SAYI 120 EYLÜL 2017
İÇİNDEKİLER
SAYI 120 - 10. YIL http://issuu.com/golgedergi twitter.com/golgeDergi instagram@golgeDergi facebook.com/groups/golgeedergi www.golge.dergi.info golgedergimail@gmail.com
RÖPORTAJ : SÜMEYYE KESGİN İLE ELSEWHERE ÖNCESİ SONRASI
6
HİKAYE : TRAVMATİK ABİYOGENEZ
10
YAZAN: SELÇUK GÖKHAN KALKANOĞLU ÇİZEN: ENVER GÖKHAN ALTUN
ZÜMRÜDÜANKA’NIN GÖLGESİNDE YAZAN: MEHMET BERK YALTIRIK
HİKAYE : GÖLGE KRAL YAZAN: KENAN ÇETİNKAYA ÇİZEN: BORA ÖRÇAL
EDİTÖR
GÖLGE GÜÇLERİ ÜZERİNE
TUĞBA TURAN
YAZAN: TUNÇ PEKMEN
YAYIN KURULU OLCA KARASOY ATİLLA BİLGEN HASAN NADİR DERİN AYNUR KULAK MEHMET BERK YALTIRIK MUSTAFA EMRE ÖZGEN
HİKAYE : İKİ ÜLKE BÖLÜM 3 YAZAN: ÇAĞRIL TAŞTAN ÇİZEN: GÖKÇE DENİZ
FİLM İNCELEME GÖLGEDE KALANLAR YAZAN: HASAN NADİR DERİN
HİKAYE : GÖLGESİZ YAZAN: EMRECAN DOĞAN
BİR GÖLGE OLSANIZ YAZAN: MUSTAFA KILCI ÇİZEN: HÜSEYİN ESEN
GÖLGE ET BAŞKA İHSAN İSTEMEM YAZAN: ATİLLA BİLGEN ÇİZEN: YUNUS KOCATEPE
REDAKSİYON
ÇİZGİ - ROMAN TANTO
ECEHAN BİÇEN
YAZAN: ONUR ÇETİNCENGİZ ÇİZEN: HÜSEYİN ESEN
KAPAK EREN ERSOY
ARKA KAPAK TOLGA TANYEL
GRAFİK TASARIM EMİN İLHAN
HİKAYE : HIRLI BÖLÜM 5 YAZAN: SELÇUK GÖKHAN KALKANOĞLU ÇİZEN: ENVER GÖKHAN ALTUN
FİLM İNCELEME : FACES - YÜZLER YAZAN: İLKER YAVUZ
16 24 30 33 53 56 59 62 69 74
HİKAYE : BİR GÜNCENİN DELİSİ BÖLÜM 3
77
ÇİZGİ - ROMAN UYARLAMASI ANİMELER NEREDE?
82
HİKAYE : KAGENOMO
86
YAZAN: ATİLLA BİLGEN
YAZAN: OLCA KARASOY
YAZAN: ÇAĞRIL TAŞTAN
Gölge e-Dergi, internet üzerinden yayınlanan kolektif emekle hazırlanan, özgür ve özgün içerikli alt kültür dergisidir.
15
VARKOLAKLARIN GECESİ BÖLÜM 10 YAZAN: MEHMET BERK YALTIRIK
10. YIL GALASI YAZAN: TUĞBA TURAN ÇİZEN: YUNUS KOCATEPE
91 94
EDİTÖR DER Kİ
Editör der ki; Bir varmış, bir yokmuş. Bundan on sene önce bir Gölge Dergi doğmuş. Dergiyle aynı gün doğan ve aynı adı taşıyan Gölge Kız, kendini birdenbire derginin sayfalarından fırlamış olarak bulmuş. Her ay başka bir çizerin üflemesiyle nefes almaya devam eden Gölge Kız, kimi zaman Noel Baba gibi babacan isminin altında gizli gizli kapitalizme hizmet eden adamlarla görüntülense de, gaz maskesi ve Türk bayrağıyla Gezi’deki duruşunu belli etmiş. Kimi zaman hayal kahramanı Prenses Leia’yı da aramızdan alıp götüren Carrie Fisher gibi kahramanlara saygı duruşu dururken, kimi zaman da gerçek hayatta aramızdan ayrılan Vargo gibi, Giovanni Scognamillo gibi, Metin Demirhan gibi eşsiz dostların arkasından ağıt yakarken görüntülenmiş. Gel zaman git zaman Gölge Kız büyümüş, tabii onu çizen adam ve kadınlar da. Bunlardan bazıları, çocukken mahalle arasındaki tozlu arsada top oynarlarken keşfe-
dilip, Real Madrid’e transfer olduktan sonra mahalleye dönünce son model arabasının peşinden ‘Hadi top oynayalım!’ diye koşturan çocuklara yüz vermeyen futbolcu triplerine girmişler. Gölge Kız’ın doğumunda emeği geçenler, 10. doğum gününde onun için bir mum bile yakmak istememişler.
Gölge Kız yine de çok vefalıymış. Ona hayat veren dergisinin eski ve yeni kapaklarını derginin her sayısını itinayla koruyan Dergibazlara teslim etmiş. Etmiş etmesine de, gözünden de bir damla yaş düşmüş. “Keşke,” demiş, “Marvel ya da DC’nin kağıda basılı kahramanları kadar değerim olsaydı insanların gözünde...”
“Sen üzülme,” demişler Dergibazlar Gölge Kız’a. “Herkes kendi Gölge’si kadar yer kaplar bu dünyada. Senin bir damla gözyaşın mürekkep olur, sonraki ayın Gölge Kızlarına renk olur. Ama sen yine de ağlama. Senin değerin başka.”
Gölge Kız Dergibazlara emanetini teslim ettikten sonra, düşmüş yollara. Bakalım nerede bulacakmış kendini bir sonraki macerada?
120. sayısı ile 10. yılını idrak etmiş Gölge Dergi editörlüğü adına Tuğba Turan aka Balık Hafıza
GÖLGE 10. YIL ÖZEL - RÖPORTAJ
ÇİZEN
SÜMEYYE KESGİN 6
GÖLGE 10. YIL ÖZEL - RÖPORTAJ SÜMEYYE KESGİN İLE ELSEWHERE ÖNCESİ SONRASI
Gölge Dergi: Öncelikle nerelidir, nerede yaşar Sümeyye Kesgin? Sümeyye Kesgin: Muğla’lıyım, son 5 yıldır İstanbul’da ikamet ediyorum GD: Çizime nasıl merak salmıştır, üç yaşından beri elinde kalem gezmekte midir? SK: Tam olarak kaç yaşında başladığımı hatırlamıyorum ama her çocuk gibi çiziyordum, ortaokul ve lise zamanlarında da çizmeye devam ettim. Üniversitede ilk önce Edebiyat fakültesinde bulundum, ama beni gerçekten neyin mutlu ettiğini, hangi işi yapmak istediğimi fark etmem biraz zAman aldı. Grafik bölümünden mezun olduktan sonra alanımı tamamen illüstrasyon ve çizgi romana yönelttim. GD: Nelerden etkilenmiştir? Kimleri okumuş, kimlere hayran kalmıştır? SK: Bu oldukça geniş bir alan, ama çizgi roman söz konusuysa, Moebius sanırım en favori isim benim için. GD: Sinema sevdiği sanatlar arasında mıdır? SK: Elbette. Yaptığım iş, sinemanın bir nevi kağıt üzerinde panellere ayrılıp bezenmiş hali benim için. Hala izlediğim her film ve dizideki çekim açıları ve kurgularını incelerim.
GD: Çizgi-romanların sinemaya aktarılması olayına ne der? Kendi çizdiklerinin aktarılmasını ister mi? Aktarılanları başarılı bulur mu? SK: Çizgi roman ve mangaların sinemaya uyarlanmasında son yıllarda ciddi bir artış var ancak çok azının iyi uyarlamalar olduğunu düşünüyorum. Bu tabii ki göreceli bir durum ama bir kitap veya çizgi romanın ruhunu, bıraktığı izi beyaz perdede de hissedebilmek beni daha mutlu ediyor. Bununla birlikte birçok süper kahraman fil-
7
GÖLGE 10. YIL ÖZEL - RÖPORTAJ
Faerber’ın benimle sosyal medyadan iletişime geçmesi ile başladım. Marc ta Jay de internet sayesinde işlerimi gördüler ve benimle çalışmak istediklerini söylediler. mi ise izleyiciyi eğlendirme odaklı ve bununla da bir sorunum yok açıkçası. Sadece kültleşmiş yapıtlara daha fazla özen ve sadakat gösterilmesi güzel birşey, Watchmen buna iyi bir örnek. GD: Image Comics’le yollarınız nasıl birleşmiştir? SK: İlk olarak Top Cow Productions(Rise of the Magi)’ta çalışmaya başladım. Marc Silvestri’nin işlerimi sosyal medyada görüp benimle iletişime geçmesi sayesinde. Bildiğiniz üzere Top Cow, Image Comics’in bünyesinde, ama Image’in aksine onlar ‘creator owned book’ yapmıyorlar. Image’dan çıkan Elsewhere’le ise tamamen bunu yapmaktayız, yani yaratıcılarının tüm eser haklarına sahip olduğu bir kitap. Bir nevi kendi eserimizi Image’a bastırıyoruz diyebilirim. Bu yola ise yine bir başka değerli yazar olan Jay
GD: Rise of the Magi’nin konusunu alabilir miyiz biraz? Bu hikaye devam etmekte mi, bitti mi? SK: Rise of the Magi fantastik bir sihir dünyası ve gerçeklik arasındaki savaşta omzuna büyük yükler binen sıradan bir çocuğun macerasını anlatıyor. Hikaye devam etmiyor ama sonu açık bırakıldı. Ben de hala son iki fasikülün cilt olarak basılmasını bekliyorum. GD: “Elsewhere”e gelinceye kadar başka ne çizmiştir, nerelerde çizmiştir? Elsewhere nerede, nereden doğmuştur? Neden adı Elsewhere’dir? Kitabı nerelerden bulabileceğiz? Devam edecek midir? Konusu nedir? SK: Sadece Türkçe yayınlanan Deli Gücük, Dumankara gibi albümlerde Levent Cantek’le kısa hikayeler yaptık. DirenÇizgiroman’da Can
8
GÖLGE 10. YIL ÖZEL - RÖPORTAJ GD: Sümeyye’nin hayalinde başka ne çizmek vardır? Senaryo gönderilse çizebilir mi yoksa sadece kendi hikayelerini mi çizer? SK: İyi yazarlarla çalışmak, daha fazla iyi kitap üretmek en çok hayalini kurduğum şeylerden biri. Bir diğeri de bir gün hem yazarı/hem çizeri olduğum bir eseri ulusal ve uluslararası alanda yayımlatabilmek. GD: Gölge Dergi’yi takip ediyorsunuz sanırım. 10 yıldır gönüllülük esası ile devam eden Gölge Dergi’ye de bir şeyler çizmek ister misiniz? SK: Büyük özverilerle hazırlanan Gölge Dergi’ye büyük saygı duyuyorum, zamanında sizin için bir kapak çizmiştim, önümüzdeki zamanlar izin verirse yine bir şeyler çizmekten mutluluk duyarım. 10. yılınız kutlu olsun! GD: Teşekkür ederiz. Size de yazar-çizerlik maceranızda nice 10 yıllara der, başarılarının devamını dileriz. 2017 Yalçınkaya ile yine kısa bir hikayemiz bulunuyor. Bunları yaparken ayrıca yerli storyboard, animasyon sektörüne de çalıştım ve ardından Magi ve September Mourning(Topcow) geldi. Kitabın ismini yazar koydu, anlamı ‘başka bir yer’ demek. Başka bir yer çünkü orası yeryüzü değil. Kitap gerçek hayatta ‘kaybolan’ gerçek kişilerin başka bir evrende gözünü açmasını ve akabinde gelen maceralarını anlatıyor. Ve baş karakterimiz bilinen en ünlü ‘kayıp’ vakalarından bir olan Amelia Earhart. Zamanın erkek egemen döneminde Amerika’da büyük başarılara imza atmış bir kadın ve 1937’de bir rekor denemesinde okyanus üzerinde hiçbir iz bırakmadan kayboluyor. Bu bakımdan Elsewhere hem gerçeklik hem hayali olanı aynı potada eriten bir kitap. Kitabı online satın alabilir ya da İstanbul-İzmir-Ankara’daki çizgi roman dükkanlarından sipariş edebilirsiniz. İstanbul’daki Paralel Evren ÇR dükkanı hariç tek tek hangi mağazanın getirttiğini bilemiyorum maalesef
9
GÖLGE 10. YIL ÖZEL - TRAVMATİK ABİYOGENEZ
TRAVMATİK ABİYOGENEZ YAZAN: SELÇUK GÖKHAN KALKANOĞLU
Güneş, tepelerin ardından doğarken, tüm yaşam enerjisini ormana dağıtıyor, onun kudretli ışınlarının dokunduğu ağaçlarda ve altındaki hayat dolu toprakta neşeli kıpırdanmalar yaratıyordu. Ormana dalga dalga yayılıyordu yeni gün. Her bir aralığa sızıyor, hiç bir köşeyi yalnızlığa terk etmiyordu. Güneş yükseldi, yükseldi. Sıcacık ışınların uzanışını seyrederken, yaşamın bonkörlüğünde kavrulanların adlarını saydı içinden: “Gümüş Nehirler. Kızılcık Tepesi. Ve işte, şurada da Lavanta Vadisi.” Kısa süre sonraysa, yeni günün ışıkları gökyüzüne iyice nüfuz etmişti. Bütün o maviliği hafifçe kızıla doğru kırıyor, bulutların çevrelerinde kıvrılırken de onları küçük mantarlar şeklinde biçiyordu. O, bütün bunları tepenin zirvesindeki yıllanmış yerinden seyrediyordu. “Kendi doğumuma şahit olmak gibi,” diye düşündü, Güneş’in kutsal dokunuşundan payını aldığında. Seyrettiği bu muazzam sahne, O’na bilincine kavuştuğu ilk anı anımsatmıştı. O gün de sımsıcak bir dokunuşla sarılmıştı. Biraz haşin, yıpratıcı bir kucaklamaydı bu. Fakat O’nu karanlıktan, dirimsizlikten çekip çıkartmıştı. Yıllar önce de göğü beyaz pamuktan mantarlarla donatan neşeye hayran kalmıştı. Şimdi de aynı hayranlıkla temaşaya dalmıştı. Doğrusu, kendisine yurt edindiği ve hiç ayrılmadığı tepesinin zirvesi birazcık keldi. Genişçe bir alanda yalnızca çıplak toprak vardı. Ve hemen ötesindeyse… “Ağaçlar… ağaçlar… ağaçlar… Göz alabildiğine, dört bir yöne doğru uzanıyorlar. Elbette, gökyüzüne de…” Aralarından yükselen çığlıkları, ötüşleri, ulumaları dinledi kısa bir süre. Fısıldaşmaları, bağrışmaları, haykırışları. Doğduğu gün de
böyle kocaman bir kargaşa vardı. O’na öyle geliyordu ki, bir yerden hayat akarsa, mutlaka curcuna da sızardı diyara. Ne o zamanlar anlam verebilmişti buna, ne de daha sonraki hayatında. Yine de henüz doğduğu bu gürültülü ormanın kucağında savunmasızca dikilirken, gördüklerini içine çekmekte tereddüt etmemişti. Biliyordu ki o günler ruhunda derin izler bırakmıştı. “Ne mutlu bana, bunca güzellik yaşıyor anılarımda.” O, böylesi derin düşüncelere dalmışken, açıklığına minik bir canlı konuk oldu. Ormanın içinden çıkıveren bu ponpon kuyruklu, bembeyaz kürklü ufaklık, zıplaya zıplaya gelip O’nun ayaklarını koklamaya başladı. Çok sevimli, tatlı bir histi bu, gıdıklandı. Bu tatlılık, dikkatinin çoğunu manzaradan alıp misafirine yönlendirmesine yetecek kadardı. Parlak, pamuk tüyleri yaklaşıp dokunma, okşama arzusunu tetikliyordu. Fındık gibi, pespembe burnuysa öpücük kondurmak için yaratılmıştı sanki. Azıcık daha dikkatli bakınca tanıdı bu miniği, daha önce de karşılaşmışlardı. Bilincine kavuştuktan bir yıl kadar sonra, tepesinde amaçsızca dikilirken gelen yaratıktı bu. Gene aynı kocaman zıplayışla ağaçların arasından fırlayıp açıklığa dalmış, gene ona doğru zıplaya zıplaya sokulmuştu. Ama bir farklılık vardı şimdikine göre, bitap düşmüş, aç ve biçare halde dolanıyordu. Öyle ki, tepede azıcık bir rüzgar esse, direnemeyip aşağı yuvarlanıverecekmiş gibiydi beyaz tüylü Ufaklık. Gerçi, tüyleri de o zamanlar gür ve parlak değildi. Olsa olsa “yaraları kırçıllı Ufaklık” denebilirdi. O, yardım etmek istemişti elbette. Fakat yaratılışı gereği hareketsizdi. Eğilmesi, zavallı küçüğü avucuna alıp emin yerlere götürmesi ve beslemesi mümkün değildi. Bu nedenle, O da yapabileceği yegane şeyi yapmıştı, kel tepesinde öylece dikilmiş ve vücudunda taşıyabildiği bütün kudreti yüklenerek, gölgesini bu bitkin miniğe hediye etmişti. Ormandaki tatlı loşluk gibi, soluklanabileceği bir gölge olmak istemişti pembe burunlu Ufaklık’a. Yurdunda hissettirmek ve susuz bedeninin Güneş’ten bunalmasını engellemek için.
10
GÖLGE 10. YIL ÖZEL - TRAVMATİK ABİYOGENEZ Geçmişte ağaçların emanetine sadık kalması sayesinde, şimdi tatlı tatlı zıplayabiliyordu bu minik, ayaklarının dibinde. Gelişmiş, serpilmiş öğrenmiş. O, desteklediği bu güzellikten dolayı gururlandı birden bire. Bembeyaz kürkü, zirvesindeki Güneş’in altında, bütün görkemiyle parıldıyordu. “Güzel,” diye düşündü. Ve hemen ardından ekledi: “Aşırı güzel!” Minik yaratık, çok çekici görünüyordu. Derken, Güneş’in önünden bir karaltı geçti. Ve sonra bir daha geçti. Üçüncü geçişinde, parıltılı minik çoktan O’nun gölgesine sığınmış, hareketsizce saklamıştı kendisini. Zaten birkaç saniye sonra da az öteye devasa kanatlı, yırtıcı bir kuş inivermişti. Kafasını bir o yana, bir bu yana çevirdikçe kancalı gagası tehditkar bir şekilde ortamı tarıyor, kendisine korkudan kıpraşan avlar yaratmaya çalışıyordu. Neyse ki gölgede gizlenen Pembe Burunlu, hareketsiz kalmaya devam etti. Böylece, Kuş arandıkça arandı fakat hiçbir şey bulamadı. O, dikkatini yeniden beyaz pufuduğa çevirdiğinde, ponpon kuyruğunun hafiften hafiften oynadığını fark edebiliyordu dikildiği yerden. Minik yaratık, arka ayaklarıyla toprağı eşeliyor, pençelerini iyice yerleştirerek kendisine kocaman bir zıplama hazırlıyordu. Devasa Kuş, aranmayı bırakıp, bakışlarını miniğin olduğu noktaya odakladığındaysa, gerginlik doruk noktasına ulaşmıştı. Ve Pembe Burunlu yaratık, tüm gücüyle ileri zıpladı. Minik çenesi, Kuş’u boynundan kavradı ve çıtırtıyı duyana kadar sıktı. Tatlı ufaklığın bugünkü avı başarıyla sonlanmıştı. O, dudakları olsaydı gülümseyecekti. İşte, bunu seviyordu. Bunu, hayatın akışını, canlılığı, arzuları, gerilimi, zaferi seviyordu. Doğallığa tapınıyordu adeta! Her şeyin kendi yolu olduğunu biliyor, tüm kalbiyle de her birisini kucaklıyordu. Bütün bir yaşam döngüsünü! Ne de olsa O, tepenin tek hakimi değil miydi? Gölgesi onunki kadar yekpare olan başka ağaç var mıydı ormanda? Diğerleri kırçıllı karal-
tılarıyla, O’nun desteklediği tatlılığa yetkince hizmet edemezlerdi asla! Yaratıcıları tarafından, özellikle bu yükseltiye yerleştirilmişti. O değerliydi, eşsizdi. Yapabileceği yegane şeyde uzman olması, yaratıklara gölge sunması için özenle şekillendirilmişti! Evet, bu özelliği sayesinde değil miydi zaten, az önceki gibi doğal anların gerçekleşecek ortamı bulması? Enteresan manzaralara zemin hazırlaması için uzanmıyor muydu gölgesi, çıplak toprağın ta en uzaktaki ucuna! Mesela, bir keresinde, hükümdarlığına haşmetli yaratıklar uğramıştı. Böylesi anlar çok nadiren yaşanırdı o zamanlarda. Çatallı boynuzları, dört ayakları ve toprak rengi kürkleri vardı. Haşmetliydiler, evet ama zariftiler de aynı zamanda. Zirveye kadar olan onca yolu tırmanmış, ağaç köklerinde yetişen nadir çimenlerde otlanmışlardı. “Tırrrt! Kıtıırrrt!” Beslenirken çıkarttıkları huzur verici, ritmik sesleri anımsıyordu hala. Ne manzaraydı ama! Onca yaratık! Hem de onun kel tepesinde! Ertesi sene gelişlerinden öğrenmişti ki bu nadide ve güçlü yaratıklar, bu şekilde huzur içinde otlaya otlaya geçinip giderdi aslında. Günlerden bir gün, onları açıklığında dikilirlerken görmüştü. Ağızlarında sivri uçlu kökler vardı ve görünüşe göre birilerini bekliyorlardı. Zaten, çok geçmeden de öğrenmişti işin aslını, açıklığın karşı tarafından iki ayaklı yaratıklar çıkagelmişti, kucaklarında türlü türlü çimenlerle, otlarla, yapraklarla. Dört Ayaklıların en irisi, bir adım öne çıkıp ağzındaki sivri kökü yere bırakmış ve diğerleri de uymuştu ona. Ardından, başını şöyle bir sallaması, İki Ayaklıların da kucaklarında taşıdıklarını yere bırakıp geri çekilmelerine yetmişti. “Ahhh, ne kadar da azametliydi!” Hiç zaman kaybetmeden, otların bir kısmını ağzına alıp, geldiği yönden gitmişti. Türdaşları da onu izlemişti elbette. İlerleyen yaşıyla, zihninden uzaklaşıp giden
11
GÖLGE 10. YIL ÖZEL - TRAVMATİK ABİYOGENEZ anılarını seyredercesine hüzünlü hüzünlü baktı ufka O. Güneş batıyordu, karanlık ve yorgunluk çöküyordu kadim ormana. Şahitlikler, hatıralar, aklına kazınan hayret verici olaylar bir rüzgarla silkelenip de taşınıyordu işte o battı batacak Güneş’in ağzına. Yaşam verir, yaşam alır, bahşettiği güzellikleri soluyan bu dev alev, belki de yegane ölümsüz varlıktır. O, düşünceleri bu sonsuz akışa emilip kaybolurken, ormanda son bir hareketlilik algılamaya başladı. Güneş yoktu piyasada ama bulutlara emanet bıraktığı ışıltı asılı kalmıştı hala orada. Böylece, loş da olsa görebildi O, ormanda sinsi sinsi ilerleyen İki Ayaklıları. İlkin, şöyle bi etrafa bakındılar, başka hiç bir yaratığın ortada olmadığını anlayınca da açıklığa daldılar. Hiç vakit kaybetmeden, bir grubu ellerinde taşıdıkları kuru dal parçalarını ortaya yığdı. Bir başkası, bu yığının yerleşmekte olduğu noktada toplanmaktaydı. Daha genç görünen birkaçıysa etrafta nöbet tutuyor, çöken karanlığı orada ne bulduğu anlaşılamayan dikkatli bakışlarla ince ince seyrediyordu. Derken, yığma işi bitti ve elinde bir tür dev, çatallı boynuz tutan, iri yarı bir İki Ayaklı kalabalıktan ortaya çıktı. Diğerleri de yavaş yavaş meydanı ona bırakmaktaydı. Boynuz Taşıyıcısı yere çömeldi, belinden iki taş çıkarttı ve bir mucize yarattı! O, böyle bir şeyi ne görmüş ne de sabah tantanasıyla taşınan dedikodularda duymuştu. İki Ayaklı yaratık, taşı taşa vurmuş ve önündeki odun yığınından minik bir Güneş yaratmıştı! “Hayat vermeye muktedir!” diye şaşkın bir dehşetle düşündü O. Bu İki Ayaklı, dik duran yaratıkların böyle bir şey yapabilmesini beklemiyordu. Yıllar geçse de, hala öğrenecek çok şeyi olduğunu yeniden anımsayarak, dikkat ve merakla seyretmeye koyuldu olanları. İri yarı olan, boynuzu iki eliyle kavramıştı şimdi. Sert olduğu belli olan kocaman şeyi, dizine vurup tek bir hamleyle de kırabilmişti! İki parçayı da önündeki toprağa dikti ve haykırdı: “HUNGA HUGAAA!”
Onu dinleyen kalabalık galeyana geldi, deli gibi dövünüp dans etmeye, birbirlerinin sırtına vurmaya ve çığlıklar atmaya başladı. Ama eğlenceleri birkaç saniye sürdü sadece. Boynuz Kırıcı, gür sesiyle bağırdı ve kudretiyle kontrolü sağladı. Rüzgar bir anlığına daha da şiddetlendi, minik Güneş’ten gelen ışınlar, havada dağılıyor, bu dağ gibi yaratığı daha da heybetli kılıyordu. Sanki, önünde yaşamın akışı bile yarılıp uzaklara kaçışıyordu! Zihninin derinliklerinden bir şeyler hafifçe dürter gibi oldu. Bu caka satma anındaki bir şeyler, O’na tanıdık geliyordu. Heyecanı bastırıp da düşünce akışını kesmeden önceyse, ancak kendi yaratılışına, o pek anımsamadığı “antik” zamanlara ulaşabilmişti hafızasında. Gölgesi tepeden aşağılara kadar akabilecekmiş gibi heybetli duran bu İki Ayaklı, bir yumruğunu yukarıya kaldırdı. Ve yeniden haykırdı: “AGAAATAA LAKOOĞĞ!” Kalabalık bu defa tamamen kontrolden çıktı. Yerlerde yuvarlanıyor, taklalar atıyor, birbirinin omuzuna tırmanıyordu. Güneş Yaratan, sözü fazla uzatmadı. Elleriyle ormanın derinliklerini işaret ettiği anda budundaki herkes bir yerlerden çıkarttıkları kökleri ellerine aldı, sivri uçlarını gösterilen yöne doğru uzatıp düzensiz naralar atarak koşmaya başladı. Son İki Ayaklı da sahneden çekilirken, Boynuz Kırıcı da onların kaybolduğu patikaya karıştı. Az önce şahit olduğu şeyin ne menem bir şey olduğunu düşünmeye daldı O. Açıklıktaki Minik Güneş hala yaşam saçıyordu ama her gün doğanın aksine, bu yaşamda hiç de neşeli çığlıklar yoktu. Aksine, ormanın derinlerinden ürkütücü bağırtılar duyuluyor, acı haykırışlar gökyüzüne yükselerek kayıplara karışıyordu. Tam her şeyin bittiğini, ortamın sakinleştiğini düşünürken, o huzurla seyre daldığı Dört Ayaklı, toprak renkli yaratıklar açıklığa fırladı. Zamansız gelmişlerdi bu defa ve hiç bir nezaket sunmadan ötelere doğru koşularına devam ediyorlardı.
12
GÖLGE 10. YIL ÖZEL - TRAVMATİK ABİYOGENEZ Onlar daha aydınlıktan çıkamadan, ormandan bir cirit çıkmıştı. Cirit, havada ince ince süzülüp, Dört Ayaklıların en irisine saplandı! Bundan sonrasıysa, tam bir kargaşaydı.
yıkarak yıldızların ışığına ulaşma derdindeydi. Hummalı çalışmaları geceler boyunca, durmaksızın sürerdi ve önlerine çıkan her şeyi manasızca yok ederlerdi.
Çok geçmeden kıyım işi bitmiş, ölen ölmüş ve kalanların ardından, boşluğun rastgele noktalarına sivri kökler ve ciritler fırlatılmıştı. Boynuz Kıran, yaşam soğuran, tekrar meydandaydı. Eline keskin kenarlı bir taş aldı, önündeki tüm İki Ayaklılar uzunca bir koridoru açtı. Yavaş ama hevesli adımlarla avına yaklaştı iri İki Ayaklı. Toprak rengi, güzelim yaratıkların ilk vurulanını buldu ve önünde diz çöküp karnını yarmaya başladı. Minik Güneş’ten kaçınan gölgeler onun etrafında doluşmuş, ince ince sızan kanın günahını saklıyordu. O ise, yarılan karından çıkartılanları olduğu gibi mideye indiren Boynuz Kıran’ı da saklamadığı için, Güneş’e sitemlenmekteydi çaresizce.
Onlarla pek çok geceler boyu uğraşmıştı. Zehir rengi parıldayarak gelmişler, ölüm zerk eden dişleriyle O’nun ayaklarını kemirmeyi denemişlerdi. Fakat şükür ki O, metalden yaratıldığı için becerememişlerdi. Yaratıcıları itinayla apayrı tasarlamışlardı onu. Öyle ki diğer ağaçlar yalnızca ahşap kökle toprağa bağlıydı, zavallılar, hiç bir zaman metal ayakların -”hem de iki tane!”- sefasını tadamayacaklardı.
Bu vahşette gördüğü şeyler, daha önce pek çok avlanma sahnesine şahit olduğu halde O’nu rahatsız etmişti. İki Ayaklıların işlerini bitirip, yavaş da olsa toparlanarak gitmesine sevinmişti bu sebeple. Giderken Minik Güneş’i de söndürmüşlerdi, karanlık, tepesine nihayet çökebilmişti böylece. Gece… Sessiz olması, uykuya açılması beklenen gece, hiç de öyle değildi gerçekte. Karanlıktan ince ince çıtırtılar sızıyordu, devrilen, parçalanan ağaçların sesleri, onları dişleyen yaratıkların hırıltılı nefesleri. Gecenin Güneş’i doğuyordu şimdi tepelerin ardından, ormanın ortasından yeşil yeşil parlayarak yükseliyordu. Dehşet, ölüm yeşili atına binmiş, hızla üzerine geliyordu. Ormanda dört bir yana saldığı habercileri, çıtırtıları bambaşka bir tondaydı, ne Minik Güneş’in hayret verici inceliğine sahipti, ne de tepeden yuvarlanan taşların tekinsizliğine. Bu, çok daha ayrı bir şeydi, ağaçların yapraklarını bile apayrı motiflerle, yalnızca kötülüğe ait olabilecek motiflerle titretmekteydi. O’nun ihtiyar demirleri buz tutuverdi. O, bu sesleri tanıyordu; “Üç Ayaklılar.” Karanlıktan hoşlanmayan bu yaratıklar, ağaçları
Üstelik O’nun özel olduğu herkesçe bilinebilsin diye, üzerine mühürlerini vurmamışlar mıydı? Elbette yaratıcılarının tılsımlı sözleri nakşedilmişti gövdesine. Sözler ve taşıdığı diğer resimler sayesinde, O’nun değerini herkesin bilmesi ve kimsenin ilişmemesi için kutsanmıştı işte! Bu yaratıcı kutsamanın pırıltılı mührü vardı resmin en sağında. Yıllar önce yitik düşmüş bir ülkünün bayrağı üzerinde, onu sarıp sarmalayan mantar şekilli bir buluttu bu, canlılıkla parlıyordu. Böylece o bayrak da yaratıcı, var edici ilke ile onurlandırılıyordu. Tıpkı O’nun doğumundaki gibi, o ülküyü de kucaklıyordu. Resmin solunaysa o tılsımlı sözler nakşedilmişti. O, okuyamıyordu yaratıcılarının ona bahşettiklerini, hatırlayamıyordu çünkü harfleri. Algısını ormanın üzerinde gezdirmeye başladı, Gecenin Doğumu gittikçe yaklaşıyordu. Yeşil parıltılar, tek tük kalmış ağaçları aydınlatmayı bırakıp ilkin açıklığa, ardından da O’nun dikdörtgen başına vurmaya başlamıştı. Bu hastalık yeşili ışıltı, şu harfleri aydınlattığındaysa Diyar, azapla kavrulmuş derin bir çığlık attı:
“Karanlığı yenmek için, bizi seçin! - İntikam ve Kurtuluş Partisi!”
13
GÖLGE 10. YIL ÖZEL - TRAVMATİK ABİYOGENEZ
ÇİZEN ENVER GÖKHAN ALTUN
14
GÖLGE 10. YIL ÖZEL - ZÜMRÜDÜANKA’NIN GÖLGESİNDE
ZÜMRÜDÜANKA’NIN GÖLGESİNDE YAZAN: MEHMET BERK YALTIRIK
Yıllar yıllar önce tabiri caizse “bacak kadar” iken televizyonda “Alaeddin’in Lambası” adlı bir Türk filmine denk gelmiştim. Maceraperestlikle ve aşırı hayalperestlikle suçlanan Alaeddin karakterini rahmetli Yılmaz Köksal canlandırıyordu.
O filmin aklımda yer etmesinin nedeni başlangıcındaki han sahnesiydi. Alaeddin karakteri maceralarını, daha doğrusu palavralarını anlatırken bir anda masanın üzerine sıçrayarak Zümrüdüanka kuşunu da gördüğünü, “ülkeler kadar büyük olduğunu” söylüyordu. O sahneden sonra gün boyu Zümrüdüanka’yı hayal edip durdum. Ülkeler kadar büyük Zümrüdüanka’yı… Büyüklük algım gördüğüm şehir manzaraları kadar. En fazla o kadar büyüğünü hayal edebiliyordum. Kanatlarını açsa gökyüzünü baştanbaşa kapatabilecek, şehri gölgeler içinde bırakabilecek bir mahlûktu. Alaeddin’in daha fazla anlatamayışına içerledim. Film boyu palavra sıksa, hikâye anlatsa, sabaha dek konuşsa dinlerdim. Nitekim yıllar içerisinde hikâyeler ve Zümrüdüankalar bendeki etkilerini hiç yitirmediler. Palavralara hep ilgi duydum ve kurgusu en sağlam olanlara meftun oldum.
Eğer bir şeyin gölgesi olsaydım, şimdi bile kanatları altından hiç çıkmadığım Zümrüdüanka’nın gölgesi olmak isterdim. Şimdilik Gölge e-Dergi’nin gölgesi altında durmak aynı işlevi görse bile bir anlığına o efsanevi mahlukun söylencesinin bir parçası olmak isterdim. 2017
MEHMET BERK YALTIRIK
15
GÖLGE 10. YIL ÖZEL - GÖLGE KRAL
ÇİZEN
BORA ÖRÇAL 16
GÖLGE 10. YIL ÖZEL - GÖLGE KRAL
GÖLGE KRAL YAZAN: KENAN ÇETİNKAYA
Eliyle ağzını kapayarak nefes alışverişlerinin sesini engellemeye çalışırken korkuyla etrafına bakıyordu. Üst üste yığılmış üç arabanın ortasındaki küçük aralığa girerken hafif çizilen koluna baktı. Kanamıyordu. En azından bu rahatlattı biraz da olsa onu. Daha geçen yıl Bahçelievler’in bu işlek caddesinde arkadaşlarıyla oturup eğlendiği günler bir anda aklına hücum etmişken birden üstteki arabanın üzerine gürültüyle bir şey düştü. Hayallerinden sıyrılarak sessizce beklemeye başladı. Aralıktan gözüken simsiyah kılları olan bir el kaportayı eğerek yerini bir diğerine bıraktı. Yavaşça hareket eden sol elin bileğinde güneşin vurduğu kırık bir saat göz kırparcasına parladı. Şimdi gözlerini iyice açan İrem iki elini ağzına götürüp iyice bastırdı. Kurtadamlar birer birer yanlarından geçerlerken sessizce onları izlemeye devam etti. Gri ya da siyah kılları olan birkaç canavar garip bir şekilde sesler çıkararak ilerliyorlardı. Ortalarında gelen beş kadar insanın korku dolu ağlayışları içerisinde en çok iki çocuğun sızlanmaları dayanılmazdı. Hırlaya hırlaya ilerlettikleri insanları her zaman olduğu gibi yıkık dökük apartmanların altlarına götürüyorlardı. İrem yardım etmek istese de yapabileceği tek şey izlemekti. Grup yanından geçtiğinde olduğu yerde karnına çektiği bacaklarını kımıldatmadan ağlamaya başladı. Rüyasında üzerine çöken ağırlığın altında nefes alamadığını hissederek korkuyla gözlerini açtığında üzerinde duran bir adam tek eliyle onun ağzını tutarken diğer eliyle sus işareti yapıyordu. İrem korkuyla adamın yüzünü birkaç kez çizdiyse de adam hala ellerini çekmiyordu. Adam yavaş İrem’in yana doğru çevirdiği başına yaklaştı; “Sessiz ol, buradalar!” diye fısıldadı.
Birkaç saniye geçmişti ki kurtadamlar grubundan geriye kalan bir iki tanesi hızla bulundukları yerden geçtiler. En son kalan bir tanesi biraz ileride durup birkaç kez etrafını kokladı. Ardından onların olduğu tarafa doğru başını çevirip kokladı. Sonra yavaş adımlarla ve bir avcı gibi o tarafa yönelmişti ki İrem’in davetsiz misafiri cebinden bir kutu çıkarıp sıktı. Çok ağır bir kimyasal koku etrafı sardığında kurt adam geri adım attı ve ardından uzaktan gelen uluma sesine doğru uluyarak uzaklaştı. “Bekle.” Adam diğerine bakıp etrafı kontrol etti. İrem korkuyla titremeye başladı. “Tamam gitmişlerdir. Ben Kamer, tırnakların bayağı keskinmiş.” “Birden üzerimde birisini görünce ne yapmam gerekirdi sence?” İrem kızarcasına söylemişti. Kamer’den birazcık uzaklaşmıştı. “Ne yapabilirdim, sesine geldim. Çığlıklar atıyordun. Ben duyuyorsam onlar kesin duyarlardı. Ki bence duydular da yoksa diğer taraftan gidiyorlardı. Neyse teşekküre gerek yok. Ama bir dahaki sefere çok da göz önünde uyuma.” Yavaşça sürünerek dışarı çıkıp tek dizi üzerinde durup etrafı izlemeye başladı. “Uyumak mı? İki gündür yoldaydık. Saldırıya uğradık. On iki kişiden sekizini yakaladılar. Diğerleri de sağa sola kaçışınca kayboldum. Buraya saklandım. Sonrasını biliyorsun.” İrem de peşinden çıkıp Kamer’in yanında durdu. “Dikkatli olmak lazım, şimdilik güvendesin. Bak onlar şu tarafa yuvalarına gitti. Eğer sen şu tarafa gidersen üç dört saat önce ilerleyen kalabalık bir grup var onlara yetişebilirsin. İnsan grupları fazla olduğunda saldıramıyorlar.” Diyerek eliyle uzakta bir yeri işaret etmiş ardından yürümeye başlamıştı. İrem onun yanında yürüyerek konuşmaya başladı. “Sen gelmiyor musun?” “Hayır, yapmam gereken şeyler var.”
17
GÖLGE 10. YIL ÖZEL - GÖLGE KRAL “Ne gibi? Yani bu canavarların arasında ne yapmayı düşünüyorsun?” “Seni ilgilendirmez sanırım. Bak mesafe açılmadan gitsen iyi olur. Kurtlar birazdan tekrar ortaya çıkarlar. Grup çok uzakta değil.” “Yiyecek bir şeylerin var mı?” İrem endişeyle diğerine baktı. Kamer bir an bekledi ardından başını sağa sola salladı, sırt çantasını çıkartıp yere diz çöktü. Çantadan bir tane sandviç çıkarıp uzattı. İrem uzatılan sandviçi aceleyle alıp yemeye başladı. “Peynirliymiş. Kamer sen ne yapıyorsun. Yoksa şu kurtadam avcılarından mısın? “ Diğeri gülümseyip başını salladı, “Senin o kurt avcıları ne avladıklarını bilselerdi bunu yaparlar mıydı merak ediyorum.” “Canavar işte.” “Onlar eskiden insandı.” İrem bir anda boğazına kaçan ekmeğin yüzünden öksürmeye başladı. Kamer eliyle hemen diğerinin ağzına bastırdı. İrem hızla bastıran ellerden kurtulup öksürmeye devam edince Kamer çantasından çıkardığı suyu verdi. Bu sırada eğilirken İrem’i de eğmeye zorladı. “Bak buralarda böyle sesler çıkarmamalısın. Yoksa bizi bulurlar. Ve inan bir kere görürlerse bir daha kaçamayız. Emin ol kurtlardan daha korkunç şeylerde var.” Yine endişeyle etrafı izlemeye başladı. İrem tüm suyu bitirip diğerinin şaşkın bakışları arasında şişeyi geri uzattı. Napayım dercesine omuzlarını oynattı. “İnsan mı? Daha önce böyle bir şey duymamıştım. Hem öyle olsa bilen birileri olurdu değil mi? Senin dışında.” “Elbette bilen var. Ama kim söyler ki bunu. Düşünsene geçen yıl bayramda elini öptüğün babaannen şimdi kurtadam olup sokaklarda uluyor, buna kim inanır. Kimse, hem başka türlü onlarla nasıl savaşmalarını bekleyebilirsin ki?”
“Peki sen nereden biliyorsun bunu?” “Ne önemi var ki. Ama emin ol onlar insan. Hiç ölü kurtadam gördün mü?” “Evet. İlk ortaya çıktıklarında mahallede bir polis öldürmüştü. Kocaman bir şeydi.” “Daha dikkatli bakmalıydın.” “Aslında garipti. Bir dişi altın gibiydi. Hatta az önce gördüğümde de bir kol saati vardı. Parlak bir cisim olduğu için topladıklarını düşündüm. Yani bilemiyorum.” “Hepsi insan. Bak şimdi burada konuşamayız. İstersen benimle gel ama yiyecek içeceğim kısıtlı ve bir süre yeter. Eğer dediklerimi yaparsan bir başka grup iki gün içinde buradan geçer. O zamana kadar yanımda kalabilirsin. Sonra onlara katılırsın ama.” “Tamam, çok teşekkürler.” İrem kir içindeki yüzü arasından parlayan gözlerle gülümseyerek Kamer’e baktı. “Hiç ses çıkarmadan beni takip et ve dikkatli ol. Ben ne yapıyorsam onu yap.” İrem başını sallayarak onayladı. Kamer yürümeye başladığında İrem’de tıpkı onun gibi eğilerek ilerliyordu. “Peki sen?” “Şşşşş! Ses çıkarma dedim değil mi?” Kamer öfkeyle arkaya dönmüş ona bakıyordu. “Tamam, tamam bakma öyle.” Kamer yarım saat sonra yıkık bir binanın önünde durup devrilmiş taşların arasından ilerlemeye başladı. Geçtikleri yer o kadar dardı ki taşların sürtmesinden geçmek imkansızdı. İçeri girip ferah bir boşluğa çıktıklarında Kamer biraz ileride duran bir koltuğa oturdu. “Sonunda! Hiç bitmeyecek sandım. Sen burada mı kalıyorsun?” İrem Kamer’in karşısındaki koltuğa kendini bırakınca bir toz ve toprak tabakası yukarı doğru sıçradı. İrem öksürmek için ağzını açtı ama hemen eliyle kapatıp nefesini tutmaya başladı. Kızarmaya başlayan yüzü kirli yüzünden bile belli oluyordu. Kamer bir müddet diğerine kayıtsız gözlerle baktıktan sonra gülmeye başladı.
18
GÖLGE 10. YIL ÖZEL - GÖLGE KRAL “Tamam rahat ol. Ama çok ses çıkarma, burası güvenlidir.” Demesiyle İrem hafif hafif öksürdü. Kamer yerinden kalkıp kırık bir içecek makinesinden gazoz alıp uzattı. Keyifle gazozu içen İrem yavaşça toz kaldırmamaya çalışarak geriye yaslandı. “Keşke biraz da soğuk olsaydı. Koltuklar rahatmış. Burada mı yaşıyorsun?” “Sayılır. Birkaç yerden birisi işte. Hadi kalk yukarı çıkmalıyız.” Kamer binanın içinde emin adımlarla yürürken İrem isteksizce yerinden kalkıp her yeri tarayan gözleriyle peşinden gidiyordu. “Güzel yermiş. Çok yıkılmamış. Atılan onca bombadan sonra sağlam kalması çok iyi.” “Üst katlar böyle değil. On ikinci kattan sonrası yıkık yani az hasarlı. İki katı da ben biraz yıkmış olabilirim. Canavarlar çıkamasın diye.” “Sen mi? Ne iş yapıyordun ki?” “Ben kimyacıyım, burası da çalıştığım şirketin binasıydı.” Kamer asansörün önüne gelince bir kişinin sığabileceği aralıktan içeri yan yan girdi. İrem de peşi sıra asansör boşluğuna girip Kamer’in kenardan aldığı el fenerinin aydınlattığı yerleri inceliyordu. “Asansör nerede?”“Hemen üzerinde duruyoruz. Patlamalardan birinde içindekilerle aşağı düştü.” İrem üzüntüyle ayaklarının altındaki ölülere saygısızlık yapıyormuşçasına geri çekilse de Kamer ona bakıp “Merak etme öleli çok oldu.” Deyip sağ tarafında bulunan kare bir demiri yere yatırıp kenarlarındaki çengellere dört tane demir halat taktı. “Hadi üzerine çık. Seni yukarı çekelim.” “O şeye binmem. Ya düşersem. Ben merdivenleri denesem olmaz mı?” “Merdiven yok. Hepsini kapattım. Ya burası ya değil.” İrem endişe etse de korka korka demirin üzerine çıkıp oturdu. “Bak şimdi yukarı çıkınca orada bağlı bir ağırlık
var. Onu platformun üzerine iteceksin. Tamam mı?” “Tamam. Sence bu gü_” “Sıkı tutun,” dediğinde Kamer bir ipi çekmiş ve yukarıdan aşağı bir demir parçası hızla aşağı inerken İrem’de aynı hızla yukarı çıkıyordu. Beş dakika sonra aynı demir yine aşağı inmiş, Kamer aynı yolla yukarı çıkmıştı. “Düşündüğümden eğlenceliymiş.” İrem boş koridora çıktığında Kamer platformu kenara çekip boşluğa çıktı. Odalardan birisinin kapısını açıp içeri girdiler. İçerisi zifiri karanlıktı. Kamer ileride hafif parlayan bir makineye dokununca ışıklar yandı. Kapalı pencerelerin üzerindeki metaller ışıkla parlıyordu. Odanın içinde birkaç koltuğun dışında yerde duran büyük iki yatak, büyük bir televizyon, oyun konsolu, konserveler, üç tane içecek makinası, elektronik parçalar, aküler, gübre poşetleri, adını bile söyleyemediği kimyasal torbalar vardı. “Bunun gibi birkaç yerim daha var. Konserve alabilirsin, içeceklerden de ama idareli kullanmalıyız.” Kendisine bir barbunya konservesi ve su alıp pencere kenarına gidip kapalı camlardan birisini üzerinde ki tahtayı takılı olduğu demirden çıkardı. Yanında duran teleskopu aralığa doğru getirip ilerideki bar sandalyesini alıp üzerine oturdu. Bir yandan yemek yerken diğer yandan aşağıyı seyrediyordu. İrem de su alıp yanına geldi. “Bu canavarların insan olduğunu nereden biliyorsun?” “Çalıştığım şirket ABD merkezli idi. Savunma bakanlığı adına silahlar falan geliştiriyordu. Benim bölüm kimyasal silahlar üzerinde çalışıyordu. Teyze oğlum Halil ise genetik bölümünde sorumlu müdürdü. Ben de onun sayesinde oraya girmiştim. Halil geçen sene bir şeylerden şüphelenmeye başlamıştı. Yerin beş kat altında onun dahi giremediği bölümlerde insanlar üzerinde deneyler yapıyorlarmış. Sokak çocukları, kimsesizler gibi kimsenin arayıp sormadığı insanlar üzerinde değişik serumlar deniyorlarmış.” “Ne yani bilimkurgu kitaplarındaki gibi mi?” “Sanırım daha korkunç. Halil bana bir video
19
GÖLGE 10. YIL ÖZEL - GÖLGE KRAL izletmişti. Su tankerlerinde solungaçlı insanlar, gözleri termal olan çocuklar, kurt ya da vahşi bir hayvana benzeyen insanlar. Ve daha kötüsü varmış ki onlarda binanın daha da alt katlarında yer alıyormuş.” “Teyzenin oğlu nerede?” “Bilmiyorum. Bana videoyu saklamamı ve kaçmam gerektiğini söyledikten sonra bir daha görmedim. Zaten o kaybolduktan birkaç gün sonra eve bir sürü adam gelip arama yapmışlar.” “Video sen de mi?” “Hayır. Devlete haber verdim. Videoyu aldılar. Sanırım kaçmasaydım beni de hapse atacaklardı ya da öldürürlerdi. Şirket adamları güvenlik güçleriyle birlikte gelmişlerdi.” “İyi de benim anlamadığım şimdiki olaylarla ilgisi ne. Bu kurt ya da canavarlar nasıl oldu da oradan kaçtılar?” “Onu bilemiyorum. Halil şirkette birkaç kişiyle birlikte hareket ediyordu. Belki onlar bir şeyler yapmışlardır.” Kamer elindeki konserve kutusunu kenara bırakıp teleskopa odaklandı. “İşte orada, Gölge Kral. Yani ben ona öyle diyorum. Gel bak.” Teleskobun odağında uzakta beliren yıkık apartmanın önünde kurtların köşeye sıkıştırdığı bir insan korkuyla etrafına bakıyordu. Dört kurdun ortasındaki adam duvara sırtını vermiş elindeki demiri korkuyla sallıyordu. İrem teleskoptan aşağı bakmaya başladı. Siyah bir şey kurtlara doğru ilerliyordu. Diğerleri korkuyla kenarlara çekilmiş hareket halinde ki Kamer’in Gölge Kral dediği şeye korkuyla hırlıyorlardı. Gölge Kral korkuyla bağıran adama doğru yaklaştığında canavarlardan birisi Gölge’ye doğru atladı. Elini kaldıran Gölge’den yükselen bir güç dokunmasına gerek kalmadan canavarı ileride ki duvara doğru fırlattı. Gölge Kral adamın üzerine gidip onu da ayaklarından başlayan bir karanlığın içine alıp tamamıyla siyaha hapsetti. İrem korkuyla geri çekilip kapıya doğru giden Kamer’e baktı. “Nereye gidiyorsun?” “Onu takip edeceğim. Ne olduğunu öğrenmek istiyorum. Sen burada kal.”
“Ben de geleceğim.” “Olmaz. Burada kal. O şeyi gördün. Öyle bir gölgenin üzerine düşmesini istemezsin,” dedikten sonra dışarı çıktı. İrem peşinden gittiğinde çıktıkları asansörün hızla aşağı inerken çıkardığı ses kulakları tırmalıyordu. İrem geri dönüp teleskopun başına geçip aşağıyı izlemeye başladı. Birkaç dakika sonra aşağı inen Kamer, kaçan kurt adamlara fark ettirmeden yola koyuldu. Gölge Kral yavaş ve emin adımlarla ilerliyordu. İrem daha dikkatlice bakınca Gölge’nin sanki iki parçaya ayrılıp birleştiğini gördü. İkinci parça uzaklaştıkça siyah rengi diğerine göre daha belirginleşiyordu. Kamer yirmi metre kadar gerisinden takip ederken, Gölge yıkıntıların arasından kayboldu. Kamer telaşla koşup etrafına bakındı. Ama hiçbir şey görünmüyordu. Birden yıkıntıların arasından beliren Gölge Kamer’e doğru yavaşça süzülürken İrem’in midesi bulanmaya başladı. Bu şeyin Kamer’e yaklaşması mı yoksa boşluk hissinin uyandırdığı duygunun rahatsızlığımı olduğunu anlayamadan gölge ikiye ayrılıp Kamer’in üzerinde birleşti. İrem korkuyla kendisini geri attı. Tekrar baktığında Gölge Kral yıkıntıdaki boşluktan aşağı doğru bir tortu halinde kayboldu. İrem hızla dışarı çıkıp asansörün ipinden tutunarak aşağıya indi. Uluyan birkaç kurdun sesinin dinmesini bekledikten sonra yıkıntıya doğru koşup karanlığa baktı. İçeri zifiri karanlıktı. Birden karanlığın içinde beliren iki çift göz geri sıçramasına neden olmuştu ki şey onu karanlığın içine çekti. İrem kendine geldiğinde bir mum ışığıyla aydınlatılmış odada yatağın üzerinde yatıyordu. Yanındaki yatak yeni kalkılmışçasına dağınıktı. Yavaşça kalktı. Odanın kapısını yavaşça açıp dışarı çıktı. Boş koridorda insan sesleri geliyordu. Seslere doğru ilerledi. İnsan konuşmalarını andıran sesler ilerledikçe daha da belirginleşiyordu. Büyükçe bir kapının önüne geldiğinde kahkaha sesleri duyuluyordu. İçeri hızla girdiğinde onlarca insan karşısında konuşup sohbet ediyorlardı. Lambaların aydınlattığı kocaman salon sohbet eden insanlarla doluydu ve hepsi de neşeli bir şekilde konuşuyorlardı. İrem uzaktan
20
GÖLGE 10. YIL ÖZEL - GÖLGE KRAL Kamer’i gördü. Hızla koşarak adama sarıldı. Bir an gözleri dolsa da utanarak geri çekildi. Daha yeni tanıdığı birisini kaybetmekten ziyade, bu kadar şiddetin içinde az da olsa tanıdık birisinin olması onu rahatlatmıştı. Kamer de ona sarılmış ve hemen bırakmıştı. “Öldüğünü sandım.” “Yok, ölmek için erken sanırım. Sana orada kalmanı söyledim değil mi?” “Seni içeri çektiğini görünce duramadım. Sonra koşup geldim ama o şey beni içeri çekti. Kocaman gözleri vardı. Kurtların neden korktuğunu daha iyi anlıyorum şimdi.” O bunları söylediğinde Kamer ve karşısındaki adam neşeyle kahkaha attılar. İrem bozularak onlara baktı. “Bu komik mi?” “Yok. Özür dilerim. O korkunç şey işte karşında, teyze oğlum Halil.” Halil gülerek diğerine bakıyordu. “Merhabalar, Kamer güzel kız arkadaşını anlatmadın bana.” İkisi de panikle Halil’e baktılar. “Daha yeni tanıştık,” dediler aynı anda. Halil gülümseyerek baktı: “Tamam boş verin. Bak ismin neydi?” “İrem.” “Ben de Halil. Senin gördüğün şey ya da gelin de göstereyim daha iyi,” diyerek konuşan insanlarla yer yer şakalaşarak bir odaya girdiler. Odanın içinde çalışan birçok insan vardı. Hepsi önlerinde bilgisayar, sıvılar ya da metaller üzerinde çalışıyorlardı. Halil biraz ileride dolabın içinden simsiyah dalgıç kıyafetini anımsatan bir şey çıkardı. Yavaşça üzerine giydi. Tüm vücudunu kaplayan kıyafet bir dalgıç kıyafetini gerçekten anımsatıyordu. Halil sol kolunu göğüs hizasına getirip üzerinde yer alan tuş takımına bastığında garip bir elektrik dalgası sardı etrafını ardından kıyafet o kadar siyah bir hal aldı ki insanın içini sıkan bir duruma geldi. Garip bir korkunun içini sardığı İrem merakla bakıyordu. Ardından Halil kolunu Kamer’in omzuna koyunca siyahlık yavaş yavaş onu da sarıp onu da simsiyah yaptı. Halil tekrar ellerini ondan çekince normale dönen Kamer gülümsüyordu. Halil makineyi kapatıp üzerindekini çıkardı. “Ah işte oldu. Bu gördüğün ışığı yüzde doksan
beş oranında emen bir kıyafet ve en güzel yanı bu maddeyi yayan bir enerji kalkanı yaparak başka bir şeyin üzerine de aktarabiliyoruz. Yani burada gördüğün insanları bu yolla buraya getirdik. Tabi çoğu benim iş arkadaşlarım.” “Ama canavarlar onlar neden korkuyorlar.” “Gayet basit ne olduğunu bile anlayamıyorlar. Şimdi sende ilk gördüğünde anlayamadığın bir his duymadın mı? İşte onlar da aynı şekilde bu histen rahatsız oluyorlar. İnsan yanları daha az olduğu için anlamlandıramıyorlar.” “Peki o şeyi canavarı nasıl fırlattın. Elinle dokunmadan yaptığın şey.” “O en basiti bileklerimde bir ses dalgası yayan alet var. Bayağı etkileyici bir şey. Neyse hadi çıkalım.” Üçü de yavaş adımlarla dışarı çıktılar. Kamer neşeyle Halil’e bakıyordu. “Siz şurada oturun ben geliyorum. Buradan ayrılmak için hazırlık yapıyorduk. Durun şimdi geliyorum. Daha rahat konuşuruz.” İrem Kamer’e bakıp gülümsedi: “Sonunda onu bulabilmişsin.” “Evet. O da bir senedir beni arıyormuş. Ama sanırım gerçekten iyi saklanıyormuşum. İleride bir duvar var resmim en başta. Beni de buraya bir arkadaşı getirdi.” “Yani dışarıdaki o değil miymiş?” “Hayır. Burada ayrılmaları gerekiyormuş ama anlatamadı.” “Senin için çok değerli olmalı.” “Ailem o. Annem ve babam ben küçükken trafik kazasında ölmüşler. Bana teyzem baktı. Seninkiler?” “Bilmiyorum ki. Tatile çıkmışlardı. Ben kursum yüzünden bir hafta sonra Datça’ya yanlarına gidecektim. Sonra her yerde bu kurt adamlar belirdi. Deniz kenarında farklı şeyler çıkmış. Balık ama insan gibi sonra da bombalar falan patlayınca saklandık. Arkadaşlarım, hocalarım hepsi birer birer kayboldu.” Bu sırada Halil yanlarına gelmişti. “Balığımsı şeyler değil köpekbalığı DNA’sıyla karıştırılan insan genomlarıyla elde edilen yaratıklar. Aslında ilk başta şirket hepimizi, herkesi insan hastalıklarını yok etmek için serum-
21
GÖLGE 10. YIL ÖZEL - GÖLGE KRAL lar geliştirildiğini söyleyerek kandırdılar. Ama sonradan öğrendiğimizde amaç süper askerler yaratmakmış. Suda yaşayan, uçan ve bunun gibi bir sürü özelliği olan canlılar. Tabi sonra şirket birkaç örgüte deneyleri satınca olanlar oldu. Denekler anlamadığımız şekilde çoğalabiliyorlardı. Diğer insanlara bir şekilde bunu bulaştırıyorlardı. İşin garip tarafı solungaçlı birisi tarafından bulaştırılan hastalık onu farklı bir canlıya dönüştürüyordu. Bunun genomlarda kayıtlı evrimsel geçmişimizden kaynaklandığını düşünüyoruz. Yani henüz bilemiyoruz. Ama mutasyonun nasıl bulaştığını hala anlamış değiliz. Bir iki tanesini yakaladık ama hiçbirimize bulaşmadı. Zaten mutasyonun ısırmayla, havayla, suyla bulaşması düşük bir ihtimal ama yakında bulabiliriz diye umuyorum. “ “Peki şu diğer şeylerden niye burada yok ya da niye burada hep kurtlar var?” “Senin balığımsılar su olmadan yaşayamaz. Uçan bir iki tane gördük ama onlar gece dolaşıyorlar ve bizlere yaklaşmıyorlar pek. Diğer türlerden görmedim daha. Sanırım kalabalık gruplara yaklaşmıyorlar. Bu da avcı türlere ters bir hareket, çünkü gruplar her zaman daha kolay avları barındırır.” “Avcı derken onlar insanları yiyorlar mı?” İrem iğrenircesine sormuştu. “Ne yazık ki çoğunluğu yiyor. İlk başlardakiler az da olsa insan olduklarının farkındaydı. Ama zamanla bunu unutup yaşama güdüsüyle hareket ediyorlar. Bu da sorunun cevabı olabilir.” İrem dolu gözlerle etrafına bakınıyordu. Birkaç damla gözyaşı akıp yere düştü. Kamer ona yaklaşıp kolundan tuttu. “Merak etme belki ailen de iyidir. Sen hayatta kaldıysan onlarda başarmış olabilirler.” “Evet, canavar olarak. Peki bunu geri çevirmek…” İrem’in sesi titriyordu. “Mümkün değil, şu an için ama engellemeye çalışıyoruz. Ama buradan birkaç güne ayrılacağız. Yerimizi saptamamaları için sürekli yer değiştiriyoruz. Her ne kadar korksalar da zamanla alışıyorlar. Hem insan kokumuzu aldıkları için yaklaşmakta artık sıkıntı bile görmüyorlar. “ “Peki Halil ama asker, polis onlar neredeler?”
Kamer hala İrem’in kolunu tutuyordu. “Onlar işte sokaktalar. İlk değişenler onlar, zaten tüm dünyayı hazırlıksız yakalayan da bu sanırım. Askerler polislere, polisler askerlere ya da hepsi ülkeler arası birbirlerine daha çok silahla saldırdılar. Bu silahların arasında bu deney mahsulleri de her geçen gün artmıştı. Tabi bizler bu sırada normal hayatlarımızı yaşıyorduk. Filistin, Irak, Suriye hatta Afrika’da bile bu yaratıklar birbirleriyle savaşıyorlardı. Ve bana kalırsa bazıları insanlığını korurken yeni özelliklerini de devam ettirebiliyorlardı. Tipik üstün insan ya da ırk takıntısı olabilir. Ya da bu gruplar artık savaşmayı bırakıp birlikte hareket etmeye başladılar. Tabi bunu öğrenmemiz biraz zor.” “Tüm şehirlerde ard arda bombaların patlamasını bundan olmalı. Peki nereye gidiyorsunuz?” “Polatlı’da şirketin bir sığınağını bulduk. Yarımız daha önce gitti. Biz son kalanlarız. Daha doğrusu ben seni aradığım için en sona kaldım. Parça parça gideceğiz.” “Bir de seni öldürmeye çalışıyordum. Gölge Kral seni!” Kamer diğerine sarıldı. “Gölge Kral mı? O da ne?” “Ben bu aleti tek bir canavar olarak düşünüyordum. Kimsenin üzerine düşmesini istemediği ve korktuğu tek şey. Ama o birden fazla kişiymiş. Hele kurtlar onu görünce kaçınca merakım hayli artmıştı. Ben…” Bu sırada büyük bir patlama meydana geldi. Üst katta açılan bir gedikten içeri dolan duman ile birlikte ulumaların ardından kurtlar girmeye başladı. İçeridekiler korkuyla ilk paniği atlattıktan sonra yanlarındaki silahlara sarılıp ateşe başladılar. İrem yere düşmüş başını halsizce çevirmeye çalışıyordu. Kulağında bir çınlama vardı. Hafifçe gözlerini açtığında kurtlar acımasızca insanları öldürüyordu. Bir an çekildiğini fark edince eline rastgele değen bir demiri alıp vurmak için kaldırdığında Kamer’i gördü. Kamer onu Halil’in yardımıyla çekerek az önce çıktıkları odaya girdiler. Halil hızla içeridekilerin yanına giderek bir şeyler söylüyordu. Kamer ayağa kalktığında birkaç kişi geldikleri kapıyı desteklemek için arkasına ağır bir makinayı ittiler. İrem yavaşça kendine gelerek
22
GÖLGE 10. YIL ÖZEL - GÖLGE KRAL ayağa kalktı. Kamer ona doğru gidip kolundan tutup yürümesine yardım etti. Halil yanlarına gelip Gölge Kral kıyafetini uzattı. “Hadi Kamer giy bunu. İkinizi de saklayacak kadar gücü var.” “Peki sen Halil? Ama seni yeni buldum.” “Merak etme bu ilk baskınları değil. Daha önce de kurtulduk. “ Kamer hızla kıyafeti giyip çalıştırdı. Bu sırada kapıya birkaç kez hızla vurulmuştu. Ardından bir patlamayla kapı geri doğru fırlayıp duvara çarptı. İçeri giren ilk kurtlar elektrik silahlarıyla küle dönmüşlerdi. Ama o kadar çok kurt adam geliyordu ki aradan kurtulanlar içeridekileri etkisiz hala getiriyordu. Kurtların arkasından asker kıyafetleri içinde dumanın ardında beliren birkaç şey belli belirsiz idi. Kamer tam güçle makineyi çalıştırıp İrem’i de görünmez yapıp ilerideki duvarın karanlığına sığındılar. İçeri giren birkaç askerin timsah derisini andıran vücutları gibi gözleri de yeşilimsiydi. İçerideki adamlardan birisi tüm gücüyle elindeki palayı adamın omzuna savurduğunda askerin omuzuna çarpıp metalimsi bir ses çıkardı. Asker çok hızlı bir şekilde hareket edip önce adamın elini tutup onu avuçları arasında ezdi. Ardından hızla vurduğu eliyle kafasını kopardı. Sonra kendisine benzeyen diğerlerine gırtlaktan gelen bir sesle haykırdı: “Mümkün olduğunca öldürmemeye çalışın, köpeklere ihtiyacımız var. Ayrıca serumları kaçırmalarına izin vermeyin.” Yanındaki askerler çevik hareketlerle önüne çıkanların kol ya da bacaklarını kırarak etkisiz hale getiriyorlardı. Halil bir dolaba gidip mavi sıvılarla dolu bir kabı aldığında bir kurt bacağına sarılmıştı. Birkaç gölge kıyafetli mavi sıvıların olduğu deney kaplarıyla kayboldular. Halil ayağa kalkacakken yeşil derili askerlerden birisi başında durup yanındaki kurda tıslayınca kurt adam korkuyla geri çekilirken boynundaki zümrüt yeşili bir gerdanlık parlıyordu. Asker Halil’e doğru yüzünü eğdi.
“Sen şu Halil olmalısın. Senin gittiğini düşünmüştüm. Bizim meraklı doktorumuz buradaymış demek. Bakıyorum da şirketin kamuflaj kıyafetleriyle iyi iş çıkarmışsın. Köpekçikler ürküyor bayağı.” Halil’in sol eline basıp kırana kadar bastırdı. Bu sırada içeridekilerin çoğu ya yaralanmış ya da ölmüştü. Yeşil askerlerden birisi arkadan diğerine seslendi. Halil’den başını kaldıran asker döndüğünde, Halil serumun birisini alarak kafasına dikti. Asker yerdeki adama bakıyordu. Geri çekilip belindeki silahı Halil’e doğrulttuğunda Halil yerden hızla kalkmış ve zıplayarak adamın omuzlarına bacağını dolamıştı bile. Tüm güçle bacaklarını çevirince boynu kırılan askerin dev cüssesi dizleri üzerine düştüğünde bir elektrik silahının sesi duyulmuştu. Halil zıplasa da küle dönmüş bedeni yere hızla düşüp sessizce kaldı. “Yazık oldu. Doktorumuz ölmese iyiydi. En azından yaptıkları serumu ele geçirdik. İşe yarıyor gibi.” Diyen asker birkaç kurt adamın huysuzca toplandığı yere baktı. “Hey sen, dışarı çıkarsan ölmezsin.” Diyerek bir adım attı. Kamer öfkeyle bağırarak askerin üzerine atladıysa da bir başka elektrik silahı onu küle çevirmişti. İrem iki taşın arasındaki gölgeden korku dolu gözlerle bakarken asker dev cüssesiyle yanına gelip onu boynundan tutup havaya kaldırdı. Hafifçe yüzüne yaklaştırıp inceledikten sonra ileri doğru fırlattı. “Aslında köpek olarak işe yarardın ama keyfim yok. Bir asker kaybettik. Sizin olsun.” Diyerek kurt adamlara baktı. Kurtların arasından bir çocuk boyutunda olan bir tanesi çekingen adımlarla yaklaştı. Hala yüzünde insansı bir şeyler vardı. Hatta İrem onun bir zamanlar tatlı bir çocuk olduğunu düşünmeye çalıştı. Kurt önce kokladı, ardından diğer kurtların ona yaklaşıp tehditkâr hırlamaları ve birkaçının ısırmasıyla öne atılıp kızın boynunu ısırdı. İrem kanının sıcaklığını hissederken ulumalar garip bir tınıyla çınlıyordu.
23
GÖLGE 10. YIL ÖZEL - GÖLGE GÜÇLERİ ÜZERİNE
GÖLGE GÜÇLERİ ÜZERİNE YAZAN: TUNÇ PEKMEN
Şu anda Gölge’nin 10. Yıl özel sayısını elinizde tutuyorsunuz ya… Sayın editörümüz de bu yüzden biz yazarlardan 10. yıla ait özel bir yazı istedi. Madem dergimizin adı Gölge, acaba Gölge güçleri hakkında yazabilir miyim diye biraz elimdeki kaynakları karıştırdım. Ve şaşkınlıktan ağzım açık kaldı. Meğer gölge güçleri – popüler kahramanlar tarafından kullanılmasa da – aslında çok kullanılan bir süper güçmüş. Genelde gölge güçleri, karanlık veya karanlığa hükmetme güçleriyle özdeşleştirilir. Bu yüzden çizgi romanlarda daha çok kötü karakterlerde ya da anti-kahraman denen ince çizgide yürüyen kahramanlara bu güçler verilir. O yüzden bu yazımda gölge güçlerinden ve bunlarla neler yapılabileceğinden bahsetmek istiyorum. Ama ondan da önce, biraz çocukluğumuza dönelim... Kendi çocukluğumu düşünüyorum da, bizim zamanımızda süper kahraman deyince akla
Süperman gelirdi, Örümcek adam gelirdi. Ama esas hepsinden önde He-Man gelirdi. Hey gidi günler hey... He-Man kötü saç kesimi, elinde kılıcı ve altında kürklü donuyla maceradan maceraya koşardı hepimizi de peşinden sürüklerdi. Bizden bir sonraki nesil tahmin ediyorum Pokemon’la aynı şekilde kendinden geçerdi, ondan sonra tahminen Powerpuff Girls ya da Justice League. Ama ne olursa olsun, hepimiz çocukluğumuzun bir kısmında ya kovboy, ya süper güçlere sahip birisi, ya bir anime karakteri, kısacası bir “kahraman” olmak istemişizdir. Peki gerçekten kolay mı bu kadar kahraman olmak ? Efsanevi yazar Kurt Busiek’in ultra realist süper kahraman çizgi romanı Astro City’de, ve de DC çizgi romanlarından yılında çıkan oldukça gerçekçi H-E-R-O çizgi romanlarında, hepimizin çocukluk hayali olan bir süper kahraman olmaya, çok gerçekçi bir bakışla yaklaşılır. Astro City’de güçleri ortaya çıkan bir genç kız gözünden aslında suçluların peşinden koşmanın ne kadar korkutucu olduğu anlatılır. H-E-R-O ‘da ise günlerce şehrin değişik bölgelerinde suçlu arayan bir kahramanın ne kadar çok sıkıldığını ve en sonunda kahramanlıktan vaz geçtiğini ve kendi hayatına geri döndüğünü görürüz.
24
GÖLGE 10. YIL ÖZEL - GÖLGE GÜÇLERİ ÜZERİNE
Peki, biz süper kahraman güçleri kazansak biz de özellikle suç aramaya çıkar mıydık, ya da güçleri kendi faydamıza mı kullanmak isterdik ? Bilmiyorum, çünkü sokakta çekilip paylaşılan Youtube videolarından bir şey öğrendiysek, Türk halkının atıp tutmada çok iyi olduğu ama
ilk yediği yumrukta ağlaya ağlaya kaçtığıdır. Yine de bakalım bu gölge güçleri nelermiş ve neler yapılabilirmiş?
1-Shadow melting, yani Gölgelerde erime özelliği: Shadow melting, ya da Gölge
25
GÖLGE 10. YIL ÖZEL - GÖLGE GÜÇLERİ ÜZERİNE Marvel evreninde özürlü bir zenci kız süper kahraman. Kendisi bir ara New Warriors grubunun elemanıydı) ve daha yaygın bilinen bir kahraman olan Cloak (Yine Marvel evreninde yer alan ve Dagger adlı kahramanın partneri olan zenci ve erkek bir süper kahraman. Eski Türkçe Örümcek adam sayılarında bu ikiliye Hançer ve Pelerin denirdi.) Ergen bir gencin eminim çok hoşuna gidecek bir süper güç. Ama bir yetişkinin ne kadar işine yarar, açıkçası bilemedim. Her gün Metrobüs çilesi çekmeme dışında ne kadar faydası olur, tartışılır.
2- Shadow Mimicry, ya da Gölge mimikri özelliği: Kesinlikle çok daha “cool”
lerde erime özelliği ilginç bir süper güçtür.Bir gölgeye temas ederek o gölgede kaybolmak ve sonra bambaşka bir gölgede ortaya çıkma özelliğidir. Yani aslında bir teleportasyon gücüdür. Bu gücü kullanlara örnek olarak Sillhouette. (
bir güç. Bu gücü kullanan kişi vücudunun bir kısmını ya da tamamını bir gölgeye çevirebilir, etraftaki diğer gölgelerle birleştirebilir. Vücudu gölge halindeyken neredeyse ölümsüz olur. Fiziksel saldırılardan etkilenmez, hastalıklardan etkilenmez, vücudu artık iki boyutlu olduğu için her tarafa doğru özgürce hareket edebilir. Tek zayıflığı ışıktır, ama her taraftan gelmediği takdirde yine kullanacak ve güç alacak bir gölge bulunabilir. Bu gücü kullananlar DC Evreninden Shadow Thief ve Obsidien olarak gösterilebilir. Daha kuvvetli ve bilinen bir kullanıcı ise Hellsing çizgiromanından Alucard’dır. Kendisi de defalarca diğer güçlerinin yanında bu gücü de kullanmıştır. Eğer “B” filmlerine meraklıysanız 80’li yıllarda çekilen ve video oyunundan esinlenen Double Dragon filmindeki kötü adam Koga Shuko da bu gücü kullanabiliyordu. Evet bu gerçekten daha ilginç ve korkutucu bir güç. Bir kaç kez Japon korku filmlerinde de buna benzer güçlerin kullanıldığını görmüştüm. Üstelik gölge haline geldiğinde bıçak, tabanca gibi silahlar da bir işe yaramıyor. Bu güç güzelmiş aslında, ama bakalım daha başka neler var listemizde.
3- Shadow Magic ya da Gölge Büyüleri : Adı üstünde , gölgeleri kullanarak büyü yapmak da bir başka gölge süper gücü. Bu gücü kullanan büyücüler hem gölgeleri hem de
26
GÖLGE 10. YIL ÖZEL - GÖLGE GÜÇLERİ ÜZERİNE
karanlığı kontrol ederler. Amerikan çizgi romanlarında özellikle büyülerini gölgelerden kullanan bir büyücü göremeyiz. Ama bazı çizgi romanlarda Enchantress’in ya da John Constantine’in gölge büyüsü yaptığı görülmüştür. Ama sadece bu büyü güçleriyle kendilerini sınırlamazlar. “Tek ve spesifik bir güç üstünden gitme” daha çok animelerde görünen bir durumdur, dolayısıyla bu gücü özellikle animelerde görürüz. Büyü üzerine olan anime Fairy tale’de gölge gücünü kullanan kahraman-
lar vardır. Bunun dışında Yu-Gi-Oh’ta Paharoh Atem adlı karakter güçlü bir gölge büyücüsüdür. İşin içine büyü ve gölge yanyana gelince gerçekten de ürkütücü oluyor. Ama işin gerçeği Dr. Strange ya da Zatanna olmak varken, gücünü sadece gölge büyüleriyle sınırlamak çok mantıklı gelmiyor. Listemizde yer alan son güce bakalım.
4- Shadow Manipulation ya da Gölgelere Hükmetmek: İşte gerçekten en
sağlam gölge gücü. Bu gücü kullanan süper
27
GÖLGE 10. YIL ÖZEL - GÖLGE GÜÇLERİ ÜZERİNE
kahraman kendisi gölge haline gelemese de etrafındaki tüm gölgelere hükmedebilir. Ortalığı karanlığa boğabilir, karanlıktan 3 boyutlu objeler yaratabilir (mesela kendisi için savaşacak bir ordu yaratabilir), bir gölgenin sırtına binip uçabilir, gölgeleri sertleştirerek kendine bir kılıç yapabilir, aynı şekilde kendine kırılmayacak bir zırh inşa edebilir. Gerçekten de en “über” gölge gücü budur. Marvel ve DC bazı karakterlerine bu güçlerin belli başlılarını bahşetmişlerdir. Nedeni tahminen hepsini bir kahramana verecek olurlarsa ellerinde aşırı güçlü bir kahraman olacağı ve bunun da ileride kendilerine sorun yaratacağından dolayıdır. Mesela bir DC karakteri olan “NightShade” ‘in uçma ve 3 boyutlu gölge yaratıkları oluşturma gücü vardır ama 3 taneden fazla gölge yaratığı oluşturamaz. İşte gerçekten keyifli bir güç. Bu güçle oldukça güçlü ve tehlikeli bir süper kahraman olunabilir. Üstelik etrafımıza dolayabileceğimiz bir zırh ve bizi koruyacak bir gölge ordusu olduktan sonra, kim korkar diğer kötülerden? Hatta en iyisi biz evde oturalım, gölge ordusu bizim yerimize korusun dünyayı. Tam tembel bir süper kahraman hayali!
İşin gerçeği , çizgi romanlarda çok daha çok farklı gölge güçlerine rastlamak mümkün. Fakat çoğu bu bahsettiğim güçlerim türevlerinden oluşuyor. Mesela gölgelerde kamufle olma, ya da gölgelerde saklanma – gölgeleri kullanarak sessizce yürüme güçleri aslında “Gölge Mimikri” gücünün altında yer almaktadır.
28
GÖLGE 10. YIL ÖZEL - GÖLGE GÜÇLERİ ÜZERİNE Ya da gölgelerden paraşüt oluşturma, sahte kanat oluşturup uçma gücü aslında “Gölge manipülasyon”una girer.Son zamanlarda bir iki kere gördüğüm gölgeleri kullanarak başka bir boyuta geçmek gücü de aslında “Gölge erimesi” gücüdür. Gölge’nin 10. Yılı dedik ya... B i z i m maskotumuz olan G ö l g e Kız bu güçlerden hangisine sahiptir dersiniz? Maalesef G ö l g e Kız’ın bu güçlerle bir alakası yok. Peki onun güçleri nedir? İsmi nereden gelir? O n u n için eski sayılara
bakmanız ve tarihçesini incelemeniz gerekmekte...
10. yılımız tüm okuyucularımıza kutlu olsun, daha nice 10 yıllar kutlama dileği-
yle ....
29
HİKAYE - İKİ ÜLKE : BÖLÜM 3
İKİ ÜLKE : BÖLÜM 3 YAZAN: ÇAĞRIL TAŞTAN
Günlerden bir gün gökyüzünün ülkesinde, hava soğukken bulutların içinde, yeryüzü birden ısınmaya başladı. Gökyüzünün ülkesinde bu sıradandı, hava soğukken ısınmaya başlamıştı, yaz geliyorsa ülke alçalıyordu demek ki. Bıçakların vakti yaklaşıyordu, bütün insanlar biliyorlardı soruların cevabını, iyilik melekleri bırakacaklardı yakında kanatlarını. O gün doğan çocuklardan biri düzene aykırıydı, düzene aykırı yaşayacaktı. Ama ölümü düzene göre karşılayacaktı. Gökdelenler vardı, gökyüzünün ülkesinde, bulutlara konak kuran gökyüzünün halkı konak kurmakla yetinememişti. Onlara komşu olmakla, onları aşmak, ötelerini görmek için bulutları binalarla örtmüşlerdi. Bütün pencerelerin baktığı ak meydan vardı, gökdelenler onun etrafını sarmıştı. Rahipler ak meydanın ortasına, gün ışığı adında bir tapınak inşa etmişlerdi yüzyıllar önce. Güneş yüzyıllardır var oluşundan beri, o tapınağın üstünde doğmuştu. Güneşin varlığını gören bütün ruhlar, yüzyıllarca karanlığı meydanın manzarasında unutmuşlardı. Yaratılışlarının getirdiği karanlık dışındaki karanlığı, yani insanın eliyle var olan dışarıyı, Ak tapınağın üstüne düşen gün ışığı unutturmuştu. Yirmi bir yıl üç yüz altmış dört günde bir, tapınağın çanları çalardı. Yıl dönümünden bir gün önce ve bir gün sonra. Bir gün önce çalan çanla, bıçakları alırlardı ellerine insanlar, sıralanırlardı gökdelenlerden çıkarak. Meydanın ortasında bulunan Ak tapınağın yolunda, sıra sıra dururlardı. Çocuk geçerdi oradan o gün, yirmi bir yıl üç yüz altmış dört günde bir. Bıçakları görmesin diye, vicdanlarda yansıması ile karşılaşılmasın diye. Yüzünün hatırlanmaması için bir maske takarlardı Ulitler çocuğun yüzüne. Tapınak beyaza boyanmıştı, böylece gün ışığı daha iyi yansıyordu tapınağın üstünde. Gök-
delenler ise siyahtı, beyaza boyanmaları yasaktı. Çocuk tapınağın zindanına koyulurdu, her yirmi bir yıl üç yüz altmış dört günde bir. Ertesi gün gece yarısını kadar beklerdi bıçaklı eller ve gece yarısından tam bir saat önce katledilirdi çocuk. Kutsal kitap böyle buyurmuştu, aşağıdaki ülke birleşmeyi son ana kadar umut etmeli, yukarıdaki ülke ise son anlara kadar birleşmekten korkmalıydı. Kurban son ana kadar Olepius’a dua etmeliydi, yaşama umudunu içinde barındırmalı. Saat 11’e her geldiğinde her döngünün bir gününde, çocuğun kalbine saplanırdı ilk bıçak Baş Ulit tarafından. Gökyüzünün halkı yüzü maskeli çocuğu rahibin ardından bıçaklarlardı tek tek ve aynı bıçağı saklarlardı yüzyıllar boyunca, her yirmi iki yılda bir kullanarak. ELRA Aldaria doğum sancıları eşliğinde uzun bir gün geçiriyordu, artık vakti gelmişti hastaneye gidip gökyüzünün ülkesinde yeni bir ruh dünyaya getirmenin. Hava sıcaktan kavrulurken kocası Kahan erken gelmişti o gün. En büyük gökdelen olan Namerah’daki işinden, hükümet için çalışan bir memurdu. İyi şeylerin mükemmel olması için hem gündüz hem gece uğraşan bir adamdı o. Eve geldiğinde karısının sancılarının arttığını görünce hemen bir at arabası çağırdı. Aldaria’yı kucakladı, Tarah şehrinin sokaklarından bir bir geçerek hemen Kahan’ın çalıştığı yerin yakınındaki bir hastaneye vardılar. Tarah gökyüzü ülkesinin başkentiydi, tek bir ülkenin tek şehriydi. Sancıları doğumu müjdeliyordu Aldaria’nın, saatler sonra anne olacaktı. Karnında büyüttüğü bir yokluğun, varlığının sorumluluğuna kocasıyla birlikte sahip olacaktı. Doğum sıkıntısız geçti, bir erkek çocukları olmuştu. Elra koyacaklardı ismini önceden düşünmüşlerdi. Birliktelik anlamına gelen bir isimdi Elra, insanları bir araya getirmeliydi çocukları, umudu en derinlerinde taşımalıydı. Eve döndüklerinde her şey normaldi, her bebek gibi Elra da çok masumdu. Sıradan bir çocuk
30
HİKAYE - İKİ ÜLKE : BÖLÜM 3
gibi duruyordu ama sıradan değildi o farklıydı. Zamanla bu anlaşılacaktı, yasak bahçenin elmasına göz dikecekti. Katledilmek istenecekti, gelecek bozulmasın diye, kuralların korunması adına. O günden bir gün önce, bir çocuk katledilmişti oysaki bütün gökyüzü bunu unutmuştu. Bugün doğacak çocuklardan biri, yine kurban olmalıy-
dı olacaktı. Kahan ile Aldaria bundan korksalar da çocuğun doğduğu an, doğum günü tarihi ve saatiyle yazılmıştı hastane kayıtlarına. O gün doğan iki yüz yetmiş ikinci çocuktu Elra. Yani katledilecek çocuk olma ihtimali yüzde bir bile değildi. Aldaria’yı ve Kahan’ı bu durum büyük ölçüde rahatlatıyordu. Yıllar hızla geçiyordu.
31
HİKAYE - İKİ ÜLKE : BÖLÜM 3 Okula başlaması gerekiyordu, on bir yaşına gelmişti Elra, yapması gereken şeyleri kitaplardan öğrenecekti. Kitaplara göre yaşayacaktı, kurallara göre çalışacaktı. Aşık olmadan belli bir yaşa gelince sevmediği bir kadınla evlenecek ve kendini o kadını sevdiğine inandıracaktı. Kimliği farklı olsa bile bunu unutacaktı, düzenin emrettiği gibi sonsuza dek yaşayacaktı. Cennetin ülkesinde, cennete layık bir birey olacaktı çünkü Gökyüzünün ülkesinde yer yoktu aşk’a ya da aşk uğrunda anılacak kavramlara. Okulun ilk günü Elra’nın kutsal kitaplarda bahsedilen ruh olduğu anlaşılacaktı. Çocuklara okulun ilk günü bir seçim yaptırılırdı, kitaplar okutulur birini seçmeleri istenirdi. Ne okutulduğunu ne aileler ne de Ulitler bilirdi. Sadece Baş Ulit kitapların sırrına vakıf olabilirdi. Annesinin elini tutarak okula doğru yürüyordu Elra, annesi korkuyordu günün onlara ne getirebileceğinden. Elra: Okulda sadece var olanları mı öğretiyorlar anne? Aldaria: Çok gereksiz bir soru değil mi bu Elra, olmayan bir şeyi nasıl öğretebilirler ki? Elra: Var olanların varlığı öğrenilmeden önce, onlar da var olmayan olarak kabul edilmez mi anne?
Aldaria bu soruyu beklemiyordu, çok korkmuştu ama olabilirdi, Elra yaşına göre çok zeki bir çocuktu. Aldaria: Görünmeyenin varlığını nasıl bilemiyorsak, var olmayanın varlığını da öyle bilemiyoruz, bu yüzden okulda öğretemiyorlar bunu! Elra: Peki anne, Olepius’u nasıl öğretiyorlar, varlığını bilsek bile onu göremiyoruz. Onu görmediğimiz için varlığını bilemiyoruz, var olmayan da görülmediği için var olmayanı nasıl öğrenemiyoruz? Aldaria Elra’ya tokatı yapıştırdı: Okulda sakın böyle konuşma, böyle konuşmanı yasaklıyorum! Aldaria Elra’yı baş ulit’e teslim etti. Önce uzun bir salonu geçtiler ve bir kütüphaneye geçtiler. Masanın üstünde on adet kitap vardı. Baş Ulit: Onunu da okuyacaksın ve unutma sadece birini seçeceksin. Elra’nın önünde, tarih kitapları, kutsal kitaplar ve mesleklerle ilgili kitaplar vardı. Harika akıcılığa sahip romanlar ile bir şiir kitabı da vardı tabi bunların dışında. Akşam olmuştu artık, kitaplar bitmişti. Baş ulit geldiğinde Elra bir kitabı çoktan seçmişti. Baş Ulit: En çok neyi beğendin? Elra kitabın sayfalarını kurcaladı, bir sayfayı açtı ve Baş Ulit’e gösterdi:
Bıçakları kitapların içine gizlerler Gündüzleri gecelerle izlerler Umudun peşinde, umudu kurban ederler Gökyüzünün eşliğinde, dalkavukluk için Elra: En çok bunu beğendim, dalkavuk ne demek efendim? Baş Ulit’in yüzü sapsarıydı. On yıl sonrasını düşünüyordu çünkü yıllar sonra karşısındaki çocuğun kalbine ilk bıçağı onun saplaması gerekiyordu.
32
GÖLGE 10. YIL ÖZEL - GÖLDE’DE KALAN FİLMLER
GÖLGE’DE KALAN FİLMLER YAZAN: HASAN NADİR DERİN
Gölge e-Dergi yayın hayatına başlayalı 120 sayı olmuş. 120 koca ay, 10 yıl, dile kolay. Gölge’nin 10. yılına özel ne yapabiliriz diye düşünürken aklımıza sinema dünyasında bu 120 ayda neler olmuş diye bakmak geldi. Ancak zaten her yıl bir değerlendirme yazısı yazmıştık. Madem öyle, dönüp Ekim 2007’den beri her ay gösterime giren filmlerden birer tanesini seçelim, 120 filmlik bir liste oluşturalım dedik. Ama bu bir en iyi filmler listesi olmayacak. Gölge’nin ilgi alanlarına uygun olarak fantastik, korku ve çizgi roman uyarlamalarına iltimas geçen, belgesel ve müzikal gibi üvey evlat sayılan türleri göz ardı etmeyen, aradan geçen zamanda unutulan, unutulmaya yüz tutmuş filmleri hatırlatmaya yönelik bir liste. Ara sıra çok popüler filmlere rastlarsanız şaşırmayın. Hatta bazı filmler çok kötü olduklarından dolayı da listeye girmiş olabilirler. Öyle de acayip bir liste yani. İşte ufak tefek notlarla birlikte Gölge ile geçirdiğimiz aylardan seçme filmler: Ekim 2007 - Yıldız Tozu (Stardust): Biricik Sandman’imizin yaratıcısı Neil Gaiman’ın romanından uyarlanan fantastik bir film bulmuşuz, listeye bununla başlamasak olmazdı. Üstelik kamera arkasında, sonradan Kick-Ass, X-Men: First Class ve Kingsman’i çekerek kalbimizdeki yerini sağlamlaştıracak olan Matthew Vaughn var.
Kasım 2007 - Across The Universe: Müzikallere de iltimas geçiyor olabiliriz. Ama tümüyle Beatles şarkılarından oluşan şahane bir müzikal izlemek istemez misiniz? Evan Rachel Wood’u True Blood ya da Westworld ile keşfetmediniz, değil mi? Aralık 2007 - Paris’te 2 Gün (2 Days in Paris): 2007’nin son ayı, tür filmleri açısından verimsiz bir aymış. Before serisi ile gönlümüzde ayrı bir yere oturan Julie Delpy’nin yazar, yönetmen ve oyuncu olarak imza attığı ve çoğunlukla Woody Allen ile karşılaştırıldığı bu keyifli romantik komediyi önerelim o halde. Ocak 2008 - İçerde (A L’interieur): Yeni dönem Fransız korku filmlerinden etkilenmeye başladığımız zamanlar. Hamile bir kadın ve ona musallat olan başka bir kadın. Bol kanlı, fazlasıyla rahatsız edici. Ben baştan uyarıyo-
33
GÖLGE 10. YIL ÖZEL - GÖLDE’DE KALAN FİLMLER
rum. Türü seviyorsanız mutlaka izleyin, hamile bir kadınsanız kesinlikle izlemeyin… Şubat 2008 - Öldüren Sis (The Mist): Frank Darabont, bir dönem en başarılı Stephen King uyarlamalarından bazılarına imza atmıştı. Bkz. The Shawshank Redemption, The Green Mile. Ne hikmetse The Mist onun şu tarihe kadarki en son Stephen King uyarlaması ve hatta en son sinema filmi oldu. Evet, belki diğerleri kadar iyi bir film değildi ama bir şey kesindi. Film bittiğinde sinema koltuğundan bir süre kalkamıyordunuz. Mart 2008 - Spiderwick Günceleri (The Spiderwick Chronicles): Son yıllarda genç kuşağı hedefleyen ne kadar çok fantastik film izledik. Spiderwick Günceleri, bunların en iyilerinden ya da popüler kültürde en fazla iz bırakanlarından biri değil. Ama nedense benim hafızamdan silinmeyen filmlerden biri oldu. O halde bir şans verin diyelim. Bence
pişman olmazsınız. Nisan 2008 - Kıyamet Öyküleri (Southland Tales): Richard Kelly’nin Donnie Darko’su bugün bir kült. Peki Southland Tales’i kaç kişi hatırlıyor? Hatırlanmaması da normal. Kötü eleştiriler aldı, gişede iki seksen yattı. Ama kabul edelim, belli bir çekiciliği de vardı (ya da yoktu, izleyin, kendiniz karar verin). Mayıs 2008 - Iron Man: Evet, hiç gölgede kalan bir film olmadığının farkındayım ama çizgi roman seviyoruz dedikten sonra, bugün itibariyle 16 filme ulaşmış, en az 8 filmi daha açıklanmış, dev Marvel Sinematik Evreni’nin ilk adımını buraya almazsak ayıp olurdu. 2008 yılında çocuk olup da hala izleyemedim diyenler varsa, ne duruyorsun diyelim. Haziran 2008 - Wanted: İşte tam bir çizgi roman uyarlaması. Timur Bekmambetov’un her filminin iyi olmadığını kabul
34
GÖLGE 10. YIL ÖZEL - GÖLDE’DE KALAN FİLMLER edelim ama burada içerik ve biçim çok başarılı bir şekilde uyuşuyordu. O mermilerin havada kavis aldığı stilize aksiyon mutlaka görülmeliydi. James McAvoy ve Angelina Jolie de çok şahanelerdi doğrusu. Temmuz 2008 - Ölülerin Günlüğü (Diary of The Dead): Kara Şövalye (The Dark Knight) filminin gösterime girdiği bir ayda farklı bir film seçmek ilginç bir tercih olabilir ancak bu liste içinde, geçtiğimiz ay kaybettiğimiz George A. Romero’yu anmak için tek şansımız buydu ve bunu es geçemezdim. Ölülerin Günlüğü, Romero ustanın en iyi filmi değildi belki ama yine de ilgiye değerdi. Siz isterseniz buraya Romero filmografisinden izlemediğiniz başka bir filmi koyunuz.
Robert Downey Jr. ve Jack Black’i de alarak, kahkahalarla dolu bir film yapmıştı. Tanınmaz halde, en iyi performanslarından birini veren Tom Cruise’u da unutmayalım. Kasım 2008 - Rec: Ölüm Çığlığı ([REC]): Bu ay için buluntu film formatındaki korku filmlerinden birini seçelim. İspanyol yapımı [REC], gördüğü ilgi üzerine dört filmden oluşan bir zombi filmi serisine dönüşmüş, hatta Amerikalılar yeniden çevrimini de yapmışlardı. Türün iyi örneklerinden biri olarak önerelim. Aralık 2008 - Sonbahar: Tüm ay sadece 12 film gösterime girmiş. Bir zamanlar vizyona giren her filmi takip etmek ne kadar kolaymış. Tür filmleri açısından zayıf bir ay ama sinemamızın son dönemdeki en iyi
Ağustos 2008 - Aynalar (Mirrors): Zayıf bir ayda bir iyi, bir kötü film yapan Alexandre Aja’dan bir film çıktı karşımıza. Aynalar, standartları tutturan bir korku filmiydi. İki yıl sonra, video piyasasına da olsa devamı da geldiğine göre belli ölçüde sevilmişti de. O halde korku filmi sevenler kayıtsız kalmasın. Eylül 2008 - Tatil Kitabı: Yeni Türkiye sinemasının en önemli ve üzüntü verici kayıplarından biri Seyfi Teoman’dı. Sadece bir kısa ve iki uzun metrajlı filmden sonra, daha 35 yaşındayken aramızdan ayrılan Seyfi Teoman, yaşasaydı eminim ki çok daha iyi filmlere imza atacaktı. Onu taşrayı farklı bir bakış açısıyla ele aldığı Tatil Kitabı ile analım. Ekim 2008 - Tropik Fırtına (Tropic Thunder): Zaman zaman yönetmen koltuğuna da geçen Ben Stiller’ın en eğlenceli filmlerinden biri. Yanına
35
GÖLGE 10. YIL ÖZEL - GÖLDE’DE KALAN FİLMLER ilk filmlerinden biri olan Sonbahar durumu kurtarmış. Yönetmen olarak Özcan Alper’i, oyuncu olarak Onur Saylak’ı bize tanıştıran bu film insanın içine işliyordu. Hala izlemeyen varsa mutlaka izlesin, daha önce izlemiş olanlar da tekrar anımsamak isteyebilir. Ocak 2009 - Barselona, Barselona (Vicky Cristina Barcelona): Her yıl bıkıp usanmadan film çekmeye devam eden, belki de bununla hayata tutunan Woody Allen’ın bir filmini listeye almazsak olmazdı. Yine kıyıda köşede kalan bir film değil, belki de Allen’ın son dönem en bilinen filmlerinden biri ama Scarlett Johansson, Rebecca Hall ve Javier Bardem’den oluşan güzellik ve yakışıklılık konusunda zirveye oynayan bir filme de iltimas geçelim biraz. Şubat 2009 – Gölgesizler: Bu ay için Frank Miller’ın çektiği The Spirit’i seçmeyi ne kadar çok isterdim. Keşke iyi bir film olsaydı. O halde gölgede kalan bir film olarak Gölgesizler diyelim. Ümit Ünal’ın Hasan Ali Toptaş’ın romanından uyarladığı filmin adını sonraki yıllarda çok duymadım ama unutulmaması gereken bir filmdi. Final jeneriğinde Candan Erçetin’in sesi sayesinde seyircilerin salondan çıkmamasını sağladığını hatırlarım. Mart 2009 – Watchmen: Bu ayın film listesine bakıldığında seçeceğimiz filmi bulmak için düşünmek gerekmedi. Alan Moore’un bir çizgi roman başyapıtı olan Watch-
men’in sinema uyarlaması karşımızdayken başka bir filmi seçmek olmazdı. Zack Snyder, kaynağına ihanet etmeyen, hatta tam tersi, mümkün olduğu kadar sadakat gösteren bir uyarlamaya imza atarken kendisinin de en iyi filmini yapmıştı. Yine de çizgi romanı okumadıysanız, önce onu okuyun, sonra bir daha okuyun, sonra bir daha okuyun, sonra filmi izleyin. Nisan 2009 - Deli Deli Olma: Bu ayı sinemamızın en önemli figürlerinden birinin son filmine ayıralım. Tarık Akan ve Deli Deli Olma. Üstelik bu filmin Tarık Akan ve Şerif Sezer’i bir kez daha buluşturmak gibi bir
36
GÖLGE 10. YIL ÖZEL - GÖLDE’DE KALAN FİLMLER özelliği de var. Akan’ı saygıyla anarken, filmin de hiç fena olmadığını belirtelim. Mayıs 2009 - İşkence Odası (Martyrs): İşte Amerikalılar tarafından yeniden çevrimi yapılan bir Fransız korku filmi daha. Yine bol kanlı, yine bol dehşetli. Hikaye de bildik korku filmlerinden daha farklı. Ama bu filmi listeye almamın bir nedeni daha var. Bu yazıyı hazırlarken fark ettim ki, filmde henüz yönetmenlik kariyerine başlamamış gencecik bir Xavier Dolan var. Haziran 2009 - Bir Kadının Seks Günlüğü (Diario de Una Ninfomana): Listemizde farklı türlerde filmler de olsun. Bir zamanlar yaz vizyonunun vazgeçilmez türlerinden biri erotik filmlerdi. Kaliteli örnekleri de yok değildi ama genelde B-sınıfı soft-porn filmler olurlardı. İnternet’in yaygınlaşması ile birlikte o günler gerilerde kaldı. Yine de 2009’da bu tarz bir film izlemişiz. Ayrıca o kadar da kötü bir film değil. Kadroda Geraldine Chaplin gibi bir isim de var neticede.
Basterds): Yine, pek de gölgede kalmamış bir film. Tarantino’dan 2. Dünya Savaşı günlerine kendi meşrebince bir bakış. Hiç öyle gerçekmiş gibi yapmamış, hatta geldiği noktada kurmaca bir tarih anlattığını haykırmış adeta. Christoph Waltz’u uluslararası sinema camiasına tanıtan film diyebiliriz. İlk sahnede, o yıllarda hiç tanımadığımız Léa Seydoux’a dikkat. Eylül 2009 - 11’e 10 Kala: Benim için çok önemli bir film, hatta hayatımın filmini yapmışlar dediğim bir film. Filmin iyiliğinden değil ama başkarakterlerinden, yakın
Temmuz 2009 - Kontes (The Countess): Julie Delpy’nin yönettiği bir film daha. Delpy bu kez tarihi bir kişiliği, Erzebet Bathory’yi anlatmış. Erzebet (ya da Elizabeth) Báthory kimdir? 16. yüzyılda yaşamış, genç kalabilmek için onlarca, belki de yüzlerce genç kızın kanını içmiş ve onlara işkence etmiş soylu bir kadın. Filmi neden seçtiğim anlaşıldı sanırım. Ağustos 2009 - Soysuzlar Çetesi (Inglourious
37
GÖLGE 10. YIL ÖZEL - GÖLDE’DE KALAN FİLMLER Kasım 2009 - Bornova Bornova: İnan Temelkuran, 2000’lere çok güzel bir giriş yapmıştı. Made in Europe sonrası Bornova Bornova ile de sinema dünyamızda taze bir soluk estirmişti. Sonradan belgesel filmlere yöneldi, Takım: Mahalle Aşkına filminin senaryosunu yazdı ama yönetmen olarak onu uzun zamandır görmüyoruz. Umarım kamera arkasına sıkı bir dönüş yapar. Aralık 2009 – Zombieland: Zombi filmlerini seviyoruz, komedi soslu zombi filmlerini ayrı bir seviyoruz. İşte Zombieland de bu filmlerden. Üstelik başrollerinde o yıllarda yeni yeni ünlenmeye başlayan Emma Stone ve Jesse Eisenberg var. Devam filminin de gelmesi bekleniyor ama aynı kadroyu toparlayabilirler mi bilinmez. Siz önden izleyin yine de.
zamanda kaybettiğimiz Mithat Esmer’i kendime çok yakın hissetmemden ötürü. Evet, bir şeyler biriktiriyoruz, evimiz bunlarla dolup taşıyor ve evet bu konuda çevrenin ne dediğini pek de umursamıyoruz. Nejat İşler hayranları da izleyebilir bu arada ;-) Ekim 2009 - Kara Büyü (Drag Me to Hell): 2000’lerin başında kendisini Örümcek Adam serisine adadıktan sonra Sam Raimi’nin korku türüne geri dönüşü. Üstadın en iyisi değil belki ama kesinlikle benzerlerinin bir gömlek üzerinde. İzleyiniz.
Ocak 2010 - Gir Kanıma (Lat den Ratte Komma In): Korku filmlerine torpil geçeceğimizi söylemiştik ama gerçekten çok iyi filmler çıkıyor karşımıza. Bu kez sırada son dönemin en iyi vampir filmlerinden biri var. Üstelik küçük bir kız görünümünde bir vampir. Bir yıl sonra yapılan ve başrolünde Chloë Grace Moretz’in oynadığı yeniden yapımı da iyidir ama İsveç yapımı orijinal filmi de mutlaka izleyiniz. Şubat 2010 - Percy Jackson & Olimposlular: Şimşek Hırsızı (Percy Jackson and the Lightning Thief): Zamanında fena izlenmemiş, devam filmi de gelmiş ama bugün pek de hatırlanmayan fantastik bir gençlik filmi ile yolumuza devam ede-
38
GÖLGE 10. YIL ÖZEL - GÖLDE’DE KALAN FİLMLER Nisan 2010 - Dr. Parnassus (The Imaginarium of Doctor Parnassus): Terry Gilliam’ın bu fantastik filminin çok başarılı olduğunu söyleyemeyiz ama önemli bir özelliği vardı. Başrolde oynayan Heath Ledger’ın filmin çekimleri sırasındaki ölümünden sonra onun rolünü Johnny Depp, Colin Farrell ve Jude Law üstlenmişlerdi (filmin yapısı buna elverecek şekilde değiştirildi). Üstelik filmden alacakları parayı da Ledger’in kızına vermişlerdi. Mayıs 2010 - Selvi Boylum Al Yazmalım: 2010’da Selvi Boylum Al Yazmalım’ın işi ne sorularını duyar gibiyim. Son yıllarda sayısı artsa da o günlerde de ara sıra restore edilmiş klasikler, salonlarda kendine yer bulurdu. Yeşilçam’ın en iyi örneklerinden, Atıf Yılmaz’ın bu unutulmaz filmi de Mayıs 2010’da tekrar sinema salonlarımızı ziyaret etmişti. “Sevgi neydi? Sevgi emekti.” lim. Genç başrol oyuncuları dışında Sean Bean, Pierce Brosnan ve Uma Thurman isimlerini de yan kadroda görmek ayrı bir keyifti. Genç kadro arasında sonradan daha çok dikkat çekecek olan Alexandra Daddario’nun da olduğunu unutmayalım. Mart 2010 - Anadolu’nun Kayıp Şarkıları: Bir zamanlar iyi bir müzisyen olarak bildiğimiz Nezih Ünen, eline kamerayı alıp Anadolu’nun kıyısını köşesini dolaşarak farklı yörelere ait şarkıları bulmaya girişmiş, bundan da çok başarılı bir belgesel çıkarmıştı. Vizyona giren belgesel filmlerin yok denecek kadar az sayıda olduğu o günlerde bir nimetti.
Haziran 2010 - Son Şarkı (The
Last Song): Miley Cyrus’un cici kız olduğu zamanlar. Nicholas Sparks’ın romanlarından yapılan uyarlamalar da çok revaçta. Bu iki unsurun birleşimi ile ortaya çıkan romantik bir gençlik filmi: Son Şarkı. Tamam, fazla romantizmi sevmeyenler için sonunu getirmesi zor olabilir ama listemizde farklı filmler de olsun demiştik, değil mi? Temmuz 2010 - Başlangıç (Inception): Yine gölgede kalmamış bir film seçeceğiz ama yapacak bir şey yok. Temmuz 2010’da dişe dokunur pek bir film yokmuş. Son Hava Bükücü (The Last Airbender) filmini de seçemeye-
39
GÖLGE 10. YIL ÖZEL - GÖLDE’DE KALAN FİLMLER ceğimize göre Nolan ve Başlangıç diyelim. Zaten izlemeyen yoktur diyerek bir sonraki filme geçelim. Ağustos 2010 - Cehennem Melekleri (The Expendables): Sylvester Stallone, Dolph Lundgren, Jet Li, Mickey Rourke, üzerine sos olarak Jason Statham ve minicik rollerde Bruce Willis ve Arnold Schwarzenegger. 80’lerin aksiyon filmleri ile büyüyenleri buraya alalım, geriye kalanlar çıkabilir. Eylül 2010 - Ustura (Machete): Robert Rodriguez’den B-sınıfı aksiyon filmleri şahane bir saygı duruşu. Çok eğlenceli, çok deli, bir o kadar da heyecanlı. Duymadığınız bir filmse, fragmanını izleyiniz, zaten size göre olup olmadığını hemen anlayacaksınız. Ekim 2010 – RED: Özellikle ilgisi olmayanların, çizgi roman uyarlaması olduğunu fark etmediği filmler vardır. İşte RED de onlardan biriydi. Çizgi romanı bir çıkış noktası olarak kullanıp, bambaşka noktalara gitmişti ama olsun, yine de bir çizgi roman uyarlaması. Bruce Willis, Morgan Freeman, John Malkovich ve Helen Mirren gibi isimleri emekli ama tehlikeli ajanlar olarak görmek çok keyifliydi (RED = Retired, Extremely Dangerous) Kasım 2010 - İki Tutam Saç: Dersim’in Kayıp Kızları: Kasım 2010 da zayıf aylardan biriymiş. Şansımıza bir belgesel daha çıktı. Yakın tarihimizin son yıllara kadar dillendirilmeyen olaylarından Dersim katliamı ve bunun sonucunda kimsesiz kalan, ailelerinden ayrılan kızların hikayesi üzerine çarpıcı bir belgesel. Önyargılarınızı bir kenara koyun ve izleyin. Aralık 2010 - Aslı Gibidir (Copie Conforme): Geçtiğimiz yıl kaybettiğimiz, büyük usta Abbas Kiarostami’yi ülkemizde gösterime giren son filmi ile analım. Ustanın ülkesi dışında çektiği filmlerden biri olan Aslı Gibidir, başrolünde eşsiz Juliette Binoche’un varlığıyla da dikkat çeki-
yordu. Kiarostami filmografisinde ilk adı anılan filmlerden değildir ama gerçekten iyi filmdir. Ocak 2011 - 5 No’lu Cezaevi: Yakın tarihimize bakan bir belgesel daha. 12 Eylül döneminde Diyarbakır 5 No’lu cezaevinde yaşananları anlatan bu film, insanın gerçekten içini acıtır. Benzerlerinin bir daha yaşanmaması dileğiyle. Şubat 2011 - Siyah Kuğu (Black Swan): 2000’lerin en iyi filmlerinden biri saydığım Siyah Kuğu’yu bu listeye almazsam olmazdı. Sinemadan çıkınca tokat yemiş gibi olduğum filmlerden. Bu tanımı vermek için zamanın süzgecinden geçmesi gerektiğine inanırım ama aradan 7 yıl geçtiğine göre rahatlıkla başyapıt diyebiliriz artık. Mart 2011 – Rango: Animasyon da çok sevdiğimiz film türlerinden ama listemizde çok fazla kendine yer bulamadı. Belki de iyi örnekleri hiç de gölgede kalmadığı
40
GÖLGE 10. YIL ÖZEL - GÖLDE’DE KALAN FİLMLER için. Ama Gore Verbinski’nin spagetti western kalıplarını muhteşem bir şekilde yedirdiği bu animasyonun adı nedense pek anılmaz. O halde biz atlamayalım ve önerelim. Nisan 2011 - Beni Asla Bırakma (Never Let Me Go): Özellikle İngiltere dışında çok kadri kıymeti bilinmemiş bir film. Hâlbuki bana göre yılın en iyi filmleri arasındaydı. İlk bakışta romantik bir gençlik filmi sanılabilir ama distopik bir alternatif gerçeklikte geçmesi nedeniyle romantik bilim-kurgu da diyebiliriz. Carey Mulligan, Andrew Garfield ve Keira Knightley’nin olduğu kadro da es geçilmemeli. Mayıs 2011 - Gişe Memuru: Birkaç yıl sonra Sarmaşık ile muhteşem bir işe imza atacak olan Tolga Karaçelik’in ilk filmi. Bir gişe memurunun yalnızlığını anlatan filmde başroldeki Serkan Ercan da çok iyidir ama filmin gizli kahramanı, yine Sarmaşık’da harikalar yaratacak olan Nadir Sarıbacak’tı. Haziran 2011 - Mutluyum, Devam Et (Happythankyoumoreplease): Bazen filmler bambaşka nedenlerle aklınızda takılıp kalır. İşte bu film de onlardan biri. Filmin orijinal isminin tek bir kelime şeklinde yazılmış olması, bizi hızla söylemek zorunda bırakırdı ve bu çok hoşuma giderdi. Film ise How I Met Your Mother’dan Josh Radnor’un yazıp yönettiği ilk filmdi ve hoş bir romantik filmdi. Temmuz 2011 - Aşka Şans Ver (La Chance de Ma Vie): Romantik komedi türüne Fransız sinemasından hoş bir katkı. Beraber olduğu kadınlara kötü şans getiren bir adamı hikâyesinin merkezine alan bir film. İzlediğimde başroldeki Virginie Efira’ya vurulmuş ve bu güzel kadını daha fazla filmde görsek keşke demiştim, halen de diyorum. Ağustos 2011 - Uzaylıların Şafağı (Attack the Block): Türkçe adı Zombilerin Şafağı’nı anımsattı değil mi? Esasen o filmin yönetmeni Edgar Wright’ın bu filmin yapımcıları arasında yer alması nedeniyle bizimkilerin yaptığı bir mini çakallık.
Yoksa iki film arasında somut bir bağlantı yok. Ama bu da güzel bir aksiyon/bilim-kurgu/komedi. Ayrıca sonradan Star Wars kadrosuna girecek olan John Boyega’nın ilk filmi. Hatta ve hatta ilk kadın Doctor Who olan Jodie Whittaker da bu filmde. Dur ya, ben de bir daha izleyeyim bu filmi. Eylül 2011 - Mühürlü Köşk: Bu ay gösterime giren irili ufaklı tüm filmlerden özür diliyorum ama bu yazıya karar verdiğim ilk andan beri bu filmi listeye alacağımdan emindim. Yerli korku filmlerinin çok kötü örneklerini görüyoruz ama bu film gerçekten inanılmaz. İnanmak için izlemek lazım. Ama uyarıyorum, bir kere izleyince bir daha unutamazsınız. Sadece şunu söyleyelim: Oyuncuların bir kısmı korku, bir kısmı komedi, bir kısmı ise porno filminde oynadıklarını düşünüyorlar! Ekim 2011 - Conan (Conan the Barbarian): Bizim kuşağın Conan’a ayrı bir zaafı vardır. Sırf o yüzden bu film de listede. Yoksa, Jason Momoa gibi fiziksel olarak role çok iyi uyan bir isme ve Rose McGowan gibi bir güzelliğe rağmen kötü bir film karşımızdaki. O halde size Arnold’un yıllar önceki Conan filmlerini verelim. Kasım 2011 - Mahzen (The Hole): Orta karar bir gençlik korku filmi. Peki neden bu listede? Tabii ki yönetmeni Joe Dante’den ötürü. 80’lerin çocukları olarak sadece Gremlins’i çekmiş olması bile bizim için yeterli. Yeni filmlerini bekliyoruz üstad. Aralık 2011 - Mikrofon (Microphone): Mısır’ın underground müzik ortamı üzerine bir filmin gölgede kalması kaçınılmazdı herhalde. Ama belgesel ile kurmaca arasında bir yerde konumlanan bu film gerçekten başarılıydı. Bir ülkede müziğin, en azından müziğin bir kısmının, ülkenin politik atmosferinden ne kadar beslendiğini ya da beslenmesi gerektiğini çok güzel gösteriyordu. Ocak 2012 - Melankoli (Melancholia): Herhangi bir Lars von Trier filmi için gölgede kalmış diyemeyiz herhalde. Bu kötü bir yö-
41
GÖLGE 10. YIL ÖZEL - GÖLDE’DE KALAN FİLMLER netmen olduğu anlamına gelmez ama filmini çekmeden önce nasıl sansasyon yaratırım diye düşünüyor adeta. Melankoli bu anlamda en az sansasyon yaratan filmlerinden biri aslında. Bir aile draması ama kıyametin arifesinde geçen bir aile draması.
Games): Tamam, tamam. Yine çok popüler bir film. Ama son on yılda gençlik romanlarından yapılan uyarlamalar çok popüler oldu. Çoğunun da başkarakteri genç bir kadındı. Bu tarz filmlerin en iyisini listeye alalım bari.
Şubat 2012 - Kevin Hakkında Konuşmalıyız (We Need to Talk About Kevin): Sinemada pek çok anne-oğul hikâyesi gördük ama bu en çarpıcılarından biri olabilir. Bir çocuk, gerçekten saf ve temiz bir varlık mıdır, yoksa kötülük doğuştan gelir mi? Bir anne, oğlunun yaptıkları için suçlanabilir mi, suçlanmasa da için için benim yaptığım bir şeyden ötürü mü acaba diye sorgular mı? Filmi izlerken aklınızdan geçenlerin sadece ikisi bunlar.
Nisan 2012 - Dehşet Kapanı (The Cabin in the Woods): İşte korku filmlerinin tüm klişelerini kullanıp bir anda onları başka bir kalıba sokan şahane bir film. Joss Whedon ve Drew Goddard’ın kaleminden çıkan filmi yine Goddard yönetmişti (bu ikilinin daha önce Buffy ve Angel serilerinde beraber çalıştığını hatırlatalım). Kendisinin Daredevil serisinin arkasında olmasından gayet memnunuz ama yeni filmini halen bekliyoruz.
Mart 2012 - Açlık Oyunları (The Hunger
Mayıs 2012 - Canavarlar Sofrası: Bu kez tam anlamıyla gölgede kalan bir film. Vizyon süresi boyunca sadece 368 kişi izlemiş. Neyse ki festivallerde daha fazla seyirciye ulaşma şansını bulmuştu. Sinemamızda örneği pek olmayan bir film. Distopik bir gelecekte, iki ailenin buluştuğu bir akşam yemeğinde yaşananlar. Türk filmi olarak geçmesine rağmen tüm filmin İngilizce olduğunun notunu düşelim. Kusursuz bir film değildi ama Matin daha sonra kusursuzunu da çekecekti (cümledeki göndermeyi anlayanlara bonus puan veriyoruz). Haziran 2012 - Arıza Aşk (Bellflower): Bazen filmlerin Türkçe isimleri çok anlamsız oluyor ama bu sefer cuk oturmuş. Film, şiddet düzeyi giderek artan bir arıza aşk hikâyesini anlatıyor gerçekten de. Tam bir Amerikan bağımsızı. Filmi izlediğimde tüm ekibin yavaş yavaş ünlü olacağını düşünmüştüm, olmadı! Ama hemen hemen tüm ekibin toplandığı Chuck Hank and the San Diego Twins bu yıl Amerika’da gösterime girdi, buraya da bekliyoruz.
42
GÖLGE 10. YIL ÖZEL - GÖLDE’DE KALAN FİLMLER Temmuz 2012 - Bu Dans Senin (Take This Waltz): Sarah Polley’yi oyuncu olarak tanırdık ama birkaç filmle çok iyi bir yönetmen olduğunu da kanıtladı. İşte onlardan biri. Kadın-erkek ilişkileri üzerine çok başarılı ve cesur gözlemler içeren bir film. Başta Michelle Williams, tüm oyuncu kadrosu da çok iyi. İzlemediniz değil mi? İzleyiniz. Ağustos 2012 - Bu Gece Benimsin (You Instead): Müzikle iç içe bir romantik komedi. Bir müzik festivali sırasında birbirlerine kelepçelenen iki
rock starı ve aralarında zamanla gelişen aşk. Üstelik film gerçekten de bir müzik festivali sırasında çekilmiş. Filmdeki hangi oyuncuları daha sonra Game of Thrones’da gördük demek için de izlenebilir. Eylül 2012 - Geriye Kalan: Bir aldatma ve aldatılma hikâyesi. Kamera arkasında bir kadının hatta senaryoyu da işin içine katarsak iki kadının olduğu hemen hissediliyor. Aldatılan kadının psikolojisine bakarken aldatan kadını da anlamaya çalışan bir film. Şebnem Hassanisoughi ve Devin Özgür Çınar çok iyiler. Ekim 2012 - Cennetteki Çöplük (Müll im Garten Eden): Fatih Akın ilginç bir yönetmen. Kimi zaman uluslararası ödüllere aday olan iddialı filmlere imza atıyor, kimi zaman tamamen kendi zevkine uyan küçük ve keyifli filmlere. Bazen de Türkiye’ye yüzünü dönüp belgeseller çekiyor. Bu da Karadeniz’de yaşanan bir çevre sorunu ve köylülerin direnişi ile ilgili bir belgesel. Akın’ın en az bilinen filmi olabilir. Atlamayın. Kasım 2012 - Evrenin Askerleri: İntikam Günü 3D (Universal Soldier: Day of Reckoning): 1992 yılına dayanan Universal Soldier serisinin dördüncü filminde JeanClaude Van Damme ve Dolph Lundgren bir kez daha karşımızda. Tamam, çok iyi bir film olduğunu iddia edecek değilim ama bu tip filmlerden beklemediğimiz kadar ilginç
43
GÖLGE 10. YIL ÖZEL - GÖLDE’DE KALAN FİLMLER birkaç sahnesi vardı. Yine de Universal Soldier deyince içinizde bir kıpırtı olmuyorsa yolunuza devam ediniz. Aralık 2012 Dönüşüm: HTR2B: Yerli korku filmleri içinden iyisini bulmak çok kolay olmuyor. Hem tek mekân gerilimi olarak, hem de işin içine doğa üstü unsurları karıştırmadan yapılan bir korku filmi olarak hiç fena değil. Ne yazık ki daha kötü örneklerinin yanında izleyici sayısı az kaldı. Çok büyük beklentilere girmeden şans verilebilir. Ocak 2013 – Karaoğlan: Sanırım bu filmi seven üç kişiden biriyim. Evet, bir çizgi roman fanı ve iyi bir yönetmen olan Kudret Sabancı’dan daha iyisini bekliyorduk şüphesiz. Ama yine de çok kişinin yerden yere vurduğu kadar da kötü bir film değildi. Bazı sahnelerin doğrudan çizgi romandan kopup gelmiş olması, Sabancı’nın özenini de gösteriyordu. Ayrıca Müge Boz’un Bayırgülü de hiç fena değildi. Şubat 2013 - Oyunbozan Ralph (Wreck-It Ralph): Bugünün çocuklarından çok, 80’lerin ve 90’ların çocuklarının daha çok keyif almış olabileceği
bir animasyon. İşte tam da bu nedenden dolayı listede. O günlerde arcade salonlarına (arcade salonu ne ki, o zamanki adlarıyla atari salonu) bol bol jeton parası bırakanlar, bu çocuk filmine niye gidelim demişlerse tekrar düşünsünler. Mart 2013 - Hayat Avcısı (The Imposter): İzlediğimiz şey bir belgesel olmasa, gerçek olduğuna inanamayacağınız bir hikâye. Yıllar önce
44
GÖLGE 10. YIL ÖZEL - GÖLDE’DE KALAN FİLMLER kaybolan bir genç, günün birinde ortaya çıkıyor ama o gerçekten aynı kişi mi acaba? Peki izlediğimiz şey gerçekten bir belgesel mi? Yoksa film de filmdeki kişinin yaptığı gibi bizimle oynuyor mu? Ben hâlâ emin değilim. İzleyip kendiniz karar verin. Nisan 2013 - Lanetli Kan (Stoker): Güney Koreli Park Chan-wook’un Amerika’da çektiği bu film, diğer filmleri yanında çok ilgi görmez ama benim için yılın en iyi filmlerinden biriydi. Çok sağlam bir gerilim duygusu ve başarılı bir senaryosu vardı. O senaryoyu Prison Break’in Michael Scofield’i olarak tanıdığımız Wentworth Miller’ın yazmış olması da ilginçti. Mayıs 2013 - Bahar Tatili (Spring Breakers): Harmony Korine’ın filmlerini sinemalarımızda görmek çok kısmet olmuyor. Zaten bu film de Selena Gomez ve Vanessa Hudgens gibi genç kuşağın sevdiği isimler hatırına gösterime girmişti. Korine ise tam da bunu hedefliyordu aslında. Bu isimleri seksi gözüktükleri bir soygun filminde oynatarak seyircinin beklentileri ile oynamak, ama onlara beklediklerinden farklı bir film sunmak. Bunda da başarılı oluyordu doğrusu. Haziran 2013 - Saksı Olmanın Faydaları (The Perks of Being a Wallflower): Son yıllarda yapılmış, genç olma hallerini en iyi anlatan filmlerden biri. Bir roman uyarlaması olan senaryosu da son derece iyiyken Emma Watson’ın ne kadar iyi bir oyuncuya dönüştüğünü de bir kez daha gösteriyordu. Temmuz 2013 - Geceyarısından Önce (Before Midnight): Before serisinin en iyi filmi olmamakla beraber, diğer filmler Gölge’den önce olduğu için bu listeye alamadık. Hâlâ izlemediyseniz, sinema tarihinin en iyi aşk filmlerinden biri olan Before Sunrise ile başlayınız, Before Sunset ile devam ediniz ve Before Midnight ile final yapınız. Sonrasında bugünlerde konuşulmaya başlayan dördüncü filmi beklemeye başlayabilirsiniz. Ağustos 2013 - Göster Gününü 2 (Kick-Ass
2): Kick-Ass’in gösterime sokulmaması son yıllarda bu konuda verilen en yanlış kararlardan biriydi. O güzelim çizgi roman uyarlamasını sinema perdesinde izlemeliydik. İkinci filmi gösterime soktular ama o da gayet eğlenceli bir film olmakla beraber, ilki kadar iyi değildi ne yazık ki. O halde yine listeye ikinci filmi aldık ama siz ilkini izleyin diyelim. Eylül 2013 - Menekşe’den Önce: Yakın tarihimiz üzerine belgeseller kuşağında sırada Sivas katliamı var. İnsanı insanlığın utandıran bu canavarca olayın şahitleri, hayatını kaybedenlerin yakınları ve arşiv görüntülerinden oluşan bu belgeseli izlemesi gerçekten zordu. Ağlamaktan sonunu getiremeyenlere rastladım ama özellikle o günleri yaşamamış olan genç nesle öneriyorum. İzleyin ki benzerleri bir daha tekrarlanmasın. Ekim 2013 - Arada Kalan (What Maisie Knew): Bir boşanmanın küçük bir kızı nasıl etkileyebileceğine dair başarılı bir film. Benim için asıl ilginç tarafı, günümüzde geçmesine rağmen, 1897’de Henry James tarafından yazılmış bir romandan uyarlanmış olması. İyi bir uyarlama için kaynağa bire bir sadık kalmanın zorunlu olmadığının çok iyi bir örneği. Kasım 2013 - Mavi En Sıcak Renktir (La vie d’Adèle): Son 10 yılın en güzel oluşumlarından Başka Sinema’nın ilk filmlerinden biri. Aynı zamanda en fazla izlenen filmlerinden biri. Kabul edelim, bunda erotik sahnelerinin de payı vardı ama kesinlikle çok iyi bir filmdi. Bu listede olmasının başka bir nedeni daha var. Hâlâ farkında olmayanlar var ama Mavi En Sıcak Renktir, bir çizgi roman uyarlaması. Aralık 2013 - Ölümsüz Aşk (Ain’t Them Bodies Saints): İşte tamamen orijinal ismini çok sevdiğim için listeye aldığım bir film daha. Ain’t Them Bodies Saints gibi şiirsel bir ismi çevirmesi zor olunca bizimkiler Ölümsüz Aşk diyip geçmişler. Film
45
GÖLGE 10. YIL ÖZEL - GÖLDE’DE KALAN FİLMLER için, adı gibi şiirsel bir romantik western diyebiliriz. Ayrıca her filmlerinde çıtayı daha yukarı taşıyacak olan Casey Affleck ve Rooney Mara başroldeler. Ocak 2014 - Kırık Çember (The Broken Circle Breakdown): Müzik dolu, keyifli bir filmden insanın içini acıtan acılarla dolu bir hikâyeye geçiş yapan, ama bunu çok ustalıklı şekilde yapan bir film. Film, tekrar tekrar izlemek için fazla acı verici olabilir (yine de ben iki kez izledim) ama müzikleri sabah-akşam dinlenebilir. Ayrıca filmin başrolündeki Veerle Baetens’a hayran oldum.
Arz ederim. Şubat 2014 - Vampir Akademisi (Vampire Academy): Vampir filmleri ile gençlik filmlerini harmanlayan bir yapım. Belki de Harry Potter’ın yapısını vampir filmlerine uyarlayan bir yapım da diyebiliriz. Bu da bir roman uyarlaması. Çok seveni olmadığının farkındayım ama ait olduğunu türlerin kalıplarını başarılı bir şekilde uygular. Mart 2014 – Silsile: Nedense bazı iyi popüler filmler hak ettikleri seyirciye ulaşamıyorlar. Ozan Açıktan’ın yönettiği Silsile de bir derdi olan popüler filmlerden biri. Belki de başrollerinde yeteri kadar popüler isim yoktu. Açıktan, sonradan Annemin Yarası ile daha geniş bir seyirci kitlesine de ulaştı ama bence o da yeterli değildi. Ama daha iyi noktalara geleceğine dair inancım tam. Nisan 2014 - Bırakmak İstiyorum: Son 10 yıl içinde sinemalarımıza gelen en ilginç filmlerden biri. Bir terapist çıkıyor ve size yaklaşık iki saat boyunca sigarayı bırakmanın yollarını anlatıyor. Bu filmi, sinema filmi kategorisine alabilir miyiz, bir belgesel olarak niteleyebilir miyiz, bilemiyorum. Ama notlarımızda Nisan 2014’de böyle bir filmin gösterime girmiş olduğu bulunsun. Mayıs 2014 - Tinker Bell ve Korsan Peri (Tinker Bell and the Pirate Fairy): Evet, Tinker Bell filmleri-
46
GÖLGE 10. YIL ÖZEL - GÖLDE’DE KALAN FİLMLER ni de izlediğim oluyor zaman zaman. Genellikle yaşı çok küçük kız çocuklarına hitap eden filmler oluyor bunlar. Fakat bu filmin bir noktasında anlatılan hikâyenin Peter Pan’ın öncesi olduğunu, hatta Kaptan Hook’un yaradılış hikâyesinin anlatıldığını fark ediyorsunuz ve aldığınız keyif bir anda yükseliyor. Haziran 2014 - Dhoom 3 (Dhoom: 3): Hint filmleri sinemalarımızda çok fazla yer bulmuyor ama böylesi olursa her zaman kapımız açık. Aksiyonsa aksiyon, müzikse müzik, danssa dans ve olduğundan en az 10-15 yaş küçük gösteren bir Aamir Khan. Sesi sonuna kadar açıp izlerseniz komşulardan azar yiyeceğiniz garanti. Temmuz 2014 - Jinn: Cin (Jinn): Evet, cin filmi çekmek sadece bize özgü değil, yabancılar da bu ile el atabiliyorlar. Üstelik bu, aynı yıl için Cin adı altında gösterime giren ikinci yabancı film. Bir korku filmi olduğu kadar bir aksiyon filmi de aynı zamanda. Ciddiye alınacak bir tarafı yok (kahramanlarımız cinden hızlı bir araba ile kaçabiliyorlar mesela) ama geyik moduna geçip, çok eğlenmek mümkün. Ağustos 2014 - Minuscule: Kayıp Karıncalar Vadisi (Minuscule: La vallée des fourmis perdues): Yine bir animasyon. Bu sefer Fransız sinemasından geliyor. İki farklı karınca grubunun karşı karşıya gelmesini anlatan filmin en önemli özelliklerinden biri, tek kelime diyalog içermemesi. Yine de çocuklar hikâye akışını kavrayabiliyorlardı. Eylül 2014 - Açık Pencereler (Open Win-
dows): Başrolde Sasha Grey var diyor ve bir sonraki filme geçiyorum ;-) Yok, yok. Grey kendisinden ilk anda beklediğimiz bir rolde değil. Hiç fena sayılmayacak bir gerilim filmi esasen. En büyük özelliği ise tüm filmi bir bilgisayar ekranından izliyor olmamız. (Efendim, Sasha Grey kim mi? Eeeee, isim bir şey çağrıştırmadıysa hiç önemli değil, Google’dan falan aratmadan sonraki filme geçiniz) Ekim 2014 - Unutursam Fısılda: Bu ay yine gölgede kalan bir film bulamadık ve sizlere Çağan Irmak’dan her zaman olduğu gibi hem keyifli, hem hüzünlü bir film getirdik. İzlemeyen kaldıysa pişman olmayacaktır. Kasım 2014 - Deniz Seviyesi:
47
GÖLGE 10. YIL ÖZEL - GÖLDE’DE KALAN FİLMLER İşte bol ödüllü ama istediği seyirciye ulaşamamış bir film daha. Hâlbuki Amerika’dan doğduğu topraklara dönen bir kadının geçmişi ile hesaplaşmasını anlatan bu film gerçekten de başarılı bir işti. Birkaç sahnesini hâlâ unutamadığımı söyleyebilirim. İki kadın yönetmeni Nisan Dağ ve Esra Saydam ile başrol oyuncusu Damla Sönmez’i tek tek tebrik etmeli. Aralık 2014 - Karda Bir Beyaz Kuş (White Bird in a Blizzard): Gregg Araki de neredeyse hiçbir filmini vizyonda izleyemediğimiz bir isim. Bunun en önemli nedenlerinden biri genellikle eşcinsel temaları ele alması galiba. Bu kez yine gençlik cinselliği üzerine yoğunlaşıyor ama eşcinsellik teması yok. Üstelik başrolde de Shailene Woodley var (ki film de asıl bu yüzden vizyona girebildi galiba). Filmin bir diğer teması da anne-kız çatışması ki anneyi oynayan Eva Green’i de unutmamalıyız elbette. Ocak 2015 - Fatih’in Fedaisi: Kara Murat: Bir çizgi roman uyarlaması nasıl çekilemez, ders olarak okutabilecek bir film. Yalnız, kalıcı beyin hasarına yol açabilir. Zaten listede 119 tane daha film var, onlara bakınız (bu arada, film gösterime girdiğinde yapımcısı, film hakkında kötü yazan sinema yazarlarını tehdit etmişti. Halen buradayız efendim). Şubat 2015 - Hayatın Kendisi (Life Itself): Sinema yazarlarından bahsettikten hemen sonra karşımıza dünyanın en popüler sinema yazarlarından biri olan Roger Ebert’in hayatını anlatan bir belgesel çıktı. Ebert, yazdıkları ve televizyon programları ile sinema yazarlığını popüler bir meslek haline getirmişti. Ama sinemayı gönülden seviyordu. Hayatının son döneminde geçirdiği hastalıklar sonrası onu hayata bağlayan da sinema olmuştu. Mart 2015 - Çekmeköy Underground: İstanbul’un gecekondu bölgelerinde dertlerini anlatmak üzere müzik yapmayı seçen bir grup gencin öyküsü. Elbette müzikleri ile ama aynı zamanda üzerinde düşünülmüş görüntü çalışması ile de dikkat çekiyordu. Bu da daha
fazla seyirciyi hak eden filmlerden. Nisan 2015 - Teksas Katliamı (The Texas Chain Saw Massacre): Bu yazıyı yazarken Tobe Hooper’ın ölüm haberi gelince bu ay için seçtiğim filmden vazgeçip Başka Sinema sayesinde sinema salonlarına konu ettiğimiz Teksas Katliamı filmini seçtim. 1974’ten gelen bu film korku sinemasının çehresini değiştiren yapımlardandı. Henüz izlemediyseniz, ne duruyorsunuz? Mayıs 2015 - Tepecik Hayal Okulu: Sinema üzerinde bir belgesel daha. Ahmet Uluçay’ın sadece bir uzun metrajlı filmi ve birkaç kısa metrajlı filmi var ama sinemamızın unutulmaz isimleri arasına adını yazdırdı. Bu belgesel de onun sinema sevdasını ve hayatının son dönemlerini anlatıyordu. İzlenmeli. Haziran 2015 - Araftaki Ev (La Casa del fin de Los Tiempos): Venezuela’dan gelen bu korku filminin bizim sinemacılarımız için de ders niteliğinde olması gerekir. Elinde büyük bir bütçe olmayabilir, hatta oyuncularının bir kısmı kötü de olabilir ama zekice bir senaryo ile tüm bunların üstesinden gelebilirsin. Evet, sinemamızdan her yıl çıkan onlarca korku filminin büyük çoğunluğundan daha iyi bir film karşımızdaki. Temmuz 2015 - Son 5 Yıl (The Last 5 Years): Bir müzikal daha. Ama bu kez muhtemelen tiyatro sahnesinde, sinemadakinden daha iyi duran bir müzikal. Öyle çok görkemli, büyük sahneleri yok. Zaten tüm film boyunca sadece iki kişi şarkı söylüyor. Hatta tüm filmde sadece iki oyuncunun olduğu bile söylenebilir. Ama Anna Kendrick hatırına izlenir. Ağustos 2015 - Şeytanın Gözleri (Starry Eyes): Hollywood’da yükselmek isteyen bir yıldız adayının verdiği ödünlerin onu getirdiği noktayı anlatan sağlam bir korku hatta dehşet filmi. İlginçtir, bu ay seyircinin çok ilgi göstermediği ama çeşitli yönleri işe başarılı olan birkaç korku filmi vizyona girmiş. O zaman bir istisna yapıp
48
GÖLGE 10. YIL ÖZEL - GÖLDE’DE KALAN FİLMLER Kara Kedi grubunu görmek de mümkündü. Ekim 2015 - Takım: Mahalle Aşkına!: Neden fazla seyirci çekemediğini anlamadığım filmlerden biri daha. Hâlbuki Amerikan sinemasında bolca örneğini gördüğümüz bir spor filmi. Üstelik ülkemiz gerçeklerine de ufak dokundurmalar yapmaktan da çekinmiyor. İzleyenlerin sıkılacağını ya da bu filme neden geldik diyeceklerini de zannetmiyorum. Ev sinemasında daha çok izleniyordur umarım.
iki filmin daha adını anıyorum: Geçmişin Laneti (Visions) ve Geçmişten Gelen (The Gift) Eylül 2015 – Asimetrik: İşte gölgede kalanlar deyimini tam anlamıyla hak eden bir film. Vizyonda kaldığı süre boyunca, birisi bu satırların yazarı olmak üzere, sadece 37 kişi izlemiş bu filmi. Ankaralı amatör bir ekinin çektiği bu korku filmi zaten uzunca bir süre kendisine vizyon tarihi aramıştı. Vizyona girince de bir tek, eş/dost/akraba gitti galiba (hatta onlar bile gitmemiş olabilir). Amatör olmasına amatör ama zekice birkaç buluş da vardı filmde. Ayrıca bir sahnede, yine Ankaralı olan
Kasım 2015 - Uzaklarda Arama: Türkan Şoray uzun yıllar sonra sinemaya yönetmen olarak geri dönmüşse biz de onun filmine listemizde yer veririz elbet. Türkan Sultan’ın yönetmen olarak eski Yeşilçam geleneklerinden pek kopamadığı anlaşılıyordu. Senaryoyu yazan Onur Ünlü’nün kendine özgü dokunuşları da pek hissedilmiyordu ama son sahnede Şoray’ın kendi filmlerinden birine gönderme yapması bile filmi izlemeye değer kılabilirdi. Aralık 2015 – Pan: Yine kimseye yaranamamış bir film. Joe Wright, son dönemin en başarılı yönetmenlerinden biri olmasına rağmen bu epey değiştirilmiş Peter Pan hikâyesi ne seyircilerden, ne eleştirmen-
49
GÖLGE 10. YIL ÖZEL - GÖLDE’DE KALAN FİLMLER lerden ilgi göremedi. Yine de birkaç görkemli sahnenin izlemeye değer olduğunu söylemeli. Hangi Peter Pan hikâyesinde Smells Like Teen Spirit’i dinleyebilirsiniz ki? Ocak 2016 - Baskın: Karabasan: Hiç çekinmeden bu listeyi oluşturduğumuz son on yılın en iyi yerli korku filmi diyorum. Zaten daha öncesinde de çok örneği olmadığına göre şu ana kadar sinemamızın gördüğü en iyi korku filmi de diyebilirim. Buna rağmen orta karar bir korku filminin gişesine ulaşabildi. Can Evrenol, hem film, hem gişe olarak daha iyisini de yapacaktır. Şubat 2016 - Aşk ve Gurur ve Zombiler (Pride and Prejudice and Zombies): Jane Austen’ın ölümsüz eserinin içine zombileri monte etmek mi? Tuhaf gözüküyor değil mi? Evet, tuhaf ama o kadar da kötü değil, hatta eğlenceli bile. Sinemalarımızdan 1-2 haftada kayboldu, dünya genelinde de box-office’de fena çakıldı ama yine de bir şansa verilebilir diyorum. Mart 2016 - Ölüm ve Ötesi (El cadaver de Anna Fritz): Bir hastanenin morguna ünlü bir oyuncunun cesedi getirilir, onu ölü de olsa görmek isteyen üç genç de peşinden. Ve olaylar gelişir ama bu özette tahmin edebileceğiniz şekilde değil. Çarpıcı bir şekilde başlayıp bildik bir korku filmine dönüşse de İspanya’dan gelen ilgiye değer bir korku filmi. Nisan 2016 - Yemekteydik ve Karar Verdim: Bir kez daha, hem seyircilerden, hem eleştirmenlerden ilgi görmeyen hatta yerin dibine batırılan bir film için, o kadar da değil yahu demek durumundayım. Görkem Yeltan bu ilk yönetmenlik denemesinde bir yemekte geçmişleri ve sırları ile yüzleşen bir aileyi anlatıyordu. Evet, pek çok sorunu vardı ama izlediğime pişman olduğum filmlerden değil. Mayıs 2016 - Hitchcock/Truffaut: Ne mutlu bize ki sinema belgeselleri de vizyon şansı bulabiliyor artık. Has sinemaseverler Truffaut’nun Hitchcock ile yaptığı uzun söyleşinin
kitabını mutlaka bilirler. İşte bu film de o kitaptan yola çıkarak yapılmış temelde Hitchcock’u ele alan bir belgesel. Hitchcock seviyorsanız defalarca izleyebilirsiniz. Kitabı okumayı da unutmayın elbette. Haziran 2016 - Bin Başlı Canavar (Un Monstruo de Mil Cabezas): İstanbul Film Festivali’nde Altın Lale kazanıp vizyonda sadece 455 kişinin izlediği bir film. Hâlbuki gerçekten çok iyi bir film var karşımızda. Kocasının hastane masrafları karşılamak için sigorta şirketinin karşısına tek başına dikilen bir kadın ve umutsuzluk sonucu geldiği nokta. Günümüzde dünyanın her köşesinde yaşanabilecek çarpıcı bir hikâye, dört dörtlük bir sinema ile anlatılıyor. Temmuz 2016 - Midnight Special: Dağıtımcılarımızın Türkçe isim vermeye gerek duymadığı filmlerden. Herhalde en baştan beri çok izleneceğini düşünmüyorlardı. Jeff Nichols’ın filmi Spielberg’in ilk dönemlerini anımsatıyordu, özellikle de Üçüncü Türden Yakın İlişkiler (Close Encounters of the Third Kind) filmini. Onu seven, bunu da sever diyelim. Ağustos 2016 - Neon Şeytan (The Neon Demon): Nicolas Winding Refn’in filmleri seyircileri ve eleştirmenleri ikiye bölen filmlerden. Bu kez ben sevenler tarafındayım. Gençliğin her şey demek olduğu modellerin yapay güzellik dünyasını stilize bir şekilde anlatırken fantastik sinemaya da kucak açan bu film gerçekten gözden kaçmamalı. Eylül 2016 - Korku Komedi: Bana Normal Aktiviteler: Özgür Bakar ve Alper Kıvılcım, son birkaç yıldır çok hızlı bir şekilde korku filmi çekiyorlar. Bana sorarsanız biraz yavaşlasalar iyi olacak. Bu kez işin komedi kısmını da biz yapalım o zaman demiş olmalılar ki bir korku filminin çekimlerinde yaşananları komedi filmi olarak anlatmaya karar vermişler. Bakar’ın yönetmenliğini yaptığı filmler içinde en az seyirci çekeni oldu ama gayet keyifli bir film.
50
GÖLGE 10. YIL ÖZEL - GÖLDE’DE KALAN FİLMLER Ekim 2016 - Kubo ve Sihirli Telleri (Kubo and the Two Strings): Stop-motion animasyonların ayrı bir tadı oluyor. Kubo’da sıkça bilgisayar da kullanılmış olsa da temelde stop-motion olarak çekilmiş. Hikâyesi de sağlam ve ilgi çekici. Daha ne olsun? Kasım 2016 - Canavarın Çağrısı (A Monster Calls): Bir çocuğun rüyalarında gördüğü canavar ile fantastik dünyalara adım atmasını anlatan bu film ilerledikçe hiç de başta gördüğümüz gibi bir film olmadığı ortaya çıkıyordu. Hem bildiğimiz çocuk masallarının hiç de ilk bakışta gördüğümüz gibi olmayabileceğini söylüyordu hem de gerçeklikle sağlam bir bağ kuruyordu. Filmin finaline doğru salonun farklı köşelerinden ağlama sesleri duymak mümkündü.
ilk anda anlatamadığı ama bağlandığı filmlerden. Ben o kadar iddialı olamayacağım ama pek çok kişiye göre yılın da en iyi filmiydi. O halde bu şahane bağımsız filme neden bir şans vermiyorsunuz? Şubat 2017 - Deli Dolu (La pazza gioia): Cinemaximum bünyesinde oluşturulan CGV Arthouse kapsamında gösterilen ilk filmlerden biri. Ama gösterime girdiğinde sadece birkaç sinemada yapılan bir özel gösterim gibi algılandı ve pek çok sinema sitesinde haftanın filmleri arasında adı bile anılmadı. Bu yüzden de biraz güme gitti. Sadece Valeria Bruni Tedeschi’nin şahane oyunculuğu için bile izlenir. Mart 2017 - Nocturama: Paris Yanıyor (Noc-
Aralık 2016 - Rogue One: Bir Star Wars Hikayesi (Rogue One: A Star Wars Story): Star Wars’un hastası olduğumuza göre bu listeye en az bir filmini almamak olmazdı. Ne de olsa bundan sonra hayatımızın sonuna kadar her yıl bir Star Wars filmi izleyeceğiz gibi duruyor. Rogue One, bildiğimiz ana hikâyeden ayrı düşen, Skywalker ailesini anlatmayan ilk Star Wars filmiydi. Star Wars filmlerinin yazılı olmayan pek çok kuralını uygulamayarak risk alıyordu ama buna rağmen Star Wars ruhunu korumayı başarıyordu. Ocak 2017 - American Honey: İnsanın neden sevdiğini
51
GÖLGE 10. YIL ÖZEL - GÖLDE’DE KALAN FİLMLER turama): Günümüzde bir terör eylemini anlatırken olaya onu gerçekleştirenler açısından bakmak kolay iş değil. Üstelik onları yargılamadan, psikolojilerini anlamaya çalışarak. Bertrand Bonello, bu filmde tam da bu zor işi yapıyordu. Alışveriş merkezinde geçen son bölümde biraz basit çözümler bulsa da ilgiye değer bir filmdi. Nisan 2017 – Blue: Yavuz Çetin ve Kerim Çaplı’nın hayatlarını anlatan bu belgesel 90’ların rock dünyasına, ister müzisyen, ister izleyici olarak ucundan köşesinden bulaşmış herkesi çok etkileyecek bir filmdi. Bu tarz bir film için fena da izlenmedi ama daha fazla izlensin, seyirci rekorları kırsın istiyor insan. Mayıs 2017 - Ağustos Böcekleri ve Karıncalar: Sinemalarımızda kendisine zar zor yer bulan filmlerimizden biri. 3 kardeşin, henüz babaları ölmeden mirasını paylaşmaya girişmelerini anlatan filmin senaryosunda finale doğru aksayan yerler olsa da özellikle Erdem Akakçe ve Bennu Yıldırımlar açısından tam bir oyunculuk gösterisi. Başta biraz sabır gerektirebilir ama inanın karşılığını alacaksınız. Haziran 2017 - Wonder Woman: Madem Marvel’in sinematik evrenine giriş filmini listeye aldık, DC’yi de ihmal etmeyelim. Ne yazık ki DC bu konuda bir türlü başarılı olamadı, kendi evrenlerini yaratmaya çalıştıkları her film hayranlar tarafından yoğun eleştiriler aldı. Wonder Woman ile nihayet bunu kırmış gibi gözüküyorlar. Bakalım devamı nasıl gelecek. Temmuz 2017 – Genco: Bir de bizden süper kahraman filmi o halde. Genco, Kürt bir süper kahraman. Her süper kahraman gibi kendisine özel bir kostüm yapmış ama özellikleri o kadar fazla değil. Düğmeye basmadan asansör çağırabiliyor örneğin. Yazar/ yönetmen/oyuncu Ali Kemal Çınar’ın toplamda üçüncü ama vizyona girebilen ilk filmi. Bula-
bilen, önceki filmi Veşarti’yi kaçırmasın. Ağustos 2017 - B Planı (Plan B: Scheiß auf Plan A): Şu ana kadar bu satırların yazarının 80’lerin filmlerine bir zaafı olduğu anlaşılmıştır sanırım. Sinemalarımızda bir görünüp, bir kaybolan bu Alman filmi de belli ki 80’lerin karate filmlerinin hastası olan bir ekip tarafından yapılmış. İlginizi çektiyse filmi arayıp bulunuz. Eylül 2017 – Şövalye (Chevalier): 120. sayımızda 120 film dediğimize göre Eylül 2017’de gösterime girecek filmlerden birini izlemeden seçelim madem. Evet, tahminime göre Şövalye (Chevalier) filmi eleştirmenler tarafından sevilecek ama sinemalara bir avuç seyirci çekerek ortadan kaybolacak. Burada görüp izleyenler beni haksız çıkarır mı? Bakalım. İşte koskoca (ya da kısacık) bir 10 yıl böyle geçmiş. 10 yıl sonra yeni bir 120 filmlik seçkide buluşmak dileğiyle.
GÖLGE’DE KALAN FİLMLER YAZAN HASAN NADİR DERİN
52
GÖLGE 10. YIL ÖZEL - GÖLGESİZ
GÖLGESİZ YAZAN: EMRECAN DOĞAN
‘’Rrien’de garip olaylar pek fazladır. Deniz’in katlettiği yüzlerce kadın, Dedektif İks’in çözdüğü vakalar, Doğu Huş Denizi adını duyanların düşündüğünün aksine Batı Huş Denizi olmaması ve burada yer verilirse sayfalarca sürecek bir dolu garip vaka vardır. Doğu Huş denizinin kıyısında bir yerlerde Huş kenti bulunur. Huş kentinde yaşayan karı koca ve bir gölgenin sıra dışı hikâyesi herkesi gerçekten şaşkınlığa uğratır.’’ Baş Büyük, elleriyle simsiyah saçlarını geriye doğru attı ve sonra tekrar alnına düşmesine izin verdi. Saçları gibi simsiyah olan gözlerini sağında ve solunda daire şeklinde dizilmiş olan genç kızlara ve oğlanlara baktı. Ayağa kalkarak ortaya doğru geldi. Dairenin ortasında şimdi hepsine eşit uzaklıktaydı. Üstünde cadı olmasından mütevellit giydiği bölük pörçük, yırtık pırtık siyah uzun elbisesinin eteklerini dalgalandırdıktan sonra çevresindekilere hitap etti: ‘’Bu adam, gölgesiyle yaşıyordu. Ama sonra gölgesi ona ihanet etti. Bu herkesin ayağına bukağı olsun ki onun ağırlığı ile hatırlasın (1). Arkanızda Gölge’niz bile olsa arkanızı kollayın (2). İşte hikâye başlıyor.’’ Siyah elbisesinin sağ üst cebinden mavi bir toz alıp bir adım geriye doğru çekilerek önüne bu tozu serpti. Toz yere düştüğü anda buhar gibi yükseldi ve içinde bir görüntünün olduğu ekrana dönüştü. Ekranda bir adam kapının eşiğinde duruyor ve ayakkabılarını giyiyordu. Oldukça iyi ve temiz giyimliydi. Ayakkabıları parlaktı, siyah takım elbisesi altta beyaz gömlekle tamamlanmıştı. Oldukça resmiydi. Kapının eve bakan tarafında oldukça güzel bir kadın uzun, çiçek desenli ve kollarını açıkta bırakan elbisesiyle duruyordu. Simsiyah saçlarını elleriyle toplayarak sağ tarafına bıraktı. Adam bir yandan ayakkabılarını giyerken bir yandan da karısına bakarak gülümsedi. Dertli bir şekilde iç çekti.
‘’Ben de biliyorum, burada seninle eğlenmesini ama işe yetişmeliyim.’’ Kadın, mavi gözlerini ona dikti. Biraz alınmış gibiydi, neredeyse fısıldayarak yanıtladı. ‘’Ne yapalım, öyle olsun.’’ Adam, ayakkabılarını giymeyi bitirdikten sonra doğrularak karısına gülümsedi. Uzanıp dudaklarına kısa ve ufacık bir öpücük kondurdu. Olayı ekrandan izlemekte olan gençler arasında yüksek sesli kıkırdamalar duyulunca, Baş Büyük işaret parmağını dudaklarına götürüp susmalarını belirtti. ‘’Merak etme Eylemciğim, akşam telafi ederim.’’ Adam arkasını dönüp merdivenlerden aşağı inerken güzel karısı da onu seyretti, merdivenlerde kaybolup artık görülmez olduğunda da bekledi. Tamamen gittiğinden emin olmak istiyordu. Bir aydır yaptığı gibi. Aşağıdan, dış kapının kapanma sesini duyduğunda gülümsemesi güzel yüzüne yayıldı ve kapıyı kapattı. Kapı kapanır kapanmaz kadın arkasından gelen bir erkek sesi duydu: ‘’Yine mi erken gitti?’’ Kadın, erkeğin adımlarını duydu, sonra da beline dolanan belli belirsiz elleri hissetti. Cilveli bir şekilde kıkırdayınca erkek de boynuna bir öpücük kondurdu, yine belli belirsiz. ‘’Ne salak adam, böyle bir adamın gölgesi olmaktan utanıyorum. Ben olsam bu kadar iş yüküne basardım istifayı, sana gelirdim. Bir daha asla da çıkmazdım, kuzgunun dediği gibi. Bütün gün seninle durmadan sevişirdik. Dokuzda başlayan işe saat yedide giderse, sen kollarıma gelince boşuna hayıflanmasın.’’ Gölge, dudaklarının kadının boynuna değdirince genç kadın da hoşnut bir mırıltı çıkardı. Yüzünü arkasındaki Gölge’ye doğru yöneltti. Dudaklarını öpmesini istiyordu. ‘’Kocamdan konuşmayı bıraksak, Gölgesi bana yeter!” dedi cilveli gülüşüyle. O zaman Gölge daha fazla sabretmeden kadını kucağına alarak yatak odasına götürdü. Gölge, Eylem’i yatağa bırakıp, öpmek için üstüne eğilirken ekranın görüntüsü değişerek sahneye adam geldi. Bu sefer üzerinde görünür beyazlıkta ‘’Faik” yazıyordu. ‘’Bu adamın adı.’’ diye gençleri bilgilendirdi Başı Büyük.
53
GÖLGE 10. YIL ÖZEL - GÖLGESİZ Adam yolda kayıtsızca, olan bitenden habersiz yürüyordu. Güneş önden vurduğu halde arkasında olmayan gölgesi izleyenlerin gözüne hemen çarpsa da Faik’in arkasında kaldığında adam bunun henüz farkında değildi. Tek düşündüğü işiydi. Böyle biraz daha devam ederse yönetici olur ve biraz olsun rahatlayabilirdi. ‘’O zaman işte.’’ diyordu.’’O zaman görsün Eylem hanım, o surat asmaları, burun kıvırmaları, yüz yapmaları, bacak sallamalarını. O zaman görsün. Kalkarım saat yedide ama bu sefer işe gitmeye değil. Nasıl olsa o da alışkın o saatte kalkmaya, o da kalkıverir. Saat 10’a kadar sevişiriz. İliğine kadar. Her gün hem de, bak o zaman bıkmıyor mu? Bıksa da dinlemem. Her gün olacak o artık. Saat 10’u vurunca da çeker kapıyı çıkarım. 11’de orada olur, oyalanırım öğlene kadar. Kahvaltı niyetine de öğlen yemeğini daire de yedik mi? Tamam. 13’de döndüğüm gibi, hadi tekrar. O zaman görür o, bacak sallamalarını.’’ İçini çekti özlemle ve birden bir şeyi fark ettin. Tıslar gibi bir ses çıkardı önce, sonra iyice kontrol etti çantasını, ceplerini. Bulamadı. ‘’Dosyaların bulunduğu kart yok.’’ dedi. Geri dönerek geldiği yola tekrar baktı. Gözlerine bir üşengeçlik yerleşti. Geç kalacaktı ama geç kalmadan, üzerinde bu dosyalar yokken giderse de erkenden gitmesinin bir önemi kalmayacaktı ki. Arkasını döndü ama aceleyle hiç fark etmedi yine, gölgesinin olmadığını. Koşar adımlarla yürümeye başladı. Hemencecik ulaşıverdi eve ama soluk soluğa. Bu sırada karısı da aynı kocası gibi soluk soluğaydı. ‘’Eylem, uyumuştur. Şimdi seslemeye basıp da kadını tekrar uyandırmanın ne anlamı var canım? Kapıyı açar, evrakları alır. Sonra da sessizce çeker giderim. O da uyanmamış olur.’’ Önce dış kapıyı açtı, sonra da merdivenleri söylendiği gibi ağır ağır çıkarak evin kapısını. Sessizce içeri girdi. Kapının eşiğinden geçip de içeriye adımını atınca hemen evraklarını gördü. Salondaki masanın üzerindeydiler. Masaya yürüyüp hemen aldı ve geldiği gibi çıt çıkarmadan kapıdan çıkacaktı ki bir çıtırtı duydu. Yukarı ya da aşağı kattakilerden geldiğini zannederek pek kulak asmadı. Ama bir sonraki çıtırtı
daha yüksek ve daha yakından gelince evinden geldiğini fark ederek kulak kabarttı. Üçüncü bir çıtırdama sesi gelmese de bu sefer ‘’şlap’’ diye ıslak bir ses gelince içeriden geldiğini anladı. Yatak odasındaydı bu ses, yavaş adımlarla odaya yöneldi. Karısının siluetini seçebiliyordu ama yaptığı şeye bir anlam veremiyordu. Gölgeden pek de anlaşılmıyordu. ‘’Ne yapıyor bu kendi kendine?’’ diye söylendi kısık sesle. Kapıyı hızla açıp içeri girdi. Tozun yarattığı ekrandaki görüntü de burada bulanıklaştı. Gençlerden huzursuz ve memnuniyetsiz bir homurdanma sesi yükselince Baş Büyük tekrar elini dudaklarına götürerek ‘’hişt’’ledi. Bulanıklaşan görüntü tekrar yavaşça netleşti. Belirginlik kazandı. Herkes yine ekrana dikkat kesildi. Adam bu sefer iş yerinde oturuyordu. İşleriyle meşguldü ama yüzünden bir acılık ve sanki olduğu yerden ve yaptığı işten azade insanların yüzünde görülen bir boş vermişlik ifadesi okunuyordu. Yaptığı işi birkaç saniye daha yapmaya devam ettikten sonra elindeki evrakı dosyasına yerleştirip masasının üstüne bırakınca derin bir nefes verip sağ yanındaki adama baktı. ‘’Refik?’’ dedi, o böyle diyince adam da ona döndü. ‘’Ne oluyor?’’ diyen bir bakışla kahverengi gözlerini ona dikti. Sonra da bunu sesli olarak söyledi: ‘’Ne oluyor Faik? Pek bir dalgınsın.’’ ‘’Eylem. Beni aldatıyor.’’ ‘’Ne? Boşanıyor musunuz? Sakın sineye falan çekeyim deme, bilirim sevdalısındır karına. Ama bu da sineye çekilecek suç değil ki.’’ ‘’Yok, yahu ne sineye çekmesi? Bu saatten sonra buna sine-i millet bile yapılmaz da ben boşanmıyorum. Aldattığı da normal bir adam değil ki.’’ Refik’in gözleri dört açıldı, arkadaşının bu kadar rahat ve açık konuşmasına belli ki şaşırıyordu. Kafasını kaşıdı düşünceli düşünceli, önce ‘Sormasam daha iyi,’ diye düşündü ama sonra merakına yenik düştü. ‘’Normal değil derken? Deli falan mı?’’ Durdu ve sonra içinden ekledi: ‘’Muhabbete bak.’’ ‘’Gölgem.’’ ‘’Kimin?’’ ‘’Gölgem yahu, benim gölgem. Karım beni,
54
GÖLGE 10. YIL ÖZEL - GÖLGESİZ benim gölgemle aldatıyor. Yani bir nevi ben. Karaltım işte.’’ Eliyle yerdeki gölgesini gösterdi. Güneş soldaki cam duvardan vurduğu için gölge sağa tam da Refik’in önüne düşüyordu. Onunki de onun sağına. ‘’Nasıl oluyor o?’’ derken bir yandan da tedirginlik duymaya başlamıştı Refik çünkü bu en nihayetinde normal değildi. Anlatılana da pek inanıyor gibi görünmüyordu. Nitekim bunu Faik de fark etmişti. ‘’İnanmıyor musun? Ben de inanamadım. Ama kadın beni bildiğin gölgemle aldatıyor. Arkadaş deli olacağım! Bir de savunması da var: O da benmişim. Sayılmazmış. Kaç gündür düşünüyorum? Ha bu arada gölgemi de rahat bırakmadım. Ev de bırakır mıyım hiç? Zorla, çekiştire çekiştire vura söve yanımda taşıyorum. Bak görüyor musun? Ben şapkamı tuttum, astım askılığa ama o bana mısın demedi. Nankör herif, sanki varlığını bana borçlu değil. Bak, bak kafasında hala şapka.’’ Refik, tedirgin olan bir bakışla yere doğru baktı. Bakar bakmaz da tedirginlik yerini hayrete bıraktı. Bir yandan da korkmuştu. Faik’in gölgesi gerçekten de şapkalıydı da Faik şapkasızdı. Adamın gölgesi resmen adama itaat etmiyordu. Olacak iş mi? Faik de anlatmaya devam ediyordu bir yandan: ‘’Olacak iş mi ya? Ne yapsam diye kaç gündür düşünüp duruyorum, işin içinden bir türlü çıkamadım. Kadına da bir yandan hak vermiyor değilim, sonuçta o da ben. Sonra diyorum ‘Ulan aldatma aldatmadır, sık ikisine de gitsin!’ Ama sonra da bundan da vazgeçiyorum. Gölgesiz nasıl yaşarım? Mesela sokakta yürürken rüzgâr saçlarımı dağıtırsa gölgeme bakarak düzeltirim, ayna gibi. Gölgem olmazsa eğer daireye gidene kadar saçlar dağınık kalır. İşin fenası ben varacağım yere varana kadar rüzgâr 10-15 defa dağıtır benim saçları. Diyorum ki ben de onun karısını ayartayım.’’ ‘’Bak bu iyi fikir.’’ dedi Refik araya girerek. ‘’Ha öyle mi gerçekten?’’ ‘’Öyle tabii, kısas mantığı diyorlar buna işte.’’ Refik rahat bir soluk aldı, sanki çok önemli bir sorunu çözmüş gibi. Koltuğunda arkasına yaslandı. ‘’Öyle değil işte, benim içim almaz. Hem kadının
ne günahı var? Onu da buna alet ediyoruz ki? Yok, bence en iyisi bunu vurmak olacak.’’ Eliyle yerdeki simsiyah gölgesini işaret etti. Gölgesi de ona aldırış etmeden hareket çekiyordu. Karaltılardan Refik göremiyordu da Faik zar zor da olsa görebiliyordu. ‘’Bak, bak bir de bana hareket yapıyor.’’ diyerek öfkeden kızardı. Solundaki evrak çantasını aldı kucağına, açtı ve içinden bıçağını çıkardı. Yere eğilip tam Gölgesi kaçacakken ona sapladı. Hem de bir kere değil, beşon kere sapladı. İş yerinin zemininde Gölge’nin düştüğü yer siyahken birden bire kırmızıya boyandı ve Gölge de solarak yavaş yavaş kayboldu. Faik, gölgesiz kalmıştı. Refik de olan biteni büyük bir hayretle izlemiş ve olaylar bittikten sonra Faik tuvalete gidip elini, bıçağı temizleyip de geri evrak çantasına atana kadar da işine dönmeden aynı hayreti sürdürerek izlemişti. Faik, yüzünde mutlu bir sırıtmayla işine dönünce Refik de omuzlarını silkerek kendi işine baktı. Gerçekten de Faik’in gölgesi ölmüştü. Aklı almamıştı ama gözü görmüştü. Gölgesiz Faik, akşam eve gölgesinin derdi tasası olmadan geldi. Mutlu bir gülümsemeyle çaldı zili, karısı da her zaman olduğu gibi mutluydu. Sanki bir şey olmamış gibi. Lambanın ışığında Eylem fark etti ve birden sordu. ‘’Gölgene ne oldu Faik?’’ ‘’Öldürdüm onu. Kurtuldum ondan sonunda.’’ ‘’Sevmiştim hâlbuki tüh!’’ ‘’Sevme, ben varım ya o sana yeter.’’ Eylem ve Gölgesiz Faik yemek masasına oturup çorbalarını içmeye başlamışlar iken Gölgesiz Faik’in aklına yeni gelmiş gibi heyecanla konuştu. ‘’Bu arada söylemeyi unuttum. Amir oldum diş yerinde, artık 11’de gitmem yeterli ama biz yine de erken kalkalım. İşimiz var!’ (1) Ayağına Bukağı Olsun, bir konuda kişinin başına gelen olayın ona ders olması temennisini anlatan bir söz. Bakınız: Kulağına küpe olsun. (2) Kimseye güvenmeyin anlamına gelen bir Rrien söz öbeği. Dipçe: Cemal Süreya’nın Hafta Sekiz adlı şiirinden öyküleştirilmiştir.
00 55
GÖLGE 10. YIL ÖZEL - BİR GÖLGE OLSANIZ
ÇİZEN HÜSEYİN ESEN
56
GÖLGE 10. YIL ÖZEL - BİR GÖLGE OLSANIZ
BİR GÖLGE OLSANIZ NEYİN GÖLGESİ OLUR NEYİN ÜZERİNE DÜŞMEK İSTERSİNİZ ? YAZAN: MUSTAFA KILCI
Sorduğum tek soru bu idi. Binlerce kilometre, onlarca yıl sonra vardığımız gezegende karşılaştığımız yaşam formundan dudakları aralanmadan aldığım cevap: “Kişisel olacak söylediklerim ve hatta hiç değerlendirmeye bile almayacaksınız diyeceklerimi,” olmuştu. Devamında da bende şok etkisi yaratan bir diyaloga girmiştik. Bizden görünüş itibarı ile bir farkı olmayan aksine dünyanın kavurucu iklimine karşı oluşturmaya çabaladığımız korunaklı herhangi bir şehrinde kalabalığın arasına çok kolay karışabilecek görünüşe sahip yaşam formu ile. Konuşmayı yazıya dökerken kendime not, ‘yaşam formu’ yerine bundan sonra Evrenin Bilinci demem daha doğru olacak sanırım. “Sizler, o mavi gezegende yaşayan akıllı varlıklar ki bazı hayvan formları siz insanoğlunun kimi örneklerinden daha akıllı durmaktalar; ‘Dünya’ adını verdiğiniz o güzel gezegeni hak ettiğinizi düşünüyor musunuz? Kendisine yaptığınız tüm işkenceye rağmen halen daha size barınak olan Dünya’yı hak edecek neler yapıyorsunuz? Bizler, sizleri on binlerce yıldan buyana takip etmekteyiz. Birbirinizle savaşlarınız, çevre, hayvan türleri ve kendi cinsinizi katletmeniz durmaksızın devam etti, ediyor ve edecek. Ne için?
Sorduğun şu soruyu kendine sor ve bana insanoğlunun bir temsilcisi olarak sen cevap ver! Ne yapardın böyle bir durumda?”
Evrenin Bilinci’nin bu sorusu beni kilitlemiş-
ti. Orada O’nun karşısında donmuş, beynimden geçenleri bir türlü seslendiremeyen bir şekilde öylece kalakalmıştım. Başımı ellerimin arasına alarak öne doğru eğildim. Neredeyse tamamı kuruyan ve elimizde ancak bir elin parmakları kadar kalan son temiz su kaynaklarını, kızılötesi radyasyon ve ultraviyole ışınların tehlikeli bombardımanından korunmak için koruyucu bariyerlerin ardından gözlemleyebildiğimiz bir zamanlar bereket fışkıran toprakları ve tüm bu olumsuzluklar arasında orada yaşamaya çalışan on milyarları düşündüm. Bir gölge olabilseydim neler yapardım acaba? Gözlerimi kapadım, bedenim bir anda boyut atlamıştı. Dünyadaki milyarların asla yaşayamayacağı bir serinlik tenime çarptı önce. Sonra da içimi ısıtan güneşin o tatlı bir sıcaklığı ciğerlerimi bayram ettiren yeni biçilmiş taze çimen kokusunu taşıyan oksijeni bol taze havayla beni sarmaladı. Bu yeni biçilmiş çimen kokusu dünyanın en pahalı parfümleri arasında birinci sıradaki yerini uzun yıllardır başka kokulara kaptırmadan milyarlar tarafından rağbet görüyordu. Yavaşça gözlerimi araladım, çevrem, ancak dijital arşivlerden ulaşabildiğimiz görüntülere ev
57
GÖLGE 10. YIL ÖZEL - BİR GÖLGE OLSANIZ sahipliği yapıyordu. Şimdikinin bitik dünyası yerine dünyanın daha yaşanabilir olduğu dönemlerde idim. Hızlı bir araştırma sonucunda dünyanın en büyük yıkımını gördüğü 2. Dünya Savaşı’nın daha henüz başlangıcında olduğumu fark ettim. Tüm kayıplar ve sonrasındaki etkileri gözümün önünden hızlı bir şekilde geçti. Sorumun cevabını aldığımı hissediyordum ve bedenim tekrar boyut atlamıştı. Kendime geldiğimde Evrenin Bilinci’nin karşımda bana baktığını gördüm. Her ne kadar bizleri gözlemleseler de 2. Dünya Savaşı ile izleyen yıllardaki yansımalarının insanlık ve doğa üzerindeki etkilerinden bahsettim. Önce kendi ülkelerini, sonra da Avrupa’yı ve diğer ülkelerin katılımıyla koskoca Dünya’yı kana bulayan kanlı kan kardeşler İtalya, Almanya ve İspanya ile onlardan cesaret alarak Çin üzerine saldıran Japonya’nın masum insanları sırf bir ırka mensup olduğu için dünya üzerinden silmeye kadar giden uygulamalarını anlattım. İnsanların “Çalışmak, Özgür Kılar” denilerek hayvanlar gibi kamplara tıkılarak yakıldıklarını, sakat bırakıldıklarını, türlü çeşit insanlık dışı deneylere tabi tutularak işkence edildiklerini ve bu savaş ile ortaya çıkan durumun dünyanın geri kalan tarihinde ne kadar etkili olduğunu anlattım.
Belki de Evrenin Bilinci ile yaptığım şu konuşma farklı bir bilinç düzeyinde, çok daha önce benden önceki nesiller tarafından gerçekleşebilirdi. Sözlerimi bitirdikten sonra Evrenin Bilinci ayağa kalkarak kollarını iki yana açtı. O anda fark ettim ki O’nun cüssesinin heybeti karşısında bir filin yanında duran bir karınca kadar kalıyordum. Üzerime düşen Gölgesinin ardından sis gibi gelen açık mavi duman bedenimi sararken son hissettiklerim gözlerimin ve bilincimin kapandığıydı. Kendime geldiğimde ise tüm dünyayı dolaşan bir GÖLGE idim artık.
BİR GÖLGE OLSANIZ NEYİN GÖLGESİ OLUR NEYİN ÜZERİNE DÜŞMEK İSTERSİNİZ ? YAZAN: MUSTAFA KILCI
“Eğer bir Gölge olabilseydim dedim, anlattığım tüm bu etkilere neden olan savaş baronlarını, politikacıları, mesleklerini sadece yok etme amacı ile kullanan bilim insanlarını ve icatlarını, silahlarını ve onlara bu dürtüyü yaşatan düşünce yapısını insanoğlundan söküp gölgeme hapsederek evrenin en ücra köşesindeki bir karadeliğe yollardım. Böylece dünya ve insanoğlu hak ettiği şekilde yönetilir ve gelecekteki nesilleri olan bizlerin son günlerini yaşayan dünyada hayatta kalmaya çabalamadan yaşayabilirdik.
58
GÖLGE 10. YIL ÖZEL - GÖLGE ET BAŞKA İHSAN İSTEMEM!
ÇİZEN YUNUS KOCATEPE
59
GÖLGE 10. YIL ÖZEL - GÖLGE ET BAŞKA İHSAN İSTEMEM!
GÖLGE ET BAŞKA İHSAN İSTEMEM! YAZAN: ATİLLA BİLGEN
Gölge dergisinin yirmi sekizinci sayısında yayınlanan “Bir Koyunun Bayram Anıları!” adlı öykümle çaktırmadan sızdım aranıza ve bir daha da benden kurtulamadınız! Ebru Gündeş “Demir attım yalnızlığa” der bir şarkısında. O misal ben de demir attım Gölge’ye, ama bundan pişman değilim. Bugün olsa yine yaparım. Eylemlerime yani yazılarıma daha uzun yıllar devam etmek istiyorum. Zira Gölge benim ilk göz ağrım. Onu seviyorum ve Diyojen’in “Gölge etme başka ihsan istemem” sözünü protesto edip “Gölge et başka ihsan istemem!” diyorum. Satırlarıma burada son verirken… Veremedim! Verdirtmediler! Tarihe altın harflerle adlarını yazdıran büyüklerim karşıma dikildi ve bana “Zamanında bizde Gölge’yle ilgili sözler etmiştik, onları neden yayınlamıyorsun? Bizim başımız kel mi?” diye fırça attılar. “Ağabeylerim ve dahi ablalarım haklısınız, Diyojen’in sözünü yazdım, lakin sonra da değiştirdim.” dedim. Dinlemediler. Bakın sizin sözlerinizi de bozarım dedim. “Fark etmez,” dediler. Bunun üzerine dellendim ve “Siz görürsünüz,” dedim. Buyurun siz de görün: “Hayat, gelip geçen bir gölgedir.” William Shakespeare. Bu ne şimdi William kardeş? Tamam, kabiliyetlisin, ama daha çok çalışman gerek çok! “Hayat her ay yayınlanan Gölge dergilerinden ibarettir.” “Gölge doğuşunu ışığa borçludur.” John Gay. Hayda! O zaman biz yazar-çizerler ne halt ediyoruz? “Gölge Dergi doğuşunu elektriğe borçludur, lakin az buçuk yazar ve çizerlerin de katkısı vardır!” “Gölgede yaşayanlar güneşi görmezler.”
Cenap Şahabettin. Söylemek istediğini tam belirtmeyip neden dolambaçlı yollara başvuruyorsun? Açık olmayı denemeni öneririm. “Gölge okuyanların gözü başka dergi görmez!” “Gölgesiz güneş yoktur.” Albert Camus. Albert Abi zamanında bilgisayar yoktu. Bu yüzden teşbih yapmasını anlayışla karşılıyoruz.“Gölge Dergi indirilmemiş bilgisayar yoktur.” “Her gölge önünde sonunda yine de ışığın çocuğudur.” Stefan Zweig. Burada sanki Stefan Kardeş küfrediyor gibi, ama biz anlamazlıktan gelelim! “Her Gölge dergisi çıkaran önünde sonunda âdemoğludur.” “Kendi gölgemden hızlı silah çekerim!” Red Kit. Ne kadar süre çekersin Red Kit Abi. Üç beş yıl sonra ellerin titrer ve çuvallarsın. Oysa biz on yıldır hep aynı hızdayız! “Önemli olan kendi gölgenden hızlı silah çekmek değil yeğen, önemli olan bunu Gölge Dergi gibi yıllarca yapabilmek.” “Gelecek olayın gölgesi, önceden düşer” Campell. Önceden düşmüyor! Bak ayın yirmisi oldu hala kimseden ses seda yok. Müsaadenizle buradan sesleneyim: “Gelecek ayın Gölge Dergi’nin yayın günü geldi, öyküler, illüstrasyonlar hala elime ulaşmadı. Bağırtmayın beni!” “Arkanı güneşe çevirme, gölgen arkana düşer.” Tagore. “Bilgisayarını güneşe çevirme, gölge dergini okuyamazsın!” “Gölgelerden sakın korkmayın, bunlar yakınlarda bir yerde ışık olduğu anlamına gelir.” Ruth Rengel Gölge Dergi’den korkmak mı? Saçma. Tabi ki seviyoruz, ama basılsaydı daha çok severdik. Zira kağıdıyla cam siler, yemek örtüsü olarak
60
GÖLGE 10. YIL ÖZEL - GÖLGE ET BAŞKA İHSAN İSTEMEM! kullanır, defter kaplar, paket yapardık “Gölge Dergi’den korkmayın okuyun, bunların yazarları yakınlarda bir yerde ve sizi gözlüyorlar.” “Gölgelerin gücü adına, güç bende artık!” He-Man O çok eskidendi, artık sesin soluğun çıkmıyor! Kocadın galiba! Demek ki büyük lokma yiyecek ama büyük söz söylemeyeceksin. “Gölgelerin gücü adına on yıldır güç Gölge Dergi’de.” “Gölgede güneşlenilmez ki...” Kafka. Tabii ki güneşlenilmez. Ama tatildeysen ve laptop’un yanındaysa güneşlenirken bir yandan da gölge dergini okuyabilirsin. Ne var ki okumaya fazla dalmayın, yanabilirsiniz! “Gölge Dergi okurken güneşlenmeniz tavsiye edilmez.” “Gölgesiz mutluluk olmaz, bak güneşte bile lekeler var.” Cenap Şahabettin. Bilgisayarınıza Gölge Dergi indirmediyseniz size mutluluk haram! “O olmadan yaşamınızda mutluluk olmaz, zira güneşte leke olur Gölge Dergi’de hata olmaz.” “Bol ışık olan yerde her zaman koyu gölge vardır.” Goethe. Bizi okumak için bilgisayarınızın ışığı yeter. “Bol ışık olan yerde elektrik faturası çok gelir.” “Işığı önüne al yürü, gölgen arkandan ister gelsin, ister gelmesin.” Arif Nihat Asya. “Sen zamanında dergiyi yayınla, Gölge tiryakileri illaki indirirler.” Bak gözüm üzerinizde. Hele bir indirmeyin… “Karanlıktaysan gölgen bile seni yalnız bırakır.” S.List Tövbe! O nasıl söz. Sizi asla yalnız bırakmayız. “Gölgene bak beni anlamak istiyorsan; o kadar yakın, ama sana asla dokunmayan.” Cemal Süreya. Cemal Süreya’nın bu dizeleri tam bizi anlatıyor. Başka söze gerek yok.
“Gerçek arkadaşlık güneş ışığına gölge, gölgeye güneş ışığı getirir.” Thomas Burke. “Gerçek arkadaş, arkadaşının bilgisayarına her ay Gölge Dergi indirendir.” “Gölgemi seviyorum, bana var olduğumu hatırlatıyor.” Mehmet Murat İldan. Teveccühünüz efendim. “Kendimden kurtulmak için gölgemi koridorda astım.” Atilla İlhan. Ne yaptık sana Atilla Ağabey, neden astın bizi? “Yüzünüzü güneşe çevirirseniz gölgeleri göremezsiniz.” Helen Keller. “Elektrikler kesikse bilgisayarınızdaki Gölge Dergi’lerinizi göremezsiniz.” “Sen hiç ölümün gölgesinde özgürlüğü yaşadın mı? Bir garibanın elinden tutup da hiç kadere rest çektin mi?” Yılmaz Güney. “Çekmedik ağabey.” “Gölgem kayboldu gönlüm dolunca.” Tahir Karagöz. Bilgisayarın neresine indirdiğinize dikkat edin. Sonra Gölge Dergi’ye ulaşamazsınız. “Dergim kayboldu, hükümsüzdür.” “Bir gölgeyi sevmek ne demektir bilmezsiniz siz bayım.” Didem Madak. Rica ederim bu bahsi kapatalım. Utanıyorum. “Bir Gölge Dergi’yi sevmenin ne demek olduğunu okuyucularımız çok iyi bilir bayım.” “Bin özlemle andığım/ bari gölgeni bırak bana.” Afşar Timuçin. “Bin özlemle andığım/ Gölge Dergi’lerinin tümü bilgisayarın belgeler bölümünde.” “Birinci adamlar güneşi, ikinci adamlar gölgeyi sever.” Bernard Shaw. Yanılıyorsun Bernard Ağabey. “Birinci adamlar, ikinci adamlar, esas çocuklar, esas kadınlar, figüranlar, Osman Amcalar, Ayşe Teyzeler herkes ama herkes Gölge Dergi’yi SEVİYOR.
61
ÇİZGİ ROMAN - TANTO
62
ÇİZGİ ROMAN - TANTO
63
ÇİZGİ ROMAN - TANTO
64
ÇİZGİ ROMAN - TANTO
65
ÇİZGİ ROMAN - TANTO
00 66
ÇİZGİ ROMAN - TANTO
00 67
ÇİZGİ ROMAN - TANTO
68
HİKAYE - HIRLI : BÖLÜM 5
ÇİZEN ENVER GÖKHAN ALTUN
69
HİKAYE - HIRLI : BÖLÜM 5
HIRLI : BÖLÜM 5 YAZAN: SELÇUK GÖKHAN KALKANOĞLU
onları bekleyen gardiyanlara doğrultulmuyordu. Aynı zamanda Baron’a ve onu temsil eden her şeye yöneltiliyordu tüm diyarda. “Neden bunca çaba, acı ve çığlıklara temel olan bu inşa?”
Atabildiği tek büyük zarı, Baronun Şatosu’na henüz sızmadan atmıştı Feroand. Şu anda kıyı kıyı yürüdüğü koridorda bunun elbette ki farkındaydı. Keskin açılarla kırılan koridorlar, onun darlığını kendi yüksekliğiyle tolere eden tavan, iç tarafları aydınlatmak için seçilen tuhaf yöntem. Bir avuç askerle bile dev ordulara karşı durabilecek şekilde tasarlanan bu yapının onun sızışına kolaylık sağlayacağını bilmese, o ilk girişindeki cesareti de edinemezdi belki de. O cesareti edinemez ve bu hayret verici fikri asla göremezdi.
“Şuradaki köşeyi de döneyim ve… evet!” Bir nöbetçi odası daha. “Peki, bu insanlar neden burada? Neden Baron gibi bir zorbanın emri altında?” İşte, Kasaba’da sorulup duran ve cevabını ön yargıda bulan bir diğer soru da burada. “Sorular, sorular… Keşfedilmemiş cevapları ile hayata anlam katıyorlar!” “Yok Hacı, yok. Hile yapıyor bu dümbelek!” dedi nöbetteki bir asker. Sözlerinde yaşamın en ince sırları, en bilgece bulguları gizliydi. “Ne hilesi lan?! Senin zarla attık ya!” diye yanıtladı öteki kibarca. “O’lum otur, sakin ol. İki gram zevkimiz var, onun da içine etme lan sen de!” diye erdemiyle yol gösterdi dostlarına bir üçüncüsü. Feroand, derin bir köşeye pusmuş, seyrediyordu bu klişe manzarayı. “Hepsi aynı. Ağızlarını açtıkları anda yanıtlıyorlar neden bu despotun tarafında olduklarını. Her ne kadar Kasaba’nın halkı bazı sorulara cevap bulmakta aceleci davranmış olsa da, bir milyon yıllık tefekkürden sonra bile başka bir cevap verilemezdi şu sahnenin manasına.” “Amman bee, neyse ne. Patron oyunu işitmesin de...” “Ne o la’? Tırstın mı? Yemedi mi Baron’la sürtüşmek? “Yaa ne yiy’cek. Björgan’a dönüştürülmek var işin ucunda. Hem, sıkıldım kaybetmekten. Bana müsaade, turlayıp ortamda görüneyim az.” “Haybeye yaşıyo’sun o’lum sen. Haybeyee! Hadi, görelim bakalım arka takımlarını da biz de keyfimizi bulalım. Ha’di canım, ha’di güzelim, ha’dii!”
Şato’nun bütün hatları boyunca uzanan, ormanda onunla kıvrılıp, ağaçlara onunla karşı koyan büyüklü küçüklü bir sürü alevi vardı dışarıda. Sarı metalden kafeslerinde titreşiyor, hayat buldukları balkonun gediğinden içeriye sızıp, aynalara ve tuhaf bükümlü camlara dokunarak koridorlara yayılıyordu. “Neden?” Bu soru sadece o mahkum alevlere ve
“İşte,” diye geçirdi içinden Feroand. “İşte, gene geliyorlar üzerime üzerime.” Nöbetçi, odadan ağır aksak adımlarla çıkmış, bu tarafa doğru geliyordu. Feroand ivedilikle dalıverdi bir yan koridorun titrek gölgelerine. Şato’nun tuğla ve taş karışımı duvarları daima sıcaktı fakat dışarıda, alevleri sarsan küçük çaplı bir fırtına olmalıydı. O da bu fırtınanın dev kandil ateşlerini
“Duvarlar, tuğlalar. Duvarlar, tuğlalar ve tavan. Bu lanetli Şato’nun bana sunduğu yegane kaynaklar bunlar,” diye söylendi Feroand, orasıyla ilgili mazisine kapılarak. “Bunun dışında, sadece nöbetçilerle dolu salonlar, cephaneyle donatılmış odalar ve azıcık gölgelerde kalmış dar köşeler var. Yapının içerisinde gezinip duran, gerinerek o sıkışık koridorları tamamen ulaşılamaz kılan askerlerden kaçınmak için daha kaç sefer gerisin geriye ilerleyecek, tedirginliğin yüküyle iki büklüm eğilecek, son anlarda tavana kadar tırmanıp bu gebeşlerin dikkatsiz bakışlarına karşı şansımı deneyeceğim? Zarlarımın bu dehlizlerde yuvarlandığını işitebiliyorum. Hayır, zardan bir nehrin beni altına almış, boğduğunu biliyorum! Ve bunca karmaşada, en yüksek rakamın gelmesini ancak umut edebiliyorum.”
70
HİKAYE - HIRLI : BÖLÜM 5 cılızlaştırmasından yararlandı. Muntazam şekilde saklanmıştı. Nöbetçi, hiç bir şeyin farkında olmadan geçiyordu şimdi usta hırsızın önünden. “Enteresan,” diye yorumladı Feroand. Bu askerin yalnızca bir devriye olması gerekiyordu, fakat Feroand şu anda “ağır silahlı bir nöbetçi” görüyordu, tıpkı bugün rast geldiği diğerleri gibi. Dar koridorlarda dövüşebilmek için belinde kısa kılıcı, düşmanı uzaktan kontrol etmek içinse uzun bir mızrağı vardı savaşçının. “Fazladan teçhizata rağmen taşıdığı sert kaplama zırhı, kaslı bacakları, hafif hafif kaşınan avucuyla sanki tehlikeli bir akıncı.” Feroand, önünden geçerken şöyle bir bakındığı tıka basa dolu mühimmat odalarını da düşününce, Şato’nun savaşa hazırlandığı sonucuna vardı. “Her şey hızla ve kaos yolunda deviniyor.” Bu düşünce, içindeki endişeyi azıcık da olsa bastırmıştı. O, Kaos’u biliyordu ve huzuru yalnızca onun anaforlarında avlıyordu. Düzensiz ve emirsiz doğada… Herkesin nihai ve yegane yuvasında… Belki içindeki gerginlik ve telaştan, belki de her şeyi kavrama ve kullanma arzusundan, Feroand derin düşüncelere dalarak, kendisiyle konuşarak ve gördüğü tuhaflıkları yargılayarak bir süre daha devam etti Şato’nun merkezine uzanan yolculuğuna. Buraya ilk sızışından edindiği bilgilerden yaptığı çıkarımlara göre, şu köşeyi döndükten sonra bir baca olmalıydı karşısında. Mühimmat ve malzeme aktarımı için kullanılan asansör boşlukları, ana kuleyi tam bir daire oluşturacak şekilde kuşatıyorlardı. Koridoru aştı ve tahmini doğru çıktı. Karşısındaki duvarın bel hizasında kocaman, karanlık bir delik vardı. “Şato’nun damarları gibi. Tenine gizlenmiş ve oradaki irine yıllar boyu yataklık etmiş. Topraktan çıkıp kulelere doğru akan, bu işkence ve despotluk yuvasını besleyen çelik nehri… Ahh, şu metal makaraları ne kadar da sevimli!” Fakat buradaki asansörde bir tuhaflık vardı. Hemen yanındaki kapı köhne, çürük ve
yosun kokulu bir teçhizat odasına açılmıyor, aksine aydınlık ve geniş bir salona çıkıyordu. Belli ki Şato’daki bazı asansörler, can almak için didişmekten başka hizmetler de sunuyordu. Buraya hırsızlık için geldiğini hiç unutmamış Feroand’ın kapıdan şöyle bir bakmak için uzun ikna süreçlerine girmesi gerekmemişti. Bir an sonra pervazın kıyısından başını uzatmış, içerisini seyretmekteydi. Bu uzun ve sessiz bakışın ardından verebildiği ilk tepki “anlamıyorum” olabildi. “Ona bakanların umudunu tüketmesi için ince ince tasarlanan böylesi bir zindanda böylesi bir oda. Neden?” Evet, anlayamıyordu Feroand. Anlayamamakla kalmıyor, yorumlayamıyordu da. Evet, bu salon da gereksiz derecede yüksek ve genişti. Bu salon da bir şeyleri sergilemek ve cakasını satmak için inşa edilmişti. Ama neden tüm bunlar için güzellik ve sanat seçilmişti? Gözlerini duvarları dizi dizi dolduran tablolardan alamıyordu ama bu defa da kaideleri üzerinde bekleşen heykeller ona tavır alıyordu. Heykellere baksa, karşılarındaki vitraylar -”galiba bu pencerelerin ardında bir avlu var?”ışıltılarıyla ona göz kırpıyordu. Peki en dipteki o kocaman, borularla donatılmış cihaz ne işe yarıyordu? Şato’nun kalanının aksine burada çok yumuşak, adeta nefes alınmasına gerek bile duymadan ciğerlere kayan bir hava vardı, çiçek kokusu. ”Tanımadığım güzelliklerden bir başka diyarı huzuruma sundu.” Ve biraz da… ”Tütsü mü bu?” Feroand, duyumsadığı bazı şeyleri adlandıramıyordu. Tüm oda öyle güzel hazırlanmış, içerisindeki her şey öyle harika konumlandırılmıştı ki kendisini burada fazlalık gibi hissetmek ile o salondaki yerini keşfetmek arasında gidip gelmekteydi. Sergi salonunu rahat rahat inceleyebilmek için geri dönerek bir süre de erketeye yatmıştı. Önemli gibi görülen bir bölgede olmasına rağmen, gelen giden olmadı. O da tedbiri elden
71
HİKAYE - HIRLI : BÖLÜM 5 bırakmadan, bu ışıl ışıl salondaki en küçük gölgeye bile sıvışabilecek denli büzülerek eserleri dolaşmaktaydı. Şu dev vitraylar nasıl da yapılmıştı öyle ince ince? Minicik camları kendi içinde bile desenler oluşturuyor, büyük resimdeyse çok daha etkileyici sahneler betimleniyordu. İlk vitrayda bir tür ritüel vardı, kafasına kuş tüyleriyle donatılmış başlıklar takmış, yarı çıplak bir grup adam, ellerindeki deri kasnaklı davulları tokmaklaya tokmaklaya görkemli ateşin etrafında dans ediyordu. “Öyle canlı ki, alevin hemen ardında sanki gerçek Güneş gizli. Avludaki ateş olmalı bu ışıltının sebebi, tüm kutsallığıyla gürlüyor, salondaki sergide yegane sesin, gerçek eserin kendisi olduğunu haykırıyor!” Sonraki pencerede de enteresan bir betimleme vardı. Teni güneşten kapkara kesilmiş, vücudundaki her açık noktaya hayvan kemikleri dikilmiş biri, elindeki dev çekici indirirken vitraya mühürlenmişti. Üstünde deri bir demirci yeleği, yeleğinin de üzerinde seken şarkları vardı. Çekicin parıltısına bakılırsa, örsünde kutsal bir şeyler yaratmaktaydı. “İnsan olamayacak kadar iri. Saçtığı şavklara, haşmetli çekicinin avucundaki ufaklığına bakılırsa, kesinlikle insan ötesi.” Betimleme öyle harika işlenmişti ki, sanki... “Bir göz kırpışımda o çekiç örse inecek, vuruştan kopan güç dalgaları camın betimleme imkanına sığamayıp da gerçekliğe paramparça dökülecek.” Bir sonrakine yöneliyordu ki, birden karşıdaki heykellere çekiliverdi. Kaideleri gayet anlaşılır, tekdüze bir geometrik şekildeydi fakat üstlerindeki, tuhaf, manasız anatomik pozisyonlarda işlenmiş, bembeyaz siluetlerdi. Parmaklarını şöyle bir dokundurdu Feroand. “Mermer olamayacak kadar pürüzsüz, söze gelemeyecek kadar katı. Bu şey ‘var’sa ben neyim acaba? Silik bir gölge olabilirim anca. Şato’nun dış duvarlarını süsleyen canavarlardan daha da küçültücü, ezici, gururu yerle yeksan edici.” Bir sıra beyaz heykelin arkasında, gri taştan olanları dizilmişti. Bunlar da düzgün köşeli kaidelerinde imkansız pozlar vermişlerdi. Fakat
hiç birisi insan değildi. Olsa olsa “yaratık” denebilirdi. Taşlarının üzeri delik deşik, kabarcık ve çatlaklarla doluydu ve bu deformasyonlar öyle görünüyordu ki sadece taşta değil, orijinal yaratıkta da bulunuyordu. Belki azıcık da mavilik taşıyordu? Feroand onların gri vücutlarına daha yakından bakmak istemedi. Bekleştikleri pozlar çok tekinsizdi. Kaslarını tedirginlikle seğirttiren eserlerden gözlerini kaçırıp duvara yönlendirdi. Orada da birçok resim vardı. Hemen hepsi aynı boy çerçevelere kıstırılmış olsa da yansıttıkları manzaralar hem birbirlerinden hem de usta hırsızın bildiği her şeyden farklıydı. Nehirler havalarda süzülüyor, alevden damlalarla toprağı eşeliyordu; vadiler suyla değil, muazzam büyüklükteki kılıçlarla açılmış gibi dümdüz ilerliyordu; bu alanlarda avlanan, Feroand’ın hiç görmediği hayvanlar ve bitkiler -”Avlanan bitkiler! Vay canına!..” -yayılmışlardı. Kimi kanvaslarıysa sadece uzak, bilinemez diyarların tuhaf, gözlerle takip edilemeyen kaya oluşumları doldurmuştu. Bu kayaların çoğu çürümüş kemik sarısıydı. Tüm ürkütücülüklerine rağmen o kadar ustaca işlenmişti ki bu resimler, Feroand gözlerini bir süre daha onlardan alamadı. Nihayet, girişi kurt başına benzeyen bir mağara resmine rastladığında vücuduna yerleşen korkuyla, aniden duvar dibinden ayrıldı: Mağaranın ağzı, sıra sıra dikit ve sarkıtlarla donanmıştı. Ve o ağız, usta hırsızın ruhunu bu sonsuzluğa dalan boğaza davet edercesine açıktı. Tam kendisini bu yapış yapış estetik tutkusundan kurtardığını düşünürken, bu kez de salonun en dibindeki cihaza kaptırıverdi dimağını aniden. Cihazın gövdesinden çıkan kasnakların, çarkların ve diğer mekanizmaların ne işe yaradığını anlayamıyordu. Buna rağmen, kendisini metalin bu en nadide işçiliğine doğru çaresizce adımlarken buldu. Yalnızca merak değildi Feroand’ın bedenini ele geçiren. Daha büyük bir kavrayışın vaadiydi ihtiyatını darmaduman eden.
72
HİKAYE - HIRLI : BÖLÜM 5 Ellerini cihazın pirinç borularında uzun uzun dolaştırdı, üstüne kakılmış işlemelerin derinliğini alabildiğine tattı. Dev makinenin önünde rahat bir tabure ve bir sürü de tuşu vardı. Gözlerini, heyecanını, parmak uçlarını tek tek oralara bıraktı. Boruların bazıları dümdüz yukarıya uzanıp düdüklerdeki gibi kesiklerle sonlanıyordu. Diğerleriyse cihazdan çıkıp duvara gömülüyor, anladığı kadarıyla da tüm Şato’yu çepeçevre sarıyordu. Demek ki geçen sefer içeri sızmak için tırmandığı pirinç borular da buradan geliyordu? Desenler gövdeden uzaklaştıkça karmaşıklıklarını yitiriyor, giriftliğin yerini sadeliğin güzelliği alıyordu. “Yüreğinde yanıp yükseklere tırmanan bir alev gibi… Kavrulmuş tenine ruhunu dağlamış, bütün özdenliğini ona bakanlara salmış. Böylesi bir güzelliğin bu Şato’da ne işi var? Onun merkezinde, kişiliğinin rahminde neyi yaratıyorlar? Dokunmalı; çalıştırmalı, güzelliğe teslim olup onu anlamalı.” Feroand’ın elleri bilinçsizce tuşlara doğru uzandı. Ama içindeki bilinçli yarı, buna katılmadı. Salonun ortasında, açıkta öylece dikildiğinin farkına varmıştı. Gene de, bakışlarını son bir defa cihazın gövdesinden, akışkan hatlarla bezeli oyma ve çizimlerinden alıkoyamadı. Ahşabın, pirincin ve fildişinin eşsiz bir karışımıydı. Tuşlar boyunca uzanıp borulara tırmanan desenler öyle akışkan ve zarif hatlara sahipti ki bir yazı olsa, iç ses onları dillendirmeye fırsat bulamadan, gözler ince kıvrımları boyunca kayarak tek lokmada okuyup bitirirdi. Belli ki esrarengiz cihaza kimliğini veren ve Şato’nun merkezine yerleştiren şeydi bu. “Acaba mekanizmayı harekete geçiren kişi, onunla şu dikey borulardan ses mi çıkartıyordu? Belki de cihazın yüzeyine işlenmiş desenleri müziğe döküyordu?” “Aslında,” diye düşündü Feroand “‘Ateş’in Mistik Alfabesi’ bu çizimleri adlandırmak için bir hayli yeterli.” Böylece Feroand, avuçlarını dizi dizi tuşların hemencecik üzerinden şöyle bir geçirip onların sıcacık, kadim birikimini son kez hissetti. Ve sergi salonunun tesirinden silkinerek çıkışa, kaderini inşaya yöneldi. Kapıdan çıkarken bile seziyordu ardından usul usul onu çağıran mistik melodiyi.
Asansör boşluğu hala karanlık ve rezildi. Ama usta hırsızın içgüdüleri tüm vahşi açlığını tetikleyip ona yepyeni, ihtiraslı bir gerçeklik şekillendirdi. Bacadan inip yüzüne dokunan tatlı meltem Feroand’ı gülümsetti: “Bu tırmanışın ardında türlü iğrençliklerde dolu tarih, karanlıklara zincirlenen sürüyle acı ve bunların hepsini hiçe saydıracak denli değerli bir kasa var. Ellerimin dokuyacağı kurtuluş, yüreğimin onun için attığı yegane kader var. Bu rüzgarın tozunda Şato’nun sası aroması, ama hepsinden öte, umut var.” Ellerinde baş gösteren hafif titreme bile bu gülümsemesini silememişti. Tecrübeli hareketlerle çantasından tırmanış ekipmanlarını çıkartıp hazırladı. Bu şey, kendi tasarladığı bir vantuz ve tetik mekanizmasıydı. Tetikleri çektikçe zeminle arasındaki havayı boşaltıyor, böylece hemen her türden yüzeye yapışabiliyordu. Asansör bacası tırmanışı, usta hırsız için çocuk oyuncağıydı. Ve Feroand, tüm çevikliğiyle tırmandı. Şato’nun üst katlarına çıktıkça, koridorlarda saklana saklana yol alıp etrafta olup bitenlere kulak kabarttıkça, Feroand bir tuhaflık daha fark etti. Nöbetçilerin hareket düzenleri hiç de onun beklediği gibi değildi. Bütün bir koruma akışı ana koridorlardan üst katlara yöneliyor ve dışarıdayken gördüğü şu mavi-yeşil ışıltılı kule odasını kuşatıyordu, Şato’nun en yüksek noktasını. “Baron’un Taht Odası mı? Tüm kaynaklarını kendisini korumaya tesis etmesine şaşmamalı. Bir tahtta oturmak istiyorsa pekala zorbalığa girişip zora dayanmak zorunda. Komik ve saçma. Ne ben intikamcı bir katilim, ne de kendi ölümün bir numaralı azadesi. Hatta içinde debelendiği kaosun anaforlarını anlamamakta ısrar ederse, en alelade müşterisi. “Ve nihayet! Şu son köşeyi dönünce de mesleğimin en değerli nesnesi...” Devam edecek…
73
FİLM İNCELEME - FACES
1968
‘FACES - YÜZLER’ YÖNETMEN: JOHN CASSAVETES SENARYO: JOHN CASSAVETES YAZAN: İLKER YAVUZ
1989 yılında kaybettiğimiz “bağımsız sinema”nın babası sayılan John Cassavetes, oyunculuk yaparak kazandığı para ile, ana akım sinemanın dışında kalan filmler yönetme yolunu açmış, öncü bir yönetmen. Oyuncu olarak hemen her tür filmde The Dirty Dozen - 12 Kahraman Haydut (1967), Rosemary’s Baby - Rosemary’nin Bebeği (1968), Tempest – Fırtına (1982) rol almış, performansları da beğenilmiş olmasına karşın sinema sanatında adı geçtiğinde, bugün artık, yönetmen tarafıyla anılmakta olan bir sanatçı. Amatör ve profesyonel oyuncuları bir arada başarıyla kullanması (sinema oyunculuğunu yeniden tanımlamıştır), filmlerinin senaryosunu kendisinin yazması, küçük el kameralarını ve grenli görüntüleri tercih etmesi; ama bunları sadece bir üslup denemesi olarak değil, yapaylıktan kaçınma amacına hizmet eden araçlar olarak kullanmasıyla “auteur” sıfatının tanımı gibidir kendileri.
kullanır.
veren oyunculuğun damgasını vurduğu filmlerinde -aslında Mike Leigh gibi, doğaçlama ağırlıklı uzun bir ön hazırlık sonunda yazdığı ayrıntılı senaryoları vardır- ana akım sinemanın pek yüz vermediği bol dialog, uzun çekimler ve farklı kamera açıları
Filmin hikayesine gelince, finans sektöründe üst düzey yöneticilik yapan Richard Forst, orta yaşlı ama hala çekici bir adamdır. 14 yıllık eşi Maria ile sosyal bakımdan kendilerine benzeyen çevreleri (eğitimli, varlıklı, kültürlü, beyaz) ve görünürde tatminkar bir yaşamları olmasına rağmen, kısa süre içinde işlerin Forst çifti için pek de yolunda gitmediğini anlarız; çünkü hayatlarında aşk yoktur. Richard, arkadaşı Freddie ile eğlenmeye gittiği bir akşam Jeannie ile tanışır. Jeannie’nin evinde çapkın (ve evli) Freddie daha atak davranmasına rağmen, kadının kararı belirleyici olur ve tercihini Richard’dan yana yapar. Kadının tüm çekiciliğine rağmen (her dem güzel ve dişi, eşsiz Gena Rowlands) Richard evine döner. Karısı Maria ile, konuşabilen ve dahası içten kahkahalarla gülebilen bir çift görüntüsü
Belgesel havasının ve doğaçlama izlenimi
74
FİLM İNCELEME - FACES verirken, birdenbire boşanmak istediğini söyler. Richard konuşurken, omzu üzerinden bakan kamera yavaşça Maria’nın yüzüne yaklaşır; kadının ifadesindeki değişim muhteşemdir. Ardından eşinin yanında Jeannie’yi arayıp dışarı-
da buluşmak istediğini söyler. Fakat Jeannie -yanında başka bir kız arkadaşıyla- iki adamla beraberdir (adamlardan yaşlı olanı Jim ile olan sahneler ve dialoglar benzersiz).
75
FİLM İNCELEME - FACES Jeannie, bir türlü adamları ikna edip dışarı çıkamayınca, beklemekten sıkılan Richard onu görmeye gider. Jim rekabetten hoşlanmayan (normal!) bir erkek olarak Richard’a sataşır ama genç arkadaşı aklıselim davranarak durumu kabullenmesini sağlar ve Richard ve Jeannie’yi baş başa bırakarak evden giderler. Aynı sattlerde Maria da kadın arkadaşları ile bardadır. Genç ve çekici bir adam (Seymour Cassel) Maria ile ilgilenir. Çıkışta hep birlikte Maria’nın evine giderler. Diğer üç kadının aksine Maria, Chet adlı delikanlıyla yüzgöz olmazken, aralarındaki çekim de gözden kaçacak gibi değildir. Sonunda Chet, Maria ile evde yalnız kalmayı (ve onu yatağa atmayı) başarır. Sabah, Jeannie ile Richard’ın anlamsız ve “gerçekçi” sohbetlerine tanık oluruz. Diğer evde ise trajik bir olay olmuştur: Maria uyku haplarıyla intihara kalkışmıştır. Chet, kadını kusturup soğuk duşun altına sokar. Biraz sonra yeni yaşamının verdiği coşkuyla, neşe içinde eve gelen Richard manzarayı görünce çılgına dönecektir, başka bir kadının yatağından çıkıp gelen kendisi değilmiş gibi, karşılıklı bağırmalar ve suçlamalar fazla uzun sürmez; yeni bir gün başlamıştır. Film, her Cassavetes filminde olduğu üzere, karakterlere odaklanan bir yapıya sahip. Ama “Yüzler” ismi gibi, fazladan bir de yüzler üzerine odaklanıyor. 16mm siyah-beyaz film tercihi,
yakın planlar ve olağanüstü oyunculukların da katkısıyla başlı başına bir deneyim halini alıyor. Adeta bizi karakterlerin ruhlarına sokuyor. Jennie’nin evindeki bir sahnede, kadının oturduğu yerden, ayaktaki Freddie ve Richard’ı izlediğini, sadece Jeannie’nin dizlerini gördüğümüz bir açıdan yapılan çekimle, fark ederiz ki açı-karşı açı tekniği de, dialoglara yaslanan bu filmde, çok başarılı bir biçimde kullanılıyor. Her sohbetin sonunda mutlaka taraflardan birinin yaralarına dokunulması ve karakterlerin her birinin klişe olmaktan bu kadar uzak olabilmesiyle seyirciyi sersemletiyor.
76
HİKAYE - BİR GÜNCENİN DELİSİ : BÖLÜM 3
BİR GÜNCENİN DELİSİ : BÖLÜM 3 YAZAN: ATİLLA BİLGEN
22/07/2007 Neden beni anlamıyorlar Günce? Neden yapayalnızım? Ve neden uzattığım elimi kimse tutmuyor? Yanıt bekleyen sorular kuşatmış her bir tarafımı ve ben nedenlerini bulamadıkça doymak bilmeyen bir açlıkla benliğimi ele geçirmekteler. Beni avutamıyorsun diye sakın üzülme Günce, inan bana konuşma becerisine sahip olanlar bile susuyor. Bugünlerde dünyaya geldiğim gün kadar yalnızım. Ama bir dakika bu doğru değil! Ağlamamın ilk duyulduğu an, en azından bir anne ve babaya sahiptim. Şimdi onlar da yok. Aradan geçen kırk sekiz yılda, bir arpa boyu kadar yol alacağıma iki arpa boyu geriye gitmişim! İki gündür ortalıkta yoktum, özledin mi beni? Herhalde meraktan delirmiş olmalısın! Ancak mazeretim vardı. Dinlersen hak verirsin bana. Şuraya bak, oturmuş bir günceye hesap veriyorum! Kim bilir belki de içten içe bunun özlemini duyuyorumdur. Az evvel içeri girdiğimde kapağını kaldırıp “Kaç gündür nerelerdeydin?” diye hesap sorsaydın, inan beni mutlu ederdin. Güncelerin duygularının olmadığını kim uydurmuş? Bence kesinlikle merak ettin, ne var ki konuşamıyorsun. Ama üzülme. Her şeyi sana anlatacağım. Hani beni zorla bir işe sokmak isteyen arkadaşlarım vardı. Hatırladın mı? İşte onlardan kaçmak için sabah evden apar topar çıkmıştım. Nereye gideceğim hakkında en ufak bir fikrim yoktu. Hangi yöne sapayım düşünürken gözüm ayaklarıma takıldı. Boyasız ve eskimiş ayakk-
abıların içinde öylesine mahzun gözüküyorlardı ki, dayanamadım ve “Ulan bugün sizi özgür bıraktım, canınız nereye istiyorsa beni oraya götürün,” dedim. Kendi haline bırakıldıklarında illaki bildikleri bir mekâna gider derler ya, külliyen yalan. Beni öyle yerlere götürdüler ki, kırk yıl düşünsem aklıma gelmezdi. Yürümeye in önünden yani Horhor’dan başladık, ama her zamanki gibi sağa döneceğimize, nedense solu tercih etti ve Fatih’e çıkan yokuşu tırmandık. Oradan hafif bir sağ yapınca kendimizi Saraçhane’de bulduk. Uzun zamandır sola sapmadığımızı hatırlayınca o yöne döndük. Unkapanı, Şişhane gerimizde kaldı. Tamam dedim kendi kendime yön artık belli, Beyoğlu. Taksime ulaştığımızda yorgunluktan bitmiştim. Gözüm oturacak bir yer aradı, ama ayaklarıma söz dinletmek ne mümkün! O hızla İstiklal’e girdim. Öyle kararlı yürüyordum ki, bırak başkasını, neredeyse ben bile bir yere yetişeceğime inanmıştım. Galata’da az bir duraklayıp sağa sola baktık, sonra yokuş aşağı vurup soluğu Karaköy’de aldık. Bankalar Caddesi’nden rıhtıma indiğimizde şehir hatları vapurları dikkatimizi çekti ve dayanamayıp terminale girdik. Çımacı avaz avaz “Kapanıyor kapıları!” diye bağırıyordu. Ne işim var karşıda diye düşünmeden koşarak turnikelerden geçip son anda yetiştik Haydarpaşa- Kadıköy vapuruna. Baktım dışarıda yer var. Geminin en sevdiğim bölümüdür o daracık koridor. Sırtımı yaslayıp ayaklarımı demir parmaklıklara uzattığım an yaşadığımı hissederim. Yine aynısını yaptım. Yürümekten ter içinde kalan bedenim tatlı tatlı esen rüzgâr ile serinlerken bir çay aldım ve yaktım sigaramı. Ne Haydarpaşa da ne Kadıköy’de kımıldadım yerimden. Vapur yeni baştan Karaköy’e doğru yol alırken bir sigara daha yakıp üfledim dumanını başımın üstünde dolanan martılara. Güneş, güne yavaş yavaş veda ederken, Ayasofya, Sultan Ahmet Cami, Topkapı Sarayı tüm ihtişamlarıyla gülümsüyorlardı, güzelliklerini fark edenlere. Evlerine ulaşmaya çalışan kalabalığın aksine, hiç acele etmeden, ağır adımlarla indim vapurdan. Karaya adım atar atmaz kenara çekilip
77
HİKAYE - BİR GÜNCENİN DELİSİ : BÖLÜM 3 yasladım sırtımı bir duvara ve bekleyenlerine kavuşmak için koşuşturanları seyrettim. Son yolcuyu iskeleden uğurladıktan sonra, yürümeye devam ettim. Galata Köprüsü’nün ortalarında sağ omzuma bir el dokundu. Umursamadım ve yoluma devam ettim. El de benimle birlikte ilerlemeye devam edince dayanamayıp elin anasının hatırını sordum. “Ben de senin ulan!” dedi el. İşte ancak o zaman elin bir insana ait olabileceği aklıma geldi! Gerisin geriye dönüp baktım elin sahip olduğu bedene. Seyrek, siyah saçlı, tombul yanaklı bir adamdı. Boynu iyiden göğsüne düşmüştü. Kaşları çatılmış olsa da, kahverengi gözleri muzip bir şekilde gülümsüyordu. Baktığımı görünce ayrık ön dişlerini belirginleştirecek şekilde gülümseyerek “Tanımadın değil mi beni?” diye sordu. Böyle konuştuğuna göre galiba arkadaşımdı. Gözlerimi kısıp dikkatlice süzdüm, yine de kim olduğunu çıkartamadım. Sırtıma kuvvetlice birkaç kez vurup “Bunca yıldan sonra buldum seni, iki duble atmadan hayatta bırakmam!” dedi. Ardından konuşmama bile fırsat vermeden koluma girdi ve köprünün altındaki lokantalara beni adeta sürükledi. D a l g a l a r ı n etkisiyle sallanan dubaların üstündeki masaya, arkadaşım olduğunu iddia eden, lakin kim olduğunu bir türlü anımsayamadığım kişiyle birlikte oturduk. Mezelerimiz gelince kadehini sağlıma kaldırdı. Altta kalmamak için ikinci dubleyi onun sağlığına kaldırdım. Bunca yıldan sonra yeniden karşılaşmamızın şerefine bir kadeh daha tokuşturduk. Ardından okulda yaptığımız fırlamalıkları anlattı her cümlenin sonunda koca bir kahkaha patlatarak. Bir türlü hatırlayamadığım o fırlamalıkları, kelimelerin yerlerini değiştirerek bir kez de ben anlattım, buna daha çok güldü! Kahvelerimiz içerken evde bekleyenimin olup olmadığını sordu, hala bir türlü kim olduğunu anımsayamadığım, beni çok özleyen arkadaşım. Yok dediğimde çapkınca göz kırparak “O zaman bu gece burada bitmez,” dedi. Yapacak bir işim olmadığından itiraz etmedim. Yol boyunca eve çağıracağı kızların güzelliğini anlattı. Nefeslenmek için sustuğunda, bu
sefer dirsekleri çalıştı. Bir zamanlar çok çapkın olduğumu, hep bana özendiğini anlatırken, sağ böbreğimi yokladı. Gerçekten çapkın mıydım, gerçekten bilmiyorum. Adam haklıysa, neden hala yalnızım? Evde kızları beklerken de hiç susmadı. Kapı çaldığında ok gibi fırladı yerinden. Geri döndüğünde iki kolunun altında iki güzel kız vardı. “Hangisini istersin?” diye sordu, yanıtlamadım. Umursamadı. “Ben sarışını alıyorum,” dedi ve bir şey dememe fırsat vermeden kızla beraber odadan çıktılar. Uzun bir süre sessizce bakıştık kızıl saçlı, uzun bacaklı, bol boyalı kadınla. Sıkıntıdan ter içindeydim. Ne yapmam gerektiğini elbette biliyordum ama isteyip istemediğimden emin değildim. Belki de korkuyordum. Yan yana oturduğumuzda benim yerime onun elleri hareketlendi. Ürpermiştim. Biraz zaman kazanmak için “İçki?” diye sordum. “Sonra,” dedi, “Önce iş!” İşinin ne olduğunu soramadım, tıpkı dokunuşlarına yanıt veremediğim gibi. Heyecandan kaskatı kesilmiştim. Parmakları bacak arama ulaştığında ani bir hareketle kendimi kurtarıp ayağa fırladım. Şaşırdı. “Beğenmedi sen beni?” diye sordu. Elinden kurtulmuş olmanın rahatlığıyla “Beğendim, ama bu iş böyle olmaz ki!” dedim. Gözlerini sonuna kadar açtı ve “Ya nasil olur?” diye sordu. Tıpkı yıllar yıllar öncesinde olduğu gibi “Karl Marx der ki,” diye başladım söze ve kadının şaşkın bakışlarını umursamadan devam ettim: “Kadınlar evlilik dâhil cinsel ilişkilere girmekte özgürdür, çünkü seçim kendilerinindir. En doğal bağ olan seks ve aşk onların güdüsüdür ve cinsiyet ilişkileri eşitlik ve karşılıkla belirlenmiştir.” “Anladim!” diyerek sözümü kesti. “Sen para vermek istememek! O zaman ben de seks yapmamak!” Bunu duyunca kadınlık onurunun her şeyden üstün olduğunu ve bunun asla parayla satılamayacağını anlatmaktan vazgeçtim. Ben böyle sessiz kalınca ayağa kalktı ve arkadaşının bulunduğu odaya doğru gitti Saatlerce çıkmalarını bekledim. Ama ne o, ne de
78
HİKAYE - BİR GÜNCENİN DELİSİ : BÖLÜM 3 arkadaşım odadan çıktı. Sabahın ilk ışıklarıyla birlikte kendimi dışarı attım. Sokaklarda serseri mayın gibi dolaşırken niçin yaşadığımı düşündüm. Zihnimi biraz zorlayınca kafamdaki sorunun yanıtını nihayet buldum. Bir misyonla görevlendirilmiştim ve bu görevim etrafıma ışık yaymaktı! Ne var ki karşıma bir türlü aydınlatacağım insanlar çıkmıyordu. Onları ne pahasına olursa olsun bulmalıydım. O sırada gece boyunca okul anılarımızı anlatan, fakat kim olduğunu hala çıkartamadığım arkadaşım aklıma geldi ve gizem birden sona erdi! Arkadaşım değildi! Aydınlanmak amacıyla arkadaşım kılığına girmiş olan müridimdi! Onları tek tek tanımam nasıl mümkün değilse, onların da tanımaması olanaksızdı. Dün akşam beni köprüde görünce dayanamayıp yanıma gelmiş ve arkadaşım olduğu yalanını uydurmuştu. Bu gerçeği anlayınca onunla yeterince ilgilenemediğim için vicdan azabı duydum ve o an kararımı verdim: İstanbul kazan ben kepçe arayıp müritlerimi tek tek bulacak ve onları aydınlatacaktım. Bu amaçla gün boyu ayrım yapmadan her sokağa girdim. Sınıf farkı gözetmeksizin gördüğüm tüm insanların gözlerinin içine baktım, ama sadece dayak yedim! Ben bu kadar ulvi bir görev peşinde koşarken, insanlar karılarına kızlarına baktığımı nasıl düşünürler, hiç anlamıyorum! Sonucu merak ediyorsundur. Maalesef müritlerimden kimseyi bulamadım. Ancak karanlık güçler varlığımı ve amacımı hemen öğrendi. İnsanları aydınlatmama engel olmak için peşime adam taktılar. Beni eve kadar takip ettiler. Şu an işimi bitirmek için kapının önünde beni bekliyorlar. Korkma. Kolay kolay teslim olmayacağım onlara. Mücadelemi kanımın son damlasına kadar sürdüreceğim! *** Son cümleyi bitirdikten sonra oturduğu sandalyenin arkasına yaslandı. Elinde tuttuğu kalemi çevirirken, bir yandan da dişlerinin arası-
na kıstırdığı alt dudağını ısırıyordu. Bakışları penceredeydi. Bir süre sonra kalemi açık duran sayfamın üstüne bırakıp ayağa kalktı. Pencereye doğru iki adım atıp durdu. Adeta donmuştu. Dakikalarca hiç kıpırdamadan bekledi. Seyretmekten sıkılmıştım. Bakışlarımı başka yöne çevirdiğim sırada birden hareketlendi, gerisin geriye döndü ve koşarak salondan çıktı. Neler olduğunu anlayamamanın şaşkınlığıyla arkasından bakarken kalem sayfamı dürttü ve “Bu kafayı yemiş abiciğim!” dedi. Kapağımı şiddetle iki yana sallayarak bu söylediğine karşı çıktım: “Deli filan değil. Sadece kafası karışmış.” Kafasını sayfalarımın arasına gömüp uzun uzun esnedi. Kapağını kapatmadan önce de “Sen öyle san. Resmen uçmuş bu adam ağabeyciğim,” diye mırıldandı. Kaleme karşı Nobran’ı savunmuştum, ama haksız olduğumun farkındaydım. Sayfalarıma yazdıkları doğruysa, ki bana yalan söylemesi için bir nedeni yoktu, kalemin teşhisi doğruydu. Hayır. Nobran deli olamazdı. Yazdıklarının arasında mutlaka bir şeyi atlamıştım. O sırada onu neden savunduğum kapağıma takıldı. Nobran’ı, o kaba saba adamı seviyor muydum yoksa? İşte şimdi gerçekten saçmalamıştım. Nobran’ın nesini sevecektim? Benimkisi sadece bir meraktı. Yumuşak sayfalarımın arasında bir şeyi umursamadan uyuklayan kaleme gıpta ile baktım. Onun gibi olmayı ne çok isterdim. Ama yapamıyordum. Bir kere aklıma takılmıştı. Hangi yöne bakarsam bakayım karşımda hep Nobran vardı. Yanlış algıladığım yeri bulmadan rahatlayamayacaktım. Bu yüzden yazdıklarını satır satır gözden geçirmeye ve olayları onun gözüyle yorumlamaya karar verdim. Bu adam evden çıktıktan sonra iskeleye kadar göre yürümüş. O kadar yolu yürümek pek akıllı işi değil, ama canı yürümek istemişse kim engelleyebilir ki onu? Oradan vapura biniyor, karşı kıyaya varınca inmekten vazgeçip aynı vapurla geriye dönüyor. Olabilir. Buraya kadar bir sorun yok. Köprüde bir adamla karşılaşıyor,
79
HİKAYE - BİR GÜNCENİN DELİSİ : BÖLÜM 3 kim olduğunu çıkartamadığı halde yemek teklifini kabul ediyor. Neden? Tanımadığını söylemekten utanmıştır. Nobran’da olsa efendi yanını kaybetmemiş! Gerçi bu inceliğini gece boyunca devam ettirmek zorunda değildi, bir yerden sonra adama kim olduğunu sorabilirdi. Neyse sonra adamın evine gidiyor ve fahişeyle baş başa kalıyor. Duyduğu heyecan dolayı içki teklif ediyor. Kadın prensip sahibi çıkıyor ve çalışırken içmem diyor! Konuşmak istiyor, lakin heyecandan saçmalayınca kadını avucundan kaçırıyor. Yan odada grup oluşuyor, inleme sesleri geliyor ve Nobran haliyle tedirgin olup erkenden evden çıkıyor. Bana itiraf etmese de aklı hala kadında. “Ulan,” diyordur kendi kendine “Avucuma kadar gelen fırsatı nasıl kaçırdım?” Yürüdükçe buna daha çok kafayı takıyor o andan itibaren adamda sigorta atıyor ve başlıyor saçmalamaya. Ama adam haklı! Hem bir halt yiyememiş hem de uykusuz. O kafayla da başlıyor millete sarkmaya. Adam kesinlikle deli değil, sadece aptal! Teorimi beğenmiştim, bunun heyecanıyla hemen kalemi uyandırdım. Uykulu gözlerle anlattıklarımı dinledikten sonra, “Neden kendini bu kadar zorluyorsun abiciğim?” diye sordu “Zorlamıyorum ki sadece…” Horlayınca cümlemi bitiremedim. Gerçi buna sevinmiştim, zira cümlenin sonunu nasıl bağlayacağımı gerçekten bilmiyordum. Aradan geçen birkaç gün boyunca Nobran yanıma hiç uğramadı. Günlük alışverişler haricinde evden dışarı çıkmıyor, genelde uyuyordu. Ayakta olduğu zamanlarda ise odadan odaya girip çıkıyor, bazen de salona uğruyordu. O zamanlar pencereye kadar gidiyor, sımsıkı kapatılmış perdenin önünde bir süre dikiliyor, ardından hızla arkasını dönüp başka odaya geçiyordu. Düşünceli görünmesi, pencerenin önünde durması birilerini beklediği izlenimi yaratıyordu, ama tabi ki bundan emin değildim. Bu şekilde günler geçerken aniden yanıma geldi ve sandalyesine oturup beklemediğim bir acelecilikle sayfalarımı karaladı.
*** 25/08/2007 Yine ben! Yoksa başka birini mi bekliyordun? Doğru söyle benden başka kimse sana dokunuyor mu? Saçmalamıyorum. Ama durum bildiğin gibi değil Günce, çok ciddi. Anlatacaklarımı dinleyince bana hak vereceksin. Öncelikle şunu söyleyeyim, bugünlerde kimseye güvenme. Peşimdeler. Her yerde adamları var! Belki beynimin içinde bile! Bak bunu daha önce hiç düşünmemiştim. Valla olur mu olur! Tasalanma, onu da araştıracağım! Misyonumun aydınlık çağın kapılarını açmak olduğunu biliyorsun, bilmediğin ise karanlık güçlerin bunu engelleme çabaları. Evin etrafı kuşatılmış durumda. Ekmek almak için bakkala gittiğimde kasada başka biri vardı. Kim olduğunu sorduğumda, Ali Efendi’nin köye gittiğini bir süreliğine kendisinin dükkâna bakacağını söyledi. Mecburen inanmış göründüm. Yalnız bakkal olsa pek dert etmeyeceğim, tüm sokağı ele geçirmişler. Durumumuz kapana sıkışmak üzere olan bir fareyi andırsa da, buradan kurtulacağız. Şu an karşılıklı olarak birbirimizi gözetleme aşamasındayız, sinirleri sağlam olan savaşı kazanacak. Şimdi biraz dinlemem lazım. Bundan sonra mümkün olduğunca akşamları dışarı çıkmaya çalışacağım. Senin de fazla göz önünden bulunmaman lazım. Çok şey biliyorsun ve bu bilgiler ellerine geçmemeli. ***
Son noktayı koyduktan sonra kalemi sayfalarımın arasına bırakıp, kapağımı kapattı. Ayağa kalktığında gözleri deli gibi etrafı tarıyordu. Günlerdir yuvam olan masadan beni aldığında, yüz hatları aradığını bulmanın rahatlığıyla gevşemişti. Giriş kapısının solunda duran cevizden yapılmış büfenin yanına yürüdü, eğildi ve alt çekmecesini açtı. Elinin uzanabildiği en dip köşeye hoyratça beni bıraktı, ardından çek-
80
HİKAYE - BİR GÜNCENİN DELİSİ : BÖLÜM 3 meceyi kapattı. Zifiri bir karanlığın içinde kalmıştım. Korkudan sayfalarım birbirine vuruyordu. İçimde boğulma tehlikesi geçiren kalem bile sesini çıkaramıyordu. Sayfalarım biraz yatışır gibi olunca, var gücümle “Deli bu adam!” diye haykırdım. Kalem, “Biz az önce ne diyorduk abiciğim?”diye sordu. Verecek bir yanıtım olmadığından sustum. Bırakıldığımız çekmecede gündüzü hiç yaşamadık, zaman hep geceydi. Bu duygu, içimizdeki korkuyu gün ve gün artırdı. Yazdıklarına inanmasak da, duyduğumuz her tıkırtıda kalemin mürekkepleri tavan yapıyor, benim sayfalarım zangır zangır titriyordu. O anlarda birbirimize sıkıca sarılıp bildiğimiz duaları mırıldanıyorduk. Zaman geçirmenin tek yolu dedikodu yapmaktı ve biz de korkmadığımız anlarda hep bu yola başvuruyorduk. Vardığımız ortak karara göre Nobran kesinlikle deliydi. Bizi en çok korkutan, yazdıklarında haklı olabilme ihtimaliydi. Bu olasılık çok düşüktü. Ama gerçekse Nobran’ın bilgilerine ulaşmak isteyen karanlık güçlerin hedefi bendim. Ne yapacağımızı bilmez halde yaşadığımız o günlerde, düşlerimde ya kül ya da kâğıt hamuru oluyordum. Aradan ne kadar zaman geçtiğini bilmiyorum, zira zaman kavramını kaybetmiştim. Bu yüzden çekmecenin açıldığı günü tam olarak söylemem imkânsız. Ürkek bir tavsan gibi içeriye sızan ışığın ardından, içeriye uzanıp bizi kavrayan elin kime ait olduğunu bilemediğimizden korkuyla yerimizden sıçradık. Nobran haklıysa sonumuz gelmişti. Gözlerimizi sıkı sıkıya kapatıp birbirimizle vedalaştık. Çekmeceden çıkartılıp sert bir zeminin üstüne konulduğumuzda bizi kimin aldığını deli gibi merak ediyorduk. Sonunda merak korkuyu yendi ve yavaşça gözlerimi açtım. Karşımda Nobran vardı. Ancak her zamankinden farklıydı. Sakallar kesilmiş, saçlar taranmıştı. En önemlisi, gülüyordu! Devam edecek…
BİR GÜNCENİN DELİSİ BÖLÜM 3 YAZAN: ATİLLA BİLGEN
DEVAMI GELECEK... 81
GÖLGE 10. YIL ÖZEL - ÇİZGİ - ROMAN İNCELEME ÇİZGİ ROMAN UYARLAMASI ANİMELER NEREDE ?
YAZAN: OLCA KARASOY
82
GÖLGE 10. YIL ÖZEL - ÇİZGİ - ROMAN İNCELEME
ÇİZGİ ROMAN UYARLAMASI ANİMELER NEREDE ? YAZAN: OLCA KARASOY
Onuncu yılını kutlayan Gölge dergi için bu özel sayıya özel olarak ne yazabilirim diye çok düşündüm. Gölgede yazar olarak bir yılımı devirdim ve ikinci yılıma doğru ilerlerken hep anime, manga olmaz birazda anime ve manganın çizgi romanla olan kardeşliği üzerine bir yazı yazayım dedim. Geçtiğimiz otuz sene içerisinde her telden geek’ler ve nerd’ler mükemmel animasyonlarla karşılaştı. Batı stilinden doğu stiline kadar birer fan olarak epey şımartıldık ve görünüşe göre bu gün geçtikçe artacak gibi. Hatta bazı “crossover” denilen türden türe geçişler de gördük. Amerikan kökenli süper kahramanların Japon animelerine uyarlanması gibi. Ve gerçekçi olayım; Japonların yaptığı işleri her zaman tercih ederim. Şimdi, Batman Beyond veya Justice League gibi animasyonların çizimlerine karşı bir garezim yok. Hatta bazı popüler çizgi filmlerle karşılaştırıldığında harika animasyonlara sahip olduklarını gördük. Gelgelelim, Spider-Man ve X-Men gibi doksanlı yılların popüler serileri Batman: The Animated Series gibi yaşlanmayı kaldıramadığı da ortada. Neyse, konumuz bu değil.
Az ama Harika Süper Kahraman – Anime Crossover’ları 2009 yılında Iron Man ve Wolverine serilerinin animesinin geleceğini gördüğümde dileklerim yerine gelmiş gibi hissetmiştim. İzlediklerimden hayal kırıklığına uğradığımı söyleyemem. Kendine has bir stili, ilerleyişleri, dövüşleri vardı ve karakterlere iyi yansıtılmıştı. Daha sonra X-Men animesini yaptılar ki ilk ikisinden bile daha iyiydi. Bu karakterlerin böyle harikulade bir şekilde yansıtıldığını görmek tatmin ediciydi. Ardından
83
GÖLGE 10. YIL ÖZEL - ÇİZGİ - ROMAN İNCELEME
bir seri daha geldi: Blade ve iki animasyon filmi. Marvel’den böyle bir seriyi son görmemizden bu yana dört sene geçti. DC bize Teen Titans ve Batman: Gotham Knight verdi. Fakat hepsi bu kadar. Tüm bu serileri sıralarsak sıralama iyiden – şahaneye doğru gider. Dolayısıyla soruyorum; neden devamı gelmedi?
Potansiyel Var mı? Netflix bizlere anime tarzındaki serileri Castlevania’yı verdi. Nerd’ler ve geek’ler arasında bilindik bilgidir ki Disney/Marvel’in, Netlifx ile Daredevil, ve Jessica Jones gibi seriler için anlaşması var. Neden söz konusu anime olunca
sadece Spider-Man veya Moon Knight’I içeren bir anime yapılmıyor ki? Marvel dünyasından animeye harika uyarlanabilecek bir ton karakter var, hatta DC’de daha bile çok! 2009’da Cartoon Network’da Nightwing animesi yayınlanacak diye dedikodular vardı. Cartoon Network ise kararını Young Justice’den yana kullanarak projeyi pas geçti. (Şikayet ettiğim söylenemez). Şimdilerde ise Death Note’un enteresan bir Amerikan dizisi olarak uyarlanması (Yaşa sen Netflix!) söz konusu. Demek ki illa Cartoon Network olacak diye bir kaide yok. Belki HBO’ya bile daha yetişkinlere hitap eden Game of Thrones benzeri bir şeyler uyarlanabilir. Neden olmasın ama?
84
GÖLGE 10. YIL ÖZEL - ÇİZGİ - ROMAN İNCELEME
Yeni Nesil Süper Kahraman Animasyonları Zamanı Ne zaman iki devden birisi (DC ve Marvel) ayağını anime denizine daldırsa ortalık bayağı bir çalkalanıyor. X-men gibi Iron Man gibi anime uyarlamalarını sevmeyen azımsanmayacak derecede bir kitle de mevcut. Lakin benim görüşümde bunlar daha bebek adımlarıydı ve oldukça başarılı olmakla birlikte büyük bir potansiyeli de beraberinde taşıyorlar. Aradan o kadar yıl geçti. Şimdiye kadar yeni bir şeyler denememiş olmaları resmen ayıp. Özellikle animelerden sıkça aksiyon sahneleri araklandığı gündemdeyken bu çalıntılara son verip daha çok seriyi anime dünyasına da kazandırabilirler. Ve elbette animeleri tuhaf bir şekilde uyarlanmış olsalar da Hollywood ve dizi camiasında da anime esintileri görmek gayet hoş.
85
GÖLGE 10. YIL ÖZEL - HİKAYE
KAGENOMO YAZAN: ÇAĞRIL TAŞTAN
ALFA Adının anlamını aramakla geçerdi, bir insanın ömrü, eski tanrılara inananlara göre. Bir insanın taşıdığı isim hem onun başlangıcını var ederdi, hem de ona sonu hazırlardı. Bir ismin anlamını keşif etmek her zaman kolay değildi, isimler binlerce yıl geriden getirirlerdi anlamlarını. İsimler değişirdi, anlamlar değişirdi çünkü değişmek insanoğlunun yegane gerçeğiydi. Eski tanrılardan üremişti ilk isimler, eski tanrıların bir çoğu güçlerini yitirmişlerdi. Zaman insanlara unutturmuştu onları. Bir tanrının en büyük kıyameti unutulmaktı, tanrılara benzeyen insanlar da unutulmaktan korkardı. Eski tanrıların isimleri artık sadece tarih kitaplarında ve bazı üniversitelerde, bazı bölümlerde iyi öğretiliyordu. Eski tanrıların adları ne kadar anılsa da, mit olduklarına olan inanç, gerçekliklerini gölgede bırakıyordu. Güçleri tamamen insanlara bağlı olan tanrıların bazıları yok olmuştu, sadece üçü evrendeki değişmez durumlarla ilişkili olarak varlıklarını sürdürebilmişlerdi. Eski Tanrıların en güçlü olduğu dönem ise Sümer Uygarlığı’nın var olduğu dönemlerdi. Sümerler tanrılarına yakın olmak için Zigguratlar inşa etmişlerdi, ancak zaman ve coğrafi koşullar zigguratları da ortadan kaldırmıştı. Gökyüzüne kadar uzanırdı zigguratlar, bir zigguratın en tepesi tanrılara en yakın olan yerdi. Zamanın rüzgarı, insanı ve insan eliyle yapılan şeyleri savururken, ayakta kalan üç tanrı vardı. üç tanrı sadece zamana direnebilmişlerdi ve zaman onları korumuştu. Zaman bir çok tanrıyı da yok etmişti. Ayakta kalabilen tanrıların
biri suları kontrol edebilen Enki idi. Fırat nehrinin altında konağı bulunurdu. tuzlu suları çok sevmezdi ancak mecbur kaldığında denizlere de giderdi. Var olmayı başarabilen ikinci tanrı ise Enlil’di. Enlil yeryüzünü ve altındakileri yönetebilirdi, varlıkların içine girerek onları kullanabilirdi. Tanrıların seçme özgürlükleri vardı, yaratma güçleri sınırlıydı. Zamanla adları anılmaz olduğu için; içinde bulunduğumuz zamanda büyüyle eşdeğer yetenekler kullanabiliyorlardı. Var olmayı başarabilen üçüncü tanrı ise Sin’di. Sin uzayın karanlığından ayın önce ayın gölgesini ardından da ayı yaratmıştı. Karanlıkla ışık arasındaki denge de gölgeleri yarattığı için gölgelere Sümerler ayaktayken hükmedebiliyordu. Gölgelere hükmetmek karakteristik özelliğiydi, bir diğer özelliği de belirli koşullarda ışığa hükmedebilmesiydi. Işık bedeller isterdi, ışığı taşımak ağırdı. Karanlığı barındırmak ise daha kolaydı. Işığı barındırması için gereken bedel insan ruhlarıydı. Bir yılda yüze yakın insan ruhu kurban ederlerdi Sümerler tanrıları Sin için. Sunakların kabulü için kurbanların gönüllü olmaları gerekirdi. Sin insanların kendisine sunak olarak insan sundukları dönemde, ışığa hükmedebilirdi ancak. Varlığı unutulduğundan beri hiçbir insan kurban edilmemişti Sin için yüzyıllardır. Eskiden hem ışığı hem gölgeleri kullanabiliyordu, artık sadece gölgelerde kalmıştı gücü. Gölgelerin gücü adına, gölgelerin varlığıyla bütünleşmişti. Gün içinde gölgeler boyut değiştirirlerdi, insanlar gölgeye sahip olduğunda, ışık kırıldığında ve gölgeler var olduğunda ise hiç görünmezlerdi. Gölgeleri yönetebilirdi, gölgelerin görülmeyen gözleriyle izleyebilirdi, gölgelerle görebilirdi. Gölgeleri kullanarak, gölgelerin bulunduğu yerlerde gezinebilirdi. Sin, aslında bütün gölgeleri, binaları, hayvan gölgelerini hatta ağaçların gölgelerini bile kullanabilirdi ancak, ışınlanmak istediği zaman sadece insanların gölgelerini kullanırdı. İnsan varlığını benzerdi varlığı, bu yüzden insanların gölgelerini kullanmak onun için hiç riskli değildi. Ancak diğer gölgelere ışınlanmak onun için riskliydi. Hiç denememişti
86
GÖLGE 10. YIL ÖZEL - HİKAYE bir binanın ya da bir ağacın gölgesine ışınlanmayı. İnsanların gölgeleriyle yer değiştirirdi, ışığın kırılmasını dikkatli incelerse bir insan gölgesinin yakınında Sin’i görebilirdi. Sini görmek bir insan için hiç de iyi bir durum değildi. Sin bir insana görünüyorsa, o insanın son gördüğü şey olurdu. Cezalandırıcıydı, dünyanın düzenini bozan bazı ruhlar kurtarılamayacak olduğunda, gölgelere hapsederdi sin bu ruhları bedenlerinden kopararak. Bedenlerden koparma işlemini ise, üç bıçaklı mızrağı ile yapardı. Üç bıçaklı mızrağı, kurbanın kalbine saplardı. Gölgelerden gizlenemezdi günahlar, kaçamazdı gölgelerin tanrısından günahkarlar. Gölgelerin gözlerini göremezdi kimseler, gölgelerde gizliydi gölgelenen gözler. Hem görürlerdi hem duyarlardı gölgeler, yardıma koşarlardı kimi zaman, kimi zaman da bütün çığlıkları işitirlerdi. Sin gölgelerle günahkarları temizlemeyi, uzun zaman boyunca iyi bir şekilde yerine getirebiliyordu. İnsanlığın nüfusu arttıkça, sin artık yardımcılara ihtiyacı olduğunu anlamıştı. Sin’in vakti, M.Ö 3555’li yıllardı. Gücü, gölgelerin gördüğü kötülükleri durdurmaya yetmiyordu. Gölgelerde gezinebilen efendiler yaratmalıydı. Kendi bir kenara çekilecekti, yarattıkları ise kendi görevini yerine getirecekti. Gölgelerin efendilerini yaratacaktı, gölgeleri izleyebilen, gölgelerde gezebilen, Sin’in sahip olduğu yaratma gücü hariç, gölgelerin bütün gücüne sahip olabilen efendiler yaratacaktı. Tanrılar bir varlık yaratmak istedikleri zaman uzayın enerjisini kullanırlardı. Sin gölgelerin gücünü nasıl bir bedene hapsedeceğini zamanın başından beri biliyordu. İhtiyacı olan durum bir güneş tutulmasıydı, ay güneşin görüş alanını keserken, ayın arka yüzünden, ayın karanlık örtüsünden tutulma sırasında koparacağı taşlar, gölgelerin gücüne sahip olacaktı. Çünkü zaten Sin gölgeleri ayın karanlığından yaratmıştı. Tutulmalar çok olmazdı ancak, zamanın bir tanrı için önemi sadece sürekli akıyor olmasıydı.
Tutulmalardan biri gerçekleşti zamanın akışında, ayın gölgeli yüzünden, dünyaya bakan karanlık yüzünden, uzun sivri taşlar kopardı. Taşlar da karanlıktı, dünyaya geri geldiğinde gölgeleri izleyerek, insanları takip ederek, gölgelerde kararmayacak ışık ruhlu varlıklar aramaya başladı. Karanlığa teslim olunursa eğer bu evrende sorunlar yaratabilirdi. Gölgelerin gücünü taşıyanların ışığa iman ediyor olması gerekliydi. Karanlığı aldatmak, karanlığı kullanarak ışığa iman etmekti. Sin’in efendilerini bulması yıllar aldı, ancak yılların sonunda insanoğlu içinden yaratacağı efendileri seçti. Efendilerin kesinlikle, gönüllü olmaları gerekiyordu. Gölgelere sahip olmayı ve gölgelere sadık olmayı seçmeleri zorunluydu. Gölgelerde gezerek gönülleri buldu, yaratacağı efendileriyle konuştu. İlk yaratımında on dört tane, gölge efendi yarattı. Gölgelere hükmedebilecek efendilerin ismini ise Kagenomo koydu.
2017 Yarattığı Kagenomolar, yüzyılları kaldıramamışlardı, gölgeler arasında yok olup gitmişlerdi. Bir kısmı insanlar tarafından yakalanmışlardı, hatta bir kısmı ise insanlardan başka gölgelerle ışınlanmayı denedikleri için gölgelerin içinde kaybolmuşlardı. Kagenomoları öldürmek kolay değildi, ışığı silah olarak kullanmak gerekirdi ya da Kagenomo olan kişinin gerçek varlığını bulmak gerekirdi. Kagenomolar aslında, normal birer insan gibi yaşarlardı. Gölgeleri kullandıkları zamanlarda ise insanların içinden kaybolurlardı. İki kimlikli bir yaşamdı kagenomo olmak. Ancak gölgelerin olduğu her yerde, gölgeler Kagenomoların kulaklarına her şeyi fısıldarlardı. Gölgeler kimselere göstermedikleri sırları, onlara gösterirlerdi. Gündelik hayatlarında Kagenomolar, diğer insanlardan ayırt bile edilemezdiler. Sadece gölge yokken öldürülebilirdi bir gölgelerin efendisi bu yüzden, gerçek kimliğini gölgeler varken de
87
GÖLGE 10. YIL ÖZEL - HİKAYE gölgeler yokken de gizlemek zorundaydı. Sin’in gücü artık gölgelerde gezinebilmeye bile yetmiyordu, gölgelerle fısıldayabiliyordu. Sadece yüzyıllar boyunca hiçbir insan inanmamıştı ona, adını ananların sayısı çok nadirdi. Gücü kalmamıştı bu yüzden, aya uçacak gücü de yoktu, ışığı kullanabilecek gücü de. Ay taşlarından da geriye sadece bir tane kalmıştı, uygun zamanı beklemişti yüzyıllardır bu taşı kullanabilmek için.
karanlığa doğru savurdu. Çünkü adalet her zaman güneşli değildi, bazen karanlıktı.”
KAGENOMO
Uygun zaman gücünün son evreleriydi, ölüme yaklaştığı evreler. Yakında gölgeleri kullanarak fısıldayamayacaktı bile, bu yüzden artık son bir Kagenomo yaratmasının tam zamanı olduğuna inanıyordu. Kagenomo olacak insanlar, gölge sıfatlarından birini ya da bir kaçını taşımak zorundaydılar. İsimlerinde gölgelerin hükmü ve gücü görünmeliydi, isimler tanrılar için çok önemliydi.
Sin adamın okuduğu kitaba baktı, “Les Mystérieux Des Sumériens” adlı kitabı okuyordu adam. Sin kendisini çok önceden öğrenmiş olan bir Kagenomo bulmuştu, masasında oturan adamın gölgesinden biraz sola doğru kayarak kitaplığa baktı. Kitapların bir çoğu Sümerlerle ilgiliydi. Hatta Sümeroloji ile ilgili ders kitapları gördü Sin. Adam bir Sümerolog’du. Sin gölgelerden duyduklarıyla Kahire’de olduğunu anlamıştı. Kozmopolit görüntüler görüyordu, karmaşık konuşmalar duyuyordu gölgelerden. Şehrin her yerini görebiliyordu, Kahire’yi yıllardır izlememişti gölgelerden.
İsimlerin yansımaları olurdu, isimlerin gerisinde kalan hikayeler ve hikayelere göre koyulurdu, doğan her insana isimler. Sin ismine layık bir şekilde yaşayan bir insan bulmalıydı, erkek ya da kadın olması fark etmezdi.
Şehir o kadar değişmişti ki, şehrin her yerinde binlerce acı ses geliyordu kulaklarına, gölgeleri dinlemeyi bıraktı. Adamın olduğu odaya geri döndü, bir telefon çalıyordu. Adam kitabı masanın üstüne bıraktı, kalkıp cep telefonunu açtı.
Gölgeleri kullanarak fısıldamalıydı, görebildiği gölgelere. Gölgenin ismini taşıyan her canlı gölgeyi içerisinde barındırırdı, Sin buna güveniyordu. Gölgelerden birinin içine doğru yaklaştı ilk adımını attığında gölgenin üstüne doğru, gölge de kayboldu. Gölgelerde gezinirken milyonlarca insanın sesini duydu, milyonlarca insanı dinledi ancak sadece bir kaç tanesi dikkatini çekti. Dikkatini çekenlerden ikisinin ismini onlarla birlikte yaşayanlardan duymuştu, isimleri gölge sıfatını taşımıyordu, Kagenomo olamazlardı. Sin’in düşünceleri üçüncü kişi üzerine yöneldi, gölgeli bir ışıkta bir şeyler üzerine çalışıyordu bu adam, bir kitap okuduğu kesindi. Arada bir kitaptan cümleleri sesli okuyordu, cümleler Sin’e tanıdık geliyordu. Sin adamı dinledikçe isminin gölge sıfatlarına sahip olmasını diliyordu, adamın okuduğu bir dize Sin’in kalp atışlarını hızlandırdı.
-Efendim?
“Gölgelerde gezinen efendi, adaletin mızrağını
-Kimsiniz? -Ben Shalom, burada öyle biri yok, iyi geceler. Sin kahkaha atmak istiyordu, Shalom İbranicede gölge demekti. Asurlular da bu ismi çok kullanmışlardı zamanın çizgisinde. Aradığı kişiyi bulmuştu. Gölge sıfatlarını taşıyan bir isim bulamamıştı belki ancak, gölgenin kendisini bulmuştu. Uyumasını bekleyecekti Shalom’un, uykusunda seslenecekti ona. Shalom’un bilinçaltının da yardımıyla onu etkileyecekti, istediği sonucu elde edinceye kadar Shalom’u rahatsız edecekti. Geceler de sürse, aylar da aradığı efendiyi bulmuştu. Shalom’un uykusu gelmişti, çalışma odasının ışını söndürdü. Işığı söndürdüğü için kendi gölgesi de kayboldu, gölgesi kaybolduğu için Sin’de kayboldu. Odasına doğru giderken küçük
88
GÖLGE 10. YIL ÖZEL - HİKAYE antrenin ışığını yaktı, yatak odasına giderken gölgesi bir an için görülebilir oldu. Sin onu takip etti, Shalom odasına geldiğinde gece lambasını yakıp yatağına uzandı. Yatağın üzerinde bir levha duruyordu, levhada yazana Sin hiç dikkat etmedi, “Tanrı olana kadar insanım, insan olarak ölene kadar da tanrıyım” yazıyordu. Gece lambasının yarattığı loş ışıkta gölgesi duvara kırılmış bir biçimde yansıyordu, gölgeler şartları Sin’e göre yaratmıştı. Her şey istediği gibiydi, Sin Shalom’un derin uyku evresine geçmesini bekledi. Yarım saat sonra Shalom, derin uyku evresindeydi. Sin fısıldamaya başladı. “……” Shalom rüyasında bir güneş tutulması eşliğinde loş ışıkta yürüyordu. Rüyasında farklı olan tek durum, geriye baktığında tek bir gölge yerine yüzlerce gölgeye sahip olmasıydı. Korkunçtu arkasındaki manzara, arkasına bakmadan ileri doğru yürümeye başladı. Gördüğü tutulmadan sızan ışık gözlerini alıyordu, başını yere doğru çevirdi. Bu sırada karşısında bir gölge gördü. Gölge ona doğru hareket ediyordu. Shalom geriledi, gölge de Shalom’un gerilediğini fark etti ve durdu. Gölge: Ur şehrine gel, gölgelere hükmet! Gölgelere gel, sıradan bir insan olmadan vazgeç Gölge efendi, kaderine gel. Hiçbir şey söylemeye fırsat bulamadan korkuyla uyandı, aynı rüyayı aylarca görmeye devam etti. Sümerlerle ilgili onlarca kitap okudu bu sürede, okuduğu kitaplardan birinde birçok şeyin anlamını fark edecekti. Kitabın adı, Sümer Tanrısı Sin’di. Okuduğu kitapta, Sin bir varlığı hizmetkarı olarak seçmek istediğinde, rüyasına girer ve gölge şeklinde görünürdü. Rüyasında her gece tutulmayı ve aynı cümleleri duymasaydı, yazılanlara gülüp geçebilirdi ancak korkuyordu. Kitapta anlatılana göre, Sin adaleti diğerlerinden farklı yollarla sağlayan bir tanrıydı. İyileri kurtarmak için kötüleri yaşamdan ayıklardı. Kitap, bunu nasıl yaptığından bahsetmemişti, ayrıca gölgelerden bahsetmişti.
Gölge efendi deyişi ile ilgili herhangi bir cümle ya da yazılan metin bulamadı. Sadece Sin’in gölgeleri kullanabildiğini anlatıyordu kitaplar, makaleler. Okuduklarının bilinçaltındaki yansıması deyip geçerdi, eğer Sin ve rüyasıyla ilgili daha önce böyle bir kitap okumuş olsaydı. Ancak herhangi bir kitap okumamıştı, Sin ve gölgelerle ilgili. Rüyalardan altı ay sonra, fısıltılar duymaya başladı. Rüyalardan taşmıştı gölgenin sesi, Shalom’un bütün hayatını sarmıştı. Gölgeler aynı şeyleri fısıldıyorlardı. “Ur şehrine gel, gölgelere gel. Sıradan bir insan olmaktan vazgeç, gölgelere gel.” Fısıltıların ardından, sorunuyla nasıl başa çıkabileceğini düşündü. Yirmi üç yaşındaydı, kendi kararlarını kendi verebileceği çağa çoktan erişmişti. Psikolojik destek almayı düşündü, sonra vazgeçti. Korkularının üstüne gidecekti: Ur şehrine. Ur şehrinin kalıntıları Basra Körfezi’nin yakınlarıydı. Oraya gitmek tehlikeli de olsa, gitmeyi deneyecekti. Irak’a geçer geçmez, Mısır konsolosluğuna gitti. Konsolosluktan gerekli acil durum uyarılarını aldıktan sonra, bir araba kiraladı. Ur şehrine doğru yol aldı, yolculuğu yaklaşık 10 saat sürdü. 10 saatte üç kez mola verdi. Mola yerlerinde terörden yakınan insanlarla ve bitmeyen savaşların yıkımıyla karşılaştı. Yıkım insanların ruhlarından okunabiliyordu, Ur’a geldiğinde bir grup insan grubuyla karşılaştı, silahlı grup arabasını durdurdu. Arabadan indirip ellerini ve gözlerini bağladılar. Shalom korkuyordu, onu ele geçiren DAEŞ olabilirdi. Gergin bir şekilde, ölümüne geldiğini düşünürken boşa sıkılan kurşun sesleri ve insan bağırtıları duydu. Ellerinin bağı kesildi, ancak bağı kimin kestiğini göremedi çünkü kimse yoktu ortalıkta. Ayaklarının bağını çözdüğünde, hem silah sesleri hem de bağırtılar kesilmişti. Ortam sessizliğe gömülmüşken, gölgelerden kulak zarlarını yırtacak güçte bir ses duydu. -Zigguratın tepesine çık.
89
GÖLGE 10. YIL ÖZEL - HİKAYE Ziggurat karşısındaydı, tepesine ulaşması bir kaç dakikasını aldı. Karşısına baktığında, insana benzeyen ancak boyutları çok daha büyük, beyaz pelerinli bir karanlık gördü. Sümer metinlerinde anlatılan tanrıydı bu, Sin’di bu. Pelerinin içindeki karanlığın boyutları ise, rüyasında gördüğü gölge ile eşdeğerdi. Shalom: Sin, sen gerçekmişsin! Sin: Hoş geldin, gölge efendi! Gölgelerin eliyle dünyaya barış getirmeye, günahkarları yok etmeye ne dersin? Gölgelerin gördüğü her şeyi görebileceksin, gölgelerin duyduğu her şeyi işitebileceksin. Gölgeler arasında gezinebileceksin, günahkarların arkasında belirebileceksin. Shalom korkmuyordu, yazılan her şey gerçek olabilirdi. Yazılmayan her şeyin günün birinde gerçek olabileceği gibi, yatağının üzerinde yazan cümleyi hatırladı “Tanrı olana kadar insanım, insan olarak ölene kadar da tanrıyım.” Sin: Gölge efendi olmayı kabul ediyor musun, Kagenomo olmayı? Shalom: Kabul ediyorum. Sin hızlıca Shalom’a doğru yaklaştı ve kalbine siyah bir taş sapladı. Kagemonolar bir insan bedenine ay taşlı saplanarak yaratılıyorlardı. Shalom büyük bir acıyla bağırdı ardından gözleri karardı. Uyandığında yerdeydi, gördükleri gerçek miydi bilmiyordu. İyice kafayı yedim derken, ilerisinde üç bıçaklı bir mızrak buldu. Mızrak Sin’in metinlerde geçen cezalandırıcı mızrağıydı. Göğsüne baktığında hiçbir iz göremedi, mızrağı yerden aldı araba ile dönüş yoluna başladı. Gerçekten gölgelere hükmedebilirse, görevini yapmaya bir ay sonra başlayacaktı.
BİR AY SONRA Gölgelere iyice alışmıştı, ilk hedefi geceleri kadın ticareti yaptıran bir adamdı. Adamı defalarca izlemişti, gölgelerle sesini işitmişti. Issız bir sokakta onun arkasında belirdi mızrağını sapladı.
İkinci hedefi, gece cinayet işleyerek, polisten kaçan bir adamdı. Adam tam polisten kurtulduğunu düşünmüştü ki, kalbine saplanan bir mızrakla yere yığıldı. Dünyanın farklı farklı yerlerinde dakikalarca günahkarları avladı. Öldürmek hoşuna gidiyordu. Onu görebilirlerdi belki ancak yakalayamazlardı. Kaç kişiyi cezalandırdığını saymamıştı. Sabah nasıl olsa gazeteler yazacaktı. Gece boyu işine devam etti. İlk gecenin sarsıcı olmasını istiyordu. Normalde on-on beş kişiyi cezalandırsa yeterdi ancak kötü insanların ondan korkmalarını iyi insanlarınsa onu anmalarını istiyordu. Sabah olduğunda evinin yakınlarındaki büfeye gidip bir gazete aldı.
Gazetedeki manşet şuydu: GÖLGE CİNAYETLERİ Bir gece de dünyanın farklı yerlerinde, 240 kişi aynı silahla öldürüldü. Görgü tanıklarının dediğine göre gölgelerden beliren bir varlık, insanları her defasında tek bir darbeyle öldürdü. Kullandığı silahın üç bıçaklı bir nesne olduğu düşünülüyor, maktullerin kimliği hala açıklanmış değil. Basından alınan bilgilere göre, 63 ülkede benzer cinayetlerde şuan belirlenen rakamlara göre 240 kişi öldü. Ölenlerden bazılarının kimliği, sosyal medyada afişe olmuş durumda, ölenlerin bir kısmının kabarık sabıkaları var. İnsanlar kıyametin geldiğini düşünüyorlar. Sin teknolojinin gücünü hesaplamamış olabilirdi, Shalom hesaplamıştı. Sin’in verdiği görevi yerine getirecekti ancak kendi hedefi biraz daha farklıydı.
“Tanrı olana kadar insanım, insan olarak ölene kadar da tanrıyım.”
90
HİKAYE - VARKOLAKLARIN GECESİ : BÖLÜM 10
VARKOLAKLARIN GECESİ BÖLÜM 10 YAZAN: MEHMET BERK YALTIRIK
Gecenin köründe, Kaleiçi’nin boş sokakları Yaren’in ayak sesleriyle çınlıyordu. Bir yandan koştururken bir yandan da gördüğü şeyin sinir bozukluğundan kaynaklı bir hayal olduğunu düşünüyordu. “Hayır… Çağıl’ı ışıldayan gözlerle, sivri dişlerle görmedim, hayır!” Kaleiçi’nin karanlık sokaklarında sağa sola bakıyor, arada nefes almaya çalışarak ne yapacağını kestirmeye çalışıyordu. Nereye gitmeliydi? Nasıl kaçabilirdi? Elinde sıkı sıkı tuttuğu telefonla birilerini aramak hatırına gelmiyordu. Sokaklardan birine saptığı esnada diğer uçtan ağır ağır kendisine ilerlemekte olan Danica ile göz göze geldi. Kadının fal taşı gibi açılmış gözleri ve sakin yürüyüşü Yaren’in tüylerini diken diken etmeye yetmişti. Gözlerini Danica’nın gözlerinen ayıramıyordu, bakışları bağlanmış gibiydi. Ağır aksak adımlarla ardına bakmadan gerileyen Yaren birine çarptığını hissetti. Arkasına döndüğünde bu sefer Dmitri ile göz göze geldi. Daha önceki hislerinin aksine şimdi adama karşı nedensiz bir ürperti duyuyordu. Ondan uzaklaşarak gerilemeyi sürdürüp onu da, Danica’yı da karşısına almıştı. “B… B… Ba… Bay Dmitri?” Dmitri ürküten bir sakinlikle elini Yaren’e doğru uzattı: “Danica ile ufak bir gece yürüyüşüne çıkmıştık. Sen de bize katılmak istemez misin Yaren?”
Kız başına gelenleri anlamaya çalışırken bir yandan da içgüdülerine uyarak gerilemeyi sürdürüyordu. Sokak lambalarının hepsi birden o anda sönünce ikisinin de gözlerinin kedi gözü gibi ışıldadığını fark eden Yaren cesaretini toplayarak gerisingeri koşmaya başladı. O anda şokun etkisiyle telefonunu anımsayarak güç bela açtı. Engin’i çevirdiğinde kendisine ulaşılamadığını, sesli mesaj bırakabileceğini anlayınca güç bela soluk alarak konuştu: “Engin acilen gel! Korkuyorum… Peşimdeler!” O esnada Engin’le Muzaffer kara suretli kasrın dev kapılarından geçip etrafı duvarlarla çevrili avlusuna girdiler. Duvar diplerinde sağlı sollu çatılarının bir kısmı çökmüş ahır olarak kullanılan barakalarla geniş ağızlı taştan bir kuyu vardı. Kuyunun dibindeki karanlıktan nedensiz yere ürpererek kasrın bahçesiyle aralarında duran iç kapılara vardıklarında bunların da kendiliğinden açıldığını gördüler. İlk katı taştan ikinci katı tahtadan inşa edilme olup hala sapa sağlam dikilmekte olan, tepesinde de kule misali tek katlı köşkvarî bir kısmın yer aldığı kasrın demirden kapılarıyla karşı karşıya kaldılar. Kasrın kısmen geniş bahçesindeki üç-dört ağaç ve etraftaki otlar vaktiyle kurumuştu, tüm bölgeye ölüm hâkimdi. Kasrın alt katındaki demir örgülü pencereleri ile birlikte ahşap kısımdaki pencereleri de tahta perdelerle örtülmüştü. Kasrın tepesindeki köşkvâri yapının kubbesine tünemiş bir puhu turuncu gözlerini kasrın bahçesine girenlere dikmişti. Kasırla bitişik olarak inşa edilmiş ve mutfak olarak kullanılan taştan bir müştemilat vardı. Müştemilatın ahşap kapısı ardına kadar aralanınca buraya girmeleri gerektiğini anladılar. Kör karanlığa adımlarını atar atmaz cep telefonlarının ışıklarını yakarak içeriye tuttular. Asırların islerini taşıyan kararmış üç taş ocağın ve pencerelerin önündeki ahşap sehpaların önünden geçtiler. Örümcek ağı ve toz kalıntılarının altında demirden, bakırdan, tahtadan tabak çanaklar, kaşıklar, her yeri delinmiş kap kacaklar vardı. Uzun zaman önce kullanılmak üzere sehpaların üzerine çıkarılmış ancak çoktan paslanmaya yüz tutmuş birkaç kasap bıçağı da dikkatlerinden
91
HİKAYE - VARKOLAKLARIN GECESİ : BÖLÜM 10 kaçmadı. Mutfakla kasrın birleştiği duvarın hemen dibinde tahta kapağı açık vaziyetteki geçitten geçip taş merdivenlerden soğuk ve ürkütücü bir dehlize indiler. Sağda solda çoktan çürümüş tahta sandıklar, delik deşik olmuş bohçalar, ahşap fıçılar ve kocaman küpler, asırların etkisiyle delinmiş atlas örtülerin altında tahtakurtları leşleriyle dolup taşan enva-i çeşit eşya Muzaffer’le Engin’i sanki bir anda gelip geçen asırların bağrına yeniden fırlatmıştı. Çakmaklı tüfek kalıntıları, paslı kılıçlar, kalkanlar ve zincir zırhlar dahi bu keşmekeşte telefonların ışığında müze raflarındaymışçasına arz-ı endam ediyorlardı. Koridor misali ilerleyen dehlizin sonundaki ahşap kapıya doğru ilerliyorlardı nitekim başka bir yere yönelmeleri kabil değildi. Engin sordu: “Abdül… Şerruh Paşa. Nasıl öldürülmemiş?” Muzaffer gözlerini kapıdan ayırmadan Engin’in sorusunu temkinli bir şekilde yanıtladı: “Abdülharis Paşa sıradan cadıcıların peşine düşeceği, onların alt edebileceği biri değildir. Belki bir vampir yahut vampiroviç yani vampir kanı taşıyan vampir avcılarından biri bu işi yapabilirdi. Ancak görünen o ki yapan olmamış.” Ahşap kapının önüne geldiklerinde asırlık kapı kulak tırmalayan bir gıcırtıyla açıldı. Bir başka karanlığa adım attıklarında genişçe bir odanın dört köşesinde bulunan devasa şamdanlardaki tozlu mumlar kendiliğinden yanmaya başladı. Loş da olsa aydınlık bir ortamdaydılar. Odanın hemen ilerisinde kasrın üst katlarına çıkan bir taştan bir merdiven, ortasında da Roma zamanından kaldığını tahmin ettikleri çatlaklarla ve harp eden insan tasvirleriyle bezeli kapaklı, mermer bir lahit duruyordu. “Muzaffer abi bu lahit ne ayak?” “Buralarda ta Roma’dan Bizans’tan yerleşimler var. Kasrın sahibi bir yerden bulup getirmiş olmalı…” Lahdin sağ tarafındaki duvarda büyükçe bir tablo
asılıydı. Tozlanmış, hayli eski tabloda 1700’lerin başındaki Osmanlı ahalisini andıran giysilere bürünmüş, beli kılıçlı, sert bakışlı, uzun saçlı ve pala bıyıklı bir adam resmedilmişti. Lahdin sol tarafında da türbelerdeki kitaplıkları andıran genişçe bir raf duvara çakılmıştı.Üzerinde sırasıyla delik deşik sarıklı paslı bir miğfer, yine hayli yıpranmış bir sarıklı kavuk, üstü örümcek ağlarıyla kaplı ancak sağlam duran bir fes ve kalpak vardı. Sıranın sonunda sanki dün kullanılmışçasına yeni, hiç tozlanmamış siyah bir fötr şapka duruyordu. Rafın hemen altında da siyah kını demirden işlemelere sahip, kabzasında da demirden süslemeler bulunan 1600’lerden kalma görünen bir karabela kılıç asılıydı.Hemen altında da siyah renkli bir baston Odanın ne anlama geldiğini anladıkları esnada sanki korkutucu gerçek bir de kendini göstererek anladıklarını pekiştirmek istedi. Taş lahit işitenin yüreğini adeta ağırlaştıran bir sürtünme sesiyle ağır ağır açıldı. Lahidin içinden sanki bedensizmişçesine bir adamın çıkarak burunlarının dibinde cisimlendiğini gördüler. Korkudan ayaklarını neredeyse hissedemiyorlardı. Adam uzun, siyah bir palto giymekteydi. Üstünde de gösterişli bir kumaş pantolon, yelek ve gömlek vardı. Yeleğinde gösterişli bir altın köstek sallanıyordu. Adamın çehresi, görünüşü ve yaşı duvardaki eski tabloda resmedilmiş kişiyle ürkünç derece aynıydı; hafif ince yapılı, ortadan biraz uzun, vakur duruşlu ve esmerdi. Omuzlarına dek inen uzun saçları, kemerli burnu, pala bıyığı ve insanı tedirgin eden sert bakışları da resimdekinin aynıydı. Yalnız resimde olmayan birkaç rahatsız edici ayrıntıya sahipti; köpek dişleri anormal derece uzundu ve gözleri de arada bir mumların loş ışığında fenermişçesine parıldıyordu. Hafif uzun tırnakları neredeyse pençeyi andırıyordu. Başını hafifçe eğerek gelenleri selamlayan adam ağır ağır, aksansız bir Türkçeyle konuştu: “Haneme hoş geldiniz. Benim kim olduğumu biliyorsunuz zannederim. Gelenlerin kim olduğunu öğrenmek isterim…”
92
HİKAYE - VARKOLAKLARIN GECESİ : BÖLÜM 10 Muzaffer ve onu taklit eden Engin adama hafif bir baş selamı verdiler. Cadıcı da aynı sükunetle konuştu: “Hoş bulduk Abdülharis Paşa hazretleri. Ben Muzaffer. Bu da arkadaşım Engin. Cadıcılardanım ben.” “Söylemene lüzum yok. Üstüne benim gibi olanların ölüm kokusu sinmiş. Misafir olduğunuz bir hanede ev sahibine karşı daha terbiyeli olmalısınız ayrıca. Ben bu lahdi herhangi bir mezarlıktan çalmadım. Babam bu kasrı inşa ettirirken bulmuşlar, dehlizde kalmış. Şimdi ben kullanıyorum. Istrancalar köyü hayli eski tabi…” “Ben bu köyü sizin aşiretiniz yerleştirildiğinde kuruldu sanıyordum. Karçarlular.” “Ailem buraya yerleşti evet ama o zaman da köy vardı.”
seniz… Drakula da gerçek mi?” “Drakula mı?” Abdülharis’in bu ismi anımsayamadığı yüzünden belli oluyordu. Ancak bir anda yine müstehzi bir ifadeyle sırıtmaya başladı: “Haa şu… Kocamış Eflaklıyı diyorsun. Kimse bilemez. Destursuz adını anma o uğursuzun delikanlı. Kabil olsa ben bile destur çekerim de tabiatıma ters!” Abdülharis’in istihza mı yaptığı yoksa gerçekten Engin’i ikaz mı ettiği belirsizdi. Engin: “Seslerimizi duyduğuna göre dışarıyı işitebiliyorsun. Ezan sesi falan etkilemiyor mu peki?” Abdülharis sabrının sonuna geldiğini bakışlarıyla belli ediyordu: “Bu civarda ezan okunan tek bir köy yok. Ezan okuyanların olduğu senelerde de sesleri dehlize pek ulaşmazdı. Duvarların içerisini işitirim ben. Duvarlar bana ince size kalındır. Burada bağırsan çığlığını şu köşkün tepesine tünemiş puhu bile duyamaz!”
“Bir belgede köy aşiretinizin adıyla anılıyor ve sizlerin kurduğunu yazıyor ama?” “Babam buraya sipahi geldiğinde de bu köy varmış. Ne kadar eski meçhul. Belgeyi kaleme alan kâtip tüm köyü bizden zannetmiş olmalı. Osmanlı taşrasından müntakil evrakın vaziyetini geçelim de merakımı celbeden bir diğer hususa gelelim. Senin kapıda saydığın o isimleri ben bile neredeyse unutmuştum. Sen nereden öğrendin?
Engin de Muzaffer de korkuyla ürperdi. Muzaffer araya girme gereği duydu: “Ezan onu bir miktar etkiler dışarıdayken. Yüzüne karşı yakınken okuman lazım…”
“Osmanlı’nın payitahtından müntakil vesikalar.”
Engin’in gözleri parıldadı hikâye lafını duyunca: “Paşam sizi hikâyelerden tanıdım ben de. Muzaffer abi sağ olsun tabi, sizi öyle bir tarif etmiş ki tam karşımdaki gibi!”
“Ah! Payitaht bana yolladığı paşalık berat ve madalyalarından fazlasını saklamış demek…” Engin kendini daha fazla tutamadı: “Gerçekten paşa mıydınız?” Abdülharis, Engin’e acır gibi baktı. Muzaffer’in kendisine: “Genç işte!” dercesine baktığını görünce alaycı bir ifadeyle gülümsedi: “Sekiz kılıç sahibi sipahiydim. Burası timardı bir vakitler. Babama bey derlerdi. Bana da paşa dediler!” Kendisini bir romanın içinde zanneden Engin kinayeyi anlayamamıştı: “Şey… Siz gerçek-
“Vaden dolmuşsa o da kurtarmaz Muzaffer Bey. Yıllar önce bir hoca çıkıp gelmişti, bana Şerruh diye lakap takan… Neyse uzun hikâye, birileri bir yerlere yazmıştır, sen de muhakkak okumuşsundur.”
Abdülharis’in gözünde tehditkâr bir ışıltı peyda oldu. Anında Muzaffer’e döndü: “Ne hikâyesi?” Sen beni hikâyelerinde mi kullanıyorsun?” Muzaffer, Engin’e: “Çok iyi halt yedin!” der gibi bakıyordu. Genç adam ağzından çıkan sözün ağırlığını o bakışlardan çok iyi anlamıştı. Abdülharis’in ürkünç yüzü adeta öfkesini yansıtıyordu. Devam edecek…
93
GÖLGE 10. YIL ÖZEL - GALA GECESİ
ÇİZEN YUNUS KOCATEPE
94
GÖLGE 10. YIL ÖZEL - GALA GECESİ
GÖLGE DERGİ 10. YIL GALA GECESİ YAZAN: TUĞBA TURAN
olanını açıklıyoruz: Hikayenin adı, DÜNYANIN EN PAHALI SÜRPRİZ YUMURTASI. Bu bölümde Ybani, Danny Ocean’a (George Clooney) olan aşkı yüzünden Florida’daki St. Petersburg’a gitmişti. Tek hatası, 2001 tarihli Ocean’s 11 filminin, 1960’ta çekilen ilk filmin yeniden yapımı olduğunu bilmemesiydi. Böylece onu Danny Ocean rolünde George Clooney değil Frank Sinatra karşılamıştı!
HND: Ne fiyasko ama! Film bilgisi ben-
im gibi engin olsaydı, bu hataya düşmezdi sanırım!
Tuğba Turan: İyi akşamlar Sayın seyirciler!
Bu ay size kırmızı halının üzerinden sesleniyorum. Bu akşam Gölge Dergi için düzenlenen 10. Yıl Ödül Törenleri’ndeyiz. Bu işlere pek de alışık olmayan ben Tuğba Turan, bu tür festival ortamlarına alışkın olan Sayın sinema yazarımız Hasan Nadir Derin’le beraber sizlere bu geceyi sunmaya çalışacağım. En kötü Oscar sunucuları arasında ilk sıralarda yer alan James Franco ve Anne Hathaway yerine bizi izleyeceksiniz, pardon okuyacaksınız.
Hasan Nadir Derin: Oscar törenleri ile
ilgili bir bilgi ile başlayalım sunumumuza: James Franco sunduğu 2010 yılı Oscar törenlerinde 127 Saat filmi ile ‘En iyi erkek oyuncu ödülü’ne adaymış, ama alamamış.
TT: Peki o zaman devam edelim. 16 Mayıs 1929’daki ilk Oscar töreni tam 15 dakika sürmüş.
HND: 26 Mart 1958’deki 30. ödül törenini
Bob Hope, Rosalind Russel, David Niven, James Stewart, Jack Lemmon’un yanı sıra kim sunmuş biliyor musunuz Donald Duck!
TT: Donald Duck’ın animasyon olarak Oscar
TT: Bakalım kırmızı halıda kimlerle
karşılaşıyoruz? Ooo şu anda yanımızda Arnold Schwarzenegger var.
HND: Arnold Bey sizce Terminatör’ün suyu
çıkmadı mı artık? Daha ne kadar ekmek yiyeceksiniz bu hikayeden? Arnold Schwarzenegger: I’ll be back.
TT: Anlaşılan Arnold Bey daha yenecek ek-
mek var diyor Sayın Derin. Evet şimdi de Sir Elton John bizimle Sayın seyirciler.
HND: İyi de hiçbir hikayemizde yoktu ki neden gelmiş acaba?
TT: Yıllar önce Marilyn Monroe için yazdığı
‘Goodbye Norma Jean’ (Marilyn’in orijinal ismi) diye başlayan ‘Candle in the wind’ isimli şarkısının sözlerini, yıllar sonra Leydi Diana öldüğü zaman ‘Goodbye England’s rose’ diye değiştirerek yüz binlerce kopya daha satan adam değil mi bu? Bir yolunu bulmuştur elbet!
HND: Öyle demeyin Sayın Turan, Oscar’lı şarkısı da var Elton John’un. Arslan Kral filminden “Can you feel the love tonight”. Dinleyelim bakalım:
törenini sunması tarihteki en garip sunuşlar listesinde yerini almış Sayın Derin. Şimdi biz Gölge ve Lisbeth’in maceralarından en fiyasko
95
GÖLGE 10. YIL ÖZEL - GALA GECESİ Elton John: “And can you feel the love tonight? It is where we are It’s enough for this wide-eyed wanderer That we got this far And can you feel the love tonight How it’s laid to rest? It’s enough to make kings and vagabonds Believe the very best”
TT: Hasan Bey biliyor musunuz Billy Crystal
1991 yılındaki törene sahneye Hannibal maskesi ile çıkmıştı. Çünkü o yıl_
HND: Evet o yıl Kuzuların Sessizliği ‘En iyi
film ödülü’ne aday olup heykelciği kucaklamıştı. Yani şimdi kimi ağırlıyoruz?
TT: Anthony Hopkins! HND: Evet ve bambaşka bir rolle: Westworld
dizisindeki Dr. Robert Ford rolüyle. Anthony Hopkins: Hata! Kullanmaktan utandığın kelime bu. Utanmamalısın oysa. Sen de trilyonlarca hatanın ürünüsün. evren bu gezegendeki tüm canlı yaşamı bir malzemenin üzerine kurmuştur: Hata. Yalnız artık evrimin iplerini elimize aldık değil mi? Her hastalığı tedavi edebiliyoruz, en zayıfımızı bile hayatta tutabiliyoruz. Ve bildiğin gibi belki bir gün ölüleri de dirilteceğiz. Lazarus’u mağarasından çıkaracağız. Bu ne demek biliyor musun? Artık bittik. Sonuna kadar geldik...
TT: Anthony Bey bizi Westworld’ün ilginç
söylemlerinden biriyle karşıladı, kendine teşekkür ediyoruz. Şimdi Gölge’nin en romantik bölümünü seçmeye geldi sıra.
HND: Evet, GÖLGE’NİN AŞKI AŞKIN
GÖLGESİ macerası ‘en romantik bölüm’ seçildi. “Perdeleri kapatmadan kendimi neon ışıklarının hengamesine kaptırdığım bir gece,
kocaman vitrin camımın önünden bir siluet geçiyor. Bir mumya. Bütün vücudu sargılarla kaplı bir adam. Yüzünü göremiyorum ama boyunun, posunun, omuzlarının endamından erkek olduğu belli.”
TT: ‘Eğer sinema filmine çekilecek olsan bu
bölümde bahsi geçen mumyalar içindeki adamı kimin canlandırmasını istersiniz?’ diye sorduk. Kim çıktı bilin bakalım?
HND: Tabii ki Tom Hardy! Gölge: İnanmıyorum! Dark Knight Rises’da, Taboo’da, Madmax’te, Legend’da, The Drop’ta seyrettiğim adam şu anda yanımda! Sanırım bir Gölge olsam, kendi gölgem olmayı ve Tom Hardy’nin üzerine düşmeyi isterdim! Tom Hardy: The shadows betray you because they serve me / Gölgeler size ihanet eder çünkü bana hizmet etmektedirler...
TT: Aman Allahım! Gölge bayıldı! Koşun
yetişin! Bayıldı ve bayılırken sahneye doğru gelmekte olan Tom Hardy’nin üzerine düştü. Yakışıklı aktör, anında yetişerek genç kadının kafasını merdivenlere vurmasını önledi. Ne yalan söyleyeyim, ben de bayılacak olsam ortalıkta Tom Hardy gibi güçlü kuvvetli bir adam varken bayılmak isterdim! Takım elbisenin içinden bile belli olan kasla_öhöm! Neyse işimize bakalım!
HND: (fısıldayarak) Tuğba Hanım, aman diy-
im, siz sakın bayılmayın, şu programı bitirelim. Yönetmen canlı yayında daha fazla rezalete izin vermez sanırım. (seyirciye dönerek) Ah bakın kimler geliyor!
TT: Evet Morgan Freeman ve Jim Carrey
bizimle Sayın seyirciler. İkiliyi Bruce Almighty filminden hatırlıyoruz. Morgan Freeman: Tanrı olmak zordur muhtemelen gençler ama Tanrı’yı oynamak daha zordu. Kötü bir taklitçiden öteye gidemedim. Jim Carrey: Ben de Tanrı vekili olarak “Yes
96
GÖLGE 10. YIL ÖZEL - GALA GECESİ to all” diye her şeye evet deyince tüm hatlar karışmıştı dünyada. Ama siz öğrendiniz her şeye evet denmeyeceğini.
TT: Eh belki hala aramızda öğrenemeyenler
vardır. Mesela ben! Bu Gölge ve Lisbeth grev yaptığı zaman her şeye evet demiştim sanırım işe geri dönmeleri için! Marquez: Her şeye evet dememiştiniz! Kızların insani istekleri vardı, onlara evet demiştiniz! Bunda benim de payım vardı sanırım Tuğba Hanım. Yoksa kızlar hala grevi devam ettireceklerdi, siz de kahramansız kalacaktınız!
TT: Haklısınız Sayın Marquez, bir kez daha
hoş geldiniz! Bayanlar baylar, karşınızda Nobel ödüllü yazar Gabriel Garcia Marquez! Marquez: Edebiyat marangozluktan farklı değildir. İkincisi gerçekle uğraşmaktır ve o da işlemek için odun kadar sert bir malzemedir. (Alkışlar, alkışlar, alkışlar...)
HND: Teşekkürler, teşekkürler... Barış Manço ağabeyimiz de bizi kırmamış, gelmiş Sayın seyirciler.
Barış Manço: Gençler ne güzel işler yapıyorsunuz, dergiler, hikayeler, çizgi-romanlar! Sizinle gurur duydum. Ve duydum ki 10 yıldır gönüllülük üzere yapıyormuşsunuz bu işleri! Ayrıca da tebrik etmek için geldim. Bir de dörtlük okuyayım size madem geldim: “Sapa kulpa kapağa itibar etme dostum İçi boş tencerenin bu sofrada yeri yok Para pula ihtişama aldanıp kanma dostum İçi boş insanların bu dünyada yeri yok!”
TT: Ağzınıza sağlık Barış Ağabey. Siz varken
dünya daha güzel bir yerdi, Allah’tan giderken bize bıraktıklarınız var da onunla avunuyoruz buralarda... Evet bu kadar duygusallık yeter, canlı yayındayız. Hasan Bey bir şey diyeceğim, Ocean’s 14 çekilmeliydi bence.
HND: Neden suyu çıksın diye mi? George Clooney: Fast and Furious’un suyunu çıkardılar da ne oldu arkadaşlar! Her şey para için değil mi! Koskoca sektör bu!
TT: Bakın kimler aramızda! Sayın Clooney! HND: Sanırım siz sinemayı Las Vegas’taki
kumarhane işletmeciliğiyle karıştırıyorsunuz Sayın Clooney! Sinema yedinci sanattır. Brad Pitt: Ya siz onu ciddiye almayın. Oceans’ın devam filmini kadınlarla çekiyorlar diye sinirli biraz!
TT: Sayın Brad Pitt siz de iyi oyuncusunuz ama ben Pitt mi Norton mu deseler Norton derim maalesef.
Edward Norton: Hep öyle diyorsunuz ama bunun ekmeğini hep Brad yiyor. Angelina’yı filan kapan hep o!
HND: Sayın Norton sizin karizmanız yeter.
Öyle bir kadın oyuncu ile isminizin anılmasına gerek yok ki. Daniel Craig: Bir de James Bond filminde oynamayı deneyin. Bakın bana! O siyah dar takım elbiselerin içinde inşaat, orman, çöl, çamur demeden koşturup tüm karizmamı sağlama aldım. Tom Cruise: Karizma deyince lütfen kimse öne çıkmasın. Görevimiz Tehlike ekibi ve ben yıllarımızı verdik bu karizma işine!
TT: Arkadaşlar ortalık karışmadan Sayın
aktörlerimizi salondaki yerlerine alalım lütfen. Şimdi Gölge hikayelerindeki ‘En akıllı yaratık ödülü’nü verme zamanı geldi.
HND: Evet Sayın seyirciler, Gölge’nin SA-
FRANBOLU’DA YANMIŞ BİR DENİZ FENERİ isimli hikayesinde, cesedi bulan mavi
97
GÖLGE 10. YIL ÖZEL - GALA GECESİ gözlü kurt köpeği Çakır, seyircilerin oylarıyla ‘En akıllı yaratık’ ödülüne layık görüldü. Sahneye alıp ödül maması verdiğimiz güzel gözlü köpeği tekrar yerine uğurluyoruz.
TT: Eveeeet, şimdi sıra geldi gecenin en heyecanlı anına!
HND: Gölge hikayelerinin içindeki en iy-
isini seçmek üzere buradayız. Ödülü vermek üzere Gölge Yayın Kurulu’nu sahneye davet ediyorum: Sayın Atilla Bilgen, Mustafa Emre Özgen, Aynur Kulak, Mehmet Berk Yaltırık, Olca Karasoy ve Gölge’den ayrılmış olsalar da yıllardır dergiye çok emeği geçmiş olan Mehmet Kaan Sevinç ve Ahmet Yüksel’i de sahneye alalım.
TT: Şimdi oylarınızla ‘En iyi Gölge hikayesi’
seçilen hikayeden bir sahne izleyelim: PISIS’in elinden kurtardığımız kadınların yarısını Mona ile Pakistan’a bıraktık. Orada çok genç bir kadınla buluşacaklar. Kadın Malala... “Bir sürü gönüllü lazım oluyor” diyor. “Okul yüzü görmemiş kız çocuklarını eğitiyoruz. Küçük çocuklara annelik yapacak bir sürü kadın lazım. İç savaşlar nedeniyle çok çocuk yetim.” Kadın mağrur… Hava aracından inmeden önce Mona, Erk Macarer’e dönüp soruyor: “Sizin ülkenizde haber yapan gazeteciler tutuklanıyor iken sen nasıl bunun haberini yapacaksın ki?” “Korkunun ecele faydası yok Mona. Gölgesinden bile korkan birini Gölge gibi takip etmekten başka çaremiz yok. Pes etmeyeceğiz…” (Alkışlar, alkışlar, alkışlar…)
TT: Teşekkürler… Bakın kim var aramızda?
Hikayede yer alan gazeteciler Sayın Mona Eltahawy, Erk Acarer ve Taliban kurşunundan sağ kalmayı başarmış Pakistanlı aktivist Malala Yusufzay.
Malala: Gölge’nin 10. yıl gecesine çağırdığınız için çok teşekkür ederim. Buradan Türkiye’de yaşayan, okula gönderilmek istenmeyen veya çocuk yaşta gelin olmaya zorlanan tüm kız kardeşlerime sesleniyorum: YALNIZ DEĞİLSİNİZ! Mona Eltahawy: Biz kadınlar güçlü olursak tüm toplum güçlü olur. Ortadoğu’nun tüm yöneticileri bunu anlayana ya da Ortadoğu’yu bunu kabullenmiş birileri yönetinceye kadar savaşmaya devam! Erk Acarer: Ne yazık ki “Dünya öküzün boynuzu üzerinde duruyor” diyenlerle mücadele ediyoruz!
HND: Ve eveeet! BENİM ADIM MALALA
isimli Gölge kız hikayesi çalışanları da ‘En iyi hikaye ödülü’nü alarak sahneden iniyorlar!
TT: Sanırım bu gecenin sonuna geldik artık değil mi Sayın Derin?
HND: Maalesef Sayın Turan. Gölge’nin 10. yılına gelmesinde emeği geçen tüm yazarçizer-grafiker-okur-merak eder-ilgilenir arkadaşlarımıza teşekkürü bir borç biliriz.
TT: Bitirmeden ilk sayıyı pas geçse de
aralıksız 119 sayıdır hiç ara vermeden yazan tek yazarımız Sayın Hasan Nadir Derin’e Gölge Jüri Özel Ödülü’nü takdim edelim. Sunuculuk yaptığı bir gecede ödül almak onun için sürpriz oldu sanırım! (Alkışlar, alkışlar, alkışlar…)
HND: Teşekkür ederim efendim… ***
TT: Bu güzel gecede Ybani’yi canlandıran
Jennifer Lawrence’a, Gölge’yi canlandıran Scarlett Johansson’a, Lisbeth’i canlandıran Noomi Rapace’a ayrıca teşekkürlerimi iletmek istiyorum. Hanımlar, dünya sizinle daha güzel,
98
GÖLGE 10. YIL ÖZEL - GALA GECESİ çok teşekkür ederim. Scarlett Johansson (Gölge): Gölge gerçekten öldü mü Sayın Turan?
TT: Evet, Gölge 1922 yılına gittiği zaman gerçekten öldü.
Noomi Rapace (Lisbeth): Ama onun ölümünün tarihte kelebek etkisi yaratması lazım!
TT: Tarihte var olmuş kişilerin ölümü o etkiyi yaratırdı Lisbeth. Oysa Gölge hiç var olmadı ki! Sen de öyle! Sen, sevgili Stieg Larsson’un zihninden çıkıp benim satırlarıma misafir geldin. Gölge Kız ise bundan 10 yıl önce bir dergi ismi olarak kondu ve ben onu hayalimde canlandırıp bir anti-kahraman yarattım. Son 20 aydır güzel zamanlarımız oldu değil mi? Jennifer Lawrence (Ybani): Heyyyt! Ben elimde bu kestere ile tüm işe yaramaz erkek soyunu kılıçtan geçirmedikçe bitmez bu hikaye! Bitemez!
TT: Sakin ol ve elindeki kestereyi yere bırak
Ybani. Bu dünya sadece erkeklerle savaşmak için çok küçük. Ama din-dil-ırk-renk-cinsiyet ayırt etmeden insanlara kötülük yapan onca cani varken, belki bizim de cinsiyet ayırt etmeden onlarla savaşmamız gerekir değil mi? Sizin gibi kadınlardaki akıl, azim ve istek belki yeni bir kadın kahramanın bedeninde toplanacak. Tüm kadınlar hep bir ağızdan: YENİ BİR
KADIN KAHRAMAN MI?!
TT: Kim bilir?! (Gülerek göz kırpan emoji)
EYLÜL 2017
99
ARKA KAPAK