha nicelerini keşfeden Alan Lomax, Woody Guthrie’yi de böyle bir ortamda keşfediyor.
Amerikan köylerinde, Kongre Kütüphanesi adına, ABD’yi bir kayıt cihazıyla gezen büyük arşivci Lomax, Guthrie’nin ilk profesyonel kaydını yapıyor. Kırık dökük, seil Amerika’yı o kayıtlardan dinleyen ve Amerikan Rüyası’nın gerçekte ne olduğunu bilerek büyüyen bir nesil 68 kuşağı dediğimiz nesil oluyor(Bildiğimiz gibi bütün sağlam adamlar da o nesilden çıkıyor). Peki, Bob Dylan’ın kendisini
hasta yatağında görmek için günlerce yol teptiği bu adamın alamet-i farikası neydi? Woody Guthrie, dünyanın bok-
tan bir yer olmasının gerçek sorumlusunu bulmuştu. Bu sorumluya karşı da, Dünya Savaşı tüm hararetiyle sürerken ONLARIN silahlarından çok daha güçlü bir silah
keşfetti. Bu silah, üzerine ‘This
Machine
Kills Fascists’ yazdığı gitarıydı.
15
Daha sonra kapitalizmin getirdiği tüketme arzusuyla beraber ve medyanın da kasıtlı tavırlarıyla muhalif müzik hedelediği kitlelerin çok çok azına ulaşabildi, onun yerine isyankar gözüken ama aslında tam bir şamar oğlanı olan arabesk müzik kitlelere ulaşırken, devamında Pop müzik ve ardından Techno vs. gibi müzik türleriyle Protest müziğin üstü hep örtüldü.(*) Türkiye’de Cem Karaca’nın
“Ele geçirilmesi gereken plaklar” liste-
YAZI | TUNAHAN SİL
D
ünya çapında yüz yıla yakın bir geçmişi olan Protest müziğin bizdeki yansıması ne yazık ki “Arabesk müzik”. İsyankar gibi gözüküp, aslında olanı kabullenen bir tarz olarak önümüze gelmesi gerçekten üzücü bir durum. Dünya çapında kısaca ele alırsak:
1900’lerde Joe Hill, ardından ten renklerinden ötürü yıllarca hor görülen ve darp edilen zencilerin hüzünle karışık isyankar Blues’u -1930 civarı-, ardından Bob Dylan, Joan Baez ikilisinin müziği -60’larda başlar-, ardından Pink Floyd ile devam eden ve iyice günümüzde çoğu gerçek sanatçının müziğinde bulunan bir baharat diyebiliriz Protest müziğe. Ancak ne var ki Türkiye’de Rock müziğin son on - on beş yıla kadar satanist müziği muamelesi gördüğünü göz önünde bulundurursak bu muhaliliği Halk Müziği barındırırken, muhaliliğin getirdiği kaymak tamamen arabesk müzik sanatçılarına kaldı, muhalif Halk Müziği sanatçılarına da dönem hükümetleri tarafından hapis, sürgün ve -bazı iddialara göre- işkenceler kaldı.
16
sinde bir dönem liste başı olması ve ardından Selda Bağcan, Edip Akbayram ve Zülfü Livaneli gibi isimlerin de bu listede olması, hatta bu yasaklarla yetinmeyip Selda Bağcan’a uygulanan pasaport yasağı ve Zülfü Livaneli’nin belli dönemlerde hapiste olması bu örneklerden bazılarıdır. Hatta bu noktada çok sevdiğim Selda Bağcan için ayrı bir paragraf açmak isterim. Kendisi Türkiye’nin aksine dünyaca ciddi kesimlerce dinlenen, Times dergisinin “Dünya Müziğin-
de Yaşayan Efsane ve Tarihi Kadın Şarkıcılar” listesinde bulunan, yurt dışına defalarca
konser vermeye çıkan, “Türkiye’nin Joan Baez’i” olarak yurt dışında tanınan mükemmel bir sanatçı. Ayrıca Skate 2’de “İnce İnce Bir Kar Yağar”ın Mos Def uyarlaması bulunuyor. (Burası apayrı bir yazı konusu aslında ama kısa kesmek zorundayım) Protest müzik için de geçerli olan çok sevdiğim bir replikle yazımı bitiriyorum izninizle:
”Türkiye’de bir başarı
cezasız
hiçkalmaz.”
(*)Burada amacım kesinlikle Arabesk’e laf etmek değil, ciddi anlamda muhalif Arabesk sanatçıları da vardı ve halen mevcut, ancak genel anlamda medya ve plak şirketleriyle piyasaya sunulan çoğu Arabesk ürünün bendeki izlenimi budur.
YAZI | KEREM YENDİ
andan zincirli, yırtık deri pantolonlar, renkli mohawk saçlar, yüksek sesli bol “distortion”lı şarkılar, mevcut sisteme karşı tepkilerini bol küfürden kaçınmayarak dile getiren bir kültür. Sizlere bu sıkı adamlardan yani Punk’tan bahsedeceğim. Peki nedir bu Punk? Sadece, ardına rock kelimesinin eklenmesiyle meydana gelen bir müzik tarzı mı? Alışılmış moda anlayışının ötesinde bir giyim tarzı mı? Bir grup ergenin bir araya gelip yaşadıkları toplum ve aile baskısından duydukları rahatsızlıkları dile getirmesi mi? Dönemin politik ortamına ve bunun şekillendirdiği sosyal hayat ve kültür-sanat anlayışına karşı doğmuş bir reddediş mi? Punk kelimesinin sözlük anlamına bakarsak ‘’s*ktiriboktan’’, ‘’hasta’’, ‘’rahatsız’’, ‘’çürümüş odun’’, ‘’zırva’’, ‘’saçmalık’’ vb. sözcükleri ile karşılaşırız. Bu sözcüklerin keskinliği 70’ler İngilteresi’nin siyasi atmosferi ve sınıfsal dayatmaları konusunda ipucu verir nitelikte. Demir Leydi olarak anılan ve uyguladığı iktisat politikalarıyla İngiliz halkını, bu halkın emeğini ve yarattığı değerleri yerle bir eden Margaret Thatcher, Punk akımının yayılmasına büyük etki etmiş ve en büyük düşmanı olmuştur. Bu bağlamda punkların çoğunlukla işçiler ve işçi çocuklarından oluşması hiç de şaşılacak bir durum değildir.
Y
Beat akımının babalarından Alan Ginsberg 1979’da yazdığı Dawlishli Punklara adlı şiirinde: “Kentsoylulara Karşı! bayrak açıyor küstahlığınız, o biçim giysileriniz Paranın Yerleşik Düzenine karşı pata küte takılıyonuz garajlarda ilan döktüren gruplarla” dizeleri ile bahseder dönemin punklarından. Punk terimi ise Punk Rock’a dayalı alt kültür için kullanılmaktadır. Punk Rock ilk olarak Ed Sanders’ın “Chicago Tribute” albümü için tanımlamasıyla karşımıza çıkar. Kendi içinde birçok kollara ayrılsa da bu türün İngiltere’den Sex Pistols, The Damned, The Clash, Amerika’dan Ramones, Dead Kennedys ve İskoçya’dan The Exploited karşımıza çıkmaktadır. Müzikal anlamda Punk ın zirve yapmasında büyük rol oynan Sex Pistols grubunun Never Mind the Bollock, Here’s the Sex Pistols albümünden God Save the Queen parçasında geçen iki kelime “No Future” Punk felsefesinin kalabalık ve bir o kadar da sinirli bir kitle tarafından benimsenmesini sağlamıştır. Punk ile ilgili en güzel özeti ise Vivien Westwood şu cümlelerle yapmıştır: "... Onun giysilerini giyinmek için cesur olmanız gerekir. sokakta yürürken tüm dikkatleri üzerinize çekeceksiniz. Bu tepkileri davet eden bir güç gösterisidir. Giysiler genellikle ikirleri sözlerden daha iyi anlatabilir. Bir kitap, bir poster ya da broşür kadar yıkıcı bir silah olabilir: Otobüste yanınızda '’Anarchy in the UK'’ (Birleşik Krallık’ta Anarşi) tişörtü ile oturan biri sizi anında rahatsız eder."
17
“ÖYKÜİ |N İLTİ” SAMET IŞIKAY
Eve nasıl geldim hatırlamıyorum. Hatırladığım; parkta bana piçmişim gibi acıyan gözlerle bakan iki tane sarhoş ve köprüye yönelince dikkatimi çeken koyu bir su birikintisi. Baktıkça beni içine çekmek isteyen bir girdaba dönüşen koyu bir su. Bir diğer sahne, apartmana girince yanan sensörlü ışıklar, dördüncü kata ulaşmak için her bir adımımda sövüştüğümüz beton merdivenler. Sırt çantamla tuvalete giriyorum. Alaturka tuvalet. Fermuarı açmaya uğraşmadan indiriyorum dört gündür götümü sarmalayan şortumu. İdrar torbamın yaptığı baskıyı beynimin iliklerinde hissediyorum. İşemeye başlıyorum. Rota belirlemek yok, rastgele. Sıçrayan sidiklerimin ayaklarımı ferahlattığını hissediyorum. Terlik giyecek ne vaktim ne de mecalim var. İdrar torbam boşaldıkça, beynim boşalır sanıyorum. İrite eden bir yanılgı. Odamın kapısını aralıyorum usulca, çok karanlık,var olan tek ışık; içmeye çalıştığım sigaramın alevi. Odam bıraktığımdan çok farklı bir şekilde derli toplu. Sinirlerim bozuluyor. Ben bu gece dağınık geldiğim odama kendimi çok uzak hissediyorum. Yazgım; yarak kürek deyimine ne de güzel yakışıyor bu gece. Anımsıyorum, bu gece direklerin taşıdığı o boğazıma kaçan ışıkları. Onlar da yetersizdi. Onlardan mahrum, iç güdülerim doğrultusunda bir hayvanmışım gibi buluyorum evimi. Bir şey daha anımsıyorum: Bir adam, kolunda ‘’ Aşk bir hastalıktır, çözümü bizde olmayan.’’ yazan. Usumda yer etmiş, ara sıra reklam gibi geçiyor beynimin merkezinden. Bir bakış yakalıyorum, çok güzel bakıyor. Bakışı gözüme kaçıyor, sanırsın sardığım tütünün dumanı. Yakıyor, akıtıyor. Yavaşça lulaşıyor. Yerden yüksek bir yere gölgesi vuruyor. Son sahne: Yatağıma attığımda kendimi, o gölge tavanımda oluşuyor. Bedenim ele geçiriyor beni ve uyutuyor. Yeni bir yerde uyanıyorum, bir boyut değişimi söz konusu. Bacak ve göğüs kaslarımdaki kasılmalar, titremeler ve karnımda her an kopacak hissi veren bir gerilme. Bunlarla birlikte gelen terlemeler. Göğüs kıllarımın ıslaklığı tişörtüme sinmiş. Çenem; ucunda peynir olan bir kapan gibi, dişlerim durmaksızın birbirine çarpmakta ve ana karakterin ben olduğu bir hikâyeyi üçüncü göz olarak yukarıdan izleyen bir ben var. Müdâhale etmek istiyorum, ama hiçbir şekilde müdâhil olamıyorum. 18
Rüyâ dedikleri o çarpıntıyı yaşıyor endişe ile kendimi seyrediyorum. Müdâhil olamadığım her an iniltiler artıyor, kaslarım beynimi işgâl etmiş umarsızca bu iziksel acıyı bana yaşatıyor. Fiziksel acının yanı başında yaşadığım mental acı arasında sıkışıyor kıvranıyorum. Gözlerimi açmak istiyorum, yeniden doğmak için. Perde önünde gerçekleşen olaylara uzaktan haykırıyor, bitmesi için yalvarıyorum. Kendi ölümümü seyrediyor, hiçbir şey yapamıyorum. Ben yukarıdan olan biteni izlerken, sakallarım umarsızca uzuyorlar. Çenem ilk başta çocukluğumun kokusu olan o ince zarif bitkinin kökünü andırıyor, uzadıkça sakallarım bir odunsunun derin çirkin köküne dönüşüyor. Bu büyüme için ışığa ihtiyaç duymuyor. Her şey siyaha evriliyor her yer karanlık. Alnımdan süzülen terlerle besleniyor, sardığım tütünün dumanına sarılıp durmadan büyüyordu. O ince dallar yeşilliklerini döküyor, kalınlaşıp daha çok dallanıyordu. Dalların bir kısmı kırılıyor, kemiklerimi etlerimi sızlatıyordu. Kontrolsüz bir büyüme eşliğinde, bir ent ordusunun ağır ve emin adımları vardı sakallarımda. Savaşmak için yöneliyorlardı sanki. Peki niçindi bu savaş? Kimin içindi? Uyanma çabalarım boş, kendimi seyretme hâli gittikçe acıtıyordu. Bir süre sonra saldım kendimi, bacak ve göğüs kasılmalarım durağanlaştı, terlemem azaldı. Bu tecavüze dayanacak takatim kalmadı ve hissiz bir şekilde seyre daldım. Kökünün çenemde bittiği sakallarım bir orman olmuş, ön salarda henüz yeni terleyen o tüyler saldırıya geçmişti.Bir ork ordusu kadar çirkin ama inançlı görünüyorlardı. Çarpışma başladı. Taraf yoktu. Sebep ve amaç yoktu. Sadece hiddetli bir şiddet vardı. Sakallarım bir adım daha uzanmak adına köklerini zorluyor geriyordu. Renkler yoktu, sesler vardı; haykırışlar inlemeler. Ölüm vardı, kan yoktu. Günah vardı, Tanrı yoktu. Öfke vardı, koku yoktu. Zaman kırıktı. Zaman acıyordu. Korkuyla açtım gözlerimi, iniltiyle birlikte gelen gözyaşlarım vardı. Annem karşımdaydı. Babam yoktu. Annemin yüzünde yaşanmışlığın o belirgin izleri vardı. ''Korkma ben varım.'' dedi. Anlamsızdı, ama uyandırmıştı beni. ''Rüyamdaki cinayeti ben işledim anne.'' dedim. Gülümsedi ve bu anlamlıydı.
BİLİM İLİM LİM İM MMM! YAZI | ÖZGE ŞENTUNALI
B
ilim denildiğinde pek düzenli bir tanım akla gelmez. Deneyler, buluşlar, laboratuvarlar, izikçiler, kimyacılar gibi kelimelerle açıklanmaya çalışılır. Tabii ki yanlış değildir. Hatta en basit haliyle bilim, bu tip kavramlarla zihinde oluşur. Kısaca tanımlarsak; doğada bulunan her şeyin deney ve gözlem-
lerle, mantıklı ve tutarlı bir şekilde yorumlanması sonucu elde edilen çalışmalara bilim diyoruz.
Peki çılgın bir bilim insanı (Bilim insanı tabiri de üniversite hayatımda kafamıza vurula vurula öğretildiğini söylemeden geçemeyeceğim.) olmak için nasıl bir yöntem
izlememiz gerekiyor? Öncelikle, bazı ilkelere dikkat etmemiz gerekiyor. Şöyle ki; atacağımız her adım, evrensel, tümevarıma saygılı, bilimsel yasalara uygun, birikimli olarak ilerleyen, akıl ve mantık çerçevesinde, uygulanabilir, tekrarlanabilir, kesin, doğrulanabilir ve aynı zamanda nesnel olmalıdır. Burada bahsedilen nesnellik aslında ulaşılan bilgi açısından nesnelliktir. Bir konuda sürekli farklı ikirler ortaya çıktığından öznellik de vardır. Yani nesnelliğe ulaşma yolunda öznellik de kullanılır. Kısaca, yasa ve teoriden de bahsedelim. Bu ikisi arasındaki farkı öğrendiğimiz zaman makinemizi yapmaya başlayabiliriz. Bu ikisi birbirinden farklı kavramlardır. Teori problemin başlangıcından sonuna kadar olan süreci tüm ayrıntılarıyla içerir. Yasa ise tek bir konuyu açıklar. Yani teori geniş bir konuyu içerip içinde yasalara yer verebilir. Yaa öyle işte… Bu ilim bilim işleri böyle yürüyor. İbret olsun diye biraz da başımıza icat çıkaran şu “çokbilmişlerden” bahsedelim.
Şu buluşlar neymiş bir göz atalım. Bilimde her buluşun bir hikâyesi vardır. Bazıları tesâdüi, bazıları şaşırtıcı şekilde gelişen olaylardır. Ampulün icadı Thomas Edison olarak bilinir. Fakat çok önemli biri daha vardır, Nicola Tesla. Edison’un yanında çalışmış, ampul için gerekli olan elektriğin aktarılmasını geliştirerek Edison’a yardımcı olmuştur. Fakat yaptığı çalışmaların karşılığını göremeyip Edison’un gölgesinde kalmış bir bilim insanımızdır. Aynı zamanda kısıtlı imkânlarla yapmış olduğu çok az insanın bildiği birçok buluşu da vardır. Mikrodalga fırını, neon ışınlarını, otomobillerdeki ateşleme sistemini, loresan lambayı icat etmiştir. Dünyada ilk defa kendi laboratuvarından uzaya ses dalgası göndermiştir. Dünyanın ilk hidroelektrik santralini Niagara Şelalelerinde Tesla gerçekleştirmiştir. En önemli çalışması alternatif akım sayesinde Tesla, Nobel ödülüne lâyık görülmüştür. Fakat ödülü Edison’la paylaşma durumundan dolayı kabul etmemiştir. Kendisini Prestij ilminden de tanıyoruz. Radyoaktivitenin kâşilerinden Henri Becquerel ise siyah kâğıda sarılı ilm, para ve üzerine konmuş uranyum kristalleriyle ilgili çalışmalar yürütmüştür. Deneylerinin güneş ışığında olacağını düşünerek sürekli açık havada çalışmıştır. İstediği sonuçları ise alamamıştır. Yağmurlu bir günde düzeneğini çekmeceye kaldırmasından sonra işler değişmiştir. Çalışmasına devam etmek için düzeneğini çıkardığında ilmi banyo etmeye karar verir ve ilmde paranın izinin çıktığını görür. İzlerin yol açtığı şeyi ise karanlıkta görünmez şekilde ilerleyen X ışınları olarak tanımlamıştır. Bu hikâyeler farklı kaynaklarda farklı şekilde anlatılmış olabilir. Hatta o kadar çok rivâyet var ki, Edison Tesla’nın evini yakmış da, hakkında kötü kötü dedikodular yaymış diyorlar (gıybet).
Becquerel için de “o kadar da tesadüf olur muymuş?” diye dü-
şünmüyor değilim. Lafın kısası, onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine. Pluton’a se-
lam, bilime devam. 19
20
21
BiR TUTAM NiHiLiZM BiR TUTAM DA SARKAZM YAZI | EMRE SÜZER
S
on zamanlarda büyük ivme yakalayan, değerinden daha üst yerlere konulan karakterlerden bahsedeceğim. Bu eleştirim karakterleri yazanlardan ziyade bunu popüler kültür mezesi haline getirenlere. Bu durumdan sıkılan ve aynı duyguları paylaştığımız büyük bir kalabalık olduğunu biliyorum.
Sıkıntıların sebeplerinden başlıcası yaratılan karakterin adeta onu yaratanın ellerinden kayıp, izleyicinin eline geçmesi. Daha arabesk bir ifade ile anlatacak olursak karakterin yazarını aşıp halka mal olması diyebiliriz. “Bunda kötü olan ne?” diyebilirsiniz. Ancak teknolojinin sürekli gelişmesi ile birlikte artan tüketim hızı yüzünden birden popüler olan karakterler bu zirveye çok hızlı çıkarılmakta ve ardından aynı hızda yerin dibine sokulmaktadırlar. Tabi bu göklere çıkartma ve diplere batırma durumu yazarlar için de geçerli. Buna gösterilecek en büyük örnek Sir Arthur Conan Doyle’un yarattığı efsane karakter Sherlock Holmes’tür. Yaratıcısı Artur Conan Doyle, Holmes’ü Baş düşmanı Moriarty’nin eli ile Reichenbach şelalesinde öldürülmüş ancak çok büyük tepkiler gelmesi üzerine tekrar bir hikaye yazmak zorunda kalmıştır. Zeki dedektif Holmes bu yeni öyküde şanına yakışır bir biçimde geri dönmüştür. 22
Sherlock Holmes bu hayran kitlesini sonuna kadar hak eden bir karakter olduğundan “Olursa nasıl olmalı?” sorusunun cevabı olarak gösterilmelidir. Ancak günümüzde bu tip kalkışmalar hemen hemen her karakter için yapılmaktadır. Bu konuda popüler kültürün çok fazla eleştirilecek noktası var. Bunu en yakınınızda ki kitapçılara giderek bile tespit edebilirsiniz. Beni rahatsız eden şeylerden birkaç örnek vermem gerekirse bunun en başını ‘’True Detective’’ dizisinde ki Rust Cohle karakteri çeker. Diziyi kısaca özetlersek; Amerikan taşrasında cinayetler işleyen ve bu cinayetlerde pagan ve okült semboller kullanan bir seri katilin soruşturması diyebiliriz. Tabii bu kadar basit değil. Bu dizinin diğer klişe polisiye dizilerden en büyük farkı hikayeyi dolu bir şekilde uzun bir zaman dilimine yayması ve seyirciyi karakterlerin değişimleri üzerine odaklaması. İşte bu ana kadar şahsım adına çok büyük bir yere sahip olan dizi Rust Cohle karakterinin üzerine fanboyları tarafından aşırı anlamlar yüklenmesi ile tadını kaybediyor. Rust Cohle çok fazla abartılarak, hatta bazıları tarafından İsa’yla bile özdeşleştirilerek çizgisinden kayıyor. Bu konu sadece çizgisinden çıkan karakterlerle de sınırlı kalmıyor, her yapımda bir metafor, simge, sır arayan hayran kitlelerinin oluşmasıyla devam ediyor.
İnsanların bir şekilde kendilerine yol çizecek lider, önder aramaları aslında sıkıntılı bir konu değil. Sıkıntı insanların kendilerine önder yaratmak için hayali televizyon karakterlerini seçmeleri. Kitabını, teorisini ve yaptıklarını bilmedikleri halde iki-üç güzel aforizma yaratan insanları çok yüksek yerlere koymaları bu konuda kimseye toz kondurmamaları bu yüzdendir. Kendimizi senarist koltuğuna koyalım ve düşüne- Günümüz aforizma manyaklarıyla dolu. Bu durum: lim. Sizin yazdığınız dizi hakkında durmadan teo‘’Üç kuruşluk insanlara beş kuruşluk değer riler üretiliyor ve siz “Bunu ben düşünmedim ki” çıkmazına giriyorsunuz. Bir süre sonra fan kitlesinin verirsen kalan iki kuruşla seni satarlar’’-Mevlana, yahut isteklerine cevap vermeye çalışıyorsunuz ve bu da “Bu zamana kadar hep yazdın artık biraz da sizi köşeye sıkıştırıyor. Bu konuyla ilgili Freud reüstünü çiz.” -Bob Marley yisin güzel bir açıklamasını paylaşmak istiyorum; Bir gün Freud’a durmadan rüyasında puro gören bir adam gelir ve bunun bilinçaltındaki karşılığı nedir Gibi saçma sapan ithalara kadar varıyor. Bu kodiye sorar. Freud’da “Bazen bir puro sadece bir mik alıntılar insanların hiç bir şeyi araştırmaması ve purodur.” diyerek adeta bir Nasrettin hoca edasıy- kafa yormamasından kaynaklanıyor. Bu insan tipi, la cevabı yapıştırır. Ardından masanın üstüne çıkıp önüne atılan her popüler kültür malzemesine hayran kolunu sallayarak “öttürdüm, öttürdüm” diye ba- kalıyor ve doğruluğunu sorgulamadan kabul ediyor. ğıran Freud’un bu gerçekliği doğrulanmamış anısı, söylemek istediklerimi özetleyen niteliktedir. Yazıyı bitirmeden önce size çok pratik, evinizde kolaylıkla yapabileceğiniz ve çok tutacak bir karakter Dilerseniz siz de bu örnekleri evinizde çoğalta- tarii vereceğim. Bir tutam hayattan vazgeçmişlik,bir bilir, aileniz ve arkadaşlarınızla tartışabilirsiniz. tutam nihilizm ve bir tutamda sarkazm eklerseniz tadından yenmeyen bir karakter yaratır. Kabul günlerine damganızı vurursunuz. Hayırlı işler. Geçmiş döneme bakarsak yaptığım bu eleştiriyi ‘’Lost’’ dizisinde görebilirsiniz. Dizideki her nesnenin bile bir simge bir mesaj anlamına geldiğini iddia eden izleyiciler bir süre sonra kendi kendilerine yarattıkları soruların cevaplanmadığını söylediler. Tabii Lost çok bozdu ona itiraz edecek değilim.
23
YAZI | SELİN ÖĞRETEN
Her yıl olduğu gibi bu sene de cosplay (karakterlerin taklit edildiği kostüm ve performans sanatı) çılgınlığı aldı yürüdü ve bizlere renkli kareler bıraktı.
Comic-Con
’dan İnciler... Dostlarım, bu ay içimde bir acı, bir burukluk var. Nedenini söylediğimde bir kısmınız “Yine ne diyorsun sen?” derken diğer taraftan “Allah daha büyük dert vermesin” sesleri gelecek. Ama biraz beni dinlediğinizde geri kalan ve benim gibi hissedenlere katılacaksınız bence, sonra hep bir ağızdan “Hayaller, hayatlar” diyeceğiz. Çok uzatmadan anlatıyorum: Amerika’nın Güney Kaliforniyası’nda bulunan San Diego şehrinde düzenlenen Comic-Con geçtiğimiz günlerde gerçekleşti. Peki Comic-Con nedir? Comic-Con 1970’ten beri düzenlenen uluslararası çizgi roman fuarıdır. Fakat zamanla ve ünle bu güzel fuarımız başta Hollywood’un dev isimlerini bünyesinde toplamış ve dünyanın her yerinden insanları akın akın kapısına getirmiştir. Peki neler olur Comic-Con’da? Bu soruya vereceğim cevap tam bir ürün yerleştirmesi olur, o yüzden kafanızda şöyle canlandırmaya çalışayım; çıkacak en süper ilmler, diziler, oyunlar, animeler , 24
çizgi romanlar tüm oyuncularıyla ve kamera arkası ekibiyle, size işlerini orada bulunarak -evvet bizzattanıtır. Ve en iyi yanı fuarımız dört gün, dört koca gün sürüyor! Gelelim bu sene neler yaşandığına… Her yıl olduğu gibi bu sene de cosplay (karakterlerin taklit edildiği kostüm ve performans sanatı) çılgınlığı aldı yürüdü ve bizlere renkli kareler bıraktı. Bunun dışında gelecek olan yeni yapımların ilk kareleri yayınlandı ve bunların arasında özellikle değinmek istediklerim var. İlk başta DC Comics, büyük atağı olan Batman vs. Superman’in yeni görüntülerinin ardından Suicide Squad adlı çizgi romanından aynı isimle uyarlanan ilminin ilk fragmanını paylaştı. Batman vs Superman: Dawn of Justice’ı ne yazık ki çok büyük bir merak ile beklemesem de Suicide Squad bizlere DC evreninin en önemli kötü adamlarını tanıtacak ve bu çok heyecan verici. Bir de DC yapımı dizilerimiz var ki yayınlanan haberleri ben prensip olarak paylaşmıyorum, takip eden arkadaşlara ön bilgi (spoiler) vermemek için. Bunun yanı sıra Marvel ise yepyeni bir Deadpool ile geleceğini, bunun yanında dizilerinin de yeni sezonlarında sinematik evrenine göndermeler yapacağını açıkladı. Ama
yeter bu kadar çizgi roman derseniz sizlere birkaç efsanenin dönüşünün de Comic-Con’da yer aldığını belirtmeliyim. Heroes dizisinin devam serisinin tanıtımından, The Walking Dead’in yeni sezonuna oradan ise beni en heyecanlandıran kısımlarından biri olan Star Wars: The Force Awakens’in kamera arkası görüntülerine kadar daha birçok şey kaçırdım. Sosyal medya sağolsun, ne diyelim. 1970’lerde olsaydık ne yapardık? (Yazar burada avunamadı) Orada değildim ama olabilenleri kıskanarak çılgınca takip ettiğim için yaşamış kadar oldum. Ben Comic-Con’u takip etmeye başlayalı 8 yıl oldu ama belki seneye bu yazıyı size oradan yazarım, 40 derece hissedilen havayı soğutamayan klimaya bakarak değil. Umarım ufacık da olsa kendimi yine, yeniden ifâde edebilmişimdir.
Gözlerimde yaş, kalbimde sızı, yine gelemedim Comic-con!
25
NEVADA’DAN GEÇM “… dilce susup bedence konuşulan bir çağda biliyorum kolay anlaşılmayacak kanatları kara fücur çiçekleri açmış olan dünyanın yanık yağda boğulan yapıların arasında delirmek hakkını elde bulundurmak” İsmet Özel/ Amentü
YAZI | BİLAL SÜNBÜL
İ
ki ilmden bahsetmek istiyorum. Bunlar: Nicolas Roeg’un 1971’de çekilen Walkabout (Sonsuz Çöl) ile Terrence Malick’in 1978’li Days of Heaven (Cennet Günleri) isimli ilmi. Öncelikle bu iki ilmin de ortak bir yanını belirtmek istiyorum. İki ilm de bende yumuşak bir kumaşa dokunma hissiyâtı uyandırdı. Bunun sebebi ilmlerin nailiği veya ılık ılık ilerleyen tatlı dokusu değil. Zira iki ilm de alt metninde bir vahşet, bir güdülenme barındırıyor bana göre. Bu ortak hissiyâtın nedenini sorguladığımda, ilmlerin, içimde tam olarak tanımlayamadığım bir özleme yaklaşıyor olduğumu duyumsatmış olmaları sonucuna vardım.
Walkabout ilminden başlamak istiyorum. Filmimiz, kitaptan uyarlama bir senaryo olup, Roeg ta-
rafından 1971 senesinde çekilmiş bir ilm. Walkabout kavramı, “yabanagönderme” manâsında olup, Avustralya’nın yerlileri olan Aborjinlerin yetişkinlik dönemine gelen genç erkeklerin kendilerini ispatlaması için çöl hayatına gönderilmesi ve burada bir hayatta kalma mücâdelesini ifâde ediyor. 26
ME FASLINDAYIM Film, babalarının intihâr etmesi üzerine çölde yalnız kalan bir abla-kardeşin yaşam mücadelesini ve genç bir Aborjin’in onların hayatlarıyla kesişmesini ve birbirlerine hayatta kalmaları için yardım etmelerini konu ediyor. Üst metninde bir yaşam savaşı olan ilm; özünde çölün çorak toprakları gibi içinizde bir şeyleri çatırdatmaya, tabu olması bile tabu olan şeylerin çatlak vermesine yol açıyor. İlkel ile modern olanın kıyasıya yarışını ve tezatını seyircinin gözüne gözüne sokarak değil de, kişinin imgelemini zorlayarak ve zihnini hazırda tutarak yapabilen yönetmenimiz Roeg, bir yandan da ilkel hayatın nimetlerine olan meyilini gizlice belli ediyor. Lynch’in Eraserhead ilminde kahramanın evinin dışında sürekli uğuldayan makina sesleri, endüstriyelleşen modern dünyanın kişiyi daha da vahşileştirmesine gizliden gizliye bir fon müziği olmuşsa Walkabout’ta da tam tersi şekilde yönetmenimiz gözümüzü gönlümüzü açarak ayan beyan bir ilkel hayat güzellemesi yapıyor. Bunun sonucu olarak aynı temayı Lynch sürrealist bir şekilde modern hayatı karalayarak; Roeg ise alegorik bir şekilde ilkel hayatı yücelterek veriyor. Biraz misal verelim. Filmin başında, modern hayattaki öyküsü verilen iki kardeş, evlerinin hemen önündeki denizde yüzmek yerine, sitenin (?) havuzunda yüzmektedir. Modern hayatın biçim verip bize uzattığı meta, doğal olana karşı savaşında galip gelmektedir. İlerleyen sahnelerde ise çıplak bir şekilde göle beraber
giren bu iki kardeş ve yerli kahramanımız Aborjin yüzerken, kızın çıplaklığının Aborjin’in gözünde onu bir cinsel meta yapmadığını, aksine Aborjin’in bu durumu doğallığın bir tezâhürü olarak algıladığını görüyoruz. Zîrâ meteoroloji çalışanlarının sahnesinde, modern erkeklerin, aralarındaki kadının vücudunu biraz daha görebilmek için gösterdikleri çaba sahneleniyor. Bunun zıttında ise ilkel kahramanımızın üryan gezen kızımıza karşı -kendi kültürünce aşık olmasına rağmen- dönüp bakmaması, dikkatinin meyilinin buna olmaması yer alıyor. Filmde yerli kahramanın sadece açlığını gidermek için ihtiyacı olan bir hayvanı avlaması ile, modern insanın zevk için doğanın dengesini hunharca bozması da karşı karşıya gelen olgulardan birisi. Bir sahnede küçük çocuğun (henüz bilinci tam modern tabulara kapılmamış) yoldan geçen sahipsiz develere pek anlam verememesi, ve bugüne kadar develeri sadece bir insanın güdümünde olan hayvanlar olarak biliyor olması sonucu kafası karışıyor. Çünkü deve, bir insan tarafından sahip olunan bir nesnedir fakat yabanda bu develer özgür bir şekilde dolaşmaktadır. Bu yüzden küçük çocuk algısında develeri, sahipleriyle beraber görmeye başlıyor. Ve yine ilm boyunca İngiliz abla, yerli Aborjin ile hiçbir şekilde anlaşamaz çünkü dilleri birbirinden oldukça farklıdır. Fakat küçük çocuk modern hayatın motor yağına daha pek bulaşmadığı için, elleriyle ve bedeniyle anlaşabilmektedir yerli Aborjinle. 27
Bunlar gibi birçok sahnede devamlı bir kıyaslama yaşanıyor, yönetmen de bu yarışı pek az diyalogla, pek güzel bir dille anlatıyor bize. Galibi söylemiyorum, burası bâri spoiler kalsın. Filmin en büyük eksisi ise kesinlikle müzikleri. Bilmiyorum, yönetmen bu müzikleri seçerek bir iğrenme hissi oluşturmak istemiş de olabilir. Sonuç olarak birçok yönüyle beğendiğim, sinemanın kıyıda kalmış, değeri günyüzüne çıkarılamamış bir ilmi Walkabout.
Days of Heaven ilmine değinelim biraz da. Hem senaryosu hem yönetmenliği Terrence Malick’e
ait olan ilmde; çalıştığı fabrikalarda dikiş tutturamayan, zenginlik planları yapan ve bu planları ince ince işlemeye çalışan Bill ile eşi Abby ve Abby'nin küçük kız kardeşinin hikâyesi anlatılıyor. Şehirdeki işinden atılan Bill ve eşi ile küçük kız, hasta ve ölüme yakın bir genç adamın sahibi olduğu çiftlikte çalışmaya başlıyorlar. Ve Bill, çok sevdiği eşini de birtakım çirkin işlere bulaştırarak, zengin olmak için planlar yapıyor.
“Al gözüm seyreyle” ilmi Days of Heaven. Terrence Malick, Badlands’ten sonra yine bir pastoral şölen sunuyor gözlerimize. Çünkü çok büyük bir özveriyle çektiği sahnelerin her biri ayrı sanat eseri olabilir. Hatta bu ilme bakarak erken dönem Nuri Bilge Ceylan diyebiliriz Malick için. Öyle ki, ilmin muazzam gün doğumu, gün batımı sahneleri hakîkî zamanlarında çekilmiş ve böylece görüntüler yapay değil, doğal haliyle resmedilmiş. Manzarası çok kısa bir süre olan gün batımı gibi bir vakitte pek çok sahne çekilmeye çalışılmış örneğin. Olmadığında ise aynı sahne sabırla ertesi güne bırakılmış. Tabii bu da sahnelerin bir kısmının haliyle doğaçlama olmasına yol açmış. Ve ilmin sinematograisine kafayı bu denli takan Malick, montaj ve kurgu aşamasında iki sene kaybediyor ve ilm ancak 1978 senesinde gösterime girebiliyor. İyi etmiş gibi duruyor aslında. Zira ilm; sinematograisiyle ülkesinde akademi ödülü kazanırken, Cannes’da ise Malick'e en iyi yönetmen ödülünü kazandırıyor. Tamamen farklı içeriklere sahip olsalar dahi, bu muazzam sahneler bana Reha Erdem’in Jîn ilmini çağrıştırdı. Reha Erdem bizlere daha kahverengi ilmler sunarken, Malick ise buğday sarısı bir ilm hediye ediyor. Yazının başında belirttiğim yumuşak bir kumaşa temas ediyormuşum hissiyle çerçevelenmiş görüntüler, kim olsa kişiye bir yerinden dokunmayı başarır gibi geliyor bana. Hissetmeye çalışın. Bütün bunlara ek olarak ilm size genç bir Richard Gere, oyunculuğuyla etkileyen bir Sam Shepard, tatlı mı tatlı bir Brooke Adams izlettirecektir.
Bu ilmin alt metni ile üst metni güzel bir dengeye oturmuş. Ayrıca ilm; sanat ilmi ile klasik ilm arasında ama sanat ilmine biraz daha yakın olan bir çizgide ilerliyor. “Homo sapiens”i tam olarak günyüzüne çıkaran Malick, acı bir varoluşu da sorgulatıyor bu ilmin içeriğinde. Bir ilişkiler yumağı anlatılıyor ve bu yumak alegorik bir şekilde seyirciye verilmeye çalışılıyor. Fakat ben bu ilmde, diğerinden farklı olarak içerikten ziyâde biraz daha üslûba, sinematograiye, estetiğe değinmek istiyorum. *İsmet Özel, Amentü.
28
ÖYKÜ | ENDER ÇOBANOĞLU | MESUT ‘PROOFHEAD’ ÇİFTÇİ ÇİZİM | AYSUN AKTUNA
Gilruz’un Kayboluşu -2-
‘’S
izden bir şey rica edebilir miyim ?’’, dedi. Sustum ve evet anlamında başımı salladım.
“Acaba saçlarım için bir şeyler yapabilir miyiz? Bugün benim için özel bir gece olacak.” Bu esnada merdivenlerden paldır küldür bir şeyler düştü. Kurter’di bu, sesimizi duy-
muştu. Merdiven başında belirdi Gilruz’a odaklanmış bir şekilde. Gilruz, daha önce hiç fark etmediğim bir korkuyla içeri giriverdi. Ben de tek kelime etmeden içeri girdim ve kapıyı kapattım. Gilruz kaybolmadan önce bizi gören son kişi Kurter oldu böylece. Oturma odasının ortasına bir sandalye çektim ve Gilruz’u oturması için buyur ettim. Elindeki geniş çantayı odanın girişindeki köşeye bıraktı. Etajerin üzerini boşaltıp duvarla arasına büyük bir ayna yerleştirdim. Etrafı olabildiğince toparlayıp, elimdeki bu değerli malzemeyi işlemeye başlamak için kolları sıvadım. Sonrası makas sesleri ve fön uğultusu… İşimi bitirdikten sonra Gilruz ayağa kalktı. Hınzır bir gülümseme ile “Çok beğendim, iyi akşamlar!” dedi ve çantasını alıp koşar adımlarla çıktı evimden. Yıllardır sakladığı güzelliğini bütün dünyaya gösterecekmiş gibi mutlu ve sabırsızdı. Ben de arkasından tek kelime edemeden boş gözlerle bakakaldım. Az önce kızın oturduğu sandalyeye çöküp televizyonu açtım. Akşam haberleri yeni bitmişti. İçimde ilizlenen sevinç duygusu yerini bunalıma bırakmıştı. Gilruz’un aynı gecede aniden ortaya çıkıp kayboluşu kafamda birçok soru işaretine neden oldu. 29
Ertesi gün her zamanki saatte dükkânı açtım. Daha temizliğe başlayamadan kapıda iki polis, arkasında da ev sahibim belirdi. Kadın bağırarak beni gösterdi ve “Ona da sorun. Kız en son onun yanına inmiş!” dedi. Gözleri ateş saçıyordu. Olayların bu kadar hızlı gelişmesine hayret etmiştim. Gilruz kayboldu, polisler geldi, dükkânımı aradılar, evimi aradılar, naile! Bütün olayların merkezinde kalmıştım. Ne yaparsam yapayım Gilruz çıkmıyordu aklımdan. Bu genç kıza âşık mıydım, yoksa bir tür şefkat duygusu muydu içimdeki karar veremiyordum. Bir yandan da bu yokluk sadece beni etkilemişti sanki. Ev sahibim, eskisinden daha sakin bir hayata kavuşmuştu. Benden nefret etse de başka çaresi olmadığı için kirayı günü gününe istiyordu. Kurter ise görünmez olmuştu. Eminim ki o da günlerdir evden çıkmıyordu. Gilruz’un gidişinin üzerinden haftalar geçmişti. Polis bir defa daha çağırıp birkaç kâğıt imzalattı. Benden başka kimsenin kayıp kızın adını bile hatırlamadığını düşündüğüm akşamların birinde kendi içime sığamayıp dışarı fırladım. Kafamı kapıdan çıkarır çıkarmaz merdivenlerin başında Kurter’i gördüm. Tek adımda merdivenlerden atlayıp üzerime çullandı. Beraber benim evin içine düştük. Seri bir hareketle boğazıma yapıştı. “Buraya kim taşındı?’’ diye sordu yine. Ellerinden kurtulup “Benim Kurter, benim” diye nefes nefese sayıkladım. Bu sefer bağırarak hızlı hızlı sorular sormaya başladı Kurter. ‘’Senin araban ne renk’’, ‘’Gilruz’u nereye götürdün’’, ‘’sen Gilruz’un kocası mısın’’, diye sordu. ‘’Onu annesine ver’’; ‘’yoksa çok ağlar’’, dedi. Bu esnada Kurter’in sesini duyan annesi koşarak geldi ve açık kapıdan girip ayırdı bizi. Defalarca özür diledi benden. Sonra Kurter, annesi ve ben, hep birlikte evlerine çıktık. Derin bir nefes alıp meczup oğlunu anlatmaya başladı kadın.
“Gilruzlar bu apartmanı satın alıp taşındıkları gün Kurter’i elinden tutmuş parka götürüyordum. Gün boyu aklından çıkmamış olacak, bütün gün onu sordu. Tam kapılarının önünden geçerken tutturdu Buraya kim taşındı anne?’ diye. Bilmediğimi söylesem de susmadı. Eve girmeden elimi bırakıp bir alt kata inmek için aniden merdivenlere atladı. Gerisini tahmin edebilirsiniz. Aşağı kata kadar merdivenlerden yuvarlandı. Beyninde hasar oluşmuş dediler, hayatta kalması bile mucizeymiş…’’ Elimdeki soğuyup kalmış çayı sehpaya bırakıp kalktım. Evden çıkmak üzereyken duvarda asılı bir fotoğraf karesi gördüm. İki küçük çocuk, bir adam ve üç kadın… Fotoğrafa baktığımı gören kadın hızlı bir hamleyle çerçeveyi kaptı ve beni kapıya kadar sürükledi. “Asiye Hanım pek iyi niyetli değildir, bize geldiğinizi söylemeyin” deyip arkamdan kapıyı kapattı. Evime döndüğümde aklımda Kurter’in annesinin dedikleri vardı. Gilruz’un annesi kimdi? 30
Demek düşündüğüm gibi, Asiye Hanım -ev sahibim- değildi. Fotoğraftakiler kimdi? Küçük kız! Kızıl saçlı küçük bir kız ve bir de genç kadın. Anne ve kız belki de? Ertesi sabah Kurter’in annesi kapımı çaldı. Günaydın bile demeden söze girdi. “Gilruz buradan bir arabaya binip gitmiş. Kurter o gece görmüş. Kızı belki de annesi almıştır” dedi ve bir nefeste yukarı çıkıverdi. Evet, Gilruz’u bulmak bana kalıyordu artık. Fotoğraf koleksiyonumdaki her fotoğrafın arkasında müşterilerimin telefon numaraları yazardı. Hatırlı ve eli kolu uzun bir müşterimi fotoğraların arasından bulup aradım. Kadının müthiş bağlantıları ve kira kontratımda yazan bilgiler sayesinde ev sahibim Asiye Hanım’ın oğlu –Gilruz’un babası- ve boşandığı eşi –Gilruz’un gerçek annesi- hakkında bilgiye ulaştım. Kızı son gördüğüm anı düşündüm, yanındaki çantayı hatırlamaya çalıştım. En üstte koyu mavi bir kep vardı ve yakın zamanda üniversiteye başlayacağını biliyordum. Yakındaki tüm liseleri araştırdım ve kızın okulunu buldum. Nihayet, okul müdüründen yalvar yakar bir adres alabildim. Evlerine vardığımda kapıyı, saçları Gilruzunkiyle aynı renkte olan genç bir kadın açtı. Tanımadığı yüzüme şaşkınlıkla baktı. Arkadan çıkagelen Gilruz’u görünce, ikimizin de yüzüne sıcak bir tebessüm yayıldı. Böylece yeni hayatıma ilk adımı, o kapıdan girerek attım. Annesi boşandıktan sonra Gilruz’un babaannesi, oğluna toz kondurmamış ve babası kızın velayetini de aldıktan sonra Gilruz’un annesine kızını uzun bir süre göstermemiş, sonra da yurtdışına gitmiş. Babaannesi, Gilruz çok küçük olduğundan ona karşı anne rolünü üstlenmeye çalışmış. Ancak zeki bir kız olan Gilruz, bir süre sonra “vazgeçemeyeceği annesini” aramaya başlamış. O gece bana geldiğinde, annesi aşağıda onu bekliyormuş. Aynı gece kız liseden mezun olup diplomasını aldıktan sonra annesinin evine gitmişler. Asiye Hanım birkaç defa aramış Gilruz’u çağırmak için ama boşuna. Gerçek annesiyle yaşamayı kafasına koyan Gilruz, üniversite tercihlerini bile buna göre yapmış. Minnetle ayrıldığım o eve, defalarca ve defalarca geri döndüm. Önce evimi, dükkânımı ve sonra tüm hayatımı bu yeni şehre taşıdım. Şimdi oturmuş Gilruz’un üniversiteden mezun oluşunu izliyoruz. Kızıl saçları bu denli uzaktan bile seçilebiliyor. Tıpkı yanı başımda bana sokulmuş kızını izleyen Marta gibi. Bazen parmak uçlarımı kokluyor, farklı kokuları duyuyorum. Ancak uykudan uyanıp gözlerimi ovuştururken burnuma gelen bu kokular, bir yemekten arda kalan lezzet zerrecikleri olmuyor hiçbir zaman. Marta’mın o muhteşem saçlarına ve kokusuna bulanarak uyanıyorum her sabah.
31
ETKİSİZLİĞİN KUDRETİ
ÖYKÜ | EFLA EFSUN DECHETS
H
içliğin simgesel karşılığı “Sıfır”dır. Dünya üzerinde her şeyin simgesel bir karşılığı vardır. Örneğin acıya veya sevince “Çok acı”= 100 sayısını simgelettiririz. Veyahut 10 rakamını. Çünkü bu sayılar “En” hissini verir. Her olayın, her duygunun, her acının, her ölümün, her doğumun matematiksel bir karşılığı vardır. Peki ya hiçlik? Bunun karşılığı ne? Sıfır mı?- Sıfır, 12. yüzyıla kadar kullanılmıyordu.- İnsanlar sıfırı manasız, etkisiz, tepkisiz olarak kabul edip kullanmadılar. Hadi sizinle (Sıfırın) diğer sayıları nasıl becerdiğini ve yok ettiğini kanıtlayalım. Daha yüksek matematik ve yüksek izik kullanılmaya başlanmadan, Maya uygarlığı (0) rakamını kullanıyordu. Bunun yanı sıra gök bilimcilerin en popüler rakamıydı. (Dikkat! Daha insanların matematikle tanışmadıkları dönemler bunlar) Hatta 8. yüzyıla kadar (0) yer belirteci olarak kullanılıyordu. Güçlü ve egoist rakamlar= (1,2,3,4,5,6,7,8,9). 10. yüzyıl ve hala sıfır kullanılmıyor.
Hiçlik kabul edilmiyor. Kabul edilmiyoruz. Peki bir düşünelim neden? Toplama işleminde bir sayıyı sıfırla topladığın zaman sayı tekrardan kendini veriyor (10+0= 10) Yani sayı zarar görmüyordu. Bir de sıfırla çarpalım (10x0= 0). Yani sıfır bu noktada rakamı yok edip sonuca kendini veriyor. 32
Yok edip, parça pencik edip kendini değerli kılıyor. Diğer bütün işlemlerde de hep aktif bir yıkım görevi görüyor.
Sıfırın yok edici özelliği fark edildiği için mi kullanılmadı? Hiçlik fark edildiği için mi, tımarhaneler veya uyku hapları bulundu? Hadi tehditkâr ve kendimize güvenerek bir cümle kuralım “0” olmasaydı bir sikim olmazdı diyelim. Neden mi? Şöyle ki, sıfırıncı boylam, sıfır derece sıcaklık, sıfır enerji, sıfır kütle çekimi. Hidrojen ve helyumun sıfır derecede aktif hale gelmeleri. Burnundan ve ağzından aldığın oksijenin sıfır derecede en sağlıklı şekilde ciğerlerine ulaşması. Sıfır hata - Sıfır sıkıntı vs. diye günlük hayatına kadar girmiştir. Sıfır onluk sistemde hem devasa sayıları, hem de mikroskobik küçüklükleri ifâde etmemize yarar. Şimdi de sıfırın bu iğrenç hayatımızda ki yerine değinelim. Sıkılmadınız değil mi? Güzel. Ben de öyle tahmin etmiştim. Şimdi, saat sistemine göz atalım. 60 Saniye= 1 dakika yapar. 60 dakika ise 1 saat yapar. Sıfır olmasaydı zaman olmayacaktı. Hadi sıfırı çıkar ve saymaya başla= (1,2,3,4,5,6,7,8,9) Ne oldu yemiyor mu? Hadi ama sıkıldım devam etsene. İlerleyemiyorsun değil mi? “Geçmişte sıfır yokken nasıl sayıyorlardı?” diye bir soru sorabilirsin. Hemen aydınlatayım seni ama biraz bekle, sigaram bitmiş. Yeni bir sigara yakayım önce. Tanrım bu sigara-çakmak ilişkisi, sigaranın ilk yanış hâli ve çıkarttığı ses, muazzam. Neyse. Sıfır yokken nasıl sayıyorlardı ? Şöyle ki, 105060= (MMLCDXIIX) şeklinde. Zeki Romalılar böyle bir yol buldu. Eksik kaldıkları yerde harleri kullandılar. Peki sıfırın diğer sayılardan üstünlüğünü somut olarak kanıtla dersen, bir de somut olarak olarak görelim dersen. Şunu yaparız. Şöyle ki, (1,2,3,4,5,6,7,8,9)= Egoist rakamlar. 0= Etkisiz rakam.( En azından egoist değil. Safı net lan) Örneğin; 7’yi 0,01 bölelim 70 rakamını elde ederiz. 0,01’i 70’e böldüğümüzde ise 700 rakamını
elde ederiz. Yani sıfır rakamını kullanmadan sonsuzluğa ulaşamayacaksın.
Hiçlik senin muazzam derecede ihtiyacın olan tek şey. İşte bu yüzden, delilere, şizofrenlere, otistiklere, batmışlara, tükenmişlere, sıfıra vuran var herkese iyi bak. Tek ihtiyacın olan onların damarlarındaki hiçlik ve sıfırlıktır. Unutmayalım, en beklenmeyen şeyler bizi en çok etkiler. Sıfır, yüzyıllardır kabul edilmeyen, inanılmayan, tahmin bile edilmeyen bir rakamdı. Ama şimdi onsuz ne matematik ne de izik var olabilir. Hayatını sıfıra vurmuş insanlar; onlara ise değersiz, mecrasız, başaramayan, ilerleyemeyen, kat edemeyen insanlar olarak baktılar, şimdi ise sıfıra vuranlar dünyayı, iziği, matematiği yönetiyor.
Bkz: Delilik gül bahçelerine girmeni sağlayacak tek kapıdır.
‘’Bu insanlar neden deli ?’’ sorusu değil. ‘’Bu olanlara rağmen neden bu insanlar delirmiyor ?’’ sorusu makbuldür. Sonuç olarak
Görünmeyen bağlantı, görünen bağlantıdan daha kuvvetlidir... Facebook: Efla Efsun Dechets
33
YOL ÖYKÜ | DOĞUKAN IŞIK
I
slak bir Nisan sabahının altın renkli aydınlığı, caddeyi uykusundan uyandırıyordu. Gökyüzü gri ve yumuşaktı. Traik ışıklarının renkleri daha bir berrak, daha bir canlıydı. Alçak duvardan sarkan iğde ağacının yaprakları, yerçekimine yenik düşmüş olmanın burukluğunu duyumsatıyordu. Sokağın iki yanındaki karaağaçların uçları birbirine dokunuyor, caddenin sonundaki haif dalgalı denizden gelen tuz ve yosun kokusu havayı yatıştırıyordu. Adam, en sevdiği gömleğinin üzerine geçirdiği deri ceketiyle kendini sokağa bırakmıştı. Günlerdir olduğu gibi o gün de bölük pörçük uyuyabilmişti. Gözlerinin altında mora çalan siyahlıklar oluşmuştu. Son günlerde epey zayılamış, yanaklarının içeri çöktüğünü gizlemek için tıraş olmamıştı. Solgun görünüyordu. Solgun yüzünü saklamak için biriktirebildiği kadar sakal biriktirmişti. Etrafında olup biten her şeye boş gözlerle bakıyordu. Evinin bulunduğu sokağın köşebaşındaki marketin kepenkleri de o boş bakışlardan nasibini almıştı. Havada sakin bir aydınlık vardı. Bu sakin aydınlık, apartmanların pencerelerindeki ipek perdelerin kıvrımlarını belirginleştiriyordu. Sokaktan hiçbir gürültü gelmiyordu. Karşı kaldırımdaki sokak kedisinin durup ona dik dik baktığını fark etti. Önünde duran çakıl taşını kırk beş derecelik bir açıyla havalandırdı. Alçak bir kıvraklıkla taştan kurtularak özensizce park edilmiş bir arabanın altına attı kendini hergele. Kedi siyahtı. Bu durumda yaptığı tam bir ırkçılık oluyordu. Yürümeye devam etti. Akşam serini gibi çok ağır yürüyordu. Kafasının bulanıklığını yanına almış, devrile sarsıla dükkânların önünden geçiyordu. Günün ilk sigarasını henüz içmemişti. Ceplerini yokladı. Sigarasını buldu. Ceketinin iç cebinden çakmağını çıkardı. Tam ateşleyeceği sırada duraksadı. Gözlerini çakmağa sabitledi. Çakmağın eski sahibini, o çakmağa bir zamanlar dokunan eli avucunun içine alıp, bu yoldan usulca yürüdüklerini anımsadı. Yüzünün kıvrımları sertleşti. İstemsiz, ısrarcı bir hüzün yerleşiverdi göz çukurlarına. Gövdesinin soluna doğru kocaman, mutsuz bir delik açılmış gibiydi. Bu duygunun ağırlığıyla adımları da seyrekleşmişti. Bir metre solundan geçen motosikletin iniltisini duydu. Motosikletleri hep çok sevmişti. Tekerleklerin nizamî devinimlerini seyretti. Birkaç saniye sürmüştü bu. Motosikletin caddenin sonuna doğru giderek küçülüp kayboluşunu izledi. 34
Yolun sağından yürüyordu. Ya da yol onun solundaydı, önemi yoktu. Küçükken sağını solunu kendine nasıl öğrettiğini anımsadı birden; mahalle maçlarını çok severdi. Hele bir de aşağı mahalleye yeni taşınan kız balkondan onu seyrediyorsa daha çok severdi. Beş ya da altı yaşında olmalıydı. Baklavasına bir maçtı ve takım baklava için hiç para ödememişti. Kendilerini yenilmez ilan etmişlerdi. Tek yenilmezliklerinin bu olduğunu yirmili yaşlarında öğreneceklerini bilmiyorlardı. Maçlar, beşte devre onda biterdi. Beşte devre onda biter ! Tekerleme gibiydi. Bu kuralın varolmasını başka bir nedene dayandırmak mümkün değildi. Skor dokuz dokuzdu ve orospu çocukları o gün onları yenmek için ölümüne koşuyorlardı. Kazanmak zorundaydılar. Yenilmez ilan etmişlerdi kendilerini bi kere. Kazanmalılardı. Takım kaybetsindi. Ama o mutlaka kazanmak zorundaydı. Mahalleye yeni taşınan, şimdilerde adını bile hatırlayamadığı kız balkondaydı çünkü. Bütün bunlar aklının kıyısından ışık hızıyla geçerken top ayağına gelmişti. Karşısında sadece kale ve muhtemelen şişman olduğu için, istemediği halde kaleye geçmeye zorlanmış olan kaleci vardı. Ani bir kararla, sağ ayağıyla hayatının şutunu çekti. Hayatının şutu, hayatının golü olmuştu. Bunu yirmi üç yaşına geldiğinde dahi unutamayacağını nereden bilecekti ! Sağ ayağını altı yaşından beri çok seviyordu. Ne zaman sağını solunu düşünmesi gerekse sağ ayağında o golün heyecanını hissediyordu. Sağ ayağı o olduğuna göre solunu idrak edebilmesi bir saniyesini bile almıyordu. Sigarasının son demlerini, ciğerlerini yırtıp parçalamak istercesine çekiyordu. Düşünceleri o kadar belirsizdi ki çıldırmak üzere olduğundan neredeyse emin olacaktı. Bir nevrotiğin kafatası ilmlerindeki çekim hatalarını bulmaya çalışması kadar anlamsız geliyordu yaşananlar. Öyle sıkılmış, öyle bıkkın bir adam olup çıkmıştı ki kendi kendine bile konuşacak hâli yoktu. Kendini pastel boya gibi hissediyordu. Biri gelip onu karıştırmış, kâğıt berbat olmuştu. Sert olduğu için çabuk kırılmış, gururu yerle bir olmuştu. Kaybetmeyeyimin telaşıyla kendini çok fazla çiğnemiş, ödün vermişti. Bu kadarı fazlaydı. Fazla gelmişti. ''Sahi, neden gitmişti?'' diye durup bir aralık düşündü. Kesin bir nedeni yoktu. Belki çok hızlı gitmişlerdi. Belki de bir süre gizemli gelmişti kadına. O da gelip bulmacaya şöyle bir bakmış, çözdüm sanıp heyecanını yitirmişti. Belki ‘’bundan adam olmaz’’ diye düşünmüştü. Belki de haklıydı, ondan adam olmazdı. Bilmiyordu. Cevap belirsizdi. Belirsizliği bir türlü sevememişti. Bu şey hasta etmişti onu. Damarları tıkanmış gibiydi. Başparmağıyla işaret parmağının ucunu işaret edip, küçücük de olsa bir cevap ister gibi baktı gökyüzüne. Konuşamadı. Kızgın asfaltın tarifsiz esmerliğinde kendini görüyordu. Hiçliğin içerisine yaka paça atılmış gibiydi. Yirmi üç yaşındaydı ama kendini otuzlu yaşların sonunda gibi hissediyordu. Hafızası, kaşları püskül püskül bir mahalle berberinin usturası kadar keskin görüntüler sunuyordu. Onun yüz hatlarını kesinlikle unutturmuyor, teninin daimî sıcaklığını iliklerine kadar hissettiriyordu. Birden, o yanında uyurken nefes alıp verişlerini içine nasıl çektiğini hatırlıyor, bir daha ona dokunamayacak olmanın delirmişliğini kirpiklerinin ıslaklığına yediriyordu. Gece boyunca o göz kapaklarının arkasında neler olup bittiğini merak etmişti. Hayatında ilk defa bir kadını merak ettiğini içinden itiraf ederken yanaklarını avucunun içine almıştı. Yastığı, onun saçları olmadan taşlaşmış bir çuvaldan öte bir şeye benzemeyecekti artık. Bunun farkındalığıyla dudaklarına tatlı bir gülümseme yerleşmişti. Kollarını boynuna dolayıp, sevişmelerinin yorgunluğuyla o kadar derin bir uykuya dalmıştı ki, uykusunun içine girip beraber birer sigara tüttürmek bile istemişti. Abajurun sarıya çalan ışığı, biçimli dudaklarını gölgeliyordu. Bir kadını seyretmek, bir kitabı tekrar tekrar okumak gibi tatlı gelebilir miydi? Geliyordu işte. Güney Amerika'yı boydan boya motosikletle geçmek gibiydi. Ankara'nın suratsız kaldırımlarında konuşmadan yürümenin huzurunu solumak gibi... Şehrin tüm çirkinliğini, pisliğini, adîliğini örter gibi pürüzsüzdü bedeni. Gözlerini ondan ayırırsa Tanrı'nın emeklerini boşa çıkaracakmış gibi hissediyordu. Saatlerdir yürüyor, yürüyordu. Tunç rengi bir akşamüstü aydınlığı çökmüş, Kadıköy'ün ışıkları belirginleşmeye başlamıştı. Işıkların aydınlattığı yüzlerde onun yüzünü arıyordu. Onun olmayan her yüz, bir taksicinin kafasının arkası gibi samimiyetsiz ve yabancı geliyordu. Göz çukurlarına dolup sakallarının arasına sızan tuzlu su kurumuş, cildi gerilmişti. Günbatımına benzeyen acayip bir rüzgâr yüzünü yalıyordu. Yaşamı, heyecanını yitirmişti. İki dakika daha nefes almaya tahammülü kalmamış gibiydi. Yürüyordu. Yol, bitmiyordu. Sanki o yürümüyor, asfalt geri gidiyordu. Nereye gittiğini bilmiyordu. Bilse gider miydi, onu da bilmiyordu. Bir kadının karşısında bile isteye gardını indirip olduğu gibi durmuş, karanlığın en koyuluğunda kendini bulması ise sakınılmaz olmuştu. Kendine yürüyordu. En başa, yalnızlığına... 35
YAZI | SAMET AYDİLEK rkeklere renkleri sevdiren, kadınlara “Haydi göbekleri eritmeye gidiyoruz” dedirten yeni bir marka girdi hayatımıza. Yeni dediğime aldanmayın eski ve bir o kadar da köklü bir marka aslında. Özellikle son zamanlarda attığı büyük adımlarla tam anlamıyla “eve dönüş” yaşattı bize. Evet, sokakta herkesin ayağında gördüğümüz o rengarenk ayakkabıların yaratıcısından, Nike’tan bahsediyorum. Nike’ı çoğumuz çocukluğundan beri biliyordu, kimileri ise yeni model Air Max’ler ile tekrar hayran kaldı bu markaya. Eminim ki pek çoğunuz Nike’ın yaratılış sürecini, ardında yatan hikâyeyi öğrenince daha da saygı duyacaksınız. Öncelikle isminin nereden geldiğiyle başlayalım. Nike, Yunan mitolojisinde zafer tanrısı. Markayla da uyumlu bir anlama sahip, bu da hâliyle bir sıfır önde başlatıyor. O meşhur tik işaretine benzeyen logo ise sadece 35 dolara bir öğrenciye çizdirilmiş.
E
36
Logonun ilham kaynağı ise Yunanistan’daki kalıntılar. Şimdi ise Nike’ı global bir marka yapan, Pazar payını %13’den %43’e taşıyan sloganına gelelim. Hepimizin aklına kazınan o meşhur slogan aslında bir îdam mahkumunun son sözleri. 1970’ler ve 80’ler ABD için aerobik ve zinde kalma furyasının başladığı yıllar. O sırada pazarın tek hâkimi Reebok. Buna karşılık Nike, pazar payını artırmak için ajansından kapsamlı bir kampanya istiyor. Ajans projenin verilmesine yirmi saat kala izledikleri belgeseldeki Gary Gilmour’un “Let’s Do It” sözünü duyuyor ve slogan buradan esinlenerek oluşturuluyor. Yani her markanın altında yatan ilginç bir hikâye var. Bu hikâyeleri bilmek o markaya olan bakış açımızı belirliyor. Son olarak size söylemek istediğim küçük bir detay var. Hepimizin bildiğinin aksine söylenişi ‘’Nayk’’ değil ‘’Nayki’’.
Just Fontaine
YOK ARTIK ALİ SAMİ!!! YAZI | CAN DOĞAN
S
por tarihinin geniş yelpazesinden faydalanarak, yaşanan en ilginç olaylardan TOP 9 (Ne o öyle klişe klişe 10-20 falan; farkımızı ortaya koyuyoruz. Tabular yıkılmak içindir) listesini oluşturduk.
1. İsviçre Futbol Takımı'nın harika defansif peformansının, şanssızlıkla(!) birleşmesi
"2006 Dünya Kupası'na ikinci turda veda eden İsviçre, kalesinde hiç gol görmeden elenen ilk takım olarak kupa tarihine yazıldı." Fransa'nın da olduğu grupta, mis gibi dört gol atmışsın lider çıkmışsın. İkinci turda Ukrayna gibi dişine göre bir rakip de bulmuşsun. Ama sen gidip ne yapıyorsun? Yüz yirmi dakika gol atamadığın gibi seri penaltı atışlarından hiçbirini gole çeviremiyorsun. Sonuçta ne oluyor? Almanya'dan Alplere doğru yolculuğa başlıyorsun. Savunma ve hücum birbirinden ayrılmaz parçalardır. Bunu sakın unutmayın.
2. Yıldırım aynı yere değil iki,
dört kere de düşermiş "Futbol tarihinde 'En çok bacağı kırılan futbolcu' rekoru Just Fontaine'a ait. Kariyeri boyunca dört kez ayağı kırılan Fransız golcü, 1962'de tekrar ayağı kırılınca futbolu bıraktı." Fontaine'in sahip olduğu tek rekor bu değil. 1958 Dünya Kupası'nda attığı on üç gol ile bir Dünya Kupası'nda en çok gol atan futbolcu rekoru da kendisine ait. Ne yazık ki ayağının birçok kere kırılması, bu denli yetenekli bir oyuncunun erken yaşta futbola veda etmesine sebep olmuştur.
3. Yedek kulübesini yeterince ısıtmış olsa gerek "Profesyonel sözleşmeye imza atıp, ‘En uzun süre oynamayan futbolcu’ eski Liverpool kalecisi Jorgen Nielsen olarak kayıtlara geçti. Hvidovre'den 26 yaşında transfer edilen ile bekçisi, tam dört yıl, on bir ay forma giymedi." 1997 yılında Liverpool'a gittikten sonra Ikast'a kiralandı. Orada dokuz maçta forma giydikten sonra, Wolverhampton'a gönderildi. Kiralandığı ikinci takımda bile forma şansı bulamadı. 2001-2002 sezonun sonuna kadar Liverpool'da antremanlarda boy göstermekten öteye geçemedi. 37
4. Bir yaprak koysaydınız bari
"MÖ 900 yılında ilk jimnastik oyunlarında tüm atletler (hepsi erkek) hareketlerini çırılçıplak ve canlı müzik eşliğinde yapıyorlardı" Dönemin şartlarına göre normalliği tartışılmaz ama şu anki kafa yapısıyla düşününce ve günümüze uyarlayınca gülmemek elde değil.
5. Karşılıklı gol var oynayanlar kulaklarını çok çınlatmıştır eminim
"Arjantin'den Martin Palermo, Arjantin - Kolombiya maçında 3 penaltı kaçırdı, Maçı 3-0 Kolombiya kazandı" 1999 Copa America'da C Grubu'nun liderlik maçıydı. Kaçan penaltılar Arjantin'i hem liderlikten etti hem de çeyrek inalde Brezilya'nın eline düşmesine neden oldu. Arjantin'in kısa süren kupa macerasını, Martin Palermo'nun bir direğe nişanladığı, bir auta attığı ve bir de kalecinin kurtardığı (zaten başka nasıl kaçırabilirsin penaltıyı, bütün yolları kullanmış) penaltılara bağlayabiliriz.
6. 22 adam 1 topun bile peşinden koşamamış
"Hatay 2. Amatör küme takımları olan Kumspor ve Yayladağspor müsabaka alanına top getirmedikleri için oynanması planlanan maç tatil edilmiştir" Yöneticiler, malzemeciler, futbolcular, teknik direktörler, hepiniz unuttunuz anlarım da, koskoca şehirde top alacak bir tane bile yer yok mu?
7. Hayat herkese adil davranmıyor
"1979-80'de Trabzonspor sadece on iki galibiyet alarak şampiyon olurken, 1989-90'da Malatyaspor aynı sayıda galibiyet alarak küme düştü." 1979-80 sezonunda her galibiyet iki puan değerindeydi. Ona rağmen alınan on iki galibiyet Trabzonspor'u şampiyon yapmaya yetti. Malatyaspor'un ligden düştüğü 1989-90 sezonunda ise dört farklı bir galibiyet daha edebilseydi, sadece ligde kalmaktan kurtulmuyordu; ligi 6.sırada bitirme şansını da elde ediyordu. Ligden beş takımın düşmesi de bunda bir etken ama sonuç olarak alınamayan tek bir galibiyet Malatyaspor'u sekiz sıra birden geriye atarak, ikinci lige düşmesine sebep oldu.
8. Bilmiyorsan oynama kardeşim
"Amerikan Caltech kolej basketbol takımı 26 yıl (1985-2011) yani 310 maç hiç galibiyet almamıştır." Yazar arkadaşım Aykut Çakar ile aynı formayı giydiğimiz lise takımımız da üç sene boyunca galibiyet alamamıştı. Bu arkadaşları çok iyi anlayabiliyorum. Medeni cesaretlerinden ötürü de binlerce kez tebrik ediyorum. Gerçekten büyük başarı, isteseler beceremezler. Bu yılın başında da tam atmış bir yıl sonra arka arkaya iki maç kazanmayı başarmışlardır. Bu istikrarla devam ederlerse birkaç yüzyıl sonra kendilerini NCAA şampiyonu olacaklarına dair hiç şüphem yok.
9. Yeteneksizlik mi? Taş gibi savunma mı?
"1936 yılında Polonyalı ve Rumen sporcular arasında oynanan masa tenisi maçında ilk servisten sonra sayı olana kadar tam 132 dk geçmiştir" Futbol maçı penaltılara, basketbol maçı 5-6 uzatma devresine, voleybol maçı 5 sete gitse dahi bu süreye ulaşamaz. Hele bir de bu süre maçın toplam süresi değil. Sadece 1 (yazıyla bir) sayı için geçen süre. Maçın ne kadar sürdüğünü bulamadım ama keşke o kadar eski tarihte gerçekleşmeseydi de o sayının görüntülerini izleyebilseydik.
Suruç'a sadece oyuncak ve barış götürmek için yola çıkan kardeşlerimi saygıyla anıyorum. Yine güzel insanlarımız eksildi aramızdan. Hayatlarını adadıkları bu eşitlik ve barış yolculuğunu, geride bıraktıklarınız olarak; biz devam ettireceğiz. Gözünüz arkada kalmasın. 38
ŞİİR | HASAN UKİL
Bırakın beni,ben bi öleyim. Ozaman düzelirim belki azda olsa Bırakın beni, ben bi öleyim El sallıyayım size kıyıya uzak bir gemiyle giderken. Görmezsiniz belki ama hissedersiniz bir vakit. Bırakın beni, ben bi öleyim Yalan mutluluklarım son bulur, gerçek bir gülümseme yerleşir belki de yüzüme Bırakın artık ben bi öleyim Kırlangıç geçer belki üzerimden Ben uzun uzun onu izlerim hiç üşenmeden Bırakın şimdi ben bi öleyim...
39
FOTOĞRAF/ YAZI | UTKU TAN ÇAĞLAN