HT 15.sayi

Page 1

1


2


3


Bir diğer yazı ustamız Barbaros Tantan bu sayıda transfer politikamızı analiz ediyor; daha doğru bir tabirle didikliyor demek daha doğru. Yönetimin transfer politikasının bizleri nerelere sürükleyebileceğine dair ipuçlarını verdiği bu kısa yazısında o ipuçlarından tutup takip etmek de bizlere düşüyor artık.

Merhaba dostlar

Kapak konumuza dair bir bakış açısı da Mete Gürkan arkadaşımızdan geliyor. Formalara göğüs reklamı alınacaksa bir de bunları deneyelim dediği alternatif isimler ilginizi çekecektir. Eminiz ki

Sonbahar’la birlikte havalar soğumaya ancak sahalar ısınmaya başladı. Yazın kavurucu uyuşukluğunu atan takımlar mücadelelerini gitgide sertleştirmeye başladılar. Öyle ki ligin isim sponsoru olarak mezbahaları, bağlı olduğu federasyonu da Türkiye Kasaplar Federasyonu olarak gönül rahatlığıyla önerebilecek hale geldik. Daha ligin başındayız ve özellikle yıldız tabir edilen durdurulması güç oyuncuları teknik anlamda durduramayan bazı inşaat malzemesi tipi savunmacılar ortopedik anlamda devre dışı bırakmaya tam vardiya başladılar. Biz bitmeden bu lig bitse iyi olacak.

Bu sayımızda, Ekşi Beşiktaş’tan bir kardeşimizi konuk ediyoruz, Armağan Ükünç. Nefis üslubuyla yaptığı endüstriyel futbol eleştirisi bizleri oldukça etkiledi. Umarız usta kalemini sayfalarımızda daha fazla oynatır ve kendisini zevkle okumayı sürdürürüz. Yeni açık amigomuz Mustafa Şakıma tribün düzenine dair önemli şeyler söylüyor. Mustafa’nın öneri ve eleştirilerini ciddiye alınası görüyor ve özellikle amatörlerimizi salonlarda yalnız bırakmamamız konusundaki çağrısına dikkat çekmek istiyoruz.

Kapak içi sayfamızda sendikal hakları için mücadele eden UPS işçilerinin direnişini konu aldık. TÜMTİS Sendikasının çağrısı üzerine, diğer bazı taraftar gruplarıyla birlikte biz de Halkın Takımı olarak işçilerimizi ziyaret ettik. Sloganımız gereği hayata Beşiktaş katmaya devam edeceğiz.

Toprak saha ruhunun Kenan Özcan’ı hüsran sahibi büyükler hakkında güzel bir inceleme yapmış. Bizden de bir ismin yer aldığı ilk beşte kimin olduğunu söylemeyelim de sürpriz olsun. Gerçi hüsran dedikten sonra sürpriz falan kalmamıştır ama yine de adet yerini bulsun.

Özkaynak yazarlarımızdan Fırat Gürgan, kendi yaşamından sıradan bir günü anlattığı öyküsüne, üzerimize olanca ağırlığıyla abanmasını sürdüren endüstriyel futbola karşın hala çelik bir çekirdek gibi beslediğimiz umut cevherini gömmüş bir kakmacı ustalığıyla.

Atölye sayfamızı genç bir el sanatları ustası ve müzisyen arkadaşımız Bora Şahinkara hazırladı. Üzerine çok şey söylenebilecek bir konuyu, metal ve metal kültürü üzerine hazırlanmış bu konusuna hakim, usta işi bir makalenin ilginizi çekeceğini umuyoruz.

Bu ay Yumurtakafa Yılmaz uzun ama ilginç bir araştırmayla yeralıyor köşesinde. Bizler takımlarımızın genetiğinin değiştirildiğinden şikayet ederken sanayileşmenin saldırılarının bununla sınırlı olmadığını tekrar hatırlamak gerekiyor. Endirek serbest vuruşlar bu kez GDO’lu yiyecek ve içeceklere karşı kullanılıyor. Biz değişen futbol anlayışları, tribün profili derken global sermaye böcü börtüden sebze meyvelerimize kadar her şeyin genetiğini kendi çarpık hırsına uyarlamaya devam ediyor. İlgiyle okuyacağınızı tahmin ediyoruz.

Klasik satranç sayfamız elbette yine hocamız Aykut İlker Mete üstadımızın kaleminden yerini aldı bu sayıda da. Gelecek sayıda görüşmek üzere…

* * *

Daha önceki bir yazısında Şükrü Gülesin efsanesini nefis bir dille anlatan Fuat Tuğlu dostumuz Malvinas1’inde bu kez bir başka Beşiktaş efsanesi Yusuf Tunaoğlu’nu anlatmış uzun uzun. Kendisini zevkle okumayı sürdürüyoruz.

4


Kapak konusu

küçültür ama reel anlamda değişen hiçbir şey olmazdı tertemiz formalarımızdan başka. Barcelona bir milyar yerine 300 milyonluk takım olurdu belki ama yine de bizden ekonomik değer olarak on katı değerli olmayı sürdürürdü.

Kapak konumuz sponsor isimleriyle kirletilmiş formalarımız. Peki taraftarı olduğumuz kulübe, ismini bir taraflarımıza yazdırma karşılığı onca para veren sponsorlara neden karşıyız? Neden onların isimlerinin konulduğu yerleri kirlenmiş olarak görüyoruz?

Oysa şimdi olan nedir? Formalar için lisans hakkı kulüp adına sabitlenir. Sonra büyük bir markaya imalat hakkı satılır. Markalı olarak imal edilen bu ciciler taraftara satılmaya başlanır. Satışı artırmak için büyük isimlerin peşine düşülüp o formayı sırtına geçirmesi sağlanır. Bu nedenle oyunun ruhuna aykırı olarak belirlenmiş mevkii numaraları oyuncuların plaka numaraları haline getirilir. Artan satışlarla birlikte formaların muhtelif yerlerine yüksek bedellerle reklam alınma şansı yaratılır. Artan gelirler daha büyük transferleri, o da daha çok forma satışını o da daha çok reklam gelirini birlikte getiren ucu açık bir spiral yaratır. Tabii aynı taraftara birden fazla forma satabilmenin yolu da her yıl yeni modeller yaratarak, bunları süslü defilelerle tanıtımını yaparak pazarlamak olarak bulunmuş ve bu eğilim zaman zaman kulüp renklerine müdahale edilebilmesine kadar varmıştır.

Bir kere genel bir yanılgıyı, daha doğru bir deyişle yanlış anlamayı düzeltelim; sponsor, ses getirecek bir eylemi olanaksızlıklar nedeniyle gerçekleştirmekten aciz olan potansiyele destek olarak çıkan sesin yanında kendi isminin de destekçi olarak eklenmesi amacını güden bir konumu ifade eder. Örneğin Atlantik’i 4 metrelik bir yelkenli ile tek başınıza geçmek istiyorsunuz, fizik ve teknik gücünüz yetiyor ama maddi gücünüz yetmiyor. Burada bir marka kendi adını tekneye ya da yelkene yazdırıp sizin bu eyleminizi destekler. Gelen başarıya da destekçi olarak ortak olur.

Tasarım işte bu. Bu örneği atkı, bere, saat, şampuan, parfüm, deodorant, polar, pijama, Tshirt, ıvır,zıvır olarak genişletin istediğiniz kadar.

Ya da bilimsel bir hipoteziniz vardır ve buna ikna olan bir kişi ya da marka deney yapabilmek için size gerekli olanağı sağlar ve başarıdan payını alır. Alsın; hakkıdır çünkü olamayacak bir işin olmasına büyük destek olmuş, futbol tabiriyle asist yapmıştır.

Bu bir saadet zinciridir. Hani herkes 3 kişiye para ödüyor ve bir süre sonra kendisine 300 kişiden para geliyor ya. Peki zincirin son halkası kim? Yani ortada dönen parayı ödemek durumunda kalan talihsiz? İşte o da biz oluyoruz, yani taraftar. Bütün bu alışverişin faturası taraftar olmaktan çıkarılıp müşteri/tüketici konumuna sokulmuş olan bizlerin önüne konuyor. Konmakla da kalınmıyor, takımın başarılı olması, yıldız futbolcuların alınabilmesi, daha büyük ve konforlu stadyumlara sahip olunabilmesi için tüm bu uluslararası sermaye bitlerinin kendi kanlarımızla beslenmesi gerektiğine inanmamız isteniyor; inandırılıyoruz da.

Peki bu durumda bizim formalarımızın göğsüne, sırtına, koluna, bacağına, çorabına ve hatta şortumuzun kıçına kadar talip olanlar necidir? Onlar yukarıda virgüllerle ayırdığımız bölgelere dair hareketlenme heveslerinden de anlaşılacağı üzere bittir; bildiğimiz kan emici bit. Yeryüzünde mevcut faal futbol kulüplerinin formalarını baştan ayağa temizleyin eksilen ne olurdu? Güçler dengesi bozulmaz, mücadeleler sekteye uğramaz, aynen devam ederdi. Değişen ne olurdu peki? Sadece forma satışı yapabilmek için yıldız tabir edilen maharetli topçulara ve de kulüplerine ödenen astronomik bedeller düşer, bunlara ödenen paraları çıkarabilmek için yüklenilen bilet paraları düşer; kulüplerin, vereceği paralara muhtaç olmaması nedeniyle mahkum olamayacağı yayıncı kuruluş daha ucuza alır yayın hakkını ve şifreleri çok daha ucuza satarak aynı karı elde edebilir, ucuz işgücü nedeniyle zaten bizde üretilen ve kulüplere 5 katına, taraftara 55 katına forma satan markalar karlarına çüş der, sadece bu kadarı bile kulüp ekonomilerini rakamsal değer olarak (nominal)

Yani taraftar olarak sponsorlara karşı oluşumuzun sebebi sadece felsefi, ideolojik nedenler değil bizzat ekonomiktir her şeyden önce; kendi ekonomimiz. Hem müşteri olarak sömürülmeye, hem sevdalısı olduğumuz formamızın tertemiz, sadece armamızla sahalarda salınmasını gururla seyredebilmek için diyoruz ki; SPONSORA İNAT, REKLAMI KAPAT…

5


Güçleri Yeter mi?

Oturuyoruz bir yerde, çay içiyoruz. Arka masada gençler konuşuyor;

Sıcak bir yaz günü, iş için evden çıkıyorum. Kafamda binbir düşünce var. Bakkalın önünden geçerken dışarıda duran gazetelikte ki gazetelere takılıyor gözüm. ‘’Beşiktaş, Avrupa Sınavında’’ başlığını görünce birden hatırlayıveriyorum akşam Beşiktaş’ımın maçı olduğunu. Aslında aklımda ama hayatın rutin dalgasına kapılınca günleri karıştırıyor insan.

-Oğlum Guti’yi de alırsak var ya bomba oluruz, kesin kombine alırım o zaman. Telefonum çalıyor, tribünden samimi olduğum dostlardan biri arıyor. -Kardeş akşam gelsene, maçı bir yerlerde izleriz, sonrada bizde laflarız . Biraz düşünüyorum, -Tamam Akşam oluyor, dostlarla oturuyoruz maçı veren bir yerde. Malum yine şifreli kanalda maç. Bir yandan maçı izliyor, bir yandan da laflıyoruz. Masadakilerin hepsi belirli zamandır tribündeki insanlar, hiçbirimiz de kombine alamamışız. Yan masada eskimiş Beşiktaş şapkasıyla oturan 60’lık amcaya selam çakıyoruz. Maça bakıyoruz, Beşiktaş’ımız zayıf rakibi karşısında iyi, goller de gelince keyifleniyoruz. Bir yandan biralarımızı içerken bir yandan da tribünleri dinliyoruz. Şimdi orada olmak vardı diye iç geçiriyoruz. İlk yarı bitiyor. Arkadaşın telefonu çalıyor. Telefonu kapattıktan sonra yüzü asık.

Otobüse biniyorum, cam kenarına oturuyorum, yola dalıyorum. Aklımda kombine fiyatları. -Şartları zorlasak da alabilsek fena mı olur be diyorum içimden. İşyerine geliyorum. Her zaman ki diyaloglar, her zaman ki yüzler. İş arkadaşlarımdan Fenerbahçeli biri laf çarpıyor; -Quaresma’yı da aldınız işiniz iş he

-Hayrola? diyoruz. Gelen bir dostun ölüm haberi. Keyifler kaçıyor. Yine Temmuz , yine hüzün. “Kara Temmuz” diye geçiriyorum içimden. “Kimleri almadı ki bizden.”

Gülümsüyorum. İşten çıkıyorum, Beyoğlu’na doğru gidiyoruz arkadaşla şöyle. Hava güzel, etrafta formalı, maça giden insanlar. Çoğunun da sırtında ‘’Quaresma’’ yazıyor. Yanımda ki arkadaşım soruyor ;

İkinci yarı başlamadan kalkıp, arkadaşın eve doğru geçiyoruz. Hava akşam vaktinin o bunaltıcı, basık havasından gecenin serinliğine bırakıyor kendini. Balkona geçiyoruz, oturuyoruz. Aşağıda mahallenin çocukları kan ter içinde top oynuyor. Birinin üzerinde eski bir fanila, önünde sol üstte yamuk dikilmiş bir Beşiktaş amblemi. Tebessümle izliyoruz.

-Benim kardeş çok istiyor alsam mı bir tane forma ? -Al da biraz pahalı be… Duraksıyor; -Haklısın, başka bir zamana artık.

6


Saat gece yarısını çoktan geçmiş, gidip yatıyoruz. Sabah erken saatte uyanıp tekrar işe. Başım ağrıyor, yüreğim buruk. Sabah durakta beklerken yandaki adamın gazetesine bakıyorum göz ucuyla ‘’Gerçek Beşiktaş BU’’ başlığı gözüme çarpıyor. Bineceğim otobüsü beklerken aklımda sorular debeleniyor; Beşiktaş bu mu gerçekten? Gerçek Beşiktaş bu mu? Biz mi yabancılaşıyoruz, yoksa Beşiktaş mı? İnsanlar mı dönüşüyor yoksa Beşiktaş mı? Ya da bizi dönüştürmeye çalışıyorlar da bunu Beşiktaş üzerinden mi yapıyorlar? O anda sağ bacağımda bir el hissediyorum. Kafamı çeviriyorum, ufak iki kara göz bana bakıyor.

-Quaresma… Quaresma topu aldı gidiyor…’ diye yaptığı maçı anlatıyor çocuk. Birden tiz bir ses duyuluyor. -Ali topu bırak, hadi artık eve! Arkadaşlarla göz göze geliyoruz. Kaybettiğimiz dostumuzun adı da Ali. Ne tesadüf değil mi? Hayat böyle işte diyoruz. Optikler gider yeni Optikler büyür. Aliler gider yeni Aliler büyür. Ama her giden de bizden bir şeyleri koparıp götürür. ‘Ali Yoldaşa kaldırıyoruz biraları. İlerleyen saatlerde muhabbet dönüyor dolaşıyor yine Beşiktaş’ a, Şifo Mehmet’ in Ajax’ a attığı gole geliyor. Hani şu herkesin gönlünde yer eden mor forma ile attığı, yenildiğimiz ama ezilmediğimiz maç. Bir Trabzon maçını hatırlıyoruz; skorunun değil ama tribünlerde açılan ‘’Karadeniz Kanserden Ölmesin Yeter’’ pankartının unutulmadığı. Sonra deplasmanlar. Hasan (Pembe) abiyle aynı otobüsteydik. Hava nasıl soğuk; tribünde ellerimiz donarak asmıştık pankartlarımızı.

-Abi mendil alır mısın?

Biraz dikkatimi toparladığımda çocuğun üzerinde ki eski püskü siyah-beyaz formayı görüyorum. -Adın ne?

-Bizde para yok tabi, Yüksel abi vardı neyse ki…

-Hakkı…

diye uzayıp giden anılar. Maçlar, skorlar… Kimin oynadığını ya da o sene bitirdiğimizi hatırlamıyoruz ama unutmamışız. Tribünlere geliyor söz.

Bir gülümseme geliyor. Cebimdeki tek bozuk parayı çıkarıp bir mendil alıyorum.

kaçıncı bunları

Otobüs ufukta gözükürken aklımdaki soruları silip atıyorum.

-’Eskisi gibi değil be…

Biliyorum olandır.

diyor arkadaş. Onaylar şekilde sallıyoruz kafamızı; nasıl olsun ki? Kombine fiyatlarının alıp başını gittiği, demin sokakta oynayan küçük çocuğun adını bildiği futbolcuyu canlı izleme fırsatını belki de hiç bulamayacağı; siyah-beyaz şeritli, el emeğiyle dikilmiş formaların yerine marka – sponsor kombinasyonlu lüks formaların yok sattığı bir ortamda ne eskisi gibi kalabilir ki? Kapitalizm metalaştırıyor gerçekten; ruhları bile.

ki

gerçek

Beşiktaş

kalplerimizde

Biz ona sahip çıktıkça kimsenin dönüştürmeye, kirletmeye gücü yetmez.

onu

En fazla o sevginin maddi yansımasından hınçlarını alırlar ama kök maneviyattadır, o da bizde; halkta.

7


GDO’lu bitkiler, doğada yetişen diğer bitkilerden farklı olarak genomlarında kendi türlerine ait Organik dersem tut, GDO dersem tutma

olmayan genleri taşıdıklarından, bu bitkilerin yetiştirildiği ülkelerde başta sağlık olmak üzere çevre ve sosyo-ekonomik yapı üzerinde önemli riskler söz konusu olmaktadır. Bazıları şunu söyleyebilir; “efendim, açlık çeken yoksul insanlara bu yiyecekler daha uygun fiyata verilebilir” yani kendisi zararını bildiğinden yemeyecek, yoksullara yedirerek açlık sorununu bitirecek; canım beniimm, ne kadar şefkatli insanlar var şu dünyada! Bari şu “uygun fiyat” marjından kendisine ne kadar artı değer aktarılacak onu da söylesin.

İşsizliğin, açlığın ve gelecek kaygısının kol gezdiği bir dönemde bir yandan hayatta kalma mücadelesi veriyoruz öte yandan da sağlığımızı bozan, dünyamızı yaşanılmaz hale getiren kimi “lanet” firmaları sorguluyoruz.

Ülkemizde “GDO vardır-yoktur” araştırmasını yapacak bir kurum bile oluşturulmadan Meclisten çatır çatır geçirildi.

Doğal hayata arsızca saldıranların tek bir amaçları var; çok para kazanmak ve her şeye egemen olmak. Uzaya gitme merakının sadece “araştırma” yapmak için mi olduğunu sanıyorsunuz? Peki neyi araştıracaklar? Daha fazla kazanmak için evrende yeni bir enerji kaynağı, yeni bir yaşam bulma çabası içindeler. Bu sayıda farklı bir tarz deneyerek araştırmaya dayalı bir konuyu aktarmaya çalışacağım…

Konu üzerinde araştırmalarını sürdüren Bilim Kurulları, GDO’lu ürünlerin insanların bağışıklık sisteminde, santral sinir yapısında tahribatlar yapabileceği, mikroplu hastalıklara karşı kullanılacak antibiyotiklerin etkinliğini azaltabileceği, kanser ve alerjik reaksiyonlara neden olabileceği üzerinde ısrarla duruyorlar. Bir ilacın bile insanlar üzerinde yaygın kullanılabilmesi için 20-25 yıllık çalışmalar gerektiği halde, henüz 90’lı yılların ortalarında ortaya çıkan ve beraberlerinde pek çok riski taşıyan GDO’lu ürünleri, insanlara bilgilerinin dışında kullandırmak için gösterilen bu aceleci tavır bütün tüketicileri, sağlık ve denetim birimlerini düşündürmelidir. 1996 yılında Brezilya kestanesinden ve fındığından soya fasulyesine aktarılan geni içeren ürünler, alerji yapması nedeniyle, marketlerden toplatılmıştır. Bu toksinlerin uzun dönemde insan sağlığına olan etkilerine ilişkin yeterli bilgi bulunmamaktadır. GDO’lu ve normal patateslerle beslenen iki grup farede yapılan çalışmada; normal patateslerle beslenenlerde hiç bir sorun olmamasına karşın, GDO’lu ürünlerle beslenenlerin sindirim sistemlerinde önemli zararlar belirlenmiştir. Özellikle, herbisitlere (tarım ilacı) dayanıklı GDO’lu pamuk, soya, mısır çeşitlerinde kullanılan bazı kimyasal maddelerin doğrudan kanser yapıcı oldukları bilinmektedir. Öte yandan, sindirim sisteminde tam olarak sindirilmeden dolaşım sistemine geçerek kan hücreleri aracılığı ile normal genoma katılabilen yabancı DNA parçalarının da hastalıklarda etkili olma ihtimali söz konusudur. Kullanılan biyoteknolojik tekniklerle bitkilere aktarılan genlerin büyük bir çoğunluğu bakteri ve virüs kökenlidir. Gen aktarımı esnasında GDO’lu bitkilerin seçilebilmesi amacıyla antibiyotik dayanım izleme genleri kullanılmaktadır ancak bu antibiyotik dayanım izleme genleri insan ve

Siz sofranıza hiç böcekten veya gübreden oluşan bir yiyecek koyar mısınız? Veya çocuğunuza yedirir misiniz? “HAYIR”ları duyar gibiyim ama maalesef zaten soframızdalar; üstelik azımsanmayacak nitelikte olup gün geçtikçe bu oran daha da yukarı çıkacak. Yakında sahipleri tarafından ırzına geçilmiş ineklerden doğan danalar soframızda olacak. “Ben vejetaryanım” diyenleri duyar gibiyim; çok komik! Aynı şeylerin bitkiler için de geçerli olduğunu bilmiyorlar herhalde. GDO: Kendi türünden ya da kendi türü dışındaki bir canlıdan gen aktarılarak bazı özellikleri değiştirilen bitki, hayvan ya da mikro organizmalara “Genetiği Değiştirilmiş Organizma” (GDO) adı veriliyor.

8


hayvan bünyesindeki bakterilere yatay olarak geçişiyle onların da genlerinin antibiyotiklere dayanıklı hale dönüştürülmesi gibi sağlık açısından büyük riskler söz konusudur. GDO’lu mısırlardaki Bt genlerinin sadece koçan kurtlarına etkili olduğunun söylenmesine karşın, mısır bitkilerinin arasında yetişen ve üzerinde bol miktarda mısır çiçektozu bulunan “Asclepias” adı verilen bitkilerle beslenen kral kelebeklerinin de öldüğü görülmüştür. Ayrıca, yararlı böceklerden olan “Ladybugs” (hanım böceği) ve “Lacewing” gibi böceklerin öldüğü, bu böceklerle beslenen kuşların da zarar gördüğü saptanmıştır.

Kırım-kongo, kuş gribi, domuz gribi ve adını unuttuğumuz birçok hastalık biyolojik silah olarak bizlerin üzerinde test ediliyor.

Viyana Üniversitesi bir klinik deney yapıyor. Sonuç: Genetiği değiştirilmiş mısırla beslenen farelerde dördüncü nesilden sonra bağışıklık sistemleri, üreme genleri bozuldu ve farelerde sperm sayısı düştü… Neden?: Genetiği ile oynanmış ürünler tek kullanımlıktır, ikinci kez kullanmak istediğinizde sonuç alamazsınız yani zenginleştirmenin yanında kısırdır ve bu kısırlık, GDO’lu gıdayı tüketene geçmektedir.

Dünyanın en çok piliç eti üreten ilk 15 ülkesine baktığımızda, ilk sırada %22,5 ile ABD’yi, %16,6 ile Çin’i ve %13 ile Brezilya’yı görmekteyiz. Türkiye’nin ise toplam dünya üretimindeki payı, 15.sırada olmasına rağmen, sadece %1,1’dir.

Çin dünyanın en büyük armut üreticisidir. 2008 yılı rekoltesi 13.676.381 tondur. Arı ölümleri nedeniyle armut rekoltesi neredeyse sıfıra düşünce üreticiler Pekin’deki Üniversitelerden yardım ister. Çözüm önerisi nedir biliyor musunuz? “Arıların yaptığı işi siz yapın.” Ellerine aldıkları kuş tüyleriyle kutuda topladıkları polenlere dokunarak, armut ağacının çiçeklerini tek tek döllüyorlar!

Dünyada GDO tohumuyla üretim yapılan tarım alanları 1996 yılında 5 milyon hektar iken 2008 yılı itibarıyla bu saha 25 kat artarak 125 milyon hektara yükseldi. ABD ve İsrail menşeli firmalar dünya ticaretinde en büyük paya sahiptir. İsrail sadece laboratuar çalışması yapmakta iken ABD üretimini de yapmaktadır. Bir dönem Harran ve çevresinden arazi alımları yapan İsrail, ABD’nin daha büyük planları karşısında stratejik yönünü değiştirerek, üretim ile uğraşmaktan vazgeçmiştir. Esasında üretim aşaması işin hamallığıdır, asıl para GDO-DNA’sı değiştirilmiş ürünleri yaratmakta. Transgenik olarak da adlandırılan bu tohumlar Brezilya, Kanada, Arjantin, Bolivya ve ABD’de ekilip üretiliyor. Üretilen ürünlere bağlı olarak diğer entegre sistemler de devreye girerek işlem tamamlanıyor. Tarlada üretilen GDO’su değiştirilmiş ürünler ahırda-kümeste beslenen DNA’sı değiştirilmiş hayvanlara yediriliyor ya da doğrudan bize yediriliyor. Şimdi; birkaç değerlendirelim;

Birçok Avrupa ülkesi, GDO’lu ürün yetiştirmeyen ülkelerden bile, dışalım yaptıkları ürünler için “Genetik Olarak Değiştirilmiş Organizma” değildir belgesi istemektedir. Bu çeşitlerin yetiştirilmesi halinde klasik ürünlerin pazarlanması da önemli ölçüde zorlaşacaktır. Zaman zaman televizyon ve gazetelerde görmüşsünüzdür; “şu ülkeye ihraç edilen şu şu gıdalar geri gönderilmiştir” Neden acaba? Hayvan hakları savunucuları kobay olarak kullanılan hayvanların özgürlüğünü savunadursun, para babası şirketler bizleri kobay olarak kullanıyor.

firmayı

ayrıntılı

olarak

Türkiye’de GDO’lu pamuk tohumu ve pazarlaması işiyle uğraşan Turk Deltapine Şirketi’nin, 2001-2006 arasında Tarım ve Köyişleri Bakanlığı memurlarına 43 bin dolar tutarında rüşvet dağıttığını, bu nedenle de ABD’de mahkûm olduğunu ve bizde ise aklandığını duymuş muydunuz? ABD Sermaye Kurulu söz konusu şirketle ilgili dosyayı ABD Kolombiya Bölge Mahkemesi’ne sevk etti. Şirket suçlamalara itiraz etmeden Mahkeme tarafından verilen 300 bin dolar tutarındaki cezayı ödemeye razı oldu!

Netekim; son yıllarda “arıların kaybolmasının ana nedeninin bir virüs olduğunu ve bu virüsün de İsrail’deki laboratuarlarda GDO-DNA araştırmalarında geliştirildiğini” biliyor musunuz?

Dünyada GDO’lu tohum pazarının yüzde 90′ı Amerikan Monsanto’nun elinde. GDO’lu tohum patentine sahip olduğu için GDO’lu

9


ürün üretmek isteyen herkes Monsanto ile anlaşma yapmak zorunda. Şirket, anlaşma yapmayan çiftçilere dava açarak mallarına el koyuyor!

1998 yılında, Cargill'in İznik Gölü'ne yakın bir mevkide fabrika kurması üzerine, bazı sivil toplum kuruluşları dava açarlar. Bölge, Toprak Koruma Kanununa göre vasıflıdır ve koruma altındadır. Bursa 2. İdare Mahkemesi firmaya yapı ruhsatı verilmesine ilişkin kararın yürütmesini Temmuz 1998'de durdurur ancak karar uygulanmaz. Bu arada Ocak 1999'da ikinci bir yürütmeyi durdurma kararı verilir. Buna rağmen 1999 yılı sonuna doğru Cargill fabrikası faaliyete geçer. Kasım 2004'te Bursa 2. İdare Mahkemesi Bursa Valiliği'nin verdiği yapı ruhsatının iptaline karar verir ancak mahkeme kararı yine uygulanmaz! Daha sonra çıkarılan Toprak Koruma ve Arazi Kullanımı Yasası ile Cargill Fabrikası ve benzeri, tarım arazisinde inşa edilmiş sanayi tesislerine af getirilir. Hükümet, yasanın yürürlüğe girmemesi ve Anayasa Mahkemesi'nin yasayı geri çevirme ihtimaline karşı Temmuz 2005'te hazırladığı kararname ile Cargill Fabrikası'na ait araziyi özel endüstri bölgesi ilan ederek ayrıcalıklı bir statü kazandırır ve mahkeme kararlarını etkisiz hale getirir. Konuya ilişkin Tarım Bakanı’nın açıklaması ise şöyledir; “Sorunumuz firma değildir, firmalarla işimiz yok. Sözü geçen firma ile Başbakan'ın ilişkilendirilmesi doğru değildir. Başbakan, hisselerini daha önce devretti. Bu tür söylemler, teamüllere ve nezaket kurallarına aykırıdır.”

Türkiye’de 5 büyük şehirde (İstanbul, Adana, Bursa, İzmir, Antalya) merkezleri bulunuyor. Monsanto, 3 binden fazla tohum türünün patentine sahip ve 150’den fazla ülkede faaliyet gösteren bir şirket. Tohumdan, tarım ilacına; veterinerlikten, eczacılığa kadar onlarca şirketi bünyesinde bulunduran Monsanto, dünyadaki GDO’lu mısır ve GDO’lu soya ekiminin yüzde 90’ından, GDO’lu pamuk ekiminin yüzde 60’ndan, GDO’lu Kanola ekiminin yüzde 50’sinden fazlasına sahip. 50 ülkede 22 bin çalışanı bulanan Monsanto’nun 2008 yılı karı 2 milyar dolar. GDO’ya destek veren üniversiteler arasında en öne çıkanlar ise; Ankara, Ege, Sabancı ve ODTÜ üniversiteleridir. Monsanto sadece bilim insanlarını değil siyasiler için de ABD gezileri organize ediyor. 2009 Nisan ayında ABD’ye giden ve tüm masrafları Monsanto tarafından karşılanan TBMM Tarım Komisyonu üyeleri ziyaretin ardından GDO’ların Türkiye’de serbest bırakılması konuşulmaya başlandı. 26 Ekim’de de çıkarılan bir yönetmelikle Türkiye’de GDO’ların ticaretine izin verildi.

Bu ne demek? Artık; çikolata, gofret, şekerleme alırken bir kez daha düşünürsünüz. Bu arada; Cargill firmasının kendi sitesinden bir alıntı, 66 ülkede 131.000 kişi çalıştırıyoruz ve 2010 yılı net karımız 2,6 milyar dolardır.

Ülker'le %50 ortak olan Cargill, nişasta bazlı şeker, yani mısır şekeri olarak adlandırılan "tatlandırıcı" üreticisidir. Tatlandırıcı kotasının artırılmasının amacının, nişasta bazlı şeker satışının artması ve tersine şeker pancarından elde edilen şeker kullanımının düşmesi olduğu açıktır. Dönemin ABD Başkanı G.W.Bush bir an önce bu kotanın kaldırılıp Cargill'in sınırsızca üretim yapmasını, dünya mısır üretiminin % 38'ini gerçekleştiren ABD'nin elindeki mısır stoklarının bir an önce eritilmesini istemiş ve zamanın hükümeti tam da bu isteğe uygun olarak bir yandan pancar üreticisine desteği düşürürken, diğer yandan mısır ithalatında fon ve gümrükleri düşürmüştü. Cargill'e ve mısır ithalatçısına ayrıcalıklar tanındı. Mısır üretiminin ihtiyacı karşılamadığı ve 2 milyon tona yakın ithalat gerektiği düşünüldüğünde bu ayrıcalığın boyutu daha açık bir şekilde anlaşılmaktadır. Peki ithalattaki bu ayrıcalık kimin işine yarıyor? En büyük ithalatçı kim? Abdullah Unakıtan'ın sahibi olduğu AB Gıda şirketi. AB Gıda, hükümetin fonu bilinçli bir şekilde yükseltmemesi nedeniyle 1 milyon tondan fazla mısır ithal etti. Bunun karşılığında da milyonlarca dolar kazandı.

Şimdi size traji-komik bir şey daha söyleyeyim. Diyelim ki komşunuzun tarlasında GDO’lu ürün ekili. Rüzgar sizin tarlanızdaki ürünün polenlerini bunlarla birleştirdi ve artık sizin elinizde de GDO’lu ürün var. Şirket sizi mahkemeye vererek patent almadığınız için tazminata mahkum edebiliyor! İşte her türlü lobicilik faaliyetini meşru görerek kasalarını dolduran ve sağlığımızla oynayan dört büyük firma. 1- Monsanto 2- Syngenta 3- Bayer 4- Cargill Şimdi; konuyu toparlayacak olursak; 1- Ağırlıklı olarak, dünyada 4 firma GDODNA’sı değiştirilmiş gıda işine hakim. 2- Bu firmalar, Çin, Arjantin, Brezilya, Kanada, Bolivya ve ABD’de büyük arazilerde bakliyat, pamuk ve şeker üretiyor.

Ayak üzeri yediğiniz bardakta satılan mısırın nereden geldiğini ve ne içerdiğini hiç mi merak etmediniz?

10


3- Üretilen bakliyat ürünleri, aynı yerlerde hayvan üreticilerine ve dünya pazarına sunuluyor. 4- GDO’ları yiyen, DNA’sı değiştirilmiş hayvanlar da soframızda bizimle buluşuyor. 5- Aynı firmalar, birçok ülkede lobi faaliyetleri yürüterek ve rüşvetler vererek Kanunları değiştiriyor, kendilerine üretim yapması için ayrıcalıklı haklar veriliyor.

meblağların yüzde kaçı doğru transferlerin yüzde kaçı doğrudur?

ya

da

bu

Spor; dünyadaki en büyük uyuşturucu konumuna geçmiş durumda. Peşinden din sömürüsü, peşinden de seks. Biz yaşadığımız evren, dünya, Ülke, yaşadığımız çevre ve tuttuğumuz takım hakkında ne kadar bilgi sahibiyiz ya da tükettiklerimiz hakkında ne kadar bilgi sahibiyiz?

GDO’ya kapılarını bizden önce açan Arjantin’e bu hırsı, sadece çevre açısından neye mal oluyor biliyor musunuz? 1 milyon ton nitrojen ve 160.000 ton fosfor, 42.5000 milyon metreküp su ve yaklaşık 500.000 dönüm ormanın yok olmasına.

GDO-DNA’sı değişen sadece bitki ve hayvanlar mı? Acaba… Velhasıl egemenler egemenliklerini giderek perçinleştiriyorlar… Kanunlar, hükümetler var ya! hepsi yalan… Yönetenlerin sorunu ve sorumluluğu bizleri oyalamaktan öte bir şey değil. Biz mi? Açtık kollarımızı iki yana duruyoruz. Korkuluk olmaksa korkuluğuz; direnmek gerekiyorsa direneceğiz. Kaybetmekten korkmak gelecekten korkmaktır. Dünyayı yaşanılır hale getirecek olansa biz emekçiler olacağız.

Birçok endemik (yaşadığı yere özel denilebilir) canlı zenginliğine sahip bir memlekette yaşıyoruz. Belki de doğal olarak kullanıldığında ilaç niyetine kullanılabilecek çoğu organik canlıya sahibiz. Yapılacak laboratuar çalışmaları, bunların yaşam kalitesi açısından faydalarını araştırmalıdır. Ekonomik karlılık adı altında getirilecek her çalışma bizi birilerine bağımlı kıldığı gibi daha sonraki aşamalarda yaşam kalitemizi de düşürecektir. Şöyle ki; aldığımız domates, mısır, et, ve tavuğun GDO-DNA’sı değiştirilmiş olsun. Üreten daha çok kazanacak. Tüketen daha ucuza alacak. Peki ya sonra? Kar yaptığını sananlar geri dönüşü çok zor olan yeni hastalıklarla boğuşarak, kazandığından daha fazlasını, hastalıkları bertaraf etmek için harcayacak. Üstelik bu sayede ilaç sanayisi de karına kar katacak. Yani birbirini tetikleyen bir “kazanç” sektörü.

“DİZ ÇÖKEREK YAŞAMAKTANSA? AYAKTA ÖLMEK YEĞDİR” “Son ırmak kuruduğunda, son ağaç yok olduğunda, son balık öldüğünde, beyaz adam paranın yenmeyen bir şey olduğunu anlayacak…” (Kızılderili Şef Seatle) Defolu tişörtleri sırtımıza çekerek ve giyerek siyah pantolonlarımızı, kuşları ürkütmeye gideceğiz bugün. Pembe yanaklıları korkutmaya ve şehir çocuklarını gözlerinin tam ortasından vurmaya gideceğiz. Uyduruk deriden ve inadına boyasız ayakkabılarımızın üstünde yaylanarak, potansiyel suçlu ve "tut merkeze götür" türünden pozlar takınıp geçeceğiz caddeleri ve sonra geri dönüp bir volta daha atacağız. Sonra bir volta, bir volta, bir volta daha. İdris ÖZYOL

Kapitalist döngü böyle çalışır. Yaratıcıdır. Gözünü kar hırsı bürümüş bir sistemdir. Savaşçıdır. Silah sanayisinin silah satışını teşvik etmek için savaşlar çıkarır, sonra sattığı silahın yenisi için tekrar savaşlar çıkarır. İşte size “vahşi kapitalizm” Bugün Güneydoğu Anadolu Bölgesi ve Doğu Anadolu Bölgesi’nin güneyi buğday, mercimek ve nohutta bir gen bankasıdır. Bu nedenle kendi tohumlarımızı çok iyi korumamız lazım. Nitekim Ege’de zeytin ve üzüm, Karadeniz’de fındık ve çay; nerede görülmüş böyle çok çeşitliliğe sahip iklim ve ürün bolluğu? Bakın, Avrupa bizden kurtlu elma ithal etmek için yarışıyor! Onlar aptal olduğu için mi? Bizden kurtlu meyveleri istiyor?

Kaynaklar: 1- Tarım Teknolojilerinde Yeni Yaklaşımlar ve Uygulamalar: Bitki Biyoteknolojisi ( Prof. Dr. Murat ÖZGEN, Ankara Üniversitesi, Ziraat Fakültesi, Tarla Bitkileri Bölümü, Ankara. Prof. Dr. Filiz ERTUNÇ, Ankara Üniversitesi, Ziraat Fakültesi, Bitki Koruma Bölümü, Ankara. Doç. Dr. Gülcan Kınacı, Osmangazi Üniversitesi, Ziraat Fakültesi, Tarla Bitkileri Bölümü, Eskişehir. Dr. Mustafa YILDIZ, Melahat BİRSİN, Hakan ULUKAN . Ankara Üniversitesi, Ziraat Fakültesi, Tarla Bitkileri Bölümü, AnkaraDr. Haluk EMİROĞLU5, Bilkent Üniversitesi, Hukuk Fakültesi, AnkaraArş. Gör. Nur KOYUNCU A.Ü. Ziraat Fakültesi, Tarla Bitkileri Bölümü, AnkaraDoç. Dr. Cengiz SANCAK, A.Ü. Ziraat Fakültesi, Tarla Bitkileri Bölümü, Ankara)

Şimdi diyeceksiniz ki tüm bu anlattıklarının sporla, futbolla ne alakası var yahu?.. Bugün tuttuğumuz takımın kaç tane yabancı futbolcusu var? Kaç kişi bir solukta söyleyebilir? Gönül verdiğimiz takımın giderlerinin-gelirlerinin reel olarak kaç Lira olduğunu, yöneticileri dahi hesaplayamamaktadır. Transferlere ödenen

2- Makale(Dr.Birep Aygün.Gıda Güvenliği Hareketi

11


gelmeyen sportif başarı ve maddi sorunlar, içinden çıkılamayacak sıkıntılara doğru ilerliyordu. Yıllarca futbol sahalarında esen Hakkı Yeten’in yöneticiliğini eleştirmeye başlayanlar onun kararlılığının ve otoriterliğinin farkına varmak için çok beklemediler. Fenerbahçe’nin yakından ilgilendiği bilinen, Beşiktaş’ın o dönemki iki yıldızı Şenol ve Birol’un transfer haberleri artık iyice rahatsız edici bir boyut almıştı ki, Beşiktaş yönetiminden herkesi hayretler içinde bırakan bir haber geldi. İkisi de satılacaktı! Hemde ezeli rakip Fenerbahçe’ye... Tarihte hep olduğu gibi Baba Hakkı’nın rızası olmadan bu transferin yapılamayacağını bilen Fenerbahçe yöneticileri onunla görüşmeye gittiklerinde, ömrünü adadığı renklerin ona yaşattığı tarifsiz sevgiyi ve o sevgi için yapabileceklerini gördüler. Çünkü Şenol ve Birol’u satmayı o istiyordu. Çünkü amacı isimlere bağlı kalmayan bir Beşiktaş’tı...

3- Genetik Modifiyeli Ürünler Slayt çalışması.Süleyman Deveci.Y.T.Ü. Fen Bilimleri Enstitüsü. Kimya Müh. Bölümü 4- Dr. Mete TURGUT, Etikhaber

Beşiktaş sahaya çıktığında tam karşımızdaki tribünde büyükçe “efsane” yazılı bir pankart açıldı. Babamın elinden sıkı sıkı tutmuş tribüne bakarken bir yandan da efsanenin anlamına takıldım. Nasıl olunuyordu ki efsane? Dayanamadım devre arasında sordum babama. Yılların futbol eskicisi önce sahaya baktı sonra bana döndü; Hemen önümüzdeki taç çizgisini gösterdi, şu çizgiyi görüyor musun? Ardından da sol tarafımızda kalan kaleye dönerek; Efsane bu çizgiden aldığı topu rakipleri çalımlaya çalımlaya o kaleye götürebiliyordu dedi. “Aslında sana anlattıklarımdan dolayı efsane oldu o, sana anlatabileceğim birşeyler yaptığı için... Çünkü efsane, kuşaklar arasında paylaşılandır...” Dürüst olmalıyım o an söylediklerinden hiç bir şey anlayamamıştım. Futbol efsanesi olabilmek için, birşeyler yapıp, o yapılanlara “en” sıfatı yapıştırılmasının şart olmadığını ondan öğrenmişiz. Biz görmedik ya efsaneyi sadece dinliyoruz büyüklerden. En çok golü atmamış, milli formayı en fazla o giymemiş, Avrupa’da en başarılı Türk olma şansını yakalasa da değerlendirmemiş... Ama Türk futbolunun gelmiş geçmiş en büyük yeteneği sorusu sorulduğunda futbol tarihçileri onun adını söylemişler çocuklarına; Efsane olabilsin, unutulmasın, hele de böyle bir dönemde daha iyi anlaşılsın futbol değerlerimiz diye. Günahıyla, sevabıyla, hatalarıyla, güzellikleriyle her futbolsever babanın oğluna anlatacağı kahraman olmuş Yusuf Tunaoğlu.

Gidecek futbolcuların yerinin doldurulacağına yürekten inanıyordu. İstediği parayı alan Beşiktaş maddi olarak rahatlamıştı. İki yıldızın kaybı kamuoyunda büyük yankı uyandırsa da Hakkı Yeten’in sözleri bir anda gündemin ortasına düşüverdi; “Şenol’lar Birol’lar gider, Yusuf’lar Sanlı’lar gelir!” Beşiktaş yeni transfer yapmak yerine alt yapıya yönelecek ve genç isimlerle yoluna devam edecekti. Yıllar boyunca sürecek ve Türkiye futbol tarihinde bir çağ başlatan “özkaynak düzenine” zaruri olsa da geçiş bu tarihlerde başladı Beşiktaş adına... Alt yapının o dönemde ki hocası hiç tereddütsüz iki genci yolladı abilerinin yanına. Gündemi bu kadar meşgul eden iki isim Yusuf ve Sanlı henüz 17 yaşında, futbol aşkı ve Beşiktaş sevgisiyle

Beşiktaş’ın sembolü Baba Hakkı’nın başkanlığı döneminde yaşadığı en zor günlerdi belki de 1962 sezonu. Kulüp borçlarından dolayı sıkışmış,

12


yanıp tutuşan gençlerdi. Genç takımda artık misyonları dolmuş, yetenekleri ve çalışkanlıklarıyla A takımı çoktan haketmişlerdi. Yönetimin kararıyla birlikte Beşiktaş’ın geleceği olarak lanse edildiler ve bütün bu olanlar yüzünden çok ciddi bir baskı vardı üzerlerinde... Antremanlarda abilerinin yanında ağırbaşlı ve saygılı tavırlarıyla dikkat çekiyor ve çok fazla çalışıyorlardı. Mevkiileri birbirlerine yakındı, ama biri diğerinden çok belirgin özellikleriyle ayrılıyordu. Uzun boyu, geniş omuzları kısacası düzgün fiziği ve daha önemlisi topla birlikte yapabildikleri...

22 yaşında ülkenin gördüğü en büyük yeteneği canlı izlemek isteyenler Mithatpaşa’nın kapılarında izdihama neden oluyorlardı, altın yıllarıydı Yusuf’un...

Yusuf’un adı hızla camiada yayılmış. Beşiktaş antremanlarını çok ilgi çekici hale getirmişti. Topu ayağına aldığında bir anda hızlanması, yaptığı ilginç hareketler, karşısına gelen abilerine utana sıkıla ama göstere göstere attığı çalımlar... Büyüklerden, dönem dönem çok çalımlı oynadığından dolayı azar işitiyordu ama Baba Hakkı izlediği antreman sonrası antrenör Spayiç’le konuşurken büyük bir yıldız kazandıklarını söylemişti bile. Yani ok yaydan çıkmıştı, Beşiktaş’ın yeni kurtarıcıları Yusuf ve Sanlı olacaklardı... İlk iki yıllarında gösterdikleri peformans çok iyi olsa da şanssızlık peşlerini bırakmamış ve ikincilikle yetinmişlerdi. Ancak 1965 sezonu çok çalışmanın meyvelerini alcakları sezon oldu. Spayiç yönetimindeki takım 25 maç üstüste yenilmeden şampiyonluğa uzandı. Şampiyonluğun baş mimarları ise henüz 20 yaşında ama sezon içinde en çok forma giymiş olan Sanlı ve Yusuf idi. Özellikle Yusuf ligdeki bütün dengeleri alt üst etmiş, Beşiktaş’ın birçok maçını tek başına kazanmasını sağlamıştı. Artık Türkiye’de bir Yusuf gerçeği vardı. Beşiktaş zaten güçlü olan hücum hattını çok çalışkan ve üretken bir orta saha ile birleştirmiş oldu. Fenerbahçe’nin Beşiktaş’tan transfer ettiği oyuncularla şampiyonluk tekelini eline aldığı yılları geride bırakmanın sevinci tüm camiaya yayılmış kulüp ve taraftar kenetlenmiş, sonucunda bir ertesi sezon üstüste ikinci şampiyonluklarını yaşamışlardı.

Gencecik yaşında evlenmişti, bir de kızı oldu ama evliliğin şartları ağır gelmişti ona, başka havalardaydı çünkü. O dönemdeki bir çok genç futbolcu gibi zor şartlarda yetişmiş ve bunun burukluğunu uzun süre üzerinde taşımıştı. A takıma çıkmadan önceki dönemde gösterdiği isteklilik, kendini yıllarca ezilmiş hissetmenin acısıydı ve bu istekli tutum, A takıma çıktığında ciddi bir hırsa dönüştü. Tanrının vermiş olduğu inanılmaz yeteneğin farkında olması, onu çok iyi kullanabilmesi, çok kısa sürede ülkenin en büyük takımlarından birinin yıldızı olması, sayısız hayran edinmesi, genç yaşına rağmen kısa sürede çok para kazanması ve bütün bunların üzerine yakışıklılığı... 60’ların Türkiye’sinde bütün bu şartlar bir araya geldiğinde tek bir sonuca dalalet ederdi; Gece hayatı! Yusuf’un, üzerindeki ilginin esiri olması çok zaman almadı. Tuzağa düşecek yeni bir av bulmanın arifesindeki akbabalar, henüz ne olduğunu anlamayan, anlamaya çalışan ama başarması için fırsat verilmeyen gencecik bir insana, renkli gazinoları ve güzel kadınları yem olarak kullanmıştı. Her antremanından sonra Beyoğlu’da gözükmesi adet haline gelmişti. Çiçek pasajının ve ünlü gazinoların tanınan siması haline gelmişti o yaşlarda Yusuf...

Bu Yusuf’un şampiyonluğuydu. Sezon boyunca atılan her golde dolaylı yada direkt mutlak bir etkisi vardı. Attığı çalımları, verdiği muhteşem paslarla süslüyor ya da pas vereceğini zanneden müdafayı ters ayağından çıkan bir şutla avlıyor ve onlara yakından görebilecekleri ender güzel golleri izlettiriyordu. Beşiktaş maçlarından önce rakip soyunma odasında hep bir tedirginlik vardı o yıllarda. İdama gidecek mahkum gibi boynu bükük bekleyen oyuncular teknik direktörlerinin Yusuf’u tutma görevini kendisine vermemeleri için dua etmekten kendilerini alamıyorlardı. Çünkü 90 dakika boyunca en mükemmel savunmacıları dahi mutlaka bir iki defa futbolcu olduklarından dolayı pişman ediyordu... Henüz

Bütün bunların futbolunu etkilememesi mümkün değildi. En basitinden kilo almıştı ve düzenli antreman yapamamasından sebep kondisyonu

13


düşmüştü. İmdadına askerlik dönemi yetişti. Biraz kendini toparlayan Yusuf Ordu milli takımının da en önemli ismiydi. Belçika’da oynadıkları ordular arası Dünya Şampiyonasında herkesi büyülerken, dönemin en ünlü kulüplerinden Anderlecht takımı yöneticilerinin de gözünden kaçmamıştı yetenekleri. Artık onların takibindeydi. Tezkeresini aldı ve Beşiktaş’la antremanlarına geri döndü. Kendini toplamıştı bir nebze. Avrupa kupası maçı için gittikleri Amsterdam’da Beşiktaş Ajax’a 2-0 mağlup oluyor, fakat bütün tribünler sadece Yusuf’un hayran bırakan oyununu alkışlıyordu. Eğer o gün Yusuf’a bir kişi daha eşlik etseydi Beşiktaş’ın Ajax’ı mağlup etmesi işten bile değildi ama olmadı, direnemedi Beşiktaş...

Hatta takım arkadaşı Vedat Okyar’la arasını açacaklardı bir kadın yüzünden... Ama Yusuf çok zekiydi gelmedi oyunlarına. Vedat’la aralarında hallettiler... Ondan dolayı Vedat Okyar “adam gibi adamdı” der onun için... Bilen bilir, bu kadar gürültü çok fazladır Beşiktaş için. Bundan sebep koparıldı çok sevdiği Beşiktaş’ından. Ama siyah beyazla ayrı düşmedi. İzmir’in Altay’ı açtı kapısını. İçinde kopan fırtınalara inat başı dik ayrılıyordu İstanbul’dan. Kendi düşen ağlamazdı çünkü... Korkut Göze yazmıştı; Havaalanında görmüş onu giderken. Cebini gösterip ”Beş parasızım, havaalanından beni almazlarsa otele bile gidemem...” demiş. Sevdiği şehirden, takımından, arkadaşlarından, sevenlerinden böyle ayrılmak olmazdı ya neyse...

Tribünde alkış tutanlar arasında aylardır onu takip eden Anderlecht yöneticileri de vardı, artık izleme bitmişti... Yusuf’un önüne harika bir kontrat koydular, Avrupa’nın en büyük takımlarından birinin formasını giymek için geri sayıma başlanmıştı. Herkesin ortak görüşü bunu sonuna kadar hakettiğiydi. Ama bazen bazı hedefler için savaşmak, kendinle mücadele etmektir. Yusuf kendinle mücadelesinde mağlup olmaya çok genç yaşta başlamıştı. Yine öyle oldu. Bol miktarda alkol aldığı eğlence gecesinin sonunda boğaz yolunda yaptığı ciddi kaza, disiplin yönetiminin önemli temsilcisi Anderlecht’in kulağına gittiğinde ellerindeki kontratı düşünmeden yırttılar. “Sonun başlangıcı” tanımı o gece boğazda yapılan kaza için biçilmiş kaftandı... Gazetelerin, taraftarların belki yöneticilerin bile ilk tepkisi Yusuf’un Beşiktaş’ta kalmasından duyulan sevinçten başka bir şey değildi. Ama dedik ya o kaza sonun başlangıcıydı. Yusuf artık her zamankinden daha çok çıkıyordu Beyoğlu’na, her gece belli mekanların en ünlü müdavimleriyle geçiriyordu gecelerini. Aktrislerin bir çoğu sevgilisi oldu. Kimi uzunca süre, kimi sadece bir kaç gecelik. Ayrıca alkol ve sigara... oyununu, daha önemlisi sağlığını etkileyecek herşeyden tadıyordu hiç durmaksızın.

Altay’da hiç Yusuf gibi oynamadı. Bir maç hariç... Beşiktaş’la yapılan antlaşmaya rağmen çok ısrar edip forma giydi eski takımına karşı. Maç boyunca Beşiktaş’lı oyuncuların hepsi Yusuf’u çok iyi tanıdıkları için onunla karşı karşıya gelmekten ısrarla çekindiler. Ne kadar çabalasalar da Yusuf maç içinde hemen hemen bütün oyuncuları çalımladı ayrı ayrı. Adeta zevk için çalım atıyordu, o gün onu sahada izleyenler kaleye doğru değil geçmek istediği oyuncuların üzerine doğru top sürdüğünü gözleriyle görmüşlerdi. Fazla uzamadı hasreti. Geri döndü... Arkadaşı Yılmaz Güney ona zor dönemlerinde moral olsun diye ”Arkadaş” isimli filminde küçücük bir sahnede rol verdi, boş içki şişesi, sigara paketleri ve yarı çıplak bir kadınla birlikte göründüğü sahne tam olarak kendisiyle özdeşleşmiş bir roldü.

Beşiktaş başarılı günlerini geride bırakmış önce Gündüz Kılıç daha sonra da Çiriç yönetiminde duraklama devrine girmişti... Gündüz hoca Yusuf’u kazanma yoluna gitti ama Çiriç takım oyuncusu olmadığını söyleyip yedek tuttu hep onu. Çünkü Yusuf eskisi gibi koşamıyor, az antreman yapmanın verdiği güçsüzlükle şut çekemiyor, çalımlarını ise yeterince çabuk atamıyordu. Yine de AEK ile oynadıkları ve ilk yarı 3-0 geride oldukları bir maçta, ikinci yarı oyuna girip 3 gol attı ve Çiriç’e; “Evet ben takım oyucusu değilim çünkü tek başıma takımım!” dedi... Sansasyonel aşkları düşmüyordu magazin gündeminden. Basının oyuncağı olmuştu adeta.

14


George Best gibi yaşamayı tercih etti. Bu diyardan göçü de aynı yaşamı gibi hızlı oldu. Dost sofrasından kalkmıştı, son sohbetiydi, yenik düştü kalbine... Yaşamı boyunca müthiş çalımları konuşulsa da, hayata asla çalım atamadı Yusuf, defalarca denedi ama her seferinde geri dönmek zorunda kaldı. En büyük çalımı da yine kendisinden, Yusuf’tan yedi... İzleyenler izleyemeyenlere anlatsın Yusuf’u. Doğruların yanlışların daha iyi görülmesi için bir musibetin binlerce nasihatten daha etkili olduğunun canlı kanıtı olması için... Türk futbolunun asla unutmayacağı ve her anıldığında yüreklerin cız ettiği, yarım bıraktığı herşeyin, sevenlerinin içinde ukte olarak kaldığı bir sembol oldu Yusuf...

Bir yıl daha dayanabildi futbola, artık vücudu kaldırmıyordu çünkü. Son sezonunda daha çok işin gösteri kısmındaydı Yusuf... Basket potalarına ayağıyla uzaklardan basket atması, televizyonun ilk yıllarındaki bir programda topun geçebileceği kadar genişlikteki delikten topu geçirebilmesi üzerine gösteriler yapıyordu. Beşiktaş’ın bir Brezilya takımıyla yaptığı dostluk maçında sahaya çıktı. Brezilyalı oyuncular iri gövdesi ve kilolu haliyle dalga geçerek onu güreşçiye benzettiler. Bir yerde okumuştum, yetenek torna tezgahından da geçse yetenektir diye, işte Yusuf o gün onu gösterdi herkese, altı Brezilyalı’yı geçip gol asisti yaparak... Yıllar sonra Beşiktaş minik takımının başına getirildi. Atilla Gökçe, kendi tabiriyle yeşil gözlü kartalını bir gün antremanda çocukları çalım atmamaları için uyarırken görmüş... Yusuf’tan daha iyi anlatacak kimse olmazdı zaten çalım atmanın faydalarını da zararlarını da...

Beşiktaş’ın yüzüncü yılıydı. İzlediğim bir maçta, Sergen seri çalımlarla ceza sahasına girip topuğuyla bir pas çıkardı ve o pas gol oldu. Ama bende dahil kimse gole sevinmedik çünkü aklımız Sergen’in çalımlarında kalmıştı. İçimden “ah Sergen dedim, yeteneğini doğru şekilde kullansaydın bugün bambaşka yerlerdeydin. Ama yine de futbol tarihimizin en büyük isimlerinden birisin. Gelecek kuşaklardaki tüm Beşiktaşlılar bilecek ismini, bende anlatacağım eğer bir gün oğlum olursa...” Birden kafamı kaldırdım. Karşımda ki tribünde “Efsane” yazılı koca bir pankart ve yanımda babam, elimden tutmuş Yusuf’un Kel Nihat’a Galatasaray maçında attırdığı golü anlatıyor. İşte o anda anladım efsanenin ne demek, anlatılanların da neden efsane olduğunu.

Yusuf Tunaoğlu Türk futbolunun bir devrine damga vurdu. Ama ne attığı gollerle ne de yaptığı transferlerle... Sadece bir yıldızın futbolumuzdan nasıl kaydığını izlettirdi bizlere, elastik lakaplı Rivelino gibi yetenekliydi ama

Fuat TUĞLU malvinas1.blogspot.com

15


mükellef. İyi ve kötü günde takımının yanında olan, başarıya değil aidiyet olgusuna endeksli taraftarlık bilincinin yayılması bizler için çok önemli'' sözleriyle de ortaya koyuyor ama bakışı şaşı olduğu için yeri gelmiştir, kendisi gibi düşünmeyen taraftar grubuna polisin müdahalesini bile hoşgörmüştür. Hal böyleyken, ''Beşiktaş'a ve Beşiktaşlılığa yakışır bir tutum içinde spor branşlarının tüm unsurlarına olan desteğimiz sürecek. Başarı, beraberinde birliği ve daha da güçlü Beşiktaş'ı oluşturmalı. Çünkü hiçbir güç, tek yürek olmuş Beşiktaşlıların yolunu ve ışığını karartamaz'' ifadeleri boşlukta kalmıyor mu ?

Senkronize olmak gerekiyor

BJK’de, herkes Yıldırım Demirören gibi düşünmüyor ve ona kayıtsız şartsız destek vermiyor. Dolayısıyla, BJK, futbolcu, yönetici ve taraftar arasında senkronizasyon sorununu yaşıyor…

Beşiktaş Jimnastik Kulübü (BJK), birçok spor dalındaki başarısıyla, ülke spor tarihinde ender bir yere sahiptir ama basketbol, voleybol, boks, yüzme ya da diğer spor dallarında ne tür başarı elde ederseniz edin pek görünmez, kulüp içerisinde yankı bulmaz, camia tarafından da tartışılmaz. Varsa yoksa futbol…

Gelelim futbol takımındaki son görüntülere… Forvet transferinde Robinho, Adebayor, Rodrigo, Altidore, Cruz, Keane, Klose, Grafite ve Almeida gibi isimlerle gündeme gelen Kartalım, transfer döneminin bitimine birkaç saat kala Rubin Kazanlı Fatih Tekke ile el sıkıştı. Bu oyuncuya üç taksit halinde toplam 750 bin TL ödenecek. Kulüp kasasından iki yıllığına 1.5 milyon TL ve maç başına 40 bin TL çıkacak. Oysa, birkaç hafta önce de önerilmiş olan Fatih Tekke, yönetimin ilgisini çekmemişti ama istenilen maliyette golcü bulunamayınca yeniden gündeme geldi. O yüzden, verilen ve verilecek paraya bence yazık. O parayla, Beşiktaş’ın geleceğine yatırım yapılabilir, yapılmalıdır da… Neden mi ?

Çünkü; Futbol ülkemizde önemli bir endüstriyel alan haline gelmiştir. Yarattığı artı değer herkesin iştahını kabartır ve öncelikle işadamları bu yüzden yüz milyonlarca doları gözden çıkartıp futbol kulüplerine (özellikle böyle yazdım) başkan olmaya çalışırlar. Bu durum, BJK’de de böyle ne yazık ki… Öncelikle, kulüp başkanı Yıldırım Demirören’in dedikleri, resmi yayın organı Beşiktaş Dergisi'nin eylül sayısına nasıl yansımış, ona bakalım…

Açık açık ‘Ben Trabzonsporluyum’ diyen bir futbolcu Beşiktaşlılık ruhunu iki yılda kazanamaz. Dolayısıyla yararlı olamaz. İnanmayanlar Beşiktaşlılık ruhunu yitirdiğini düşündüğüm Nihat Kahveci’nin verimsizliğine baksın yeter…

Başkan, şöyle diyor: ''Hep ileriyi hedefleyen yönetim anlayışımızla, kulübümüzü hak ettiği başarılara taşımak için var gücümüzle çalışıyoruz. Büyük ümitlerle başladığımız Spor Toto Süper Lig'de ve UEFA Avrupa Ligi'nde hedeflerimize ulaşmak için olumlu adımlar atmaya devam ediyoruz.''

Öncelikli hedefi Avrupa’da başarı olan Beşiktaş futbol takımı, bütün bunlara rağmen iyi bir transfer dönemi geçirdi. Çok para harcandı ve her şeye rağmen mükemmele yakın bir takım kurulduğunu düşünüyorum. Şimdi, iş Alman Teknik Adam Bernd Schuster’in elinde…

Bu iddialı sözleri, kulüp başkanının ağzından, sadece futbol için duyuyoruz. (Eh, hiç duymamaktan ya da duyamamaktan iyidir. Hele ki, FB, GS ve TS’nin Avrupa’da kupa hayalleri suya düşmüşken). Kulübü hak ettiği başarılara taşımak sadece futbolla mı oluyor ? Öyle olduğu, Demirören’in açıklamasının hemen sonraki satırlarında açıkça görülüyor zaten… Oysa, Beşiktaş'ın saha içinde olduğu kadar, saha dışında da temsili önemli, özellikle de tribünlerde. Bu duruma bakışı şaşıdır Başkan Demirören’in…

Bu arada, Spor Toto Süper Lig’de 6 puanla 5. sırada olan Kara Kartalım, daha iyi uçacak ve zirveye konacaktır. Bursaspor’a, Trabzonspor’a Ve Fenerbahçe’ye rağmen bu sezonda şampiyonluğun en güçlü adayıdır çünkü…

‘’Bizlere aşılanan Beşiktaşlılık duruşunu, futbolcularımız zemin üzerinde, taraftar ve kongre üyelerimiz ise tribünlerde temsil ile

16


Türkiye’deyse bu eğilimi sürdüren Kızılay logosu ile Beşiktaş olmuştu. Geçen ayki yazımda Beşiktaş’ın ST.Pauli ile oynayacağı bir sezon açılış maçının hayalini aktarmıştım sizlere. Bu kez formasında reklam olmayan (ne şimdiki sponsor şirket, ne daha önceki büyük holding şirketleri) bir Beşiktaş’ın hayalini kuruverdim.

Alternatif forma yazıları Süperrrr Ligi’mizin ilk haftasındaki maçlarda statlara gelenlerin ve televizyon başında maçları izleyenlerin dikkatini ilk çeken bazı takımların formaları oldu. Geçen yıl bu takımlara sponsor olan operatör şirketin ismi formalarda yazmıyordu artık. Yayıncı kuruluş ile lige sponsor olan kuruluş arasındaki kriz formalara da yansımıştı. Arasında son şampiyon Bursaspor’un da olduğu birçok kulübün formasında sadece bu kulüplerin simgesi olan renkler vardı. Reklamsız formalar çoğu kişiyi şaşırttı. Hatta buna tepki gösterenler, koskoca Anadolu takımlarına bir reklam veren de çıkmıyor mu diyenlerle tartışmalar alevlendi hemen.

Belki bazı maçlarda formalarımızda şunlar yazabilirdi reklam yerine diye düşünüverdim bir anda.

Çok değil birkaç hafta önce, İtalya’da Serie A’nın önemli ekiplerinden Fiorentina, önümüzdeki sezon formasına göğüs reklamı almamaya karar verdiğini açıklıyordu. Mevcut sponsorluk sözleşmesini yenilemeyen İtalyan kulübünün formasının orta bölgesinde anlamlı bir mesaj yer alacaktı. Fiorentina’nın 2010-11 sezonunda giyeceği formaların göğsünde İtalyanca “Futbol eğlencedir” yazılı mesaj bulunacaktı.

- Greenpeace (Çarşı 25. yılında nükleere karşı Greenpeace ile işbirliği yaparak statta devasa bir pankart açmıştı. Formamızdan da onlara destek versek kötü mü olur) Futbol Sadece Futbol Değildir (Federasyonun oyunları mı başladı, rakip camianın başkanı yine masabaşı işlerine mi ağırlık verdi, bunun yazacağı bir forma ile mesaj tam yerini bulur) - Şeref’imizle Hakkı’mızla (Aynı zamanlarda geçmişimize bir gönderme, anlayana okkalı bir mesaj) - Futbol Güzeldir (Çok net ve açık bir mesaj, Fiorentina’ya selam göndererek)

Endüstriyel futbola karşı bir duruşu olan tüm “güzel futbol dilencilerinin” rüyalarından biridir formalarda reklam olmaması, kulüplerin kendi özkaynaklarıyla, gerektiğinde taraftarın imece gücüyle varlığını sürdürmesi. Bu konuda dünyada ve Türkiye’de örnekler ise yok denecek kadar az. Barcelona Kulubü uzun yıllardır formasına reklam almıyor. Kulüp son iki yılda ise Unicef logosunu bir sosyal sorumluluk projesi olarak formasına taşıdı sadece. (Tabii ne kadar sempati beslesek de Barcelona’nın Dünyada endüstriyel futbolun en önemli demirbaşlarından olduğunu unutmamak gerekir).

- Çarşı (Artık Beşiktaş ile bütünleşen ama Beşiktaş’ın önüne geçmemeye dikkat eden Çarşı’nın logosu formamızda olur mu, niye olmasın, ama her daim anarşizm işaretiyle) Halkın Takımı (Dergimizin logosu Beşiktaş’ımızın formasında, külüpten dergiye küçük bir destek, el uzatma güzel olmaz mı)

17


dolara alınan Delgado’nun bedavaya gönderilmesi, Tabata’ya 7 milyon avro ödenmesi, Nobre’nin 2.5 milyon avro yıllık alması gibi faaliyetlere kullanılacağını söylediğinde bölücüsün, Beşiktaş sadece futbol değildir amatör branşlara biraz ilgi dediğinde hainsin, ismini satmaya çalıştığın stat patates tarlasına dönmüş dediğinde fesat adamsın.

En baştan söyleyeyim, bu yazı bazılarınızın futbol romantiği, bazılarınızın futbolun gerçeklerinden uzak, bazılarınızın da hayal dünyasında yaşıyor diye sınıflandırdığı adamlardan biri tarafından yazılıyor. Piyasa gerçeklerini sonuna kadar özümsemiş, önüne geleni sorgulamadan tüketmeye alışmış, kendisinden farklı düşünen herkesi linç etmeyi iliklerine sindirmiş olanlarınız varsa aranızda, yazıya hiç başlayıp kendilerini yormasınlar diye bu girişi yapıyorum belirteyim. Bu kısa introdan sonra artık yazıya girebiliriz. Bu dergiye yazı yazan, bu dergiyi okuyan insanların yüzde 90’ından fazlasının tek ortak noktası Beşiktaş. Siyah beyaza gönül vermiş herkes bu kulübün daha iyi olmasını, daha başarılı olmasını istiyor zannımca ancak herkesin kafasında bunun gerçekleşme yolları farklı.

Çünkü önemli olan oyunu kuralına göre oynamak. Kendimize örnek aldığımız Avrupa’nın büyük kulüpleri gibi her şeyimizi sponsorlara, şirketlere emanet edip gerisine karışmadığımızda güllük gülistanlık olacak her şey. Biz de aynı yoldan yürümeliyiz işte. Bizi biz yapan tüm değerleri, farkımız budur dediğimiz tüm özellikleri, dededen alıp torunlara anlatacağımız tüm hikayeleri çöpe atıp herkesle aynı yoldan yürümeliyiz. Beşiktaş da herkese benzemeli, aynılaşmalı. Mümkünse kendisine bir Arap sahip aramalı, stadının adını bir havayolu şirketine satmaya çalışmalı, sponsorlarının katılmaktan başka çare bırakmadığı hazırlık turnuvalarında oynamalı, stadın ortasında konuşlanan eşkiyaları! oradan atıp localarla çevirmeli tribünü, bilet fiyatlarına yüzde 100 zam yapmalı ki daha çok kazansın da daha çok yıldız alabilsin, fakir edebiyatını bırakmalı artık halkın değil zenginin takımı olmalı...

Benim dikkatimi son zamanlarda çok daha fazla çekmeye başlayan bir grup insan mesela; milyon dolarları basıp büyüüüüük yıldızları getirmenin ve böylece başarıya ulaşmanın en kolay ve doğru yol olduğunu düşünüyor. Yüz yılı aşan mazisi, Türkiye’de kazandığı çift haneli şampiyonlukları, nice kupaları Beşiktaş’ı zaten çok büyük bir kulüp haline getirmişken ve büyük kulüpler büyük futbolcularla oynamak zorundayken bundan başka çıkar yol mantıklı görünmüyor bu arkadaşlara göre. Oyuncuların maliyetleri, alacaklar-verecekler, başkanın kulübü neredeyse şirketinin demirbaşına yazacak noktaya gelmesi falan gibi şeyler de kafaya takılacak şeyler değil. Ne de olsa profesyonel bir kulüp Beşiktaş, dolayısıyla çalışan profesyonelleri bu işlerle ilgileniyor. Taraftar olarak sen kimsin ki bu işleri sorgulayıp milleti de galeyana getiriyorsun. Modern futbol dünyasında taraftar olarak senin görevin resmi ürününü almak, tribüne girip oturmak, digitürk’ü taktırıp deplasmanları evde izlemek, kulübe maddi katkı sağlayıp gerisine karışmamak. Bu hedefe ulaşmak ve milyon dolarlık yıldızları getirmek için de oyunu kuralına göre oynaman gerekiyor elbette. Mesela, Jimnastik kulübü Beşiktaş’ın amatör branşlarının ne halde olduğunu sorgulamaman, her sene 50 kupa alan hentbolcuların en son ne zaman maaş aldığını sormaman gerekiyor. Bunu sorarsan romantiksin, salaksın. Kulübün stadının adına Tabata’nın bonservisinden daha azını öneren bir firmayı tezahüratınla kaçırdığın için suçlusun mesela sen, o para ele geçtiğinde 7.5 milyon

18


Artık Avrupa bu yolda yürüyor haklısınız. Dünya buraya gidiyor çünkü dizginlenemez kapitalizm yeşil sahaları da her şeyiyle ele geçirmeden durmayacak. 100 yıllık kulüpleri 25 yaşındaki petrol zengini veletler oyuncak ediyor eline. Dünyanın en iyi topçuları sakat da olsalar çıkıp sahaya oynamak zorunda kalıyorlar sponsorunun reklam anlaşması sebebiyle. Göğsüne reklam almamak için her yolu deneyen kulüpler öyle bir darboğazın içine giriyor ki bir petrol şirketiyle anlaşıyor utana sıkıla. Aşık olduğu renklere yıllarını vermiş insanlar maçları izlemeye statlara gidemiyorlar artık emekli maaşları yetmediği için.

Altyapıdan yetişen pırlantalarımıza verdiğimiz değer, o pırlantanın piyasa koşullarındaki dolar karşılığı. Yediğinden, içtiğinden artırıp takımını izlemeye çalışan taraftar, daha fazla tüketmesi, daha çok para ödemesi gereken bir müşteri... Aynı torna tezgahından geçmemiş, herkesle aynılaşmamış bir Beşiktaş kültürü istiyorum ben. Tek doğrusu para kazanmak, ne şartla olursa olsun galip gelmek, tarihini-ruhunu pazarlamış, sermayenin eline oyuncak olmuş bir kulüp değil istediğim. Bu şartlarda bile anlatacak hikayesi olan, ruhunu hala koruyan, üç kuruş paraya adını sponsorlara satmayacak, taraftarını müşterileştirmemiş ve borsada bir kağıt parçasından daha fazla şey ifade eden bir kulüp istiyorum ben.

Hatırlayın “Looking for Eric’’ teki o muhteşem bar sahnesini. Manchester United’ı artık statta izleyemeyen postacılar ne diyorlardı orada? “Gücüm yetmiyor. Çocukları götürmeye gücüm yetmiyor. Otoparklar yalan söylemez! Bir bakın. Gidin de bir bakın. Maç günleri orada nasıl arabalar oluyor? Bizim almaya gücümüzün yetmeyeceği arabalar. Maça gidebilen kaç postacı tanıyorsun?”

Her ne kadar bazıları aklınca dalga geçse de, Livorno’yu, ST.Pauli’yi, Celticli taraftar gruplarını, Liverpool’un Kop’unu, Athletic Bilbao’nun bir zamanlar reklamsız olan formasını, BarcelonaFranco savaşını birçok alanda aynılaşmayı reddettikleri için biliyor milyonlarca insan. İşte ağzımız sulanarak izlediğimiz Premier Lig’deki örnek yapılanmanın gerçek sonuçlarından biri. 900 milyon dolar borca sahip, gerçek taraftarları stada gücü yetmediği için gidemeyen ama birileri tarafından çok profesyonelce yönetilen bir dünya devi. Bu dünyaya felaketten başka hiçbir şey getirmeyen kapitalizm ahlaksızca, kuralsızca, sınırsızca futbol sahalarına sızıyor ve çoğuna da sızdı. Tek hedefi para kazanmak, daha fazla kar etmek olan bir sistemin uygulayıcıları da aynı saikle yaşıyorlar doğal olarak. Beşiktaş tarihi, yapılan yeni formayı pazarlamak için kullanılacak yalan bir hikaye onlar için;

O torna tezgahına girmeyin, herkesleşmeyin, pazarlık yapmayın ruh üzerine, beyazı kirletmeye çalışanların üstüne gözü kara gidin ve unutmayın ki gelecek gün bizimdir!

Baba Hakkı, Marsilya’dan çalıntı damalı formalarına uyduracakları bir masalın aktörü.

19


Şirin’de bile görmediğine inandığımız bir aşkla, şevkle sarıldığımız Beşiktaş’ımızın bu yıl güneşin kendisini nasıl zapt ettiğini bize göstereceğine inanıyoruz. Yine de inşallah diyelim ki sonu güzel olsun.

BU AŞKIN TARİFİ? SENİ TANIMAK YAŞAM KARTALIM

BİÇİMİ

Ancak bizlere yoğun şekilde başka görevler düşmektedir; bunu da unutmamamız gerekir. Nasıl mı? Şimdi ligi ve bilinen tüm kupaları almaya yaklaşınca kimilerine göre masum organize işler devreye girebilir mesela. Ligin tadı kaçıyor dedikodularıyla, dekoder satamıyoruz yaygarasıyla yeniden karşılaşabiliriz. Gazeteler okunmuyor, rakipsiz lig mi olurmuş, böyle giderse ligimizin seyri kalmazmış vb. ama Q7 ve Guti takviyeli olmak üzere yeni transferimiz sn. Deli İbo ve takımın tamamıyla birlikte gençlerin iyi bir örneği olacağına inandığımız Necip ‘imizle, geleceğimizle tribünlerde tek yürek olursak tüm oyunları kökünden bozacağımıza şimdiden eminim; bunun için pankarta bile gerek yok. Onun için diyorum ki Çocuklar İnanın, İnanın Çocuklar, Güzel Günler Göreceğiz Güneşli Günler…

KARA

Sevgili Kartallar, gönülden sıcacık merhaba diyerek kavlimce kelamımı sizle paylaşmak istiyorum. Bu yıl, geçmiş birkaç yıla baktığımızda, yüzümüzün daha da fazla güleceğini düşünmekle beraber; hüzünlerinde bile bir şekilde mutlu olmayı başardığımız, uğruna ölümü göze almamızın yegâne sebebi Beşiktaşlı olmanın ayrıcalığıyla bütünleşen, siyah-beyaz aşkın sonsuza dek yaşamasını temenni ederiz. Bu aynı zamanda bir temenninin ötesinde bizim yaşam felsefemizin de olduğunu ayrıca belirtelim.

Bunun yanı sıra geçen sayıda da paylaştığım gibi maç günü resmi içeceğimiz hep çay olsun arkadaşlar; şimdilik en azından. Göze görünmeyen irili ufaklı tartışma ve kavgalar her statta yaşansa da rengimiz bazılarına battığından bunu ileride aleyhimize kullanmalarına izin vermemek için yeniden gündeme getirmek istiyorum ve alınacak alkolün yerinde ve midenin dengesine göre alınması gerektiğine inanıyor, bunu bir daha altını çizerek naçizane sizlere iletmek istiyorum. Biraz da bardağın boş olan kısmını tarif etmek isteriz yol yakın iken. Bizim doğumumuza (82) veya öncesine rastlayan yılları yaşan nesildir ağabeylerimiz. Yokluğu bizden çok fazlasıyla görmüşlerdir. Bir zamanlar bu ülkede gaz kuyrukları, ekmek kuyrukları oldu; 15 yıl şampiyonluk görmeden peşinden koşuldu bu sevdanın. Bu nasıl bir sevgi, nasıl bir bağlılık diye bir düşünün.

Hayatla henüz yeni yeni tanışırken âşık olduğumuz ve Leyla’nın Mecnun’da, Ferhat’ın

20


Gelmek istediğim yer şurası. Maksadım kimseyi kırmak değil ancak devir değişti. Ortamda şimdi her aradığınıza kavuşma fırsatınız var, imkanlarınız geniş. Tribünümüzün ünü yedi düvele ulaşmış. Eski kovalamacaların hızı yavaşlamış hatta bitmiş, sabahlamalar kalkmış; peki ne yapıyor gençler? Bunların birçoğunu yaşamış ve sadece Beşiktaş sevgisiyle semtine, takımına, kardeşine, siyah beyaz sevdaya sahip çıkan ağabeylerine, bunu sağlayan o ağabeylerine gerçekten içten saygısını ve sevgisini gösterebiliyor mu? Yoksa onları bıktırmak için elimizden geleni mi yapıyoruz?

Ne diyelim, iyi ki Beşiktaş lı olmuşum, iyi ki sizlerle buluşmuşum. Beşiktaş’ lılıktan az çok bir şeyler öğrenmişiz ki buradayız. Kim böyle ölümüne karşılıksız sevilir? Bizler yazmasak nerede bulacaklar besteyi de söyleyecek bu rakipler? Nasıl gündem takip edecek ötekiler ve nasıl insanlık namına yaşanılanlara inceden ama direk anlaşılır şekilde dokunulacak, hatırlatılacak, hatırlanacak. Cümle âleme hep birlikte göstermedik mi çapulcu dedikleri, holigan dediklerinin kim olduğunu? Devam aynı şekilde arkadaşlar. Şeref Beyi, Baba Hakkı’ları Metin – Ali – Feyyaz’ ları Pascal’ ı unutmadan Q7 ve Guti önderliğindeki takımı sahiplenelim. Yolumuz gerçekten aydınlık bir yol arkadaşlar. Geliyoruz dedik ve harbiden geliyoruz sanaldan değil.

Tabiî ki gençlerin de söz hakkı vardır ağabeylerine karşı ama bunu nasıl kullanıyorlar arkadaşlar, bu çok önemli. Beşiktaş sevgisi başta olmak üzere saygı, bu tribünün bütünlüğünü tutan en önemli şeylerin başında gelir. Burası Beşiktaş; semt de aşk da… Hepimizin öyle olmasa bu kadar sevilir miydi bu takım? Gözümüzden bile önde tutabilir miydik sizce?

Bekleyin Geliyoruz… Bunun filmini yapmak için 90 dk çekmek yetmez, yaşayacaksın bizle aynı aşkı ancak o da yetmez. İçten seveceksin, ruhu konuşturmayı başaracaksın; anlatacaksın anlatabilirsen Kara Kartalı, Çubuklu formayı; yağmuru yiyeceksin ama yine de bırakmayacaksın peşini. Tek amaç var; Faydamız varsa Beşiktaş’a ne mutlu ona, ne mutlu bana, ne mutlu sana, ne mutlu bize. Ben değil biz anlayışıyla yaşayan tüm kartallara selam olsun.

Naçizane ricam sizlerden; hep birlikte omuz atarken tribün yüküne, hep birlikte komutan da olamayız. Hepimiz komutan olursak asker kim, olacak? Pankartı kim taşıyacak, bayrakları kim asacak, konfetileri kim yüklenecek sırtına veya daha başka tribün güzellikleri nasıl yapılacak? Bizler Beşiktaş’ın askeriyiz. Görevimiz neyse en layıkıyla yapmaya bakalım, kimsede kusur aramayalım, Varsa eksiklik bizler kapatalım. İyiyi anlatalım ki karşımızdaki iyiyi görsün ve ona özensin. Bakın o zaman nasıl bir anda gözümüze hoş görünmeyen sahneler bir anda silinecek ve omuz omuza nasıl daha da sağlam gireceğiz bir görün. Bu sefer 2512 kişi değil 1000 kişiyle cevap vereceksin muhatabına Kadıköy de, Sami Yen de veya başka bir yerde, bu böyle biline.

Başka sayıda kelamımızı yeniden paylaşmak dileğiyle hoş kalın, siyah beyaz güneşli günlerde kalın Halkın Takımı Sevdalıları. Kartalımızın gücüne güç katmaya, formasında ter olmaya devam… Salonları da unutmadan ha, sakın…

21


HASRETİNLE YANDI GÖNLÜM

Trabzonspor ise lig şampiyonu olamamaktan muzdarip. 1984 yılından bu yana bir türlü lig şampiyonluğu payesini elde edemediler. Oysa ki bu geçen sürede bir çok yıldız oyuncu sundular Türk futbolunun hizmetine.

Avrupa futbolu, kısa bir soluklanmanın ardından yeniden esmeye başlıyor. Çıkan rüzgarlar kimi takımların yelkenini şişirirken kimilerinin de dümenini şaşırtacak. Bazı ekipler vardır ki her ne kadar yelkenlerinin şişik olmasına alışmışlarsa da yüreklerini dağlayan bir ukdeyle başlarlar her yeni sezona. Bir çok hedefin yanında, asıl bu yarayı kapamayı amaç edinirler.

Ogün, Abdullah, Hami, Ünal, Fatih Tekke gibi futbol ustaları son şampiyonluğun mimarlarından Şenollar, Turgaylar, İskenderler'in payelerini en az onlar kadar kıymetli oyuncular olmalarına rağmen yakalayamadılar. Başta 1996 yılı olmak üzere bir kaç sefer yaklaşmışlardı lakin bu onura. Yaklaştılar yaklaşmasına da bitime bir nefes kala 10-2 bitebilecek bir maçı 1-2 bitirerek verdiler şampiyonluğu Fener'e...

Bahsettiğimiz yaralı takımları ulusal başarıları, doğrusu başarısızlıkları üzerinden belirledik. Şimdi dermana muhtaç söz konusu ekipleri, keder yıllarının çokluk sırasına göre inceleyelim.

Bu sezona da hem son şampiyonluğun mimarı hem de 1996'da yitirilen şampiyonluğun yaralı komutanı (kimilerine göre de baş sorumlusu) olan Şenol Güneş önderliğinde zafer hedefiyle başlıyorlar. 5 Türkiye Kupası, 3Başbakanlık Kupası ve 1'er Cumhurbaşkanlığı ve Süper Kupa zaferi 84'ün ardından yaşanan karabasanı dağıtmaya yetmedi; 2011'in "Güneş"i kara bulutları dağıtmaya yetecek mi?Göreceğiz...

İlk olarak 1983 yılından bu yana kupasına hasret olan Fenerbahçe...

Türkiye

Bu başarısızlığı espri, alay konusu oldu SarıLacivertliler'in. Oysa ki kupasız geçen 28 sezonun 6 tanesinde kupanın bir kulbunu yakalamışlardı. Söz konusu 6 finalin tamamını da kaybedince ortaya bu hasret tablosu çıktı. Bu 28 sezonluk sürede kazanılan 7 Lig, 2 Süper Kupa, 3 Cumhurbaşkanlığı Kupası, 3 Başbakanlık Kupası şampiyonluğu bu başarısızlığın yerini dolduramadı.

22


Bakın ki bu 17 yıllık zaman zarfında neler kazanılmış; 6 La Liga, 4 İspanya Süper Kupası, 3 Şampiyonlar Ligi, 1 Avrupa Süper Kupası ve 2 FIFA Kulüplerarası Dünya Kupası... Kupa canavarı Mourinho'nun asıl sınavı bu sezon yaşanacak galiba. Bakalım Mourinho zaten kendisi olmadan da elde edilmiş olanları tekrar etmekle mi yetinecek, yoksa önceki 7 selefinin kaldıramadığı Kral Kupası'nın 18. sini müzeye koyabilecek mi ki bu selefler arasında kendisi gibi yaşayan efsaneler Hiddink, Heynckes, Capello isimleri de yazılı.

Liverpool... Asla yalnız yürümeyen takım... 1990'dan sonra asla İngiltere Ligi şampiyonluğunu kucaklayamamasına rağmen 3 FA Cup, 3 Lig Kupası, 2 Charity Shield; yetmedi 1'er Şampiyonlar Ligi ve UEFA Kupası ile 2 tane de Avrupa Süper Kupa zaferi... Bunların hiç biri Kırmızılar'ın gönüldaşlarının kalbini mutmain kılmaya yetmedi. Herkesin dilinde lig şampiyonluğu hasretiyle yakılmış şarkılar can buluyor. Ne Gerard ne Owen ne de Torres; Rush'lı,Barnes'lı,efsane Dalglish'li son şampiyonluğun hasret yangınını söndürmeye yetmedi, yetemiyor. Kırmızılar asla yalnız yürümüyor ama asla İngiltere liginin zirvesine de yürüyemiyor...

Yıllardır kaybedenlerin sonuncusu da Juventus. İtalyan devinin kaybetmekte uzmanlaştığı alansa İtalya Kupası Coppa Italia... Bu son zafere imza atanlar arasında Roberto Baggio, Ravanelli, Deschamps gibi efsaneler var. Son 15 yılda kazanılan 4 Serie A, 3 İtalya Süper Kupası, hatta 1 Serie B… Devam edelim; 1'er tane de Şampiyonlar Ligi, UEFA İntertoto, UEFA Süper Kupası, Kıtalararası Kupa zaferi 1995'in İtalya Kupası'nın yerini dolduramamış. Juve'nin son 7 yıldaki tek zaferinin 2007'deki Serie B şampiyonluğu olduğu hatırlanırsa bu sezon alınacak bir Coppa Italia'nın değeri açıkça gözler önüne seriliyor.

Neler görmedi ki bu renkler... Ne şampiyonluklar yaşamadı ki... Futbolun yüzyılının en büyüğü payesini dahi kazandı. Dünya üzerindeki her futbolcunun rüyalarını bu forma süsledi lakin bir kupa var ki 1993'ten bu yana müzede sergilenemiyor.

İşte, yukarıda yılların kaybedenlerini sıraladık. 2010/11 sezonu için bir 5'li iddaa oranı belirlense; bu oranda Fenerbahçe, Real ve Juve'nin ulusal kupa; Trabzon ve Liverpool'un da ulusal lig şampiyonlukları bulunsa bahis konusu oran 1'e kaç olsa gerektir acaba?

Copa del Rey... Kral Kupası... En son Butragueno, Zamorano, Prosinecki'nin kaldırdığı kupayıne "Galacticos"lar geldi ki kaldıramadılar.

23


iki gitarlı adamdan biri tıpkı müzikal bir cümle gibi 3-5 saniyelik bir melodi ortaya atar gitardan ve karşısındaki hem o melodiyle uyumlu (mesela o melodinin bittiği notadan başlayan) hem de o melodiye adeta bir cevap gibi kulağa gelen karşı bir melodi çalar. Böyle bir soru-cevap veya müzikal bir diyalog gibi bir temeli olan bu gitarlı müziğe "Blues" denir ve bugünkü tüm rock ve metal türlerinin ilk hali "blues"dur.

ROCK'N ROLL DURUŞ: BEYAZ BUYSA SİYAH BENİM

Siyahiler Amerika'ya getirilirken, blues kültürü de siyahilerin yanında, Afrika'dan gelmiştir. Hikayeyi kabaca, basitçe sürdürmek gerekirse; soru-cevap melodikliğinin altındaki ritm hızlanmış, netleşmiş ve rock'n roll ortaya çıkmıştır. Önce Amerika'da, sonra da tüm dünya çapında ilgi gören bir müzik tarzı haline gelmiştir rock'n roll. Elektro gitarın icadı, Avrupa varoşlarındaki ezilen kesimin hayata karşı olan isyanı ve bunu müzikal açıdan da 'güçlü' bir şekilde söylemeye doğru meyletme, "heavy metal"i Avrupa'da doğurmuştur. Bu konuda rock'n roll dünyasında uzlaşılan tek bir doğru olmasa da büyük bir kesim tarafından kabul edilen ilk heavy metal grubu, İngiltere ülkesinden "Black Sabbath" grubudur.

Modern yaşamının eskisi kadar basit kalmayıp sürekli daha komplike hale gelmesi gibi, "rock'n roll" kavramı da elbette Elvis PRESLEY'den (onun o ritmik müziğini hayal edelim burada) ibaret kalmayacaktı.. Zaman içinde ortaya çıkmış tüm rock ve metal türleri "rock'n roll" başlığının alt dallarıdır. Yani her anlamda, mevzu "sallan ve yuvarlan"dan ibaret kalmamıştır. Her şeyden önce rock'n roll'u -kendi içinde dallanıp budaklanmış- bir 'sanat akımı' olarak algılamanızı isterim. Futbolun nihayetinde bir spor olduğunun unutulmaması , "futbol" kavramının abartılmaması ve bilinçli bir şekilde (kitlelerden para kazanmak, uyuşturmak, yönetmek gibi amaçlarla) futbolu abartarak sunanlara da pabuç bırakılmaması gerektiği gibi rock'n roll da bazı açılardan abartılarak algılanmamalıdır. Nihayetinde bu sadece hayatının fon renginin siyah olmasını tercih etmektir. Özünde zevk meselesidir; yoksa, rock'n roll duruşları ve ötesini başka temalar içinde de hayli hayli sergilemek mümkündür. Peki ya şu anda rock'n roll dünyasının büyük bir bölümünü oluşturan 'metal' müziği ve kültüründe giysilerde ağırlıklı olarak mevcudiyetini sürdüren siyahın aynı zamanda bu sanat akımının en başlarındaki halini ortaya çıkarmış olan insanların derisinin rengi olduğunu biliyor muydunuz?.. O halde, önce kabaca bu kültürün hikayesini anlatıp, sonra da karanlık öğelere değinmek istiyorum. Amerika'ya köle olarak getirilen ve pamuk tarlalarında çalıştırılan siyahiler, dinlendiği zamanlarda ellerine bir gitar alırlarmış. Karşılıklı

24


sunulan, sorgulanmaması tembih edilen şeyleri eleştiren, sorgulayan ve tepki gösteren, yani dünya için esas iyi olanı yapan ve özünde iyi bir duruş sergileyen bu insanlar da ironik bir şekilde şeytan maskesi takarak eleştirmişlerdir bunları. Tüm o sertlik bir sanatsal üsluptur aslında. O duruşun bir "poz kesme"ye dönüşmesi; 'gerçek hayat'a da yansıtılabilen o giysilerin birer "forma"ya dönüşmesi; çarpıcı, şoke edici, görsellikle de desteklenen, şiddet öğeleri, kan, korku öğeleri gibi şeylerin kullanıldığı bu anlatım dilinin gerçekten şiddete dönüşmesi de bu işin dejenerasyonudur.

Ve heavy metal'e geldiğimize göre heavy metal ile birlikte hem şarkı sözleri hem görsellik anlamında, yani duruş anlamında bu sert müziğin içine giren karanlık öğelere de gelmiş olalım. Sade vatandaşın sokakta siyah giyinen insanlara bazen sorduğu "Şimdi sizin bu tarz ne oluyor?", "Anlamı var mıdır bunun?", "Neden siyah giyiniyorsunuz?" gibi sorulara da cevap vermiş olalım hatta. Bu noktada heavy metal'in bir sanatsal üslup olduğunu tekrar hatırlamakta yarar var. Eline gitar-bas-davul almış, hayatı sorgulayan, sistemi eleştiren, güçlü sesli bir müzik ortaya çıkaran bu insanların sanatsal üslubunda karanlık, korku, şiddet barındıran; çarpıcı, şoke edici, tabulara saldıran bir kültür ortaya çıktı. Ben bunu "Melek buysa, şeytan benim" cümlesiyle açıklıyorum. Bu sanatsal üslubun kendini özdeşleştirdiği şeytani tavır bir illüzyondur elbette (Sadece sahnedeki gösteride kalmayıp, sosyal hayattaki duruşa -dış görünüş olarak mesela- kadar yansıtılabilinen bir sanatsal ifade biçimidir bu). Tıpkı beyaz yakalı, temiz giyimli, traşlı olan ama dünyayı düzeltmek için bir çaba göstermeyip de sistemin çarklarına uyum sağlayanların pek de farkında olmayarak yarattığı 'normal', 'sıradan', 'iyi', 'olması gereken', 'uysal', 'melek' gibi bir gülümseyen surat illüzyonu gibi. Birileri sistemi sorgulatmadan yürütmeye özen gösteren baskıcı ebeveynler gibi.

Bu işin Türkiye ayağındaki dejenerasyonu ise büyük çoğunlukla hiçbir tabuya saldırmamaktır. Sebebini bana sorarsanız derim ki: Çünkü Türkiye, düşünce özgürlüğü olmayan, faşist bir ülkedir ve genelde müzikte, beste yapıp bir duruş sergileyecek yaşa gelmiş grupların elemanlarının büyük çoğunluğu en basitinden, önce "okul", sonra da "askerlik" tornasından geçip, devlet tarafından tam olarak şekil verilemese de, keskin köşeleri törpülenmiş bir şekilde toplumun içine salınmıştır askerlik döneminden sonra. Böylesine baskıcı kamplardan geçtikten sonra da, hapse girmeyi göze alacak pek rock'çı, metalci olmuyor tabii Türkiye'de. Halbuki rock'n roll duruş sert, cesur, dibine kadar giden, çarpıcı karakter özelliklerine sahip bir akımdır. Hatta ben kendi hayatımda herhangi bir konuda cesaretle kendimi riske attığımda "Ben zaten rock'n roll bir adamım" diye esprisini yaparım bunun.

"Düzgün giyin ki, işe alalım ve yaşamını sürdürebil"; "yaygın olan dini sorgulama ki toplumdan dışlanma"; "siyasi olaylara karışma ki başına bir şeyler gelmesin" şeklinde bir sistem var. Bu sistemin neferi olmak için temiz yüzlü, derli toplu bir dış görünüş şart; cennet vaatleri, huri, melek imgelerini kullanmak şart. Yani özünde kötü olan bu insanlar nedense görüntü olarak melek gibi. İşte rock'n roll duruş da bunun tersi. Kalıplaşmış olarak insana

Müzikal açıdan ve duruş açısından çeşitli akımlar ortaya çıkmıştır; özellikle 80'lerden itibaren. "Karı gibi giyinme lan" duruşuna karşı feminen görüntü olayının dibine kadar giden ve tıpkı

25


kokoş kadınlar gibi görüntülere bürünen "glam metal"; "bu gitar ritmleri ve gitar soloları daha da hızlı olabilir!" gibi bir müzikal duruşa ve "savaş karşıtı/ antimilitarist" şeklinde de düşünsel duruşa sahip olan "thrash metal"; derdi daha çok dinlerle olan, korkunç, şeytani görünümün dibine vuran ve müzikal anlamda da özellikle brutal vokallerle 'karanlık atmosfer'in ön planda olduğu bir duruşa sahip olan "black metal" gibi...

"metalcilik" olayını bir poz kesme olayına dönüştürmek, bir takım metalci kültür ritüellerine uymak zorunluluğu varmış gibi hissetmek türünden şeyler bir dejenerasyondur. "Maksat sertlik olsun" değildir; ifade etme ihtiyacı hissedilen bir şeyi sert müzikle, sert duruşla, sert görüntüyle (bir erkeğin feminen görüntüsü de 'sert' bir görüntüdür), sert imgelerle anlatma tercihidir. Bu işte havalı olan, değerli olan duruş "sertlik" değildir; doğru, iyi, dolu, değerli bir ifadeyi; sert imgelerle, sert duruşla, sert müzikle, sert görsellikle estetik bir şekilde ifade eden duruş sağlam bir duruştur, değerli bir duruştur. Bireysel olarak yaşam içerisinde bu duruşu müzikal zevk olarak, dış görünüş olarak yaşamayı tercih etme konusunda da bu böyle. Önemli olan en sert müziği yapanı sevmek, "en marjinal ben görünüyorum ve böylelikle topluma orta parmak göstermiş oluyorum" demek, sert hareketler yapmak değil; önemli olan altı dolu sert hareketler yapmak veya her insan duruşunun özünde olması gereken zaten iyi insan olmak, doğru insan olmak, en doğru, en iyi duruşları sergilemeye çalışmak, dünyadaki düzeltilmesi gereken şeyler konusunda susmamak ve hiçbir şey yapmadan durmamak ve sairedir.

Rock'n roll kültürü sadece bu tavırları ifade etmek için sanatsal bir duruştur. Önemli olan o iyiyi, doğruyu anlatmak ve yapmaktır; bu, sanatla ifade edilecekse herhangi bir sanatsal üslupla ifade edilebilir ve bunu yaparken sürekli beyaz gömlek giymek de tercih edilebilir. Yani rock'n roll sadece bir zevk meselesidir, bir tercihtir. Bu duruşun iyi veya kötü bir şey olması tamamen bireye bağlıdır diyebilirim.

Bu akımların hepsinin genel ismine "rock'n roll dünyası" denir. Bu, her şeyden önce sanatsal bir üsluptur. Bu sanatı icra edenlerin yanı sıra bu müziğe ilgi duyanların da hayatlarında görüntü ve duruş olarak, bu sanatsal üslubun destekleyicisi olarak grup tişörtü giyme imkanı vardır veya dış görünüşünde bu kültürün bazı akımlarının makyajlarını veya (erkekler için) feminen, karanlık veya marjinal görüntüsünü kendi dış görünümü için seçip, adeta bu sanatsal duruşu müzikal olarak değil de, duruş olarak, kendi hayatlarında da sergileme imkanına sahiptirler. Gayet ekstrem müzikler dinlenebilir, ekstrem dış görünüşlere de sahip olunabilir ama her konuda "ben metalciyim", "ben rock'n roll'um" kimliğini üzerine yapıştırıp da, bu işi "poz kesme"ye döndürmeye gerek yoktur. Müzik icracısı olarak müziğin sertliğine olan yumuşatma çabalarına, bireysel olarak da dış görünüş gibi konularda dışarıdan gelen yumuşatma, sadeleştirme çabalarına karşı bir santimetre bile taviz vermemeliyiz kesinlikle bence. Bu ayrı ama

Not: "Şimdi sizin bu tarz ne oluyor?" sorusunun cevabına tane tane cevap veren keyifli bir belgesel olarak Sam DUNN'ın "A Headbanger's Journey" isimli belgeselini tavsiye edebilirim. Türkiye'deki ismi "Bir Metalcinin Yolculuğu"dur.

26


Uluslararası Satranç Federasyonu (FIDE) tarafından iki ayda bir yayınlanan ve dünyadaki satranç sporcularının uluslararası kuvvet puanlarının (ELO) yer aldığı Eylül ELO listesi yayınlandı. Bu sayımızda sizlere ELO listesini tüm yönleri ile aktarmak

istiyorum.

WIM Kübra ÖZTÜRK

2235 ELO

Emel KAYA

2070 ELO

Selen SOP

2021 ELO

En İyi 3 Bayan Sporcumuz IM Ekaterina ATALIK

2447 ELO

WIM Betül Cemre YILDIZ

2252 ELO

WIM Kübra ÖZTÜRK

2235 ELO

BUNLARI BİLİYOR MUSUNUZ? ** 02-08 Temmuz 2010 tarihlerinde Konya’da Torku Arena’da oynanan Türkiye Kulüpler Satranç Şampiyonası finalinde birinciliği Antalya Ramazan Savaş Spor Kulübü alırken ikinciliği Gazi Üniversitesi Spor Kulübü üçüncülüğü ise Antalya Deniz Gençlik Spor Kulübü elde ettiler. Bu üç kulüp gelecek yıl Türkiye İş Bankası Satranç Liginde mücadele etme hakkı kazandılar.

Ülkemizden 1144 sporcunun yer aldığı listede birinci sırada 2613 ELO puanı ile büyükusta Suat Atalık yer alıyor. İkinci sırada yine aynı ELO puanı ile büyükusta Mikhail Gurevich, üçüncü sırada ise 2538 ELO puanı ile Barış Esen yer alıyor.

** 28 Haziran – 08 Temmuz 2010 tarihlerinde Konya Rixos Otel’de oynanan Türkiye İş Banksı Satranç Ligi’nde şampiyonluğa Manisa Doruk Koleji Spor Kulübü ulaştı. Son iki yılın şampiyonu Adana Truva Satranç Spor Kulübü ikinci, İstanbul İSEK Aquamatch Spor Kulübü üçüncülüğü Beşiktaş ise bir puan farkla dördüncülüğü elde etti.

Dünyada ilk üç sporcuya baktığımız da ise birinci sırada efsane sporcu Garry Kasparov’un da destek verdiği Norveç’in 1990 doğumlu genç büyükustası Magnus Carlsen’i 2826 ELO puanı ile görüyoruz. İkinci sırada Bulgar büyükusta Veselin Topalov (2803 ELO) üçüncü sırada ise Hintli büyükusta Viswanathan Anand (2800 ELO) yer alıyor.

** 39 ncu Satranç Olimpiyatı 19 Eylül – 04 Ekim 2010 tarihlerinde Khanty-Mansiysk (Rusya)'ta düzenlenecek. 158 ülkeden 160 erkek (ev sahibi Rusya fazladan iki takımla yarışacak) ve 120 kadın milli takımın yarışacağı olimpiyat için hazırlıklarını sürdüren milli takımlarımızda şu sporcular yer alıyor; Antrenörümüz GM Efstratios Grivas, sporcularımız; GM Kıvanç Haznedaroğlu, IM Barış ESEN, IM Emre CAN, IM Mustafa YILMAZ, IM Mert ERDOĞDU.

ELO Listesi ile birlikte yayınlanan ülke sıralamasında ise 2729 ELO averajı ile Rusya birinci, 2695 ELO averajı ile Ukrayna ikinci, 2653 ELO averajıyla Fransa üçüncü sırada yer aldılar. Ülkemiz ise 2494 ELO averajı ile 154 ülke arasında 41 nci sırada bulunuyor.

Kadın Milli Takımımızda antrenörümüz GM Adrian Mihalcisin, sporcularımız; WIM Betül Cemre YILDIZ, WIM Kübra ÖZTÜRK, Emel KAYA, Selen SOP, Burcu ŞAŞMAZEL. SATRANCIN BÜYÜSÜ : Hamle sırası beyazlarda ve siz olsanız nasıl oynarsınız?

İlk yüz sporcu için istatistikleri incelediğimiz zaman yine karşımıza Garry Kasparov çıkıyor. Kasparov satranç hayatı boyunca 23 defa dünya sıralamasında birinci sırada yer alarak bu alandaki rekorun sahibi. Bunun yanı sıra Temmuz 2000 listesinde elde ettiği 2849 ELO puanı ile de kırılması zor bir rekorunda sahibi yine Kasparov… Ocak, Mart, Mayıs, Temmuz, Eylül, Kasım olmak üzere yılda altı defa yayınlanan listelerde bir liste döneminde (iki aylık) ilk yüz sporcu esas alındığında en çok maç yapma rekoru ise Rus büyükusta Oleg Korneev’e ait. Korneev’in Temmuz 2000 listesinde yayınlanan maç sayısı seksen. İlk yüz sporcu istatistiklerinde en genç sporcu ünvanı ise iki kişiye ait. 15 yaşında ilk yüz sporcu arasında yer alan sporculardan biri Ukraynalı büyükusta Sergey Karjakin (Nisan 2005, ELO 2635) diğeri Azerbaycanlı büyükusta Teimour Radjabov (Ocak 2002, ELO 2599). Eylül ELO Listesine göre sporcularımız :

SÖZÜN ÖZÜ :

En İyi 3 Genç Sporcumuz IM Emre CAN

2500 ELO

IM Mustafa YILMAZ

2482 ELO

FM Burak FIRAT

2424 ELO

"Oyununu ilerletmek için, her şeyden önce oyun sonlarına çalışmalısın bu ise ustaların kendilerinden öğrenilebilir, oyun ortaları ve açılışlar ise kesinlikle oyun sonlarına bağlı olarak çalışılmalıdır." …………………………………………………………………………… Satranç sporu ile ilgili soru ve görüşleriniz için eposta adresim : aykutilkermete@gmail.com

En İyi 3 Genç Bayan Sporcumuz

27


…………………………………………………………………………… Cevap : 1.Ad6 Fe8 2.Vxa4 Fxa4 3.Af7# +-

28


29


30


31


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.