Gölge Fanzin 13

Page 1

Sayı

13

Yaz

12

GÖLGE

Eleştiri ■ Makale ■ Röportaj ■ Portfolyo ■ Deneme 1


editörden

-Sicut erat in principio-

Gölge, mizanpajı yenilenerek, bambaşka bir çehreye büründü. Biçimsel değişimimizin birkaç sayı sonrasında tamamen oturacağını öngörüyoruz. Gelişen süreçte eleştirilerinizin bize önemli katkıları olacaktır. Bundan ötürü de fikir ve görüşlerinizi bizlerle sakınmadan paylaşmanızı diliyoruz… Bekliyoruz... Böylesi bir değişime soyunmazdan evvel bizlere tasarımımız hakkında halihazırda düşüncelerini iletmiş okuyucularımıza da gösterdikleri ilgiden ötürü teşekkür ediyoruz. Bir önceki sayıda sizlerden gelen portfolyolara yer vermeği hedeflediğimizi duyurmuştuk. Bu doğrultuda Gölge’nin bu sayısında Engin Güneysu, Gloriann Liu, Sevra Nihal Ünal ve Nurcan Volkan’ın portfolyolarını bulacaksınız. Gelecek sayılarda artacağını düşündüğümüz katılımlarla daha çok sayıda portfolyoya fotoğraf severlerle paylaşmayı istiyoruz. Amacımızsa çok açık, sosyo-belgesel niteliği taşıyan fotoğraf projelerinin en iddialı sunum mecrası olmayı hedefliyoruz. Dünya’da ve Türkiye’de yapılan fotoğraf faaliyetleriyle ilgili 2 aylık periyodları kapsayan haber bülteni fikrimizse şimdilik dondurulmuş durumda. Açık çağrılarımıza rağmen, bu konuda bize katkıda bulunacak gönüllülere belli ki ulaşamadık. Bundan dolayıda çağrımızı tekrardan yineliyelim. Umuyoruz ki her yeni sayısıyla, çıtasını yükseltmeyi hedeflediğimiz Gölge, bu sayısıyla da sizleri heyecanlandırır ve ilham verir. Görüşmek üzere…

2


2 7 18 26 43 50 53 59

“Gölge”, fanatik bir dergidir. Üç ayda bir yayımlanır. Fotokopi yolu ile çoğaltılabilir. Yayınlanan yazı, görüş ve görsellerin sorumluluğu ve telif hakları sahiplerine aittir. Yayın Kurulu, Gölge Fanzin’e gönderilen yazıları yayımlayıp yayımlamamakta serbesttir. Tasarım: Istırap İçindeki Kurbağa Kapak Fotoğrafı: Şafak Taner

İletişim: www.golge-fanzin.com site@golge-fanzin.com facebook.com/golgefanzin twitter.com/#!/golgefanzin

3


editörden geri/ye/de kalan J. baudrillard röportajlar dünyadan kitap albüm portfolyolar 4


"Hergün, Fotografçıların birçok işi, onayları alınmadan kullanılmaktadır." 5


6

Fransız, Profesyonel Fotografçı Telif Hakları kuruluşunun (UPP) ilanı..


GERİ/YE/DE KALAN Bölüm 1: “Çok Tanrılı Dönem”

FOTOĞRAFLAR ŞAFAK TANER ELEŞTİRİ ISTIRAPİÇİNDEKİKURBAĞA 7


Fotografçı Şafak Taner, ilk kişisel sergisi GERİ/YE/DE KALAN’ın açılışını, Maçka'daki G-Art Sanat Galerisinde, 10 Nisan 2012 tarihinde gerçekleştirdi. Öncelikle, G-Art Sanat Galerisi’ne biraz değineyim. G-Art, Küçükçiftlik Parkı’nın hemen yanında yer alan G-Mall’ın içinde yer alıyor. Konum olarak fotoğraf severlerin pek te ayaklarının alışık olmadığı galeri, mekân olarak pek büyük olmamakla birlikte, ufak çaplı bir sergileme için uygun standartta… Bu noktada dikkat edilmesi gereken tek husus, işi sergilenecek sanatçıların eserlerini mekânın koşullarına uygun bir mantıkta hazırlaması ki, zaten bu da bir serginin olmazsa olmazlarından biri… Galeriden sorumlu Bahar Hanım, gayet ilgili ve yardımseverdi. Şimdi bunun sergi ile ne alakası var diyenleriniz elbette olacaktır. Durumu basitçe özetleyecek olursam. İstanbul’daki birçok galeriyi ziyarete gittiğimde, suratsız, donuk ve zaruriyetten bu işi yapıyormuşçasına tabiata sahip galeri sorumluları yüzünden çoğu zaman rahatsız bir atmosferin içerisinde kendimi buluyorum. Sonuçta serginin tadı kaçıyor. Mutlaka hatırlayanlar olacaktır. Daha önce de Kamil Fırat bu galeri’de “GÜNEBAKAN ART/A/KALAN” ve “Taş Yüzler” isimli fotoğraf sergilerini açmıştı. Kamil Fırat’ın sergisi vesilesiyle galerinin duvarları griye boyanmış. Ardından da galeri bu rengi kullanmayı sürdürmüş. Özellikle siyah-beyaz fotoğrafların sergilenmesi açısından da çok isabetli bir karar vermişler. 15 adet metrelik renkli ve siyah-beyaz baskıdan oluşan serginin baskı kalitesi, oldukça başarılıydı. Aldığım istihbaratlara göre fotoğraflar, Cevizli Görsel Tasarım’da bastırılmış. Bana baskı yaptırmak için referans soranlara artık gözüm kapalı olarak bu firmayı tavsiye ediyorum. Maliyeti yüksek olsa da, malum “ucuz etin yahnisi yenmez”. Hakkını vererek sergi baskısı yaptırmak isteyenlerin alacakları sonuçtan oldukça memnun olacaklarını garanti ederim. Sergide yer alan kimi fotoğraflarda paspartu boşluklarına yer verilip kiminde bunun tercih edilmemiş olması rahatsız ediciydi. Serginin bütünlüğü açısından bir örnek olması seyircinin seyri ve kavrayışı açısından muhakkak daha iyi olurdu. Fotoğrafların kendilerine has gerçeküstü bir zaman ve içeriğe sahip olmakla birlikte, görsellerin hiçbirinde kendi tabiatları dışında dijital maniplasyona yer verilmemiş olması, Kamil Fırat’ın tabiriyle fotoğrafçının “sayısal müdehaleyle karamela şekerinden lolipop fotoğraflar” üretme tuzağına düşmesini engellemişti. Mevcut müdahaleler ise fotoğrafçının sanatsal yaklaşımının, siyah-beyaz karanlık-oda müdahalelerinin paralelinde uygulanmıştı. Tek kelimeyle “başarılı”ydı. Serginin tamamını göz önünde bulundurduğunuzda, maalesef fotoğrafların bazıları siklet dışıydı. Bunun somutlamak için örnek vermek gerekirse; “Köpek ve Yavru”, “Kurbağa Prens” gibi… “Beyaz İşaret ve Ayak” isimli fotoğrafın merdiven altında bulunan mini ofisin duvarına konuşlandırılması da gözüme batan ve hakkında olumsuz düşündüğüm bir tercih olmuştu. Şafak Taner’in sergisi, Günaydın’da, Bülent Cankurt’un magazin haberine konu olmuştu. Habere göre Servet Hanım'ı, kızı Naciye Koçak'ın Nejat Türkmen'le 1988'deki düğünü için son hazırlıklarını yaparken görüntülendiği fotoğrafın GERİ/YE/DE KALAN sergisinde yer aldığını duyan gelini, soluğu G-Mall'daki Galeri G-Art'da almış. Kayınvalidesine 'Anneler Günü hediyesi' olarak, 12 bin lira ödeyip, fotoğrafı satın almış. Bak! Bu da GERİ/YE/DE KALAN sergisinden geriye kalan ilginç bir not oldu. 8


Fotoğrafçı Şafak Taner, sergisinin kurgusunda, ayrıca performans niteliği taşıyan interakif bir yansıtım tekniği kullanmıştı. Bu tekniğin özünde bir karanlık oda ekipmanı olan aprandizörün çalışma prensibi ve tabula rasa düşüncesi yer alıyordu. Şafak Taner’in sıradanlaşamaya başlayan olay ve nesnelerin aslında ne kadar destansı anlar olduğunu ancak kayıt ettikten belli bir zaman sonra farkedebileceğimizi ortaya koyan fotograflarında; doğum, aşk, özgürlük ve ölüm arasına sıkışmış sıradan mekân ve kişilerin devasa ve kahramanlaşan anları ölümsüzleştirilmişti. Sergiyle ilgili yazıma nihayetlendirirken, son sözü fotoğrafçı Şafak Taner’e bırakıyorum. " Tuttuğum günlükleri birkaç zaman sonra geri dönüp okumaya çalıştığımda, el yazımın çirkinliğinden hiçbir kelimeyi çözümleyemediğimi farkettim ve o an fotografla kendi tarihimi kaydetmenin en doğru yol olduğuna karar verdim" “Hayatının kaydını tutmayan insan tabula rasa gibidir; en büyük günahı bile işlese, özünde bomboş beyaz bir kâğıda benzer ama her beyaz, saflığın simgesi olamaz”

9


10


NE MUTLU SANA BÜYÜK USTA! YILDIRIM TÜRKER yildirim.turker@radikal.com.tr 15/07/2012

"Aralarında bilmediğimiz tuhaf bir kültün inancıyla bağlantılı gizli anlaşma mı var? Bilmediğimiz hangi zaferin nişanesi oluyor ölü Yunus'un bakışları."

Kendi sözü kuvvetli fotoğraflardan biri… Susmak bilmiyor. Altına ‘yazısız’ yazıp size yollasam uzun uzun okursunuz. İyisi mi ben size bu fotoğrafın arkasında olanları anlatayım. Van AKP İl Kongresi, Başbakan’ı ağırlamış. Hem de depremde ağır hasar gören Van İl Stadı’nda. İzleyiciler saha içine oturtulmuş ve sıkça ‘Tribünlere çıkmayın’ anonslarıyla uyarılmış. Doğaldır. İnkârsız iktidar, ibişsiz bahtiyar olmaz. AKP Van İl Başkanı yaptığı açıklamada “Stadın hasarlı olduğunu biliyoruz ancak tribünleri kullanmıyoruz, zemini kullanıyoruz” diyesi olmuş. Depremin üzerinden dokuz ay geçmiş, şimdi vaveylayla kongresini eda eden hükümet partisi, bu süre içinde stadı ve daha birçok yaşam alanını onarmamış, bir de yandaşlarını toplu Rus ruletine çağırıyor. Bu durum, işte bu fotoğrafın çerçevesidir. Kendisine gelince... Karşısındaki cömert beyefendiyi çıkaramadım. Önemli biri besbelli… Yüzünde gurur ve şükran karışımı bir gülümseme, pehlivan duruşuna yakışır bir ifadeyle Başbakan’a armağanını sunuyor. Fotoğraf, depremin simgesine dönüşmüş olan 13 yaşındaki Yunus Geray’ın o yakamıza yapışan 11


bakışları. Altın varaklı bir çerçeveye de pek yakışmış. Sanki bir Goya tablosuymuş gibi duruyor sahiden. Başbakan, yüzünde açıkça kibirli ama güneş vurduğundan mıdır bilinmez, gizli zalim bir ifadeyle tabloyu devralıyor. Müzik yükseliyor. Bu vahşet tiyatrosuna rahmet okutacak sahne büyük ihtimalle alkışlarla taçlanıyor. Önce mi yoksa sonra mı verildi bilemiyorum ama Başbakan o sahnede yaptığı konuşmada, “Van depremiyle terör örgütünün, BDP’nin, BDP’li belediyelerin maskesi bir kez daha yere düşmüştür. Bunlar sadece ve sadece kan ticareti yaparlar, can ticareti yaparlar” buyurmuş. Bu beyler gerçekten pek az düşünmeye fırsat bulabiliyorlar besbelli. Elindeki fotoğrafa bakıp bir düşünse keşke. Yunus’un o bakışları, ‘Son bakış’ diye sunulmuştu. Enkazdan sağ olarak çıkarılan Yunus, müdahalenin gecikmesi sonucu aramızdan uçup gitmişti. O bakışı bir küfür gibi ardında bırakarak. Bir kafa, o fotoğrafı varaklı çerçevelere oturtmayı düşünüyor. Başbakan’a hediye olsun diye. Şükran armağanı. Depremde ranta ve ilgisizliğe kurban gitmiş bir çocuğun fotoğrafını. Ölü çocuk resmini alan da alametifarikası olan kibirle gülümsüyor. Acaba aralarında bilmediğimiz tuhaf bir kültün inancıyla bağlantılı bir gizli anlaşma mı var? Bizim bilmediğimiz hangi zaferin nişanesi oluyor ölü Yunus’un bakışları. Onları mutlu eden nedir? Yunus’un son anına yetişip fotoğraflarını çekebilmiş olmak mı? Kaldı ki o da bir fotomuhabirinin başarısı. Pekiyi, ey pazar günü okuru, sence bu fotoğrafta bütün sınırları zorlayan bir tuhaflık yok mu? Kime danışsak da yaptırsak bu resmin okumasını? Psiko-patoloji uzmanları elimizden tutmaz mı? Nörologlar, sosyologlar, siyasetbilimciler, el aman! Aklımızı korumak zorundayız.

12


“İnci Küpeli Kız” facebook profili için otoportre çekmenin en iyi yöntemin bir ayna olduğunu fikrini uzun süre önce düşünmüş olmalı ve sonunda suçlunun kim olduğunu biliyoruz!

13


14


OBAMA İLE ÖLÜM YILDIZI'NIN* ORTAK NOKTASI! Neylan Bağcıoğlu Karaköy Galeri Mana'da sergi açan Tayrn Simon, Obama ve Castro portrelerinden ziyade girilmesi imkânsız yerlerde çektiği fotoğraflarla tanınıyor. Simon "Güç ve beraberinde getirdiği hassas noktalar ilginç geliyor" diyor.

Taryn Simon. 37 yaşında, doğma büyüme New Yorklu. Fotoğraf makinesini elinde tutabildiği günden beri fotoğraf çekiyor. Taryn Simon. 37 yaşında, doğma büyüme New Yorklu. Fotoğraf makinesini elinde tutabildiği günden beri fotoğraf çekiyor. Babası ve büyükbabası da fotoğrafçı… Barack Obama , Beşşar Esad , Fidel Castro , Mahmud Abbas gibi dünya liderlerinin portrelerini de çekmiş olmasına rağmen, esas ünü gizli/saklı, bilinmeyen, hatta imkânsız denilen şeyleri fotoğraflama becerisine dayanıyor. Belki ‘Yıldız Savaşları’ müptelalarını kızdıracak bir yorum olacak ama Death Star (Ölüm Yıldızı), Taryn Simon’ın fotoğrafladığı en ilginç şey bile değil. Sanatçı, Klu Klux Klan ofisinden Scientology Kilisesi’ne, Fidel Castro’nun sarayından radyoaktif atık merkezine ya da kış uykusundaki bir ayının mağarasına, varlığından haberimiz bile olmayan dehlizleri, mucizeleri ve devlet sırlarını fotoğraflamış biri. Aynı zamanda Gwyneth Paltrow’un kardeşiyle evli. Şu anda Karaköy’de yer alan Galeri Manâ’da bir sergisi var. Bir yandan New York Modern Sanat Müzesi MoMA’da işleri sergilenen, bir yandan da Paris’teki Almine Rech Galeri’deki sergisinin hazırlıklarıyla uğraşan, meşgul olduğu kadar enerji dolu sanatçıyla 15


kısıtlı zamanda çok şey konuşma şansı yakaladım. Neticede, ‘Ölüm Yıldızı’nı bizzat görmedim ama onu görmüş az insandan biri olan Taryn Simon’la tanışma şansını yakaladım. JFK Havaalanı’nda beş gün boyunca alıkonulan 1095 şeyi fotoğrafladığınız ‘Kaçak Mal’ serisi İstanbul’da sergileniyor. Bu seriye nasıl başladınız? Havaalanlarında o kadar çok vakit geçiriyorum ki! ‘Kaçak Mal’, ‘Gizli ve Alışılmadık Olana Dair Bir Amerikan Dizini’ serisi için çektiğim bir fotoğrafın devamı aslında. Havaalanında 48 saatte alıkonulan bitki ve benzeri şeyler yığınıydı bu fotoğraf. Tüketici kişi olmadan, sadece tüketim objesine odaklanmak, harika bir zaman ve tüketim portresi yaratıyor. İnsan içeriye en çok eroin, silah ya da hayvan sokulmaya çalışılacağını düşünüyor ama başlıca şey sahte, kopya ürünler. Bu da yeni sorunun ekonomik olduğunu; korku yaratan şeyin uyuşturucu ve silahlardan ziyade Batı piyasasının dayalı olduğu marka kimliklerini tehdit eden sahte mallar olduğunu gösteriyor. Kopyaların seri üretimde olması ve benim bir fotoğrafçı olarak kopyanın fotoğrafını çekmem, ardından da kopyanın kopyasını yapıyor olmam... Öte yandan bu kopya ürünler Amerika’ya giremezken fotoğraflarının girip, farklı bir piyasa oluşturuyor olması… Hepsi ekonominin bir parçası… ‘Kaçak Mal’ serisi Amerikan kültürel kimliğine dair neler söylüyor? Burada Amerikalı olan yegâne şey, benim, başta bir kadın olarak bu projeyi gerçekleştirebilmiş olmam. Bu tip yerlere girmemi sağlayacak bir sistemin ya da resmi kurumun parçası değilim. Buradaki en ilginç şey, sıradan bir muzun bile bir anda silahmışçasına korku yaratabilmesi. Bu da yasak ve gizli olana bağımlılıklarımız açısından önemli. Doğu ile Batı arasındaki farklılıklardan doğan ekonomik bir tehlike söz konusu. Havaalanları garip bir zaman diliminde işleyen mekânlar. Beş gün boyunca bu zamansız mekânda fotoğraf çekmek nasıldı? Havaalanı sınırlardan oluşan bir mekânı temsil ediyor. Bir yandan da sınırsız aslında. Bir zaman diliminde ama aynı zamanda zaman diliminin olmadığı bir yer. Zaman ve mekân açısından gerçeküstü… Bu da serinin ana karakterini belirliyor. ‘Amerikan Dizini’ serisinin ilham kaynağı neydi? 11 Eylül ’ün ardından Amerikan hükümeti kitle imha silahlarının saklı olduğu gizli mekânlar arayışındaydı, bir yandan da farklı kültürleri tanıma ve anlama çabası vardı. Bense Amerika’nın içine bakarak, bu ülkenin temelinde bilinçli ya da değil neler yattığını görmek istedim. Gizli, saklı ve erişilmesi imkânsız sanılan mekânları fotoğrafladınız. Öte yandan Başkan Obama gibi halka mal olmuş kişilerin de fotoğrafını çektiniz. Bu ikisi nasıl ayrılıyor? Obama’yı çekerken kavramsal bir proje üretmiyordum aslında, tamamen farklı tip bir 16


işti. Öte yandan dünya liderleri ilgimi çekiyor. Meslek olarak güç ve otorite… İşlerimin büyük bir kısmı buna odaklanıyor. Gücün merkezini bulmak her zaman kolay değil. Çünkü tavan-taban sistemi hep geçerli olmayabiliyor. Güç ve beraberinde getirdiği hassas noktalar ve yanılsamalar ilginç geliyor. Fotoğraflarınız, özellikle de ‘Amerikan Dizini’ serisindekiler arkalarında hummalı bir çalışma barındırıyor. Bir karenin ön hazırlığını anlatır mısınız? Dört sene süren araştırma, yazışma, telefon konuşmaları… Bu kareler, görünmeyen ama uzun bir çalışma sürecinin son adımı. Nükleer atıkların arasında ya da bir ayının ininde saatlerce otururken kişisel endişe ve korkularımla yüzleşmek zorunda kaldım. Bir de tabii bürokratik zorlukları olan kareler var: CIA ya da idam mahkûmlarının bulunduğu hapishane gibi… Sırada ne var? ‘Hayatta Ölü İlan Edilen Adam ve Diğer Bölümler’ sergim MoMA’da ve Paris’te yeni açıldı. Dört sene boyunca dünyanın dört bir yanını dolaşarak kan bağları ve ilintili hikâyeleri araştırdım. Bu aslında kader keşfiydi. Kader söz konusu olduğunda bir tarafta hükümet, din ve şans gibi harici kuvvetler, diğer tarafta ise hem psikolojik hem de fiziksel olarak kalıtım devreye giriyor. Taryn Simon’ın ‘Kaçak Mal’ ve ‘Amerikan Dizini’ adlı serilerinden seçmeler 30 Haziran’a kadar Karaköy Galeri Manâ’da. *Ölüm Silahı, Yıldız Savaşları’nda Darth Vader’ın yaptığı, imparatorluğun en güçlü silahıdır.

Editör’ün Notu: Galeri Mana, sessiz sedasız çık önemli bir işe imza attı. Tebrikler…Fotoraf severlerin bir gözü ve kulağı Galeri Mana’da olsun yepyeni bo mbalar patlatabilirler. GALERİ MANA +90 212 243 66 66 info@galerimana.com Kemankeş Mahallesi Ali Paşa Değirmeni Sokak, no 16–18 Beyoğlu 34425, İstanbul, Turkey

17


İMGE, NESNE VE FOTOĞRAF Jean Baudrillard İmgenin başına da gösterge ve metaforun başına gelenler gelmiş, yani gerçeğe dönüşmüştür. Kendi başına imgenin hakikat ya da gerçeklikle ilgisi yoktur… O daha çok bir görünüm, görünümlerle ilişkili bir şeydir… Bu haliyle de mevcut dünyaya özgü illüzyonla sihirli bir ilişki içinde olduğu söylenebilir… Bu bize gerçek ya da gerçekten daha beter olanın varlığından emin olmanın asla mümkün olamayacağını ve belki de dünyanın, gerçeklik ilkesi gibi gerçeğe de ihtiyaç kalmamış olduğunu göstermektedir… Sanırım imge bize anında etkileyebilen bir güce sahip… Üstelik sezgi ve algılama açısından bu gücün yeniden canlandırmayla ilişkisi yok… Bu düzeyde imge bizi her zaman şaşırtmayı başarmaktadır… En azından öyle olması gerekir… Olaya bu açıdan bakıldığında ne yazık ki ortalıkta pek az imgenin bulunduğunu kabul etmek gerekiyor… İmgenin gücü genelinde kendisine söyletilmek istenen şey tarafından zayıflatılmaktadır… Genellikle imge özgünlüğünü yitirmekte ve tek başına bir imge olarak var olmayı başaramamakta, dolayısıyla da gerçekle dürüst sayılamayacak ilişkiler içine girmektedir.

18


Hemen herkes gerçeğin hızla çoğalma kapasitesine sahip gösterge ve imgeler içinde kaybolup gittiğini söylemektedir… İmgelerin belli şiddetle yüklü olduğu inkar edilemez bir olgudur, ancak bu şiddet imgeye karşı girişilen saldırı yanında oldukça hafif kalmaktadır… Belgeleme, tanıklık, mesaj üretimi; ahlaki, politik, reklam ya da yalnızca haber edinme amacıyla imgeden yararlanılmaktadır…

hatlarının, en az bir Afrikalının iskeleti andıran görüntüsü kadar etkili olduğu söylenebilir… Bakmayı bildiğiniz takdirde, aynı vahşetle her yerde karşılaşabilirsiniz… Bu ‘gerçekçi’ imgeler olanı değil, olmaması gerekeni ‘ölüm ve sefalet’, daha doğrusu ahlaki ve insani açıdan olmaması gerekeni göstermektedirler… (Tabii bu arada, bu sefaleti ticari ve estetik açıdan ahlaksızca kullanmaktadırlar…)

Kendisinden kurtulmanın olanaksız göründüğü bir illüzyon, hayati bir illüzyon olarak imge ölmüştür…

Öte yandan sözde ‘nesnel’ bir gerçeklik sunan bu imgeler bir yandan gerçeği derinlemesine yadsırken, bir yandan da yansıması olmak istemedikleri bir gerçekliği yeniden canlandırmaya ve bu gerçeğe tecavüz etmeye zorlanmaktadırlar…

Bizanslı İkonoklastlar imgelere yüklenen anlamları (Tanrının görselleştirmesi) zihinlerden silip, atabilmek için onları parçalıyorlardı… Biz ise tam tersini yapar gibi görünmemize ve kültürümüzün önemli bölümünü oluşturan idoller kültüne rağmen hala ikonoklastlar gibi davrandığımız söylenebilir… Çünkü imgeleri anlama boğuyor ve onları yok ediyoruz…

Bu açıdan fotoğrafların pek çoğu (bunlar genellikle medyatik imgelerin yanı sıra ‘görsellikle’ ilgili her şey olabilmektedir…) gerçek imge değildirler… Bunların hepsi ideolojik düzenlere boyun eğen röportaj, gerçekçi klişeler ya da estetik denemelerdir…

Güncel imgelerin büyük bir çoğunluğu sefil ve vahşi insan görüntüleri sunmaktan başka bir şey yapmıyorlar… Oysa aşırı anlamla yüklü bu imgelerin bizi hiç etkilemedikleri, hatta üzerimizde bırakmaları gereken etkinin tersine yol açtıkları görülmektedir…

Bu aşamada imge artık görsel düzeyde iş gören bir şey olma özelliğini yitirmektedir… Başka bir deyişle Bütünsel Gerçekliğe benzeyen, salt görünmek amacıyla üretilmiş bir araç, ne pahasına olursa olsun görselleşmeye çalışan bir gerçeklik gibi algılanmak isteyen bir şeydir… Her şey görülmek ve görünür olmak zorunda olduğundan, imge bu görünürlüğün kusursuz örneği olarak kabul edilmektedir…

İmgeye yüklenen içeriğin bizi etkileyebilmesi için, bu imgenin kendiliğinden ortaya çıkması ve kendi anlamını kendinin dayatması gerekmektedir… İmgenin gerçek anlama sahip olabilmesi ve bunu dışarı vurabilmesi için, önce gerçekliğe imgesel bir anlam transferinin gerçekleştirilmesi ve bu anlamında önceden bilinmesi gerekmektedir…

Şu reality show, Big Brother, Loft Story, vb. tele gerçeklik programlarında imgesel sıradanlıkla yaşamın sıradanlığı eşdeğerli hale gelmektedir… Bütünsel görünürlük denilen şey tam da bu, her şeyin görülmesi gerektiği ve dolayısıyla görülecek hiçbir şeyin kalmadığı bir sırada ortaya çıkmaktadır…

Günümüzde imgeler aracılığıyla sunulan sefalet ve şiddet reklamlarınkini andıran bir leitmotive dönüşmektedir… Toscani, modaya yeniden cinsellik ve AIDS, savaş ve barış bulaştırmaktadır… Neden olmasın?... Mutsuzluğu bir reklam aracı haline getirmek neden mutluluğu bir reklam aracı haline getirmekten daha ahlaksızca bir şey olsun ki?.. Bunun tek koşulu olabilir, o da: Bizzat reklam, moda ve iletişim aracından fışkıran şiddeti göstermek… Doğal olarak reklamcılar böyle bir şeyi reddedeceklerdir… Oysa moda ve sosyete görüntüleri bir tür ölüm gösterisi gibi algılanabilir… Dünyanın ne kadar sefil bir yer olduğunu anlamak için bir mankenin yüz ve vücut

Bir imgeye dönüşmek demek insanın gündelik yaşamını, mutsuzluklarını, arzularını ve sahip olduklarını sergilemesi demektir… Sırlarından tamamen arınmış olması demektir… Düşüncelerini açıklamak, konuşmak, sürekli iletişim halinde bulunmak demektir… Her an bir imgeye dönüşme olanağına sahip olmak, televizyon haberleri adlı ışığa maruz kalmak demektir… Tıpkı şu yirmi dört saat boyunca yaşamı-

19


nın tüm sırlarını internet üzerinden online yayınlayan kadın gibi…

Bu şekilde değerlendirildiğinde her imgenin sahip olduğu bir şeyleri yitirdiği (imgenin sahip olduğu açıklaması güç çekiciliğinin nedeni de budur… İmge sahip olduğu bir şeyleri yitirmiştir) söylenebilir… İkonosklastlar, Tanrıyı ortadan kaldırmaya yaradığını düşündükleri (belki de Tanrının kendini temsil eden imgelerin ardına gizlenmeyi ve ortalıkta görünmemeyi yeğlediğini söylemek gerekiyor) ikonları yakıyorlardı…

Bu kendini ifade ediş biçimi Foucault’nun sözünü ettiği en son keşfedilen itiraf etme biçimi midir?.. Bunun en azından özgün bir varlık olan insanla birlikte, özgün bir varlık olan imgeye de tecavüz etme anlamına geldiği söylenebilir… Leaving Las Vegas (Mike Figgis) adlı filmde sarışın kadının bir yandan konuşurken bir yandan da çişini yaptığı görülmektedir… Kadın ne söylediğinin ve yaptığının farkında değildir…

Günümüzdeyse imgelerin gerisinde yok olup giden varlık Tanrı değil, bizleriz… Artık imgemizin çalınması ve sırrımızı ifşa etmeye zorlanmak gibi şeyler söz konusu değil, çünkü artık böyle bir şeyden söz edebilmek olanaksız… Bizi sarıp sarmalayan Bütünsel Gerçeklik içinde saklayıp, gizleyebileceğimiz bir şey kalmadı…

Bu tamamıyla gereksiz bir sahnedir ve asıl bağıra çağıra anlatmaya çalıştığı şey gerçeklik ve kurmaca düzeyinde karşımıza aynı anda çıkan zincirleme geçişin/akışın her şeye egemen olduğudur… Her şeyin görülmeye değer, görülmek ve haz almak amacıyla üretebileceğini anlatmaya çalışmaktadır…

Bütünsel gerçeklik hem ulaştığımız en üst saydamlık, hem de her şeyin tamamıyla müstehcenleştiği bir aşamadır…

Saydamlık: Gerçeğin tamamını görselliğin yörüngesine oturtmaktan ibarettir… (Yani yeniden canlandırmanın… Oysa buna hala yeniden canlandırma diyebilmek mümkün müdür?.. Bunun daha çok bakışımızı rehin alan bir teşhircilik biçimi olduğu söylenebilir…)

İmgeye karşı gerçekleştirilebilecek en şiddetli saldırı, sayısal hesaplama ve bilgisayar aracılığıyla ex nihilo (yoktan varedilen) gerçekleştirilen imgedir… Sentetik imge, imgesel düşlemeye, imgesel düşlemenin neden olduğu o asal illüzyon olayına bir son vermektedir… Çünkü sentetik imgenin bir göndereni yoktur… Sentetik imge, Sanal Gerçeklik olarak anında üretilebilmektedir…

Yararsız, gereksiz, bir şeyler arzulatmayan, insanı etkilemeyen bütün görüntüler müstehcendir… Bu ise görünümlere özgü o bulunması zor ve değerli uzamın yasa dışı yollardan ele geçirilmesi anlamına gelmektedir…

Artık imge kaydından, gerçek bir nesneyi belli bir zaman diliminde kaydetmekten, yani fotoğrafın sihirli bir illüzyon, imgenin ise özgün bir olaya dönüştürülebilmesinden söz edebilmek mümkün değildir…

İmgenin katli bu türden bir şey olup, bir iktidar ve denetim aracı olarak bu zorunlu görme eyleminin bir parçasıdır… Bunun ‘panoptik’ ötesi bir şey olduğu söylenebilir… Sorun gözün şeylerin dış görünüşlerini algılaması değil, onları saydamlaştırıp, görünmez hale getirmesidir… İçselleştirdiği söylenebilecek denetim kapasitesi sayesinde insanlar artık kurban edilmek yerine imgeye dönüştürülüyor…

Sanal imgede Roland Barthes’ın ifadesiyle artık o eski fotoğraf imgesinde ki punctum (zamansal göndermelere/anımsamalara yol açan görüntünün etkileyici boyutu çn) belirli bir anın kusursuz kaydı/saptanması diye bir şey söz konusu değildir… Eski fotoğraflarda kaydedilmiş varlıkların çekim anında orada ancak görüntüye bakıldığı sırada orada olmadıkları anlaşılabiliyordu… Fotoğrafa bakıldığı sırada gösterdiği şeyin yokluğuna tanıklık etmesi insanda nostaljik duygulara yol açıyordu…

Borges’in Aynalar Halkı başlıklı öyküsünde yeniden canlandırılan her sürecin ardında, aynadan yansıyan her imgede sanki bozguna uğratılmış bir özgünlük, bize benzeyen, benzemek zorunda olan bir düşman vardır…

20


Oysa dijital ve sayısal üretim imgeye bir analogon/örnekseme olarak son verirken aynı zamanda düşsel özellikler taşıyan gerçeğe de bir son vermektedir… Özne ve nesnenin karşılıklı olarak aynı anda ortadan kaybolduğu o fotoğraf makinesi deklanşörünü harekete geçirme edimi sırasında deklanşörün bir anlığına dünya ile bakışın varlığını askıya aldığı, imgenin makineye borçlu olunan kalitesini ortaya çıkaran o kısa baygınlık, saliselik ölüm anı, dijital ve sayısal processing sırasında ortadan kaybolmaktadır…

Bu durumda yokluk, boşluk ya da şu imgenin tam merkezinde yer alan hiçliği kurtarmanın alemi var mı?... Fotografik imge en saf imgedir… Çünkü zamanı ve devinimi simüle etmez… O keskinkes gerçek dışı bir şeydir… Tüm diğer imgesel biçimler (sinema, video, sentetik) gerçeklikle bağlantısı kopuk saf imgenin sulandırılmış çeşitleridir… Bir imge ne kadar yoğun, gösterdiğinden başka bir şeye ne kadar benziyorsa gerçekten de o ölçüde uzaklaşmış olduğu söylenebilir… Bir nesneyi bir imgeye dönüştürmek demek, sahip olduğu tüm boyutları, yani: ağırlığını, üç boyutluluğunu, kokusunu, derinliğini, zamansallığını, sürekliliğini, ve doğal olarak anlamını teker teker elinden almak demektir… İmgeye ancak böyle bir etten kemikten arındırma işlemiyle büyüleme gücüne sahip olabilmektedir…

Bütün bunlar kaçınılmaz şekilde özgün bir araç olan fotoğrafın ölümüne yol açmaktadır… Analojik imgeyle birlikte ortadan kaybolan şey fotografik özdür… Çünkü fotoğrafın özü yoksun imgelerin ortalığı kaplayıp, çoğalması nedeniyle bizi bekleyen sayısal kudurganlığı geciktirmeye yönelik son uzatma anlarını yaşıyoruz… Bu arada referans sorunu oldum olası çözümsüz kalmıştır… Peki ya gerçek denilen şey çözülebilmiş midir?... Ya yeniden canlandırma olayı çözülebildi mi?... Oysa sanal görüntüyle birlikte, gönderen imgenin teknik programlama süreci içinde ortadan kaybolmakta, dolayısıyla duyarlı bir film şeridinin kaydedebileceği gerçek bir dünya olmayınca da (duyarlı düşünce şeridi olarak adlandırılabilecek dil yetisi konusunda benzer şeyler söylenebilir) yeniden canlandırma denilen şeye de gerek kalmamaktadır…

İmgeyi yansıttığı gerçeğe yakınlaştırabilmek amacıyla ona bu boyutlarla birlikte devinim, düşünce, anlam, arzu ekleyerek multimedyatik hale getirmek, yani simüle etmek ulaşılmak istenilen sonucun tam tersini yapmak demektir… Burada tekniğin kendi kazmış olduğu çukura düştüğü söylenebilir… Saf bir imge tasarlamak istiyorsanız bunun tek bir yolu olduğunu da bilmek durumundasınız… Saf imge iki boyutlu bir evrene aittir… Bu kusursuz bir görüntü olup, teknik açıdan görsel gelişmenin son evresi olarak sunulan gerçeğin üç boyutlu yeniden canlandırılmış haline eşdeğerlidir…

Beterin beteri var… Analojik imgeyi sayısal imgeden ayırt etmemizi sağlayan şey analojik imgenin bir yokluk, bir mesafe, bir dünyayı dondurma/durdurma biçimine benzemesidir… Warhol’un sözünü ettiği şu imgenin tam merkezinde yer alan boşluk/hiçlik duygusuna benzeyen bir şey…

Fotoğraf imgesi gerçeğe koşut, derinlikten yoksun bir sahne gibidir… Bir eksiklik gibi sunulan iki boyutluksa aslında bir çekicilik ve bir dizi özellik katmaktadır…

Oysa sayısal ya da daha genelinde sentetik imge üretiminde negatif film, ‘zamansal farklılık’ gibi şeyler yoktur… Ölüp giden, yok olan bir şey yoktur… İmge bir dayanaktan diğerine, örneğin bilgisayardan, cep telefonuna, televizyon ekranına vs. otomatik bir şekilde geçerken yoğunlaşan bir talimatlar silsilesi ve program tarafından üretilmektedir… Otomatikleşmiş bir işlemler ağı imgeyi oluşturan otomatik sürece boyun eğmektedir…

Üçüncü boyutun imgeye kattığı rölyef, zaman ve tarih, ses ve devinim ya da düşünce ve anlam, kısaca imgeyi gerçek ve yeniden canlandırılma sürecine yaklaştıran her şey (gerçekliğe) koşut bir evren olarak nitelendirilebilecek bu imgeyi yıkmaya yönelik bir şiddet olarak değerlendirilebilir… İmgeye eklenen her yeni boyut öncekileri geçersiz kılmaktadır… Sanal, sayısal ve Bütünsel Gerçeklik olarak nitelendirilebilecek dör-

21


düncü boyutsa tüm diğerlerini geçersiz kılmaktadır… Bu boyuttan yoksun bir hiperuzamdır… İmgenin gerçek anlamda var olmadığı (dolayısıyla gerçek ve yeniden canlandırma evreninde söz konusu olmadığı) ekran yüzeylerinden oluşan bir uzam…

Fotoğraf imgesine ait bir özgünlük varsa, bu bir olayı canlandırmasından çok, bizzat kendisinin bir olaya benzemesinden kaynaklanmaktadır… Mantıken önce olay, gerçek vuku bulmalı sonra da imgesi çekilmelidir… Ne yazık ki çoğunlukla durum böyledir…

Saf imgeye ulaşabilmek için boyutların teker teker azaltılması gerektiği ortadadır… Boyut azaltma işlemi özün yani imgenin anlatmaya çalıştığı şeyden daha önemli olduğunu göstermektedir… Tıpkı dil yetisinin anlamlandırmaya çalıştığı şeyden daha önemli olması gibi…

Oysa bir başka yaklaşım biçimine göre, olay asla tamamıyla gerçekleşmemeli, bir anlamda olay kendi kendinin farkında olmamalıdır… Böyle bir tuhaflıkla hemen her olay, her nesne ve bireyde karşılaşabilmek mümkündür… İmgenin göstermesi gereken şey işte budur ve bunu başarabilmek için bir tür bilinçsiz imge gerekmektedir… Bir araç görevi yapmaması ya da kendi kendini bir imge sanmaması gerekmektedir… Bir kurmaca olarak kalması ve gösterdiği kurgusallaşmaya mahkum olayı yansıtması gerekmektedir… İmge kendi kazdığı kuyuya düşmemeli ya da bir imgeye benzememelidir…

Gerçek sanıldığı kadar açık seçik bir şey değildir… Net bir gerçek açıklaması yoktur… Dünyanın açıklanması demek ‘nesnel gerçekliğin’ açıklanması, bir başka deyişle, yeniden canlandırma modellerinin düzenlenmesi/ayarlanması demektir… Tıpkı nesnesine odaklanmış fotoğraf makinesi objektifi gibi… Çok şükür bugüne kadar hiç kimse dört dörtlük bir dünya açıklaması yapamamıştır… Çünkü ya objektif nesnesine tam olarak odaklanamamakta ya da tersi olmaktadır… Ancak her durumda kımıldayan bir şeyler olduğu söylenebilir…

Bizim açımızdan en kötü olasılık imgeleştirilemeyen bir dünyanın varlığı olabilir… Kendisini/gerçeğini görmeden önce kaydedilmiş, filmi, fotoğrafı çekilmiş halini tekrar tekrar göremeyeceğimiz bir dünya düşüncesine tahammül edemeyiz… Bu hem ‘gerçek’ dünya, hem de imge için ölümcül bir tehlikedir… Çünkü gerçeği yalnızca yeniden yeniden üretmeye çalışmaktan başka bir şey yapmayan, gerçeğin içine gömülmüş bir imge, imge olma özelliğini yitirmiş bir şeydir… İstisnai bir şey, bir illüzyon, paralel bir evren görevi yapan imgeyi yitirdik… İçinde yüzmekte olduğumuz bu görsel akıntı evreninde, imgenin imgeye dönüşecek zamanı yoktur…

Aforizmalardan birinde Lichtenberg, titremekten söz etmektedir… Doğru bir şekilde gerçekleştirilmiş olsa bile her hareket/jest öncesinde bir titreklik/tereddüt yani kararsızlık anı vardır… Ve bu kararsızlık hareket üzerinde iz bırakmaktadır… Bu belirsiz ve titreklikten arındırılmış, yani tamamen işlemsel ve kusursuz bir görünüme sahip bir jest ise kişinin deliliğin sınırında bulunduğunun delilidir…

Fotoğraf, bu imgeler seli içinde istisnai bir yere sahip olabilir ve onlara yeniden özgün bir güç katabilir mi?.. Bunun için dünyada ki mevcut şamatanın durdurulması ve nesnenin fotoğrafının, kendisiyle karşı karşıya gelinen o ilk fantastik anda, yani şeylerin henüz bizim oradaki varlığımızı fark etmedikleri ya da boşluk ve yokluk duygusunun henüz dağılıp gitmemiş olduğu bir sırada çekilmesi gerekmektedir…

Gerçek imge durum ve nesneden çok bu dünyaya özgü titrekliği ön plana çıkartan imgedir… Bu ister savaş ya da natürmort, ister manzara ya da portre, isterse sanat ya da röportaj fotoğrafı olsun değişen bir şey yoktur… Bu aşamada imge dünyaya ait bir parça olup, onunla aynı yazgıyı paylaşmakta, yani görünümlere özgü hatların biçimini değiştirmektedir… Bu her ayrıntının bütünü yansıttığı holografik özelliklere sahip dünyanın küçük bir parçasıdır…

Aslında dünyanın kendisi kendi fotoğrafını çekmeli, bize bizim algılayamadığımız bir dünya sunmalıdır… Dünyanın özgünlüğünü ünlü Bizans tartışmalarında İkonoklastların düşlediklerine, otomatik

22


bir yazıma benzer şekilde yansıtan bir fotoğraf düşlüyorum… İkonoklastlar mendil üzerinde ki insan elinden çıkmamış, İsa’nın ‘Kutsal Yüzü’ (Sainte Face) olarak adlandırdıkları imgenin gerçekliğini kabul ediyorlardı… Çünkü yalnızca bu imge Tanrısal yüzün/gerçeğin kendisi olarak kabul ediliyordu… Bunu İsa’nın yüzündeki o uhrevi özgünlüğün bir tür otomatik yazım ya da (negatif film şeridine benzer şekilde) çıkartma resim gibi insan eli değmeden (acheiropoietique) çizilmesi olarak değerlendirebiliriz… Buna karşın insan elinden çıkma (cheiropoietique) ikonları şiddetle reddediyorlardı… Çünkü bunları Tanrının simülakları olarak görüyorlardı… Buna karşın fotoğraf çekme edinimin bir tür ‘acheiropoietique’ şey olduğu söylenebilir… Gerçek ya da gerçek düşüncesine kısa devre yaptıran otomatik ışık çizimi/yazımı olarak nitelendirilebilecek fotoğraf imgesi, bu otomatizm sayesinde insan elinin değmediği, dünyaya özgü bir yazım biçiminin prototipine dönüşmektedir… Kendiliğinden radikal illüzyon görünümüne bürünen dünya, pürüzsüz bir çizgi, simülasyondan yoksun, insan müdahalesinin yer almadığı ve özellikle de hakikatle ilişkisi olmayan bir yere benzemektedir… Zira insan beyninin kusursuz bir ürünü varsa o da hakikat ve nesnel gerçekliktir…

önemlidir… Bundan daha önemli bir dünya varsa o da ölüm ötesine ait olandır…” (G.C.Lichtenberg) Işık için nesneler bir bahanedir… Nesnelerden yoksun bir dünyada, ışık bizim varlığını bile fark edemeyeceğimiz uçsuz bucaksız başı sonu olmayan bir şeye benzeyecektir… Öznelerden yoksun dünyada, bilincimizde herhangi bir yansımaya yol açamayacak düşünce evreni içinde kaybolup gitmek durumundayız… Çünkü özne dur durak tanımayan düşünce dolamını durdurabilen ve yansıtabilen varlıktır… Nesne ışığı durduran ve onu yansıtan şeydir… Fotoğraf çekmek demek ışıkla otomatik bir şekilde yazı yazmak demektir… Sessiz bir imgeyi ancak kitleler ve çölde karşılaşılan sessizlikle karşılaştırabilirsiniz… Fotoğraf makinesiz bir fotoğrafçı olabilmek ve dünyayı makine olmadan dolaşıp fotoğraflamak, kısaca fotoğraf olayının ötesine geçerek, şeyleri sanki imge ötesi varlıklarmış gibi görmek, sanki fotoğraflarını bir önceki yaşantımızda çekmişiz gibi bir duygu yaşayabilmek ne müthiş olurdu…

Nedense fotoğrafik imgeye genellikle sahip olmadığı bir anlam atfedilmeye çalışılmaktadır… Fotoğrafa anlam yüklemek nesnelere poz verdirmeye benzemektedir… Çünkü nesneler bakışların kendilerine yöneldiğini hissettikleri anda anlam yaymaya başlamaktadırlar…

Belki de bir tür hayvanlık (ilkel içgüdüler çn) aşamasına benzeyen bir imge aşamasından geçmiş bulunuyoruz… Ayna aşamasınınsa bütün bunların bireysel yaşantımızda ki yansımasından başka bir şey olmadığını söyleyebiliriz…

İnsanlar ne zamandır varlığını onlar olmadan sürdürecek bir dünya düşlemiyorlar mı?.. Biz olmadan varlığını sürdürecek, insani iradeyle hiçbir ilişkisi olmayan dünya düşüncesi şiirsel bir dileğe benziyor…

Otoportre diye bir şey yoktur… Şiirsel dil yetisinin keyiflenmesine yol açabilecek en önemli olay, maddi ve yazınsal düzeyde anlama gerek duymadan üretilmesini sağlayacak bir işleyiş biçimidir… Bizi büyüleyen şey de zaten budur… Tıpkı gövde sözcük, anamorfoz/çarpıtılmış resim ‘halıda gizlenen yüz figüründe’ olduğu gibi…

Yalnızca dünya kendi imgeleri aracılığıyla kendi otoportresini oluşturabilmekte ve aldığı keyfi hatır için bizimle paylaşmaktadır… Buna karşın bütün imgelere aynada ki yansımamız kadar duyarlı olmak gerekiyor…

Taşlanıp, cilalanmış camların gerisinde duran dünya, denizlerin ötesinde ki dünyadan daha

Bu olay gerçeklikle olan buluşmanızı kaçırmak türünden bir şeydir… Bunun nedeni belki de

23


gerçek olmayan diğer/paralel dünyayı tercih etmemizdir… Zaten gerçeklik evrenine paralel olan evrenlerle daha çok ilgilenmiyor muyuz?.. Bütün ikili yaşam biçimlerini bize bahşedilmiş olana tercih etmiyor muyuz?.. Ayrıntı ya da fragmandan daha güzel paralel bir evren düşünemiyorum… Bütünden ve oluşturduğu bu teknolojik karmaşadan yalıtılmış bir ayrıntı doğal olarak gizemli bir şeye dönüşmektedir… Doğal dünyadan kopartılan her parça, bu eylem gerçekleştirildiği esnada, gerçek ve oluşturduğu bütüne karşı girişilmiş yıkıcı bir eylem olarak yorumlanabilir… Bunun için fragman gibi kısaltmalardan oluşmak yeterlidir… İstisnai olmakta yeterlidir… Her özgün imge istisnai bir şeydir, çünkü tüm diğerlerini unutmamızı istemektedir… Öyle hassas bir objektif olmalı ki, sözcüğün gerçek anlamında yalnızca karşısında duranları algılamalı ve poz verirmiş gibi yapanlarla orada olduğunun farkında bile olmayanları algılamamalı… Film şeridiyse bunlara karşı duyarsız olmalı ve görüntülerini kaydetmemeli… Tıpkı ruh benzeri şeyler ya da vampirleri kaydetmediği gibi… Zaten objektif, fotoğrafın çekilmiş olduğu anda bizim hangi durumda olduğumuzu göstermektedir… İşte bu yüzden fotoğrafımızın çekildiği anda içimizde bir ölüm hisse duyuyoruz… Tıpkı kendi varlığının kanıtlarına karşı duyarlı olmayan Tanrı gibi… Kendimizi somut bir varlık olarak gördüğümüz an içimizdeki tüm duygular olumsuz hale gelmektedir… Varlık değil, yokluk üzerinde odaklanılmaktadır… Özgün olan şey bir nesne, bir imge, bir fragman, Mark Rothko’nun güzel deyimiyle: ‘Aynı anda bütün dünyaya açılan ve kapanan; bir düşüncedir… Gerçeği gerçeklik ilkesinden koparıp, ayırmak… İmgeyi yeniden canlandırma ilkesinin elinden çekip almak… İmgeyi nesne ve bakışın yansıttığı ışıkların çakışma noktası olarak görmek…

http://yitikmavi.blogspot.com

24


25 Portre fotoğrafının kaynağı fotopya-mag’dır. Fotoğrafın kime ait olduğu tespit edilememiştir.


RÖPORTAJLAR:

©Annie Leibovitz

SUSAN SONTAG İLE EDEBİYAT VE FOTOĞRAF ÜZERİNE BİR SÖYLEŞİ Geoffrey Movius: The New York Review of Books da fotoğraf üzerine yazdığınız son makalelerinizden birinde, “hiçbir kurgusal edebi eser bir belge ile aynı özgünlüğe sahip değildir” demiş ve “Amerika’da edebi görünen herhangi bir şeye karşı kin dolu bir şüphe” olduğundan bahsetmiştiniz. Sizce kurgusal edebiyat

için yolun sonu göründü mü? Basılı söz için yol göründü mü? Susan Sontag: Kurgu yazarları bir güvenilirlik sorunu yüzünden son derece gergin bir hale getirildiler. Birçoğu, kurgulamayı doğru yaptığını düşünmeyip bunun rahatsızlığını hissediyorlar ve kurguya kurgu dışı bir karakter vermeye çalışıyorlar. Bunun son 26

zamanlarda ortaya çıkmış bir örneği Philip Roth’un “My Life as a Man” isimli üç kısa romandan oluşan kitabıdır: ilk iki kitap, sözde üçüncü romanın birinci tekil şahıs başkişisi tarafından yazılmıştır. Yazarın kendi karakterine ve deneyimine dair bir belgenin kurgulanmış bir metinden daha fazla yetkiye sahip olduğu düşüncesi, bu ülkede dünyanın başka herhangi bir ye-


rinden daha çok yaygındır ve bu durum her şeye psikolojik yönlerden bakmanın bir zaferidir. Kurgu yazarlarının ilgilerini çeken tek eserlerinin mektupları ve günlükleri olduğunu söyleyen arkadaşlarım var. Movius: Bunun sebebinin, insanların geçmiş kendi geçmişleri ya da başka insanların geçmişleri- ile bağlantı kurma ihtiyacını hissetmeleri olduğunu düşünüyor musunuz? Sontag: Bence bu insanların geçmişe ilgi duymalarından daha çok geçmiş ile olan bağlarının eksikliğinden kaynaklanıyor. Birçok insan, dünyanın ya da toplumun hesabının verilebileceğine inanmıyor, yalnızca benliğin “dünyayı nasıl gördüğünün” hesabının verilebileceğine inanıyorlar. Yazarların yaptığı işin itiraf etmek değil tanıklık etmek olduğunu varsayıyorlar; bir eser dünyayı nasıl gördüğünüze ve kendinizi nereye koyduğunuza dair birşeyler söyler. Kurgunun “hakiki” olması beklenir. Fotoğraflar gibi. Movius: The Benefactor and Death Kit otobiyografik kitaplar değiller.

Sontag: İki romanımda, kurgulanmış malzeme otobiyografik malzemeden çok daha fazla sınırları zorluyordu. Bazı yeni hikâyeler, mesela Atlantic Monthly dergisinin 1973 Nisan sayısında yayınlanan Project for a Trip to China hikayesi, olduğu gibi benim hayatım ile ilgiliydi. Ancak, kurgusal ya da gerçek, kişisel tanıklık ya da itiraflardan alınan tadın okuyucuları ve azimli yazarları harekete geçiren başat güç olduğunu da kastetmiyorum elbette. Gelecek bilimden ya da bilicilikten, alınan tadın da en az o derecede önemli olduğunu düşünürüm. Ancak bu tat, gerçek tarihsel geçmişin gerçek dışılığını da doğrular niteliktedir. Geçmişte kurgulanan bazı romanlar, mesela Thomas Pynchon’ın eserleri, gerçekten de birer bilimkurgu eseridirler.

ahlakçılar “ağır vakalara yoğunlaşırlar” demiştiniz. Bu noktada ahlakçı fotoğrafçıların ne tür vakalara yoğunlaşması gerektiğini düşünüyorsunuz?

Movius: Otobiyografi yazarları ile bilimkurgu yazarları arasında işaret ettiğiniz zıtlık New York Review makalelerinden birisindeki bir pasajı hatırlattı, orada bazı fotoğrafçıların kendilerini bilim adamı, bazılarının da ahlakçı olarak konumlandırdıklarını yazmıştınız. Bilim adamları “dünyanın envanterini çıkarırken”

Sontag: Sanırım fotoğraftaki ana gelenek, eğer bir şeyin fotoğrafını çekerseniz, onun ilgi çekici olabileceğine dair düşüncedir. Bu düşüncenin temeli güzelliğin keşfi meselesinde yatar, herhangi bir yerde var olabilen ama özellikle de sıradan ve bayağı olanın içinde varlığını sürdürdüğüne inanılan güzelliğin. Fotoğraf “güzel” ve “ilginç”

27

Sontag: İnsanların ne yapması gerektiğine dair teşhise dayalı ifadelerde bulunma konusunda pek istekli değilim zira insanların daima birçok farklı şey yapıyor olmasını umuyorum. Bir ahlakçı olarak fotoğrafçının temel ilgi alanı savaş, yoksulluk, doğal felaketler, kazalar, afetler ve toplumsal çürüme olagelmiştir. Fotojurnalistler “fotoğraflanacak bir şey yok” dediğinde, bu çoğu zaman fotoğraflanacak bir felaket olmadı manasına gelir. Movius: Ya bilim adamı fotoğrafçılar?


kavramlarını bir noktada buluşturur. Dünyayı estetize etmenin bir yoludur bu. Movius: Niçin fotoğrafla ilgili yazmaya karar verdiniz? Sontag: Çünkü geçmişte fotoğraflara takıntılı olmak gibi bir deneyimim vardı. Ve çünkü neredeyse tüm önemli estetik, ahlaki ve politik meseleler – “modernite” sorununun kendisi ve “modernist” zevk sorunu- fotoğrafın nispeten kısa tarihinde kendine bir yer bulmuştu. William K. Ivins, fotoğraf makinesini baskı makinesinden sonraki en önemli icat olarak adlandırmıştı. Duyarlılığın evrimi açısından, fotoğraf makinesinin icadı belki de çok daha önemliydi. Elbette fotoğrafı bu kadar ilgi çekici kılan ve bu kadar güçlü kılan şey, kültürümüzde, tüketim toplumunda, fotoğrafın farklı kullanım alanlarıdır. Çin Halk Cumhuriyetinde, insanlar “fotoğrafik olarak” görmezler. Çinliler birbirlerinin, ünlü alanların ve anıtların fotoğrafını çekerler, aynen bizim gibi. Ama, eski püskü, her tarafı dökülen bir çiftlik evi kapısının fotoğrafını çekmek için telaşla koşuşturan yabancıları gö-

rünce de şaşırıp kalırlar. Bizdeki “pitoreskresimsellik” kavramı onlarda yoktur. Fotoğrafı, gerçekliği –parça parka- uyarlama ve dönüştürme yöntemi olarak anlamaz ve uyarlanamaz-uygunsuz ya da değersiz maddenin varlığını reddederler. Polaroid SX-70’in şimdilerde görünen bir reklamında söylediği gibi “Durmanıza izin vermez. Aniden baktığınız heryerde fotoğraf görürsünüz”.

sanat dünyasını ve tarihini bizden once kimsenin tanımadığı bir şekilde tanırız. Bir kaç ay once ilk kez Orvieto’ya gittiğimde, katedralin ön cephesine bakarak saatler geçirdim ancak bir hafta kadar sonra katedral üzerine yazılmış bir kitap aldığımda gerçekten –görmenin modern anlamı ile- katedrali görmüş oldum. Fotoğraflar, “çıplak” gözümün “gerçek” katedrali göremeyeceği bir şekilde görmemi sağladı.

Movius: Fotoğraf dünyayı nasıl değiştirir?

Movius: Bu fotoğrafın kelimenin tam anlamı ile yeni bir görme biçimi yarattığını da gösterir.

Sontag: “Normal olarak” bizim deneyimimiz olmayan sonsuz sayıda deneyimi bize vererek. Son derece yanlı ve ideolojik olan deneyimlerin bir seçkisini yaparak. Bir taraftan, fotoğrafın yutup içine alamayacağı hiçbir şey yok gibi görünürken, diğer taraftan fotoğraflanamayan her ne varsa daha da az önemli olmaktadır. Malraux’un duvarları olmayan müze düşüncesi fotoğrafın sonuçlarına dair bir düşüncedir: resime ve heykele bakışımız, şimdi artık fotoğraf tarafından belirlenmektedir. Yalnızca sanat dünyasını, sanat tarihini birincil olarak fotoğraf yolu ile tanımakla kalmayız, daha da ötesinde 28

Sontag: Fotoğraflar, sanat eserlerini bilgi taşıyan varlıklara dönüştürürler. Bunu da parçaları ve bütünleri eşitleyerek yaparlar. Orvieto’da bulunduğum sürede, biraz geride durarak katedralin tüm cephesini görebiliyordum ama ayrıntıları göremiyordum. Sonra biraz daha yaklaşıp 2-3 metreden daha yüksek olmayan ne varsa tüm detayları ile görebildim ama o halde iken gözümün bütünü görebilmesinin bir yolu yoktu. Fotoğraf makinesi parçayı ayrıcalıklı bir konuma yükseltir. Malraux’un da söylediği gibi, fotoğraf bir heykelin tek başına


muhteşem görünen bir parçasını –bir başı, bir eligösterebilir ve bu on kat daha büyük olabilecek başka bir nesne ile birlikte –bir kitap formatının içinde mesela- yan yana yeniden üretilebilir ama bu sefer aynı miktarda alanı kaplar. Böylelikle, fotoğraf, ölçekleme hissimizi ele geçirir. Ama aynı zamanda zaman algımıza da garip şeyler yapar. İnsanlık tarihi boyunca hiç kimse daha önce çocukken neye benzediğine dair bir fikre sahip değildi. Zenginler, para karşılığında çocuklarının portrelerini yaptırıyorlardı ama Rönesans’tan 19. yüzyıla kadar portre resminin gelenekleri tamamen sınıf kavramı etrafında belirlenmişti ve insanlara gerçekten neye benzediklerine dair güvenilir bir fikir vermiyordu. Movius: Portreniz bazen başkasının gövdesi üzerine sizin başınızın yerleştirilmesinden ibaret olabiliyordu. Sontag: Doğru. Ve insanların büyük bir çoğunluğunun, portrelerini yaptırmaya güçleri yetemeyecek olanların, çocukken neye benzediklerine dair bir kayıtları yoktu. Bugün, hepimizin kendimizi altı yaşındayken

görebileceğimiz, yüzlerimizin neye dönüşeceklerine dair birer fikir verdiği fotoğraflarımız var, ebeveynlerimiz ve büyük anne ve babalarımıza dair de benzer bilgilere sahibiz. Ve bu fotoğraflarda büyük bir dokunaklılık vardır; bu insanların bir zamanlar gerçekten de çocuk olduklarını fark edersiniz. Bir insanın kendisini ve ebeveynlerini çocuk olarak görmezi zamanımıza özgü bir deneyimdir. Fotoğraf makinesi beraberinde insanların kendileri, fiziksel görünüşleri, yaşlanmaları ve ölümlü oldukları gerçeği ile yeni ve temel olarak hastalıklı, bir ilişki kurmalarını getirdi. Bu daha once hiç var olmamış bir hastalıklı durumdu. Movius: Ama söylediklerinizde fotoğrafın bizi tarihsel olaylardan kopardığına ve uzaklaştırdığına dair yerleşmiş düşünce ile çelişen bir şey de var. Bu sabah Anthony Lewis’in New York Times taki köşesinde yer alan bir alıntıyı not almıştım. Alıntı, Harvard Üniversitesi’nin Çin-Vietnam çalışmalarında uzman bir isim Alexander Woodside’a ait. Woodside diyor ki: “Vietnam tarih bağımlısı, tarih 29

takıntılı bir toplum olmanın çağdaş dünyadaki en saf örneklerinden birisi muhtemelen… Birleşik Devletler, tarihi sürekli olarak yok etmek isteyen, tarihsel kavramlarla düşünmekten kaçınan ve dinamizmi hafıza kaybı ile ilişkilendiren bir toplumun çağdaş dünyadaki en saf örneğidir”. Bana çarpıcı gelen nokta şu: siz de makalelerinizde, Amerika ile ilgili olarak, köklerimizden yoksun olduğumuzu ve geçmişimizin sahibi olmadığımızı ileri sürüyorsunuz. Belki de kendi fotoğrafik kayıtlarımızı tutmamızda, bu köksüzlüğümüzü bağışlatmasını umduğumuz bir itki var muhtemelen. Sontag: Amerika ve Vietnam arasındaki zıtlık daha çarpıcı bir şekilde ifade edilemezdi. 1968 yılında Kuzey Vietnam’a yaptığım ilk yolculuk sonrası yazdığım Trip to Hanoi isimli kısa kitapta, “biz onları her ne kadar kaba ve basit bulursak bulalımVietnamlıların tarihsel bağlantılar ve analojilerparalellikler kurma konusundaki tarzlarından ne kadar etkilendiğimden bahsetmiştim. Amerikan saldırganlığından bahsederken, Vietnamlılar Fransızla-


rın yaptığı bir şeyden ya da Çinlilerin binlerce yıllık işgalleri süresince olan bir olaydan bahsederlerdi. Vietnamlılar kendilerini tarihsel bir süreklilik içinde konumlandırmışlardı. Bu süreklilik tekrarları da içerir. Amerikalılar, olur da geçmişle ilgili düşünürlerse, tekrarlarla ilgilenmezler. Amerikan Devrimi, İç Savaş ve Bunalım yılları gibi önemli olaylar sanki tekmiş, sıra dışıymış ya da birbirleri ile hiçbir bağlantıları yokmuş gibi ele alınırlar. Deneyimlerle farklı bir ilişki kurma yöntemidir bu: hiç tekrar kavramı yoktur. Amerikalılar tamamı ile çizgisel bir tarih anlayışına sahiptir ve tarihleri de olabildiğince çizgiseldir. Movius: Ve fotoğrafların bundaki rolü ne olacaktır? Sontag: Amerikalıların geçmişle temel ilişkisi geçmişi büyük ölçüde geride bırakmaktır. Geçmiş eylemi sekteye uğratır, enerjiyi tüketir. Bir yüktür çünkü iyimserlik duygusuna şekil verir ya da tezat düşer. Şayet fotoğraflar bizim geçmişle olan bağlantımız ise, son derece özel, kırılgan ve duygusal bir ilişkidir bu. Bir şeyi yok etmeden önce fotoğrafını

çekersiniz. Fotoğraf, gösterdiğinin ölümden sonraki varlığıdır. Movius: Niçin Amerikalıların geçmişi bir yük olarak hissettiğini düşünüyorsunuz? Sontag: Çünkü Vietnam’ım tersine, bu “gerçek” bir ülke değil, tam tersine uydurulmuş, zihinde kurgulanmış bir yarı-ülkedir Amerika. Çoğu Amerikalı, Amerika’ya gelme kararını geçmiş ile bağlarını kesmek üzerine vermiş göçmenlerin çocukları ya da torunlarıdır. Eğer göçmenler geldikleri ülke ya da kültür ile bağlarını bir şekilde korudular ise bile bu son derece seçici bir eylem olarak kaldı. Ana dürtü unutmaktı. Ben yedi yaşında iken hayatını kaybeden babaanneme nereden geldiğini sormuştum. “Avrupa” demişti. Altı yaşında bir çocuk için bile iyi bir cevap sayılmazdı bu. Ben de “Ama neresi, büyükanne?” dedim. Biraz rahatsız olmuş bir şekilde “Avrupa” diyerek tekrarladı. Ve bugüne kadar babamın akrabalarının hangi ülkeden göç ettiğini bilmem. Ama onların fotoğrafları bende var, kendimi içinde bulduğum, onlara dair bilmediğim ne varsa tümüne dair gizemli ıvır 30

zıvırlara benzeyen fotoğraflar. Movius: Fotoğraflardan sanki zamanın güçlü, kontrol edilebilir, birbirinden farklı ve “düzgün nitelikli” parçaları gibi bahsediyorsunuz. Tek bir poz imgeye, hareketli imgelerden daha çok mu tutunduğumuzu düşünüyorsunuz. Sontag: Evet. Movius: Neden tek bir fotoğrafı daha iyi hatırladığımızı düşünüyorsunuz? Sontag: Sanırım bu görsel hafızanın doğası ile ilgili bir şey. Sadece fotoğrafları hareketli imgelerden daha iyi hatırlamakla kalmam. Daha da ötesinde bir filmden aklımda kalan tek karelik imgelerden oluşmuş bir derleme olur. Hikayeyi, diyalogları ve ritmi anımsayabilirim. Ama görsel olarak hatırladığım durağan görüntülere indirgediğim seçilmiş anlardır. Herkesin hayatı için de geçerlidir bu. Çocukluğumuzdan bize gelen her bir anı ya da yakın geçmişte yer almayan herhangi bir dönem bir film şeridinden ziyade durağan bir fotoğraf imgesidir. Ve


fotoğraf bu görme ve hatırlama biçimini somutlaştırır. Movius: “Fotoğrafik” olarak görür müsünüz? Sontag: Elbette. Movius: Fotoğraf çeker misiniz? Sontag: Bir fotoğraf makinem yok. Bir fotoğraf müptelasıyım ama fotoğraf çekmek istemem. Movius: Neden? Sontag: Belki de muhtemelen kendimi kaptırabileceğim için. Movius: Bu kötü mü olurdu? Bu yazar olmaktan başka bir şey olmaya doğru yol almak anlamına mı gelirdi? Sontag: Kesinlikle fotoğrafın dünyaya yaklaşımının yazarın görme biçimi ile rekabet halinde olduğunu düşünüyorum. Movius: Ne açıdan farklılar peki? Sontag: Yazarlar daha fazla soru sorarlar. Herhangi bir şeyin ilgi çekici olabileceği varsayımı üzerine çalışmak bir yazar için zordur. Birçok insan yaşamını sanki fotoğraf makineleri varmış gibi yaşarlar.

Ama birşeyi görebiliyorken, onu sözle ifade edemezler. İlginç bir olayla ilgili bilgi verirken, söyledikleri en sonunda şu ifadeye gelir dayanır: “Keşke fotoğraf makinem yanımda olsaydı”. Anlatım becerilerinde genel bir kırılma var ve çok az insan artık hikayeleri güzel bir şekilde anlatıyor. Movius: Bu kırılmanın fotoğrafın yükselişi ile aynı zamana denk düştüğüne mi inanıyorsunuz yoksa doğrudan bir nedensellik ilişkisi var mı sizce? Sontag: Anlatı çizgiseldir. Fotoğraf değildir. Şimdi çok sayıda insanın ilerleme ve hayatın geçiciliğine dair son derece gelişmiş düşünceleri var ama bir başlangıç, gelişme ve sonucu neyin meydana getirdiğini anlamıyorlar. Bitişler ya da sonuçların güvenilirliği kalmadı. Her anlatı, her psikoterapi seansı gibi, potansiyel olarak sona erdirilemez gibi görünüyor şimdi. Bu sebeple de, herhangi bir son nedensiz gibi görünür ve sadece kendi bağlamında anlamlıdır ve kendimizi rahat hissettiğimiz anlama biçimi -olayları daha büyük bir bütünün parçaları olarak ele aldığımızda- sonsuz bir potansi31

yele sahip. Sanırım bu hassasiyet, daha önce de bahsettiğimiz tarih kavramının yokluğu ile bağlantılı. Çoğu insanın sahip olduğu ve her şeyi kendi kişisel ilgileri ve meselelerine indirgeyen bu son derece öznel dünya görüşü beni şaşkınlığa uğratıyor ve cesaretimi kırıyor. Ancak bu, bir kez daha söylemek gerekirse, tamamı ile Amerikan tarzı bir davranış biçimi. Movius: Tüm bu konuştuklarımız özellikle de sizin öncelikle kurgu yazındaki kendi deneyiminize güvenme konusundaki isteksizliğinizle bağlantılı. Sontag: Temel olarak kendimle ilgili yazmak, yazmak istediğim şeylere varmanın dolambaçlı bir yolu gibi geliyor bana. Yazar olarak evrimim “ben” öznesi ile daha özgür olmaya ve kendi özel deneyimlerimi daha fazla kullanmaya doğru ilerlese de, benim zevklerimin, benim talihimin ya da talihsizliklerimin örnek bir karakter oluşturabileceğine ikna olmuş değilim. Hayatım benim sermayem, imgelemimin sermayesi. Ben başka hayatları sömürgeleştirmeyi severim.


Movius: Yazarken bu soruların farkında mısınız? Sontag: Yazarken tam anlamı ile değil. Yazma üzerine konuşurken, evet. Yazmak, gizemli bir edim. İnsan kavram ve uygulamanın farklı seviyelerinde, son derece aşırı bir uyarılmışlık ve bilinç halinde, büyük bir naiflik ve bilmezlik halinde olmak zorunda. Aslında bu sanatın herhangi bir alanı için geçerli olabilirken, bence konu yazma olunca daha da doğru çünkü yazar – ressamın ya da bestecinin aksine- insanın sürekli içinde olduğu, yaşamını yoğurduğu bir ortamda çalışır. Kafka “Konuşma düşündüğüm her şeyin önemini, ciddiyetini ve hakikatini alıp götürür” demişti. Sanırım birçok yazarın konuşma ve dilin sıradan kullanımları sırasında kaybedilenler konusunda şüpheleri var. İnsanlar bu mesele ile farklı şekillerde başa çıkıyorlar. Bazıları nadiren konuşuyorlar. Bazılar bir gizlenme ve ifşa etme oyu-

nu oynuyorlar, benim de, hiç şüphe yok ki, sizinle oynadığım gibi. İnsanın ortaya koyacağı o kadar çok şey var ki. İnsanın kendini her ifşasında, aynı zamanda kendini gizlemesi de gerekiyor. Yazım edimine hayatını adamak bu birbiri ile uyumlu olmayan ihtiyaçların da dengelenmesini getiriyor. Ama kendini ifade yöntemi olarak yazma edimini çok kaba buluyorum. Şayet yazarken yaptığım şeyin kendimi ifade etmek olduğunu düşünseydim, daktilomu çöpe atardım. Bu düşünce ile yaşanmaz. Yazmak bundan çok daha karmaşık bir eylemdir. Movius: Bu bizi sizin fotoğraf ile ilgili belirsizliğinize getirmiyor mu? Fotoğraf sizi büyülüyor ama siz onu tehlikeli biçimde basit buluyorsunuz. Sontag: Fotoğraf ile ilgili sorunun onun çok basit olması olduğunu düşünmüyorum aksine bir görme biçimi olarak çok buyurgan.

“Var” olma ile “yok” olma arasında kurduğu denge bir tavır olarak genelleştirildiğinde çok yüzeysel ve kolaycı- ki bu durum artık kültürümüzün bir parçası. Basitliğe karşı değilim. Basitlik ve karmaşıklık arasında diyalektik bir değiştokuş var, kendini ifşa etme ile gizleme arasında olduğu gibi. İlk doğru her durumun son derece karmaşık olduğu ve insanın düşündüğü her şeyin de bu sebeple karmaşık olacağıdır. İnsanların herhangi bir konuda – tarihsel bir olay ya da özel hayatlarında olan bir olay olsun- düşünürken yaptığı temel hata olayın ne kadar karmaşık olduğunu görememeleridir. İkinci gerçek ise, insanın algıladığı her karmaşıklığın üstesinden gelemeyeceği ve zeki, olgun, etkili ve kucaklayıcı hareket edebilmenin büyük bir basitleştirmeyi gerektirdiğidir. Bu sebeple bazen karmaşık bir algıyı aşmak için onu unutmanınbastırmanın, ötesine geçmenin- zorunlu olduğu zamanlar vardır.

Çeviren: Umut Hepvar – fotoritim.com edebiyathaber.net (7 Mayıs 2012) Bu yazı Boston Review dergisinin Haziran 1975 sayısında yayımlanmıştır. 32


TURGUT NEREDEN 33 KOŞUYOR?*


MAGNUM PHOTOS FOTOĞRAFÇISI PETER MARLOW İstanbul’dan çok iş çıkar Yarın bir gün Nişantaşı’nda, Beşiktaş’ta yürüyen gaydalı İskoçları görürseniz şaşırmayın. Kendileri Johnnie Walker’ın Magnum Photos’la işbirliğiyle Galerist’te açtığı fotoğraf sergisini ve Whiskey Festivali’ni tanıtıyor olacak. 23 Mart’a kadar açık kalacak sergiye neredeyse 30 yıl önce çektiği fotoğraflarla katılan Peter Marlow’la görüştük.

Gençliğinizden beri fotoğraf çeki-

18 Mart 2012

bam ilk jet motorlarıyla uğraşan bir

©Peter Marlow/Magnum Photos

yorsunuz. İlk ne zaman heves ettiniz? - Altı-yedi yaşlarımdayken babamın sürekli fotoğraflar çekiyor oluşundan etkilenip merak saldım fotoğrafa. Ba-

mühendisti. Yukarıdan bakılarak fo-

Barış AKPOLAT bakpolat@hurriyet.com.tr

toğraf

çektiği

Exacta

marka

bir

makinası vardı. Objektifi çok hoşuma giderdi. Alman malı ve boyutundan beklenmeyecek şekilde kaliteliydi. Sizin ilk makinanız neydi?

34


- Kodak Cresta marka bir makinam

- Fransız, Sigma isimli bir ajansla ça-

vardı. Objektifi dışarı doğru uzuyor

lışıyordum. 1977’de İskoçya’nın kuze-

diye çok kaliteli zannederdim. İlk fo-

yinden güneyine bir yolculuk yapıp

toğraflarım çok kötü ve kalitesizdi.

yerel viski imalathanelerini fotoğrafla-

Hatta fluydu bazıları.

dım. Şimdi biraz pişmanım. O zamanki bakış açım şimdikinden farklıydı

Neleri çekerdiniz?

elbette. Şimdiki aklım olsa daha fazla

- Etrafta gördüğüm hoşuma giden

fotoğraf çekerdim. Mesela sergideki

şeyleri. Teknik meknik yoktu tabii. Ay-

fıçının içini silen adam fotoğrafını se-

rıca bodrum katına kurduğum karanlık

verim ama keşke daha geniş açıyla

oda babamın şarap mahzeninin ya-

da alsaymışım.

nındaydı. Dolayısıyla sürekli içmekten

Bir ara haber fotoğrafçılığı da yap-

filmleri düzgün banyo edemezdim. O

tınız. Neden vazgeçtiniz sonra?

yüzden birçoğu lekeli.

- Orta ve Güney Amerika’da çok çalış-

İlk profesyonel işiniz neydi?

tım. Pek çok savaşı gördüm ve fotoğ-

- Üniversite bittikten sonra bir cruise

rafladım. Fotoğrafta bir kalaşnikof gö-

gemisinde fotoğrafçılık işi bulmuştum.

rünmesi hep iş yapar ama ben istemi-

Hem parası iyiydi hem de dünyayı do-

yordum. Fotoğraf sanatı olarak ilgimi

laşma fırsatı bulmuştum.

çekmedi.

Daha

sonra

nor-

mal haber fotoğrafları da çektim ama

ASLINDA FOTOĞRAFTAN ÇOK

onların da konuları çok sıradandı.

ANLAMIYORMUŞUM

Rolls Royce ve skoç viskiyi haber için

Viski fotoğrafları çekmeye nasıl

çekmek

çok

klişe

geliyor-

başladınız?

du. Haber fotoğrafları çekmekten böylece kaçtım. Şimdi o zamanlara bakı-

35


yorum da aslında fotoğraftan çok an-

Fotoğrafçılıkta vizyonunuz en çok

lamıyormuşum.

değiştiren şey nedir?

Fotoğraf çekmekte sizi en çok etki-

- Biraz büyüdüğümde fotoğraf değil

leyen şey neydi peki?

ama hayatın nasıl yürüdüğünü öğrendim. Bu da fotoğrafçılığımı değiştirdi

- Sanırım hayatımı bu yolla kazanma-

elbette. Artık kendime daha çok gü-

yı sevdim. Ayrıca dünyayı dolaşmak

veniyorum, kendime inanıp ne istiyor-

için de güzel bir bahaneydi. Sanırım

sam onu çekiyorum. Zevklerimin pe-

benim tavrım hep ben bir şeyden etki-

şinden gidiyorum. O anı yaşayıp, anı

lenip çekersem başka birinin de ilgisi-

kontrol etmekle ilgilenmiyorum. Bir

ni oraya yönlendirebilmemdi.

yerde çok fotoğrafçı varsa ben diğer

Şu anda fotoğraflarda nelerden

yöne gitmeyi tercih ederim, yapılma-

zevk alıyorsunuz?

yanı yapıp kendi imzamı atmak hoşuma gider. Özgür olmayı seviyorum

- Artık daha fazla gözlem ve detaylar-

ve Magnum Photos da bu özgürlüğü

la ilgileniyorum. İlginç, şaşırtan ve alı-

sağlıyor.

şılagelmemiş fotoğraflar çekmeyi seviyorum. Her yerde bunlardan bulabili-

En hoşunuza giden işleriniz neler-

rim. Ağırlıkla doğayla ilgileniyorum.

dir?

Büyük alanlar ilgimi çekiyor. Bunlar

- Liverpool’la ilgili bir kitap hazırlamış-

biraz da benim imzam oldu çünkü

tım. Magnum Photos’un klasik siyah

uzun zamandır böyle çalışıyorum. Ar-

beyaz işlerindendi. Kadınlar, insanlar,

tık parayı dert etmiyorum çünkü bir

Liverpool sokakları, rugby oyuncuları,

fotoğrafçı olarak çok zengin olmanız

punklar gibi pek çok kişiyi ve mekânı

pek mümkün değil, hayatımı idare etti-

fotoğraflamıştım. O kitabı seviyorum.

riyorum ve fotoğrafın saf hazzını ya-

Şimdiyse İngiltere katedralleriyle ilgili

şamaya çalışıyorum. 36


bir kitap hazırlıyorum. Dindar bir adam

pek ilgilenemedim ama bugün Haliç

değilim ama yapıları beni çok etkili-

ve Tarihi Yarımada’ya gidip biraz fo-

yor.

toğraf çekeceğim. Çokça malzeme çıkacağına eminim.

Sergide de gördüğümüz viski fotoğrafları çektiğiniz projenizi anlatır

Bahadır

mısınız?

(Johnnie Walker Marka Müdürü) AVANTAJLI ÜRÜNLERİ KAÇIRMA-

- Viski, etkileyici bir fotoğraf projesiydi.

YIN

Pek param yoktu, en iyi malt viskilerin

Whisky Festivali’nin farklı ülkelerde

yapıldığı yere gitmiştim. Param olmadığından

arabamda

1977’de

çektiğim

farklı kapsamlarda örnekleri var. Biz

uyumuştum. fotoğraf

Demir

de onlardan yola çıkarak, örnekleri

bu-

inceleyerek Türkiye’ye uyguladık. 14-

gün İstanbul’da bir galeride sergileni-

23 Mart arasında bizim için en önem-

yor. Bu çok etkileyici. Malt çok özel bir

lisi Peter Marlow sergisi. Türk tüketici-

içecek. Üç şeyden oluşuyor. Su, turba

lerine İskoç viski dünyasını tanıtmak-

kömürü ve tahıllar. En çok da bu üç-

sa asıl amacımız. Belirli sürelerde Yü-

lünün içinde olduğu yapılış aşamasını

rüyen Adamlar ve gaydacılar anlaş-

seviyorum. O yüzden yapım aşama-

malı olduğumuz mekânların etrafında

sıyla fotoğraflarımda çok ilgilendim.

olacak. O mekânlarda, avantajlı ürün-

İstanbul’a daha önce hiç geldiniz

ler ve ikramlar olacak.

mi?

Editörün Notu: Devir PR ve reklam dönemi…

- Seksen ülke dolaştım ama ilk kez Türkiye’ye geldim. Dün İstanbul’a ilk geldiğimde çok hoşuma gitti burası. “Daha önce nasıl gelmemişim” diye sordum durdum kendi kendime. Dün 37


38


MEDYA İÇİNDEKİ İKTİDAR İLİŞKİLERİNDEN UZAK DURDUM' SAYIM ÇINAR

© MEDYATAVA-Akşam gazetesinin ek yayınlarının fotoğraf editörlüğünü yapan ödüllü fotoğrafçı Mustafa Seven, iPhone’un fotoğraf uygulaması Instagram’ın da en çok takip edilen isimlerinden biri. Arkadaşımız Sayım Çınar, Seven’le fotoğrafa nasıl başladığını, foto muhabirliğini, teknolojinin fotoğrafçılığa etkilerini ve fotoğrafa dair merak edilen konuları konuştu. “Tek bir kare fotoğraf bütün insanların bakış açısını değiştirebilir” Yıllardır fotoğrafçılık dünyasındasın; Akşam gazetesinin eklerinde fotoğrafçılık yapıyorsun, bir yandan da yeni bir alan buldun kendine, teknolojiyi kullanarak farklı kareler yakalıyorsun. Biraz mesleğini, bu işlere nasıl başladığını anlatır mısın bize? Fotoğrafa öğrencilik yıllarımda başladım. Grafik eğitimi alıyordum. Tesadüfen elime geçen bir fotoğraf makinesi beni bugüne kadar getirdi. Elime geçince fotoğraf çekmeye başladım. Zamanla fotoğraf çekmeyi çok sevdim ve daha fazla ilgi göstermeye başladım. 1994 yılında Sabah Gazetesi’nde muhabir olarak işe başladım. Fotoğraf konusunda bilgim olduğu için, muhabirliğin yanında fotoğraf çekmem de istendi. Bir süre sonra sadece fotoğraf çekmeye başladım gazete ve Sabah dergi grubu için. Daha sonra Hürriyet Gazetesi’nin dergi grubuna fotoğrafçı olarak geçtim. Medya içerisinde çok yer değiştirdin. Evet. Hürriyet dergi grubu sonra da Milliyet’e geçtim, Milliyet’in fotoğraf servisine. Daha sonra da Akşam’a geçtim. Yaklaşık 7 yıldır da Akşam’ın ek yayınlarının fotoğraf editörlüğünü yapıyorum. Portre fotoğraflar çekiyorum. Çok dikkat çeken fotoğraflar çekiyorsun. İnsan yüzleri, ifadeler… Evet, daha çok bu tarz fotoğraflar çekmeyi seviyorum. Bir fotoğrafta çok şey anlatıyorsun aslında ve bu senin sanatçı tarafını ortaya çıkartıyor. Tipik bir gazete fotoğrafçısı gibi çalışmıyorsun, fotoğrafın sanatsal tarafıyla ilgilenen, bu şekilde var olan bir fotoğrafçısın. Teşekkür ederim. Bunları benim söylemem doğru olmaz ama insanlar da böyle düşünüyorlar, çektiğim portreleri seviyorlar, ilgi gösteriyorlar. Ara Güler’den etkilendin mi? Ara Güler’den etkilenmemek elde değil. Fotoğrafa ilgi duyan, fotoğrafı seven herkes Ara Güler’den mutlaka etkilenmiştir. Ben de onun fotoğraflarından mutlaka etkilendim. “İyi fotoğrafla kötü fotoğrafı ancak fotoğrafı izleyen ayırt edebilir” Bir fotoğrafçı aynı zamanda sanatçı mıdır sence? Bu biraz da sanatı nasıl tarif ettiğinizle ilgili bir soru ama tabii ki fotoğrafta da bir yorum söz konusu ve bu bakımdan işin sanatsal bir yanı var. Şimdi artık herkesin elinde bir fotoğraf makinesi var ve

39


herkes çektiği fotoğrafları sanal alemde paylaşıyor. Bu fotoğrafı izleyen insanla ilgili; fotoğrafa bakan insan iyi ve kötüyü ayırt edebilme yeteneğine her zaman sahiptir. İyi bir esere bakıyor olmakla kötü bir işe bakıyor olmak arasındaki farkı izleyen kişi ortaya koyar. Dijitalle fotoğraf daha kolay ulaşılır ve daha fazla üretilir hale geldi. Ama burada iyi ve kötüyü ayırt etmek tamamen izleyene ait bir süreç. Fotoğrafçı olmadığı halde, fotoğrafçı psikolojisiyle hareket eden birçok amatör fotoğrafçı var. Onların da kadrajları oldukça sağlam ve kendilerini geliştiriyorlar. Bu insanların fotoğrafçılık eğitimi almamış olmaları onlar için avantaj mı yoksa dezavantaj mı? Bunun avantaj sağladığı durumlar kadar dezavantaj sağladığı durumlar da var. Çünkü akademik anlamda fotoğraf eğitimi almış bir kişi çok fazla teknik ayrıntıya takılıp fotoğrafın estetik ve yan unsurlarından uzak kalabilirler. Öte yandan teknik ayrıntılara dikkat edilmediği halde çok güzel bir fotoğraf çekmek de mümkün olabilir. Duruma göre değişkenlik gösterebilen bir konu bu. Şöyle bir tarafın var; medya içinde çalışmana rağmen medyadan çok uzakta duruyor gibisin. Bu dengeyi kurmayı nasıl başarıyorsun? Bunu söylemen hoşuma gitti. Bu bir tercih ve fark edilmiş olması hoşuma gitti açıkçası. Bunun sebebi medya içindeki iktidar ilişkileri, bu ilişkilerin içinde olmak istemiyorum. Bunun için yapabileceğim tek şey uzak durmak. Uzak durduğum sürece daha özgür, daha bağımsız ve daha rahat hareket edebiliyorum. Fotoğraf editörlüğü yapan bazı arkadaşlarımız yazarlığa da yönelebiliyorlar. Bir fotoğraf bazen sayfalarca metinden daha değerli de olabiliyor. Yazı yazmayı hiçbir zaman beceremedim, belki de bu nedenle fotoğraf benim için çok önemli. Yazıdan çok uzağım ve yazı konusunda da çok yeteneksizim. Öyle fotoğraflar çekiyorsun ki, insanların yazıyla anlatmaya çalıştığı şeyi sen de fotoğraflarınla özetleyebiliyorsun. Fotoğrafın altında kullanılan yazılardan da hoşlanmıyorum. Bir fotoğraf kendi derdini kendi anlatabilmeli, yan bir açıklamaya ihtiyaç duymamalı. Her fotoğraf ayrı bir öyküdür değil mi? Kesinlikle. Fotoğrafla ayrı bir dünya yaratıyorsun. Fotoğrafın altındaki yazı izleyenin hayal kurma gücünü engeller. Fotoğrafın izleyici için özel bir öyküsü olabilmeli ama fotoğrafın altına yazı yazıldığında insanları koşullandırmış olursun. Bazen şöyle şeyler oluyor: Çektiğim ve altına yazı yazmadan sergilediğim bir fotoğraf için çok farklı yorumlar alabiliyorum. O fotoğrafla ilgisi bile olmayan çok renkli hikâyeler kurabiliyorlar. Benim istediğim de bu zaten. Dolayısıyla yazıdan uzak durmayı tercih ediyorum. Fotoğrafçılığa yeni başlayanlar için neler önerebilirsin? Tek bir şey çok önemli, herkese de bunu söylüyorum; fotoğrafla ilgilenen kişinin bütçesi için uygun olan makine en iyi makinedir. Fotoğraf artık ucu bucağı olmayan bir yatırım aracı. Çok ciddi maliyetler çıkabiliyor karşınıza. Makinenin sağladığı çok fazla teknik imkânlar var ancak izleyen kişilerin hepsi o teknik ayrıntıları fark edemez. Dolayısıyla bütçen için uygun olan makine en iyi makinedir. Kaldı ki işin büyük bir kısmı da bilgisayar başında hallediliyor. Dijital fotoğraf hakkında neler söylersin? Neden bu kadar çok ilgi görüyor? İlgi görüyor çünkü üretim süreci çok hızlı ve çok kolay. Eskiden analog makineler zamanında fotoğraf çok pahalı bir uğraştı. Fotoğraf çekebilmek için eğitim almak gerekliydi. Şimdi öyle değil, hemen herkes elindeki telefonla bile fotoğraf çekebiliyor. Kolay ulaşılabilir olması dijital fotoğrafın popülaritesini arttırdı. Bu aynı zamana demokratik bir ortamın oluşmasını sağladı. Şu anlamda demokratik bir ortam sağladı; eskiden fotoğraf sadece fotoğrafçıların elinde olan bir üretim alanıydı, artık çok daha fazla insan fotoğrafla ilgilenebiliyor. Dijital bir devrim söz konusu bana göre. Yıllardır medyadasın, birçok yerde çalıştın, birçok insanla tanıştın, çalışmaktan keyif aldığın insanlar oldu mutlaka… İlk aklıma gelen Ahmet Tulgar’dır. Ahmet benim hayran olduğum bir insan. İşini çok iyi yapan biridir. O kadar iyi iletişim kuruyor ki karşısındaki insanla, röportajı takip ederken hayran kalıyorsun. Olayın

40


özünü o kadar iyi kavrıyordu ki, röportaj yaptığı insanlara çok kilit yedi sekiz soruyla şahane bir röportaj çıkarıyordu. Hem eğlenceli hem entelektüel bir arkadaşımdı, ben çok besleniyordum Ahmet’ten. Röportaj yapmanın bir tekniği var değil mi? İyi bir röportajcıyla çalışmak, kötüyü ayırt etme şansı kazandırıyor. Sektör içerisinde yüzlerce insanla çalıştım. Bir süre sonra kimin iyi kimin kötü olduğunu görüyorsun ister istemez. Gazetecilikte bir değişim var, çok fazla sipariş işler yapılıyor, sıkıldığın oluyor mu? Sıkılmak için zamanımız yok ama yaptığımız işin daha özel bir yerde olması gerektiğini düşünüyorum. Çünkü biz fotoğrafçılar, basın tarihi için görsel bir tarih, görsel bir arşiv oluşturuyoruz. Görsel belleği oluştururken bu işin daha dikkatli yapılması gerektiğini düşünüyorum. Fotoğrafın hak ettiği değere ulaşmasını istiyorum ancak şu an fotoğrafa yeterince değer verildiğini düşünmüyorum. Medya içerisinde fotoğraf sıradan bir iş gibi algılanıyor halbuki bütün dünyada bu sanat. Foto-jurnalizm çok eski bir gelenek o geleneğin daha doğru bir şekilde yerleşmesi lazım bizde de. Fotoğrafın dünyayı değiştirdiğini düşünüyor musun? Tabii ki değiştirir. Az önce söylediğim gibi, tek bir kare fotoğraf bütün insanların bakış açısını değiştirebilir. Instagram aldı başını gidiyor. Sen de Türkiye’de fotoğrafları en fazla takip edilen isimlerden birisin. Fotoğraflarını bütün dünyayla paylaşıyorsun, çok değişik tepkiler alıyorsundur mutlaka, biraz da bundan söz eder misin? Instagram sayesinde çok hızlı bir şekilde insanlara ulaşma imkânımız oldu. Bunun şöyle bir sonucu var; artık her şey çok hızlı, fotoğrafı çok kısa bir süre içerisinde yayına sokabiliyorsun, bunu yaparken çok daha dikkatli olmak zorundasın. Çünkü insanlar fotoğraflarını takip etmeye başlamışlarsa onlara iyi işler sunmak zorundasın, bu da işini daha dikkatli yapmanı gerektiriyor. Yani o platformda çektiğin her fotoğrafı yayınlayamazsın. Birçok insan fotoğraf çekmeye başladı, bu da bir rekabet ortaya koydu. Rekabet demek doğru olmaz ama hoş bir yarış var diyebiliriz. Unutamadığın kareler hangileri, bu kadar yıl meslektesin, çok sayıda ödül de aldın, unutamadığın fotoğraflarından söz eder misin? Çok fazla ödüllü fotoğrafım var, bir anda aklıma gelen bir kare yok. Ama beni etkileyen insan hikâyelerini anlatabildiğim fotoğraflar. Hikâyeyi tek bir kareyle anlatabildiğim fotoğraflarımı daha çok seviyorum. Özellikle 17 Ağustos depreminde çektiğim fotoğraflar arasında unutamadığım çok fazla fotoğraf çektim. Foto muhabirliğinde bir de şöyle bir durum var; sıradan bir insanın tanık olamayacağı çok fazla şeye tanıklık ediyorsun. Depremler, cesetler, itiş kakış, savaş, silah ve daha birçok trajik tabloyla karşılaşabiliyorsun. Bu bakımdan çok da güçlü durmak zorunda olduğun bir meslektir. Hem bedenen hem de ruhen kendini geliştirmek zorunda olduğun bir meslektir foto muhabirliği. Portre fotoğraflarından söz edelim biraz da, portre fotoğraflarında kimleri çekmeyi tercih ediyorsun? İlginç karakterleri çekmeyi seviyorum, özellikle ünlü yüzler aramıyorum. Sokaklarda karşılaştığım insanlar söz konusu olunca kendimi daha özgür ve daha rahat hissediyorum. Gazete ve dergiler için çalışınca ister istemez gelen talebe, isteğe karşılık vermek zorundasınız ama sokakta olunca kendimi daha iyi ifade edebildiğime inanıyorum. Fotoğraf hakkında yayınlanmış kitaplar yeterince ilgi görmüyor, bunu neye bağlıyorsun? Özellikle takip ettiğim bir konu değil bu ama dijital ortamlarda fotoğrafa ulaşabiliyor olmak, ilgiyi düşüren sebeplerden biridir bence. İnternette istenen fotoğrafa kolayca ulaşabiliyor insanlar, dolayısıyla ucuz ve kolay olduğu için bu yolu tercih ediyordur. Ama öte yandan fotoğraf albümlerinin de koleksiyon değeri var. Daha fazla da ilgi görmeliler. 04.07.2012 Kaynak: http://www.medyatava.com/haber.asp?id=94215

41


Instagram kullanıyorsun diye kendi fotoğrafçı mı sandın, cicim?

42


DÜNYADAN

TANIMLAYICI FOTOĞRAF MAKİNESİ Matt Richardson’ın icat ettiği “Tanımlayıcı Fotoğraf Makinesi” sıradan bir makineye çok benzer şekilde çalışıyor. Görüntülemek istediğiniz nesne ya da manzaraya doğrultup, denklanşöre basarak görüntüyü kaydediyorsunuz. Fakat bu prototip, bir görüntü oluşturmak yerine size mevcut sahnenin tanımlamasının yazarkasa fişine benzer bir metin çıktısını veriyor. Çağdaş sayısal fotoğraf makineleri çekilen fotoğrafların çekimiyle ilgili makine ayarları, konum ve tarih gibi fotoğrafla ilgili yığınla üstveri veriyor. Tanımlayıcı fotoğraf makinesiyse içeriğin sadece üstveri çıktısını veriyor.

MATT RICHARDSON

43


DÜNYADAN

Bizler inanılmaz miktarda fotoğraf biriktirirken, arşivlerimizi düzenlemek gün geçtikçe zorlaşıyor. Düşünsenize, herbir fotoğrafta bulunan kişinin kim olduğu, neler yaptığı ve bulunduğu çevre hakkında anında veriler içeren bilgileri verse, arşivlerimizde arama, ayırma ve çapraz sorgulama yapmak için inanılmaz derecede kullanışlı olmaz mı? Tabiki şu an için bunun pratik bir önerme olabilmesi için yeterli teknolojiye sahip değiliz. Fakat tamda bu noktada tanımlayıcı fotoğraf makinesi bunun olasılıklarını araştırıyo 44


DÜNYADAN

SONUÇLAR

Denklanşöre basıldığında, fotoğraf işlem için Mechanical Turk’e gidiyor ve fotoğraf makinesi sonucu bekliyor. Sonuçlar 3 ila 6 dakika gibi kısa bir sürede elde ediliyor. Isısal yazıcı, Polaroid’e benzer bir şekilde sonucun metin çıktısını veriyor. Aşağıda Tanımlayıcı Fotoğraf Makinesinden alınan çıktılarla ilgili bir örnek yer alıyor:

45


DÜNYADAN

Harap bir binanın solgun bir fotoğrafı... Kötü durumda görünüyor ve tadilata ihtiyacı var.

Tanımlayıcı fotoğraf makinesinin teknolojisi, sunum videosı ve için aşağıdaki bağlantıyı tıklayabilirsiniz:

http://mattrichardson.com/Descriptive-Camera/

46


“Baba çekim gezisine yine geç kaldı. Hep böyle yapıyor. Hayır, yaşına, sanatına hürmet edelim etmesine de bende Harvey Keitel’ım yani…” http://www.haberturk.com/kultursanat/haber/605512-arif-sag-fotografsanatcisi

47


FOTOĞRAF(LAR) VE ANLAM(LAR) Bişar Bektaş - lerzek@hotmail.com Hayat dijital kayıtlarda kendi sırlarını afişe etmeye devam ediyor. Tamamlanmamış hikâyeler, yaşamlardan kesitler bizlere paketler dolu anlamları kucağımıza gönderiyor. Ne kadar çok anlamları yaşamsallaştırıyoruz ve ne kadar çok üzülüyoruz. Garip olan şu ki dijital kayıtlardan bize gelen bütün acı şeyler elden ele dolaşıyor ama kimse intihar etmiyor ve yaşam olduğu yerden devam ediyor. Ağlarda dolaşan tanrı bizi çok mu duygusuzlaştırdı yoksa gerçekten vicdanımız mı elimizden alındı? Yaşam oduğu yerden devam ediyor. Güncel imgelerin büyük çoğunluğu sefil ve vahşi insan görüntüleri sunmaktan başka bir şey yapmıyorlar. Aşırı anlamla yüklü bu imgeler bizde duygular yaratıyor olsaydı; Adorno’nun dediği gibi yaşamın artık yaşanmaz hale geldiğini görür ve ölmeyi tercih ederdik. İmgeye yüklenen içeriğin bizi etkilemesi için bu imgenin kendiliğinden ortaya çıkması ve kendi anlamını dayatması gerekmektedir. Dünyanın ne kadar sefil bir yer olduğunu anlamak için bir mankenin yüz ve vücut hatlarının en az bir afrikalının iskeleti andıran görüntüsü kadar etkili olduğu söylenebilir. Bakmayı bildiğimiz takdirde aynı vahşetle her yerde karşılaşırız. Aslında dünyanın kendisi kendi fotoğrafını çekmeli; bize bizim algılayamadığımız bir dünya sunmalıdır. Fotoğraflara anlam yüklemek nesnelere poz verdirmeye benzer. Çünkü nesneler bakışların kendilerine yöneldiklerini hisettikleri anda anlamı yaymaya başlamaktadırlar. Fotoğraf makinesiz bir fotoğrafçı olabilmek ve dünyayı makine olmadan dolaşıp fotoğraflamak, kısacası fotoğraf olayının ötesine geçerek, şeyleri sanki imge ötesi varlıklarmış gibi görmek sanki fotoğrafları bir önceki yaşantımızda çekmişiz gibi bir duygu yaşayabilmek ne müthiş olurdu. Her özgün imge bizim için istisnai bir değer taşımalı, çünkü tüm özgün olanı unutmamızı istemektedir. Hikâyelerin içiçe geçmesini engellemeliyiz. Fotoğraf Çekmenin Sakıncası veya Yeni Makinelerle Fotoğraflamanın Sakıncaları * Dijital olan şey bize sonsuz özgürlük tanıyarak (seçeneklerimizin olması, değiştirme ve form verme özgürlüğü) sanat üzerine iktidarlık kurmamız ve yüklediğimiz anlam doğrultusunda çekme şansını verir. Bu durumda önceden anlamlandırdığımız şeyin yaratıcılıkla ilişkisi olamaz. Sadece tasarladığımız şeyi fotoğrafta görüyoruz. Dolayısıyla çağcıl olan ve toplumsal beğeni ölçülerine uygun çekilmiş fotoğraflarla kendimizi tatmin etmiş oluruz. Doğadaki anlamı bulmaya 48


çalışmak yerine kendi anlamımızı tekrar etmiş oluruz. Yani kısacası nesneyi ışık hızıyla veya “oluş” şeklinde çekeceğimize olması gereken ve olabilirlik üzerinden çekmiş oluruz. * Sine – kentler, foto – kentler yaratma başlıyoruz ki doğa da anlam eğer gerçekten varsa öldürüyoruz. Flash patladığı an romantizm biter. Bütün mekânlar ve anlamlar bize bizden daha yakın konumdalar. Oysa düşünsel yolculuklar keyiflidir; anında karşımızda olan pornografik imge değil (resmin emek ve arayış sonucu değilde bir tıklamayla ulaşılması anlamında kullanılmasına pornografik imge diyorum). * Eskiden aynı yerlere yolculuklar birçok kez yapılırdı. Şu an ise gittiğimiz yerlere ait çektiğimiz yüzlerce fotoğraf var elimizde. Bu durum ve başka sebepler (gitmediğimiz yeri görme arzusu daha önce gittiğimiz yerin arzusundan baskın çıkar çoğu zaman ve sonuçta doyumsuzlaşırız) gitmemizi engelliyor. Kendimizle birlikte getirdiğimiz fotoğraflar da özlem duygusunu belli bir zamandan sonra öldürüyor. Oysa bana göre anlam daha çok yolculukta geçirilen zamanda var ve doyumlarımızın ölçütünü bilmekte var. Tıpkı özel hayatımızda tek bir kadının veya erkeğin bizi mutlu ettiği gibi… 27 Eylül 2008

Kaynak: http://www.radikalgenc.com/sanat/fotograf-ve-anlamlar

49


KiTAP

BİR FOTOĞRAF FELSEFESİNE DOĞRU Vilem Flusser Yayıncı: Hayalbaz http://www.abramsbooks.com/ 7,49 tl107 Sayfa, Ciltsiz, 14x20 cm İstanbul, 2009 ISBN: 9786056060014

Arka Kapak Kameraya basit bir araçmış gibi bakamazsınız - tıpkı bir fotoğrafı herhangi bir ürün, hatta genel olarak meta diye kabul etmekle yetinemeyeceğiniz gibi. Belki birtakım fenomenolojik mülahazalar devreye sokularak bu konuda birtakım şık şeyler söylenebilir: Foto kameranın fotoğrafçıyı gizleyen, saklayan, görünmemesini sağlayan bir peçe olduğu gibisinden... Ancak Flusser'in çok ünlü bu metni, fotoğrafın "teknik" bir imaj olarak oluşturduğu aygıt üzerine çok şeyler anlatıyor: Flusser fotoğrafı bir aygıt olarak tanımlamasını kapitalizmle, seri üretimin yaygınlaşmasıyla yüzleştirerek gerçekleştirmiyor. Ya da diyelim ki hemen böyle bir kolaycılığa sapmıyor. Temsili imaj ile "teknik" imaj dediği şey arasında belli bir farkı gözeterek başlıyor... Fotoğraf felsefesinin amacı, insan ve aygıt arasındaki mücadeleyi fotoğraf alanında ortaya çıkararak, sözkonusu karşılığa olası bir çözüm aramaktır. 50


51


Nat端rmort 52


ALBÜM

WHERE I STAND Mary McCartney Yayıncı: Abrams http://www.abramsbooks.com/ 35 U.S 193 Sayfa, Ciltli

Cartney Ailesi’nin fotoğrafçı kızı Mary McCartney’nin, 15 yıllaık birikimini topladığı retrospektif kitabı From Where I Stand; Madonna’dan Natalie Portman’a bir tür ünlüler holünü andırıyor… Kitap fantezinin yanı sıra bir tutam gerçekle de desteklenmiş. Babanız efsanevi müzik grubu The Beatles’ın efsanevi üyelerinden Sir Paul McCartney, anneniz rock fotoğrafçısı ve müzisyen Linda Eastman, kardeşiniz ise modanın sofistike kraliçelerinden Stella McCartney olunca; yaratıcılıktan uzak bir mesleğe sahip olmanız da imkânsızlaşıyor… Hayat, Mary McCartney için tam da bunu uygun gördü ve 15 yıl önce kardeşi Stella McCartney’in tasarımlarının stil life fotoğraflarını çekerek başladığı yolculuk, bugün bambaşka bir dünyaya sürükledi onu. Bugün tüm birikimini bir kitapla aktarıyor bize. Amerika’dan sonra, geçtiğimiz ay İngiltere’de yayımlanan From Where I Stand, fotoğraf makinesi olmadan dışarıya adımını bile atmayan Mary McCartney’nin fotoğrafla yaşadığı aşkın hikâyesini çarpıcı karelerle aktarıyor. Kitap retrospektif kurgusuyla, fotoğrafçının 1990’ların ortalarından günümüze uzanan kariyerinin en başarılı çalışmalarını içeriyor. Madonna’dan Tracey Emin’e, Zaha Hadid’den Dita Von Teese’e, Vivienne Westwood’dan Kate Moss’a tam bir ünlüler geçidini andıran kitapta defile fotoğrafları, stil life çalışmalar, dış mekân çekimleri ve Royal Opera House dansçılarının kareleri yer alıyor. 1969’da Londra’da doğan Mary McCartney, meslek seçimini annesininkinden yana kullandıktan sonra, müzik kitapları yayıncısı Omnibus Press’te fotoğraf editörlüğüne başlıyor. Sonrasında portre ve moda fotoğrafçılığına odaklanıyor. 2001’de babasının The Beatles sonrası müzik kariyerini anlatan Wingspan adlı televizyon belgeseline de imza atıyor. Fotoğrafları birçok fotoğraf dergisinde yayı9nlanıyor. 2004’ten bu yana üç kişisel sergi hazırlayan Mary McCartney, defile ya da tiyatro kulisleri gibi ender kişinin girebildiği yerlere, özel anlara ilgi duyuyor. “Fotoğrafçılığı sevmemi sağlayan işte o anlar” diyor kendisi de. 15 yıl önce kız kardeşi Stella’nın stil life ürün fotoğraflarını çektiği günleri; “Başlangıçta fazla çekingendim, işi yeni öğreniyordum. Bugün ise kendime çok daha fazla güveniyorum” diye anlatıyor. Bu Mary’nin en çok hatırlanan bazı fotoğraflarını nasıl çektiğini de özetliyor aslında. Balerinlerin sahnede birbirlerine sarılmalarını gösteren ünlü siyah-beyaz fotoğrafını ‘kazara’ diye nitelendirmesi de bu yüzden. Sanatçılar onun farklı dünyaların kapılarını aralayan en büyük ilham kaynağı… “Hayatını sanata adayan kişiler ilgimi çekiyor, başka bir dünyaya girmeme ve oraya dair izlenimler oluşturmama izin verilmesini seviyorum” diyor. Mary McCartny için fotoğraf aslında dünyayı algılama biçimi. Kameradan gördükleri kendi hikâyesi bir bakıma. Ancak kitaptaki fotoğraflar yalnızca Mary’nin kişisel dünyasını değil, aynı zamanda fotoğrafladığı insanlarla kurduğu özel dostluğu da gözler önüne seriyor.

53


Fotoğraflarını çektiği kişilere kompozisyon ve teknik konularda dayatma yapmak yerine rahat olmalarını, tıpkı kendisi gibi kamerayı hayatlarına dâhil etmelerini bekliyor. Bu o sabırlı yaklaşımının sonucu olsa gerek, öznesinin gerçek karakterini ve insani yönlerini, seyredeni ilk bakışta yakalayacak şekilde fotoğrafa aktarıyor. İşte bu nedenle bir tutam gerçeği de saklıyor her kare. From Where I Stand’de; 50li yıllardan ilham alan rock ve country müzisyenleri de, baba Paul ve anne Linda McCartney de giriyor Mary’nin kadrajına. Madonna, Bono, Debbie Harry, Elvis Costello, Dennis Hopper, Gwyneth Paltrow ve Kate Moss... Kalabalık listedeki pırıltılı isimler genellikle kanıksadığımız hallerinden uzaklar ancak ‘bu o değil’ dedirtmiyor hiçbir portre. Royal Opera House’da bale topluluğunun kulis hazırlıklarını olabildiğince samimiyetiyle yansıttığı gibi, ünlü markaların ön ve arkasıyla defile heyecanlarını da, rock konserlerinin güçlü enerjisini de yaşıyorsunuz fotoğraflarda. Evin ve ailenin özel anları da Mary’nin zarif ve sezgisel vizörlerinden bize yansıyor. ‘BARIŞ KONVOYU’ ÇOCUĞU Özgürlük Mary’nin fotoğraflarının tam odak noktasında duruyor. Bir yere bağlı kalmayıp yol almakla geçirdiği yıllarda belleğinde imgeler biriktirmiş. “Özgürlük fotoğraflarımın ana temasını oluşturdu hep. Ailece çok gezdik; mutlu göçebeler gibiydik… Arkadaşlarımdan biri ‘barış konvoyu’ çocuğu olduğumu söyler hep. Bu bence o günlerin rahat ortamını özetleyen bir iltifat. Yolculuklar sırasında birçok yerin, insanın ya da olayın çarpıcı noktalarını biriktiriyorsunuz. Bunları muhtemelen bir daha göremeyeceğiniz için de zihninizde saklıyor, hatta güzelleştiriyorsunuz. O görüntüler benim yetiştirilmemi özetliyor; büyürken gördüğüm fotoğraf kareleri ise ilham veren bir fotoğrafçıya anneme ait” diyor geçmişi anarken. Belki de en çok kameranın arkasına geçtiğinde vizörden bakarken kendisi oluyor Mary McCartney. Görünmeden de görünür olarak, başka hayatlara sızmak için en iyi yol bu. “Birçokları gibi ben de kamerayı, yüzleştiğim dünyayı keşfetmek için kullandım. Bana sosyalleşmeden de sosyal ortamlarda olabilme fırsatını verdi fotoğraf makinesi. Bu müzisyenleri ve aktörleri fotoğraflarken paha biçilemez bir değerdir. Daha da önemlisi fotoğraf, farklı açılardan bakmayı öğretti bana” diyor. Öznesinin karşısına geçip ışığı ayarlamaktan, kare üstüne kare çekmekten hiçbir zaman mutlu olmadığını da dile getiriyor. Çünkü bu, akışta anlar yakalamaktan çok ‘tasarlanmış’ oluyor ona göre! “İz sürmeyi seviyorum. Kuliste modeller, evlerinde dansçılar, korunmasız ve görsel olarak savunmasız hallerde… Görüntüler kendilerini spontane sunarken izleyenin de hayatı kavramasına olanak sağlıyor” diyor. Fotoğraf çekimine görsel bir konseptle gitmiyor. Fotoğraflarının görüntülediği kişi ile kendisinin ortak bir hikâyesi olduğunu dile getiriyor. Onu her seferinde heyecanlandıran bir tür ortaklık da diyebiliriz. “Eğer yakalayabilirseniz bir fotoğrafa birden fazla kez bakılmasını sağlayan da işte budur” diyor. Yazar ve yönetmen eşi Simon Aboud yaratım sürecinin en yakın tanığı olsa da, Mary’nin sırrını çözemediğini söylüyor. Babası Paul McCartney ise kızıyla duyduğu haklı gururun yanı sıra Mary’nin ‘iyi fotoğrafın’ gereklerini yakaladığını düşünüyor; “Bence fotoğrafçının iyi bir kare yakalaması için üç temel nokta var! İlki doğru yerde doğru zamanda olmak, ikincisi ne aradığını bilmek, üçüncüsüyse doğru anda deklanşöre basmak... Mary’nin kendi tarzıyla tüm bunları gerçekleştirdiğine inanıyorum. Kitaptaki fotoğraflar bunu açıkça gösteriyor zaten.”

54


NEDEN YURT DIŞINDA BÖYLEDE

DİLERSEN BU MEVZUU 1 DÜŞÜN 55


MEMLEKETTE BÖYLE?

YOKSA İNCEDEN BİZİ Mİ YİYORLAR? 56


KİTAP

GÖZ GÖRMEZ BİLİNÇ GÖRÜR Mehmet ÖZER Yayıncı: notabene Yayınları http://www.notabeneyayinlari.com/ 35 U.S 152 Sayfa, Ciltli

ÇAĞRI “kardeşler uzatın ellerinizi/ çoğalsın ayak seslerimiz/ uzatın ellerinizi/ çoğalsın soluğumuz/ bir orman yangını gibi bir bahar salgını gibi/ uzatın/ yıkılsın korkunun kaleleri/ ışısın su/ dirilsin gün/ büyüsün nehir/ yırtılsın karanlık ey özgürlük merhaba/ ölmek için yaşadığımız yeter/ yaşamak için ölelim birazda “ Mehmet Özer GÖRMEK İÇİN... Mehmet Özer’in hazırladığı kuşe kağıda baskılı bol fotoğraflı bir otobiyografi kitap/albüm. Çoktandır elimde bir başından bir sonundan okuduğum ve ilk fırsatta yazmak istediğim bir kitaptı. Başta bir fotoğraf albümü olduğunu düşünmüştüm, fakat kapağını açınca bir otobiyografi olduğunu gördüm. Öznesi Mehmet Özer’in olduğu fakat yan öznelerle dolu dolu bir kitap. Hem Mehmet Özer’i tanıyoruz hem de fotoğrafla olan ilişkisini. Toplumsal muhalefette hemen hemen herkesin bilip tanıdığı Mehmet Özer kimdir? Ne yapar? Diye soranlara ilk elden yanıt veren bu yanıtlarını tanıdığımız şair, yazarlarla pekiştiren bir kitap “Göz görmez, Bilinç görür”. Yedi ana bölümden oluşuyor. Kitapta Mehmet Özer’in fotoğrafla, hayatla ve gelecekle olan ilişkisi ele alınıyor. Tabii ki en vurucu nokta kitabın sonunda yer alıyor. Karabük Demir Çelik işçilerinin aralarında topladıkları para ile Mehmet Özer’e fotoğraf makinası alma kampanyası. İsim isim listelenmiş. Grevci işçilerin sınıf yoldaşlarıyla dayanışması. Biliyorum ki Mehmet Özer işçi sınıfının yanında değil. O sınıfın içinde, işçilerle birlikte nefes alan veren ve fotoğrafla görünür kılan. Yetmezse o davudi sesiyle uzun uzun şiirleri okur, yetmezse yazar . Gençlere yol gösterir, olanaklarını sunar. Kurduğu Toplumcu belgesel fotoğraf atölyesi hem teorilerin tartışıldığı hem pratik içinde mücadeleci bir okuldur. Kitapta yer almasaydı mutlaka eksik olurdu ki genişçe öğrencilerinin çalışmalarına da yer vermiş. Tabii ki dostları, Temel Demirer’den, Ahmet Telli’ye, Sibel Özbudun’dan, Şükrü Erbaş’a kadar, dahası fotoğraf ve Mehmet Özer’le olan özdeşliği anlatan yazı ve yorumlarıyla zenginleşmiş bir belgeselle karşılaşıyoruz. Kuru kuruya bir tanıklık değil, Mücadelesinde tanık olunanların sergilenişi görülüyor. Mehmet kitabını oluştururken 57


üşenmemiş arşivlerden katmış sözlerini, fotoğraflarını. Zannediyorum son gözaltına alınmasının duygusallığı, aceleciliği hep önünde olmuş. Ya bitiremezsem, içeri alınırsam kaygısı... Fotoğraf nedir? Ne olmalıdır? Diye soranlara bir cevap niteliğinde ve toplumsal mücadelede fotoğrafın yeri, önemi hep gösteriliyor, anlatılıyor. Hak mücadelesinde haklıdan yana olmak. Gerçekmiş gibi görünüşlere karşı hakikatin yol göstericiliğini rehber edinmiş ve bunu yaşamına uyarlamış bir bilgenin ağırlığı var kitapta. Yaşamın tüm yönleri direnişler, katliamlar, yoksulluklar mı yalnızca? Hayır çiçekler, kuşlar ve portreler de var güzel yarınları imleyen sezgilerin yansıyışları da. Anlayacağınız ister fotoğrafla ilgilenin ister börtü böcekle ister sosyoloji ile bu kitap/albümü mutlaka

edinin

ve

okuyunuz

derim.

Eline

ve

birikimine

sağlık

Mehmet

usta...

Son söz olarak Mehmetin çağrısıyla noktalayayım: “...Sevgili okur, senin de tanık olduğun gibi bu kitabın oluşmasında ben sadece bir nedenim, asıl hazırlayıcılar yukarıda isimlerini saydığım dostlarım ve hayatı yaratan emekçiler büyük bir feda ruhuyla adaletsizliğe karşı halkın itirazını örgütleyen devrimcilerdir...” Özcan Yaman http://www.evrensel.net/news.php?id=33173

58


BEKÂR EVİ GÜNLÜĞÜ SEVRA NİHAL ÜNAL İstanbul… Okmeydanı… Van’dan yolu İstanbul’a düşen, önce birken sonra on bir olan ve giderek çoğalan başkalaşımın içindeyim… Yaşları on üçten başlayıp otuzlu yaşlara varan bu genç insanlar, buralara, memleketlerini bırakıp İstanbul’da çalışmak ve yeni bir hayat kurmak için gelmişler . Tencerede etli menemen pişiyor… Van’dan İstanbul’a ilk gelen Umut anlatıyor: -Bu benim emmioğlu… -Bu benim kardeş… -Bu benim dayıoğlu… -Bu benim… Ranzalarda düş var, bekleyiş, azim... Duvarlarında inanç var, öncü var... Etli menemen, çay, balkonda yetiştirilmiş yeşil soğan..İ şte sofradayız… Hayatın içinde… İstanbul’da sabahları şafakla aydınlanan tiril tiril tüller, akşam,karanlık bir geceye perde çeker. Bu katışık dünya, sonsuza kadar sabahları aydınlatır, akşamları da karanlığı çöktürür. Anlam, içimizde mutluluğu yaratabilmek... Savaşların, topların-tüfeklerin, sınırların, kazulet liderlerin de var olduğu dünyada her şeye rağmen inanç tohumları ekebilmek... İstanbul’da bir bekar evinde de mutluluk, her yenilgi sonrası dalga dalga yürümektir çünkü…

59


60


61


62


63


64


MUTLUCA NURCAN VOLKAN Birleşmiş Milletler verilerine göre elliye yakın ülkede 25 milyondan fazla insan ülkelerindeki çatışmalar ve insan hakları ihlali nedeniyle yaşadıkları yeri terk etmiş bulunuyor.

BM Mülteciler Yüksek Komiserliği 2.000.000 Human Rights Watch 2.000.000

Türkiye’de ise 1984-1999 yılları arasında Doğu ve Güneydoğu bölgelerinde yaşanan uygulamalar sonucunda 1997 yılı TBMM raporundaki OHAL Bölge Valiliği verilerine göre 905 köy ve 2523 mezra boşaltıldı.

HÜNEE 950.000 ile 1.200.000 TBMM 378 000

Göç ettirilen nüfus verileri; İçişleri Bakanlığı 355 000

GÖÇ-DER 3.500.000 ile 4.000.000 arası

Nüfus verileri her ne kadar değişkenlik gösterse de, zorunlu göç Avrupa Komisyonu tarafından eleştirildiğimiz konuların başında geliyor ve yeryüzünde sınırların kalktığı tek oluşum olan Avrupa Birliği'ne entegre olmamızdaki engellerin önemli bir kısmını oluşturarak, vatandaşlık kavramının yeniden tanımlanmasını zorunlu kılıyor.

İHD, TİHV, TMMOB, GÖÇ-DER, ÖDP, HADEP ve TOHAV’ın ortak açıklaması 3.000.000’dan fazla Birleşmiş Milletler Helsinki Komisyonu 3.000.000’dan fazla İHV 3.000.000

Yerinden edilmiş kişilerin yoğun olarak bulunduğu iller Adıyaman, Malatya, Tunceli, Elazığ, Bingöl, Diyarbakır, Mardin, Muş,, Batman, Şırnak, Bitlis, Siirt, Ağrı, Van ve Hakkari. Fotoğraflar ise Diyarbakır’ın Hazro ilçesine bağlı Mutluca (Berbuş) köyünde başladığım projenin 2006-2007 yılları arasındaki sürecini kapsıyor.

TMMOB 3.000.000 Minority Human Rights Group İnternational 3.000.000

65


66


67


68


69


70


71


72


73


Engin Güneysu www.enginguneysu.com

hallede yaşayan insanlardan tanıdıklarım olsa da farklı biri olarak orada bulunmam dikkat çekmekteydi.

1924 Nüfus Mübâdelesinde Türklerle birlikte Selanik’ten Samsun’a gelenler arasında Romanlarda bulunmaktaydı. Gemilerle getirildikleri bu bambaşka coğrafyada, 15 yıl öncesine kadar derme çatma, teneke yapılarda yaşamlarını sürdürmekteydiler. Dönemin belediye başkanı, Mert Irmağı kıyısında yaşayan Romanların, şehrin uzak bir bölgesindeki 200 adet tek katlı yapılara geçmesini sağladı. İşte 200 Evler Mahallesinin ismi de buradan gelmektedir.

Bu mahallede kabullenilmenin en önemli şartı, kendinizi onlardan ayırmaksızın aralarında bulunmak, sohbet etmek, sofralarına oturup yemeklerini yemek olmalıydı. Nitekim benim için de öyle oldu. Aradaki duvarları ve karşılıklı önyargıları yıktığımız andan itibaren, bütün samimiyet ve içtenlikleriyle hem kalplerinin hem de mahallelerinin kapılarını açtılar ve açılan o kapılardan birçok kareler düştü kadrajıma.

Samsun Şehir merkezinden iyice tecrit edilen bu esmer insanların arasına ne zaman girsem, kendimi çok rahat hissetmişimdir. Daha çok küçük bir çocukken, düğün dernek yapılacağı vakit, büyüklerimiz orkestra kiralamak için Roman mahallesine giderdi. Onlar konuşurken çevrede olup biteni izler, bu sıcakkanlı, misafirperver ve gamsız görünen insanlara kendimi yakın hissederdim. Bunu, aralarında aralarında bir kaç yıl geçirdikten sonra daha iyi anlayacaktım.

Fotoğraf çalışmama başladığım yıllarda, mahallenin, çevre yolu yapımı nedeniyle kaldıracağına dair söylentiler dolaşıyordu. Bu da benim elimden geldiğince çalışmama ağırlık vermeme sebep oldu. Fırsat buldukça 200 Evler Mahallesinde çekimler yapıyordum. 2008 yılı ortalarında 200 Evler Mahallesi, devlet tarafından Kentsel Dönüşüm Projesi kapsamında yıkıldı. Burada yaşayan Romanlar ise 264 evler adında, yine fotoğraflarda göreülen toki dairelerine yerleştirildiler önceki yaşadıkları yere yakın bir yerde yapılan bu konutlar çok komforlu olmamakla beraber hemde çok katlı apartman yaşamına aşina olmayan roman halkı evlerine geçeli 4 sene olmasına karşı bu evlere pek alışabilmiş değiller...

Belgesel fotoğraflara merak saldığım zamanlarda, bir yandan da dünyada bir şeyler yok olup giderken, kendi adıma yaşadığım kentte neyi kaydetmeliyim diye düşünmekteydim. Ve 200 Evler projesine ile ilgili çalışmalara başlamış oldum. Mahalleye ilk girdiğim günkü bakışları hiç unutamam. Her ne kadar daha önce de ma

74


75


76


77


78


79


80


81


82


83


84


85


86


87


88


89


90


91


Genç Fotoğraf İnisiyatifi; bilgi paylaşımını benimseyen fotoğraf sanatçıları, eleştirmenler, akademisyenler ve fotoğrafla ilgili fikri olan herkesin desteğiyle genç fotoğrafçıların ve bunun sonuçlarından biri olan “Türkiye Fotoğraf Kültürü”nün gelişimine katkıda bulunmak amacıyla, inisiyatif almayı amaç edinen bir sivil harekettir. Bunu; üyeleri, kütüphanesi, yayınladığı kitaplar, düzenlediği etkinlikler ve medya araçlarıyla bilgi havuzu oluşturarak yapmayı hedeflemektedir. Kendi kuşağımız fotoğraf sanatçısı arkadaşlarımızla aynı sorunları yaşamanın getirdiği farkındalıkla, bir ortak platform kurarak, ilerlememize katkıda bulanacak imkânları kendimiz sağlayarak, daha özgür ve demokratik ortamlarda kendimizi ifade etme imkanı bularak gelişimimizi sağlamak için çalışacağız. Bu platform bağımsız bir fotoğraf galerisi, basılan fotoğraf kitapları ve internet sitesi aracılığıyla genç sanatçılara, eserlerini sergileme şansını sağlayacaktır. Eserlerini izleyicilerine ulaştırarak duygu ve düşüncelerini aktarabilecek, eser satışından elde edilen gelirle bağımsız sanat üretimlerine katkıda bulanabilecektir.. Bu sayede ülkemizde yeni, genç, alternatif bir fotoğraf anlayışının gelişmesini sağlayarak hem sanatsal hem de sosyal bir gelişime katkıda bulunabileceğiz. Ulusal ve Uluslararası düzeyde sanatçılar arası iletişim ve paylaşım ortamının kurulmasıyla, kültürler arası bilgi paylaşımı, ortak değerler oluşması ve önyargıların kaldırılması da sonsuz bir değer yaratacaktır. 92


93


UNUTULAN AFGANİSTAN Gloriann Liu http://www.gloriannliu.com

Gloriann Liu’nun, 3 yıldır fotoğraflamayı sürdürdüğü projesi ‘Unutulan Afganistan’ çeşitli savaşlar sırasında bomba ve roketlerden dolayı sakat kalan Afganlıların süregelen maduriyetlerini tüm açıklığıyla gözler önüne seriyor. Fotoğraflardaki kurbanlar, Sovyet Savaşı (1979-1989), İç savaş (1992 -1996), Taliban karşıtı savaşta sakat kalmış Afganlılar. 94


95


96


97


98


99


100


101


102


103


104


Güz Cenk ‘Mirat’ PEKCANATTI

Dârülaceze, İstanbul’daki sokaklarda başıboş gezen çocukların, cami avlularında yatan kimsesiz ve sakatların bir araya toplanıp ıslah edilerek sanat sahibi yapılması ve kalan ömürlerini huzur içinde geçirmelerinin sağlanması amacıyla kurulmuştur. Açıldığı 2 şubat 1896 tarihinden günümüze kadar 30 bini çocuk olmak üzere 100 binde yakın kişiye şefkat yuvası olduğu gibi, halen de 650’ye yakın insanımızı barındırmaktadır. Dârülaceze bünyesinde 9 aceze (düşkünler) servisi, bir çocuk kreşi, içinde kütüphanesi bulunan bir rehabilitasyon merkezi ve hastane mevcuttur. Kuruluşundan beri ibadete açık olan cami, kilise ve havrasıyla dünyada eşi olmayan bir hayır kuruluşudur. Dârülaceze din, dil, ırk, sınıf, cinsiyet ve yaş farkı gözetmeksizin herkese hizmet sunmaktadır.

Online bağış için: http://www.darulaceze.gov.tr/bagis/# Telefonla bağış kabul: (212) 220 10 20 - Dâhili 109 105


106


107


108


109


110


111


112


113


114


115


116


III. SEDAT PEKCANATTI SOSYO-BELGESEL FOTOĞRAF PROJESİ BURSU

III Katılım şartnamesi için: http://www.golge-fanzin.com/default.php?goto=scholarship 117


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.