SAYI 116 MAYIS 2017
2
KARDAN ADAM VAKASI
Yazan: Volkan Eeren SOYLU Çizen: Eren ERSOY
Bekir apartman için aldığı temizlik eşyalarını makine dairesine indirdi. Kapının asma kilidini açtı, hemen eşikteki düğmeyi karanlıkta el yordamıyla buldu. Torbaları her zaman olduğu gibi odanın en arka köşesine kadar taşıdı. Tam işi bitmişti ki, otoparka çıkan kapının altından su sızdığını gördü. Kapıyı açtı ve önünde bir kardan adamın belirmesiyle irkildi. Onlardan korkar, onları sevmezdi. Çocuklar, apartman girişi yetmiyormuş gibi bir de arka bahçeye mi kardan adam yapmışlardı? Hem de kapının önüne? Bir küfür savuran Bekir çocukları bulma beklentisiyle arka bahçeye çıktı. Ancak gördüğü şeyi ilk önce aptalca bir şaka sandı: Bahçede kimsecikler olmadığı gibi, etraftaki karın bir santimine bile dokunulmamıştı. Her kim bu kardan adamı yaptıysa, kucağında taşıyıp bir yerlerden getirmiş olmalıydı. Boş boş işlerdi bunlar. Bekir sinirli bir şekilde etrafa bakındıktan sonra geri döndü. İçeri girecek iken son kez kardan adama kaşlarını çatarak baktı. Neyse ki birkaç güne eriyip gidecekti. Tam kapı koluna uzanıyordu ki, ensesine saplanan müthiş bir acı Bekir’i sarstı. Ses çıkarmaya bile yeltenemeyen adam olduğu yerde çöktü. Hareket edemeyeceği bir boşluğun diplerine doğru battı. Umutsuzluk korkunun onu tamamen ele geçirmesine izin verdi. Kardan adamın aslında her bir adımında yüzünü kendisine çevirdiğini asla bilemeyecekti. Aynı şekilde, oraya kendi kendine ve Bekir için geldiğini de. *** “Evet sayın seyirciler, şu an olay yerindeyiz. Apartman sakinlerinin belirttiğine göre burada, otopark girişinin hemen yanında boyu bir metreyi biraz aşan bir kardan adam vardı. İddialara göre kardan adam birileri tarafından oradan götürüldü ya da bozuldu. Evet, şu an girişin olduğu yerdeyiz ve etrafa bakıyoruz, ancak herhangi bir kardan adamdan kalan kar birikintisi gözümüze çarpmıyor.” “Yanımızda apartman yöneticisi Sadık Bey var. Evet, Sadık Bey, neler oldu bize anlatabilir misiniz?” “Efendim, şimdi bu gördüğünüz yerde aslında kardan adam vardı. Çoluk çocuk, sokaktan geçenler, herkes kendince bir şeyler koya koya iyice büyüdü. Böyle, nasıl diyeyim, bir metre bir şey oluverdi.” “Ancak apartman görevlisi durumdan şikâyetçiymiş, doğru mu?”
4
5
“Evet. Doğru. Bekir çocuklara kızdı. Söylendi. İstemedi. Sevmezdi öyle şeyleri.” “Peki, kardan adamı Bekir Bey’in bozduğu iddialarına ne diyorsunuz?” “Bilmiyorum. Görmedim. Zaten kendisi de birkaç saattir ortalarda değil.” “Vakit ayırdığınız ve yorumda bulunduğunuz için çok teşekkürler Sadık Bey. Evet sayın seyirciler, gördüğünüz gibi kardan adam ortadan kayboldu. Sadece o değil, apartman görevlisi de son birkaç saattir kayıplara karışmış durumda. Konu ile ilgili gelişmeleri takip ediyor ve aktarıyor olacağız.” *** Bekir’in kayıplara karıştığı saatlerle eş zamanlı bir şekilde şehrin başka bir yerinde, her zaman her yerde olduğu gibi çocuklar yine karın keyfini çıkarmak için sokağa inmişlerdi. Eğlenceleri bir süre sonra kaçınılmaz olarak kardan adam yapmaya dönüştü. Etraftaki bütün çocuklar güçlerini birleştirerek uzun, kocaman, bir elinde asa misali süpürgesi, arkasında pelerini, kafasında şapkasıyla bir kardan adam yaptılar. Süper kahraman edasıyla dikilen adamla sırayla fotoğraf çektirdiler, oyunlar oynadılar. Ancak bu zararsız şeyin tam karşısındaki dairede yaşamakta olan Rıfkı Bey tüm bunlardan rahatsızdı. Kardan adamlarla küçüklüğünden kalma bir husumeti olmasından mütevellit, ne onları sever ne de görmek isterdi. Çocukların gün boyunca verdiği uğraşıyı aksi bir ifadeyle izlemekle yetinmişti. Ancak gece olur olmaz yapacağı ilk iş soğuk hava, buz dinlemeden sokağa inip kardan adamı yerle bir etmek olacaktı. Ertesi sabah çocuklar yeniden sokağa indiğinde, büyük bir hayal kırıklığıyla kardan adamın ortadan kaybolduğunu gördü. Ancak geceleyin kardan adamı bozmak için sokağa inmesinden sonra Rıfkı Bey evine dönmemiş, kendinden bir daha haber alınamamıştı. *** “Sayın seyirciler, kar yağışının hafta boyunca aralıksız olarak sürmesi bekleniyor. İstanbul’da il ve ilçe belediye ekipleri gerekli müdahaleler için tüm hazırlıklarını tamamlamış durumda. Yetkililer fırtınanın ve karın olası etkilerine karşın İstanbulluları uyarıyor. “İstanbul Emniyeti yaptığı bir açıklamayla birkaç saat önce başlayan kayıp ihbarlarının şu an itibarıyla beş yüzü geçmiş durumda olduğunu duyurdu. İlk olarak saat 17.00 civarında Bakırköy’de meydana gelen olayda bir apartman görevlisi kaybolmuş,
iki saat içerisinde aynı sokakta bir diğer apartmanda benzer bir olay sonucu bir apartman sakini kayıplara karışmıştı. Her iki olay da sosyal medyada kısa sürede büyük bir hızda yayıldı ve bunu benzer diğer vakalar takip ediyor. Sosyal medyadaki paylaşımlara göre kaybolma olaylarında bir diğer ortak yön, olayın yaşandığı yerde aynı zamanda kardan adamların da ortadan kaybolması. Birçok kişi bu iki durumun birbiriyle ilişkili olup olmayacağını tartışıyor. Yetkililer kar yağışına karşın her türlü kayıp, kaçırma, hırsızlık durumuna karşı önlem alındığını belirtiyor.” *** Sosyal medyada bir kardan adam çılgınlığı son hızıyla sürmekteydi. Önceki gün akşamüstü sularında başlayan kayıp vakalarının, ortadan kaybolan kardan adamlarla ilişkilendirilmesi Facebook ve Twitter’da adeta gündem olmuştu. Sanki insanlar bu olayı bekliyormuş gibi hızla konuşmaya, içerik paylaşmaya başladı. An be an paylaşılan kayıp vakaları haberlerinin ardı arkası kesilmezken kullanıcılar, bu olayların kardan adamlarla bağdaştırılması konusunda tam anlamıyla ikiye bölünmüştü. Kardan adamların uğursuzluğuna inanarak onları kötüleyen türde içerik girenlere karşı kardan adamları çeşitli kılıklara büründüren, eğlenceli fotoğraflarını paylaşan kullanıcılar yer alıyordu. Hatta tüm şehir halkını tehdit eden, sürekli mesajlar paylaşan, korkularıyla adeta dalga geçen kardan adam profilleri bile ortaya çıkmıştı. Twitter’da aynı anda #KardanAdamlarİstemiyoruz ile #KardanAdamlarıSevin hashtag’leri trend topic oldular. Sosyal medyadaki bu çılgınlık ne kadar sürecekti, kimsenin en ufak bir fikri yoktu. *** İstanbul’un dört bir yanını sarmış fırtına, bugün itibarıyla sona ermiş olsa da karların erimesi birkaç günü bulacak gibi görünüyordu. Bir yandan da kayıp vakaları ile ilgili çalışmalar var gücüyle devam etmekteydi. Yetkililerin açıkladığı rakamlara göre İstanbul genelinde hafta boyunca 1.128 kayıp vakası gerçekleşmişti. Bu kayıpların 15’inin cesedi bulundu ve sayının gün geçtikçe artmasından endişe ediliyordu. Kurbanlarda aynı ölüm şekillerinin tespit edilmesi dikkat çeken bir diğer detaydı. Adli Tıp’tan yapılan açıklamaya göre ölüm sebebi, aşırı su kaybına bağlı olarak gerçekleşen beyin damarları patlaması sonucu koma. Kayıp vakalarının aynı tarih aralığına denk gelmesinin planlı bir eylem olması kadar, kurbanların seri cinayetler vesilesiyle öldürülmesi ihtimali üzerinde de durulmaktaydı. ***
6
Bekir karanlığın içinde üşür vaziyette o kadar uzun bir süre kaldı ki, sonunda öldüğüne ikna oldu. Ancak bir zaman sonra şaşırtıcı bir şekilde gözleri kendiliğinden açılıverdi. Görmek, aynı zamanda korkunun azalması demekti. Rahatlama hissinin oluşmasıyla yerini umutsuzluğa bırakması bir oldu. Yürüyemiyor, ses çıkaramıyor, başını bile çeviremiyordu. Böyle bir anda nefes almak mucize gibiydi. Gördüğü yegâne şeyse beyaza bürünmüş bir sokaktı. Son hatırladığı gün gibi her yer karlar altındaydı, çocuklar ve gençler yine dışarıda oynuyordu. Bir süre sonra çocukların kendine bakması ve sokulması Bekir’i şaşırttı. O ana kadar görünmez olduğunu zannederken aslında gerçek tam tersiydi, çocuklar onun üzerinde bir şeyler yapıyor, eğleniyordu. Anlaması uzun sürmedi: Bir kardan adamdı. Bekir’in içi ürperdi. Hayatı boyunca sevmediği, içten içe korktuğu ve bozmak istediği bu garip şeye dönüşmüştü. Bundan çok uzunmuş gibi gelen bir süre önce çocukların yapmasını mani olduğu şey artık kendisiydi. Şimdi önünde başka çocuklar, gençler varlığından habersiz onunla oynuyor, fotoğrafını çekiyor, bir yandan da karın tadını çıkarıyordu. Şimdi ne olacaktı? Esareti ne zaman birileri tarafından keşfedilecekti? Hoş, artık buna gerek var mıydı, emin değildi. İçinden bir ses, zalim bir soğukkanlılıkla Bekir için her şeyin çok geç olduğunu fısıldıyordu. Yağış bitmiş, karlar henüz erimemişse de güneş açmıştı. İnce, beyaz zarafet yavaş yavaş çatılardan, kaldırımlardan, dallar üzerinden çekiliyordu. Kaçınılmaz gerçek önündeydi: Sıra eninde sonunda kendisine gelecekti. O zaman olacakları tahmin etmek zor değildi. Kurtulma şansı var mıydı? Kendini hareket etmeye zorladı. Üzerine sinmiş şeyi kırmaya yeltendi, olmadı. Bütün gücüyle bir daha denedi, nafile. Bu beden onun geçici eviydi, güvenli bir mezar. Böyle anlarda insan ne düşünebilirdi, ne yapabilirdi ki? Nereye dönse kapıların üzerine kapandığı kasvetli bir koridorda gibiydi. Gerçeklerin acımasızlığı tek bir sonucu ona layık görmüştü. Sadece ona değil, kardan adamların cezalandırdığı diğer herkese. Belki kendinin ve onunla aynı kaderi paylaşanların da elinden, çocuklar gibi bu anların tadını çıkarmak dışında bir şey gelemezdi, kim bilir?
“CYBORG 009” Anime İnceleme: Olca KARASOY
“Kötülük için yaratıldılar, insanlığın koruyucusu oldular” Gerek anime gerekse manga tarihinin en eski lakin fazla bilinmeyen serilerinden birisi var karşımızda. Cyborg 009’un ismini birçoğumuz ilk defa duyuyor olsak da, 1998 yılında 60 yaşında vefat eden mangaka Shotaro Ishinomori tarafından 1964 yılında yaratıldı. Evet, Cyborg 009 yine birçoğumuzun anne – babasından bile daha yaşlı ve yirmi yıla yakın manga serüveninin yanında birçok kez animeye ve oyuna uyarlanarak günümüze kadar geldi. Call of Justice ise 2016 Aralık ayında yayınlanmış ve her biri aşağı yukarı yüz dakika süren üçleme bir film serisi. Call of Justice adlı üçleme diğer materyallerinden bağımsız bir hikayeye sahip olsa da bazı şeyleri anlamak için önemli püf noktaları bilmek şart. Daha doğrusu köken diyeyim çünkü Call of Justice yeniden yapım falan değil, kendi konusu olan ve “spiritual successor” yani ruhani devam serisi denilen bir üçleme. Öncelikle adından da anlaşılacağı gibi ortada dokuz tane cyborg vardır. Dünyanın çeşitli yerlerinden dokuz adet insan “Black Ghost” adındaki bir 7
Yönetmen: Kodai Kakimoto Senaryo: Kenji Kamiyama Stüdyo: OLM Digital, Signal MD Müzik: Yoshihiro Ike Tür: Bilimkurgu, Aksiyon, Macera Süre: 3 Film / 12 Bölüm organizasyon tarafından kaçırılıp çeşitli deneylere maruz bırakılır. Bu insanlar üstün güçleri olan birer cyborga dönüştürülür. Organizasyonun amacı elbette cyborgları kullanarak dünya üzerindeki hakimiyetlerini savaşlar çıkararak güçlendirmektir lakin bunu başaramazlar ve kendi elleriyle yarattıkları bu cyborglar en büyük düşmanları olurlar. Sonunda dokuz cyborg üstün gelir ve organizasyon alt edilir. Fakat cyborgların savaşı burada bitmez çünkü kötülüğün sonu hiçbir zaman gelmeyecektir. Çılgın bilim adamlarından doğa üstü varlıklara kadar tehditler daima baş gösterir. İnsanlığı korumanın yükü de Cyborg 009 ekibinin omuzlarındadır.
Call of Justice üçlemesinde ise Black Ghost organizasyonu ve birçok düşmanın alt edilişinden çok sonrasını konu alıyor. Ortada kendilerine “Blessed” diyen yeni bir tehdit vardır. Her ne kadar gün yüzüne yeni çıktığı düşünülse de, insanüstü güce ve zekaya sahip olan insanların oluşturduğu söylenen bu örgütün antik çağlardan beri insanlığı manipüle ettiği söyleniyordur. Amaçları nedir? Madem antik çağlardan beri varlar neden şimdi piyasaya çıktılar? Belli değildir. Elbette bu kadar muğlaklık işin içinde olunca Blessed’in gerçek mi yoksa hayal ürünü mü olduğu bile tartışılmaktadır. Bir kişi ise varlıklarından emindir: Lucy Davenport adındaki gazeteci. Lucy, Teksas’a giderek artık görevlerinden azat edilmiş olun cyborg ailesine ulaşır. Cyborg 009 ekibine artık ihtiyaç kalmamıştır çünkü yerini UN Koruyucu Birlikleri almıştır. Üstelik Lucy’nin bu ziyareti bazı şeyleri tetikler ve Blessed’a karşı savaşmak için kabuğuna çekilmiş ekip yeniden savaş meydanındaki yerini alır. Dediğim gibi Call of Justice kendi hikayesine sahip olan bir Cyborg 009 film üçlemesi. Dolayısıyla kendi başına da gayet rahat izlenebiliyor. Animede bir önceki filmlere ve hatta 1968 yılında yayınlanmaya başlayan serideki olaylara da değinilse de bunlara “anı” olarak değiniliyor ve Blessed ile alakası tartışılıyor. Yani eski serileri izlemediyseniz endişelenmeyin ki toplamda farklı yıllarda yayınlanmış yüzün üstünde bölüm ediyor ve açıkçası bu saatten son8
ra takip etmesi çok zor:) Elbette filmlerden sonra canınız çekerse, Black Ghost ve diğer düşmanlarla olan maceraları araştırabilirsiniz. Üçlemede ise genelde hızlı bir tempo çıkıyor karşımıza. Yaptığım küçük çaplı araştırmaya göre başta eski seri olmak üzere Cyborg 009 daha ağır bir havada ilerlerken Call of Justice daha hızlı ve aksiyonu daha fazla. Bana göre ise gayet uygun bir kıvam yakalamış çünkü ne fazla vurduya kırdıya giriyor, ne de ağırlaşıyor. Bazı anlar tempo gereğinden fazla aşağı düşüyor, evet ama anime toparlanmasını da biliyor. Filmin ikinci ve üçüncü bölümüne girmiyorum çünkü ilk filmin tam olarak devamı oldukları için anlatacak bir şey yok. Sadece sonu için tatmin edici dersem sanırsam yeterli olur. Yönetmen Kakimoto’nun önceki çalışmalarına baktığımızda işinde yeni olduğunu görüyoruz. Call of Justice üçlemesi dışında iki film ve bir de anime serisi olmak üzere toplamda üç projede çalışmış. Animenin çizimlerinden sorumlu stüdyolar ise orta halli projelerde görev yapmış stüdyolar ve çizimlere baktığımızda son zamanlarda karşımıza sıkça çıkan CGI yönteminin kullanıldığına tanıklık ediyoruz. Daha önceki yazılarımda yeterince bu tekniğin iyi mi kötü mü olduğunu belirttim. Bu yüzden yeniden yazmaya pek hevesim yok. Sadece sunu söyleyebilirim ki, eski usul çizimleri seven, daha doğrusu alışmış birisi olarak CGI’ı ne zaman görsem yadırgarım. Kötü kullanılmamışlar ama tamamen 2D daha iyi olmaz mıydı? Bence olurdu. Cyborg 009: Call of Justice, köklü bir geçmişe sahip ve son üçlemesi de gayet başarılı. Netflix de benle aynı görüşe sahip olacak ki filmin haklarını satın alarak üçlemeyi on iki bölüm haline çevirip yayınlamaya karar vermiş. Yani Netflix aracılığı ile Call of Justice’i on iki bölümlük bir seri olarak da izleyebilmeniz mümkün.
BİR KADIN... Yazan: Tuğba TURAN Çizen: Işın TOKOL My Eyes Have Seen You - The Doors İlk Tanışma: ‘Düş peşindeysen, düş peşime’ yazıyordu arabasının arkasında. Klişeydi belki ama, insan ne zaman, neyin peşinden giderse, karşısına güzel bir şey çıkacağını kestirebilir miydi? O muhteşem yeşil renkli spor arabasıyla kırmızı ışıkta durunca yanına yanaştım, ‘Nicedir peşinizdeyim, nasıl bir düş bu?’ dedim. Bir kaşını kaldırarak bana baktı ve ‘Peşimden gelmeye devam et o zaman,’ dedi. Kalbim o kadar hızlı çarptı ki, bedenimdeki sarsıntıyı durdurmak için direksiyon simidine sarılmak zorunda kaldım. Bir binanın önünde durduk. Şehrin çok eski bir mahallesinde, çok eski bir binanın dönerek çıkan merdivenlerinden çıktık. Kapı açılınca, çatı katında stüdyo-ev tarzı müthiş bir yerle karşılaştım. Ben aydınlık yerleri severim ama aynı anda salon, mutfak ve yatak odası işlevi gören kocaman alan indirekt olarak ışıklandırılmıştı. Duvarlardaki raflar dolusu plaklar, kitaplar ve müzik cd’leri bu yarı aydınlıkta, insanı geçmişe doğru bir yolculuğa davet ediyordu. Pikabın üzerindeki plaktan Jim Morrison’ın sesi duyulmaya başlayınca bayılacak gibi oldum. Karşımdaki güzel elli, güzel gözlü, uzun boylu, aşırı sakallıaşırı kıllı ya da aşırı kilolu olmayan bu adam, daha az önce tanıştığı halde evine gelmiş genç bir kadına bir bardakta alkollü içecek değil de meyve suyu ikram ediyordu. Hem de The Doors dinliyordu! Ruh ikizim olabilir miydi? Sway - Dean Martin 2. Buluşma: O tanıştığımız ilk akşam beni kibarca uğurladı. Ne bin türlü bahane bularak bana dokunmaya kalkıştı, ne de kalmam için çirkince ısrar etti. Üç akşam sonra beni arayıp evden almak üzere yolda olduğunu ve konum atmamı istediğinde arkadan Dean Martin’ in sesi geliyordu: When marimba rhytims start to play... Nar çiçeği rengi, kare yakalı Jacklyn Kennedy tarzı dizüstü elbisemle krem rengi dantel uzun eldivenlerimi giydim. Aşağıdan gelen korna sesi ile, anneannemin incileri boynumda, kemik rengi çantam elimde, nude topuklularımla kaldırıma indiğimde büyük siyah sedan bir arabanın arka koltuğunda, kol düğmeleri briyantinli saçlarından daha parlak, üç gün önceki kirli sakallı halinden eser kalmamış, tamamen Ayhan Işık şıklığında müthiş bir adam karşıladı beni. Gittiğimiz caz kulüpte tüm gözler gıpta ile bize dönüp dönüp bakarken, ben, içtiğim muhteşem şampanyadan değil de, bu centilmenin kollarında neredeyse sabaha kadar dans etmekten sarhoş olmuştum. Sabahın o erken ve erkek uyanıklığında ‘hayır’ diyemeyecek kadar sarhoş olduğumu bildiği için beni evime bıraktı. Adam gibi adam buna denmezse başka kime denebilirdi ki? A Hard Day’s Night - Beatles 3. Görüşme: Tanıştığımızdan beri iki hafta geçmişti ve
9
biz üçüncü kez buluşacaktık. Hala dudağımız dudağımıza değmemişti. Bana ‘buluşalım’ diye mesaj attıktan hemen sonra Facebook’ta paylaştığı şarkı bir Beatles şarkısıydı. Bana bir kafenin adresini verdi. Arabasını kış lastiklerini taktırmak üzere gönderdiği için beni alamayacaktı. Bindiğim taksi kaldırıma yanaştığında, taksinin kapısı açıldı. Bir baktım müthiş gülümseyen ama yorgun gözlerle bana bakıyordu. Üzerinde kanvas bir pantolon, bir tişört ve hafif bir mont vardı. ‘Üşümüyor musun bu soğukta tişörtle?’ dediğimde, ‘Hastane çok sıcak, annem hastanede yatıyor da, nöbeti abime devrettim, eve geçmeden önce de seni görmeden edemedim,’ deyiverdi. Aynı zamanda yemek de yiyebileceğimiz bir kafeye oturduk. Annesine üzülmüştüm. ‘Merak etme emin ellerde, ameliyattan sonra daha iyi olacak, çok ağrısı vardı,’ dedi. Yemekten sonra çay içtik, kafenin bir köşesinde üniversiteli bir grubun izlediği Grease filmine takıldık: You’re the one I want oo, oo, oo... Kalkmamıza yakın, masada otururken elimi tuttu. Bazı anlar hafızanıza sürekli bir ‘loop’ halinde dönmek üzere kazınır ya, işte bu da o anlardan biriydi. Elimi tutuyor, sıkıyor, canımı acıtıyordu adeta. Diğer elimle canımı acıtan eline dokunuyordum, sonra iki elimi birden tutuyor, tekrar farkında olmadan canımı acıtıyordu. Ellerim ellerinin sıcaklığında ve terinde kaybolmuştu. Bir eli elimin üzerinde, benim diğer elim onun elinin üzerinde. Sonra eliyle elimi bacağımın üzerine kaydırdı, kaydırırken eli eteğimin bittiği bacağımın başladığı noktaya denk geldi. Eliyle tenime uyguladığı basınç kulaklarımdan fışkırıyordu adeta. Ama kafe kalabalık, ışıklar çok aydınlıktı. Yoksa... Bazen acı zevke yakındır ya. Kelimesiz kalırsınız. Smooth Criminal - Michael Jackson 4. Tepişme: O akşam beni taksiye bindirdikten sonra gidip yatağımda yastığıma sarılarak ağladım. Neden bilmiyorum, sanki onun omzuna yaslanmışım da ağlıyormuşum gibi ağladım. Boşaldım, içim rahatladı. Aradan üç gün geçmişti. Ben annesi rahatsız diye üzerine düşmek istememiştim. Ama onu görmek için ölüyordum. O akşam cumartesi akşamıydı ve arkadaşlarımın ısrarına rağmen onsuz dışarı çıkmak istemedim. Aşk mı aptallık mıydı, arzu mu istek miydi, ihtiras mı isteri miydi bu acaba? Delirecek gibi evde saçma sapan şeylerle uğraşırken gece saat 11’e doğru bir video mesajı geldi. İçerisi hıncahınç dolun bir mekanda kulakları yırtarcasına Smooth Criminal çalıyordu. Ve karanlıkta siyah tişörtlü bir erkek sesi beni o mekana davet ediyordu! Gözlerime inanamadım. Baştan aşağı siyah giyinmiş, başında da siyah beresiyle çılgınlar gibi dans eden, o ikinci buluşmamızda benimle sabaha kadar vals ve tango yapan adam gitmiş yerine Welcome to the Jungle diye yerinde zıplayan Axl Rose gelmişti. ‘Ne içiyorsun?’ diye sormadı. Votka-Red Bull’u tutuşturdu elime. Sonra cebinden beyaz bir hap çıkarıp bana verdi. ‘Bunu da iç, bu akşam bu kafadan lazım bize,’ dedi. Sormadım bile. Ben zaten hapı yutmuştum.
10
Sabahın beşine kadar süren partiden sonra ‘after party’ veren başka bir mekana geçtik. Biz artık sarhoşluk sınırını aşmış altı kişiyken yanımızdaki iki arkadaşı içmeyerek, onun deyimiyle sağda solda soyulmayalım, böbreklerimizi mafyaya kaptırmayalım, mekan giriş çıkışlarında çantamızı, montumuzu kaybetmeyelim diye ayık geziyorlardı. Ve tabii ki en önemlisi araba kullanmaları gerekiyordu. Öğlene doğru biten ‘after party’den sonra gözlerimi açtığım mekan onun eviydi. Loş ışıklar sönüktü, ortam hoş bir öğleden sonrası güneşiyle hafif aydınlanmıştı. Ayaklarımdan, dizime kadar gelen Harley çizmelerimi ve üzerimden skinny kotumu kim çıkarmışsa kendini tebrik etmek istedim. Çıkarmak mı? Üstümü başımı!? Birden bir çığlık atmışım. Henüz ayılamamış beynim bir kolun beni kendine çektiğini hissetti. Sonra kulağıma fısıldadı biri. ‘Dün gece sana ne içirdim biliyor musun?’ Ben cevap vermeye bile yeltenemeden devam etti. ‘500 miligram parasetamol. Gerçi onun da içkiyle beraber alınmaması lazım ama herhangi zararlı bir hap almana müsaade eder miyim sandın? Sadece havaya girmeni istedim.’ Yüzümü döndüm. Yüzünü döndü. Yüzüme döndü. Yüzüne döndüm. Yüzünü öptüm. Yüzümü öptü. Yüzümden indi. Boynuma geldi. Boynum inceldi. Nefesim daraldı. Göğsüm kabardı. Göğsüme indi. Sanki bir öksürük gibi sıkıştı kalbimle göğsümün arasına. Sonra öksürük kesildi. Nefesini hissettiğim yer, artık vücudumun kalbinin attığı yerdi. Kapalı, mahrem, gözden uzak, tam da o yüzden ateşler içinde yanan. O centilmen, kırılgan ve naif erkek modundan ne zaman güçlü kuvvetli, kadınını evire çevire seven erkek moduna geçti, ben daha anlayamadan çığlıklarıma komşular duvarlara vurmaya başlamadıysa, binada kimse oturmadığı içindi. Aşıktım ama o gece aşktan yoruldum. Aşka düşmekten yoruldum. Düşe kalka, düşten kalkamadan, aşkın yoğun batağına saplanmıştım. Saplanan bir tek ben değildim. O da yanımda debelenmişti bana senkronize. Sen-kronize, ben-kronize... Uyumuşum. Diamonds are A Girl’s Best Friend- Marylin Monroe 5. Uçuşma: Bir erkeğin bir kadını mutluluktan havaya uçurabilmesi için iki yol vardır. İkincisi biraz pahalıdır ve bir kuyumcudan geçer. Beşinci buluşmamızdan önce bana telefonundaki Marylin ve bir kedinin siyah-beyaz fotoğrafının, bu muhteşem kadının en sevdiği resmi olduğunu söylemişti. Siyah kolsuz elbisemi giydim. Saçlarımı Marylin gibi sardım. Siyah stilettolarımı giydim. Uzun ağızlıklı sigaramı ağzıma alıp, siyah sahte kürkten etolümü de omzuma attım. Hollywood Red rujumu da sürdükten sonra, tamamdım. Yarım saat sonra şehrin en lüks restoranında manzaramızın tadını çıkararak, meşhur bir caz quartet’inin çaldığı melodiler eşliğinde beyaz şarabımızı yudumluyorduk. Birden o şarkı çalmaya başlayınca dayanamadım ‘Bu şarkı seni anlatıyor’ dedim: You’re too good to be true... ‘Biliyorum,’ diye gülümsedi. ‘Ben de aynını senin için düşünüyordum. O yüzden, güzelliğininin gölgesinde kalsın diye sana bunu aldım.’ Cebinden uzun bir kutu çıkardı. İçinden çıkardığı elmas ve yakut taşlarla süslü bir bilekliği bileğime taktıktan sonra elimi dudaklarına götürdü. ‘Hiç çıkarma bunu dedi. Ne olursa olsun...’ Seni Ben Ellerin Olsun Diye mi Sevdim - Müslüm Gürses 6. Dövüşme: Arkadaşlarıyla arada sırada gittiği bir mekandan bahsetmişti bana. Genelde erkek erkeğe gidilen pavyonlardan biriydi. Çok merak ettiğimi, hep gitmek istediğimi ama bir
11
türlü öyle bir mekanda beni yanında taşıyabilecek bir erkekle tanışmadığımı söylemiştim. ‘Öyle bir erkek daha anasından doğmadı,’ dedi. ‘Ama sen benim dediklerimi harfiyen yerine getirirsen beraber gidebiliriz.’ O gün gelmişti işte. Göğüslerimi elastik bandajla sıkı sıkı sardım. Bol beyaz bir erkek gömleği ve boyfriend kotumu giydim. Üzerime o gün giymem için verdiği erkek kesimi siyah deri montu geçirdim. Saçlarımı bir bone ile saklayıp, bir de yazlık siperlikli taraftar şapkası geçirdim kafama. Artık hazırdım. ‘Dudakların bir erkek için çok pembe,’ dedi buluştuğumuzda. ‘Fondötenle rengini azalt biraz. Hem bu taraftar şapkasıyla pavyona gidilmez. İbnenin biri çıkar bu takıma küfreder, sövsen boşa gider, dövsen elinde kalır. Sen en iyisi bu simsiyah şapkayı tak.’ Siyah üzerine ince gri çizgili takımı, siyah rugan ayakkabıları, kravatsız beyaz gömleği, hafif kirli sakalı fakat intizamlı taranmış saçlarıyla hayatımın maçosu karşımda oturuyordu. Biz Gül Pavyon’dan içeri, o önde sağ eliyle göğsüne eyvallah çekerek girerken, ben arkasında, kabadayı adamların yanında gezen çiroz yemi yetme delikanlı rolü yapacağım diye kalçalarımı kıvırtmadan nasıl yürüyeceğimi şaşırtmış, deli danalar gibi zıplayarak peşinden sekiyordum. Pavyon korumaları bendeki anormalliği sezmiş olmalılar ki, biri bileğimden yakaladığı anda, onun bileğinden de bir tutan oldu: ‘Bırak çocuğu, aklı kıttır, lakin zararı yoktur,’ dedi benim için aşık olduğum adam. Orada peşinden kimliğini saklamış bir kadınla içeri girdiğini anlasalar kim bilir ne gibi işler açılacaktı başına. Adam riske aşık, ben adama... Masamızı donattılar. Ben şapkanın siperliğinden gözlerimi kaldıramadan olan biteni izlemeye çalışırken, sahnede az önce şarkıyı mahveden kadın masamıza geldi. Erkeğimin yanına da denmez, adeta kucağına sığıştı o kocaman kalçalarıyla. Masadaki mezelere her uzanmaya çalıştığında erkeğimin kucağından kalkıp oturarak daha bir yerleşti. Onun da bundan pek bir şikayetçi olduğu söylenemezdi. Ben erkek şeklinin içine sıkışmış kadın ruhumla kıskançlıktan masa örtülerini tırmalarken o, kahkahalar içinde cebinden çıkardığı yüz dolarları kadının sutyenine sokuşturuyordu. Şarkıcı bozuntusu sahne almak üzere az önce kurulduğu bana ait olan kucaktan defolup gidince, dolarları gören diğer konsomatrisler, boka üşüşen sinekler gibi masamıza üşüştüler. Bu arada ben de nasibimi almıştım. Erkeğimin bir göz etmesi ile iki yanıma fermuar gibi yapışan iki kadın, kollarımı omuzlarına attıkları gibi ellerimi memelerinin üstüne koydular. Ben ne olduğunu anlamamıştım ki, karşımda erkeğimin de aynı şeyleri yapmakla meşgul olduğunu fark ettim. Elimin altındaki yumuşak şeylerin güzel mi değil mi olduğuna karar veremeden, müthiş bir kıskançlık dalgası beynimi alt üst etti. Kadınları savurdum. Ayağa fırladım. İçtiğim iki yudum rakıdan nasıl bir erkeklik geldi ise üzerime, o cesaretle ‘Heeeeyyyytttt!’ diye bağırıp masayı devirdim. Korumalar koşup geldiler. Eliyle onları durduran adamım beni kafakola aldı. ‘Sakın kıpırdama ve sesini çıkarma!’ dedikten sonra beni o pozisyonda pavyondan çıkardı. İster öp okşa, istersen öldür... Benim o kadar çok canım yanmıştı ki, gözlerimden yaşlar akarken, o kahkahalarla gülüyor, ‘Kızım pavyonda masa devrilir mi, manyak mısın lan sen, az daha vurduracaktın ikimizi de!’ diye gülmekten kendini alamıyordu. Üzerine atlayıp yumruklamaya başladım. ‘Sen de benim önümde o kadınlarla aşna fişne yapmasaydın!’ diyordum ki öpmeye başladı beni. ‘Ne bekli-
yordun ki salak!’ dediği anda taksinin arka koltuğunda yuvarlandığımızı hatırlıyorum. Flight of Ikarus - Iron Maiden 7. Ağlaşma: Artık gecem gündüzüme karışmıştı. Onu göremediğim günü yaşanmış saymıyor, mesaj atmadığı saatleri yas tutarak geçiriyordum. İşkence gibiydi dakikalar. Bütün sosyal medya hesaplarımı dondurmuştum. Kendimi sadece bir sosyalliğe adamıştım. Onunla geçen bir saat beni bir hafta mutlu edecek kadar şarj ediyordu. Sonra dipsiz bir kuyuda düşüyor, düşüyor, düşüyordum. Sonu olmayan bu kuyuda bir ışık beliriyordu. Telefonumda üzerinde onun adı yazılı olan bir mesaj veya bir uyarı. Ölmemek için onu görmem lazımdı. Sonunda ben bir buluşma yeri belirledim. Geldi. Saçları kısacıktı. Kazıtmıştı. Bu da yakışmıştı ona ama... Neden dedim? Saçların? ‘Hani annem hastanede yatıyor demiştim ya sana üç hafta önce. O annem değildi. Bendim aslında. Bir sürü tetkik yapıldı. Kemoterapi almama karar verildi. Ben de zaten dökülecek diye saçlarımı kazıttım.’ Ellerini tuttum. Onu oracıkta öpmek, sevmek, iliklerime kadar ona aşılamak, bende sağlıklı olan ne varsa ona aktarmak, onda zararlı olan ne varsa bana aktarmak istedim. O ölecekse, bende ölmeliydim. Bedeninin ne denli güçlü olduğunu bildiğim bu adamın, böyle amansız bir hastalığın pençesinde kıvranabileceği fikri... Tanrım... Nasıl dermansız bir dert vermiştin bana? Beni öldüreydin daha iyi değil miydi? Ya da beni de onunla birlikte öldür en iyisi... Seninle Aşkımız Eski Bir Roman - Zeki Müren 8. Ne zaman olduğunu bilmediğim bir gün: Telefonumu yaktım geçen gün. Nasıl olsa bir işe yaramıyordu. Ne aramalarıma döndü, ne mesajlarıma cevap verdi. Hangi hastanede yattığını bile bilmiyorum, iyi mi? Ne arkadaşlarının telefonu var elimde, ne ailesinin adresi... Evine gittim, kapı duvar. Ölmeyi istemek böyle bir şey sanırım. O ölmeyi isterken bana da yaşamak yakışmaz. Yaşadığımız en derin anlar youtube videoları gibi ardı ardına dönüyor beynimde. Beynim kafamın içinde, bedenim yatakta dönüyor, gözlerim çukurlarında... Bir tek o dönmüyor bana... ‘Durup düşünmek yetmiyor artık, seni istiyor her gece bu beden...’ Ölmek tek çare. Evde ne bulursam içtim sanırım. Kimse bulmasın beni. Bu hayata kusmak istemiyorum. Küsmek istiyorum. *** 9. Şehrin herhangi bir kahvehanesinde: -Lan Selami, meşhur olmuşsun oğlum. Sosyal medya çalkalanıyor isminle. -Saçmalama lan. Kim n’apsın benim adımı? -Oğlum, şu bir aydır takıldığın kız var ya, gün gün blog yazmış Allah belamı versin lan! Bak! Ne diyor: Düş peşindeysen düş peşime yazıyormuş arabanın arkasında. O müthiş yeşil renkli spor araba demiş! -Ne alaka lan? Saadettin Abi’nin vosvosu Allah belamı versin ki. O yazdırmış arkasına, hatun düşürürüm diye. Bana nasip oldu! -Eeee? İkinci gün siyah sedan şoförlü araba diyor kız burada? Ne iş? -Hey Allahım! O da Süleyman eniştemin şahini lan. Vosvosu alamadım o akşam, yalvar yakar eniştem bıraktı bizi mekana. -Oğlum, rafları plak dolu ev yazmış kız, yoksa? -Ya n’apıyım kanka. Nereye götüreydim? Melik Abi’nin
12
stüdyoya gittik ilk akşam. Baktım kızda iş var ama birden Nalan’dan mesaj geldi. Baktım yanıyorum filan diyor. Nalan’ın da şakası yoktur haa. Kızı def ettim, Nalan’a gittim, n’apsaydım? -Eeee bir sonraki buluşmanızda Ayhan Işık gibi şıkmışsın. O ne be abi? -Yaa, hatırlasana o akşam nişan vardı oğlum, Sucu Seyfettin’in oğlunun nişanı. Kırk yılda bir annem bi gömlek ütülemiş, o da ona denk geldi! -Disko, pavyon, girip çıkmadığınız mekan kalmamış oğlum bu ne yaaa? -Nerede oğlum bizde o para? Bizim hıyarlar boş bir evin alt katında duvarlara yumurta kolisi yapıştırmışlar, her akşam parti veriyorlardı anasını satayım. Her akşam farklı ortam, farklı müzikler, farklı kızlar. Kapıya da koruma diye iki kişi dikmişler bizim spor salonundan. Kızlar da sanıyorlar ki çok özel bir kulüp! Öldüm lan o gece gülmekten zaten. Kıza pavyona sokacağım seni erkek gibi giyin gel dedim, göğüslerini filan sarmış. Bizimkiler görünce kopacaklardı, zor tuttum haytaları. Sonra kızlar masada bana sarınca bu delirdi. Masaları filan devirdi. Ama sonrasında var ya, öldürdü oğlum beni. Bir karıyı kıskandıracaksın oğlum, onu bunu bilmem. -En son seni hasta sanmış lan. Çok acıklı orası. Millet sabahtan beri duyar kasıyor, yok ne biçim erkekmişsin de, insan bu kadar şerefsiz olur muymuş da... -Ya manyak kendi kendine tribe girdi. Askere gideceğim ya. Saçımı kestirdim. Baktı, baktı. Ağladı yanımda. Hani annen hastaydı filan demez mi? Bir akşam halı sahadan çıkmışım, öküz gibi terliyim, tutturdu ille gel, kafedeyim. Lan gittim, bu soğukta bu tişörtle üşümüyor musun, demez mi? Ben de annem hasta da hastanede terledim, deyiverdim. Dayanamadım çıkardım üzerimdeki montu. Korkuyorum, ter kokacağım, kız benden kaçacak diye. Annem hasta demişim ya başlar bana sarılmaya. Öldürecekti o gece elimden tut, tut, ter içinde kaldım su gibi lan. -Oğlum öyle diyorsun ama kız intihar etmiş galiba. Sana lanet yağdırıyorlar. Kıza yattığın hastaneyi söylememişsin de bilmem ne de. Bir de hasta olmadığını öğrenseler direkt linç vallahi. -Ya abi ben n’aptım ki kıza? Güzel güzel, gezdik eğlendik. Kendi kurmuş hepsini. Hastalığımı filan. Sormadı ki salak, saçını neden kestirdin diye! -Anaaa bak bir yazı daha düştü kızın bloguna. Dur dur şunu okuyalım: Sana Değmez - Üç Hürel Yeni bir gün: Yeniden doğmuş gibiyim. Evet, eğlendim, yaşadıklarımız güzeldi, ama her güzel şey gibi bir miyadı vardı. Peynirin bile bir son kullanma tarihi var da, aşkın neden olmasın(gülücük)? Daha iyisi çıkar karşıma nasıl olsa! Spor araba diye vosvosla gezdiren, disko ve pavyon diye elalemin evinin bodrumuna götüren bir adama da bu kadar ilgi yeter. Şu kırmızı-beyaz plastik taşlarla süslü dandik bilekliği de çıkarayım kolumdan. Şaka gibi kaç haftadır da takmışım. Şiddetli sarsılmalarda bile düşmemiş ya bileğimden? Ne komik yahu! Şiddetin ne hoş, ne güzel şefkatin, sevdikçe sevesim geliyor, ölene kadar peşindeyim bırakmam! Yalancı seni. Ölene kadar peşimdeymiş. Haydiiiii, köprüden önceki son çıkış bu, sağdan ikile... *** Sahi... Bir kadın beynine kaç erkek sığabilir?
RENKLİ DÜŞLER Yazan-Çizen: Necati DERYA
13
14
15
HIRLI Bölüm 1
Yazan: Selçuk Gökhan KALKANOĞLU Çizen: Gökçe DENİZ
Yüksekten savurduğu ahşap copu, paralı askerin kafasına indi. Nöbetçi, oracıkta bayılıvermişti. Hırsız hızlıca etrafına bakındı. Orman sessiz, bulutlardan düşen gölgelerse çıt çıkartmayacak kadar derindeydi. Hiç kimse onu duyamamış, kaçarkenki gizliliği minik bir çatırtıdan fazlasını ardında bırakmamıştı. “Neyse ki peşimdekiler Björgan değil.” diye düşündü Feroand rahatlayarak. “Eğer onlar olsaydı, şatodan azıcık bile uzaklaşamazdım.” Neredeyse tam iki buçuk gündür kaçıyordu Baron’un muhafızlarından. Az bir yolu kalmıştı fakat askerleri henüz atlatamamıştı. Üstelik, daha yapacakları vardı. Bayılttığı askerin üzerini aramaya başladı ilkin. “Zavallı adam!” diye geçirdi içinden tiksintiye bulanmış bir nefretle. Darbenin geldiğini bile görememişti. Ötekiler yakınlarda olmalıydı ki, bunu buraya nöbet tutması için dikmişlerdi. Herhalde, becerebildiklerince gizlenmiş ve dinlenirken durumlarını tahlil ediyorlardı şimdi. Aslında, bu zamandır peşini bırakmamış olmaları da ilginçti. Sonuçta onlar paralı askerlerdi. İşlerini düzgünce yapmayı değil, kendi tatminlerini ve alacakları altınları düşünmeleri gerekirdi. Hızlı bir arayışın ardından muhafızın üzerinden hiç bir şey çıkmamıştı. “Ah, tıpkı dün geceki gibi,” dedi Feroand fısıltıyla. Baron’un bütün muhafızlarını geçerek kalesine sızmış, kimseye görünmeden soğuk taş koridorlarında ilerlemiş, hatta bütün yapıyı kavrayan labirentin göbeğindeki özel kasaya bile ulaşmıştı. Fakat o en kritik anda kendi ürettiği ekipmanı kırılmış ve kasanın kapısı duvar olmuştu adeta. Levyeyi kaldıran mekanizmanın esnek kirişiydi sorun çıkartan. İpin hantal kapının ağırlığına dayanamayarak koptuğunu düşündü. Ve uygun anı yakaladığında bu sorunu halletmenin bir yolunu bulması gerektiğini kendisine -belki de bininci defa- hatırlattı. Orada saklanan iksiri mutlaka çalmalıydı. Baygın vücudu bir ağaç kovuğuna gizledi aceleyle. Feroand, duvarlarla kısıtlanmışken rahat değildi belki de ama orman, onun evi gibi ferahtı kesinlikle. İşi bitince bu ferahlıktan derin bir nefes alıp yeniden koşmaya başladı. Şatodaki devriyelerce görülüp alarmı çaldırttıktan sonra en yakın köye saklanmayı düşünmüştü ilkin. Koridorlar boyunca koşturup, keskin kılıç ve mızraklardan sıyrılıp yabanda akması gerekiyordu bunun için. Fakat çok iyi biliyordu ki köylüler Baron tarafından uyuşturulmuş ve kandırılmaktaydı. Onlara güven olmazdı. Böylece, Kasaba’ya gitmeye
16
17
karar vermişti. Tüm o üç günlük kaçışın riskini göze alacaktı. “Cehennem gibi,” diye düşündü Feroand. Kıyafetlerine sinen orman neminin içinde, peşinde düşünceleri ve çok öfkeli paralı askerleriyle birlikte, çılgıncasına koşturan bir av domuzu gibi hissetti birdenbire. Av tüm ormanı sarmış, nereye gideceğini bilmezcesine oradan oraya savurmuştu. Şimdilik bir hedefi olsa da, korkunun kalp atışları ona zikzaklar çizdiriyordu. Bir süre sorunsuzca ilerledikten sonra, sol tarafından gelen konuşmaları yakaladı kulağı. Bu tarafa doğru geliyorlardı. Hemen aksi yöne dönüp çalıların ardına saklandı. O esnada, gözleri toprakta bir şeylere takılmıştı. Büyük bir ayının ayak izleriydi bunlar. Çaresiz aklına bir fikir getirtecek kadar belirgin ve korkutucu duruyorlardı. Peşindekiler basit birer paralı asker olduklarına göre, hayatlarını riske atmak istemezlerdi herhalde? Ayı izlerini takip etmeye ve bu korkutuculuğun ardına gizlenmeye karar verdi böylece. Yürüdü, yürüdü. Arkasından yaklaşan seslerden uzaklaşmakla kalmıyor, içine hafif hafif salınan korkuya doğru da ilerliyordu aynı zamanda. Fakat zaman, endişelerini düşünceli bir hale dönüştürüyordu. Çünkü izler karışmaya, başka şeylerle bir bulamaç oluşturmaya başlamıştı. Kapalı havanın bu loşluğunda, o noktada neler yaşandığını çözememiş; yine de pek hoş şeyler olmadığını kestirebilmişti. Şimdi ne yapacaktı? İzler kesilmese, devam edecekleri yöne doğru baktı. Sanki orada bir mağara vardı. Girmekle girmemek arasında kaldı. Vücudunun bir yanı kaçmaya devam edip temkinsizce mağaraya dalmak, diğer yanı da bir başka yöne doğru koşturmak ister halde, onu ağaçlığın ortasında kilitlemişti. Bu kısacık tereddüt anında, ardından gelen konuşma sesleri yardıma yetişti. Biraz daha beklerse, ona yetişeceklerdi. Daha fazla düşünmeyi kesti ve ivedilikle mağaraya dalıverdi. İçerisi bir hayli dar ve karanlıktı. Fakat neredeyse pürüzsüz uzanan duvarların yansıttığı hafif ışıkta, mağara girişinin içeriye doğru dümdüz uzandığı seçilebiliyordu. Koridor, bir şeyler daracık yüzeylerine sürtüne sürtüne geçmiş gibi çiziklerle doluydu fakat geniş oyuntu veya çıkıntı içermiyordu. Eldivenlerini çıkartıp çıplak elini bu çiziklerden birisinde gezdirince “zımparalanmış gibi” diye düşündü Feroand. Evet, bir şey kesinlikle buralara sürtünmüştü.
Feroand, kendi diktiği bir kıyafeti giymekteydi. Pullu bir elbiseydi bu. Üzerindeki bez pulların bir yüzü koyu renkken diğer yüzü açıktı. Uygun durumlarda öte tarafları çevrilip elbiseye yeniden iliştirildiğindeyse karanlık veya aydınlık ortamlarda gizlenmeye uygun hale getirilebiliyordu. O da el çabukluğuyla, neredeyse hiç düşünmeden böyle yaptı. Şimdi tüm sıska vücudunu kaplayan,simsiyah örtünün altında “görünmez” olmuştu. Bir süre temkinlice ilerlemeye çalıştı mağaranın içinde. Duvarlarda ya da zeminde kayda değer bir değişiklik yoktu. Sadece her şey biraz daha karanlığa gömülüyor, attığı her bir adımında esas gömülenin kendisi olduğunu hissediyordu. Tereddüdün tutukluğunu taşıyan adımları, arada bir geriye doğru bakış atmasına izin verecek kadar duraklıyor ve ardından işlerine devam ediyordu. Sadece elleri değil, ayak parmak uçları da yüzeylerde bir değişiklik, herhangi bir tuzak ararken gözleri, zifiri karanlığın sonuna uzanmaya çalışıyordu. Tüm bu çabasının sonucunda, bir hayli ileride cılız ışığı gördü. Titrek, her an sönebilecek kadar tekinsiz ve neye ait olduğu belirsiz bir pırıltı. Neyle karşı karşıya olduğunu düşünmek için durakladığı tam o anda, mağarada bir gürültü yankılanmaya başladı: Çrınk! Çrank! Çrınk! Çok güçlü, ince bir sesti bu. Cihazlarla uğraşmaya alışık kulakları, sesin kaynağının mekanik olduğunu hemen anladı, düzenli, tehditkar ve işleyen. Sonsuza dek devam edebilecekmiş gibi tüm karanlığa fütursuzca doluşuyordu. Tam gözlerini kısmış, ışığın aktığı noktaya kadar ilerlemeye değip değmeyeceğini tartarken, soluduğu boğuk havanın ciğerlerini yakmaya başladığını fark etti. Mağarada bir şeyler değişmişti. İçine çektiği her nefeste sanki biraz daha boğuluyor, zihnine gömmeyi tercih edeceği kötü anıları uyanmaya başlıyordu, uyanmaya ve bilincini tırmalamaya. Ciğerlerini kavuran yanma hissi ona, dostlarını alan melun dumanı anımsatmıştı. Kaybettiği dostları ölmemişti fakat hastalanmış, Baron’un sadık köleleri olmuşlardı. Feroand, bu konu hakkında daha fazla düşünmeyi katiyetle kesti ve bir süredir ayak tabanlarını kaşındıran paniği dizginlemekten vazgeçip, mağaradan kaçmayı gözden geçirdi. Orada her ne varsa, bunu öğrendiğine değmeyecekti. Öksürüklerini bastırmaya çalışırken, yanmaya başlayan gözlerini biraz daha kısıp, tuhaf ışık kaynağına son bir bakış attı. Gördüğü o ince parıltı biraz daha büyümüştü, harlanmış gibi. 18
Arkasını dönüp kaçmaya başladı. Dumanla sarılı bu kör karanlıkta hiç bir şey görmüyor, ancak sendeleyerek ilerleyebiliyordu. Tam çıkışa neden hala ulaşamadığını düşünmeye başlamıştı ki teninin giysilerce örtülmeyen kısmına dokunan temiz havayı hissetti. Nihayet mağaradan çıkabilmişti. Bölgeden uzaklaşmaya devam etmeden önce çevresine bakındı. Tepenin içine uzanan o dar oyuktan şimdi kara bir duman yükseliyor, hissetmeye başladığı ferahlama, onun ne kadar boğucu olduğunu daha anlaşılır kılıyordu. Derisine dolanan ve ciğerlerine dolan bir balçıktı sanki, bütün giysilerini ve saçını sırılsıklam etmişti. Feroand bir an iğrentiyle titredi. Orman tarafını gözden geçirirken havanın açılarak etrafı daha aydınlık kıldığını, peşindeki askerlerinse ortalarda olmadığını fark etti. Görünüşe göre ya mağarada tetiklenen işaret ateşi onların ilgisini çekmemişti ya da çoktan gitmişlerdi. Her şekilde, peşindeki bu dertten sıyrılabilmenin keyfiyle, daha fazla vakit kaybetmeden giysilerini yeniden aydınlığa ayarladı. Ağaçların arasına dalmaya artık hazırdı. Feroand, Kasaba’ya yaptığı bu yürüyüşün ruhuna iyi geldiğini fark etti. “Tıpkı çocukluğumdaki gibi,” diye düşündü. Ormanda tek başına, ağaçlardan onu gizli gizli gözetleyen sincapların arasında birkaç adımda bir duraklar, ufaklıkların ona alışmasına izin verdikten sonra, ceplerinden çıkarttığı kırıntılarla beslerdi. Bütün bu koşuşturmaca, hayatını dolduran hırsızlık ve sıvışmalar yoktu o zamanlarda. Sincaplar gibi, tekinsizlikten uzak fakat merak ve hayat dolu olduğu zamanlar. “Keşke tüm gözetleyenler de sizin gibi tatlı olsa,” demeyi aklına bile getirmediği yirmi yıl öncesinde kalmış. Adımları onu mağaradan uzaklaştırdıkça orman hayatı canlandı, ruhu da buna uyum sağlayıp, bedeninin aksine, kendini dinlenmeye açtı. Neredeyse gece olmuştu ve saklanabileceği yegane yer olan Kasaba’ya daha birkaç saatlik yolu vardı. Orada saklanabileceğini biliyordu çünkü Kasaba, özgür insanlar için emniyet doluydu. Bütün yerleşke, Baron’dan uzak duran ve kendi hürlüğüyle gurur duyan insanlardan oluşuyordu. Hırsızlar, suikastçılar, ticaret insanları ve diğer kontrol dışı kalmak isteyen meslek erbapları, Baron’un ulaşamadığı bir korsan koyuna sığınmış ve zamanla kendi düzenlerini kurmuşlardı. Feroand, bütün bu tarihsel gelişimi küçümsüyordu aslında. İşe yarıyordu, evet ama o “özgürlük” takıntısı, hepsinin gözlerini bağlamıştı. “Sarhoşlar.
Hem de, Baron’un hepsini bilerek oraya yönlendirdiğini göremeyecek kadar,” diye fısıldayarak, hor görüsünü ormanın ince sessizliğine kattı. Feroand, Kasaba’nın şimdiye dek Baron’un yumruğuyla neden dümdüz edilmediğini gayet iyi biliyordu. Eğer o yumruk Kasaba’ya inseydi, bütün hırsızlar ve katiller böcekler gibi diyarın dört bir yanına kaçışırdı. Koy tüm asileri ve kötü insanları tek bir yere topluyordu. Hiç bir otorite, bu kadar tehlikeli kişilerin topraklarına dağılmasını ve diledikleri gibi at koşturmasını istemezdi. Kontrol ağları en ince deliklere kadar işleyemezdi çünkü. Fakat şimdi “Tam da kalmalarını istediği yerde bekliyorlar. Kör ahmaklar!” “Evet ama,” diye çıkıştı Feroand’ın iç sesi, “En azından dinlenebiliyor, iş bulabiliyor ve yeni ekipman tasarımlarım için malzeme edinebiliyorum Kasaba’da.” Başkalarına dayanmayan, sadece kendisinden oluşan özgürlüğünü de böyle böyle inşa ediyordu aslında. Düşünceler düşünceleri, adımlar adımları kovalarken, orman hızla altından çekildi ve Feroand aniden beliren açıklığa çıkıverdi. “Nihayet!” dedi susuzluktan kurumuş, bitkin dudakları. Geceyi ışıl ışık dolduran Kasaba, bu açıklığın ortasına konuşlanmış, dinginlik vaat etmekteydi, binalar, sokak satıcıları, kaldırım taşları. Temelde her şey korku içinde yaşayan köylü yerleşkelerindekiyle aynıydı. Fakat burada, yapıların her yeri pencerelerle donatılmış, kaldırım taşları, geçmişte gönlünce atılmış adımların darmadağınık kesişimlerine serpilmiş; hemen hemen tüm yollar seyyar tablalarla işgal edilmişti. Köylerin aksine, sokaklardan akıp giden şey tahıl veya endişe değil, hürriyetti. Kasaba’da kalıcı olarak yaşayan kimse yoktu, gördüğü binaların hepsi hanlardan ve çeşitli dinlenme noktalarından oluşuyordu. Aralarına birkaç tanesinin yeni katıldığını fark etmek onu gülümsetti, uzun zamandır buralara gelmemişti. İnsanlarla kaynayan sokaklarda ilerleyip tablalarda sergilenen çeşitli ürünlere göz atarken, bir yandan da havada asılı gürültüyü hissetmeye çalışıyordu. Hayır, onu adeta içiyordu! Bu hareket ve cümbüş, Feroand’ı yorgunluktan sıyrılıp canlanmaya davet ediyordu. Zikzaklı sokaklarda ilerleyen, bir yerlere bağıran, binalara girip çıkan veya bu kargaşada satıcılardan bir şeyler satın almaya çalışan yayalara çarpmak bile ona birer selamlama gibi geliyordu: “Hür Kasaba’ya hoş geldin dostum, özgürlüğün yüreğinden taşsın!” Dudaklarını satın aldığı suyla ıslattıktan sonra, vücudunun itirazlarına zerre aldırmayıp, tezgahtarları ve 19
tablalarını boyunlarına asan satıcıları tek tek dolaştı. Niyeti alışveriş edebileceği şeyleri belirlemekten çok, ruhunu rahatlatmak ve buralardaki son duruma şöyle bir bakmaktı. Gece kalabalığının ve sokakları aydınlatan meşale ile lambaların üzerinden, daha ötelere bakınmaya çalıştığında, meydanda bir grup insanın toplanmaya başladığını fark etti. Kasaba’ya gelenlerin birtakım özel işler için ilanlarını sunduğu kürsüye çıkmış, eleman arıyorlardı: “Gelmezseniz bitmez ki bu dostlarım! Lütfen, son bir kişi! Açıklığı genişletmek için tek bir kişi daha gerekli!” Sözlerini bitirince elindeki oduncu baltasını kabaca kaldırıp sergiledi. Birkaç saniye sonra, etrafından geçip giden kalabalıktan bir gönüllü çıkmış olacaktı ki ağır çeliği indirip kürsüyü terk etti. “Hala çocukluğumdaki gibi,” dedi Feroand, iç çekerek. “Çoğu zaman kızıyorum ama seviyorum da.” Midesinden gelen gurultular ve bacaklarından yükselen ağrılar kendilerini yavaş yavaş dinletmeye başlamıştı. Yorgundu, açtı ve etrafta aval aval dolaşmadan önce söylentilere bakmalıydı. Kendi hakkında bir şeyler var mıydı? Kasaba’da son durum gerçekte nasıldı? Böylece, buraya her gelişinde uğradığı hana yollandı.
Devam edecek...
“Şikago Mezbahaları” Upton Sinclair
Kitap İnceleme: Aynur KULAK Şikago Mezbahaları Yazar: Upton Sinclair Çeviri: Kıvanç Güney Yayınevi: Sel Yayıncılık Türü: Roman Yayın Tarihi: 2016 Sayfa: 400
‘Amerikan Rüyası’ Ne kadar çok duyduğumuz bir söylem ve hala günümüzde de; globalleşen dünyada bile Amerikan rüyası geçerliliğini korumakta. Bu rüyanın gerçekten ne olduğu konusunda hiçbir fikri olmayan insanlar bu rüyayı görebilmek için ömürlerinde bir kez bile olsa Amerika’ya gitmeyi istemişlerdir. Sonu ‘rüya’ ile biten bir nitelemeyi kim isteamez ki? Sonuçta bu bir ‘kabus’ değil. Amerika, bir rüya veya yeryüzündeki tek umut öğesi olarak yansıtıldığı için içerde yaşananlar ne olursa olsun, dışarıya yansıyan düşler, kurtuluşlar, efsaneler, kahramanlar bu kıta coğrafyasını zihnimizde erişilemeyecek noktalara taşımakta. Fakat bu rüyanın veya rüyaların bir de mezbahaları var. Karanlık caddeleri, çıkmaz sokakları, çok az kişinin erişmeyi başardığı devasa gökdelenleri var. Merak edilmez mi şimdi, başarı hikayeleri ön planda olsa dahi başarılı olanlara karşı başarısızlar kaç kişi? Upton Sinclair’in yazdığı Sel Yayınları tarafından yayınlanan Şikago Mezbahaları bir başarı veya kahramanlık veya toplumsal bilinç, özgürlükler, bağımsızlık romanı değil. ABD’ye bir umutla (bin umutla aslında) göçmüş on binlerce emekçinin hazin öyküsü. Rüya kelimesinin yanında emekçi kelimesi nasıl da sırıtıyor değil mi? Sadece Amerika literatüründe değil dünya literatüründe de ABD emekçi kelimesiyle hiç eşleşmedi. ABD’nin çok önemli bir nüfusunu oluşturan emekçiler 1800’lü yılların son çeğreğinde neredeyse kitlesel bazda ABD’ye göçtüler. Ve hayalini kurdukları ‘rüya mezbahasına’ girmiş oldular. “Jurgis işi hafife alırdı çünkü çok gençti. Şikago mezbahalarında çöküp giden adamların vve sonradan yaşadıklarının hikayelerini anlatmışlardı ona; insanın tüylerini ürperten
20
Son Maç Bölüm 1 Yazan: Atilla BİLGEN Çizen: Hüseyin ESEN
ama Jurgis’in gülüp geçtiği hikayeler. Daha dört ay önce gelmişti ama gencecik üstelik dev gibiydi. İçinden sağlık fışkırıydı. Yenilmenin nasıl bir şey olduğunu hayal dahi edemezdi. “Tam sizin gibi adamlara göre” derdi “silpnas, çelimsiz adamlar sizi; benim sırtım yere gelmez” Jurgis’in hırsla ve umutla başlayan öyküsü Şikago Mezbahaları’na doğru yol almaya başlar. Aslında Amerika’nın endüstriyel alt yapısını oluşturan bu emekçi işçiler zenginlik ve özgürlüğü hayal ederek yaşarlar. Kısa sürede kullanılıp bir kenara atılacaklarını düşünmeksizin (önlerinde örnekler olmasına rağmen) mezbahaya dönmüş sistemin içine dalarlar. Zenginlik ve özgürlük hayaliyle fabrikalar girmeye can atan insanların karşına iş ve can güvenliğinin bulunmadığı bir ucundan kesimlik hayvanların diğer ucundansa kurban edilmeye hazır örgütsüz işçilerin girdiği bir cehennem çıkacaktır. “Bunlar yetmiyormuş gibi bir de yağmur serpiştirmeye başlayınca iliklerine kadar ıslandılar; bütün öğleden sonra, üzgün mahsun, bankanın kapanma saatinin yaklaştığını ve paralarını alamayacaklarını düşünerek öylece dikildiler Marija her ne olursa olsun orada durup sırasını korumaya kararlıydı; ama hemen herkes aynı şeyi yaptığı için uzun ve soğuk gece boyunca bankaya birkaç adım yaklaşabildi. Akşama doğru Jurgis geldi; olayı çocuklardan duyup yiyecek bir şeyler ve kuru giysiler getirmiş ve böylece beklemek biraz kolaylaşmıştı.” Upton Sinclair bu romanı yazabilmek için kimliğini gizleyerek bir mezbahada uzun süze çalıştı. Geçimini sadece yazarak sağlayan Sinclair’in bu deneyimi Şikago Mezbahaları kitabına bire bir son derece gerçekçi bir şekilde yansımıştır. Öyle bir gerçekçilik vardır ki; Sinclair’in amacı kafa kopartan ve yaşama haklarını neredeyse sıfıra indirgeyen kapitalist düzeni, insanlık dışı çalışma koşullarını, uzun iş saatlerini, ayrımcılıkları, düşük maaşları konu edinmek isterken arka planda romanın bana göre dinamiğini oluşturan mezbahalardaki insanların yanında hayvanlara da uygulanan sağlıksız yetiştirme ve kesim sisteminin işleniyor olması. Öyle ki roman boyunca işlenen sağlıksız mezbaha şartlarının ABD Devletinin dikkatini çekip bir takım yeni düzenlemeler yapmasına sebep olacaktır. Şikago Mezbahaları neresinden bakarsanız bakın veya ne şekilde işlenirse işlensin güçlü bir romandır. Upton Sinclair romandan sonra oluşan toplumsal tepkiye ve devletin yeni düzenlemelerine karşın kendisiyle yapılan bir söyleşide şu cümleyi kuracaktır. “Ben toplumun kafasını hedef aldım. Ama attığım yumruk midesine geldi.”
21
Muayenehanemi hapishaneye, kendimi de müebbet hapse mahkûm olmuş bir tutukluya benzetirim. Ama Allah için hapishanem moderndir! Her şeyden önce geniştir ve içinde serbestçe dolaşabilirim. Telefon ve bilgisayar bulundurma ayrıcalığına sahip olmam yetmezmiş gibi, dilediğimce sörf yapmam için; fiber, hiper ve dahi ultra hızında sınırsız internet bile bağlanmıştır. Parasını ödemek kaydıyla dilediğim gazeteyi ve kitabı almama, okumama kimse karışmaz. Ancak muayenehanemde hava alacak, spor yapacak, güneş ışığından yararlanacak geniş bir avlum yoktur. Bu durum insan hakları beyannamesine aykırı, bunun farkındayım, ama elde ettiğim onca ayrıcalığın yanında bunun lafı bile olmaz! Zaten ufak da olsa bir balkona sahibim. Orada bedenimi sağa sola doğru oynatmamam kaydıyla kültürfizik hareketleri yapabilirim. Kıdemli bir mahkûm olduğumdan akşamları eve gitme hakkım var, ne var ki gün içinde yerimden ayrılmama izin verilmiyor. Bu hakkı elde edebilmem için randevu sistemine geçmem gerekiyormuş, ama istedikleri an çat kapı gelmeye alışmış hastaların bünyeleri bunu bir türlü kabul etmedi! Randevusunun olduğu anlarda, misafiri geldi; temizliği çıktı; yemeği ateşe koyacağı tuttu; ipe un sermesi gerekti ve gelemedi. Sinirlerimin bozulmaması için mecburen eski düzen çalışmaya devam ettim. Bir şeylerle oyalanırsam üzerimdeki stresi atarım düşüncesi, beni hobi arayışına sürükledi. Cin Ali bile çizemediğimden soyut resimde şansımı denedim. Ortaya çıkan eserin neye benzediğini ben bile anlamayınca, ressamlık hevesim sona erdi. Müzik kulağım olmadığı halde inatla bir çalgı çalmaya çalıştım; apartmandakilerle mahkemelik oldum. Bari yazayım dedim. Günlerce elimde kalem, önümde kâğıt ilham perisini bekledim; kapıyı çalan sadece hasta oldu. Hobi bulamamanın siniriyle sağlam dişleri çekmeye başlamıştım ki, bir hastam ağlamaklı bir ses tonuyla “Doktor Bey stresinizi spor yaparak atlatsanız,” dedi. Fikri hoşuma gitmişti. Bu yüzden sağlam dişini çekmekten vazgeçip onu koltuktan azat ettim. Artık sıra hangi spor alanına katkıda bulunacağıma gelmişti. Boy fakiri olduğumdan basketi hemen eledim. Lisedeyken atılan her smaç doğrudan kafama denk geldiğinden voleybolla ilişkimi daha o zamanlar kesmiştim. Futbol oynayamazdım, zira ufacık çocuklardan bile çalım yiyordum. Yapacak spor bulamamanın derdiyle kıvranırken gözüm televizyondaki tenis maçına takıldı. Roger Federer bembeyaz şortu, gök mavisi tişörtü ve siyah bandanasıyla inanılmaz havalıydı. Tribünler ona tezahürat yapan birbirinden güzel kızlarla doluydu. Aradığım sporu sonunda bulmuştum. Hemen o akşam iş çıkısında bir spor mağazasına gidip Federer’in kıyafetlerinin aynısını aldım. Ne var ki bende biraz eğreti durmuştu. Alt tarafı ondan daha kısa, daha kilolu ve seyrek saçlıydım ama bunlar küçük ayrıntılardı. Galiba sorun terzideydi! Eee adam ne de olsa dünyanın bir numarasıydı. Kıyafetleri elbette özel yapılacaktı. Kupaları kazanmaya başladığımda bende şortumu terzide diktirecektim. Bu kararın ardından tenis hocası arayışına girdim. İnternette bir süre sörf yapınca aradığım hocayı kolayca buldum. Hemen o akşam aldığım kıyafetleri giyinip bandanamı başıma taktım ve raketimi kaptığım gibi soluğu kortta aldım. Bütün gözlerin üzerimde olduğuna emindim ama ne yazık ki ortalıkta hocadan başka kimse yoktu. O da üzerimdekilerle ilgileneceğine raketi elimden alıp göz ucuyla söyle bir tarttı ve “Umarım buna para vermemişsindir,” dedi. Ne dediğini anlamaya çalışırken gözüm hocanın raketine ilişti. Eski püskü bir şeydi. Benimkisi onun yanında can yakıyordu! Kıskandığı aşikârdı. Küçümseyici bir bakış fırlattım ve “Bu işi yapacaksak en iyisiyle yapmak gerek. Öyle değil mi Hocam?” dedim. “Yani parayla aldın!” Gözümle eski raketini göstererek “Bedava verseler herkes alır,” dedim. Sesimdeki kinayeyi anlamadığı gibi, işaret ettiğim noktaya da bakmadı. Onun yerine başını sağa sola doğru sallayıp “Yazık,” dedi. Artık yavaş yavaş sinirlenmeye başlamıştım. Bütçesi böyle muhteşem bir şeyi almaya müsaade etmiyor diye üzerime bu denli yüklenmeye hakkı yoktu. O sinirle “Tabi bunu almaya herkesin gücü yetmez,” dedim. “Yetse de kimse almaz,” dedi. Bu denli kararlı konuşması beni şaşırmıştı. Yine de hemen pes etmedim ve “Ama türünün en iyisiymiş,” diye itiraz ettim. Alt dudağını aşağıya sarkıtıp “ Bunu kim uydurdu?” diye sordu. “Mağazadaki tezgâhtar.” Bu sözüm üzerine yüzünde öyle bir gülümseme oluştu ki, kendime olan inancım bir anda sıfırlandı. Kekeleyerek “Öyle değil mi yoksa” diye sordum. Yanıt vermedi. Onun yerine yerden kendi raketini aldı ve ikisini birden bana verdi. “Bak bakalım aralarında bir fark var mı?” 22
“Biri yeni, biri eski.” “Başka?” “Sizinki daha hafif gibi.” “O zaman ilk dersi hemen vereyim, kolunun daha az yorulmasını istiyorsan kesinlikle hafif olanı tercih edeceksin. Artı senin raketinin boyu kısa, bu durum topa hızlı vurmanı önler. Ayrıca parmaklarına göre sapı hayli kalın. Bu da rakete hâkim olmak için çok çaba harcamana, parmaklarının çabuk yorulmasına ve yanlış vuruş yapmana sebep olur.” “Kıyafetler nasıl Hocam? Onlara sözün yok değil mi?” “Ayakkabın iyi olsun gerisi hikâye.” Gözümü kapatıp Roger Federer’in ayakkabılarını anımsamaya çalıştım. Beyaz bir spor ayakkabısıydı. Kafamı öne eğip kendi ayaklarıma baktım, tıpkının aynıydı. O güvenle “Raketten anlamıyor olabilirim, ama tenise rugan ayakkabıyla gelinmeyeceğini de biliriz elbet,” dedim. Bunun üzerine gözünü ayakkabılarıma dikip alıcı gözle inceledi, ardından “Yalnız sizinkiler yürüyüş ayakkabına benziyor,”dedi. “Ona ayrı buna ayrı ayakkabı mı olur Hocam. Benimkiler üçü bir arada. Bunlarla hem yürüyebilirsin, hem koşabilirsin, hem de zıplayabilirsin.” “Ama tenis oynayamazsın. Zira tenis seri ayak hareketlerinin, ani duruşların, kısa deparların ve yanal koşuların yapıldığı bir spordur. Performansını maksimuma çıkarmak, ciddi yaralanmalardan kaçınmak istiyorsan kesinlikle tenis için tasarlanmış bir ayakkabı giymelisin.” Ayakkabıda da çuvallamanın verdiği eziklikle sırıttım ve “Ama bandanam tenis için değil mi?” diye sordum. “Ona söyleyecek sözüm yok. Bu arada daha önce tenis oynadın mı?” “Hayır, ama Federer’i seyretmişliğim var.” “Öyle mi? O zaman bana gelmene hiç gerek yoktu! Ancak madem buradasın yine de bir şeyler anlatayım sana.” Raketi nasıl tutacağımı, topa nasıl vuracağımı, vururken ayaklarımın nerede duracağını anlattıktan sonra forehand, backhand vuruşlarını gösterdi. Sıkılmıştım. “Anladım Hocam. Geç karşıma da oynayalım artık,” dedim. “Ona da sıra gelecek. Önce raketinle biraz top saydır.” Onca parayı çocuklar gibi top saydırmak için mi vermiştim? İtiraz etmek için ağzımı açtığım an göz göze geldik. Sakın itiraz etme dercesine bana bakıyordu. Mecburen topu alıp saydırmaya başladım. Düştüğüm bu rezil duruma kimler şahit oluyor diye etrafıma bakındım, Allahtan etrafta kimsecikler yoktu. On dakikalık bir saydırmadan sonra sızlanarak “Yeter mi Hocam. Artık oynuyor muyuz?”diye sordum. “İyi geç bakalım karşıma. Ayakkabıların dandik. Bu yüzden fazla koşma. Zaten topları önüne yollayacağım. Önemli olan gösterdiğim gibi vurman.” Bandanamı düzelttim, raketimi elime alıp karşısına geçtim. Bu tarihi anı hangi şanslı insanlar şahit oluyor diye etrafıma bakındım. Maalesef etrafta kimsecikler yoktu! “Önce bir kısa top. Forhand vur bakalım. Tamam, bozma moralini… Şimdi vur bakalım… Ayağınla değil raketinle… Kafa da yok… Haydi, şimdi bir daha… Elle vurma sadece raketi kullan… Şimdi bir yan top… Raketini sıkı tutarsan yere düşmez! Haydi bir daha… Heyecanlanmana gerek yok olacak… Haydi bir tane daha…” Bir sepet dolu toptan ancak beş tanesine vurabilmiştim. Bunlardan iki tanesi direkt yukarıya, biri sağa, biri sol taraf gitmiş, sadece bir topum fileyi geçip rakip sahayı ulaşmıştı. Hocam gerçekten haklıydı; raket kötü olunca vuruşlar berbat oluyor! Antrenman bittiğinde ilk işim hangi raketi ve ayakkabıyı alacağımı öğrenmek oldu. Ertesi akşam derse giderken ayaklarımda yeni ayakkabı, elimde ise yeni raketim vardı. Isınma hareketlerinden sonra hocam, “Ders boyunca önce kısa, ardından arkana uzun, sonra da sağına ve soluna top atacağım. Topa vurup vurmaman önemli değil. Sadece koşmanı ve pozisyon almanı istiyorum. O esnada topa vurabilirsen, tadından yenmez,” dedi. “Ne demek vurmak? Anasını bile ağlatırım topun. Yolla bakalım.” Ve biranda toplar yağmur gibi yağmaya başladı. Kort meğerse televizyonda gördüğümden çok daha büyükmüş! Daha ikinci seride dilim bir karış havaya çıkmıştı. Üçüncü seride topa vurmaktan vazgeçmiş peşler23
inden koşturmaya başlamıştım. Dördüncü seride yere yığıldım. Beşinci serideki topların tümü bu yüzden direkt başıma geldi. Hocam altıncı seriyi geçerken yattığım yerden mola işareti yaptım. “Mola sepetteki toplar bitince. Kalk şimdi ayağa.” “Kort çok büyük hocam! Bari topları üzerime doğru at.” “Oldu. Başka ne istersin?” “Kahve var mı hocam?” Yanıt vermedi. Sessizce yerimden kalkmamı bekledi, ardından topları daha acımasız atmaya başladı. Dersin onuncu dakikasında adım atacak halim kalmamıştı. Saatine dünyanın parasını verdiğimi umursamadan kendimi bir kez daha yere bıraktım. Ama bu sefer ayak bileğimi tutmuş ve yüzümü greyfurt yemişçesine buruşturmuştum. Elindeki topları yere atıp yanıma geldi ve neyim olduğunu sordu. “Ayağımı çok kötü burktum Hocam. Bırakalım dersi,” dedim abartılı bir inlemeyle. Bana doğru eğildi ve iki eliyle sağ ayağımı tutup sağa sola doğru oynattı. İnandırıcı olma kaygısıyla her hareketine bağırdım. Ben bağırdıkça hareketleri sertleşti. Sonunda ayağımla uğraşmayı bırakıp yerinden doğruldu. Bir kez daha inleyip “Tendonlar koptu herhalde! Tenis hayatım da başlamadan bitti!” dedim. Sözlerimi onaylamasını beklerken ufak bir kahkaha attı ve “Hiçbir şeyin yok. Kalk ayağa da devam edelim,” dedi. “Kendimi bilmez miyim? Bileğim berbat!” Ne kadar ağalarsam ağlayayım hocayı bir türlü ikna edemedim. Biraz daha söylenip yerimden doğruldum ve karşısına geçtim. Ders bittiğinde yorgunluktan adım atacak halim kalmamıştı. Ama bu durum bir yandan hoşuma da gitmişti. Zira o bir saat boyunca ne hastalarımı düşünebilmiştim, ne de başka şeyi. Bir uçtan bir uca koşarken üzerimdeki stresler kortun dört bir yanına saçılmıştı! Bu yüzden derslere inatla devam ettim. Dört ay sonra sadece koşmakla kalmıyor, attığı toplara vurabiliyordum. Artık turnuvalara katılmaya, kupalar kazanmaya ve Roger Federer gibi giysilerimi terziye diktirmeye hazırdım. Ama bu düşüncemi hocama kabul ettiremedim. Ona göre maç oynayacak seviyeye henüz gelmemiştim. Bunun üzerine karşıma geçmesini söyledim. İki setlik maçın sonunda hocam ne diyeceğini bilmez halde kortun ortasında öylece dikilip kaldı. Başını önüne eğmiş, gözünü ayaklarına dikmişti. Sinirden gözü seğiriyor, elleri hafiften titriyordu. Yerime oturmadan önce yanına gidip omzuna hafifçe dokunup “Takma kafana. Olur böyle şeyler,” dedim. “Ama böyle olmamalıydı. En azından bir sayı almalıydın. İnan bana bu kadar kötü bir hoca değilim!” Sonraki aylarda aynı tempoda çalışmaya devam ettik. Ve bir gün, hiç ummadığım biranda turnuvalara katılabileceğimi söyledi. Galiba benden kurtulmak için bu sözü söylemişti, zira katıldığım her turnuvada eleniyordum. Hem de daha ilk turda. Ona göre eninde sonunda yenmeyi öğrenecektim. Sadece sabretmeliymişim. Elenmem benim için önemli değildi, ama eşim buna kafayı takmıştı. Bu yüzden yenildiğim gecelerde zili çalmaz, anahtarı kilide sokup usulca kapıyı açar ve parmaklarımın ucuna basarak içeri girerdim. Başka zamanlarda yanında top patlasa duymayan eşim, daha ayakkabılarımı bile çıkartmadan yanımda biter ve can alıcı sorusunu sorardı: “Ne yaptın?” “N’apam? Çalıştım. Sen n’apan?” “Onu sormuyorum, maçta ne yaptın?” Hafifçe sırıtarak “Aslanlar gibi yenildim,” derdim. Ayakkabımın tekini çıkartırken beni çökerten soruyu büyük bir acımasızlıkla sorardı: “Neden?” Elimde tuttuğum ayakkabımı hafifçe yere bırakırken zor duyulan bir sesle “Rakibim çok iyiydi,” derdim. “Geçen haftada aynı şeyi demiştin?” “Evet, çünkü o zaman da yenilmiştim.” “Bu kadar dersi boşuna mı aldın? Sen ne zaman yenmeye başlayacaksın?” “Her an!” der ve duş alma bahanesiyle hızlı adımlarla banyoya girerdim. Bazen- ki bu anlar çok nadirdi- denk gelir ve rakibimi yenerdim. O günler eve adeta koşarak gelirdim. Her zamankinin aksine kapıyı anahtarımla açmaz, zili çalardım. Kapı açılır açılmaz savaş kazanmış komutan edasıyla elimdeki raketi havaya kaldırır ve eşimin can alıcı soruyu sormasını sabırsızlıkla beklerdim. Ama sormazdı. Bu yetmezmiş gibi yüzüme bile bakmadan gerisin geriye dönüp salona giderdi. Bir süre antrede elimde raketle öylece durur, ardından dayanamaz peşinden gider ve “Kocan ne yaptı biliyor musun?” diye bağırırdım. 24
“Hayatım bir dakika. Filmin en heyecanlı yerindeyim.” “Perişan ettim!” Yanıt vermez. Duymadığını sanıp bir kez daha bağırırım. “Yendim!” “Offf. Filmin en heyecanlı yeri demedim mi sana? Bak kızın ne dediğini anlamadım. İki dakika susmadın be hayatım!” İlk turu geçmek o kadar önemli değildir. Zira kupaya kadar sırada elenecek daha çok kişi vardır. Her seferinde rakibinin hastalanmasını, işinin çıkıp maça gelememesini istersin, ama duaların kabul olmaz. Bu seferde maçta sakatlanmasını dilersin, sakatlanmaz. Molalarda içtikleri suya müshil ilacı katmayı düşünürsün, ama buna cesaret edemezsin. Kafam bu planlarla meşgulken rakibim raketi kolumun altına sıkıştırdığı gibi beni eve yollardı. Yenildiğim günlerde film izleme alışkanlığı olmayan eşim içeri girer girmez anında yanımda biter ve usanmadan aynı soruyu sorar; “Ne yaptın?” “Elendim, çünkü…” “Çünkü rakibin kuvvetliydi. Geç bunu artık. Sen ne zaman kupa alacaksın onu söyle. Çok üzülüyorum bu duruma!” “Sen yeter ki üzülme hayatım, olmazsa çarşıdan alırım bir tane!” “Büfede yerini bile hazırlamıştım!” “Ama hayatım önemli olan kupa değil, stres atmak.” “Sen alamıyorsun diye ben burada strese giriyorum. Bana yazık değil mi?” Eşimin dilinden kurtulmamın tek yolu vardı; turnuvalara katılmamak. Sakatlandım ayaklarına yatıp tenisi bıraktım. Sadece haftada bir kez hocamla ter atıyordum, hepsi o kadar. Yenilme kaygım olmadığından stresim de kalmamıştı. Bu keyifli durum geçen hafta gelen bir telefonla sona erdi. Bahara merhaba turnuvasına yazılmışım! Bir yanlışlık olduğunu söylediysem de, kabul etmediler, zira param bile ödenmişti. Gelmezseniz elenirsiniz deyip telefonu kapattılar. Hocamı aradım: “Artık kortlara geri dönme zamanın gelmişti,” dedi. Maça gitmemeyi ciddi ciddi düşündüm ama rakibime bu fırsatı vermek içimden gelmedi. Bu yüzden son bir kez kortlara geri dönmeye karar verdim. İlk turdaki rakibim zayıftı bu yüzden hiç zorlanmadım. İkinci turda dualarımın birden tutacağı çıktı, rakibim maça gelmedi. Üçüncü turdakiyle hemen hemen eşittik, ancak o gece şans benden yanaydı. Hayatımda ilk kez çeyrek finale çıkmıştım. O gece evde bir bayram havası oldu. Kutlamalar sabaha kadar sürdü! Çeyrek finaldeki rakibim, “Yarın sabah iş için yurt dışına gidiyorum. Anlayacağın maçı kim kazanırsa kazansın galip sensin,”deyince birdenbire kendimi yarı finalde buldum. O moral bana bir maç daha kazandırınca finale çıktım. Artık kupayı kazanmak için önümde tek bir maç kalmıştı. Tek bir maç! DEVAM EDECEK
25
DÜŞÜŞ Yazan: Tuğba TURAN Çizen: Tolga TANYEL
26
Previously on Gölge: Gölge: İşte şimdi yandık! Çabuk ver o 9.6 milyon dolarlık Fabergè yumurtasını bana! Bir erkek sesi: Yanmadınız Matmazel! Mösyö Raskolnikov değiştirmedi ama yumurtayı ben değiştirdim! Gölge, Lisbeth ve Ybani hep bir ağızdan: Jan Valjean!!! Raskolnikov: Adi bir hırsız için ne onurlu davranış bayım! Jan Valjean: Edebiyat tarihi benim hırsızlığım için çektiğim ceza üzerinden suç ve ceza kavramını yeniden yazmıştır Sayın Raskolnikov. Sizin gibi soğukkanlılıkla art arda iki cinayet işleyebilmiş adi bir katil değilim ben. Hele ki kendimi sıradan insanlardan farklı görerek büyük işler başarmak adına, o, sıradan dediğim insanları öldürmüş olmamın hiç ceza almaması gerektiğine inanan bir alık, asla değilim! Açlıktan ölmemek için ekmek çaldım ben! Raskolnikov: Sizin sefiller’i oynayan hayat hikayenizle bu satırları dolduracak değiliz Mösyö Valjean! Ama hapisten firar edip, yıllarca adaletten kaçtığınızı göz önünde bulundursak, kimin adi bir suçlu olduğu ortaya çıkacaktır! Gölge: Aranızdaki en adi suçluyu yakalamamız gerekirken siz durmuş Fransız ve Rus edebiyatı düellosu yapıyorsunuz! Haydi düşün önüme! *** Gölge Dergi için aralıksız on beş aydır çalışan anti-kahramanlarımız Gölge ve Lisbeth çok yoruldular. Güzel bir tatili hak ettiklerine inandığım için onlara bu ay izin verdim. Bu arada ben de, kafamdaki bitmek bilmeyen seslere kulak vereyim dedim. Aylardır şu propagandası, bu propagandası, şuna kafa tut, buna kafa tut, ona bağır, ötekini ayır kafamız şişti. Şişmedi mi? Hazır bahar gelmişken, sakin bir kafayla bahçemde oturup klavyemle baş başa kalmak istedim. Ama benim kafa, sandığımdan biraz daha karışıkmış galiba: Sabah uyandım. Oğluma poğaçasını ve sütünü verdim. Onu okula bırakıp geri eve geldim. Sonra bizim kedi güruhunun çoğunluğu mutfakta hazır ola geçtiler. Neden mi? Sabah kahvaltısı için. Hep diyorum şu kedilere de köpekler gibi bir öğün yemek vereyim, ama olmuyor. Ne zaman mutfağa girsem, “Annemiz bize ne verecek acaba?” bakışlarıyla benden önce doluşuyorlar mutfağa. Kedilerin önlerindeki tabaklarına kuru mama koyuyorum. Az bir arbede ile yemeye koyuluyorlar. Zaten daha büyük bir kavgaya müsaade etmem. Her kedi cüssesi kadar beslenmeli. “Eşitlik, her zaman adalet değildir,” diye boşuna dememişler. Halbuki bu hizmetler için bana vergi de vermiyorlar. Tek verdikleri sevgi, paha biçilmez sevgi... O esnada bahçedeki kulübesinde artık iyice sıkılan Golden Retriever cinsi köpeğim Şanslı, arkadaşları İstanbul ve Çakır’ın da kışkırtmasıyla "Beni dışarı çıkar" havlamasına başlıyor. Komşu evlerde bebekler ve yaşlı teyze var. Sesi kimseyi rahatsız etmesin diye aşağı inip bahçe kapısını açıyorum. Anında dışarı fırlayan Şanslı, gece boyunca serbest gezdiği için bizi ve tüm mahalleyi aynı dikkatle korumuş olan Sibirya kurdu kırması Çakır'la bir boğuşma tutturuyor. Dün gece çiçekleri sulamadım. Sanki hepsinin boynu bükük. Üstelik güllere de bit sarmış. Geçen seneki ilacım olan arap sabunu, sirke ve su karışımından yapıp fıs-fıslayacağım. Bu ev, bu bahçe benim imparatorluğum. Tebaam, ağzı var dili yok kediler ve köpekler. Haydi onlar bir şekilde sesleri ve vücut hareketleri ile isteklerini belirtiyorlar. Ya ağaçlar ve çiçekler? Değil bir gün, üç gün sulamasam "Bana su ver" diyebilecek bitki duydunuz mu? Ben evimin ve bahçemin başkanı, partili başkanı, eşbaşkanı vs. değil; imparatoruyum. Kimsenin de buna itirazı yok. Yüzde yüz oyla başa geldim. Ama bir dakika... Böbürlenmeden önce güllere ilaç püskürtmem lazım. Bahçemdeki pembe, kırmızı ve yavru ağzı güller hep ilaçlanacak. Sınır komşularımın gülleri de bu ilaçlamadan payına düşeni alacak. Çünkü komşumda çıkan yangın bana da sıçrar. Bunu biliyorum. Komşularımla sıfır sorun yaşamak istiyorum. Hem komşularımla, hem gülleriyle... İlaçlama işi bitti. Şimdi oturup bir çay içebilirim. İmparatorlar böyle yapmaz mı? Tahtımda oturup bana birilerinin çay getirmesini bekleyeceğim. O da ne? Şanslı ve Çakır boğuşmalarını bitirmişler, krem rengi bir Golden Retriever olan İstanbul ile beraber gözümün içine bakıyorlar. "Hadi gel yürüyüşe çıkalım," bakışı bu. Evin etrafında dolanıyorlar ama ben olmadan kent ormana ve oraya giderken beraber arşınladığımız sokaklara gitmiyorlar. Hele hafta sonları Bulak mağarası güzergahında yürürsek eğer, bayılıyorlar. Ben de seviyorum o yolda yürümeyi. Onlarla yürümeyi. Onlar bana sağlık ve mutluluk veriyorlar, ben de onların neşe kaynağıyım. Eğer onların bana gösterdiği ilgiye sevgiyle karşılık vermezsem bana ne denir? Nankör… Hala bir çay içemedim. Eve dönüşte yolda bir kirpi ölüsü görüyorum. Yoldan alıp otluk bir alana koyuyorum. Hem orada huzur içinde çürüsün hem de bir sürü araba daha gelip onun ölü bedenine çile çektirmesin diye. "Ölüye saygı" diye bir şey biliriz biz. Maalesef dirisine saygı duyamadığımız insanların, bari ölülerine saygı duyabilmek için.
27
Matem evine gittiğimiz zaman biz de başımızı önümüze eğeriz. "Ölüde ağlanır, düğünde oynanır," der babam. Halbuki sen taziyeye gitmişsin, rahmetli kişi, o evin insanı, sen niye ağlıyorsun değil mi? Yok olmaz. Oynamayacaksan düğüne de gitme. Çünkü acı da sevinç de paylaşılır bizim buralarda. Paylaşılmayınca ne mi olur? İsyan... Farkında mısınız? Hala çay içemedim. Ektiğim ve diktiğim çiçekleri de sulayayım, belki o zaman bana bir rahat verecek imparatorluğum. İçimdeki merhamet ve onun getirdiği vicdani sorumluluk "Önce bitkilerine su ver, sen sonra çay iç. İçmesen de olur. İşe gidince kahveden de söylersin çayı. Sonuçta kahveci de para kazanacak" diyor. Hiç bir vicdan bu kadar uzun konuşur mu? Benimki de latife. Yolda Eflani'ye gelirken bir amcanın iki koyunu ve keçileriyle karşılaşıyorum. Sürüyü karşıdan karşıya geçirirken diyor ki: "Kızım dikkat etmezsem bunlara araba çarpacak buralarda." "Ah aman Allah korusun amca!" Fotoğraflarını çekmek üzere telefonumu çıkarınca amca çok güzel bir şey daha söylüyor: "Kızım bunlar poz vermeyi bilmez..." Ben amcayı tanımıyor iken onun keçileri ve koyunlarının canı beni ilgilendiriyor. Artık kendi imparatorluğumda değilim ama "can" her yerde kıymetlidir öyle değil mi? Her cana aynı kıymet verilmediği zaman buna ne denir? Zulüm… Keçilerin iki tane oğlağı olmuş. Bir tanesini işaret ederek "Bu düşürdü yavrusunu," diyor. Ah yazık. Kıyamam ben ona. Elbet kesilecekler ve birileri yiyecek onları. Ama o zamana kadar canları bize emanet. *** Akşam oluyor. Oğlum tüm gün süren okulundan servisiyle eve geliyor. O araçtan inerken, bahçeden bir taş alıp havaya atıyorum. Yukarı ve ileri doğru bir kavis çizerek en yükseğe çıkıyor. Ondan sonra aynı kavisi çizerek düşüşe geçiyor. "Bak oğlum," diyorum. "Fizik kanunudur. Bir cisim belli bir güçle yukarı fırlatıldığında, o güçle ulaşabileceği en yüksek noktaya ulaşmadan asla aşağı inmeye başlamaz." “Tamam da bunu neden anlattın şimdi bana anne?” On dört yaş ergeni. Sabrı yok ki dinlemeye. Devam ediyorum: "İnsanoğlu da böyledir. Böbürlene böbürlene yükselirken, yükselebildiği o en uç noktada sonsuza kadar kalacağını sanır. İşte orada kaderin cilvesi devreye girer ve en yükseğe çıktığı an, aslında düşüşe geçtiği andır." "Anne, iyi hoş da, ben hiçbir şey anlamadım bundan!” diyor oğlum, okul kıyafetlerini çıkardığı gibi bilgisayarının başına geçerken. "Oğlum sana söylüyorum, memleketimin başındakiler siz anlayın," diyorum ve tekrar bahçeye çıkıyorum. Bir ergen olan oğluma söylediğim cümleleri kısa kessem de, kendi kendime konuşmaya devam ediyorum. Kocaman bir ülkede, üstelik sevgisini değil ama vergisini söke söke aldığı halkın yarısının üzerine basa basa yükselen bir insan, kendine etrafındaki dalkavukların gözüyle bakmaya devam ettiği zaman ‘DÜŞÜŞ’e geçtiğini göremeyecek kadar körleşmiş olacak. Ölüye ve dahi diriye merhamet göstermeyecek kadar bencilleşmiş, yönettiği kocaman ülkedeki her 'can'ı eşit derecede kıymetli saymayı öğrenememiş bu insan, düşüşe geçtiği zaman yere çakıldığında mezarına değil bir gül dikmeye, bir damla su vermeye giden olmayacak. Tevazu nedir bilmeyen, kendinden olmayanı 'kılıç artığı', kendi gibi düşünmeyeni 'terörist' diye damgalayan zihniyet, ancak bu zihniyetin gölgesini üzerinde hissettiği sürece kendini güçlü hissedebilen kör bir güruh yarattı. Mazlum diye adlandırılırken, güç eline geçince zalimliğe terfi eden bu tekinsiz kalabalık, güç gölgesinin başka isimlere kaydığını hissettiği anda, o gölgenin menziline girmek için ilk fırsatta yön değiştirecektir. Çünkü bizde "Düşene bir tekme de sen vur" derler bazen. Komşusu tokken aç yatamayan bir millete böyle demek pek yakışık almasa da denmiş bir kere. Din bilgisi işlerini, dil bilgisi işlerine karıştırmak istemezdim ama, herkesi kendi silahı ile vurmak gerekirse bir hadis-i şerifi hatırlatmam gerekir: "Merhamet etmeyene, merhamet olunmaz." *** Neyse. Şimdi bir çay koymanın zamanı geldi. Kendi imparatorluğumda yaşayan tüm varlıkların karınlarını doyurup, sularını verdikten, ilaçlarını tedarik ettikten sonra, kimseyi tekmelemeden tokatlamadan ölüleri gömdüğüme, hepinizi kucaklıyorum dedikten sonra yüzdelere bölüp ayırmadan hepsinin gönlünü ettiğime göre bir çayı hak ettim öyle değil mi?
28
”LIFE SUCKS” Çizgi-Roman İnceleme: Tunç PEKMEN
Bizim çocukluğumuzda Vampir denince akla sivri dişleri olan, korkunç güçleri olan ihtiyar insanlar gelirdi. Yüzyıllardır yaşayan bu ölümsüzler , insanları paramparça ederler, kanını içerler ve öldürmekten çekinmezlerdi. Günümüzde ise vampir deyince buğulu gözlü, yakışıklı, acı çeken 18-20 yaşındaki bebek yüzlü erkekler geliyor. Kendileri ister Gotik tarzda, ister deri ceketli, ister takım elbise tarzı giysiler giysinler, her zaman bir şekilde “cool” durmayı başarıyorlar ve çoğu genç kızın rüyalarını süslüyorlar. Ne kadar “True Blood” gibi diziler vampirleri biraz daha eski görkemli günlerine döndürmeyi ve vampir kelimesini kan ve dehşet ile özdeşleştirmeyi deneseler de, ne yazık ki onlarda etrafta karizmatik gezen vampir 29
standardazisyonundan kurtulamadılar. Life Sucks, bir teen-age Vampir dram- komedi çizgi romanıdır. Fakat ilginç bir şekilde üstteki iki tip vampirle de alakalı değiller. Ne kadar genel olarak bizim çocukluğumuzdaki vampir mitosuna sadık kalmaya çalışmış olsalar da, çizgi romanın konsepti şu ana kadar bildiğimiz vampir konseptlerinden oldukça farklı ve bu mitolojik varlığın günümüzde yaşamış olsaydı şartlara nasıl uyum sağlaması gerektiğine çok gerçekçi bir bakışla yaklaşıyor. Konumuzun ana kahramanı, 7/24 açık olan bir markette bir kasa görevlisi olan Dave Marshall adlı bir gençtir. Dave kısa saçlı, cılız, 2-3 tane arkadaşı olan ve hoşlandığı gotik kıza bir türlü açılamayan, mutsuz ve Amerika’da “Loser” diye tanımlanacak olan standart birisidir. Çizgi roman ilerledikçe Dave’de bir tuhaflık olduğunu anlamaya başlarız. Kendisi yemek yemeyip sadece üstünde kendi ismi yazılı bir termostan bir şeyler içmekte, güneşten kaçınmaktadır ve en yakın arkadaşı ona vampir şakaları yapmaktadır. Arkadaşıyla birlikte dükkanına gelen Gotik tiplerle dalga geçmekte ve vampirlerin bunları görse ne diyeceği üzerine espriler yapmaktadırlar. Sonra hikaye ilerledikçe arkadaşı bir anda sise dönüşerek uzaklaşır, biz de Dave’in de aslında bir vampir olduğunu anlarız. Dave bizim bildiğimiz vampirlerden çok farklı bir vampir. Kan içmeyi sevmiyor, onun yerine standart plazma içiyor, avlanmayı reddettiği için hipnotizma, süper güçlü olmak ya da sise dönüşebilmek gibi klasik vampir güçlerinden yoksun ve sürekli bir markette gece vardiyasında çalışıyor. Bu çizgi romanda vampirler çok farklı bir açıdan ele alınmış. Vampir mitoslarında kullanılan çoğu değer aynen bırakılmış. Bu çizgi romanda da vampirler ihtiyarladıkça kuvvetleniyorlar, bir sürü süper güçleri var ve en büyük düşmanları güneş. Fakat bunun dışında bildiğimiz karizmatik vampirlerden oldukça farklılar. Çizgi romanda tanıştığımız en ihtiyar ve güçlü vampirler (ki bir tanesi Vlad Tepes) gayet normal ve sıradan kıyafetlerle dolaşıyorlar, hepsi de gayet sıkıcı işyerleri işletiyorlar (Dave’in “efendisi”
Radu bir market işletiyor, diğer vampirlerden biri bir hamburger dükkanı işletiyor vs... ) Vampirler Macar ya da Romanya asıllı ve o yüzden hepsi aksanlı konuşuyorlar ve gün içinde uyurlarken geceleri buluşup kağıt oynuyorlar ve eski filmleri tartışıyorlar. Eski vampirler, genç insanları ısırarak vampire dönüştürüyorlar ve böylece onların efendileri oluyorlar. Efendileri oldukları için emirleri altına aldıkları bu genç vampirleri de kendi işyerlerinde gece vardiyasında çalıştırıyorlar. Çizgiromanda toplamda 4 tane ihtiyar vampir var ve tüm bu vampirlerin altındaki genç vampirler birbirlerini tanıyorlar ve sık sık buluşup konuşuyorlar. Ama genelde konuşulan konular efendilerinden nasıl kurtulacakları hakkında değil çünkü bunun en bilinen yolu kendi efendilerini öldürmek, o yüzden genelde konuştukları klasik teen-age konuları. İlişkiler, yeni çıkan albümler, filmler vs. Çizgi romanda Gotik yaşama tarzı ve popüler kültürde bilinen vampir mitosları ile oldukça dalga geçilmiş ama bu dalga geçmeler çizgiromanı bir vampir parodisine dönüştürmemiş. Vampirler güçlü ve mistik karakterler olarak ele alınmış ama vampirler “Blade” filminde olduğu gibi sağa sola saldırıp herkesi öldürmüyorlar. Vampirler göze batmamak için normal insanlar gibi işlerde çalışıyorlar ve o tarz bir hayat yaşıyorlar. Ama okuyucu bir “Only Lovers Left Alive” filmindeki gibi ağır felsefik ve sıkıcı konulara da sürüklenmiyorlar. Fark ettiyseniz çizgi roman tam bir “genç okuyucu” kitlesine sesleniyor. Ana kahraman Dave ve hoşlandığı Gotik kız Roza arasında geçen hoşlanma-arkadaşlık süreci ve Dave’in bir türlü hislerini açıklayamaması, çok daha yakışıklı bir vampir Wes’in Roza ve Dave arasına girmesi, Dave ve efendisi Radu arasında yaşanan gerginlikler, gece gittikleri partiden bir kız için iki erkeğin kavga etmesi, işler farklı bir yöne gidince Dave’in Roza için büyük bir fedakarlık yapması vs. gibi klişe konuların hepsi de işlenmiş. Fakat şu anda neredeyse her kanalda gördüğümüz buğulu gözlü ve süper vücutlu vampir-gençlik dizilerinden farklı olarak, karakterler çok realist bir şekilde alınmış ve hikaye ana karakterin gözünden oldukça naif bir şekilde anlatılmış. Çizgi roman, adından son zamanlarda sıklıkla bahsedilen First Second yayınları tarafından basılmış. First Second 2006 yılında kurulan ve genelde biyografi, anı, kurgu hikayeler ve tarihi hikayeler basan ve sadece Graphic Novel basan bir firma. First Second yayınları, çizgi romanın ana haklarını yazar-çizere 30
bırakıyor, bu yüzden çok farklı tarzlara ve hikayelere ulaşmanız mümkün. First Second, Top Shelf ve Fantagraphics firması ile yaklaşık aynı çizgide ilerleyen bir firmadır.
VARKOLAKLARIN GECESİ Bölüm 7 Yazan: Mehmet Berk YALTIRIK Çizen: Enver Gökhan ALTUN
Kitap 192 sayfa, renkli bir çizgi roman. Jessica Abel ve Gabriel Soria tarafından yazılmış, Warren Pleece tarafından çizilmiş. Jessica Abel, alternatif çizgi romancılar arasında daha çok eğitimci kimliğiyle bilinir (nasıl çizgi roman yapılır tarzı iki tane kitabı vardır) fakat bunun dışında kısa hikayelerden oluşan ve genelde kadınların güçlenmesi ve feminizimle alakalı çizgi romanları vardır. Gabriel Soria ise çok fazla bilinmez daha çok çizgiroman olmayan kitaplar ve hikayeler yazar. Son zamanlarda 60’lı yılların Batman hikayelerini yazmaya başlamıştır. Bu ikiliden bu tarz bir kitap çıkması gerçekten çok ilginç olmuş. Yazar Warren Pleece ise bir İngiliz illüstratördür ve genelde Doctor Who, AD2000 dergilerine çizimleri yapan biridir, bir süre de Vertigo dergisine Hellblazer : John Constantine çizimleri yapmıştır. Bu çizgi romanındaki çizgiler gayet sade ve basit, detaylar az ve kamera açısı ise sabittir. Belki abartı süper kahraman çizimlerine alışık olan okuyucular tarafından beğenilmeyecektir ama konuyu dağıtmadığı ve sıkıcı olmadığı da kesin. Değişik bir vampir hikayesi okumak isteyenler için birebir.
31
Apartmanının önünde bekleyen Engin ürperdiğini fark etti ansızın. Ancak meltem esintisinden mi yoksa Dmitri’nin apartmanını görmekten mi emin olamadı. Köpek havlamalarının bile işitilmediği kesif bir sessizliğe bürünmüştü gece. Birkaç sokak öteden gelen bir egzoz gürültüsü işitildi. Engin kendi kendine: “Aragazcılar…” diye söylendi. Kırmızı bir Lada olabildiğince hızlı şekilde sokağın başında zuhur edince Engin korkusundan bir anda apartmanının girişine sıçradı. Sokağı birazcık inleterek frenleyen aracın şoför mahallinden kireç gibi suratıyla Muzaffer Taş fırladı. Bir-iki saniyeliğine soluklandıktan sonra Varkolakların dairesine baktı. Ardından Engin’e döndü: “Engin sen haklıymışsın…” “Nasıl yani?” “Dmitri… Danica… Hayal görmemişsin. Gerçekler.” “Abi iyi misin? Yarım saat önce buradan ayrılırken kafanı rahatlat, hayal görmüşsündür falan diyordun da?” “Senin yüzünden!” “Benim?” “Yani olayı aktarış biçimin yüzünden. Bana gelip vampir gördüm dedin, soyadlarını söylemedin. Eve girerken soyadlarını okuyabilsem işler başka türlü olurdu. Sen de soyadlarını söylemedin bana…” “Varkolak? Varkolaklar? Ne yani soyadından mı anladın vampir olduklarını?” “Bu soyadı değil Engin. Bir tür aile adı gibi görünse de aslında lakap. Bulgarca’da vampire takılan isimlerden biri. Dmitri daha yaşarken ona bu lakabı taktılar. Varkolak Dmitar Voyvoda!” Muzaffer bunu söyledikten sonra iç cebinden çıkardığı eski fotoğrafı Engin’e uzattı: “Şu ortadan üçüncüyü saçsız sakalsız düşün…” Engin fotoğrafı eline alıp apartmanın girişindeki soluk ışıkta resmi seçmeye çalıştı. Muzaffer’in bahsettiği adama baktığında ilk ne demek istediğini anlayamadı, ancak sonradan Dmitri’yi bu eski fotoğrafta görerek korkuyla ürperdi. “Muzaffer abi… Kendi türlerini soyadı olarak yazmaları garip değil mi?” “Herhalde Edirne’de o ismi artık hatırlayan kimsenin olmadığını düşündüler. İyi ki de yaptılar.” Kafasına bir-iki kere sertçe vurdu: “Bahtıma tüküreyim! Benim kurguladığım şeylerden daha korkuncuna çattık Engin! Daha da kötüsü artık 32
benim de peşimdeler. Biz bittik! Artık Buçuktepe’den öte köy yok bizim için. Tabi cesetlerimiz bulunabilirse…” “Seninle ne alakası var?” “Benim gerçek cadıcı olduğumu biliyorlar.” “Nasıl yani? Sen gerçekten… Cadıcı mısın abi? Hani o eski Osmanlı şeylerindeki gibi?” Muzaffer üstünü başını gösterdi: “Bunları sadece koleksiyonculuğumun, yazarlığımın bir sonucu mu elde ettim sence?” “Dmitri’yi araştırırken senin hikâyelerini çok kurcaladım abi. Makalelerini de okudum. Cadıcılığın tarihe karıştığını yazmıştın.” “Bir tür batıl inanç zannediyordum şu geceye kadar.” “Cadıcılar ocaklı,” diye yazmıştın. “Babadan oğula geçiyormuş yani. Eğer öyleyse…” “Aile arasında bir tür batıl inanç sanıyordum. Türkiye’ye gelmeden evvel Kırcaali’deyken rahmetli dedemden el almıştım. Bu palto dedemin üzerindeydi, odasının camları örtülüydü. Babamla amcam da vardı. Bakırdan paşa mangalı vardı aramızda, sönüktü ama biraz ısı yayıyordu hala hatırlarım. Sağ elimi iki eliyle sımsıkı tutup bir sürü dua okudu rahmetli. Türkçe tekerlemeler, bir-iki Bulgarca lakırdı… Sonra bu cadıcı manyağını ya da paltoyu çıkarıp bana giydirdi. Odadakilerin tek tek elini öptüm. Sonra dedem yeşil ipekten bir mendile biraz kül ve kömür parçası aldı ocaktan, düğüm üstüne düğüm attı. Bir ipe sarıp muska misali boynuma taktı. “Ocağımız sende tütecek” dedi. Çocuktum, hiçbir şey anlamıyordum. Sonra babam pek kafama takmamam gerektiğini, saygıdan böyle bir şey yaptıklarını, kimseye anlatmamamı tembihledi. Cadıcıları araştırmaya başladım. Bu eşyaların çoğunu sakladım, başkalarını da buldum. Topladığım bilgileri, söylenceleri öyküleştirdim. Gerçek olacağını bilemezdim çünkü masaldı. Balkanları boydan boya dolaştım. Karpat dağlarına, haritalara geçmemiş Sırp köylerine, Arnavut dağ köylerine, Bulgaristan ormanlarına gittim, kırk türlü yer gezdim, hikâyeler derledim. Hiç hakiki bir vampirle karşılaşmadım. Bu geceye kadar. Aslında daha erken anlayabilirdim onların vampirliğini. Ama belki de iyi oldu. Oradan sağ çıkamayabilirdik.” “Aynaya falan bakarak mı? Sahi kutsal su nasıl zarar vermedi onlara?”
“ Kutsanmış su falan değildi. Ben seni psikolojik açıdan sakinleştirmek için yalan söyledim. İyi de oldu. Aslında gerek de yoktu. Bir yerde vampir olup olmadığını anlamak için illa görmen gerekmez. Daha doğrusu bir vampir arıyorsan etraftaki işaretleri iyi okumalısındır.” “Hangi işaretler?” “Apartmandaki çürüme, kapının eskimesi, ışıkların arızalı halleri… Vampirler lanetli varlıklardır. Bulundukları yer lanetlerini taşıyamaz. İnsanlar sıklıkla karabasan yaşar, huzursuz olur. Hayvanlar hep tedirgindir.” “Abi korkum daha da arttı şimdi…” “Emin ol benim duyduğum korku senden daha fazla, daha yakıcı… Evime geldiler. Beni öldüreceklerdi.” “Nasıl ya? Davetsiz?” “Ben Varkolaklar yazısını okumadan önce davet etme gafletinde bulundum. Neyse ki kurtuldum ellerinden. Ama tehlikedeyiz. Hepimiz tehlikedeyiz.” “Polise mi gitsek?” “İnandıramayız. Deli deyip gülüp geçerler haklı olarak.” “Onları yok edemez miyiz?” “Sabahı görebilirsek belki. Ama… Yine de bu dehşetle boy ölçüşebilecek başka bir dehşet biliyorum!” “Başka bir dehşet mi?” Tam o esnada Yaren’le Çağıl’ın merdivenlerden ağır ağır aşağı inmekte olduklarını fark ettiler. Muzaffer fısıldadı: “Bir bahane uydur. Onları başka bir yere gönder. Sen de benimle geleceksin…” Engin, apartman kapısını açan Yaren’le Çağıl’ın yanına seğirtti: “Ya size yukarıda söyleyemedim. Bizim Osman’ın kız arkadaşı gelecekmiş. Rahatsız olurlar şimdi. Siz… Çağıl’a geçsenize? Ben de Muzaffer abiyle bir şey konuşup yanınıza geleceğim…” Çağıl’ın içinde zayıf bir kıpırtı peyda oldu. Yaren: “Peki madem” diyerek anlamsızca kafasını salladı. İkisi sokağın sonuna doğru uzaklaşırken Engin yanına oturduğu Muzaffer’e baktı: “Onu Çağıllara göndermek de hiç işime gelmiyor ya…” “Çağıl’ın aklı şimdi Bulgar kızının hayaliyle doludur boş ver!” Kırmızı Lada gecenin sessizliğini bozarak ilerlerken Engin sordu: “O fotoğraf. O silahlı adamlar kim?” 33
“ Bulgar komitacıları. Yüz sene önce Balkan dağları bunlarla doluydu. Dmitar’dı o zaman deyyusun ismi. Kazanluklu. Hortlamadan önce de sayısız katliama imza attığından kendi milleti bile “zalim” diye anar hala onu. Bulgar köylerinde hala köy basan, çocuk öldüren Dmitar’ın destanları, türküleri bilinir.” “Türkü mü?” Ezgileriyle ve Türkçeleriyle birlikte okudu türküleri Muzaffer: “Dmitar lyo vie zhestar! Dmitar lyo viekruvozhaden! Makhai se ot tuk!” (Dmitar seni zalim! Dmitar seni kana susamış! Defol git buradan!)… Selishtosa izgoreni! Detsa sa bili ubiti! Maĭkite prolivat sŭlzi! Dmitar vinagi gi napravil! (Köyleri yakıldı! Çocuklar öldürüldü! Anneler gözyaşı döktü! Dmitar hep bunları yaptı!) “Eşkıya falan demek ki…” “Köy ağalarından birinin oğluymuş. Sonra çetelere girmiş. Kazanluk ve civar köylere kan kusturmuş. Kanlarına girdiği sayısız çocuk ve kadınla hızla korku salmış.” “Kaç yaşında?” “Çok yaşlı değil. Şimdi göründüğü yaşlardayken ölmüş. Komitacıların çetelerin zamanında. Kendi komitası dahi sonradan bunu ortadan kaldırmaya çalışmış. İşret sofrasında eceliyle gebermiş köpek 1880’lerde. “Neden bu kadar güçlü?” “O aslında azap çekiyor. Cehennemlik. Isırılmadan dönüşenlerden. Günahlarının çokluğundan toprak kabul etmemiş. Kız kardeşi olduğuna ve yanında silahla dolaştığına dair türkülere denk gelmiştim. Doğruymuş demek. Bunca sene onun yardımıyla cadıcı kazığından postu kurtarmış. Ama asıl kudreti olduğu şey. O ısırılarak dönüştürülen bir hortlağa göre daha kuvvetli… “Peki biz şimdi nereye gidiyoruz.” “Onunla başa çıkabileceğini düşündüğüm birinden yardım almak için. Kırklareli’ne gidiyoruz şu an. Çukurpınar-Dupnisa mıntıkasına. Istrancalar köyü yakınlarında bir yere.” “Kırklareli ne alaka?” “Onu öldürmek istemiyor musun?” DEVAM EDECEK
Vagabond adlı mangada yer alıyor.
“VAGABOND”
Japonya dışında dünya genelinde de tanılan ve dünya çapında seksen milyondan fazla satan Vagabond, birçok ödüle de ev sahipliği yapıyor. 2000 yılında “Japonya Medya Festivali”nde en iyi manga ödülü, 24. Kodansha manga ödülü ve 2002 yılında kazandığı Osamu Tezuka Kültür Ödülü’nün sahibi. 2002 yılından beri yabancı dergilerde de yayınlanan Vagabond’un birçok ülkeden ödülü ve adaylığı bulunuyor.
Manga İnceleme: Olca KARASOY
Vagabond, belki de görebileceğiniz “hala animeye uyarlanmamış olan” en ünlü seri olabilir. 1998 yılından bu yana yayında ve yayınlanmaya devam ediyor. Anime serisinden ziyade iyi bir manga arıyorsanız Vagabond’un göz atmanız gereken bir eser olduğunu düşünüyorum. Hele ki içerdiği çıplaklık ve şiddetten rahatsız olmuyorsanız ve türden de hoşlanıyorsanız en iyileriniz arasına girme ihtimali yüksek. ordusu adeta perişan edilir. Takezou ve Honiden ise hayatta kalmayı başarır fakat yolları ayrılır. Takezou hala hayatta olduklarını haber vermek için köyüne döner fakat ortada bir yanlışlık vardır. Ahali kızgındır ve Takezou’u Honiden’İn ölümü ile suçlamaktadır. Katil damgası yiyen Takezou köylüler tarafından zapt edilerek ağaca asılır ve ölüme terk edilir. Tesadüf eseri bir kesiş ağaca bağlanmış şeytanın çocuğuna acır ve onu kurtararak Takezou’a yeni bir isim bahşeder: Miyamoto Musashi. Manga serileri okuyanları tarafından gerekli ilgiyi görünce er ya da geç mutlaka animeye uyarlanır. Uyarlamanın gerçekleşmesi için manganın bitmesi de beklenmez. Gerekirse bir seri iki kere bile (Fullmetal Alchemist) animeye uyarlanabilir. Elbette mangaların bitmeden uyarlanmasının en büyük sebebi en düzenli çıkanının bile haftada sadece 15 – 20 sayfa arası çıkması. Durum böyle olunca beklemek bir hayli zaman alıyor. Sadece popüler olan veya en azından belirli bir seviyeye ulaşan mangalar, anime olarak ekrandaki yerini alır. Peki, popüler olduğu halde hala çıkmayanlar? Bu tarz mangalar yok mu? Yahu falan mangası bile animeye uyarlandı da bu mangadan niye haber yok demediniz mi hiç? İşte bunlardan bir tanesi Vagabond. Oldukça büyük bir kitlesi olan ve en sevilen manga serilerinden birisi olan Vaga34
bond’un henüz anime ile ilgili bir planı yokmuş gibi görünüyor. Takehiko Inoue tarafından yaratılan eser 1998 yılından beri yayınlanmaya devam ediyor. 1967 doğumlu Inoue’nin bir diğer eseri de çoktan animeye uyarlanmış olan ünlü Slam Dunk serisi. Vagabond’ta olaylar 16. Yüzyıl Japonya’sında geçiyor ve Shimen Takezou adındaki genç, vahşi ve yetenekli bir kılıç ustasıdır. Lakin bu vahşiliği ve agresifliği yeteneğinin önüne geçmiştir ve “Şeytanın Çocuğu” lakabını alan 17 yaşındaki Takezou, köyünün baskısından dolayı arkadaşı Matahachi Honiden ile köyden ayrılmak zorunda kalır. İkili Toyotomi’nin ordusuna katılır. Amaçları elbette şan ve şöhrettir fakat Sekigahara Savaşı’nda Tokugawa Klanı tarafında Toyotomi’nin
Vagabond’da Shimen Takezou olarak başlayan macerada bizlere en ünlü samuraylardan birisi olarak kabul edilen Miyamoto Musashi’nin hikayesi anlatılıyor. Daha doğrusu hikayelerinden birisi diyelim çünkü bilindiği üzere hem animelerde hem de mangalarda konusunu veya karakterlerini tarihten alan eserlere bolca kurgu da ekleniyor. Vagabond’a geri dönecek olursak; bahsi geçen manga “seinen” yani genç erkeklere yönelik olarak lanse edilse de, içerdiği cinsellik ve şiddet bakımından bu kategoriye girip girmediği tartışılır. Kimi zaman diyaloglar fazla uzasa da barındırdığı dövüş sahneleri gerek şiddeti gerekse estetik açıdan görmeye değerler. Elbette Miyamoto gibi tarihi bir karakter olunca o dönem yaşamış başka karakterleri de ister istemez görüyoruz. Örneğin Miyamoto’nun en büyük rakibi olarak gösterilen sağır samuray Sasaki Kojiro da 35
“Maç Sayısı” Woody Allen
Film İnceleme: İlker Yavuz Filmin girişinde, bir tenis sahasının ortasındaki ağ üzerinde sahanın bir o tarafına bir bu tarafına ağır çekimde giden topu izlerken, sonradan filmin kahramanı olduğunu öğreneceğimiz Chris Wilton’ın sesinden “İyi olacağıma şanslı olmayı tercih ederim. Bir tenis maçında topun ağın üzerine çarpıp sektiği zamanlar olur, saniyeden daha az bir süre içinde ileri ya da geri düşmeye karar verir. Kazanmayı veya kaybetmeyi şans belirler,” dediğini duyarız. Bu, aynı zamanda Allen’ın fimin öyküsünü üzerine kuracağı zemindir.
1935 doğumlu kendine has bağımsız sinemacı Woody Allen’ın yönettiği 41. film olan Maç Sayısı, genelde kamerasını Manhattan’da kurup şehrin entelektüel çevrelerine odaklayan yönetmenin yeni bir döneminin (Avrupa Dönemi?) ilk filmi olmuştu. Allen bu kez Londra’yı mesken edinmiş, alışık olduğumuzun aksine filmin jeneriklerinde ve akış içinde caz parçaları yerine opera aryaları kullanmış (sahi, bütün İngilizler opera mı dinler?) ve sıkı bir “film noir” örneği sunmuştu. Değişmeyen şey ise Allen’ın kenti kullanmadaki, neredeyse onu karakterlerinden biri haline getirmedeki ustalığıydı. (Bunda görüntü yönetmeni Remi Adefarasin’in kusursuz çalışmasının da payı büyük.) 36
Chris, Londra’ya yeni taşınmış eski bir tenis oyuncusudur. Tenisde en tepeye tırmanmaya yetecek yeteneği olmadığını kabul etmiş ve zengin üyelerine hizmet veren bir klüpte tenis eğitmenliğine başlamıştır. Kendini geliştirmeye çok önem verir; Dostoyevski okur (Suç ve Ceza!), müzik ve plastik sanatlar alanlarından bilgisini arttırmaya çabalar. Tom Hewett adında zengin bir aileye mensup öğrencisiyle ilk tanıştıkları gün samimi olup, ertesi akşam için ailesiyle gidecekleri operaya davet alır. Tanıştıkları anda Chris’ten hoşlanan Tom’un kızkardeşi Chloe’nin de bastırmasıyla haftasonu için de ailenin kırdaki malikanesine davet edilir. Chloe’nin ilgisine kaşlık veren Chris, oyununu çok dikkatli oynar (konsere gitmeyi, biletleri kendisi alması şartıyla kabul eder). Malikanede görür görmez etkilendiği Amerikalı Nola Rice’ın da çekimine kapılsa da akabinde kadının Tom’un nişanlısı olduğunu öğrenir. Oyuncu olmaya çalışan Nola’yı aile, özellikle de oğlan anası Eleanor, altı aylık birlikteliklerine rağmen içine sindirememiştir. Baba Alec ise -çocuklarının isteği yerine geldiği sürece- sınıflararası geçişler konusunda daha hoşgörülüdür.
gün tesadüfen karşılaştıkları Nola, Chris’e “eğer eline yüzüne bulaştırmazsa kendisi için çok iyi bir şey yaptığını” söyler. Eline yüzüne bulaştırmak için yapabileceği yegane şey Nola’nın peşine düşmektir. Kır evinde bir başka haftasonu ise canı sıkkın ve sarhoş Nola bu kez Chris’e karşı koyamaz ve sinema tarihinin ender çıplaklık içermeyen fakat en tutkulu sevişme sahnelerinden birine tanık oluruz. Sonrasında ise Nola ilişkiyi devam ettirmek istemez. Tutkuyu ve ayakları yere basan bir ilişki onun için farklı şeylerdir ve ona göre Chris ile onun birlikte bir geleceği yoktur. Çok geçmeden Chloe ve Chris evlenirler ve lüks bir eve taşınırlar (baba gerçekten çok cömerttir). Tom ise görünüşte annesinin etkisiyle ama aslında bir başkasına aşık olduğundan Nola’dan ayrılır ve hamile kalan diğer sevgilisiyle evlenir. Nola’nın şansı yaver gitmemiştir…
terleri aracılığıyla sorarken sonlara doğru kara film türünün en iyi örnekleriyle yarışır bir şekilde gerilimi üst düzeye taşımayı da başarıyor. Mekan olarak sınıflı toplumun en net örneklerinden İngiltere’yi seçiminin hakkını ise fazlasıyla veriyor.
Hamile kalmaya çalışan ama bir türlü başaramayan Chloe, Chris’le sevişmelerini sıkıcı bir proje haline getirmiştir. Karısıyla buluşmaya gittiği müzede tesadüfen – Amerika’dan tekrar Londra’ya dönmüş olan- Nola’yla karşılaşan Chris bir kez daha beraber olmayı teklif eder ve bu iki benzer insan bir araya gelirler. Onca çabaya karşın eşini hamile bırakamayan Chris, korunmadan seviştikleri tek seferde Nola’yı hamile bırakır (kaderin cilvesi). Artık bir karar verme zamanı gelmiştir. Elindekilere sahip çıkmak mı yoksa tutkularının peşinde gidip her şeyi riske atmak mı? Film, bu soruları çok iyi yazılmış karak-
Chris ve Chloe’nin ilişkisi hızla ilerler. Hewett ailesi de, bu kendini geliştirmeye istekli, mücadeleci ve hırslı genci benimser; Chloe’nin babasından ricasıyla Chris, aile şirketlerinden birinde işe girer (görünürde böyle şeyler “eski kafalı” Chris’i bozar ama bu iyiliğe karşı da boynu kıldan incedir, biraz da bu yüzden ona bir şeyler vermeyi istemek daha kolaydır). Bir 37
Maç sayısının oyuncu kadrosunda yer alan 1977 Dublin doğumlu Jonathan Rhys Meyers, hesapçı, hakkı olduğuna inandığı şeylere ulaşmak için her yolu mübah gören, açgözlü Chris rolünde kariyerinin en iyi performanslarından biri sunmuş. Konfor seven, hazcı ama özünde iyi zengin delikanlı Tom Hewett rolündeki Matthew Goode da çok nüanslı bir oyunculuk sunuyor. Filmin diğer İngiliz oyuncularından emektar Brian Cox ve tek Amerikalı’sı Scarlett Johansson da çok iyiler ancak filmin asıl sürprizi, 1971 doğumlu Emily Mortimer. İlk bakışta o da ince, tatlı, zarif ama aslında ailesi sayesinde istediği her şeyi elde etmiş ve yaşamındaki insan da elde edilecek herhangi bir nesneden farklı değil onun için. Böyle bir karakteri perdeye bu kadar başarıyla taşımak her oyuncunun harcı değil ve Mortimer gerçekten eşsiz bir oyunculuk gösterisi sunuyor izleyiciye bence.
36. İstanbul Film Festivali İzlenimleri Yazan: Hasan Nadir DERİN
Yıllardır bu satırlarda temel olarak Ankara’daki film festivalleri ile ilgili izlenimler okudunuz. Zaman zaman Antalya, Adana ve hatta Berlin de işin içine girdi. Ancak Ankara’daki festivallerle çok yakın tarihlerde olunca, Ankara’da ikamet eden bir sinema yazarı olarak İstanbul Film Festivali’nde çok az gitmiştim. Hiçbiri de izlenim yazabilecek kadar kapsamlı değildi. Aslında bu yıl da festivali sadece 4 gün takip edebildim ama izlediğim film sayısı az değildi. O halde bu filmlerle ilgili 3-5 kelam etmek mümkün.
8 Nisan 2017 Cumartesi: 12:30 – Ankara dışındaki her festivale gittiğimde kendi kendime, otele yerleşir yerleşmez filme gitme, biraz dinlen diyorum ama bu sözümü de her defasında unutuyorum. Bu seans için seçtiğim Félicité, temposu biraz yavaş olsa da aslında çok zor bir film değildi. Ama ağır tempo, yol yorgunluğu ile birleşince filmin içine bir türlü giremedim. Filmin ana karakteri bir şarkıcı olunca, müzik de filmde önemli bir yer tutuyordu. O müziklerin tarzı da bana fazla hitap etmeyince işim daha da zordu. Yalan yok, uyukladığım sahneler de oldu. Bu nedenle filme kötü diyecek bir değerlendirme yapamıyorum, sadece bana göre değildi diyerek kısaca konusunu vereyim. Félicité, Senegal’de bir gece kulübünde şarkıcılık yapıyor. Zaten hayatlarını kıt kanaat sürdürürken oğlunun geçirdiği kaza sonrası paraya ihtiyaçları oluyor. Film de bize Félicité’nin bu çabasını anlatırken Senegal’in farklı yüzlerini de gösteriyor. Merak eden denesin derim. 38
16:00 – Yol yorgunluğunu üzerimden atmış olmalıydım ama bu kez sırada Mayınlı Bölge bölümünde yer alan ve bu bölümde yer almayı sonuna kadar hak eden bir film vardı: Kékszakállú (nedense filme Türkçe bir isim verilmemiş, halbuki kaynaklarda İngilizce adı Bluebeard olarak geçiyor, Mavi Sakal denebilirmiş). Filmde kelimenin tam anlamıyla bu bölgedeki mayına basmış gibi hissettim kendimi. Festival kataloğundan alıntı yapıyorum: “Kékszakállú, üst-orta sınıftan genç kızların büyüme sancılarını soyut ve yaratıcı bir üslupla takip ediyor.” Filmin üst-orta sınıftan genç kızları bizlere gösterdiği doğrudur da çok açıkça itiraf ediyorum, bu kızları çeşitli hallerde izlerken filmin ne anlattığı ya da anlatmak istediği konusunda hiçbir fikrim yok. Film hakkında söyleyebileceğim tek şey, iki görüntü yönetmeninin gerçekten iyi bir iş çıkardığı. Hemen her sahne tek başına başarılı sahneler ama toplamda bir bütüne varmıyor. Yine de Venedik’te Fipresci ödülü alan bir filmden bahsettiğimizi de unutmayalım. Elbet sevenler de çıkacaktır.
19:00 – Sıradaki filmin ana kahramanları yine ergenlik dönemindeki gençlerdi. Ama bu kez karşımızda çok rahat izlenen, akıp giden bir film vardı. Türkçe adı da çok güzel seçilmiş olan Gençlik Başımda Duman (Heartstone), İzlanda’dan gelen bir filmdi ama ergenlerin belki de tüm dünyada ortak olan sorunlarını çok güzel anlatıyordu. Elbette kültürlerden gelen kimi farklılıklar vardı ama örneğin Thor’un kızlara açılmakta utangaç davranması, kendisinden biraz daha büyük olan ablalarının onun yeni yeni uyanan cinsel duyguları ile dalga geçmeleri, onun en yakın arkadaşı olan Kristján’ın, ailesinin ve çevresinin baskıları nedeniyle bastırmak zorunda kaldığı duyguları o kadar tanıdıktı ki. Ergenlerin cinsel uyanışlarını ve cinsel kimliklerle ilgili sorunlarını anlatmak zaman zaman bıçak sırtı olabilecek bir konu. Ama yönetmen Guðmundur Arnar Guðmundsson, bu ilk uzun metrajlı filminde dengeli ve incelikli bir anlatım tutturmuş. Ana karakterlerdeki iki oyuncusu yanında kız arkadaşlar ve ablaları da dâhil edersek 6 genç oyuncusu da çok başarılı. Filmin en büyük kusuru ise final bölümünü fazlaca uzatması idi kanımca. Çoğunlukla Kristján’a odaklanan bu bölümde yaşananlar biraz daha derli toplu anlatılabilirmiş.
21:30– Günün son filmi ise Başka Sinema kapsamında gösterime de girecek olan Dalida idi. Filmin ne anlattığını tahmin etmek hiç zor değil elbette. Bir dönemin tüm dünyada çok sevilen şarkıcısı Dalida’nın hayatını anlatıyor. Sadece 54 yıl süren yaşamında pek çok iniş-çıkış ve pek çok drama39
tik olay yaşamış olan Dalida’nın hayatı sinemada anlatılmaya çok uygun. Hatta belki de bir film süresinin yetmeyeceği kadar dolu dolu bir hayat geçirdiği de söylenebilir. Yönetmen Lisa Azuelos’un Dalida’nın hayatını anlatırken bu tip filmlerin klasik şablonundan uzaklaşmadığını söylemek gerek. Sanatçının hayatındaki belli başlı olayları anlatırken çocukluğundan kimi anlarla da paralellikler kuruyor. Elbette söz konusu olan Dalida olunca pek çok güzel şarkı dinleme fırsatımız da oluyor. Dalida’yı çok tanımıyor olsanız bile şarkıların büyük bir kısmını bildiğinizi fark edeceksiniz. Yakın dönemde Pablo Larraín’in Jackie ve Neruda filmleri ile biyografi filmlerinde nasıl numaralar yapılabileceğine şahit olduğumuz için daha fazlasını beklemekten kendimizi alamıyoruz ama bu haliyle de gayet seyre değer bir film. Özellikle Dalida severler için.
9 Nisan 2017 Pazar:
11:00 – Günün ilk filmi Rocky 2 Nerede? (Where Is Rocky II?) idi. Film hakkında hiçbir şey bilmeden izlerseniz, bu isim size meşhur boks filmi serisi Rocky ile ilgili bir belgesel ya da o seriye gönderme yapan bir filmi çağrıştırabilir. İlgisi yok ama merak etmeyin, filmdeki karakterler de İnternet’ten Rocky 2 araması yaptıklarında benzer bir durum yaşıyorlar. Peki Rocky 2 nedir? Bir sanat eseri. Ünlü sanatçı Ed Ruscha, 1979’da sahte bir kaya yapmış ve bunu çölün ortasında gerçek kayaların arasına yerleştirmiş ama kimseye de nerede olduğunu söylememiş. Yani ortada bir sanat eseri var ama kimse bunu görmemiş, ya da kayaların arasında görmüşler belki ama onun gerçek olamayan bir kaya olmadığını fark etmemişler. Filmimizin yönetmeni Pierre Bismuth ise yıllar sonra bu sanat eserini bulmak için bir dedektif tutuyor. Bununla da yetinmiyor, bu arama sürecini senaryo haline getirmesi için iki de yazar tutuyor. Onlar da bu hikâyeden Hollywood işi bir film çıkartıyorlar. Hatta filmin içinde bu hayali filmden
çekilmiş sahneler de buluyoruz. Film içinde film, gerçek içinde kurmaca. Pierre Bismuth’un Eternal Sunshine of the Spotless Mind’ın fikir babalarından biri olduğunu düşünürsek oyuncaklı bir film izliyor olmamız hiç de şaşırtıcı değil. Bir yandan sanat nedir, hiç kimsenin görmediği sanat, sanat mıdır gibi fikirler üzerinde dönüp dururken bir yandan da Hollywood sineması ile eğleniyor. Son derece eğlenceli bir film.
13:30 – Çoğunlukla Güneşli Pazartesiler filmi ile tanınan Fernando León de Aranoa’un belgeseli Politika, Kullanma Kılavuzu (Política, Manual de Instrucciones), İspanya’da ekonomik kriz sonrası ortaya çıkan bir hareketten doğan Podemos partisinin ilk genel kurulunu ve katıldığı ilk seçime hazırlanma sürecini ve sonrasını belgeliyor. Yönetmen kurmaca filmler yapsa da belgeselden de hiç vazgeçmemiş bir isim. Belli ki ülkesinin içinde bulunduğu durumda kendisine de bir görev düştüğünü düşünmüş ve büyük ihtimalle kendisinin de desteklediği bir hareketin ilk yıllarını beyazperdeye taşımak istemiş. Bu tip belgesellere başlarken doğal olarak nelerle karşılaşacağınızı bilemezsiniz. Partinin genel sekreterinin kim olacağını bilemediği için filmin başında tüm adaylara eşit yaklaştığını görüyoruz. Benzer şekilde, yönetmen bu uzun sürecin sonunda seçim sonucunun tam bir hezimet mi olacağını, büyük bir başarı mı olacağını da bilemez elbette. İspanya’daki gelişmeleri takip edenler için sürpriz olmayacaktır ama yönetmenin film boyunca seyirciye seçim sonucu merak ettirmeyi hatta Podemos’un başarılı olmasını umut ettirmeyi başardığını söyleyebiliriz. Filmi izlerken ister istemez ülkemizde de bu tarz bir yeni ve dinamik harekete ihtiyaç olduğunu da düşünmeden edemiyorsunuz. Bu konu bu yazının sınırlarını çok aşar ama böyle bir partinin düşük bir milletvekili sayısı ile de olsa meclise girmesi bir şeylerin değişmesi için umut olabilir.
40
16:00 – Festivallerin en güzel işlevlerinden biri de küçük ekranda defalarca izlemiş olsak da sinemanın klasiklerini beyazperdede izleme fırsatı sunması. İstanbul Film Festivali bu yılki programında, tamamen buna yönelik ayrı bir bölüm oluşturdu. Bu bölümün en önemli filmi de Baba (The Godfather) idi. Bu tarz klasiklerle ilgili çok fazla yorum yapmayı sevmiyorum doğrusu. Filmin ele aldığı temalardan tutun da Marlon Brando’nun oyunculuğuna, filmin görüntü yönetimindeki inceliklerden karakter gelişiminin kurulmasındaki başarıya kadar onlarca konuda sayfalarca yazı yazılabilir, hatta yazılmıştır da. Daha çok bir sinemasever olarak bu filmi beyazperdede izleyebilmenin yarattığı mutluluktan bahsedebiliriz. Üstelik İtalyan Kültür Merkezi gibi tam anlamıyla sinema salonu sayılmayacak bir salonda izlediğimiz halde yaşadık bu mutluluğu. Bu noktada İstanbul Film Festivali’nden önümüzdeki yıllarda bu tarz filmleri daha iyi salonlara almasını istediğimizi de eklemeden geçmeyelim. Ayrıca, Baba’nın geçtiğimiz yıl kaybettiğimiz Mithat Alam’ın anısına, tam da onun doğum gününde gösterildiğini de not olarak düşelim. Gerçekten ince bir hareketti.
19:30 – İşte bir klasik daha: Suspiria. Dario Argento’nun bu müthiş filmini sinemada izlemek de büyük bir keyifti. Aslında bu da İtalyan Kültür Merkezi’nde gösterilecekti ama yaşanan bir sorundan ötürü Atlas Sineması’na alındı. Küçük salonuna alınsa
da neticede daha iyi oldu denebilir. Hatta sinema tanrıları beni kurban etmezse, o stilize görüntüleri beyazperde izlemenin, Goblin’in kulaklarımızı dolduran müziklerini dört bir yandan gelecek şekilde dinlemenin Baba’yı izlemekten daha büyük hazlar verdiğini söyleyebilirim. Filmi izlerken, yakın zamanda sinemalarımıza gelecek yeni çevrimi hakkında endişelerim de arttı. Kamera arkasında Luca Guadagnino gibi sevdiğim bir isim olsa Suspiria çok kendine has bir film. O stilize yanını filmden çekip alırsanız basit bir teen slasher’a dönüşme ihtimali çok yüksek. Ama o göz alıcı görseller de günümüz seyircisi için fazla abartılı gelebilir. Bekleyip göreceğiz bakalım.
21:30 – Marc Webb’i Aşkın 500 Günü ile tanıyıp çok sevmiştik. Daha sonra Örümcek Adam ile büyük bütçeli filmlerin dünyasına girdi ve o büyük bütçenin ve belki de stüdyo baskısının altında ezildi. Bence böyle bir projeyi üstlenmekte erken davranmıştı, birkaç küçük bütçeli ama başarılı filmle daha kendini ispat etmeliydi. Bu anlamda tekrar küçük bütçeli filmlere döndüğü Gifted, merak ettiğim bir yapımdı. Filmin konusunu kısaca özetleyelim. 7 yaşındaki Mary, yaşından beklenmeyecek kadar zor matematik problemlerini çözebilen bir kız. Annesinin intiharı sonrasında dayısı Frank ile beraber yaşıyor. Tüm öğretmenleri ve yakın çevresi Mary’nin özel bir okula gitmesini isterken Frank onun normal bir eğitim görmesi, üstün zekâlı çocukların yaşadığı baskıyı yaşamaması konusunda ısrarcı. Çünkü kız kardeşinin intiharının nedeninin de bu baskı olduğunu düşünüyor. Bu nedenle, bir süre sonra Mary’nin velayeti konusunda annesi ile karşı karşıya geliyorlar. Gifted kötü bir film değil ama hafızalarda iz bırakacak bir film de değil. Korkarım Webb, kendine uygun bir proje bulmadığı takdirde bu tarz filmlerin yönetmeni olarak yoluna devam edecek. Filmin en büyük başarısı ise küçük oyuncu Mckenna Grace’in 41
oyunculuğu. Aşkın 500 Günü’ndeki Chloë Grace Moretz’i düşünürsek belki de Webb’in de çocuk oyunculardan iyi performanslar almak konusunda iyi olduğunu söyleyebiliriz. Gösterime girdiğinde çok büyük beklentilerle izlemezseniz pişman olmazsınız diyelim. 10 Nisan 2017 Pazartesi:
11:00 – Festivaller klasikleri izlemek için bir alan yarattığı gibi bizlere yeni yönetmenleri de tanıtıyor elbette. Bu anlamda festivalin Genç Ustalar bölümü de önemli bir bölüm. Stergios Paschos, 7 kısa metrajlı filminden sonra gelen ilk uzun filmi Aşktan Sonra (Afterlov) ile iki eski aşığın hikâyesini karşımıza getiriyor. Filmin başında sürekli olarak bizimle (seyirciyle) konuşan Nikos, bir süre önce sevgilisi Sofia’dan ayrılmış. Her ne kadar kendisini çok mutlu olduğuna inandırmaya çalışsa da anlıyoruz ki durum hiç de öyle değil. Aslında Nikos’un kafasında hâlâ tek bir soru var, Sofia benden neden ayrıldı? Nikos, bu soruya cevap bulamayınca çözümü eski sevgilisi ile bir vesile ile buluşup onu cevabı alana kadar bir eve hapsetmekte buluyor. Keyifli bir komedi gibi başlayan film giderek daha depresif bir hale dönüyor. Benzer şekilde, başta seyirci olarak bizimle diyaloğa giren film bir süre sonra bizi unutuyor ve klasik pasif seyirci konumuna çekiyor. Yönetmen Paschos, film sonrasındaki söyleşide film içinde türler arası gidip gelmeyi istediği için bunu bilinçli olarak yaptığını söyledi. Ancak bu durum filmin bütünlüğünü bozmuş kanımca. Ayrıca finale doğru ikilinin yakınlaştığı sahneler de çok uzun tutulmuş. Yine yönetmenin söylediğine göre bu sahneler büyük ölçüde doğaçlama imiş ve o da bu sahneleri çok sevdiği için bunlara daha fazla zaman ayırmış ve bazı sahneleri filmden çıkarmış.
13:30 – Berlin’de kaçırdığım Beden ve Ruh (Teströl és Lélekröl) filmini yakalamak İstanbul’a kısmetmiş. Berlin’de Altın Ayı alan filmin hakkını biz de teslim edelim, gerçekten başarılı bir yapım. Film, temelde bir aşk hikâyesini anlatıyor ama sıra dışı karakterler arasında geçen sıra dışı bir aşk hikâyesini. Maria ve Endre karakterlerinin her ikisi de çevreleri ile iletişim kurmakta zorlanan, sosyal ortamlara giremeyen karakterler. Endre biraz da fiziksel engelinden dolayı insanlara yakınlaşmaktan çekinirken, Maria ise neredeyse otistik diyebileceğimiz bir karakter. Her ne kadar bu iki karakter birbirlerine bir çekim hissetseler de yine de yakınlaşamıyorlar. Bir gün çalıştıkları mezbahada yürütülen bir soruşturmada ikisinin de aynı rüyayı gördükleri ortaya çıkana kadar. Adeta “rüyalarda buluşuruz” şeklinde özetlenebilecek bu aşk hikâyesi, tahmin edilebileceği gibi ilk akla gelenden farklı bir yönde ilerliyor. Burada daha fazla detay vermeden vizyona da giren filmi izleyin diyelim. Uzun zamandır film çekmeyen Ildikó Enyedi’nin yönetmenliği ile birlikte özellikle Maria rolünde Alexandra Borbély’nin oyunculuğu da son derece başarılıydı. Bunun yanında, çok kilit bir noktada devreye giren Laura Marling’in What He Wrote şarkısının da o sahneye çok uyduğunu belirtelim.
16:00 – Belli bir süre geçtikten sonra evliliklerin belli bir rutine ve monotonluğa oturduğu, eski heyecanın kalmadığı sık sık söylenir. Aşk Gecesi (Una Noche de Amor) tam da bunu anlatan bir film. Uzunca bir süredir evli olan Leonel ve Paola, ark42
adaşları ile birlikte yemeğe çıkmak üzere çocuklarını büyükanneye bırakırlar. Ancak arkadaşları tam da o gün ayrılınca önlerinde baş başa geçirecekleri bir gece olur. Başlarına gelen bir sürü aksilik, ikiliyi ilişkilerini yeniden gözden geçirmeye sürükler. Bu hikâyeden çok farklı filmler çıkabilir ama karşımızda keyifli bir komedi filmi olduğu için sonucun nereye doğru ilerlediğini rahatça kestirebiliyorsunuz aslında. Bol bol gülüyor, eğleniyor, kimi zaman ilişkiler üzerinde düşünüyorsunuz. Çok önemli bir film değil ama hoşça vakit geçirten filmlerden.
21:30 – Günün son filmi olarak seçtiğim Rock’n Roll uzun zamandır en fazla güldüğüm film oldu. Filmde gerçek yaşamda da birlikte olan Guillaume Canet ve Marion Cotillard kendilerini canlandırıyorlar. Sadece onlar mı? Gilles Lellouche, Yvan Attal ve Ben Foster gibi isimler de öyle. Aslında tam anlamıyla kendilerini oynuyorlar değil de, kendi çeşitlemelerini oynuyorlar demek daha doğru belki de. Senaryoyu yazan ve filmi yöneten Guillaume Canet, kendisiyle ve ilişkileri ile tatlı tatlı dalga geçmeyi bunu yaparken seyirciyi de kahkahaya boğmayı başarmış. Filmdeki Canet, orta yaş bunalımına girmiş bir oyuncu. Artık genç kuşak ona ilgi göstermiyor, yavaş yavaş baba rollerine kaymaya başlamış. Kız arkadaşı Marion Cotillard ise tam da ününün doruğunda. Ünü Fransız sinemasını aşmış, büyük yönetmenlerle çalışıyor, başarılı bir oyuncu olarak kabul görüyor. Bu durum da Canet’nin bunalımını daha ağırlaştırıyor. Kuvvetle muhtemel, filmin bu kısmı gerçek yaşamla epey örtüşüyor. Bundan sonra ufak tefek gençleşme çabalarına girişen Canet, giderek olayı abartıyor. Bu noktada da film gerçeklikle bağlantısını iyice koparıyor. Kanımca buna pek de gerek yoktu. Filmin 3’te 2’lik bölümündeki mizah çok daha sağlamken finale doğru gelen abartı işi farklı bir noktaya taşıyordu. Yine de ilk cümlede yazdığımı tekrarlayayım. Son zamanlarda en fazla güldüğüm film.
11 Nisan 2017 Salı:
11:00 – Festivallerde kimi zaman küçük ama üzerinizde etki bırakan filmlerle karşılaşırsınız. Kanada’dan gelen Cinsler (Weirdos) da bu filmlerden biri. 1976’da geçen film, evlerinden kaçıp yollara düşen iki genci anlatıyor. Aslında gençler amaçsız değiller. Kit, annesinin yanına yerleşmek isterken Alice ise aslında sadece onu annesinin yanına bırakıp geri dönmek niyetinde. Bir de akıllarında ayrılırken ilk ve son sevişmelerini gerçekleştirmek var. Ancak Kit bu fikirden nedense biraz uzak duruyor. Cinsler anlattığı dönemi çok iyi yansıtırken tıpkı Gençlik Başımda Duman gibi ergenlik hallerini de çok güzel anlatan bir film. Andy Warhol bile bir şekilde filme dâhil oluyor. Siyah-beyaz estetiğinin de son derece yakıştığı filmde, gelecekte yolunun açık olduğuna inandığım bir genç de var: Alice rolündeki Julia Sarah Stone. Son derece doğal ve duru bir oyunculuk sergileyen Stone’u ilerde pek çok filmde izleyebiliriz.
lemesinden ibaret değil. Yönetmen ve senaryo yazarı João Pedro Rodrigues, bin bir metafor kullanarak dini temelli bir hikaye kuruyor. Öncelikle karakterinin hikâyesini Aziz Anthony’nin hikâyesi ile paralel hale getiriyor, bununla da yetinmiyor işin içine homo-erotik anlar da katıyor. Bunu yaparken kullandığı göndermeleri anlamlandırmak gerçekten zorlayıcı. Açıkçası bana çok hitap eden bir film olmadı. Festival bittiğinde Ornitolog’un Uluslararası Yarışma’da en iyi film seçildiğini duymak kısa süreli bir şaşkınlık yarattı ama sonra Reha Erdem’in jüri başkanı olduğu aklıma geldi. Erdem, ormanda geçen metaforlarla dolu bir filmi elbette sevecekti.
16:00 – İstanbul programımın son filmi Tereddüt idi. Aslında filmi vizyonda izlemiştim ama 18+ almamak için yönetmen Yeşim Ustaoğlu’nun yaptığı ufak kesintilerle gösterime girdiği için o zamandan beri kesintisiz halini izlemek için fırsat kolluyordum. Festivallerde kesintisiz oynadığı açıklaması yapılmıştı, bu nedenle İstanbul’da bu fırsatı yakalayınca kaçırmak istemedim. Temel olarak filmle ilgili görüşlerim değişmedi. Yönetmen gerçekten filmin anlamını bozmayacak ufak kesintiler yapmış. Ancak prensip olarak 1 saniyelik de olsa kesinti yapılmasına karşı olduğunu yinelemiş olayım. Kesintilerin temel olarak, sevişme sahnelerinde kadın oyuncunun bedenin belli bir bölümünün göründüğü anların çıkarılmasından ibaret olduğunu söyleyebiliriz. Film hakkında daha önce de yazıp çizdiğim için aynı şeyleri uzun uzun tekrarlamayayım. Kısaca usta işi bir film olduğunu söyleyebilirim. Ancak iki kadının hikâyesini anlatan filmde küçük yaşta evlendirilmiş Elmas’ın hikâyesi o kadar güçlü ki Şehnaz’ın hikâyesi onun gerisinde kalıyor. Yine de iyi yazılmış iki karakter var elimizde. Ne yazık ki erkek karakterler o kadar iyi yazılmamış ve belli standart tiplerden kurtulamıyorlar. Ancak sadece terapi sahnesi bile filmi defalarca izlemek için yeterli. Bir kez daha, tüm sahne boyunca nefes bile alamadığımı hissettim. 13:30 – Festivalin Uluslararası Yarışma bölümünde Filmin iki oyuncusu da iyi ama Funda Eryiğit’in yer alan Ornitolog (O Ornitólogo) için İstanbul’a hakkını yemeden, Ecem Uzun’un sinema tarihimize geldiğimden beri karşılaştığım pek çok arkadaşım geçecek kadar iyi bir oyunculuk sergilediğinin altını çok zor film, ne anlattığına karar verememiş, hiç bir kez daha çizeyim. izleyip vakit harcamana gerek yok gibi cümleler Bu filmden sonra İstanbul’a veda edip Ankara kurmuştu. İşte bazen insan, beni zorlayıcı filmlerden yollarına düştüm. Ne de olsa bir hafta kadar sonra hoşlanırım dememeli, arkadaşlarını dinlemeli. Filmin Ankara Film Festivali başlayacaktı. O da bir sonraki ana karakteri adında da belirtildiği gibi bir ornitolog sayıya artık. yani kuş gözlemcisi olan Fernando. Ama elbette tahmin edebileceğiniz gibi film onun kuşları gözlem43
44