HT dergisi 9. sayi

Page 1

1


Dergi Mail Adresimiz: halkintakimidergisi@hotmail.com Kapak fotoğrafı: Elif Gizem GÜNGÖRDÜ

2


BİZDEN

anlamında müthiş bir yazı dizisi oluşmakta. Bizim için büyük bir şanstır bu.

Merhaba dostlar…

Halkın Takımı U-17 takımın İzmir kanadında faaliyetlerini sürdüren Emre Yüksel Lise BJK yi tekrar örgütlemenin önem ve gerekçelerini kocaman laflarla anlatmış ki güzel anlatmış. Okuyunca hak vereceksiniz siz de.

Temmuz ile Ağustos yine tüm Beşiktaş’lıların hüzün ayları olmayı sürdürüyor. Gereken sözler içeride arkadaşlarımızca fazlasıyla söylendi. Biz rahmet dilemekle yetinip sözü onlara bırakalım.

Beşiktaş kapalısının “Beşiktaş kapalısı” olmasında birinci derecede söz sahibi ağabeylerimizden Tribün emekçisi Amigo Bekir (DÖNMEZ) ağabeyimiz kanserle boğuşmakta. Kendi ifadesiyle Beşiktaşlıların hastalığı olan bu illetten kurtulma mücadelesi veren Amigo Bekir’i ziyarete giden kardeşlerimizin adına bu ziyareti Paşa Yılgın kardeşimiz anlatmış ve selamlarını taşımış bizlere.

Çifte şampiyonumuzun sezona tutuk başlaması felaket tellallarının da davullarına daha hevesle vurmasını getirdi. Siyah ve Beyaz bizim ifademizdir. Ümit Bayezit bunu gerektiği gibi vurguluyor. Temel niteliklerimizin detaylı bir açılımını yaparak, son zamanlarda kafası karışanlara bizim ne olduğumuzu bir kez daha hatırlatmayı gerekli görmüş Şafak Batman.

Bu sayıda üçüncü konuğumuz tanıdık bir isim; Kenan Özcan. Futbolumuzdaki büyüklük konusunu gerçekçi anlatımıyla ve yolu yordamıyla işlemiş Kenan dostumuz.

Bu sayıda konuklarımız oldukça fazla. İlk konuğumuz olan Beşiktaş’lı kardeşimiz Itır Esen Temmuz’un Beşiktaş’lılarla olan derdine isyan edip çaresizliğimizi bizim adımıza da haykırıyor.

Esrik halleri olmasa sesini zor duyduğumuz Özgür (ERGÜN) tribünlerdeki başkalaşıma, dönüşüme ve nedenlerine, tribünleri hayatın tümünden koparmadan ışık tutuyor; varsa çarelerini sorguluyor. İyi yapıyor da çaresi var mı sahiden Özgür?

Yumurtakafa Yılmaz objektif olma merakı üzerine olmamayı öneriyor; başta kendimize ve sonrasında medyaya kadar. Nedenlerini kendisinden okuyabilirsiniz.

Bu sayımızda amatör bir basketbol kulübü olan Siyah&Beyaz spor kulübünü tanıtıyoruz. BJK ile koordineli çalışarak altyapısına destek veren bu tür derneklerin çoğalması dileklerimizle.

Yeni açık tribünün amigosu Mustafa ortak acılarımız ve yeni başlayan sezon üzerine kelamını bizlerden esirgememiş sağolsun. Kendisine teşekkür ederken Yeni açığı da emanet ediyoruz Mustafa’ya.

Ankara’lı Halkın Takımı kartalları, Halkın Takımı felsefesini hayata geçirme yolunda çıtayı biraz daha yükselttiler. Gitgide halktan kopan sanatın bağlarını sağlam tutmak adına bir yola çıktılar ve Halkın Takımı Tiyatro grubunu kurdular.

İzmit’ten, daha önce dergimizde yer alan bir röportajı aracılığıyla tanıdığımız ikinci konuğumuz Barbaros Tantan tribünler üzerindeki baskılara karşı sesini yükseltiyor. Tribün terörünün gerçek kaynaklarını teşhir ederken ortak felsefeye sahip tribünlerin işbirliğini tavsiye ediyor bu yazısında.

Detayları Taylan Ağsakal atölye sayfamızda sunuyor. Analiz sayfamızda Gökhan Gürgan, Satranç sayfamızda ise Aykut İlker Mete hocamız ve son sayfamızda yine Bahattin Baba. Her zamanki gibi.

Geçen sayımızda başladığı ve kaybettiğimiz Beşiktaş savaşçısı kardeşlerimizle ortak anılarını anlattığı yazılarına bu sayıda da devam ediyor çene lakaplı Ergin Demir. Bir çok ismin de dahil olduğu anıların odak noktası ise rahmetli Cüce Ayhan.

10. sayımızda görüşmek üzere…

Ergin Kardeşimizin nefis anlatımıyla Beşiktaş aşkının ne denli köklü bir aşk olduğunun özellikle yeni nesil kardeşlerimizce kavranması

3


SİYAH&BEYAZ / ÖLÜM&YAŞAM Yeni bir sezon Yeni umutlarla çıkıyoruz yola ŞAMPİYON BEŞİKTAŞ bu kez en çetin kulvarda, ŞAMPİYONLAR LİGİ’nde gururumuz olmaya devam edecek Başarı kıstasımız belli. Bulunduğumuz her kulvarda, her maçımızı, olmazsa olmaz şiarımızla tamamlamak. Bu kez de senden ŞEREF’li mücadeleyle HAKKI’mız olanı istiyoruz KARTAL’ım. Süper! ligimizden farklı olarak bu kez eyyamsız, önyargısız hak dağıtıcıların boy göstereceği arenadayız. Temiz sahada yaşanacak mücadelelere tanık olacağız. Şampiyonlar ligindeki rakiplerimiz arasında camiasına 3 - 4 belki de 5 yıl Şampiyonlar ligi şampiyonluğu vaadeden bir başkana sahip kulüp yoksa tabi. Tavrımız en başından belli YENİLSEN DE YENSEN DE TARAFTARIN SENİNLE SEVİNCİNDE ÜZÜNTÜNDE SENİNLE BİRLİKTE … Temmuz yine yaptı yapacağını. Şampiyonluğu doyasıya yaşayamadan, yeni sezon öncesi BEYAZ’ını düşleyerek KARTAL’ımın umut tazelemeye vakit bulamadan, SİYAH ulAn dedi hayat yine ölümün karanlık yüzünü göstererek. Önce Orhan ŞENGÜRBÜZ sonra BÜYÜK KAPTAN VEDAT Abi (OKYAR) ve sonra da Aykut Abi (ORAY) ayrıldı yeni sezon öncesi aramızdan. Tek tesellimiz oradaki tribünün hınca hınç dolmaya başlaması. Tüm kaybettiğimiz dostlara selam olsun Hep birlikte nur içinde kalın Ağustosla birlikte yeni sezona yepyeni ve güzel bir başlangıç yapalım derken Fatih misali bir kez daha dağ, taş, tepe aşarak olimpiyatı fethetmeye kalktık. Ancak karşımızda şiarı bizden çok farklı bir takım ve hakem vardı. Aldılar kupayı verdiler planlanan yere, Niccolo (machiavelli)’ya nazire yaparcasına. Çok renkli ezeli rakibimizin BAŞARISIZ geçirdiği sezonun, milyon euroluk kayıplarını bastırmak ve kupa sendromunun atlatılabilmesi için gerekli olan hamle yapıldı.

Ümit BAYEZIT Söylemesi gerekenler sustukça, bize SİYAH’ı yaşamaktan gayrısı kalmadı yine. Söyleyecek tek şey var Hayıvlı olsun! kupanız… Üzerimizde duran SİYAH&BEYAZ renklerden oluşan ve sadece BEŞİKTAŞ yazan KAPALI tribün çatımız OPTİK BAŞKAN’I yadedip dönerken acı bir gerçeği daha soktu gözümüze. KAPALI açılmıştı. Hem de endüstriyel futbol bezirganlarının emrine. SİYAH&BEYAZ tavanımız rengarenkti. Ülkemize aitken zorla yabancılaştırılan, satılan iki kurumun reklamlarının yer aldığı KAPALI tribün ciğerimizi yaktı tam tabiriyle. O günkü hüznümüz katlanmıştı. Popülist bir hamle geldi yönetim kurulumuzdan ve SİYAH&BEYAZ oldu reklam veren armalar. Aradığımız züğürt tesellisiyse bulduk işte. Hayırlı olsun çatımız… Kombine, yeni stad, yeni tesis, FULYA, kombine, forma … derken ÇUKUROVA’dan gür bir ses geldi. Oralardan buraya yankılanan ENDÜSTRİYEL FUTBOLA HAYIR, PARA HERŞEY DEĞİLDİR diyen tribün sesi taraftarlık adına, yaşaması gereken bu kültür adına umut tazeleyici oldu. Gelen Eylül. En güzel mevsim… Güzelliklerin özlemiyle bekliyoruz. Aynı yerdeyiz, tribündeyiz, yanındayız KARTAL’ım. Seni üç maçla yerle yeksan etmek isteyen bezirganlara, Vandallara inat… Biz topraktan, ateşten, sudan, demirden doğduk! Güneşi emziriyor çocuklarımıza karımız, toprak kokuyor bakır sakallarımız! Neş'emiz sıcak! kan kadar sıcak, delikanlıların rüyalarında yanan o «an» kadar sıcak! Merdivenlerimizin çengelini yıldızlara asarak, ölülerimizin başlarına basarak yükseliyoruz güneşe doğru! N.HİKMET RAN


Tarafız, Bağımsızız, Karşıyız... Futbol, tribün ve sol kelimelerinin yan yana kullanılmasının oldukça popüler olduğu bugünlerde, bize dair birkaç kelam etme ihtiyacı yeniden hâsıl oldu. Yaklaşık 4 yıldır Halkın Takımı ailesi olarak Beşiktaş tribünlerinden doğru farklı bir ses çıkarma iddiasındayız. Bir yılı aşan bir süredir emek harcadığımız ve 9. sayısını sizlerle buluşturduğumuz dergimizi “Tarafız, Bağımsızız, Karşıyız” sloganı ile çıkıyoruz. Tarafız, Bağımsızız, Karşıyız...

iktidarda olanlarla herhangi bir bağımız, ilişkimiz yok. Kendiliğinden bir araya gelmiş üçbeş (sayıya takılmamakta fayda var) taraftarız biz. Kimseyle hiçbir çıkar ilişkimiz yok. Kimseden ya da hiçbir kurumdan herhangi bir beklentimiz, korkumuz yok. İşte bu yüzden Beşiktaş’a, futbola ve tribünlere dair istediğimiz her şeyi özgürce söyleyebiliyoruz. Karşıyız… İlk olarak şu endüstriyel futbol denen naneye karşıyız… Para, para diye gözünü kar hırsı bürümüş üç-beş (sayıya takılmamakta fayda var) adamın futbol aşkımızı bizden çalmalarına, taraftarlıktan çıkıp tüketici haline dönüşmeye karşıyız. Şampiyon olmak için, kazanmak için her yolun mübah olmasına karşıyız. Futbolun sadece sahada oynanmamasına, masa başı oyunlara karşıyız… Karşıyız, karşıyız, karşıyız…

Tarafız… Beşiktaş’tan yana tarafız. Endüstriyelleşen futbolun ortaya çıkardığı “yeni seyirci” profiline karşı, takımımızın tarafında olmayı, taraftar olmayı önemsiyoruz. Takıma, renklere ve kulübe bağlılığın esas olduğunu, kazanmanın herşey demek olmadığını düşünmekteyiz. Bugüne kadar, binlerce insanın emeğiyle, tuğla tuğla örülerek oluşturulmuş “Beşiktaşlılık kültürü“nün yıkılmasının karşısında tarafız. Kombine biletine verdiği paranın hakkını isteyen, süper bilinçli bir tüketiciye dönüştürülmüş, zafere endeksli “yeni futbol seyircisi” ne karşı, amatör ruh ve futbol aşkı için tribünleri dolduranlardan yana tarafız…

Bağımsızız… Genel anlamda muhalif bir yapıya sahip olduğumuz ortada ancak ne Beşiktaş’ta iktidar mücadelesi verenlerle ne de

Ayrıca biz başka şeylere de karşıyız. Futbolun bir uyuşturucu olarak kitleleri uyuşturma aracı olarak kullanılmasına, dünyada ve ülkemizde yaşananlara karşı duyarsız olmaya, ezen ve ezilenlerin olduğu bir dünyada ezilenlerden yana ses çıkarmamaya karşıyız. Hrant’ların öldürülmesine, Sivas katliamına, Hasankeyf’in


sular altında kalmasına, enerjiye karşıyız…

savaşa,

nükleer

İşte bu karşı olma durumumuz kimi zaman, kimi çevrelerce farklı anlaşılıyor. Hayata ve yaşananlara karşı ses çıkarmamız, verdiğimiz demokratik tepkiler bazı çevrelerce, “ne kırlardan, ne de şehirlerden, devrimin tribünlerden geleceği” şeklinde algılanabiliyor. Birdenbire devrimci tribünler, sosyalist tribünler oluşuyor kimilerinin beyinlerinde. Sonra “dur ulan bi, şunlara bilinç taşıyalım”, ”bilinçlendirelim şu taraftar denen lümpen tayfayı” diye düşüncelere kapılıyor bazı arkadaşlar. Tribün havasını solumamış bu arkadaşlar tribünlere yeni yeni misyonlar yükleyerek farklı beklentiler içerisine giriyorlar. Sonrası hüsran tabi…

diyebilirsiniz. Aslında çok bir derdimiz yok. Sokakta, kahvede, mahallede ne isek tribünde de o olmaya çalışıyoruz. Nasıl bir kültürle yetiştiysek o kültürle, bulunduğumuz her alanda yaşamaya çalışıyoruz. Yani tribünde “biz” gibi davranıyoruz. Bu ülkede yaşanan sorunlara, yapılan haksızlıklara mahallemizde, okulumuzda, fabrikamızda nasıl tepki veriyorsak tribünde de aynı tepkileri vermeye çalışıyoruz. “doğru insan”, “”iyi insan” olarak çekim merkezi olduğumuzu düşünüyoruz…

Yani içeride nelerin olup bittiğini, hangi sorunların ne derece yaşandığını bilmediğimiz bir fabrikanın önünde, merkezde yazılmış bildirileri dağıtarak örgütlemeye çalışmıyoruz fabrika işçilerini. Aynı vardiyada emek harcıyoruz, aynı binada ter akıtıyoruz. Kısacası tribünde yaşıyoruz; değişiyor, değiştiriyoruz…

yaşayarak

Dergimizin birinci sayısında dediğimiz gibi biz ;

Evet, bu tribünlerde “solcular” olarak ülke ortalamasına göre oldukça fazlayız ama bizim derdimiz bu tribünleri örgütleyip tribünlerden doğru bir toplumsal hareket yaratmak falan değil. Halkın Takımı ailesi olarak legal–illegal hiçbir partiyle de örgütsel bir bağımız yok. O yüzden kimseyi kafalamak gibi bir derde de sahip değiliz. Aklınıza “Öyleyse derdiniz ne?” , ”ne diye karşısınız bu kadar şeye?” diye sorular gelebilir. “Etliye sütlüye karışmadan oturup ‘adam gibi’! maçınızı izlesenize o zaman”

büyük olmayı ‘çok’ olmak, önüne her geleni ezebilmek, görgüsüz hezeyanlarını tatmin için herşeyin ve herkesin alınıp satılabildiği ortamları yaratıp sonra da oradan beslenmek olan ve tapınılası tek değeri sadece ve sadece ‘güç’ olarak görenlerin yer aldığı tribünün tam karşısında, Eto'o ların, Plüton’ların, Pakistan'lı bebelerin, Irak'lı dedelerin, Latin Amerika'lı işçilerin, siyahların-beyazların, kızılderililerineskimoların-çingenelerin, pazar malı ucuz beyaz pamuklusunun üzerine siyah şeritler diktirerek mahalle maçına çıkan veletlerin, o ucuz formayı o velete etiketini koymadan diken komşu teyzenin, topumuzu bize bedeli ruz-ı mahşerde ödenecek bir ‘borç’ karşılığı veren bakkal amcanın, sözün özü;

yız.


Biz sana da karşıyız Sinirlerim bozuk, ağlayıp duruyorum…

Durduramıyorum kendimi… Film çekimi için Eskişehir’ deyim. Cenazeye katılamıyorum, kahroluyorum… Kara Temmuz… Ölüm potporisi sundu bize. Bir şeyler yapmalı… Pankart açıp, yürüyüş mü yapalım? Ya da her akşam, ışıkları açıp kapayalım mı? Yoksa Taksim meydanında soyunup, avaz avaz haykırsak mı? Bir şeyler yapmalı… Durdurmak gerekiyor bu lanetli ayı. Adeta gözüne kestirmiş Beşiktaşlı “Güzel adamları” çalıp götürüyor aramızdan, bize sormadan…

Yarın Yusuf Tunaoğlu’nun ölüm yıldönümü… Bütün güzel adamlar buluştular o tarafta… Yusuf Tunaoğlu; 1946-2000 22 Temmuz… Ölüm nedeni: Kalp krizi… Beşiktaş’ın sihirli ayağı, hercai çocuğu… 1963 baharında, henüz 17 yaşındayken giydi Beşiktaş formasını. Futbolunun en parlak döneminde, 1965 yılında Anderlecht’ e transfer olmak üzere iken trafik kazası geçirdi. Kader belki ona en pis oyununu oynamıştı. Boğazda yaptığı bu kazadan sonra Anderlecht transferden vazgeçti…

Orhan Şengürbüz’ü de şok bir şekilde çekti aldı dünyadan. Cenazede oğlunun Beşiktaş tişörtüyle görüntüleri gözümün önünde… Kendime, bin tane soru sorarken “niye, niçin, neden” diye Vedat kaptan’ın beklenen haberi geldi. Akşam eşi Asuman hanımla telefonla konuştuğumda “Vedom, kötü, doktorlar durumu kritik diyor” demişti, pek umutlu konuşmamıştı. Buna rağmen sabah acı haberi duyduğumda içimdeki yangınla birlikte tutuşan isyan, birgün önce sorduğum sorulara hala cevap olmuyor ve ne yazık ki gerçeği değiştirmeye yetmiyor…

İddia üzerine, Tünel’den başlayarak Taksim’e kadar sektire sektire topu ayağında, İstiklal’i boydan boya katettiği anlatılır Yusuf’un. Öyle bir büyüsü vardır


ki ayaklarının, adeta topu ayağına yapıştırır ve onunla hokus pokus yaparak seyirciyi etkisi altına alır… Kendine özel seyircisi olan tek futbolcu. Hangi takımı tutarsa tutsun, insanlar özel olarak onu seyretmeye giderler ve beklerlermiş… Futboluyla tribünleri büyülerken, yakışıklı ve derin bakan gözleri ile de kadınların yıldızıymış. Bir süre Altay’ da forma giymesine karşın Beşiktaş’tan hiç kopmadı… Karakartal’ın efsane futbolcuları Şükrü Gülesin, Vedat Okyar, Yusuf Tunaoğlu değil sadece Temmuz fırtınasından nasibini alanlar. Beşiktaş’a gönül vermiş, hizmet etmiş, Beşiktaşlılığı ile hayata adeta damgasını vurmuş büyüklerimizi, sevdiklerimizi de aldı bu Haziran ile Ağustos arasındaki uğursuz ay…

Sevgili Cenk Koray’da Yusuf Tunaoğlu’nun ölümünün ertesi günü, 23 Temmuz 2000 de, adeta nazire yaparcasına aynı nedenden, “Kalp krizi’nden” veda etti bizlere… Cenk Koray yumuşacık sıcacık kişiliği ile Türk halkının gönlünde ki yerini almıştı ama Beşiktaşlılığı ve Karakartal için yaptıkları unutulmazdı… 24 Temmuz Şan Ökten, çok sevdiği Beşiktaş uğruna hayata gözlerini yumdu; Sene 1987. Beşiktaş’a kamp yeri bakan Şan Ökten geçirdiği trafik kazası sonucunda aramızdan ayrıldı.

Bitti sanmayın bitmedi… 25 Temmuz 2007, Mehmet Işıklar yani Optik Başkan…

Beşiktaş tribünlerinin son holiganı… Savaşçısı… Kapalı’nın kahramanı, markası... Beşiktaş için nefes alıp veren, hayatı sadece Beşiktaş olan Optik üniversite mezunu bir öğretmendi. Geçen yıl aramızdan ayrılan, TFF başkanı Hasan Doğan da Beşiktaş kongre üyesiydi. Onu da 5 Temmuz 2008 de geçirmiş olduğu kalp krizi sonunda kaybetmiştik. Açılışı 4 Temmuzda Barış Akarsu ile yapmıştık… Beterinden saklasın… Optik başkan öldükten sonra tribünler “Şimdi bir kişi azız” dediler… Ama çocuklar, bir Beşiktaşlı kaç kişiye bedel? Unuttunuz mu? Şimdi bayağı (bi) azız… Ne verecek günümüz kaldı, Ne verecek Beşiktaşlımız… Savaş açtık sana… Birçok “güzel adamı” bizden çalan… Temmuz… Biz sana da karşıyız…


(yemlesin) biz de haberlerinize daha çok yer verelim.

Objektif olmayın ulan “Objektif” olmak, tarafsız olmayı gerektirir ki birçok insan taraf olduğu halde bu kriterleri taşımak adına “objektif” olmaya çalışır. Kimler var bu arenada? En başta bizler: Objektif olamayız, tarafız çünkü. Bu durumda olmamıza rağmen yine de haksız elde edilen bir galibiyetin, bir kupanın gözümüzde değerinin olmadığını özeleştiri yaparak dile getiririz. Sonra medya: Edindiği bilgileri topluma olduğu gibi aktarması gereken. Oysa öyle mi? Önce Kurban Bayramı için Halkın duygularını okşayarak tiraj arttırır sonra da kesilen kurbanların ve akan kanın muhatabını arar. Bu şartlarda başka ne bekleniyorsa artık. Anarşist diye okul harcını protesto eden gençleri dövdürtür, ardından kolluk kuvvetlerinin ne kadar acımasız olduğundan dem vurur. Daha sonra bu arenada patronlar olur: Taraftır ve taraf olduğu kadar arsızdır da. Yapısı gereği hedefi hep kazanmaktır. Bir yandan yanında çalışanların emeklerini tırpanlar diğer yandan da yoksullaşan insanlara medya önünde 3-5 Ramazan kolisi dağıtır. Şimdi bir de ombudsman teranesi çıkardılar. (Telaffuzunu dahi bilmediğimiz hikayeden bir mevzuu): Efendim bu makam da çözümsüzlükleri sözüm ona çözecek objektif bir yaklaşım tarzıymış. Sorunları çözmek yerine hep tali yoldan gün kurtarılmaya çalışılıyor. Neyse dönelim “objektif” bakış açımıza. Bir gazeteci dostumuza BEŞİKTAŞ’ımızın medyada yeterince yer almadığı serzenişinde bulunduk. Aynı gazetelerin çArşı ile alakalı ne varsa haber yapmak için yarıştığını ve bunun da bir ikilem olduğunu ifade ettik. Nihayetinde taraftarı var eden bir araya getiren unsur da BEŞİKTAŞ Kulübü değil mi? O da bize, bunu Kulüp yöneticilerinin düşünmesi gerektiğini, şayet bu bir sorun ise -ki öyle- bu sorunun çözümü noktasında onlara iş düştüğünü ifade etti. Yani kısaca anlatmak istenilen şu olsa gerek; biz objektif değiliz. Başkanınız medya patronumuzu arasın ve mutabakata varsın

Esasında BEŞİKTAŞ’a medyada yer verilmiyor da değil hani. sezon başlamadan evvel medya transfere başladı, sezon bitene kadar da süreceğe benziyor. Sorun objektif haber vermekte. Aman aman senin medyan senin olsun. Ön sayfada patronun beğeneceği büyük puntolu 2-3 haber arka sayfada magazin, daha sonra güncel derken ekonomi ve spor. Neye göre mizanpaj yapılır? subjektif değerlere göre… Biz de biliyoruz Başkanımızın hataları ve eksikleri var. Bizim yok mu? Oynayan oyuncunun yok mu ki yazan medya özeleştiriden kaçıyor. Eleştiriözeleştiri mekanizması matematiksel olarak insanın beynini kemiren sorunlarla hesaplaşarak çözüm bulmasını sağlar. Kimi yanlı medyadan objektif olmasını istemiyoruz, doğru haber verin BEŞİKTAŞ taraftarını galeyana getirmeyin yeter. Ha unutmadan; yalan-yanlış haber yazanlara da bir çift sözümüz var. Siz objektif olmamaya devam edin. (Yakışanı da bu) Haziran-Temmuz-Ağustos derken her şey dolu dolu yaşanıyor. Kupa, Şampiyonluk, cenazeler, Sivas katliamı ve diğer anmalar; yeni sezonun başlaması, 17 Ağustos 1999 depremi… Bir şekilde hayat devam ediyor. Ramazan ayı başladı sonrasında Şeker Bayramı. (Çocukluğumuzdan beri böyle biliriz). Tüm Halkımıza hayırlara vesile olmasını temenni eder şimdiden Şeker Bayramlarını kutlarım. Kapıları çalan benim kapıları birer birer. Gözünüze görünemem göze görünmez ölüler. Hiroşima'da öleli oluyor bir on yıl kadar. Yedi yaşında bir kızım, büyümez ölü çocuklar. Saçlarım tutuştu önce, gözlerim yandı kavruldu. Bir avuç kül oluverdim, külüm havaya savruldu. Benim sizden kendim için hiçbir şey istediğim yok. Şeker bile yiyemez ki kağıt gibi yanan çocuk. Çalıyorum kapınızı, teyze, amca, bir imza ver.


Çocuklar öldürülmesin şeker de yiyebilsinler. NAZIM HİKMET

renk sevdamızı alacak hiçbir madde yok şu dünyada. Abilerimiz iyi ki sevdirmişler bize bu armayı, siyah beyazı, şanlı Beşiktaş’ı. Onlar 15 yıl peşinde koştukları ancak Eskişehir’de can pazarında kavuştukları şampiyonluğun kıymetini öyle iyi anlamış ve öyle güzel yeni nesillere aktarmışlar ki biz de aynı duyguları aktarmaya çalışıyoruz kavlimizce. Yeni bir sezon başlıyor kartallar. Yeniden bir umut, yeniden güneş’i zapt etmek için çıkıyoruz yola. Yine bozucaz tüm oyunların alayını hep birlikte. Yeniden dayanıyoruz omuz omuza tüm kapılara. Yine siyah beyaza bürünüyor Şeref bey.

SEN BİZİM ALIN YAZIMIZSIN BEŞİKTAŞ’IM Sevgili Beşiktaşlar; öncelikle hepinizi saygıyla ve sevgiyle, kartallar gibi kucaklıyorum. Hasretle ve özlemle beklediğimiz şampiyonluktan sonra kırk gün kırk gece eğlenelim demiştik. Bizim araçlarda “R” olmadığı için de eğlencemizi söz verdiğimiz gibi yaptık hep birlikte. Hatta Kuruçeşme arenayı bile es geçmedik, sabaha bile karşı geldik. Bunlar işin güzel yanı, bir de hüzün kısmı vardı bardağın diğer tarafından baktığımızda. Yine bir temmuz akşamı aldık acı haberi, bu kez de Vedat kaptan ayrılmıştı aramızdan. Oysa daha birkaç gün önce hayatının imzasını atmıştı. Beşiktaş’a en büyük transfer ne Quaresma’ ydı ne de bir başkası, onun dönüşü mutlu ederdi sadece bu kalpleri. fark etmez, böyle de attıysa imzasını bizlere, gene de seviyoruz seni Vedat kaptan; rahat uyu; seni unutmaz bu büyük taraftar. Temmuz akşamları aşk akşamları olsa da kimileri için, bizim için artık hüzün, matem ayı oluyor. Kalbimizin ta orta yeri bir başka yanıyor, fırtınalar kopartıyor maalesef içimizde. Bizi bir başka yakıyor sıcağı üzüntüsüyle birlikte. Optik Başkanı ve Cenk Koray gibi birçok sevdiğimizi kaybettik bu ayda. Hüzün ayı gibi temmuz, sevimsiz ancak şu sevindiriyor ki bizleri üzüntüler daha da çok bağlıyor birbirimize. Endüstriyel futbolun dört bir yanımızı kuşattığı şu hayatta, kapalının üstüne kadar çıkmış olsa da bizim siyah beyaz

Bak bizi çağıyor Beşiktaş. Gitmedik bir yerlere zaten biz hep yanındayız, seni ölümüne seviyoruz Beşiktaş’ım. Sana gelmediğim gün öldüğüm gündür bu böyle biline. Çarşı’nın ne anlama geldiğini sırtından çok hayatına kazıyanlara, Beşiktaşlılık duruşunu sadece mikrofonlara değil de hayatında yaşatanlara, Beşiktaş âşıklarına, tüm kartallara selam olsun. Ayrıca unutmayın, sensiz bir kişi eksik ve tüm dostluklara açık’ız. Gel girelim omuz omuza, Halkın Takımı’na birlikte sevdamızı aktaralım, coşalım, koşalım, sahip çıkalım Beşiktaş’ımıza. Bazen bir simidi, bir çayı paylaşalım, bazen bir golü; bazen de hüzün dolu sonucu ama yılmayalım; saygıyla sevgiyle sarılalım karakartala, sahip çıkalım en büyük aşkımıza, Beşiktaş’ımıza. Sen bizim alın yazımızsın Beşiktaş’ım.

Yeni sezonda görüşmek dileğiyle, siyah-beyaz günlerde sağlıcakla kalın kartallar.


Yeni Açık Amigo Mustafa

Livorno neresi?.. Takımının özelliği ne ?

Taraftar ‘terörist’ değildir Futbolu bir spor karşılaşması olmaktan çıkartan en önemli özellik oyun öncesi, sırası ve sonrasında yaşanabilen yüksek dozdaki gerginliklerdir. Gerginliği yaşayanlar genelde sahada top peşinde koşturanlar değil tribünlerde biriken taraftar ya da seyircilerdir. Bu gerginliğin giderilmesi için kurumsal anlamda önemli adımlar atıldığı söylenemez. Sadece polisiye tedbirlerle sorunu çözme alışkanlığı, sorunu çözmekle yükümlü olan kadroları da düşünce tembelliğine itmiş durumda. O yüzden de yaşanan tatsız olayların sonucunda yüzleri kızarmadan çıkıp ‘’yapabileceğimiz her şeyi yaptık, ama bir grup fanatik……….’’ diye devam eden cümleler kuruyorlar. Oysa gizlemek istedikleri gerçekle yüzleşmek zorunda kalmaları dolayısıyla sıkıştıkları her hallerinden belli oluyor. Tribünlere sinen terörün asıl nedeni, bu yaklaşımı sergileyenlerin düşünce tarzıdır. Gelin birlikte empati yapalım… Duymuşsunuzdur, İtalya Seri A’da mücadele eden Livorno diye bir futbol takımı var. Taraftarı her maçı bir karnaval havasına büründürüp 1921 yılından beri takımına sahip çıkıyor. Liman işçilerinin takımı olan Livorno’nun maçlarında sahaya başka bir atmosfer hakim oluyor (Bunu, ülkemize gelerek yine demiryol işçilerinin takımı olan Adana Demirspor ile yaptıkları dostluk maçında gördük).

1921 yılında İtalyan Komünist Partisi'nin kurulduğu bir liman kenti. Livorno takımının taraftar grubu da her fırsatta bu kimliği sahiplendiğini gösteriyor. Taraftar kitlesi ve futbolcularının tamamı solcu olan Livorno'nun maçlarında orak-çekiçli bayraklar ve Che posterleri açılıyor. Enternasyonal, Çav Bella gibi marşlar hep bir ağızdan söyleniyor.

Taraftar ve futbolcular, solcu kimliklerini güncel olaylara verdikleri tepkiler ile de gösteriyorlar. Irak'ta, Nasıriye'de ölen 17 İtalyan askerinin anısına bütün maçlarda saygı duruşunda bulunulduğu dönemde, Livorno kale arkası köşesinden "on, yüz, bin Nasıriye!" tezahüratı yükselmişti. Taraftarlar tepkilerini "bunlar işgalci askerlerdi. İtalya'da her yıl 1500 kişi iş kazasında ölüyor. onlar için niye devlet töreni düzenlenmiyor?" diye açıklamıştı. Livorno’yu, yine işçi kökenli olan ve anti-faşist kimliği ile dikkat çeken Adana Demirspor’un Şimşekler taraftar grubu, Çav bella müziğinin yanı sıra İtalyanca “İtalya'nın Asil Çocukları Hoşgeldiniz”, “Yoldaş Livorno”, ”Yoldaşlarımız Hoşgeldiniz” pankartları ile karşıladı. Hep bir ağızdan Çav Bella Marşı söylendi. Livorno nereden çıktı şimdi diye soranlarınız olabilir ama bizim anlı şanlı spor (futbol) kulüplerimizin takımlarının taraftarları adına tribünlerde sergilenen tavrı gördükçe böyle örnekleri daha sık vermek gerekir diye düşünüyorum. Bütün bunları neden yazdığıma gelince… Böyle bir taraftar kitlesinin hakim olduğu tribünlerde terör olmaz ve herhangi bir kişi insanlık suçu işlemez. Futbolu endüstrileştirip kayıtsız şartsız sermayenin hizmetine sunan ve yarattığı ranttan nemalanan sözde kulüp yöneticilerini besleyen bir tarz gelişmesine izin vermez. Bu tür bir olumlu hava, kuralsızlığı ilke haline getiren sermaye düzeninde izin verilecek bir durum değildir gibi duruyor ama her şeye rağmen bu oyunu bozmaya kararlı olan, tribünlerdeki saldırgan ve terör yandaşı kültürü kovmaya çalışan yapılanmalar


olduğunu görmek sevindirici. Bu anlamda Halkın Takımı grubunu öncelikli olarak kutlamak gerekir. Onlara sahip çıkmak, çoğalmalarına olanak yaratmak gerekir. Benzer örgütlenmelerin (var olduğunu bildiğimiz FB’nin Vamos Bien grubu gibi) artık seslerini biraz daha yükseltip, tribünlerin saldırgan anlayışlara teslim olmalarının önüne geçilmeli. Bu olumlu havanın yaratılmasından yana olmayan, futbol sahalarını günlük sorunlardan arınmak için deşarj olunacak yer olarak sunan sermaye ve onun kolluk kuvvetleri, yeni bir kararla tribünlerde ‘’siyasi içerikli pankartlara’’ yasak getirdi. Tribünlere sinen terörü yok etmek için de ilave olarak, kulüp yöneticisi denen asalakların (bundan tüm yöneticileri kastetmediğim çok açıktır) istekleri doğrultusunda tribünlerin şiddete yönelmesine seyirci kalmalarını engellemek için; tribün teröründen rant sağlayan sözde taraftar liderlerine de dur demek için herkesin, her kulübün ve devletin her kademesindeki sözde yöneticilerin oturup bir kez daha düşünmeleri gerekiyor. Aksi halde önerdikleri polisiye önlemlerin tribün terörünü önlemek yerine beslediğini görmek hiç de zor değil. Unutmadan, ‘’ya Allah, bismillah Allahu ekber’’ ya da ‘’Vur kır parçala, bu maçı kazan’’ sloganlarının atıldığı tribünlerden terör anlayışının yok edilmesi pek mümkün olmayabilir.

Bu ne demek ? İnsanın olduğu her yerde siyaset vardır… Siyaset yapabilen taraftar gruplarının artması, siyasetsizliğiyle ünlenen ama erki elinde tutan güçleri elbette rahatsız edecektir. Futbolun endüstrileşmesine karşı çıkan, üzerinden rant sağlayan asalakların derhal tasfiye edilmesini isteyen, takımlarına her koşulda sahip çıkıp onları geleceğe taşıyan, takım ve taraftar kimliğini birbiriyle barıştıran bir anlayış neden hemen siyasallaşma suçlamasıyla karşılaşıyor? Bunu, durup bir kez daha düşünmek ve her şeye rağmen Halkın Takımı, Vamos Bien Adana Demirspor’a sahip çıkan Şimşekler grubu arasında dostluklar geliştirmek, bunu diğer takımların taraftar grupları arasında da yaygınlaştırmaya çalışmak gerekir.

Bu arada, Beşiktaş taraftar grubuna ve özellikle de Halkın Takımı örgütlenmesinde yer alanlara yönelik polis terörünü kabul etmek de olası değil. Halkın Takımı ve Çarşı grubu üzerindeki baskıya derhal son verilmeli, Beşiktaş taraftarları daha fazla polisle karşı karşıya getirilmemeli. Bundan kim beslenir ki ? Halk mı ? Cebindeki üç beş kuruşu bile takımıyla paylaşan ve her zorluğa göğüs geren taraftar mı ? Elbette ki hayır… Bundan, tribünlerde terör havası esmesine izin veren anlayış beslenir. Yani korku imparatorluğu yaratarak işini devam ettiren çakallar beslenir… Ama biz çakallara daha fazla izin vermeyeceğiz değil mi ?


(ÇENE) Ergin DEMİR ONURLU GEÇMİŞİMİZ VE SAVAŞÇILARIMIZ Ölüm ne zaman ve nereden gelirse gelsin; mezarıma siyah beyaz güller atılacaksa; öyle ölüm hoş gelir sefa gelir. Bir zamanların gerçek tribün savaşçılarından rahmetli Cüce Ayhan arkadaşımızın en çok beğendiğim bir sözüdür bu. O dönemlerde maddi durumlarımız çok sıkıntılı olduğu için her şeyimizi paylaşırdık. Ara sıra da “sen niye fazla yedin lan” gibilerinden takışırdık. Eskiden spor yazarları derneği kupası vardı. Sadece BEŞİKTAŞ, Fenerbahçe ve Galatasaray arasında tertip edilirdi. Ligler başlamadan önce en büyük tribün kavgalarımız da bu maçlarda olurdu ve büyük teşkilatlar kurar, sabahlardık. Yine Ağustos aylarından sıcak bir cumartesi gecesi Fenerbahçe maçı için Yıldız Üniversitesinin alt tarafındaki Eti Parkta sabahlıyoruz. Yaklaşık ikiyüz üçyüz kişi varız. Eti Parkın biraz üstünde de Beşiktaş Atatürk Anadolu Lisesi vardı. Canımız biraz sıkılınca ben, Cüce Ayhan, Deve Erol, Ercü ve birkaç kişi daha okulun bahçesine doğru tura çıktık. Hava sıcak olduğundan okulun bazı pencereleri açıktı. İçimizde en zayıf ve en kısa boylu Cüce Ayhan olduğu için “sen içeri gir bak bakalım neler var. Kantin tarafı açıksa alttan kapıyı aç biz de girelim” dedik. Ayhan “tamam, olur” dedi. Gece yarısı olduğundan hademeler de yoktu ya da hepsi uyuyordu diye düşündük, o yüzden rahat hareket ediyorduk.

Ayhan içeri girdi, yaklaşık yarım saat oldu hala ses seda yok. Merak edip dayanamayarak zor da olsa camdan tırmanarak içeri girdik. Kantine doğru yavaş yavaş yürümeye başladık. kantine geldiğimizde bir de ne görelim? Cüce Ayhan kapıyı açmış, oradaki bisküvileri meyve suyuyla yutuyor. Ayhan’a “Ne yapıyorsun ulan! Sen burada tıkınırken dışarıda herkesin karnı aç; ayıp değil mi tek başına yiyorsun” Ayhan da bize dönerek “Ne olmuş lan iki üç tane bisküvi yediysek, burada herkese yetecek kadar var. Asabımı bozmayın benim” diye tepki gösterdi. Ardından “Hem bakın başka neler buldum” diyerek bizi başka odaya götürdü. Odada okula ait bir sürü televizyon vardı. Bir anda hepimizin gözleri açıldı. Deve Erol hemen bir tanesini alıp çıkmaya çalıştı. Ercü Deve’ye dönerek “Ne yapıyorsun sen manyak mısın ulan, Fenerlilere bu televizyonlarla mı saldıracağız. Hem dışarıdakiler görürlerse ne derler bizim için” Ayhan da Ercü ye dönerek “Ben anlamam kardeşim, bunlardan bir tanesini eve götüreceğim. Yıllardan beri eve bir çöp bile götüremedik, en azından annemiz babamız sevinir.” Durum karışmaya başlamıştı. Gerçekten de çok tersoyduk ve orada bizim için bir hazine yatıyordu. Hemen aramızda bir toplantı yaptık. Bir an önce karar vermemiz lazımdı. Sabaha da az bir zaman vardı; daha Fenerlilerle de kapışacaktık ve emanet falan bulmamız lazımdı. Sonunda karar verdik, televizyonları orada bıraktık. Kantini hallettik çünkü arkadaşlarımızın hepsinin karnı açtı. Kolilerce bisküviyi; kola, meyve suyunu ve ufak tefek yiyecekleri dışarı çıkararak paylaştık. Ardından hemen adresimizi değiştirip oradan topluca Abbasağa Parkına geçtik. Cem arkadaşımız bu işe biraz bozuldu ve bizi birazcık azarladı ama ne yapsın, onun da karnı açtı. “Verin biraz da ben yiyim ulan, olan olmuş artık. Burada durmamız da tehlikeli, yavaş yavaş ara sokaklardan Maçka parkına doğru gidelim. Okula girdiğimiz anlaşılırsa iyi olmaz” Saat sabahın beşini gösteriyordu. Fenerlilerle karşılaşmamıza sayılı dakikalar kalmıştı. Artık savaşa hazırlanmamız lazımdı. O dönemler döner bıçağı, satır, balta, kılıç gibi şeyler yoktu; taş, sopa ve odunlar vardı. Esas macera şimdi başlıyor. Bir yerlerden mutlaka sopa bulmamız lazımdı. Cem’in aklına Eminönü Tahtakale deki kazma kürek sapı satan dükkanlar geldi. Sopalar dükkanların hep dışında dururdu. Hemen bir tim oluşturduk; özel “çalma timi”, pardon “alma timi”. Ben, Cüce Ayhan, Deve Erol ve hatırladığım kadarıyla bir de Küçük Erol vardı.


Küçük Erol o zamanlar bize nazaran çok ufaktı ve sadece biz çağırdığımız zaman gelirdi. Erol’a yarım ekmek domates ver dükkanı kökünden halleder. Rahmetli Optik başkanın da evladıydı. Bir taksi tutup Tahtakale’ye gidecektik. Hemen bir koalisyon, gidiş dönüş taksi parasını topladık. O zamanlar dedik ya işte hiç paramız yoktu. Taksi parasını aramızda kırışıp yaya bile gitmeyi düşündük ama semt aşkı işte. O anda belki önümüze milyar da koysalar bizim için mücadele daha önemliydi. Ufak ufak Tahtakale’ye doğru yol almaya başladık, tabii şafak vakti olduğu için sokaklar bomboş, kimsecikler yoktu. Çok rahat hareket ediyorduk taa ki dönene kadar. Tahtakale’ye varmıştık artık. Taksiye bizi arka sokakta beklemesini, arkadaşın dükkanından malzemeleri alıp geleceğimizi söyledik. Biraz çekindi ama ne yapsın ekmek parası, bizimki de delikanlı savaşı. Dükkanları dolaşmaya başladık. Arada sote bir yer keşfettik ve operasyonu başlattık. Cüce Ayhan’ı erkete olarak sokağın başına koyduk. Küçük Erol’u da arabanın yanına bıraktık. Ben ve Deve Erol kazma kürek saplarını yirmişerli rulo halinde taşımaya başladık. Ayhan çabuk olun diye sesleniyordu. Biz de ona “Sus! Ne bağırıyorsun! Yakalatacaksın bizi”, diyorduk. Arabaya ancak dört rulo yani seksen tane taşıyabildik. Malzemeyi bagaja yerleştirip hemen oradan uzaklaştık. Galata köprüsünü geçtikten sonra Tophane’nin oralardaydık ki polis arabasını fark ettik. Hemen taksiciye geri dönelim dedik ki polis şüphelenerek taksiyi durdurdu ve aşağı inmemizi istedi. Ne yapacağımızı şaşırmıştık.

Mecburen indik aşağı. Üstümüzü iyice aradılar sonra taksiciye “bagajı aç” dediler. Yüzümüzün şekli biraz değişti tabii. Bagaj açıldı ve sopalar açığa çıktı. Artık bizleri nelerin beklediğini görür gibiydik hepimiz. Taksiyi hemen kenara çekip bağladılar, bizleri de yere yatırdılar. İçlerinden biri “Ulan bunlar ne?.. Sağcı mısınız solcu musunuz?.. Nereye götürüyorsunuz bu sopaları” diye bağırarak bizi sıkıştırmaya başladı. Bir diğeri de “Çabuk söyleyin ne yapacaksınız bunları?”. Küçük Erol atılıp “komiser abi, valla yakmak için topladık bunları” dedi. Ayhan da onu destekledi; “Evet eve götürüyorduk”. Polis memuru gülümseyerek “Yaa öyle mi! Siz ikiniz böyle gelin bakalım” dedi ve elindeki sopayla Ayhan’ın boyunu şöyle bir güzel ölçtü. Rahmetli Cüce Ayhan’ın boyu da zaten ancak sopa kadardı. “Ulan i..ne! Şu sopa kadar boyunla yalan mı söylüyorsun! Ağustos ayında nerde yakacaksın lan bunları” demeye kalmadan Ayhan’a sopayla rast gele girişti. Küçük Erol’un rengi bir anda bembeyaz olmuş, tirtir titremeye başlamıştı. Yalan yok, biz de korkmaya başladık çünkü Ayhan’a bayağı bir şiddetli indiriyor ve bir yandan da bağırıyordu; “Bağa doğruyu söyleyin canınızı yakmayacam”. Küçük Erol ufak olduğu için ona fazla vurmuyordu. Biz de sıra ne zaman bize gelecek diye bekliyorduk. Zamanımız daralıyor, herkes bizi bekliyordu. Deve Erol “Ben ne için aldığımızı söylicem lan, nasılsa yine tutacaklar bari gerçeği söyleyelim” diyerek Ayhan’ı döven memura seslendi. “Tamam abi maça götürüyorduk, BEŞİKTAŞFener maçına. Kavga falan çıkarsa kendimizi korumak için”. Memur bunun üzerine “Bu ne maçı lan, savaşa mı gidiyorsunuz sabahın köründe. Binin lan arabaya” dedi. Bizi taksiye bindirip yanımıza da bir polis verdiler. Ekip otosu önde biz arkada bir sokağa girdik. Birbirimizin yüzüne bakıp kötü şeyler düşünmeye başladık. Hava da iyice aydınlamıştı. Ayhan bize dönüp kısık bir sesle “Taksi durduğunda hepimiz birden atlayıp koşmaya başlayalım” dedi. Deve Erol ve ben “Olmaz, bu sefer yakalanırsak mahvederler” dedik. Sokağın en köşesinde ekip durdu ve içlerinden biri “Hepiniz aşağı inin p.ler sabahın köründe uğraştırıyorsunuz bizi”. Ekip otosunun içinden bir tane plastik cop çıkardı ve “Yanyana durun lan”, Taksiciye “Sen de geç lan yanlarına” dedi. Hepimizi sıraya koydular. Hepimiz dayağa razıyız artık, dövseler de bir şey olmaz yeter ki bıraksınlar çünkü arkadaşlarımız Maçka Parkında bizi bekliyorlar. Memur elindeki copla sıradan vurmaya başladı neremize gelirse artık. Epey hırpalandık. Garibim taksici de bizim yüzümüzden hırpalandı. Bir süre sonra memurlar bize dönerek “Defolun lan bir daha karşıma çıkmayın” diye bağırdıktan sonra bizi bıraktılar.


Sopalar orada kaldı tabii. Apar topar taksiye bindik. Cüce Ayhan “Daha hızlı sür bizi bekliyorlar” dedi. Taksici bunun üzerine isyan edip bizi arabadan indirmeye kalktı; “Yeter be! Sabahtan beri başıma gelmeyen kalmadı” diye bağırdı. Cüce Ayhan da taksiciye “Yediğim bütün copların acısını senden çıkarırım çabuk sür arabayı, sopaları da kaptırdık şimdi ne yapıcaz, nasıl savaşıcaz onca insanla” diye iyice azarladı adamı... Herkeste bir heyecan vardı. Olanlardan ise kimsenin haberi yoktu. Cem yanımıza gelerek “Nerde kaldınız, iki üç saattir yoksunuz”. Tabii halimizi görünce de anladı durumu. O dönemde hepimiz Cem’i dinlerdik, bize önderlik ederdi. Başımıza geleni bir bir anlattık. Bir an önce ne yapacağımıza karar vermeliydik. Zaman geçiyordu ve biz yeni bir çare bulmalıydık; bu şekilde Fenerlilerle savaşamazdık. Tam o sırada caddenin karşısından rahmetli Koko Cavit’in bağırışını duyduk. “Çabuk buraya gelin!”. Bir kaç kişi koşarak Cavit’in yanına gittik ki Hilton Otelinin bahçe kısmı çelenk sopalarıyla doluydu. Hazine görmüş gibi mutlu olduk. Yine zayıf olduğu için bahçeye Cüce Ayhan’ı soktuk, bizden daha rahat tırmanıyordu. Hemen bahçeye dalan Ayhan sopaları bize uzatmaya başladı. Çatışma vakti de gelmişti yavaş yavaş. Herşey tamamdı artık. Maçka parkından lunaparkı kullanarak stada doğru inmeye başladık. Dakikalar kalmıştı karşılaşmaya. İki guruba ayrıldık. Cem’in önderliğinde ilk grupta biz, ikinci grupta ise Karga Mustafa, Bayrampaşalı Şenol, Bango Veysel ve diğerleri vardı. Stada bıraktığımız gözcüler Fenerlilerin Kabataş yönünden geldiklerini görmüşler, bize haber verdiler. Hemen bir anda yüzlerce kişide büyük heyecan oluştu. Karga Mustafa gurubu durdurarak bir konuşma yaptı. “Birinci grup ikinci guruptan yüz metre ilerde olacak. Onlar saldırıp kaçar gibi yapacak, üstümüze çekecek. Daha sonra iki gurup birden saldıracağız. Arkadaşlar gazamız mübarek olsun” diye konuşmasını bitirdi ve sonrası malum; Fenerbahçelileri Sebil çay bahçenin oraya kadar kovalamıştık. Rahmetli Cüce Ayhan’la bir anımız da böyle geçti işte… Dürüst, onurlu ve arkadaşlarına çok değer veren biriydi. Kendisi BEŞİKTAŞ için, semti için (resmi) kurşunlara bile hedef olmuştu. SENİ ASLA UNUTMADIK CÜCE AYHAN… SENİ SENDEN SONRAKİLERE ANLATMAK BOYNUMUZUN BORCU. CANIM CİĞERİM, FEDAKAR DOSTUM…

Selamsız saygısız yürüyelim sokakları Belki bizimle ışıklanır bütün varoşlar Geriye mapushaneler kalır, paslı soğuklar Adını bilmediğimiz dostlar kalır yalnız Yüreğimize alırız onları, ısıtırız Gardiyan olamayız kendi ömrümüze her akşam Gidersen kar yağar avuçlarıma Bir ceylan sessizliği olur burada aşklar Fiyakalı ışıklar yanıyor reklam panolarında Durmadan çoğalıyor faili meçhul cinayetler Ve ölü kuşlar satılıyor bütün çiçekçilerde Menekşeler nergisler yerine kuş ölüleri Bir su sesi bir fesleğen kokusu şimdi uzak Yangınları anımsatıyor genç ölülere artık Bulvar kahvelerinde arabesk bir duman Sis ve intihar çöküyor bütün birahanelere Bu kentin künyesi bellidir artık ve susuşun İsyan olur milyon kere, hiç bilmez miyim Sokul yanıma sen, ellerin sımsıcak kalsın Devriyeler basıyor karartılmış evleri yine Gidersen yıkılır bu kent kuşlar da ölür Bir tufan olurum sustuğun her yerde AHMET TELLİ


Yaşasın Liseli Mücadelemiz! Çok değil bir sene önceydi. Tamam dediler, sizin süreniz doldu. Gerek yapılan fırlamalıklar gerekse bir icraat gösterememiş olmamız bahane edilmişti. Bize yol veriliş hikâyesinin derinlerine inmiyorum, bu kadarını bilmeniz yeterli bence. Ve bizler büyüdüğümüze inandık. Artık etrafımızdaki ağabeyler de bunu anlamıştı. İzmir’deki toparlanma çalışmalarında çorbada tuzumuz olsun istedik. Ağabeylerimizle konuşup Lise BJK İzmir grubunu kurduk. Tam grup olduk denilemez çünkü eski yoldaşlarımızla devam ediyoruz. Bizim amacımız ise yeni arkadaşlara bu sevgiyi aşılamak ve liselerde örgütlenmeyi sağlamak. Peki ne işe yarar şu liselerde örgütlenme? Hemen anlatayım… Lise öğrencisi her zaman hareketli ve çeviktir. Üniversitede ortama kendini kaptırıp gevşeyen ağabeyleri gibi değillerdir hiçbir zaman. Onların istediklerini giyme gibi bir lüksü olmadı. ( Kılık kıyafet yönetmeliği kaldırılsın !) Liseliler hep bir disiplin halindedir. Her ne kadar kravatını artist misali indirebildiği kadar indirse de her fırsatta, okul müdürünü görünce karşısında dize gelir. Hep bir nefret besler yönetime karşı. İşte bu yüzden içinde saklı olan “Asi Ruh” hiç paslanmaz.

Gençlerin içindeki bu haykırışı okul çıkışlarında boş sevdalar uğruna yapılan kavgalarda değil , soylu kavgamız Beşiktaşlılık için kullanmaktır Liselerde örgütlenmemizin amacı. Liselerdeki arkadaşlarımızla beraber teneffüslerde maç muhabbeti yapmanın, çıkışta toplanıp hep beraber maç izlemeye gitmenin tadına doyum olmaz . İzmir gibi bir yerde işimiz daha zor çünkü İzmir takımları da kendi şehirlerinde örgütlenmek isteyecektir. İçlerindeki antiBizans saçmalığı da işin ayrı bir boyutu. Biz tüm bu engellere rağmen Beşiktaşı ve Beşiktaşlılığı yaşatmaya çalışıyoruz. Şu an az kişi de olsak özüz ! Buna emin olabilirsiniz.

Bize zamanında yollarımız ayrılıyor denildiğinde , İzmir’deki amatör maçlara Liseli çoğunluk gitmese, 18 yaş üstü Beşiktaşlıların sayısı 10’u geçmezdi. Peki o zaman niye bize salondan gidin diyemedi ağabeylerimiz? Ama artık her şey farklı. Bir nesil sevdasının peşinden koşuyor; bir nesil sevdasının peşinden İNATLA koşuyor ! Her maç Bornova – Küçük park’ta toplanıyoruz , Maçtan 1 saat önce. Makaralar güldürüyor bizi, anılar uzaklara götürüyor… Web sitemizde de paylaşımlarımız sürüyor. Biz Halkın Takımı dergisi aracılığıyla tüm Liseli Beşiktaşlı kardeşlerimize sesleniyoruz; Durmayın!.. Şimdi hareket vakti!.. Geleceğin büyükleri biz olacağız arkadaşlar ve en çok da merkez karargah İstanbul’a sesleniyorum; LİSE BJK yeniden kurulsun ! Buna ihtiyaç var…


Kapalının Bekir abisi Beşiktaş kapalı tribünün 1988 yılına kadar amigoluğunu yapan Amigo Bekir (DÖNMEZ) kanserle mücadele ediyor.

Amigo BEKİR ağabeyi Beşiktaş' lıların düşmanı olan bu hastalığa karşı sonsuz bir mücadele ve inanç içerisinde görmek bizi de mutlu etti doğrusu. Tek üzüntüsü vardı, yeni sezondaki durumumuz. 3-0 onu çok üzmüş. “Biz” diyor, “Şeref Stadında iken bu futbolcuları döverdik ama şimdi endüstriyel futbol tepki hakkımızı elimizden almış durumda. Milyonlarca parayı cebe indirenler rahat yaşamı, alınteri dökmeleri gereken futbola da yansıtıyorlar. Emek vermeden kazanmak olmaz; yok öyle yağma... Herkes hak ettiğini almalı.” Diyerek şöyle devam etti Bekir abi; ”Hayatımızın rengi olan beyazı yaşadık ancak yanındaki siyah da ihmale gelmez hani. Teknoloji ve sanayileşme her yere girmiş durumda. Sonuç olarak yanında, kazanımlarla beraber yeni hastalıkları da taşıyor. Kanser denilen illet beni yenemez. Sizin gibi dostlarım olduğu müddetçe ben kazanırım, biz kazanırız; göreceksiniz bunu…” Amigo Bekir ağabeyimize Allahtan acil şifalar diliyoruz. Milyonlarca Beşiktaş sevdalısının, onun tekrar eski sağlıklı günlerine dönmesi temennisini belirttikten sonra bize şu nasihatte bulunuyor:

13 Eylül Pazar günü üzerimize düşen sorumluluk gereği Selçuk ağabey (dayı), Mostra Kemal, Kabataş Hakan ve Yumurtakafa Yılmaz ile birlikte geçmiş olsun ziyaretinde bulunarak Bekir ağabeyimize bu illet hastalıkla mücadele için destekte bulunduk. Bir çok genç arkadaş belki bilmeyebilir, onunla ilgili ufak bir anekdotu kendi ağzından aktaralım;

”ARKADAŞLAR, BEN 35 SENE SİGARA İÇTİM. HİÇ BİR FAYDASINI GÖRMEDİĞİM GİBİ GÖRDÜĞÜNÜZ ÜZERE ZARARIYLA KARŞI KARŞIYAYIM. LÜTFEN İÇMEYİN ŞU ZIKKIMI...” Biz de Bekir ağabeyin dileklerine katılarak sigarasız bir dünya dileğiyle tüm tiryaki dostların sigara alışkanlığını tekrar gözden geçirmesini tavsiye ediyoruz.

”Bursa taraftarları 5-0 biten maçta Hacı Baba'nın saçlarını yolmuşlardı. Ben ve arkadaşlarım buna çok içerledik tabii, nasıl olsa bunun rövanşı da olacak. Rövanş günü geldi çattı. Hacı Baba'nın saçlarını yolan Bursa' lıları yakaladık; 10-15 kişiler. Mostra ve birkaç genç arkadaş tek tek onları tuttu ben de elimde eski makineyle (gırgır) başladım onların saçlarını kesmeye... Kafalarında 3 şeritlik bir otoyol çizdik ki görülmeye değerdi. O vakitler kavgalar sadece tribün içi gerçekleşir tribün dışında dostluklarımız devam ederdi ancak Hacı Baba'ya yapılana sessiz kalamazdım. Gereği neyse, kısasa-kısas ki fazlasıyla onu gerçekleştirdik. Hatta tribün dışında birçok FB-GS amigolarının hastalıklarında ziyarette bulunarak kan dahi verdik. Belki Kızılay Kampanyalarımızın alt yapısını da bu oluşturmuştur.”

GEÇMİŞ OLSUN ŞİFALAR.

BEKİR

AĞABEY

ACİL


Futbolumuzun peri masalı izlencesi Çocukluğumuzdan beri biliriz peri masallarını. Prens öyle bir öper ki Pamuk Prensesini, diriltiverir onu. Prensesin busesi kurbağayı yakışıklı prense çeviriverir. Hatta saçı bitmedik Keloğlan'ımız bile periler padişahının kızına göz koyar her masalında. Kısacası çocuklarımızı prensler-prensesler, zenginlikler, sonsuza dek mutlu yaşamalar ile büyütürüz. Masallardaki akıl oyunları, çabalamalar dahi hep zenginliklere endeksli mutluluklara erişmek uğrunadır. Kuru ekmek-soğan ile yetinmeyi seçmez Keloğlan; her daim peri padişahının sarayına ve kızına kavuşur. Prens bir kez olsun Külkedisi'nin köhnemiş evine yerleşip ırgatlık yapma yolunu seçmez. Hayatın amacı zenginliktir çünkü; buna erişmenin en kısa yolu ise sihirden geçer. Sihir; yani çalışmadan oldurulmuşa hazıra konuvermek... Bu masallarla büyüte büyüte çocuklarımızı, günümüzün her ne olursa olsun köşe dönmeci zihniyetlerini yarattık. Alçak gönüllülüğü öğretmedik çünkü masallarımızda maneviyatı veremedik. Mutlu yaşam ancak sırça sarayların sefahat alemlerinde olabilirmiş gibi anlattık hep. Hayatın amacı bu kadar basite indirgendi. Omuzuna çöken ağır yükleri taşıyarak değil başkalarının kayırması, zaafları, hazıra konmalar, aldatmalarla erişilen zenginliklerle mutlu olunabileceği düsturunu kazıdık körpe zihinlere.

varsa futbolcunun kralını alıyorsun. Bu futbolcuya saçtıkların forma satışı, kombineler, yayın hakları ve reklam anlaşmaları olarak geri dönüyor sana. Hem futbolcuya kazandırıyorsun hem de onun etinden, sütünden, yününden yararlanıyorsun. Tam anlamıyla bir "Vahşi futbolizm"... Bu durum ülkemize de yabancı değil. Futbol takımlarımızın, özellikle de üç büyüklerin yabancı oyuncu tercihleri de buna paralellik izleyerek ilginç oluyor. Büyüklerimiz belirlenmiş olan oyun şablonuna uyacak oyuncuları değil de isim yapmış oyunculara yöneliyorlar.Transfer dönemlerinin manşetlerini Ronaldinho, Deco, Eto'o vs. süsledi bu sezon başında. Gerçi aynı senaryoları son bir kaç yıldır yoğun olarak okuyoruz. Tabii ki bu oyuncular revaçta iken alınamıyor. Ancak Ortega, Roberto Carlos, Baros, Kewell, Keita, Elano vs. gibi çaptan ve gözden düşünce geliyorlar Edirne'nin doğusuna. Bu oyuncular orman perisinin sihrini yapacakları beklentileriyle transfer ediliyor. Baros ya da Elano topu bir öpecek, hoop top kupaya dönüşüverecek. Alex sahada öyle bir büyüyecek ki rakipleri bir lokmada sindirecek. Hatta şimdilerde Kayseri'nin Olembe, Makukula Ankaragücü'nün Vassel transferlerinde bile bunu görüyoruz. Takımlarımız gökten düşen üç elmanın da kendi midelerine inmesi peşindeler; geri kalanlar isterse aç kalsın önemli değil. Öyle yabancılar alacaksın ki peri padişahının kızı senin oluverecek. Başarı imgesi bu oldukça da futbolumuzun ilerlemesi mümkün değil. Kulüplerimiz, özellikle de büyüklerimiz dünya devleri ile rekabeti onların silahlarıyla yapamayacaklarının farkına varmalılar. Mutluluğa kuru soğan-ekmeğin yanında içilen buz gibi bir ayranla, köhnemiş bir çiftlik evinde de erişilebileceğinin ayrımında olmalılar. İşte bu kuru soğan-ekmek ve ayranla mutlu olabilmek, altyapıdan oyuncu yetiştirebilmeyi getirecek. Başarı için büyük paralar harcamanın önüne geçmek demek olacak. Aldığın yabancıların forma sattırmaktan öte anlamlarla belirlenmesine yol açacak.

İşte o körpe zihinler büyüdüler, futbolun müdahili oldular ve endüstriyel futbol dümenini dayattılar. Günümüzün futbol düsturu da işte bu; Paran varsa başarı da var. Paran yoksa başarıdan söz edemezsin. İyi güzel de para da parayı çekiyor işte. Paran

Peri masalı ile değil hayatın gerçek anlamlarıyla büyüyen Türk futboluna kavuşmak ümidimiz bizi her zaman ayakta tutacak. Sonsuza kadar mutlu yaşamak değil yaşamının son anına kadar mutlu olmak düsturunu benimsemiş kulüplerimize kavuşmak umuduyla...


dönüşüm planlarının, taraftar ve futbol üzerindeki etkilerinin, sosyolojik ve ekonomik çözümlemelerinin yapılarak ortaya çıkan tespit ışığında yeni bir sürecin örgütlenmesi için satır başlarının oluşurulması. Vay be ne afili bir şey yazdım ben bile tekrar okumaya cesaret edemiyorum. Ama işin özü şu: Tribünlerin Beyaz Türkleştirilmesi.

ESRİK SAYIKLAMALAR Hani o bildik söz vardır ya artık kimin söylediği önemini yitirmiş, bir nevi atasözüne dönmüş; Futbol sadece futbol değildir… Bu lafı ettikten sonra sanki çook büyük ve anlaşılması zor bir cümle kurmuşsun gibi arkana yaslanırsın. Artık top karşındakindedir. Senin bu büyük ve manalı sözünün karşısında ne diyecektir acaba? Eee?.. Tamam değildir de nedir o zaman? Bir sürü şeydir. Hayattır, insandır, mücadeledir falan filan. Kendi açık bıraktığı çukura böyle kolay düşer arkadaş. Böyle büyük laflardan biride “endüstriyel futbola karşıyım abi” dir. Ha bunu dedin ya, mevzuuyu bitirdin. Yahu arkadaş nedir bu endüstriyel futbol? Nasıl bir şeydir? Bir zamanlar enflasyon canavarı vardı. Bazılarımızın gözünde gerçek bir canavar canlanırdı. Öyle somutlaşırdı ki enflasyon canavar hali ile, aslında temel çelişkiyi kavramamızı engellerdi; neyse. Endüstriyel futbol… Futbol sadece futbol değildir… Seyirci değil taraftarız… v.s. v.s. Taraftarız. Tarafız. Sadece seyretmiyoruz, yaşıyoruz da. Biz var ya nasıl bir aşkla bağlıysak taraf olduğumuza anlamak mümkün değil. Bazen biz bile anlayamıyoruz. Anlayamadığımız zamanlarda da işi tezahürata vuruyoruz. “Beşiktaşım hayat sensin… Hayatımı s… sensin.”

Bu yazıya başlarken derdim başka idi aslında, esrik olunca oluyor böyle kaymalar. Asıl mevzuumuza dönelim. Mevzuu, kentsel

Beyaz Türk deyimini sanırım dilimize Mehmet Barlas kazandırmıştı. Pek bir önemi yok ama bir dönem için kentli, orta-üst sınıftan, iyi eğitim almış, tercihen yurtdışında mastır yapmış, dil bilen, şaraptan anlayıp, elit zevkleri olan, Ray-Ban gözlükleri ile ayışığına bile trip atabilen, haftasonları brunch, geceleri boğaza karşı tango yapabilen, Avrupa görmüş, görmemişse de dizilerini seyretmiş, hijyenik ve elit, hem muhafazakar ama bir o kadar da liberal kişiler kastedilirdi. İyi bir şey gibiydi aslında. Bu beyaz Türkler diğerlerinden pek hoşlanmazlar. Diğerleri, çirkindir, kirlidir, ter kokarlar; lahmacun yiyip, siyah pantolon üstüne beyaz gömlekle gezerler; hoba hoba halay çekip, ucuz şarap ve bira içerler. 1,5 litrelik skol bira favorileridir. Bu çirkin imajlarıyla birer görsel kirliliktirler. Evet, varlıkları ile o güzelim manzarayı bozar bunlar. Elit görsel kalitemizde yerleri yoktur. Boğazın ortasında gecekondu dikmek gibi bir şeydir bunların varlığı. Plazaların camlarından görünen o gecekondular var ya işte öyle çirkindirler. Hey gidi Manhattan, yok sende böyle bir çirkinlik. Gökdelenin camından baktığında diğer gökdelenin o devasa ışıklarını görürsün, için bir hoş olur. Oysa burada öyle mi canım? Ne işi var bu Çingene mahallesinin plazamın yanı başında. Hem çirkin hem de bölgenin değerini düşürüyor. Olmaz ki canım. Onlar sokaklarında kağıt toplayan çocuk da görmek istemezler. Nasıl da kirli ve çirkin görünüyorlar. Olur mu yahu? Bu güzelim, seçkin sokakta ne işi var onların? Önce evinin önünü temizle, sonra iş yerinin önünü, ardından kentin merkezini…! Önce sokak hayvanlarını yok et çünkü köpeciğinle rahat gezemiyorsun sokakta. Sonra kağıt toplayanları, tinerci çocukları, çingeneleri, fakirleri, sana benzemeyen çirkin ve kirli olan her şeyi temizle. Onları görmeyeceğin, onların da seni görmeyeceği yerlere gönder. Elinden gelse hepsini yok edeceksin ama olmaz, senin liberalliğine zarar verir bu talep. Gizli faşizmini liberallik altına saklıyorsun ya.. Bir arkadaşım bahsetmişti Güzelliğin Faşizmi diye. Ayrı bir konu, uzun uzun anlatmak lazım. Şimdilik kavramsal ifade edip geçiyorum.


Bir süredir şehirlerde iktidarlar, kendi iddialarına göre süper işler yapmaktalar. Kentsel Dönüşüm Planı gibi afili bir ismi var bu projelerinin. Kentin rant alanlarını güzelleştirelim, yaşanır kılalım, altyapı-üstyapı kuralım, kalite getirelim. Ne güzel, ne iyi bir yaklaşım değil mi? Ama nedense bu dönüştürülen alanlar hep o fakir, çirkin ve kirli insanların yaşam alanları. Taksim’de, Kartal’da, Sarıyer’de ve daha bir sürü yerde insanların onlarca yıldır yaşadığı, hem kültürel hem de insani olarak var oldukları yerleri boşaltıyorlar. Ortaya çıkan alanları plaza, otel, alışveriş merkezi v.s. yapıyorlar. Orada yaşayan insanları da evlerinden, komşularından, hayatlarından koparıp uzağa, çok uzağa gönderiyorlar. Görmemek, görünmemek için.

Türkler göstermek isterler. Gösterme fetişi ile bakarlar herşeye. Mevzuu imajdır, gerisi hikaye. Akaretlerde bir çoğumuzun bırak bir kahve içmeyi, kapısından geçerken çekindiğimiz kafeler, oteller, mağazalar açıldı. Milyarlar yatırdılar oraya. Sokağa girdiğinizde birkaçyüzmilyarlık arabaları görürsünüz ardı ardına dizili. Güzel kadınlar, yakışıklı erkekler, siyah gözlükler, asgari ücretin yetmeyeceği çantalar, bronz tenler, bakımlı eller vs… vs… Ve onların o büyük, o güzel, o elit ortamını haftada bir bozan bir grup holigan serseri. Ellerinde biralar bağırıp çağırıyorlar. Oh my god, ne çirkin, ne kitch. Bu parasız çirkin güruhtan kurtarmak lazım buraları. Hem aslında ben de maça gitmek istiyorum ama yanımda öküz gibi ter içinde durmadan zıplayan birileri olmasa ne güzel olurdu.

Ekonomik ve sosyal yaşamda çıkardılar hayatlarından Ötekileri, yaşam alanlarından da çıkarmaya başladılar. Her geçen gün daha az görünür olmakta Ötekiler. Gelelim bizi ilgilendiren kısmına işin. Geçen gün bir spor programında taraftarın biri şöyle diyor uzatılan mikrofona; numarası olan yerimize bile oturamıyoruz..! Bu cümleyi kuran kişi taraftar kültürüne sahip ve hakim olduğunu iddia eden bir Beşiktaşlı olmasa idi hiç dikkatimi çekmez, üzerinde düşünmezdim bile. Yani bir Fenerli ya da belki bir Galatasaraylı bu cümleyi kursa; ya da bahsi geçen futbol değil de basketbol, voleybol vs. gibi bir salon sporu olsaydı yine dikkatimi çekmezdi ama bu cümle bir Beşiktaşlı Taraftardan geldi. Kombine alıyoruz arkadaş ama yerimize bile oturamıyoruz. Bi sürü serseri kural mural dinlemeden kafalarına göre oturmaktalar. Ne oturması, o pis ayakları ile kotluklara basıp bizi rahatsız etmekteler. Birileri bunlara önlem almalı… Bu son bölümü ben ekledim ama kullanılan dile bakarak edilen ilk cümlenin ardından gelecekler aşağı yukarı böyle olmalı. Bu işin sırası belli, önce kendini tarif edeceksin; şöyleyim, böyleyim… Kendini tarif edişin aslında ötekini de tarif etmektir. Ben numaramda oturmak istiyorum, onlarsa bunu yok sayıyorlar. Ben kıçımı temiz koltuğa koymak istiyorum onlarsa üstünde zıplıyor. Ben paramı verip kombine alıyorum onlarsa bir sürü sinyalcilik yapıyorlar. Ben küfür etmiyorum onlarsa var ya ne ağza alınmayacak şeyler diyorlar. Bakın, Avrupa’da insanlar stada ellerinde bira ile giriyorlar ama bu bizimkiler içmeyi bilmez ki, hep sarhoş hep kavgacı. O yüzden bizi almayacaklar Avrupa birliğine. Bir grup serseri bunlar. O yüzden tribüne eşimizi sevgilimizi getiremiyoruz. Kim istemez sevgilisine aldığı hediye forma ile maça gelmek. Hem sonra resmimizi facebooka koyar, “Bakın biz neyiz” i gösteririz. Beyaz

Ticaretin en temel işlevsel kurallarından biridir; en iyi satın alıcı kadınlardır ve doğal olarak da aileler. Stadları kadınlara ve ailelere açalım. Hem böyle olursa küfür de azalır. Terbiyeli güzel kokan insanlar stadlara gelir. Hem semte hem stada bunların getirebilirsek süper olur. Hem o zaman store satışlarımızda artar. Of sıkıldım. Esrik sayıklamalar bunlar. Gerçekliği tartışmaya açık değil. Yazdıkça ve düşündükçe öfkelenmekteyim. Öteki olmayı seçmek yaşıyor olmaktır.


Nalan

YÜRÜK

Beşiktaş Jimnastik Kulübü Altyapı ve A Bayan takım eski oyuncusu; Yıldırımspor, Yeşilyurt Spor, İst. TOFAŞ Spor Kulüplerinde Altyapı, Spor Okulları Antrenörlüğü ve Koordinatörlüğü; Siyah -Beyaz Spor Kulübü & Spor Organizasyonu Kurucularından, Yönetim Kurulu Üyesi... Cihansever Siyah-Beyaz gençlik ve spor kulübü derneği 2007 yılında Türk sporuna ve BJK Spor Kulübüne geleceğin basketbolcularını yetiştirmek hedefiyle kurulmuş bir amatör basketbol kulübü. Kuruluşuyla birlikte BJK Kulübü ile koordineli olarak çalışmaya başlayan kulüp en büyük amaçlarını ülkemize 100 yılı aşkın süredir spora hizmet veren BJK Spor Kulübüne; yetenekli sporcular kazandırmak olarak belirlemiş. Yol haritalarını ise; “Sporla birlikte eğittiğimiz çocuklarımızın kendine güvenen, paylaşma duygusunu ve takım olgusunu öğrenen, sosyal ve psikolojik yönden güçlü, sağlıklı bireyler olarak yetişmelerini sağlamaktır. Temel prensibimiz : '' önce iyi insan, sonra iyi öğrenci, en son olarak da iyi sporcular yetiştirmektir.” Şeklinde ifade ediyorlar.

Kulübün antrenörlerini şimdi de.

YEŞİLDAĞ

Adana' da doğdu. Makine Mühendisidir. Antrenörlük yaptığı kulüplerin bazıları: A Takımlar : İTÜ Spor Kulübü, Mavi Jeans Ortaköy Kulübü, Darüşşafaka Spor Kulübü, Beykoz Spor Kulübü, Karşıyaka Spor Kulübü, Kombasan Konya Spor Kulübü, Galatasaray Spor Kulübü, Fenerbahçe Spor Kulübü ,Türkiye A Erkek Milli takımı ve diğerleri ... Yetiştirdiği milli takım oyuncularının bazıları: Levent TOPSAKAL, Harun ERDENAY , Recep ŞEN ve diğerleri... Evren

KALENCİK

Bursa - Uludağ Üniversitesi Beden Eğitimi Bölümü mezunu, Bursa - Uludağ Üniversitesi Bayan Takım antrenörü, İstanbul Altınyurt takımı , Tübesk Takımı, Hasan Şadoğlu Spor Okulu & Takım antrenörlükleri ; Sporculuk : Bursa DSİ Nilüferspor, Bölgesel Lig: Yalovaspor Küçük Takım

tanıyalım

Hüseyin BELGERDEN Beşiktaş Jimnastik Kulübü'nde A Takım Menajerliği, Altyapı İdari Sorumluluğu, Spor Okulları Koordinatörlüğü; İstanbul İl Basketbol Tertip Komitesinde çeşitli görevler, T.B.F Basketbol Hakemliği, İstanbul İl Basketbol Hakem Gözlemciliği, Basketbol Saha Komiserliği. Siyah -Beyaz Spor Kulübü & Spor Organizasyonu Kurucularından, Y.K.Üyesi; İstanbulspor, Taçspor ve Nişantaşı Spor Kulüplerinde çeşitli idari görevler. Sporcu olarak İ.T.Ü Spor Kulübü' nde Basketbol; Ferdi olarak atletizm, kros; 2. Lig : Üsküdar - Anadolu ve 1. Amatör Küme Muradiye Spor kulüplerinde futbol

Minik Takım


Halkın Takımı Beşiktaş olarak oluşturduğumuz sanat atölyemizde tiyatro çalışması yapmaya karar verdik.

HALKIN TAKIMI TİYATROSU Yaşama alanlarımızın giderek daha da kısıtlandığı bir dönemden geçmekteyiz. Bu kısıtlamalar genelde ekonomik ve sosyolojik nedenlerden kaynaklansa da sonuçları itibariyle kültür, sanat ve bilimden uzaklaşan ve tabii daha kolay yönetilebilen bir toplum haline geliyoruz. Bu tespitimizdeki eleştirinin yanı sıra bir de özeleştiriye gerek yok mu acaba diye düşünmeden edemedik. Biz bu eleştiriyi toplumumuzun geleneksel kültür, sanat ve bilimsel heyecanlarından uzaklaştırıp kendi yoz kültür ve ahlak anlayışını dayatan endüstriyel oluşum ile destekçilerine yöneltirken bu tür bir yozlaşmayı görüp sessiz kalanlar yani bizzat kendimiz olarak bir özeleştiri yapmak zorunda olduğumuzu hissediyoruz.

Çalışmalarımızın başlangıç noktası şimdilik Ankara olmasına karşın Beşiktaş taraftarının bulunduğu heryerde yani Tüm Türkiye’de yaygınlaşıp, kalıcı bir sanat atölyesi olarak yaşatmayı düşündüğümüz bu projenin taraftar ve halkımızdan olumlu tepki ve destekler alması da bize ayrı bir heyecan katıyor. Ankara’nın varoş semtlerinden biri olan Dikmen Vadisinde yaptığımız saha araştırmaları sırasında bölge halkından aldığımızolumlu tepkiler ve sıcak ilgi, çeşitli sivil toplum kuruluşlarının bizlere verdiği destekler, Beşiktaşlı olmanın holiganlık olmadığını, sevginin, kardeşliğin, dostluğun ve barışın destekçisi bir taraftar kitlesi olduğunu herkese göstermektedir.

Halkın Takımı Beşiktaş’ın taraftarı olarak bizler, endüstriyel futbol ahlakına karşı kendi kültürüne, sanata ve bilime sahip çıkan; Futbolun denildiği gibi bir kitleleri uyutma aracı olmadığı gibi aksine, onu bir aydınlanma aracı olarak kullanmayı düşünen taraftarlarız. Bizler takımımıza gönülden bağlı, halkıyla takımını sadece futbol stadyumlarında değil, 1 mayıs alanlarında, Sivas katliamı anmalarında, nükleer protestolarda, kısacası hayatın her alanında da bir araya getirebilenleriz.


İzmir Yenikapı Sokak Tiyatrosu Topluluğunun sanat yönetmenlerinden Orçun Masatçı arkadaşımızın yardım ve desteği, Toplumsal Araştırmalar Kültür ve Sanat İçin Vakıf (TAKSAV)’ın hiçbir karşılık beklemeden topluluğumuza kapılarını açması ve sahnelerini bizimle paylaşmaları; hayata karşı daha bilinçli ve duyarlı bir taraftar kitlesi yaratmanın gerekliliğini, buna mutlak ihtiyaç olduğunu biz dahil herkese hissettirmektedir. Topluluğumuzun sergilemek için seçtiği ilk oyun, Bertolt Brecht’in yazdığı Kafkas Tebeşir Dairesi isimli oyununun endüstriyel futbola yönelik bir uyarlaması olacak. Oyunumuz Epik Tiyatro türünde kurgulanarak seyirciyi de oyuna dahil etmeyi planlayan bir çalışmayı ön görmektedir.

Sahne ve oyunculuk çalışmalarımız 2009 Ekim’inin ilk haftasında başlayacaktır. Halkın Takımının sahnesi, Ekim ile birlikte kimsenin karartamayacağı apaydınlık bir halk sahnesi olacaktır.

Oluşum sürecinde bizlerden desteklerini eksik etmeyen bütün kartallara ve dostlara Halkın Takımı olarak teşekkür etmekteyiz. Oyuncu kadromuz genelde amatör oyunculardan oluşmaktadır. Tiyatro yapmak isteyen herkes, dili, dini, ırkı, cinsi, cinsel tercihi ne olursa olsun aydınlık sahnemizde yer bulma hakkına sahiptir. Halkın Takımı Tiyatro Topluluğu, yozlaşan değerlerin saldırısıyla öz değerlerini unutmaya başlamış ve bu duruma itirazı olan tüm insanların geniş ailemizin içerisinde yer almasını ve kendisini ifade edebilmesini istemektedir. Çalışmalarımızda Ankara Sanat Tiyatrosundan Osman Abinin destekleri ve zaman zaman Devlet Tiyatrosundan profesyonel oyuncuların vereceği oyunculuk dersleriyle bu işin altından kalkabileceğimize inanıyoruz..

Sanat sokağın malıdır, Sokaklarsa bizim… HALKIN TAKIMI BEŞİKTAŞ TİYATRO TOPLULUĞU


İlk dört hafta Ufak bir çocuk geceleri altını ıslatıyorsa normal karşılanır. Aynı çocuk büyüdüğünde de altını ıslatmaya devam ederse ortada anormal bir durum var demektir. Ancak büyüklük kavramını yaşça ya da fiziksel açıdan ele almak hata olur. Büyüklük; saygınlık, fedakarlık, çıkar gözetmemek ve toplumca takdir kazanmakla anlamını bulur. Söz konusu olan Beşiktaş Jimnastik Klübü gibi kitleleri peşinden sürüklemiş, Türk sporu'nun öncülüğünü üstlenip birçok ilke imza atmış büyük bir camiadır fakat Beşiktaş'ın, hatta Türk sporu'nun gün geçtikçe içten içe yıpratıldığı konusunda çoğu sporseverlerle aynı fikre sahibiz. Özellikle Süleyman Seba döneminden sonra sallantıda olup kalkındırıcı ayarı bir türlü tutturamayan idari anlayış Beşiktaş'a maddi manevi zararlar vermektedir. Futbol ligimizin çifte kupa sahibi son şampiyonu Beşiktaş'tır ve bu yılın en gözde olması beklenen takımı da haliyle Beşiktaş olmalıdır. Avrupa kupalarının en ihtişamlı olanı Şampiyonlar Ligi'ne direk katılma hakkı elde eden Beşiktaş, yönetim-futbolcu-taraftar gücünü en iyi şekilde kullanmalı, başarısının devamını sağlamalıdır. Hiç kuşkusuz başarının pekişme kararını alacak merkez Beşiktaş yönetimidir. Fakat Beşiktaş yönetiminin kulübün ekonomi politikasında uyguladığı basiretsiz tutum genel kurullardaki olası muhaliflerin gözünü korkutmuştur. Aslolan, Beşiktaş'ın 6 yıl sonra ayağına gelen şampiyonluğun kıymetini bilmesi, bu şampiyonluğu bünyesinde misafir etmesi ve bu şampiyonluğu evcilleştirerek kimseye kaptırmama çabası gütmesidir. Mustafa Denizli'ye güven kredisi sağlayan yönetim, teknik direktörüne verdiği yetkiyle yerinde bir davranış sergilese de, oyuncu alışverişindeki israfıyla kötü bir davranış sergilemektedir. Sezon başlamadan Gökhan Zan'ın bedelsiz olarak Galatasaray'a verilmesi, oynadığı dönemde gelecek vaad eden İbrahim Kaş'ı zamansızca Getafe'ye kaptırarak sonraları üç katı fiyatla geri alması, Zapotocny'ye yapılan hatırsızlık, gönülsüz Bobo ile net bir antlaşma sağlamayıp Avrupa kulüplerinin maddi gelir sağlayacak tekliflerini inatlaşarak kaçırmak vesaire gibi verilecek örnekler sadece bu yılın başlangıç fiyaskolarıdır. Mustafa Denizli'nin takıma sağladığı en önemli katkı; arkadaşlık bağı ve

oyuncusuna aşıladığı inanç hissidir. Ancak takımın başarısı için moral ve motivasyon kadar tekniğe dayalı bilinçli bir oyun stratejisi de gereklidir. Beşiktaş'ın şu ana kadar oynadığı maçlarda saha içindeki çarpık duruş göze batıyor. Topu ayağına alan oyuncunun aceleci tavrı, şiddeti ölçüsüz isabetsiz pas ve ortaları saha içinde takıma yansımayan oyun tarzını özetliyor. Beşiktaş, hızlı başlayıp golü bulamadığı maçlarda, dakikalar ilerledikçe panik yapıyor. Mustafa Denizli'nin futbolcusuna verdiği babacan esintiler, oyunun gidişatındaki gerginlikle eriyip gidiyor. Üstüne üstlük Mustafa hoca'nın oyuncu değişikliği konusundaki tercihleri de beklenen etkiyi yapmayınca, bireysel olarak mücadeleci ve iyi özelliklere sahip oyunculardan kurulu takım telaşlı bir çaylaklar sürüsünü andırıyor.

Süper Lig'in açılış maçında Yusuf'u forvet arkası soliç bölümde oynatan Denizli, orta alandaki oyun açma görevini Ernst ve Fink'e yükledi. Böyle olunca, Beşiktaş'ın hazırlık paslarını yapmakta zorluk çekmesi dikkatlerden kaçmadı. Beşiktaş Lig'in ilk maçında bu kolektif oyundan ziyade Yusuf'un ince pasları, Holosko'nun azmi, Nobre'nin rakip savunmayı hataya zorlaması, Ernst ve Fink'in olağanüstü müdafaa anlayışıyla skora gitmeyi denedi. Devre arasında o ana kadar sahanın en başarılı iki ismi Holosko ve Yusuf'un kenara alınması kumar mıydı biz mi anlamadık kerametini. İkinci yarıda Büyükşehir gibi dirençli ve açık futbolu deneyen bir takım karşısında Beşiktaş'ın defalarca gol şansı yakalaması ve temposunu düşürmemesi, takımın kondüsyon gücünün yeterli olduğunu gösterdi. Genç yetenek İsmail Köybaşı'nın mevkiinde sırıtmayışı ve Erhan'ın kanat akınlarına verdiği destek Beşiktaş taraftarına teselli oldu ama Denizli'nin tercihleri ve futbol şansı 2 puanı çöpe attı. Süper Lig'de evinde Antalyaspor ile oynayacağı ilk maçına "seyircisiz oynama cezası" nedeniyle taraftarından yoksun çıkan Beşiktaş, rakibine karşı ilk yarıda üstünlüğünü kurdu.


Özellikle yeni transfer Erhan'ın sağ kanattan verdiği etkin destek dikkat çekti. Erhan'ın ortaları ve Nobre-Bobo ikilisinin rakip ceza sahası içinde sürekli yer alması, Antalyaspor'un kanatlardaki savunmasında etkisiz kalmasına sebep oldu.

Fakat Beşiktaş'ın Nobre, Bobo ve Nihat'lı forvet hattı arasındaki ince anlaşmazlıklar gözlerden kaçmadı. Son vuruşlardaki şanssızlığının kurbanı olan Beşiktaş'ın ileri uç bölgesindeki futbolcuları da ofsayttan bir türlü kurtulamadılar. Bu da orta saha ve forvet bağının oyun içinde sağlanamadığını gösteriyor. İkinci devrede Antalyaspor kalesine oyunu yığan siyah beyazlılar, bol bol şut denedi ve ceza alanı içinde Nihat'ın Holosko'ya yaptığı asistle golü buldu. Bu dakikadan sonra direnci kırılan Antalyaspor'u, Tello'nun enfes serbest vuruşundaki gol iyice çökertti. Ve Beşiktaş ilk üç puanı kendi evinde taraftarından yoksun bir şekilde almasını bildi. Gençlerbirliği ile deplasmanda oynanacak olan maça günler öncesinden takımını Ankara'ya götürerek hazırlanan Denizli'nin, ilk onbirdeki ayarı tutturamaması kafalarda soru işareti yarattı. Beşiktaş'ın bu sezon, şu ana kadar oynadığı en kötü karşılaşma Gençlerbirliği maçıdır. Ayrıca Nihat'ın tek santfor oynatma mantığını Beşiktaşlılar ne Gençlerbirliği maçında, ne de diğer maçlarda anlayabilmiş değildir. Güçlü stoperler karşısında ezilen Nihat, ne sırtı dönük oynar, ne içeri kateder, ne de çapraz koşu yaparak savunmaya pres uygular. Ee, bunları yapamayan bir oyuncuyu forvet diye yutturmak Denizli'nin oynadığı şans topundan başka birşey değil de nedir? Gençlerbirliği maçında Beşiktaş'ın seyrek geliştirdiği ataklarda orta yapılacak oyuncu aranması da çok garip. Hem kısa bir Nihat var elinizde, hem de tek kalıyor ceza alanı içinde. Bu maçta Uğur İnceman'ın sol kanatta forvet arkası oynatmak da neyin nesiydi? bu da tartışılır. Üç ön libero vasıflı oyuncu, Ernst, Fink ve Uğur İnceman takımda yerini alırken, Nihat'ı bu oyuncularla besleme riskine girmek iğneyle kuyu kazmaktır. Gençlerbirliği Ferrari'nin gününde olmasına üzülürken, Beşiktaş'ın aldığı bir puan fazla bile. Bu maçın tek artısı, İsmail Köybaşı'nın ikinci yarıda Markus Münch'ü anımsatan sol hücum yönünü geri getirme çabasıdır.

Beşiktaş ilk kez taraftarının karşısına çıktığı Gaziantepspor maçında tutuk bir ritimle oyuna başlayarak hazırlık paslarını beceremiyordu. Şişirme toplar ve S. Özkan'ın kanatlardan getirdiği toplarla gol aramayı deneyen Beşiktaş, ilk yarım saat sonrasında oyuna ısındı, gole de yaklaştı ama girmeyen top, girmiyor işte. İkinci yarıda da mutlak hakimiyet siyah beyazlılarındı. Bu arada Beşiktaş savunması, bu maçta da üzerine düşen görevi yapıp dengesini bozmayarak iyi bir izlenim verdi. Sorun: Beşiktaş'ın sabırlı bir atak hazırlığı yerine, gelişigüzel bir hücum başlatma gayesidir. Böyle olunca da gereksiz top kayıpları, boşa giden paslar ve anlaşmazlıklar görüyoruz. Teknik direktörün taktik anlayışı ve oyun okuma özelliği, Mustafa Denizli'den örnek verecek olursak ne yazık ki hiçe sayılıyor. Bu maçta Ernst'in yerine aynı vasıfta ama daha vasat bir oyuncu olan Uğur İncaman'ı oyuna sokmak, son 10 dakika için getirisi olmayan fuzuli bir davranıştır. Zira Ernst, dayanıklı bir oyuncu ve takımı her an geleyana getiren bir yapıda. Denizli, yaptığı açıklamada, "Uğur İncaman'ın şut çekme özelliği"nden bahsediyor. Çok isabetsiz bir açıklamadır bu. Zira Ernst'in de uzaktan çok etkili şutlar çektiğini biliyoruz. Ve aynı maçta Ernst, neredeyse golü bulacak kadar etkili şutlar çekmiştir. Beşiktaş yer yer direklere nişanlanan topların, yer yer de Denizli'nin tercihlerindeki tutarsızlığın kurbanı olarak daha 4. hafta bittiğinde 6 puanı alamamanın sıkıntısına düşmüştür. Mustafa Denizli adına mühim olan sistemi oluşturması, bu kadronun ve yönetimin saf cömertliğinin kıymetini bilmesidir.


Ülkemizde yaz turnuvaları birbiri ardına düzenleniyor. Böylelikle satranç sayesinde bir turnuva turizmi de oluşmaya başladı. Aileler ağustos ayının ilk günlerinde Çanakkale Troya Festivali’nde heyecan yaşarken devamında İzmir ve eylül ayının ilk günlerinde de İstanbul Festivali ile heyecanı dolu dolu yaşıyorlar. Yaz ayının sıcak günlerinde yaşadığımız en büyük heyecan ise uluslararası ustalarımızdan Kıvanç Haznedaroğlu’nın İzmir Open’ın üçüncü turunda kazanıp ELO (uluslararası kuvvet puanı)’sunu 2500’e çıkartmasıydı. Böylelikle daha önce aldığı normlarla birlikte GM (büyük usta) dediğimiz satranç sporunda en üst ünvanı almaya hak kazanmış oldu. Satranç tarihimizde en genç yaşta (28 yaşında) GM olan Kıvanç aynı zamanda ülkemizin ikinci GM ünvanlı sporcusu oldu. Yukarıdaki fotoğraf ise 1991 yılında Ankara Beşevler Spor Salonunda yapılan MEB Türkiye Okullararası Satranç Şampiyonası ödül töreninden sonra çektiğim bir fotoğraf. Bugünün GM’si o yılın küçükler Türkiye şampiyonu Kıvanç Haznedaroğlu. 1991 yılında kendisini ve ailesini tanıdığım Kıvanc’ı bu başarısından dolayı tebrik ediyorum. BUNLARI BİLİYOR MUSUNUZ? ** Kaydedilmiş en uzun oyun, 17 Şubat 1989 tarihinde Ivan Nikolic ve Goran Arsovic tarafından Belgrad'ta oynanmıştır. 269 hamlelik bu oyun 20 saatten fazla sürmüştür ve beraberlikle sonuçlanmıştır. ** George Koltanowski 1960 yılında ardışık olarak 56 körleme oyun oynamıştır. 50'sini kazanmış 6 da beraberlik yapmıştır. ** Uzay ile dünya arasındaki ilk maç 9 Haziran 1970'te olmuştur. Soyuz-9 kozmonotları, yerçekimsiz ortam için özel yapılmış takımlarıyla yer istasyonunda çalışanlara karşı

oynamışlardır. Oyun beraberlikle sona ermiştir. ** 1975 yılında Bobby Fischer ünvanını savunmayı reddedince ünvan Anatoly Karpov'a verilmiştir. Karpov maç yapmadan dünya şampiyonu olan ilk kişidir. ** Satranç gibi canlı bir oyunda kimsenin yaşlı olamayacağını kabul eden Edith Price, 1946'da Britanya Bayanlar Şampiyonasını 76 yaşında kazanmıştır. SATRANCIN BÜYÜSÜ : 1889 yılında Paris gösterisinde sergilenen, bayan satranç kompozitörlerinden Edith Baird’in Kayık problemini sunmak istiyorum. Beyaz üç hamlede mat ediyor. Ama nasıl?

SATRANÇLA İLGİLİ LİNKLER : >>> Çocuklar için satranç ile ilgili bir çok menü barındıran ve dili ingilizce olan güzel bir web sitesi : www.chesskids.com >>> Online satranç oynamak isteyenler için farklı bir web sitesi : www.chesscube.com >>> İzmir Satranç Eğitim Merkezi (İSEM) tarafından çıkartılan İSEM Satranç Dergisi’nin web sitesi : www.isemdergi.net SÖZÜN ÖZÜ : "Satranç tahtası salonudur."

insan

zihninin

jimnastik

................................................................. . Satranç sporu ile ilgili soru ve görüşleriniz için eposta adresim : aykutilkermete@gmail.com


Son dörtlük şairi: Enis BATUR



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.