Ht sb3

Page 1

1


2


EDİTÖR Merhaba dostlar… Uzun bir aradan sonra çok özel bir sayıyla yine karşınızdayız. Bu vesileyle de hep orada duralım arzusundayız artık. Hayat kendi rutininde yavaş yavaş akarken, insanlar irili ufaklı dertleriyle boğuşur, faşizm beşiğimizi tıngır mıngır sallarken aniden zincir koptu ve beşik büyük bir gürültüyle yuvarlanıverdi Taksim’de… Şimdi gezmekte beşik; Ankara’da, İzmir’de, Adana’da, Hatay’da, Mersin’de, Eskişehir’de, Dersim’de, Diyarbakır ve daha nicelerinde… Gezmekte ki bir yandan da içindeki Gezi ruhunu emzirmekte, büyütmekte usul usul; şefkatle… Çok şey denildi, derin analizler yapıldı ve yapılmakta. Kimi dedi 90’lıların isyanı apolitik neslin sonunu getirdi. Kimi hayat biçimlerine hoyratça saldırılan insanlar yeter gayrık dedi. Oysa Nazım çook önceleri demişti ki… ‘Bir şafak vakti’ demişti, değişmiş olur her şeyin bahtı… Yine ‘bir şafak vakti’ demişti ‘karanlığın kenarından…’ ‘onlar ağır ellerini toprağa basıp doğruldukları zaman…’ Demişti Nazım… Kılıç artığı sol(!) akıldâneler kendi köşelerinde yıllarca “bu halktan bir bok olmaz arkadaş” yaveleriyle kendi uyuşukluklarına kılıf biçerek, ahir ömürlerinde bir devrim bile görememenin kızgınlığıyla devrilip gitmedeler iken birer birer, yurdum insanından ülkemin halkına terfii edenler şimdi onlara forumları hatırlatmakta her yerde; hani şu analog olan forumları. Hani insanların kendilerini klavye tuşlarıyla değil, kendi dilleri, jest ve mimikleriyle ifade ettikleri; kendi titreyen seslerini kullandıkları; kendileri olabildikleri forumları. Onun bunun resimleri ya da laflarını değil kendi duygularını, kahkaha ve kızgınlıklarını ve hatta lokmalarını paylaşıyorlar oralarda. Gerisi malûmunuz dostlar; hikâye zaten sizin hikâyeniz. Başını da devamını da sizler yazdınız, sonu da sizin kaleminizden çıkacak elbet… Şimdi bu işin gürültüsü çok olur; olsun… Her kafadan sesler çıkar artık; çıksın… 31 Mayıs’ta tekmeyle açılan Pandora’nın kutusundan bu kez ilk fırlayan ‘umut’ isimli o güzel kuş oldu. Ardına bakmadan uçuyor artık gayrısı ne olursa olsun… Şu elinizdeki derlemeyi yapalım diye niyet ettik ve ne gördük?

Ulaşıp da ezile büzüle ‘Ya işte böyle böyle… Biz… Direniş özel sayısı… Halkın Takımı Dergisi… Yazı…” diye mızıldanmaya başladığımız tüm yazar, sanatçı, gazeteci, taraftar, örgütçüsü, örgütsüzü… Velhasıl-ı kelâm ne kadar sıradan insan varsa ‘haydi çıkaralım dergiyi’ dediler… Yani pek öyle demeseler de dediklerinin ortak parantezi hep şu oldu; ‘Tabii… Büyük bir zevkle…’ E biz de bu bibersiz gazı aldık durmak olur mu? Üç beş arkadaşımız sarıldı telefonlara. Ulaştıkları bir başkasına ulaştı; o başkası daha başkalarına… Çığ olduk yuvarlandık ve 40 küsur yazarımızla yüklü bu elde tuttuğunuz işi becerdik haddimizi biraz aşarak… Halkın Takımı olmanın keyfini hiç bu kadar derinden yaşamamıştık dostlar. Entelektüel lâfazanlıktan uzak, lümpenliğe de düşmeden, taraftar olmanın o anladıkları ‘şey’le sınırlı bir şey olmadığını anlatma yolunda yıllar önce başladığımız serüvenimizde ilk kez davulun tokmağını tam yerine denk getirdik bu sayımızla… İlkin; -Bu sayımızı çıkarabilmemiz için yazılarıyla bize destek olan tüm yazarlarımıza… -O yazarlara ulaşarak bizi haber veren ve yazıları dergimize ulaştıran başta Özgür Ergün, Deniz Hüseyin Kılıç, Tuncer Döğer, Ayda Çelik, Mete Kızık, Orçun Masatçı olmak üzere daha adını anamadığımız, emeğini koyan tüm kardeşlerimize… -Halkın Takımı pankartını Küba 1 Mayıs’ında açıp, arkadaşlarıyla birlikte sessiz Havana meydanını sloganlarımızla inleten ve dergimizin basım işlerini neredeyse tek başına halleden Cem Türk kardeşimize Halkın Takımı olarak teşekkürlerimizi iletmek borcumuzdur. Gezi direnişinin bizlere armağanı olan dergimizin bu sayısı bize bundan sonrası için de ışık tutuyor. Artık bu ülke gibi bizde de hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Bunca yıl endüstriyel futbol sermayesinin futbolumuza ve ilişkilerimize dayattığı, sokuşturduğu onlarca pisliğin karşısına Halkın Takımı olarak diktiğimiz ilkelerimizin sağlamlığını bir kez daha test ettiğimiz bu süreçten daha sağlam, daha huzurlu ve daha bir güvenle çıktık; yolumuza daha sağlam devam ediyoruz.

Görüşmek üzere dostlar…

3


İÇİNDEKİLER 35 Mesut Kara Film Yönetmeni İzmir Yenikapı Tiyatrosu, 36 Evrensel Gazetesi, Hayat Tv

58

Nilüfer Açıkalın Sinema Ve Tiyatro Sanatçısı

60

Ergin Demir (Çene) Çarşı Kurucularından

5 Sabri Maraş Kartalistan Sitesi Yazarı

Cem Yakışkan Taraftar/Çarşı Kurucularından

6 Tan Morgül Gazeteci/Yazar

Ayda Çelik Halkın Takımı Beşiktaşlı Direnişçi

8 Tanıl Bora Gazeteci/Spor Yazarı

38

Deniz Hüseyin Kılıç Taraftar

10 Barbaros Şansal Modacı-Direnişçi

39 Selah Özakın Şair

62

Ekim Çağlar Halkın Takımı Beşiktaşlı Direnişçi

13

40 Atilla Sarp Eski Dev-Genç Başkanı

63

A. Kadir Konuk 14 Yazar

41 Dr.Ali Özyurt İstanbul Tabip Odası

64

Demet Evgar 16 Tiyatro Sanatçısı

42

Fatih Efe Halkın Takımı Beşiktaşlı Direnişçi Hakan Kirezci Beşiktaş Taraftarı Devrim Cem Erturan Taraftar Hakları Der. Başkanı Fatoş Genç Yakışkan Taraftar Bağış Erten Cem Unutmuş Üzüm Kokan Semt Yazarı Bağımsız Spor Yazarı Charlotte Oskay Eski Hürriyet Daily News Yazarı Ve Beşiktaş Taraftarı. Çapul Tv Direnişin Gözü Ece Temelkuran Gazeteci-Tv Programcısı -Köşe Yazarı Mete Kızık Gazeteci (Cumhuriyet Gazetesi) Oğuzhan Müftüoğlu Söyleşisi Özkan Güven Söyleşisi 4

Bedri Baykam Ressam

Emrah Elçiboğa 18 Tiyatro/Sinema Oyuncusu Gülgün İşbilen 20 Ressam

Fevziye Kanat Özkan Sehayder (Seferihisar Doğa Ve 44 Hayvan Dostları Derneği) Başkanı

65

Remzi Altunpolat 45 Kaos Gl Genel Sekreteri

66

Hakan Aytaç 21 Bağımsız Yazar

46

22 Hakan VreskalA Müzisyen

48

Harun Tekin 24 Mor Ve Ötesi /Müzisyen

49

Halkın Takımı Dergisi adına İmtiyaz Sahibi: Emrah Öneş

Haluk Işık 50 Dramaturg İzmir Devlet Tiyatrosu Ve Yeryüzü 26 Sahnesi İzmir Genel Sanat Yönetmeni

Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Murat Hakan Kirezci

Hayko Cepkin 28 Müzisyen

52

Itır Esen

53

29 Manolya Gürocak

54

Orçun Masatçı 30 İzmir Yenikapı Tiyatrosu Yönetmeni-Birgün Köşe 32 Yazarı-Tiyatro Oyuncusu

57

Yönetim Yeri: 19 Mayıs caddesi No:10 Seferihisar/İZMİR Telefon : 0232 743 53 97 halkintakimidergisi@hotmail.com Yayın Türü: Yerel, süreli, iki aylık.

Baskı: Hat Baskı Sanatları


Ergin Demir (Çene) çArşı kurucularından

Kıçımız çok sonraları görmüş don yüzünü. Büyüklerimizden öğrenmesek “utanmadan” üryan gezecektik elalemin içinde. Ve bu üryan halimiz ile utanmadan gezi parkında “idrarımızı ve çok büyük abdest”imizi yapıyor olacaktık! “İncir yaprağı” diye yazıyor bazı kitaplar. Adem bey ile Havva hanım, yasak meyveyi tadınca fark etmiş üryan olduklarını ve edep yerlerini böyle örtmüş. “Göt kılları” bile kâr etmemiş anlaşılan. Hülooooğğğğğ!.. Neyse dönelim mevzuumuza; yılanın Havva nineyi ve Adem “baba”yı ayartmak için düşürdüğü tuzaklar tesadüf değildir aslında. Kimine göre “yılanın veya şeytanın” elma, kimine göre incir ikramıydı her şeyin sebebi. İncir de yesen baklava börek de yesen sonuçta barsak yollarından anüse doğru “kakaya” dönüşen iğrenç bir şey çıkarıyorsun. Ve birileri bu moktan şeyleri meydanlar da dillendirmeyi seviyor. La bizim oralarda incir de yetişmez ya, hadi neyse. Bir kere cennetten kovuldu ya bu bizim Adem bey ile Havva hanım, ondan sonra hiçbir şekilde soyu-sopu iflah olmaz ve hemen torunları (!) tarafından dillendirilir; “bunlardan kat-iii-yetle adam olmaz.” Habil ile Kabil’in “karı” muhabbeti de üstüne “tuz-biber” olur artıkın. Sonunda mevzuu “biber”e geldi ya gazını da bir şekilde icat etmişlerdir. Bizi çok düşünüyorlar yahuuuu!.. Koşuşturmacalar da terlediğimizi anladıklarından kokmayalım diye tomalarla su sıkmalar ve bu suya “sabun niyetine” katılan ilaçlar bile bulunmuş durumda. (Ama kimyasal değilmiş!) Bir ağacın meyvesinden vazgeçtik gölgesi bile çok görüldü. Sadece bu mu? “Netekim” bilye oynarken çizgisini ihlal eden mızıkçılara kıza kıza biriktirdik is-

ANADAN ÜRYAN GELMİŞİZ DÜNYA’YA

yanımızı. Soluğumuz kesilmeye, ekmeğimiz çalınmaya, biramız araklanmaya, spermlerimiz sayılmaya başladı yaa… E isyanın alt yapısı da bizzat “yönetenlerce” hazırlanmış oldu haliyle. Yalandan “Besmele” çekerek milyonluk Ramazan sofralarına oturanlar ve yanındaki beslemeler de bu isyandan nasibini alma telaşında. Arada bir gecekondu ziyaretleri ile garibanların gönlünü alanların, aynı garibanların ceplerini nasıl boşalttıklarını da hatırlatmak gerekiyordu. Çocuklar “kral çıplak” diye haykırırken aptal rolü oynayanların tepki vermemesi de zaten başka bir isyan sebebiydi. Biz hiç kardeş olamadık canım! Habil ie Kabil’de öyle. LGBT’li torunlarını saymıyorum bile, olan-bitene karşı ... “faşizme karşı bacak omuza” Tam da götün yamacında ki kılın dönmesine şahit oluyorken. İkinci hüloooğğğ!.. Adem bey, Havva hanım derken bir de üzerimizden oğlu İsmail’i kesmeye çalışan biri çıktı ya la karşımıza!.. Abooooo!.. Ne kadar düşmanımız varsa üstümüze çullanmak istemekte !.. Yıllar geçse de mevzuular hep aynı. Boğazın dolması ve dötün üryan olmaması. “Boğaz” dedik de bizi Boğazı talan edenlerden saymayın hani. Karın tokluğu yani; gırtlak, gırtlak…

Oturdum tekrar izledim mevzuuları. Bir film şeridi gibi geçti gözümün önünden. Adem beyden bu yana ne badireler yaşamışız yav… Göz çıkarmalar, kafaya ateş etmeler ve öldü diye terk edilenler… İyiki “kahramanlar” silah kullanmamış. Yoksul insanların çocuklarını karşı karşıya getirmek ne menem bir şey! çArşı isyan ediyormuş! Bak seeenn! Bismillah! Yeni mi anladın? Sen çArşı’yı hala beş duyu organından başka şeylerle anlıyorsun galiba! “çArşı bir ruhtur, bedene indirgenemez.” Tabii ki gördüğümüz her haksızlığa isyan edeceğiz. Adaletin olmadığı yerde demokratik tepki meşrudur arkadaş; hazmedeceksin. Yüreklerinde kardeşlik karanfilleri taşıyan ve ellerinde “çArşı” bayraklarıyla koşan, biber gazı kapsülüne kafa atanları gördün mü hiç? Hiç tavsiye etmem, dizlerinin bağı çözülür. Bir ucu Taksim Gezi Parkında diğer ucu Nişantaşı’ndan aşağı BEŞİKTAŞ’ ta. Yüzbin mi desek? İki yüzbin mi? Esasında rakamların da önemi yok. Tribünlerdeki milyonlar sokakta ve ekranlarda da aynı duyguları paylaşıyorsa, gerisini de senin gibi rahatsız olanlar düşünsün gayrı. “Ayıp; şeref ve haysiyet yoksunu yaratıkların, yaptığıdır.” Adem bey ile Havva hanım o meyveyi yedi ya… Cennet pasaportları iptal edilmişti hani. Üryan gideceğiz ulan, üryan. Kefenin cebi yok. Bu arada 2013 yılının Temmuz ayının içindeyiz, incir ve domatesin kilosu da aynı; 5-TL. Olsa da yesek!

5


Cem Yakışkan

Taraftar/çArşı kurucularından Çocukluğumuzdan bu yana tarih derslerinde hep aynı şeyleri öğrendik durduk. Lise yıllarına geldiğimizde bizlere anlatılmayan ama gerçekte yaşanan olayları eğrisi ve doğrusuyla sorgulamaya başlamıştık. Geçmişten bugüne bağlı bulunduğumuz her otoritenin başkaldırılara zaafı vardı. Bu güce endeksli gurühlar insanoğlunun akıl edemeyeceği her türlü zalimliği, akıl oyunlarıyla isyan edeni tokmak ve tokmakçı başlarıyla yok etmeye çalışıyorlardı… Bize dokunmayan yılan bin yaşasın!.. Eğer bir insan iktidarda bulunanların şereften, onurdan, ahlaktan yoksun davranışlarını; hırsızlığını, arsızlığını kendi siyasi görüş ve çıkarları için görmezden geliyorsa bütün erdemini yitirir. Erdemsiz insan vatan dahil her şeyini yitirir. Çook doğru.. Maalesef bu şahıslar gibi değilseniz; barış ve kardeşlik en büyük değerse sizin için; özgürlük, onur temel ilkenizse eğer, hayatta hep hedeftesinizdir; Tıpkı bizler gibi...

Karaman’ın koyunu sonra çıkar oyunu…

Bu nedenle bazı kurum ve organizasyonlar Gezi olaylarını o çook 6

TARİH TEKERRÜRDEN İBARETTİR… sevdikleri koltuklarından bir film izler gibi izlediler. Popüler yaşantının vazgeçilmezleri nam, şan, şöhret ve para, kısaca “güç” fazla tatlı geldiğinden, çArşı’ nın duruşuna bir “kimlik” arayıp, “sorgulama” tarzını geliştirdiler. “Çamur at izi kalsın” felsefesiyle bu kendilerinin farkedilemeyeceğini zanneden dahiler suskunluğumuzu bir geri çekilme olarak algıladılar. Bu büyük camianın içinden beslenen HAİNLER ayan beyan ortada olsa da aslında, bizler bir süreliğine kendi hallerine bırakırız onları… Elbet günü geldiğinde çArşı affetmez ve kusar onları…

Alma mazlumun ahını çıkar aheste aheste

Optik benim çocukluk arkadaşımdır. Gençliğimiz de herkes tarafından bilindik bir hikayedir zannederim. Onun çok büyük bir hayali vardı aslında. Cem; Fenerlisi, Cimbomlusu birgün herkes BEŞİKTAŞLI olacak derdi, güler geçerdim o zamanlar. Bizler aynı semtin asi çocuklarıydık. Benden daha sosyalist, okumuş ve vicdanlı bir adamdı Optik. Eğer bugün hayatta olsaydı kedilere, köpeklere bile hiç acımadan gaz sıkan bir zihniyeti, elinde yine sadece bir kolyenin

zinciri dahi kalsa benden önce kovalardı. Sokak köpekleri, sokak kedileri, sokak çocukları; başka semtin çocukları ve bizler aynı şarkının mısraları gibiydik. “Ortak olmak her sevince, her derde kedere ve yürümek ömür boyu beraberce el ele...”. Şimdiyse Optiğin kemiklerinin sızladığını beyan eden tariflendiremediğim bir BEŞİKTAŞLILIĞI var etmeye çalışanlardan AKARETLER YÜRÜYÜŞÜNÜ tekrar gözden geçirmelerini tavsiye ederim. Çünkü BEŞİKTAŞLILIK zil zurna maça gelip bayılmak değildir. Semte gelince show yapmak hiç değil. Beşiktaşlılık çArşı’ nın ‘A’ sının ruhunu kavrayabilmekten geçer. Sonuçları ne olursa olsun yürekten yana olmak, haklıdan yana olmak; kısaca iyi insan, ADAM olmak demektir…

Para para para… Varlığı bir dert yokluğu yara…

Soğan ekmek çocuklarıyız biz. Öyle lüks otomobillerimiz, villalarımız, takım elbiselerimiz olmasa da olur yani. Mutluluğun resmini bir dost meclisinde, kaleyi bulan bir topta, hep beraber omuz omuza olduğumuz bir anda çizebiliriz size. Ama bazılarının neden biat etmediğini, güce tamah edenler


bilemezler. Herkesi kendi gibi sananlar, yalanlarına elbet bir kılıf aramak zorunda kalırlar ve çoğu kez başarılı da olurlar. Onların yaşam şeklidir bu! Ama kimsenin bilemediğini biz size öğreteceğiz sonunda: Herkesin bir fiyatı yokmuş aslında! Ey Türk gençliği! Neydi birinci vazifen? İstiklalini ve cumhuriyetini müdafaa etmek değil miydi? Seni bu hazineden mahrum etmek isteyen iç ve dış düşmanların olmayacak mıydı; kimdi bu düşman veya düşmanlar; Satın alınmış bir medya sisteminde üç maymun mu yoksa onlara karşı durabilen herkes miydi?

Yani mahallenin “kötü çocukları” bizler miydik?.._

5 kuruş uğruna senelerce özgürlüklerine paha biçilmiş olan bizlere… Ya da bu insan yaftalamaya, ayrımcılığa, isyan eden halk, onuru için mücadele ederken aşağılandığında, yaralandığında ve hatta öldürüldüğünde izleyici kalmak mıydı “vatan sevgisi” ?.. Binlerce kez söylememize rağmen bizi çirkin siyasetlerine alet etmeye çalışan, dinimizi çalıp bizi “dinsiz” ilan edebilecek kadar fütursuzlar mıydı? Kanla beslenenlerin oyunları hiç bitmez ama bu HALK hesap günü geldiğinde asla affetmeyecek!..

Gözaltılarımızın yapıldığı günün kongre gününe denk gelmesi, ardından “bizim siyasetle bir işimiz yoktur” açıklaması, ardından avukatınızı yollamalarınız… Bizim size hiç ihtiyacımız yok. Bİzi ancak bizim gibi gönül dostları savunur. Mabedimizin, tüm uyarılarımıza rağmen peşkeş çekilmesine karşı durmak gerektiğini o zamanlar kulağınıza eğilip söylediğim gibi şimdi tekrar hatırlatırım: Maçlarımızın, bize ders verilmek koşuluyla ve intikam dürtüsüyle Kasımpaşa stadına alınması, bu kararın sizler tarafından alkışlanabilmesi kadar anlaşılamayacak bir ortak karardır “dahiler”. Beşiktaş ve Beşiktaşlılara dair bu tutumunuz sizin işbirlikçi ve çıkarcı zihniyetinizin açık seçik bir beyanıdır.

Şimdi Abbas, vakit tamam…

Siz kan uykusundakileri uyandıranlar; Göklerdeki kartal misali keskin gözlerimizle biz HALKIN TAKIMI olan BEŞİKTAŞ çArşı herşeyi gördük. Ve ben Cem YAKIŞKAN olarak diyorum ki bu tuzağa düşmeyin ve kombine almayın… Orantısız zekanızla hareket edin.

Ben ve birçok arkadaşım hedef zaten; biz gideriz sizin yerinize. Sizler üç kuruş harçlıklarınızla biriktirip aldığınız kombinelerinizle ölmeyi, öldürmeyi hak etmiyorsunuz, etmeyeceksiniz... Ben sizleri bu siyasi oyunlara yem etmem, uyarırım, uyandırırım, ya da gerekirse 20 yıl yatar çıkarım. Eyy biat edenler!.. Siz bilmezsiniz ama bizim felsefemizde şaibeli birincilik olmadı hiçbir zaman. Şerefli olsun ikincilik bize yeter dedik hep. Ruhlarınızı satmaya değmezdi. Şeref neydi? Yolu, kaybedenlerin mi yoksa kazananların yanında olmaktan mı geçerdi bilemediniz... O Halde ben kaybetmeyi seçiyorum. Neden mi? Çünkü bizim siyahımız cesaretimiz gibi dibine, beyazımız da yüreğimiz kadar temizmiş... Güneş de balçıkla sıvanmazmış “BİZ GÜNEŞE YÜRÜYORUZ” dedik siz inanmadınız... Yani TOMA ,POMA hikaye; Bizimkisi ONUR MÜCADELESİDİR BUNDAN SONRA, BÖYLE BİLİNE!..

Damlaya damlaya göl olur; biz taştııık!..

Çoktan siyasileşmiş, bağımsızlığını kaybetmiş haller içinde olanlar; takım elbiselerinizin pahalı etiketleri bile saklayamıyor sizi artık. Göründü artık her şey; fişiniz, etiketiniz, kaliteniz!.. Mabedimize, biz içerdeyken astırdığınız “BİAT PANKARTINIZ” sırtımızdaki hançerlere sadece bir yenisini daha ekledi. 7


Ayda Çelik

Halkın Takımı Beşiktaşlı direnişçi

Kendimi politik bir insan olarak görmüyorum. Hiç bir siyasi partiye yakınlığım yok. BEŞİKTAŞ taraftarı, tribün emekçisi ÇARŞI grubu üyesiyim; iki çocuk annesiyim. Pek çok resmi ideolojiyi gerekçeli temelinden, pek çok gayrı resmi ideolojiyi de denenip çalışmadığı görüldüğü için ciddiye almıyorum. Onların tam olarak karşısında olduğum da sanılmasın. Bir şeye karşı olabilmek için öncelikle geçerli bir argümanın olması gerekiyor zira. Bildiğim bir şey var; önümüzdeki on yıllar boyunca Türkiye’deki pek çok meslek grubundan insan 31 Mayıs’ı 1 Haziran’a bağlayan geceyi açıklamaya, anlamaya ve ifade etmeye çalışacaklar. Kimileri ona ulvî anlamlar yükler ve hakkında türküler yakarken, bazıları o geceyi lânetleyecek, küçümseyecekler.. Ben, hazır dumanı üstündeyken benim için o gecenin anlamını, neden meydana çıkmam gerektiğini anlatmak için geldim. Eteğimde ne varsa, hızla döküp gideceğim. Gezi Parkı’ndaki eylemin ilk günden beri takipçisiydim. Elbette bu şehirdeki tek bir saksının bile ye8

ALANLARA NEDEN ÇIKTIM rinden kıpırdamasına tahammülümüz yok çünkü şehir, iyice inşaat alanı – kanser kombo bir bünye oldu, ucumuzdan kemiriyor. Gezi’deki ağaçlar çok sembolik olarak bu işin bir parçası, yoksa 3. köprü ile bizi akıl almaz bir rant ve çevre katliamı bekliyor ama oraya sadece park için, sadece ağaçlar için de çıkmadım açıkçası. Bir yandan iş yetiştirmeye çalışıp, bir yandan da tüm sosyal medyadan olayları takip ediyordum. “Eyleme ne giyilir, sırt çantasına limon koysam polis arar mı?” türü hazırlıklarım sürerken, Hürriyet’te önce kanlar içinde bir kız gördüm. Asla yapacağım bir şey değil ama dayanamadım bu kez, videosuna tıkladım. Kızın orada, tam da Taksim anıtının dibinde tek başına, an be an beyin kanaması geçirişini izledim. İçim sızladı. Nasıl diyeyim; tiz bir isyandan gayrı hiçbir şey hissetmedim ve aklımda tek bir şey belirdi; oraya gidip muhatap kimi bulursam ona, “Sen kimin ülkesinde kimin canına kast ediyorsun?” demeliydim. O meydanın, o parkın, bu şehrin, bu ülkenin hala evim

olduğunu birilerine söylemem gerekiyordu. Ben meydana ne ulusalcı, ne çevreci, ne anarşist; sıradan bir kadın, bir Beşiktaş taraftarı olarak çıktım. Bu ülkede öldürülen, ölmesine göz yumulan, cinayetleri hukuksal olarak desteklenen, folluk olarak görülen, sosyal hayattan men edilmek istenen tüm kadınlar için, kendim için; canımıza kastederek bizi korkutmaya, onurumuzla oynayarak bizi sindirmeye çalıştıkları için çıktım. Sıradan bir taraftar olarak maçlara çoluk çocuk gitmeye çalışırken kolluk kuvvetlerinin sert müdahalesi sonrası geçirdiğim travmalar için çıktım... Beni bugün, hemen şimdi temsil edecek tek bir lider olmadığı için; hiç bir lider ülkenin vatandaşına insan muamelesi yapmadığı, insan hayatı çok ucuz olduğu ve bunu asla takmadıkları için çıktım. Depremde, selde, afette, terörde, madende, iş kazasında ve trafikte ölen insanların onların nazarında sadece sayıdan ibaret olduğu, onlardan bahsederken “5 madenci, pardon 8, neyse…” diyebildikleri


için ve utanmadan, arlanmadan, pişkin pişkin bu “ucuz insan” fikrini destekledikleri, övdükleri, düğünlere gidip çiftlere 3-5 çocuk sipariş ettikleri için çıktım. Ben meydana “Nihayet barış süreci oluyor, bunu provoke edeyim, bitireyim, ülkeye anarşi getireyim” diye çıkmadım. Ne barışın, ne sürecin açıklamasını kimseye yapmadıkları, orada barış derken komşuya savaş çığırtkanlığı ve hazırlığı yaptıkları; büyük ihtimalle bölgede kanlı, kirli, gizli amaçları olduğu için çıktım. Kimi kime kırdıracakları belli olmayan savaşlara benim ülkemi “daha fazla kâr için” sokamasınlar diye çıktım. Ben meydana gece 22:00’den sonra alkol bulamayacağım, “Allah muhafaza” ayık kalacağım için çıkmadım. Ben meydana şimdiye dek tek tek, itinayla etimizi cım-

bızla yoldukları ve yolmaya devam edecekleri için çıktım. Kendilerinden olmayan herkesi düşman bildikleri, açıkça, yüzümüze yüzümüze hakaret ettikleri için çıktım. Ben meydana dindar insanlar tarafından yönetildiğim ve dine tahammül edemediğim için çıkmadım. Ben bu dindarların sadece sınırlı sayıda Müslümana yetecek kadar adaletleri olduğunu 10 yıldır gördüğüm için çıktım meydana. Ne işten atılan THY personelinin, Tekel işçisinin; ne evinden atılan Sulukuleli’nin, ne toprağı deresi Hes’e kurban gidenin, ne yazdığı ya da asker olduğu için hapiste yatanın, ne Uludere’de ölenin, ne Reyhanlı’da sakat kalanın hesabı sorulduğu için çıktım. Ben meydana marjinal ve çapulcu olduğum için çıkmadım ki değilim. Elime molotof verilse organik

zeytinyağı sanırım. Ayrıca çalıştığı her işte ve satın aldığı her malda devletine vergisini 10 yıldır tıkır tıkır veren biriyim. Vergileri verdim ama bana yol, su, elektrik, park, konser ya da spor salonu olarak geri dönmedi. Bir şey dönmediği gibi hazırda olanlar da gitti. Tek tek sayamayacağım ama bir Beşiktaş’taki çay bahçesini saltanat mülkünüze kattığınızda, bir de Haydarpaşa’yı otele okutmak için yaktığınızda büyük bedduamı aldınız. Oralar benim evimde en sevdiğim köşeler, en güzel çıktığım fotoğraflardı. Siz benim en afili fotoğrafımı yırttınız... Semt bizim aşk bizim derken beste olsun diye söylemedik biz ..........

9


Deniz Hüseyin Kılıç

“Nasıl baş edemeyeceklerini bilmedikleri şey şiddet dışı eylemler ve mizahtır” -John Lennon-

Taraftar

Her direniş bir umuttur geleceğe açılan kapıların koridorlarında. Aslında bu hikaye biber gazı kapsülünün gelişine tekme vuranların hikayesidir ... Taksim Gezi Parkı Direnişi beklenmedik bir anda ortaya çıktı, beklenmedik bir biçimde gelişti ve beklenmedik sonuçlar verecek. Tüm doktrinleri alt üst eden bir direniş oldu Tüm yaşanmışlıkları gözümün önünden geçiriyorum da Gezi komünü ve direnişi derinlerde kalmış, bastırmış olduğumuz duygularımızı ortaya çıkarttı; yeniden hatırlattı bize sevginin ve dayanışmanın gücünü ... İktidar ile dalga geçenlerin hikayeleri çıktı ortaya ... Hepimizin anlatacak çok hikayesi var artık... Her şey bir tiyatro salonunda başladı benim için. 28 Mayıs 2013, Ortaköy Atife Jale sahnesinde İzmir Yenikapı Tiyatrosunun ‘’ Faşizmin korku ve sefaleti ‘’ oyunundaydık. Bize Faşizmin Dünya’ nın her yerinde ‘Faşizm’ olduğunu, resme bir bütün olarak bakıldığında Dünya’ nın farklı noktalarındaki 10

ezenler-ezilenler ilişkisinde ve yaşanmışlıklarda benzer sahnelerin ortaya çıktığını anlatmaya çalışıyorlardı. Israrla çalan cep telefonumdaki ses ise ısrarla Gezi parkına gelmemizi söylüyordu ... Gezi Parkı nöbetleri bizim için işte böyle başladı. Parka yaklaşık 50 kişilik bir grupla ilk gittiğimiz an hayatın bize biçeceği rolden habersizdik ki. Oysa bir orta yaşlı kadının yanıma gelip başını omzuma yaslaması ve ağlayarak bana ‘’ nerede kaldınız ? hiç gelmeyeceksiniz sandık ‘’ demesi bu direnişte nasıl bir rol oynayacağımızın ipuçlarını vermeye başlamıştı bile. Biz hep buradaydık demek geldi içimden. Zalimin zulmüne karşı mağduru ne zaman yalnız bıraktık ki?.. İlk günlerinde festival havasında geçen Gezi Parkı nöbetine böylelikle dahil olmuş olduk. İnsanlar sessizce, adeta bir festival havasında isteklerini dile getirmek istemiş, belediyenin sökmeye çalıştığı ağaçları savunmaya başlamıştı. Sahnede Şebnem Sönmez, sahne gerisinde başka insanlar ... 1980’ li 90’ lı yılların sert, politik,

kült olmuş sloganları yerini, orada doğaçlama yaptığımız daha eğlenceli daha küfürlü sloganlara marşlara bıraktı. Sahnede Şebnem Sönmez’ in sesi sloganlarımızı bastırmaya çalışıyordu: ‘’Arkadaşlar daha sakin, daha küfürsüz ‘’; ama sesi kaybolup gidiyordu o kalabalıkta. İlk başlarda tepki alsak da sonraları yavaş yavaş tüm kitlenin benimseyip, seslerini seslerimizin yanına koydukları sloganlar marşlar gezi parkını inletmeye başladı. Bir ara Şebnem Sönmez’ in size iyi bir haberim var diye seslenişi “ne oldu, Tayyip mi öldü?.. Allah rahmet eylesin ‘’ bağrışlarıyla karşılandı. Bizim açımızdan her şey doğaçlama gelişiyordu ... 30 Mayıs günü sabaha karşı 05.00 sularında polis parktaki eylemcilere bir kez daha müdahale etti. Böylesine masum bir olayın haklı ya da haksız, polisin göstericilere aşırı güç uygulaması, çadırlarını yakması sert bir direnişi tetikledi ve adeta uyuyan bir gençliği uyandırdı. Eylemciler akşama kadar nöbet tuttu. Akşam saatlerinde hızla sayı arttı ve artık


günlerce sürecek olan Gezi direnişi başlamış oldu. Biz de olması gereken yerdeydik. 2 gün boyunca Harbiye’ de ve Beyoğlu’ nda çok sert müdahaleler oldu. Direnen insanların sayısı her saat artıyor, beraberinde de ilginç direniş hikayeleri gelişiyordu ... Bir grup, tomanın önünde ve gazın içinde direnmekten yorulup geri çekildiğinde başka bir grup daha büyük bir çoşkuyla onların yerini alıyordu. Çalışan bir saat makinesi gibiydi her şey ; zemberek kurulmuş, kendiliğinden işliyor ve kimse kimseye baskı yapmadan, komut vermeden, gelişen olaylar karşısında komutansız bir ordu gibi ne yapacağını sanki önceden biliyor gibiydi halk. Önde direnen

grubun arkasında ise tencere ve tavalarıyla onbinlerce kişi vardı. Ne ön tarafa fazla yaklaşıyorlar ne de geri çekiliyorlar; mıh gibi yerlerinden oynamıyorlardı . Nihayetinde 1 Haziran günü direnişçiler polisin gücünü kırdılar. Gezi parkı ve Taksim meydanını ele geçirdiler ve o müthiş Gezi komünün temelleri de atılmaya başladı. Gezi komünü bize çok şey öğretti. İçimizde derinlere bastırmış olduğumuz sevgi ve paylaşmak, dayanışma duygularımızı ön plana çıkarttı. Ekmeğimizi daha önce hiç tanımadığımız insanlarla paylaştık. Kadınlı, erkekli; Abilik, ablalık, kardeşlik ve arkadaşlık bağları her bakış açısının üzerinde yer aldı aramızda. Yan gözle bakmadan

birlikte uyuduk, birlikte el ele tutuşarak koştuk, birlikte direndik; saf sevgi de bu olsa gerek tüm kötücül gözlere inat. Gezi parkındayız. Tüm gruplar ve örgütler kendi pankartlarını asma çabasındalar. İlk olarak ‘’Bu Halk Sana Boyun Eğmez ‘’ pankartı ile profesyonel dağcılar geldiler. Onlarca metre yükseklikteki yaşlı ağaçlara dağcı malzemeleri ile saatler süren tırmanışlar sonucunda pankartlarını astılar ve büyük bir bir alkış koptu. Ardından anti kapitalist müslümanlar geldiler. Dağcıların aksine adamlar ağaçlara sincap gibi tırmandılar. Onlar da uzun ve yorucu uğraşlardan sonra pankartlarını astılar bir alkış da onlara geldi. O sırada içimden şu

11


geçti; ulan bizde böyle atletik 10 adam olsaydı şimdi en az 10 tane tomamız olurdu. Sıra bize gelmişti gelmesine de, ulan bizim pankartlar büyük, ağaçlar yüksek. Kimsede ağaca çıkacak ne derman ne de öyle bir niyet var. Tembellikten biraz da aslında ... Biz de pankartımızın iplerinin ucuna ağırlık olarak dolu su şişelerini bağlayıp gözümüze kestirdiğimiz dallara fırlatmaya başladık. Dalları dolanıp geri gelen su şişeleri sayesinde ipleri gererek pankartımızı astık gitti. Devamında bu yöntemle, hiç öyle ağaçlara falan tırmanma gereği duymadan kısa sürede onlarca pankart asıvermiştik. Ulen baktık kimse bizi alkışlamıyor iyi mi?.. Biraz bozulur, gücenir gibiydik ki meseleyi sonra çözdük. Meğer milletin bizim bu tembellikten dolayı bulduğumuz pankart asma yöntemi karşısında şaşkınlıklarının geçmesi için belli bir süreye ihtiyaçları varmış. Taksim civarındaki tüm sokaklar ve caddeler barikatlarla kapatılmış, Taksim alanı halka kalmıştı. Polis olmadan daha güvende hissediyordu insan kendisini meydanda. Bir yandan da dev gibi barikatlar yükseliyordu çevrede ve her barikat bir mühendislik harikasıydı. Belki de planlı yapılan tek şey barikatlardı. Barikatların nasıl yapılması gerektiğini aramızdaki mühendisler tarif ediyordu zaten. İşte o barikatlar polisin orantısız gücüne karşı günlerce direndiler. Her saldırıyı geri püskürtüyordu barikatlarımız. Gezi parkı komününe ise bir yan12

dan gıda ve malzeme yardımı yağıyordu. Yaşlı bir teyze çok uzaklardan geldiğini söylüyor ve” elimde bir tek bu var, başka da bir şeyim yok” diyerek getirmiş olduğu çadırı ve ev yapımı poğaçaları bize verirken hepimizin gözler dolu dolu oluyor ve gücümüze güç katıyordu. Öylesine karmaşık bir insan topluluğu geziye akıyordu ki anlatılması zor. Bir şirketin ceo sunu üzerinde ben çapulcuyum diye yazan bir tişörtle malzeme taşımak için oluşturulan insan zinciri içinde görmek mümkündü mesela. Diğer tarafta bir milletvekiline yerleri süpürürken rastlamak; sosyete diye halk literatürüne geçmiş tiplerin, evlerinde yapıp getirdikleri börek ve kurabiyeleri bizimle birlikte çimlerin üzerine bağdaş kurup yediğimize tanık olmak sıradan görüntülerdi artık. Sokak çocukları ise olması gereken yerdeydiler zaten. Gezi komünü halkın her kesiminin katıldığı eksiksiz bir komündü. Doktorların özel hayatlarından fedakarlık yapıp kurdukları revirlerde nöbet tuttukları bir komündü ... Gezide bunlar olurken semtte ise çok yoğun çatışmalar yaşanıyordu . Semt bizim için namustu ve semtimizi korumamız gerekiyordu devlet teröründen. Tüm semt esnafı ve yaşayanı birlik olmuş direniyorduk. “Polis semtimizi terk et, seni burada istemiyoruz” sloganları herkesin beynine kazınmıştı. Polis sokaklara saldırdıkça her kapı direnişçilere açılıyor, hiç tanımadığımız kişilerin evlerinde misafir oluyorduk. Bize sadece kapılarını değil, sofralarını ve ellerinde ne

varsa açıyorlardı. Camlardan polise atılan tencere ve tavaları polis çekildikten sonra uzatılan sepetlere geri koyuyorduk. Tencere ve tavaların bir savunma aracı olacağı hiç aklımıza gelmemişti şimdiye dek. Teyzeler ise evde tencere tava kalmadı diye tatlı tatlı sitem ediyorlardı gülümseyerek. Çok güzeldiler be… Esnaf ise kepenklerini açıp sokakta mağdur kalan insanları dükkanlarına alıyordu. Çoğu esnafın kapısında gazdan korunmak için bırakılan su ve limonlar vardı her zaman. Mahallemize gaz bombaları yağıyor; martılar, kuşlar çığlık çığlığa kaçışıyorlardı beddua okuyarak ... Sokak hayvanları mağdur ve şaşkın ... Her gaz bulutundan kaçışan kişilerin kucaklarında kediler köpekler görebilirdiniz ki kendi canlarını tehlikeye sokarak sokak hayvanlarını kurtarmaya çalışıyordu bu insanlar. İnsanın içindeki sevgi sokak hayvanlarını o gaz katliamı içinde bırakıp kaçmaya elvermiyordu ... Biz nereye sokak hayvanları da oraya. Kurtaramadığımız canlar da oldu tabii. Ölü bir canın başında ağlayan, yas tutan insanlar kadim insanlık kültüründen gelen geleneklere bağlı olarak onları yaşamın ölüm olan öte yanına uğurluyordu sessizce ... Direnişte yüzlerce, belki de binlerce insan hikayeleri var anlatmak isteyip de anlatamadığımız… Her anlatılamayan hikaye tamamlayamadığım bir yazı olarak buradaki yerini alsın bence…


Ekim Çağlar

Halkın Takımı Beşiktaşlı direnişçi

Politik ultras olmak Livorno’yla başladı aslında. İsveç’te, devrimci tribünleri Fototifo.it gibi sayfalardan takip ediyorduk. İtalyan partizanlarını anmak için İskandinavya Livorno taraftarlarını buluşturup Partigiani Livornesi Scandinavia grubunu da kurduk. İtalya’ya gittik, Bella Ciao’larla Livorno’nun gücüne güç katmak için haykırdık, yoldaş ultraslarla biraları yudumladık ve o yetersiz çakma İtalyancamızı bile zorladık. Maç öncesi faşist Triestina taraftarı gelirken de arkadaşlarda olan emanetleri paylaştık. İsveç’te özlemini duyduğumuz toplumsal tribün anlayışını hep başka yerlerde aradık ve farklı yerlerde bulduk. Gezi direnişi ve tribünlerin (özellikle de Beşiktaş tribünlerinin) etkisi yalnızca Türkiye’de kamuoyu yarattı sanmayın. 31 Mayıs sonrasında İsveç’teki arkadaşlar Gezi hakkındaki paylaşımlarında sürekli Çarşı’dan bahsediyorlardı. ’SİYAH’ diye bağırıldığında neredeyse İsveç’ten veya İtalya’dan ’BEYAZ’ cevabı gelecek kadar hissedilebilir bir dayanışmaydı. Buradaki durumu da bu yazının okuruna anlatmanın pek bir anlamı yok. Bu direnişi bir futbol sezonu olarak düşünürsek kazanan takım kesinlikle Beşiktaş oldu, gol kralları da Çarşı’nın ağabeyleri. O ilk günler Köyiçi’nde ve

“Nerede kaldın lan”ın Ruhu Akaretler’de yanımda futbolla alakası olmayan arkadaşlarım bile direnirken burada bulunmanın anlamını çok iyi biliyordu. Fenerli kuzenimin coşkuyla, Çarşı’yla beraber Gezi’ye yürüyüşlere katılmak için semte gelmesi, İsveç’ten Beşiktaş atkılarının bavulda yer bırakmayacak kadar çok sayıda ısmarlanması bir şeylerin göstergesidir. Kendi açımdan beş yıldır peşinden koştuğum İsveç’li kızı en sonunda tesadüfen İstanbul’da yakaladıktan sonra, gece vakti İnönu’nün önünde az kalsın benden soğutup, yarım saat en son yapılan Gençlerbirliği maçındaki direnişten bahsetmem ise ayrı bir hikaye… Benden sıkılabilirdi ama sanırım Beşiktaş’ın ruhunu o da az bile olsa yaşadıktan sonra semte kadar geldi sonrasında. Sabah evden ayrılırken de ”Beşiktaş’a yine gelmek isterim” demesi kesinlikle sadece benden kaynaklanmıyor, bundan çok eminim. Buranın havası farklı işte. Her insanın hayatta aradığı şeyi, o rahat

nefesi alabilmeyi tribünlerde ve miting alanlarında siyah ve beyaza bürünerek buluyorum. Hatırlamadığım bir maçın öncesinde Şairler Parkına gelince, Halkın Takımı’ndan bir ağabey “aa, sen de gelmişsin, hoşgeldin” demedi. ”Nerede kaldın lan” diye karşıladı. İlk Beşiktaş maçlarına tek başıma gitmeye başladığımdan bir kaç yıl geçmiş ve şimdi semtte yarım yılımı bile doldurmamıştım. Memleketimin neresi olduğunu öğreten sözler oldu bunlar. Türkiye’de neden renkli takım tutmadığımın kanıtı aynı zamanda. Benim yerim her zaman burasıydı ama bu son dönemde bunu bizzat yaşamanın hazzıyla hareket etmek daha da gurur verici. Beşiktaşlılık böyle bir şey. Yüzümüz gülse de yumruklar sıkılmış halde geziyoruz bu hayatta. Dilimizde tezahüratlar, sloganlar hep hazır. Besiktaşlı olmak vicdanlı, coğulcu, kucaklayıcı ve aynı zamanda tutarlı ve sadık olmaktır. Bunu yaşayamayan insanlara karşı kin ve nefret duymam, sadece onların adına üzülürüm. Yani övünmek gibi olmasın ama biz kara kartallıyız. Bu Gezi’den önce de sonra da direniş ruhunu taşımış olmak anlamına gelir. Dilerseniz buna ‘bitmeyen bir yolculuk’ da diyebilirsiniz. 13


Gezi Fatoş Genç Yakışkan Taraftar

1 Mayıs öncesindeyiz...

Çoğumuz işten evine dönerken ne yemek yiyelim, nerede oturalım veya hangi diziyi seyredelim gibi rutin ve anlamsız hayatımıza devam ediyorduk. Vergiler, faturalar, kira derken günler birbirinin aynısı gibiydi. Dünya haritası üzerinde bulunduğumuz konum itibarıyla yıllardır süregelen katliamları, yargısız infazları, haksızlıkları, feryatları duymazlıktan gelmek içimizdeki insanı her gün biraz daha öldürmüş, köreltmişti sanki. Aynı TV kanallarında, aynı suçlara, çıkarları ve korkuları yüzünden ortak olan aynı insan müsveddelerinin koca ağızlarından çıkan kocaman yalanları dinlemek zorunda bırakılıyorduk. Bu durumdan refahları uğruna hoşnut gibi görünen veya memnun olanlarla akıl tutulmaları yaşıyor, bu nedenle komşularımızla, arkadaşlarımızla ve hatta aile arasında çoğumuzun yaptığı gibi tartışıyor, etrafla ilişkimizi kesiyorduk yavaş yavaş. Umutsuz yüreğimiz, insanlığımızı diriltmek için avaz avaz bağırsa da, suskunluk daha kolay geliyordu, susuyorduk. Ve en sinsi, en acımasız oyunların kalesi korku imparatorluğu her geçen gün daha da işliyordu benliğimize. Tepki vermek istesek 14

Kadınları de bunu nasıl yapacağımızı bilmiyorduk. Biz sıradan halktık. İşçisi, esnafı, emeklisi, öğrencisi, velisi, öğretmeni, avukatı, doktoru ve taraftarıyla halk.

1 Mayıs...

Taksim yasaklandığı için birçok kişi Beşiktaş’taydı. Her taraftan acımasızca saldıranlar insanları gazla tıpkı Hitler gibi boğmaya çalışıyorlardı. Sonunda semtteki kovalamacadan yorgun düşen saldırganlar Uğur Mumcu anıtının orada kutlamalara izin vereceklerini söylediler. Özgürce yan yana durabilmek için ileri demokraside izin ! Eline bir bayrak kapan gelmişti meydana. Halaylar çekiliyor; marşlar, türküler söyleniyor; sloganlar atılıyordu ve gülümsüyordu insanlar birbirlerini tanımasalar da. Elindeki küçücük bayrağını kalan tüm gücüyle sallayan başörtülü yaşlı bir teyze çarptı gözüme birden ve çocuklar... .Çevik kuvvet tam olarak bizim solumuzda kalıyordu tomalarıyla birlikte. Bir an olsun özgürce davranabileceğimize inanan bizler aniden tomanın tazyikli suyuyla dağılıverdik. Rakife’ mle yan yanaydık. O an korkuyla eğildik, elimi tut dediğimi hatırlıyorum. Gözlerimiz o kadar

yanıyordu ki akan gözyaşlarımıza engel olamıyorduk. Az ilerde beyaz eşofman üstüyle duran eşimi zar zor seçebildim. Ayakta öylece duruyordu gözleri kapalı, istenilen hedef gibi. Başından aşağı sırılsıklamdı. Tuttum elini. “Cem iyi misin?” dedim. “Kaç çabuk” dedi “koş…Bırak beni”. “bırakabilir miyim ben seni, elimi tut!, Tut!..” . O eller, tutuşan eller ,Rakifem, ben ve Cemomun elleri. Etrafımıza bugün birçok kişiyi sakat bırakan, öldüren gaz bombaları yağıyordu. Ağzımızdan burnumuzdan giren gaz midemize kadar inmişti. Nefes alamıyorduk ama yürümeye devam ettik ve ara sokaklarda binlerce insanın aynı durumda olsa da birbirlerine yardım etmeye çalıştıklarını gördük. Cem hala göremiyordu. Kör oldu sandım, sarıldım iyi misin diye. Derken ben de yanmaya başladım. Kollarımız, yüzümüz hep yanıyordu. Onca insan acı içindeydik.

Son maçımız.

Taraftar olarak İnönü’ ye veda edeceğimiz son maç. Mabede son bir buse. Çocukluğumuzun, anılarımızın geçtiği; nice kahkahaları, nice marşlarımızı söylediğimiz; o gök kubbeye baktığımızda


dev gibi dallarıyla üzerimizi örten ağaçlı yol. O kadar kalabalık ki o gün semt, işyerim tezahüratlarla inliyor. Alışık olduğumuz bir durum bu çünkü maç günü neşe içindedir insanlar burada. Balık pazarı, Kazan.. Ama o gün insanlar hüzünlü, buruk. Elinden elma şekeri alınmış çocuklar gibi hepsi... Çünkü gün veda günü. Genci, yaşlısı, kravatlısı, eşofmanlısı çoluğunu çocuğunu kapan herkes aileleriyle Beşiktaş’ ta o gün. Aniden büyük bir uğultuyla inledi ortalık. Kaçışan insanlar pasaja doğru geliyorlar. Ne olup bittiğini anlamaya çalışan biz esnaflar atılan gaz bombalarından korumak için alabildiğimiz kadar insanı mağazalara almaya başladık ama gaz içeri de giriyordu ve yine o malum görüntü, nefes alamıyorduk.

31 Mayıs...

O Gece insanların çığlıkları kulaklarımıza kadar geliyordu sanki. Nasıl uyuyacak, nasıl rahat koyacaktık başımızı yastığa hiçbir şey olmamış gibi, üstelik yaşları gencecik pırıl pırıl insanlara saldırılırken. Kalkıp yürüdük yürüyebildiğimizce. Seslendik etrafa seslenebildiğimizce ve çoğaldık, çığ olduk Geziye doğru akan... Tanıdığım herkes çok öfkeliydi artık. Yaşam haklarına saygı göstermeyen bir zümre tarafından istenmediklerini biliyorlardı. 31 Mayıstan sonra artık hiçbir şey eskisi gibi değildi. Kan uykusundan uyanmıştık hepimiz. Yıllarca zulüm ve haksızlığın gölgesinde ya da uzağında değil tam içindeydik artık. Herkesin bir hikayesi vardı ve de içine çöreklenmiş bir acısı… Öyle güzel insanlardı ki onlar ailenize bile yıllarca anlatamadığınız şeyleri konuşmadan anlayabiliyor-

lardı sanki. İşte ben bu zor günlerde tariflendiremediğiniz ama şahit olduğunuz zulüm dolu günlerde tanıdım bazılarını. İnan’ ın yüreğindeki adalete inandım. Önder’ in huzur veren sessiz ve güçlü duruşuna.. Emrah’ ın vicdanındaki üzgün sesini duydum, Tolga nın haksızlığa karşı öfkesini gördüm. Ercü ve Mostranın ARKADAŞ özlemini hissettim gözlerinde. Özgür’ ün kelimeleri kifayetsiz kalınca Tuncer in “Siyaaah !...” ı yetişti imdadımıza.

Ve ben orada Dünya’ nın en güzel kadınlarını gördüm.

Öncesinde saçının balyajını, ötekinin kalçasını eleştiren içlerindeki o prensesleri öldürenlerden intikam alırcasına küçük cadılara dönen kadınlar... 31 mayıs sonrasında belki de uzun zamandır ilk kez yüreğinin sesini duyan kadınlar. En öne geçtiler yıllarca itilmişliğin

hıncıyla ve gitgide özgürleştiler… Özgürleştikçe daha da güzelleştiler. Beyaz atlı prenslerin yerini Hürriyet aşkı sardı. Yeri geldiğinde panzerin önünde kelebek misali özgürlüğün simgesi olan,; yeri geldiğinde de evlatlarını, kardeşlerini koruyan panter kadar yırtıcı kadınları gördüm. Ve Nevra’ mın, Rakife’ min, Füsun’ umun, Suna’ mın, Aylin’ imin, Kutas’ ın, Esma’ nın telaşlı, ürkek bakışlarında hüznü gördüm. Paylaşıldığında hüznün bile güzelleştirdiği bu kadınlar hep bir ağızdan başladıklarında devrim türküleri söylemeye, sel olup taştık ve büyüdük acının beşiğinde daha da güçlenerek. Her yeni gün daha da filiz verdik, daha da güzelleştik. Biz eskisi gibi değildik artık ve bundan böyle hiçbir şey de eskisi gibi olmayacak…

15


Hakan Kirezci Beşiktaş taraftarı

Direniş sürecinin bol empati sağanağının ferahlatıcılığı ile isyan duygusunun o dayanılmaz lezzeti kitlelerce doya doya tadılırken karşımıza çıkan tek öcü sadece polisler, tomalar ve biber gazı değildi. Kendi içimizde de iki öcü yaratmayı başardık: örgüt ve politika… Örgütlü olmak, politik olmak sanki suçmuş gibi, dahası hainlikmiş gibi sunulup her türlü örgüt flaması ve politik söylemlere ters ters bakıldı. Sosyal medyada da bazı entelektüellerin bu vezinde söylem ve edalarını görünce sorasımız geldi nedir ki örgütlü olmanın kötü tarafı? Hatta politika diye korktuğun şeyi bir tarif et hele de bakalım bir ne mene şeymiş bu politika öcüsü. Gelen karşı cevaplar Serdar Ortaç şarkıları gibiydi. Başka başkaymış gibi sunuluyor ama hepsi aynı tekdüze ritim üzerine tıklayıp duruyor… Efendim, apolitik bilgisayar gençliği 68’in ve 78‘in örgüt sarmalındaki politika boğuntusuna prim vermeden ayaklanma nasıl olurmuş göstererek hepimize bir ders vermiş16

TARİH TEKERRÜRDEN İBARETTİR… miş. Çeksinmiş 68’li ve 78’li eski tüfek devrimciler ellerini de çocuklar rahat rahat işesey… devrim yapsaymış. İşte, buna benzer bir türkü çığrılıp duruyor o taraflarda. İşin garibi bu tür söylemlerin bayraktarlığını yapanlar arasında 68’li ve 78’li o kadar çok ki ‘ulan’ diyesi geliyor insanın ‘bunlar sahiden bir zamanlar hainlik yaptıklarını mı düşünüyorlar şimdilerde?’… Ha, bunu diyen 13 kuşağından birine –en azından benim- hiç rastlamamış olmam da ayrıca bir traji-komik. Demek zamanında iyi kötü bir örgütsel yapı içerisinde (okul derneği, gençlik kolu vs) bir iki slogan atıp, felsefenin başlangıç ilkelerini yarıya kadar okuduktan sonra (o bile çok ya) bütün sol külliyatı yutmuşcasına senelerce alemlerde Hint horozu misali dolaşanlar bir türlü halkın uyanıp peşlerine takılmadığını görünce; e, hiç değilse başkaları olsun bir tanecik bile devrim yapamayınca örgütüne de, politikana da deyip hepten küsmüşlermiş. Geri çekilişin de devrimci bir vakar içerisinde

olması gerektiği hasebiyle de: ‘bizden bi bok olmaz aga…’ ‘Biz birbirimizi yedik oligarşi de bizi ezdi geçti işte…’ ‘72 fraksiyona bölünürsen devrim mi olur?’ makamında somut durumun somut tahlillerini de bir güzel yaparak sütre gerisinde yılların yorgunluğunu atmak üzere istirahate çekilmişler: Hüloooğğ!.. Örgüt kelimesi kökünden yaprağına kadar meramını en güzel anlatan kelimelerden biri. Örmek kökünden türet türetebildiğin kadar. Örgü mesela… Şimdi elinizde bir kucak ip var. Yığın bakalım bir futbol sahasında kalelerin ardına. Şöyle sıska bir topçunun ilk şutunda alayı sütlaç… Oysa ne yapıyorlar? Onları belli bir sistematikte birbirine bendediyorlar, yani örüyorlar ki adına file denilen örgü çıkıyor ortaya; işte o zaman ardında başka bir ip olmaksızın darbeyi yiyen her nokta o darbenin şiddetini diğerlerine rahatlıkla dağıtabiliyor. Öyle ki o hışımla gelen hayın top bile ‘pardon abi’ der gibi sönüp kalıveriyor ayaklarının dibine. İşte


o ipliklerin örülmüş haline örgü denirken ortaya çıkan olgunun adıdır örgüt. Gücünü kurallara bağlı olarak diğerlerine kenetlemektir. Örgütlülükte matematiğin genel geçer kuralları işlemez. Yüz adet birin arasına virgül koyup yığarsan eşitliğin karşısına sıfır yazabilirsin. Ancak aralarına artı koyarsan eşitliğin öbür tarafı yüz değil 400 olur, 500 olur. Zor örülür örgü kolay çözülür yalnız öyle de bir huyu vardır. Uygun yerden yiyeceği tek bir kesikle doğru yöne çekilirse uzaar gider iplik çözüle çözüle ki bir özgürlük rüzgarı çarpar yüzüne. O gazla daha kolay çözülüverir ve bir bakar bir kazığın etrafına yumak edilivermiş. Bağlarından kurtulmuş olmakla özgürleştiğini sanan o iplik parçası kafayı bir kaldırabilse o yumağın içinden, etrafına yumak edildiği kazığın en tepesinde kendine kesik atan baltayı da görebilirdi ama artık çok geç. Görse ne olur görmese ne olur o da ayrı mesele. İşte bu kaka örgütlülüğün, adına politika denilen daha kaka bir ifrazatı daha var ki direnişlerden uzak. “Bu hareket apolitik bir harekettir”

Buyurun bu da direnişimizin bir başka yıldızı. . Gençliğinde politika adına söylenenlerden hiç bir şey anlamadığı için politikayı sadece seçimlerden seçimlere sandığa gidip oy vererek, akşam TV başında çekirdek-bira eşliğinde kaşınırken açılan sandık sayısı sayıp etrafındaki çoluk çocuğa makarna kömür ve white sea gevezelikleri etmek, uykusu gelince de “yok arkadaş, bu halktan bi bok olmaz” diye yatmaya gitmekten ibaret bir şey sananların en sevdiği şarkı işte böyle başlıyor. Bir bakıyor ki birileri hükümete saydırıyor ama o birileri hiçbir bildiği partiden söz etmiyor. Hepsi şarkı söylüyor, halay çekiyor, slogan atıyor arada ve işin garibi gülüyor çoğunlukla. Ölseler de gülüyorlar, gözleri çıksa da gülüyorlar. Öyle Güneydoğu’da ya da Ortadoğu’da gördükleri (TV’den tabii) gözleri çakmak çakmak öfke saçan, ellerinde taş ya da o ayıp molotoflarla devlet taşlayıp Toma yakan Kürt ya da Arap çocuklarına da benzemiyorlar. Hepsi de güzel güzel kızlar erkekler ve en önemlisi apolitikler. Arada “faşizme karşı omuz omuza” falan diye bağırı-

yorlar ama faşizmin ne olduğunu (Allaha şükür) bilmediği için onu hala bir yerlerden gelmeye çalışan politik bir yaratık sanarak aman geçmesin diye o da bağırıyor hatta. Geçerse maazallah herkes politik oluverir ve devrim güme gider; malum, faşizm politik bir kavramdır, o kadarını da biliyoruz artık. Eee? Şimdi ne yapacağız? Oturup bir de politika şudur budur mu diyeceğiz. Aman uyandırmaya gerek yok bunları. Bırakalım bir halk direnişinin mayasındaki politik özün tadına bakamasınlar. Eğer bir anlamaya başlarlarsa yediğinden içtiğine, 50 kuruş verip işemesinden boynuna kravat takmasına kadar varoluşunu düzenleyen her kuralın politik olduğunu; bir anlamaya başlarlarsa hemen örgütlenip hepimizin adına politika üretmeye kalkarlar ki kendi adıma faşizmin en koyusuna maruz kalmayı bin kere tercih ederim. Hey hey sakin ol Dünya’lı entelektüel biz örgütsüzüz; hepimiz apolitiğiz…

17


Devrim Cem Erturan

Taraftar Hakları Der. Başkanı İki sene önce, polisin Hopa halkına yönelik saldırısında kullandığı biber gazı nedeniyle hayatını kaybeden Metin Hoca’nın (Lokumcu) anıt mezarının açılışıyla ilgili tören etkinlikleri nedeniyle 31 Mayıs günü Hopa’daydım. İstanbul’dan gelen haberler, kürsüden yapılan konuşmalara ve sloganlarımıza da yansımıştı. Akşam olup da, penguen belgeseli değil direniş haberlerini ekranlarına aktaran tv kanallarını izledikçe ve İzmir’deki arkadaşlarımızdan bilgiler aldıkça yaşananların boyutunu daha net şekilde görmeye başlamıştım. Hele ki Kadıköy’de toplanan insanların Beşiktaş’a gitmek için yürüyüşe geçmeleri, zihnimde oluşan fotoğrafın yerle bir olmasına yetmişti… Ertesi gün İzmir’e geldiğimde, Akp Konak İlçe binasının bulunduğu Basmane Meydanı’na çıkan bulvarlar ve sokaklarda barikatlar kurulmuş, ateşler yakılmıştı. Dahası, Gündoğdu Meydanı’na insanlar sel olup akmış, ilçe ve mahallelerde de insanlar evlerinden sokaklara caddelere çıkmıştı. Taksim Gezi Parkı direnişi ve dayanışma eylemlilikleri sürecinde taraftarlar, gerek tribün bestelerinin ritimlerine uyarladıkları sloganlar gerekse de polisin sulu-gazlı sal18

Taraftarlar zaten direnişteydi… dırısı karşısındaki militan tutumlarıyla başta İstanbul’da olduğu gibi İzmir’de de daha ilk günden itibaren milyonların gönlünü fethetmişlerdi. Taraftarlık ve tribün kültürü konusunda bana sürekli yergide bulunan birçok arkadaşım, daha önce söyledikleri sözler için bizzat özür dilediler bu süreçte. Oysa 31 Mayıs’tan üç hafta önce, yani 12 Mayıs’ta İzmir’de Göztepe-T. Linyitspor maçının 80.dk’sında tribünlerde başlayan ve maçın bitişiyle stad dışına ve İzmir sokaklarına kadar taşan olaylar nedeniyle bir Göztepe taraftarı olarak ertesi ve daha ertesi günler çevremdeki birçok arkadaşım tarafından yine yoğun eleştirilere maruz bırakılmıştım. İçinde olmadıkları için tribünlerde neler olduğunu, taraftarların neler yaşadıklarını bilmeyenlerin, olayları medyanın sunduğu ‘futbol terörü’, ‘taraftar şiddeti’, ‘futbol holiganları’ gibi başlıklar altında okuyup, dinleyip öğrendiği (!) bir ülkede taraftarları anlamalarını beklemek hayalcilik olurdu. Ayrıca 3F kavramsallaştırması dolayısıyla ‘siyaseten’ futbola bir hayli mesafeli duranlar, ne yazık ki bu alanda yaşananları ‘doğru yer’den kavra-

maktan da uzakta durmaktalar. Meseleyi anlamak için öncelikle, tribünlerin toplumun minyatürü olduğu gerçeğini görmek gerekir. Yani tribün dediğimiz alanda olan-biten her şey, yaşadığımız ülke ve içinde bulunduğumuz toplumsal ilişkilerin bir yansımasıdır. Ülkemizde ve toplumumuzda aile içinde başlayıp okulda, sokakta, işyerinde devam eden ve hatta mecliste bile sıkça görülen sözlü ve fiziki şiddeti tribünlerde de görmekteyiz. Ülkemizde kadına yönelik şiddet, kadın cinayetleri, bebek ve çocuklara yönelik şiddet konularındaki yaygınlık kaygı verici boyuttayken, tribünler ve taraftarların şiddet konusunda hedef haline getirilmesinin sebebi bu alanın futbolun egemenlerinin ihtiyaçlarına göre yeniden düzenlenmek istenmesidir. Stadların modernizasyonuyla birlikte tribünlerin de sterilizasyonu istenmektedir. Bütün bunlar için de tribünlerden, yoksul ve alt gelir grubuna mensup taraftarlar tasfiye edilip belirli bir gelir düzeyine sahip sürekli müşteri özelliği olan seyirci kitlesine yer açılması gerekmektedir. Bu sterilizasyon sürecinde hedef aynı zamanda tribün kültürüdür.


İşte bütün bunlar; bir zamanlar rakip taraftarların aynı tribünde yan yana oturup maç izlediği dönemlerden günümüzde deplasman yasağı uygulamasını hayata geçirmek, sürekli artan yasakları devreye sokmak, bu alana yönelik yapılan yasal düzenlemelerde taraftarı cezalandırma anlayışı temel alınmak, emniyet görevlilerinin keyfi uygulamalar ve orantısız güç kullanımıyla taraftarlar üzerinde baskı kurmak suretiyle yapılmaktadır. Dolayısıyla da taraftarlar, her hafta maruz kaldıkları bu uygulamalara karşı direnmek zorundaydılar ve direnmekteydiler. Taraftarlar, bu ülkede yaşayan her bireyin yaşadığı sorunlar ve hissettiği otoritenin bir fazlasını da tribünde olmaktan kaynaklı yaşamaktadır. Yani sınıfsal, cinsel ya da etnik kökeninden dolayı her bir bireyin yaşadığı zorluklar ve sorunların yanı sıra taraftar olmaktan dolayı da başka zorluklara ve sorunlara muhatap kalmaktadır. Böylesi bir süreci her hafta yaşa-

yan taraftarlar, Haziran Ayaklanması sürecinde tereddüt etmeden sokağa çıkmış ve toplumun diğer kesimlerinden insanlarla barikat yoldaşlığı yapmıştır. Haziran Ayaklanması aynı zamanda, normal koşullarda birbirlerinin canına kast edecek düzeyde düşmanlık duygusu pompalanmış farklı takım taraftarlarının yan yana gelmeleri durumunda nasıl bir güce ve etkiye dönüşebileceklerinin görülmesi bakımından da önemli bir deneyim ortaya çıkartmıştır. Aslında bu yan yana gelişlerin birkaç pratiği zaman zaman yaşanmaktaydı. Ancak, bu seferki çok farklıydı. çArşı’ liderlerine yönelik operasyon karşısında, ülkenin dört bir yanında çArşı’ya sahip çıkıp destek olan taraftar grupları vardı bu sefer... Artık herkesin, “Artık Hiçbir

Şey Asla Eskisi Gibi Olmayacak” dediği bir dönemde, hikaye-

yi geriye doğru sardırmamak çok

önemli. Zalimin zulmüne karşı meydanlarda ve sokaklarda omuz omuza mücadele eden taraftarlar olarak yaşadıklarımızı, uzak bir geçmiş gibi nostaljiye bağlamadan geleceği kazanabilmek için yarınlara taşımalıyız. Penguenci medyanın göstermediğini gördüğümüzü, gösterdiklerinin ise gerçeklerin gizlenmiş ve tersyüz edilmiş hali olduğunu unutmamalıyız. Muktedirler karşısında, farklılıklarımızla birarada durmayı başarabildiğimiz oranda güçlü olduğumuzu hatırlamak, birimize yapılan saldırıyı hepimize yapılmış bir saldırı olarak görüp tavır koymak ve sezonun ilk maçında ‘bu daha başlangıç’ dedirtecek bir omuz omuzalık ortaya çıkartmak kazanacağımız yarınlara dair araladığımız kapının ardına kadar açılması anlamına gelecektir. 2013-2014 sezonunun tribünlere ve taraftarlara özgürlük getirmesi dileğiyle…

19


Fatih Efe

Halkın Takımı Beşiktaşlı direnişçi Adana’da geniş halk kitlelerinin direnişi ilk günlerde çok şiddetli şekilde olmuştur. Atatürk caddesindeki ilk direniş yoğun gaz bombaları, plastik mermiler, Toma saldırılarına karşı halkın yeniden organize olarak tek yumruk halinde isyanını bayraklaştırmasıyla başlamış, günlerce sürmüştür. Ara caddelerde yapılan lokal gösteriler, ana caddelerde buluşmuş sel olup itirazın demir yumruk olmasını sağlamıştır. Polisin çoğu zaman yetersiz kaldığı, halkın sokaklarda inisiyatifi ele aldığı bir gerçektir. Başlangıçta örgütlü olmayan hareket kendi içinde dinamizmini koruyarak yatay kontrol mekanizmalarını da oluşturarak görülmemiş bir örgütlülüğe ulaşmıştır. Akkapı halkının direnişi 2 adet Toma ve 1 zırhlı personel taşıyıcının tahrip olmasıyla sonuçlanmıştır. Halkın, polisin vahşi saldırganlığına karşı direnenlere yardım etmesi ve dayanışma görülmeye değerdi. Bu anlar bizleri çok duygulandırmıştır. Atatürk parkında devrimci hareketler, dernekler ve sendikalar standlar ve çadırlar kurarak Gezi parkının bir benzeri oluşturdu. Tüm kapitalist öğeleri bu parkta ortadan kaldıran devrimci yoldaşlar minyatür bir komün kurdular. Halkın Takımı -çArşı olarak Adana Büyükşehir belediyesi önünden Atatürk parkına kadar yürüyerek pankartlarımızı astık ve halkın büyük ilgisini gördük. Adana’da yapılan tüm eylemlerde bulunduk; gerek halkın içinde, gerekse pankartlarımızla yürüyüş kortejinde isyanımızı haykırdık. Halkın topyekûn direnişi, yaşadığımız ve bildiğimiz kadarıyla Adana tarihinde bir ilk olmuştur. İstanbul başlangıçlı, insanlık onuru merkezli direnişin ilk gününden itibaren Adana halkı yoğunluklu, kitlesel

Adana’dan Gezi Parkı Direnişine; Atatürk Caddesi Direnişi, Akkapı Direnişi, Baraj Yolu Gösterileri İle Yumruklu Selam ve kesintisiz bir eylem-direniş hattı izlemiştir. 1 Haziran’dan itibaren Atatürk Caddesi, Gazipaşa Bulvarı’ndan başlayarak, Ziyapaşa Bulvarı, Turgut Özal-Kenan Evren Bulvarı, Baraj Yolu (Bülent Angın Bulvarı), Akkapı Mahallesi ve Atatürk Parkı direnişin hayat bulduğu ve derinleştiği alanlar oldu. 1 Haziran Cumartesi Gazipaşa Bulvarı, şimdiye kadar yalnızca sendikaların miting güzergahı ve ‘popüler kültür yozlaştırması portakal çiçeği festivali’ gösteri alanı olurken, bugün, polisin saldırısına karşı barikatların kurulduğu bir yer oldu. Birbirini tanımayan, herhangi politik ritüeli olmadığı belirgin olan binlerce kadın ve erkek barikatı sahipleniyor ve polise direniyordu. Bu, devlet-hükümet baskılarına karşı yıllarca sessiz kalmış, sindirildiği sanılmış halkın birikmiş haykırışıydı. Herkes şaşkın ve bir o kadar heyecanlıydı. Ne olduğu ve nasıl olduğu konusunda herkes şaşkınlığını ve heyecanını ortaya koyuyordu. Fakat direnmenin ve haykırmanın gerekli olduğu bilincindeydi. ‘Susma sustukça sıra sana gelecek’ sloganının hayata geçmesini yaşıyordu halk. Sıra gelmiş ve sırasını kullanıyordu. Neler yapabilirimi kimseye sormadan, yoldaşlık ruhu ile yardımlaşma, barikata destek, polise direniş, politik-savaş sahnesi şeklinde destanlaşıyordu. Eylem ve kitle psikolojisi tecrübesi olan ve ilk defa eyleme en sıcak yerinden katılanlar ile binlerce insan sanki yıllardır tanışmış ve planlamış şekilde eylem dayanışması yapıyordu. İlk defa biber gazı, tazyikli toma suyu, akrep ile tanışan binlerce insan ayaktaydı. Limonun ve sütün hayattaki değişik faydalarını öğreniyordu. Yollarda biber gazı saldırısına uğrayan insanların yardımına

apartmanlardan limon ve sütler atılıyor, bina ve evlere eylemciler davet ediliyordu. Bu dayanışma polisin saldırısına karşı sokakları daha da güçlendiriyordu. Yıllardır mücadele sürecinde bulunan kişiler olarak, yaptığımız eylemlere az da olsa caddelerden geçerken alkış dahi aldığımız çok nadirdi. Fakat bu kişiler bugün hayatında ilk defa biber gazı, toma, akrep, barikat, direniş ve dayanışma ile tanışıyordu. Alkışla dahi destek vermediği emekçi sınıfının verdiği mesajları canlı canlı yaşama ile karşı karşıyaydı Adana sokakları. 12 Eylül’den bu yana sindirilmiş, yıldırılmış, baskı, işkence ve idamlar görmüş, kapitalist sistemin krizleriyle ve ağır sömürü ortamında neoliberal politikalara karşı toplum yeniden ayağa kalktı. Onlarca yıldır emek ve sınıf mücadelesi kısmi olarak devrimciler ve devrimci kurumlar tarafından verilmekte iken, süreç küçük ve orta sınıf burjuva hareketi tepkisi şeklinde kendisini ortaya koymuştur. Sınıfsal kimlik kazandığı sürece de daha güçlü olacaktır. Fakat Türkiye ve Halkları özgülünde beklenmedik bir yaratıcı-üretken bir dayanışma ile kesintisiz bir şekilde mücadelenin devam etmesinden dolayı Halkın devrim yürüyüşünde önemli bir süreç ve kazanım olarak, ölümlere, yaralanmalara, gözaltı ve tutuklamalarına rağmen devam edecektir. Bizler de Adana’da Halkın Takımı -çArşı olarak bu yürüyüşün parçası olmaktan dolayı haklı gurur taşıyoruz. Halkın Takımı -çArşı olarak gerici-faşist tüm odakların her türlü engellemelerine karşı onurlu yürüyüşümüz devam edecektir.


Bağış Erten Gezi’nin beşinci günüydü sanırım. Ta 96 Koordinasyon döneminden kalan bir grup arkadaşla ne olacağını/olabileceğini (haliyle ne olmaması gerektiğini de) tartışıyorduk. Hemfikir olduğumuz bir şey vardı: ‘Mevzi savaşı’ meselesini iyi değerlendirmek lazımdı. Taksim ‘bizimdi’. Alanları korumak lazımdı. Beşiktaş’ta direnmenin bir alemi yoktu. Hatta 3 Haziran pazartesi günü ‘normal hayat’ yeniden başladığında Taksim Meydan’da kalmak bile ‘akılcı’ değildi. Gezi’ye çekilmeliydik. Haddimizi bilmek gerekti, polise karşı direnç bir yere kadardı vesaire... Hangi had, hangi sınır, hangi ölçü? Yıllarca eylemlilik içerisindeki insanlar olarak bizim sınırımız bu kadardı işte. Yılların ‘devletlu’ korkusuyla daha fazlasını istemeyi göze alamıyorduk. Ama Gezi bambaşkaydı... Beni bu dar alanda sıkışmışlıktan kurtaran şey, ‘boşa kaçan’ POMA

HER YER ÇARŞI HER YER DİRENİŞ oldu. Önce haberi geldi: Birileri POMA yapmıştı. Kim olduklarını da duyduk, nasıl yaptıklarını da. Ne der bir Ömer Üründül atasözü: Futbol kolektif bir oyun neticede. Deplasmanda atılan bir gol misali sevindik. Ama sonra kendimize geldik. Deplasman değil evinde oynuyordu Çarşı. Ve her şey semtini korumakla başlamıştı. Açık konuşayım, futbol tribünlerinde solcu rüzgârlarla ilgili çekinceleri olan biriydim. Tribünün kendi solcuğunu yapmak (ne gibi: ucuz bilet kampanyaları, deplasman yasağına karşı ortak eylem vesaire...) yerine slogan solcuğuna sıkışmışlıktan şikayet ediyordum. Pek çok tribünü esir alan bir şeydi bu. Ama Çarşı o zaman da başkaydı. ‘Anarşiktiler’, yaratıcıydılar, fırlamaydılar. Ama madem açık konuşuyoruz, onlardan da şikayetçiydim. Ligin bitmesine iki hafta kala İşkur’la işbirliği içindeki o pankartlara basbayağı içerlemiştim. Karşı olmak devlete karşılıkla başlardı, inanmayan Optik Başkan’a sorsun. Bu bir kaza da değildi hani. Daha pek çok şey daha vardı. Homur homurdanıyordum bir kaç senedir... Ama n’oldu? Gezi geldi, neşesi, dinamizmi ve aklıyla ruhumuzu temize çekti. Nefesimizi, zihnimizi açtı. Muhtemelen Çarşı’nın da ve pek çok farklı takımın taraftar grubunun da... Futbola bu kadar benzeyen

bir devrim görmek bize nasipmiş. Kademe de vardı, ofsayt da... İkili mücadele de, faşizme karşı omuz omuza da... ‘Sık Bakalım’ siyah-beyaz bir besteydi. “Zıpla, zıpla, zıplamayan...” bir tribün folklörüydü, zaten herkesin yükseleni Çarşı’ydı, her yer futbol her yer direnişti. Ya da bizim gözümüze öyle göründü. Şimdi bunları söylüyoruz ama gün geçecek, devran dönecek, tribünler bu Gezi barışını muhtemelen çok kısa sürede unutacak. Gene erkek, maço dilimizle, ana avrat gideceğiz birbirimize. Yan yana dövüşenlerin burun buruna gelmesi an meselesi olacak. Yine de ben unutmayacağım, unutturmayacağım. Herkesi de bunu yapmaya davet ediyorum. O gün omuz omuza dayanışanları, 31 Mayıs günü süvari alayı gibi gelen Çarşı’yı, Beşiktaş’ta saldırı var, deyince Taksim’den koşmaya başlayan ve avazı çıktığı kadar ‘Beşiktaş sen bizim her şeyimizsin’ diye bağıran sarı-lacileri, sarı-kırmızıları, bordo-mavileri, Demirsporluları, Gözgözlüleri... U-nut-ma-ya-ca-ğız. Şu da kesin tabii... Evet, herkes vardı, her yer vardı, ama birinciliği siyahla beyaz kaptı. Kim söylemişse iyi demiş. Artık hepimizin yükseleni Çarşı. Ve bu sezon beni bir tek şey çekiyor: Beşiktaş maçları. Recep Tayyip Erdoğan Stadı’nda ‘her yer taksim her direniş’i duymak hoş olmaz mı? 21


Cem Unutmuş

Üzüm kokan semt yazarı Bağımsız spor yazarı Bir tarif arayacağız. Kimimiz gazın, copun, sopaların, tekmenin hissini ifade edecek. Kimimiz birlikteliği haykıracak; ırk, din, dil, mezhep gözetmeksizin insanlık ruhunun, tüm Dünya halklarının da desteğiyle duruşunu ifade edecek. Kimimiz onulmaz kayıplarımızı, ölen ve yaralananları, travmaları hatırlayacak; kimimiz vali ve siyaset dünyasını, kimimiz kazandıklarımızı, kimimiz de kaybettiklerimizi. İzmir’de bir heyecan ve coşkuydu ilk günlerin köşe kapmacaları. Ne olacağını sorgulayan kitleler ve endişeler içerisindeyken, bir anda tüm ülkenin derin bir kavgaya, talebe ve özgürlük açlığına isyankâr doğada yoğrulup yanıt arandı. İlçeler, dalgalar yükselircesine Alsancak’a insanları attı. Alsancak; trenlerle maçına gittiğimiz stadyumu AVM olmasın diye direndiğimiz, kızlı erkekli gezip keyfettiğimiz o tanımsız ve anlamsızlaştırılmak istenilen ilçe direnişin İzmir başkenti oldu. Gündoğdu Gündoğdu meydanına; gece doğdu acizlere, gece doğurdu, sancı doğurdu, mücadele ve direniş doğurdu günü. Sokakların kokusu, ifade ve özgürlükleri kısıtlanan genç neslin haykırışlarıyla doldu, 22

ACILIĞIN EKSİLMESİN AĞZIMIZDAN, BOYUNA TÜKÜRELİM, BOYUNA… provokasyon her daim oldu. Gazın dünyası umutlarımızı yoğurdu. Benim için Buca’daki yürüyüşler ve Alsancak’ ta softlaştırılarak sadeleştirilen direniş İstanbul’a odaklanmıştı. İnsanlara büyük saygı duyuyorum ancak ifadelerim tamamen katlı otoparkın işkencehaneye dönmesi, ara sokaklarda insan olamamışların ellerindeki sopalar ile Basmane’ de önü kesilen yürüyüşler ve pasifleştirilen yönü, beni İzmir’deki arkadaşlarımın yanından alıkoyarak İstanbul’a taşıdı. Evdeki hesap tam anlamıyla Çarşı’ya uymadı. Stadyumların şehir şehir AVM yapılma sevdası kadar sessiz bir isyan vardı içimizde. Telefonlarda yaptığım görüşmelerle İstasyon’u kuran arkadaşım Hakan davet etti beni özellikle. Gitmeliydim, gelmeliydim, gelgitlerimle görebilmeliydim. Hafızam beni “Acının tarihi” adlı şiiriyle Turgut Uyar’ın bazı dizelerine götürdü öncelikle. ‘’ben şimdi diyorum ki bir bak şu alanlara sokaklara köprülere kiremitsiz damlara taşlara sopalara aman vermez silahlara şehir haritasına, trafik lambasına, kan içinde adamlara

kan içinde adamlara kan umutsuzluktur ona kendini hazırla ne kadar yalnız olduğumuzu hep hatırla açlıkları yoklukları kırımları -örneğin sensiz olmak ömrümün bir akşamındabir bölgeden birine giden orduları uçaklarla yalanlar ihanetler karmakarışık limanlar iki şeyin apansız karşı karşıya geldiği dünyada ben şimdi diyorum ki buna inanmak gerek bir susam gibi boyuna sulamak umutsuzluğu ve direnmek hep direnmek devam etmek adına diyorum ki acılığı eksilmesin ağzımızdan boyuna tükürmek için boyuna’’

(Turgut Uyar- Ağustos 1969 Yeni Dergi , Acının Tarihi şiirinden alıntıdır.) Bir yazar düşünüyorum sürekli Gezi’de, direnişlerde. Sonu nasıl olacak; bir direnişin tarifini, haklılı-


ğını, zaferini nasıl anlatabilir insan kusursuzca. Turgut Uyar biber gazının acılığını tarif eder gibi bakmış 69’da Yeni Dergi’de. Boyuna tükürmek için. Direnen insanlara farklı bir tepki kazandırdı; tükürmek. Size ait olmayan, içinizdeki o hissi, düşünceyi, duyguları; bizleri esir almış tüm korkuları, baskıları, kaygıları yediğimiz gazlarla tükürmeyi, öğürmeyi ve dışarı atmayı psikolojik olarak edindik adeta. Dimdik durduk, sıkılan her gaz zerresi bizleri hükümetlerin ve siyasilerin yalanlarında yeşermiş haksızlık ve adaletsizliklerini tükürerek boyuna dışarı atmaya zorladı, yalan yanlış haber üreten televizyon ve gazeteleri reddetmeye zorladı. Boykotlar, bankalara dikkat edelim mi diyen insanlar. Ne harcayalım, nasıl ve nereye harcayalım, küçük esnafa yönelelim, beş lira verip ayakkabılarımızı kenarı söküldü diye atmayıp tamircilerde diktirelim. Tüketen iktidarların sömürü düzenini gaz kapsüllerine vole çakarcasına iteleyelim ve öteleyelim. İstanbul benim için çok daha heyecanlıydı, kaçan, kovalayan, direnen. Gezi’de bir dönem hayatımdan çıkan ama tek aşık olduğum kızı beklediğim parktı. İzmir’den gelip önünden her geçi-

şimde biraz daha unuttum o parkı. Oysa ne güzel de demişti Turgut Uyar ‘’ bir bozuk saattir yüreğim, hep sende durur’’ diye. Ben ona gidemedim ama Gezi bizi bile birleştirmişti artık. Parklar özgürlük alanları aslında. Oyunun, yeşilin, özgürlüğün, nefes alınan doğayla temasın sınırlı alanları. Onlar için AVM bizler için özgürlük; onlar için taşları yenilenen, milyonlarca liralık faturalarla bakıma aldık ettik dedikleri para tuzakları, en kötü sömürebildikleri haliyle. Sandık demokrasisini istemiyor artık bu halk. Sandıktan sandığa sömürülmek; kimin, nasıl ne şekilde belirlediği bilinmeyen seçim sistemine, adaletsizliğe boyun eğmeden dikilen bir ruhu kazanmak istiyor. Kendi kararlarını almak, kendi kaderini belirlemek. Kendi belirlemediği vekil ve başkanların kendisini yönetmesini izlemek istemiyor daha fazla.

‘’Seni görünce dünyayı dolaşıyor sanki insan’’ Edip Cansever...

Gezi’yi gördükçe Dünya’ nın tüm milletlerinden insan görür gibi, dünyaları gezer gibi. Yanımızda olamasalar da ruhen onları hissedebildiğimiz, felsefesini düşle-

yebildiğimiz kabulü niteleyebildik. Bahçedeki ufacık çocukları ‘’Bahçede çocuklar vardı, çocuğundan öptüm seni’’ diyen Cemal Süreya kadar içten sarılıp öpebildiğimiz günlerdi; çocuklarımıza, torunlarımıza anlatacağımız bir yengi. Biraz onları, İstanbul’u yaşamış kalemlerimizi görerek gidip geliyor artık Gezi dedikçe yüreğim. Bir parça gaz, biraz limon, biraz zekâ. Tribünlerin hiç de uzak olmadıkları bir dünya. Renklerin dalgalandığı bir tek bayrak, farklı tonlar, farklı armalar ama bir tek bayrak. Uyandıran, köklerindeki Ermeni mezarlığından, kemikleri ile toprağa bütünleşen tarihinden, onlar birer ağaç mıydı sizce, yoksa yüzlerce yıllık birer özgürlük haykırışı mıydı ölülerin ruhlarından yükselerek arşı saran? Yıkım politikalarıyla üretilen, dalga dalga yayılan korku ve baskılar, kültürsüzleştirilen kitleler nezdinde kendine yüzde elli ihtimaller sunabildi. İnsanlık bir cümlede toparlandı, bir heceye yaslandı. Ama üzüm koktu meydanlar ama limon yetişti bibere karşı. Bu daha başlangıçtı gerçekten. Benzersiz bir mücadele oldu ben de geri döndüm yuvama. Bucaspor tesislerine gittim ve bir Bucaspor yöneticisinin talimatıyla içeri alınmayacağım kararını öğrendim. Bağlantılı çalıştığım adresler ve gazetedekiler çok şaşırdı. Gezi parkına yönelik yaptığımız yayınlar bu derecede rahatsızlık vermişti. Yasakçı zihniyeti ve baskıları bir kere daha kınıyorum daha geniş kitlelere ulaşması ümidiyle. Binlerce kulüp, takım ve taraftar vardı ama Halkın bir tek Takımı varmış, bunu da tekrar anlamış olduk... 23


Bir Yabancı Gözüyle Türk Charlotte Oskay

Eski Hürriyet Daily News yazarı ve Beşiktaş taraftarı. Türkiye’deki huzursuzluk yalnızca yabancı ülkelerden gelip ikamet edenleri değil birçok insanı tedirgin etti. Bu ülkede yaşayan birçok yabancı uyruklu ya da kökenli kişi Türkiye’nin gerilimli politik tarihini bilmiyor ve din ile devlet arasındaki karmaşık ilişki hakkında da çok az bilgi sahibi. Yerleşik yabancıların çoğunluğu modern batı yakasında ikamet ediyor ve mevcut ayaklanmadan biraz etkilenmiş durumdalar. Birçoğu için ise süregelen protestoların önemini anlamak ise çok zor. Çoğunun sürece bakış açılarını belirleyen etkenler, İngilizce’den okuyabildikleri Today’s Zaman ve Hürriyet Daily News gazetelerinin yaklaşımları ile en yakın Türk arkadaşlarının, komşularının meseleyi yorumlayışlarına bağlı olarak değişmekte. Bu nedenle de protestocularla hükümet arasında zaman zaman ikilemde kalmaktalar. Yabancı kaynaklı haber ajansları süregelen olayları izleyip tarafsız olarak bilgi vermek için elinden geleni yaparken, aralıksız devam eden protestolara neyin sebep olduğu ile ilgili çok az tahlil mevcut veya doğru dürüst bir analiz yok. Bu bilgi yoksunluğu haliyle çeşitli spekülasyonlara ve kafa karışıklığına yol 24

Ayaklanması açıyor. Türk-İngiliz gazeteler sık sık tutarsız hikayeler ve köşe yazıları yayımlayarak bu kafa karışıklığını artırıyor. Türkiye’de yaşayan yabancılar için internet ortamında oluşturdukları forumlar Türkiye’nin sosyal ve ekonomik istikrarı etrafında yoğunlaşan politik tartışmalar için önemli bir buluşma yeri haline geldi. Birçok yabancı Türk politikası ile ilgili tartışmalara aktif bir biçimde dahil olmaktan kaçınırken, öte yandan Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı yeni keşfedilmiş bir sadakatle kabul edilen vatandaşlar olarak edindikleri duygu yoğunluğu da onları bu ülke hakkında daha fazla bilgi edinmeye zorluyor. Diğer sosyal medya sitelerine gelince. Yabancı forum üyeleri protesto ile ilgili ana akım medya tarafından yayımlanan ve yayımlanmayan haber ve olayları dikkatle takip etmeye çalışıyorlar. İngilizceyi iyi bilen Türk arkadaşlarının tartışmaya katılmaları ise bu tartışmaları ve dolayısıyla ilgiyi canlı tutmak anlamında ilginç ve yararlı bir ortam yaratıyor. Ancak AKP’nin politikaları ve Türkiye’nin çevrildiği yöne ilişkin olarak İngilizce konuşan online toplulukların

düşünceleri de farklılık göstermeye devam ediyor; bu da ironik bir biçimde ortama dahil olan yerli Türk vatandaşlarının sahip oldukları farklı bakış açıları gerçeğini yansıtıyor. Aralıksız devam eden hükümet karşıtı eylemleri kişisel olarak desteklememin nedeni AKP’nin daha muhafazakar bir toplum inşa etme teşebbüsleri olduğu konusundaki algımdır. Son zamanlarda çoğu yasaklama anlamında geçerliliği kabul edilmiş alkol satışlarının kısıtlanması ve reklam yasakları, özel tüketim vergisindeki sıradışı artış çoğu defa AKP’nin gizli İslami gündeminin bir kanıtı olarak gösterilmektedir. Bununla birlikte alkol fiyatları ve yasakları beni fazla ilgilendirmiyor. Ben bariz bir şekilde Türkiye eğitim sistemindeki son değişiklikler hakkında endişeliyim ve devlet okulunda öğrenim gören iki genç kız velisi olarak bu konuya tüm dikkatimle yoğunlaşmak zorunda olduğumu hissediyorum. Eğitim reform paketi (genellikle 4+4+4 olarak anılmaktadır) geçtiğimiz yıl onaylandığından beri, eğitimciler ve aileler Türk eğitim müfredatının niteliğinden gittikçe daha çok endişe duyar hale gelmişlerdir. Ortaokul birinci sınıflar


(eski okul koşullarında 5. sınıf) için seçmeli derslerin getirilmesi hem öğretmenlerin hem de ailelerin zihnini karıştırdı. Bu seçmeli derslerin dolduracağı ders saat sayılarına ilişkin olarak ortaokul boyunca devam edip etmeyeceği ve zamanla Lise başvuruları veya ilerideki giriş sınavları ile nasıl ilişkilendirileceğine dair sorular cevapsız kalıyor. Okul reform yasası ile ilgili en çok tartışmaya yol açan konulardan biri de İmam Hatip’lere kayıt olanlar için yaş sınırının düşürülmesi ve iki (2013 için üç) dini içerikli seçmeli dersin getirilmesiydi. Kesinlikle seküler eğitime inanan bir kişi olarak açık bir şekilde bilimsel düşünceden çok dinsel öğretimi aktif olarak teşvik etme maksadı taşınması beni umutsuzluğa düşürüyor; böyle bir hamle azınlık grupları arasında ve ayrıca AKP’nin gerçekten sosyal olarak

daha muhafazakar bir toplum inşa etmeye çalıştığı teorisini destekleyenler için de endişeleri artırıyor. Son birkaç ayda (eğitim reform paketi onaylandığından beri) İmam Hatip’lere dönüştürülen okul sayısının sadece İstanbul’da 98 olduğunu belirten British Guardian gazetesinde (10 Haziran 2013) yayımlanan bir makale kaygılarımı doğruluyor. Yani birkaç ayda yalnızca İstanbul’da 98 okul... İddianın doğruluğu hakkında bir fikrim yok ancak kendi adıma, İzmir bölgesinde dönüşüme uğrayan iki okul biliyorum.. Bu durumda din ve eğitim endişe verici oranda entegre ediliyor. Günümüz dünyasında eğitim küresel arenada rekabet gücünü ayakta tutmak için bir gerekliliktir, akademik eğitim öncelikli olmalıdır. Bugünün politik karmaşası ışığında, İmam Hatip okullarının geniş

çapta yeniden getirilmesi belki de gelecekteki AK parti protestolarına karşı önleyici bir tedbir olarak düşünülebilir; kendini yansıtan ilkelere dayalı olarak muhafazakar bir eğitimi kesinleştiren Erdoğan gelecekte sosyal itaatin gelişmesini garantiliyor ve Erdoğan’ın 2012 yılında talep ettiği üzere, daha muhafazakar bir gençlik yetiştiriyor.

Dipnot: Türkiye çapında gerçekleşen mevcut politik nedenli hareketlere devamlı katılımından dolayı Halkın Takımı dergisi ve Çarşı Beşiktaş taraftarlarına teşekkür etmek istiyorum.

25


Çapul TV

Direnişin gözü Gezi Direnişi’nin bilgisini paylaşmak için kurulan Çapul TV yayınını süreklileştirme kararı aldı. Direnişin ekranı gönüllü katkılarla yola devam ediyor. Çapul TV “Çapulcunun Harman Olduğu Yer” sloganıyla Gezi Direnişi odaklı yayın hayatına 7 Haziran’da başladı. Egemen medyanın direnişi ya yok sayan ya da karalamak için çarpıtarak sunan yayınları karşısında direnişin kalbinden kısıtlı olanaklarla yapılan yayınlar milyonların ilgisini üzerinde topladı. İki hafta gibi kısa bir süre içinde internet üzerinden yaklaşık 2 milyon kişiye ulaşan Çapul TV, yayınları paylaşan ulusal kanallar aracılığıyla da milyonlara ulaştı. Gezi Parkı’ndaki kafeye “stüdyo” kuran ve polisin parkı boşalttığı 15 Haziran’a kadar buradan yayın yapan kanal, halen direniş olan noktalarda “gerilla stüdyo”lar kurarak yayın yapmaya devam ediyor. Halk TV, Ulusal TV, IMC TV, Hayat TV, TV10 ve +1 olmak üzere farklı ulusal kanalların da Çapul TV yayınlarına kendi yayın akışlarında yer vermesi Çapul TV’nin sıfır noktasından yaptığı yayınların daha da geniş kitlelere ulaşmasını sağlıyor. 26

ÇAPUL TV: ÇAPULCUNUN HARMAN OLDUĞU EKRAN Bugüne kadar ücretsiz internet video akışı sağlayan ustream.com servisi üzerinden yayın yapan kanal, yayınını başka bir servera taşıdı. Böylece araya giren ustream. com bazlı reklamlardan da yayını arındırdı. Uzun süre sadece canlı yayın yapıldığı zaman açık olan yayın akışı, artık 24 saat dolu. Canlı yayın olmadığı zaman montajlanmış görüntüler ve eski yayınlar izleyicilere sunuluyor. Kanal, tüm gönüllülerin çekip kurguladıkları veya Uluslararası İşçi Filmleri Festivali’nin görsel envanteri gibi direniş ile uyumlu tüm malzemenin yayımlanabileceği bir yapı olmaya doğru ilerliyor. Çapul TV’nin ilkeleriyle örtüşen “halk medya” anlayışı sayesinde toplumsal muhalefeti içeren yayınlar bir süre sonra İstanbul ve Ankara odaklı olmaktan çıkıp tüm Türkiye’yi kapsayacak.

Çapul TV gönüllüleri buluştu Yayınını süreklileştirme kararı alan Çapul TV, yola yine gönüllü katkılarla devam edecek. İnternet üzerinden başvurular alınırken, gönüllüler toplantılarda bir araya geliyor. İlk toplantı 30 Haziran

günü İstanbul’da 40 gönüllünün katılımıyla gerçekleşti. Çapul TV’nin nasıl kurulduğu, ilkeleri ve geleceğinin nasıl olacağına dair açıklamalarla başlayan toplantı, gönüllülerin kendilerini tanıtarak ne tür katkıda bulunabileceklerine dair öneriler sunmasıyla devam etti. Önerilerin 5 çalışma başlığı altında toplandığı ve çalışmaların bu başlıklar altında yürütülmesi kararı ile sonuçlanan toplantı, direniş medyasının gittiği yön açısından kayda değer ipuçları taşıyor. Bundan sonraki aşamalar, şimdiye kadar olduğu gibi direnişin kendisine ve gönüllülere bağlı olarak gelişecek. Toplantı, Çapul TV ekibinin Çapul TV’nin hangi amaçlarla ve nasıl kurulduğunu anlatmasıyla başladı. Çıkış noktasının direniş boyunca ortaya çıkan bilgi kirliğine karşı direnişin içinden, direniş alanından gerçek bilgileri ortaya koymak olduğu ve Çapul TV’nin 13 yıllık Sendika.Org deneyimi üzerine kurulduğu ifade edildi. Sendika.Org daha önce de sendika.tv deneyimi ile Tekel işçilerinin direnişi başta olmak üzere pek çok önemli yayına imza atmıştı.


5 başlıklı çalışma alanı Toplantıda Çapul TV çalışmalarının 5 kategori altında yürütülmesine karar verildi. Çalışmalar bundan sonra eldeki görüntülerin arşivlenip düzenlenmesi; stüdyo ihtiyacının mekan ve malzeme bakımından giderilmesi; muhabirlik koordinasyonunun sağlanması; görsel malzemenin kurgulanması ve program önerilerinin değerlendirilip hayata geçirilmesi başlıkları altında ilerleyecek.

Herkes muhabir, herkes kameraman Çapul TV’nin önayak olduğu çalışmalar arasında gönüllü muhabir, fotomuhabir ve kameramanların cep telefonu veya kameralarını kullanarak forumların kayıt altına alınması var. Türkiye’nin dört bir yanındaki forumlara katılanlar görüntü kaydederek veya izlenimlerini yazarak bu belgeleme çalışmasına katkıda bulunabilir. “TOMA neredeyse biz oradayız” diyen Çapul TV’nin amaçları arasında Türkiye’deki tüm direniş noktalarının ekrana taşınması olduğu için,

herkesin katkısı önemli. Gönüllülere akıllı telefon veya kameralarla çekim ve canlı yayın eğitimi verilmesi de kısa süre içinde atılacak adımlar arasında.

Forumlar bülteninden “Toma spotu” na Türkiye’nin dört bir yanında Gezi Direnişi’nin devamı olarak şekillenen forumların yayına yansıtılması Çapul TV’nin önceliklerinden biri. Gönüllülerin aktardığı forum görüntülerinin derlendiği günlük bir “Forumlar Bülteni” yayına yakın zamanda girecek formatlardan biri. Gerekli altyapı sağlandığı takdirde forumların her birinden canlı yayın aktarımı da atılacak adımlar arasında. Gönüllülerden gelen içerik önerileri arasında alternatif kültür-sanat içerikli bir program, “Allah Belanı Versin Sosyal Medya” isimli bir drama ve “TOMA Spotu” adı altında yayınlanacak kamu spotu formatında esprili uyarılar da var. Toplantıda ayrıca, bir Çapul Radyo kurulması fikri de ortaya atıldı. Gönüllülerle temas bu toplantıyla

sınırlı kalmayacak. Çapul TV ekibi, kent merkezleri dışında mahallelerde ve Anadolu’da gönüllülerin katkılarının önemli olduğunu ve bu yönde iletişim kanallarının açık tutulacağını belirtiyor. *** Çapul TV ihtiyaç listesi kendi internet sitesinde yayımlanıyor. Öneriler ve yapılacak çalışmalara göre ihtiyaç listesi yenilenecek. Çapul TV ile direnişin kanalını birlikte kurmak isteyen herkes http:// capul.tv/form.html adresindeki formu doldurup göndererek sürece dahil olabilir. Herkesin katıldığı forumlardan akıllı cep telefonu veya kamerayla görüntü çekip ve Çapul TV’ye göndermesi, telefonla bağlantı sağlaması, haber yazarak iletmesi her forumdaki mevcut durumun belgelenip yayılması açısından önemli.

24 saat yayın akışı sağlanması için kurgulanmış görüntülere ihtiyaç var. Çapul TV’nin merkez stüdyo ihtiyacının giderilmesi için mekan ve malzemeye ihtiyaç var. İhtiyaç listesi http://capul.tv/destek.html adresinde yer alıyor. İletişim bilgilerine http://www. sendika.org/iletisim/ adresinden ulaşılabilir. www.capul.tv Twitter: www.twitter.com/capul_tv Facebook: https://www.facebook.com/CapulTv E-posta: iletisim@capul.tv 27


Ece Temelkuran

Gazeteci-TV Programcısı -Köşe yazarı Gezi başladığından beri, kimin aklına geldi bilmiyorum, Twitter’da benim son romandan bir alıntı dolanmaya başladı. Tanıyanlar için tatlı bir gülümseme vesilesiydi. Ama gözü dönmüş manyaklar için “Bu da mı tesadüf! İşte baş provokatör!” demek ve Çarşı ile aramdaki karanlık ilişkiyi ifşa etmek için vesile oldu. Düğümlere Üfleyen Kadınlar’ın paylaşılıp durulan bölümü şöyle: ... “Ultra’lar alana girmişler işte. Sonra Tahrir ayağa kalktı zaten. Kalkmış yani. Onlar olmasa ne yaparız bilmiyorum.” “Kim bu Ultra’lar” diye sordum, “dün geceden beri...” Amira bilgisizliğimi giderdi hızla: “Bir futbol taraftar grubu aslında. Ama politik bir grup. Tahrir’i de, Tunus’ta El Kasbah Meydanı’nı da onlar hareketlendirdi epey. Çok manyak şeyler yaparlar. Hem çok komik hem çok radikal.” “Beşiktaş Çarşı gibi!” dedim. Yüzüme baktılar, fakat kız Tahrir’i anlatmaya can atıyordu, açıklayamadım.” ... Roman şubat ayında yayınlandığına göre durum açıktı: Ya geleceği görüyordum ya da olayların başında ben ve Çarşı vardık! Bu da tesadüf olamazdı yani! Açıklıyorum: Tesadüf değil! Bizim mazimiz var! O satırların yazılmasının ardında bir tarih var. Şöyle ki...

Nazım’lı, rakılı, elbette dertli

23 Nisan 2006’da Milliyet’te yazmışım. Fenerbahçe-Galatasaray der28

TESADÜF DEĞİL MAZİSİ VAR bisi yapılırken “kalbimin şampiyonu Beşiktaş Çarşı” diye yazmışım. Nedeni, o günlerde Fenerbahçeli taraftarlarla Çarşı arasında gelişen “Güzel günler göreceğiz çocuklar” marşının paylaşılamaması vakası. Nazım’ın dizelerinin esas sahibinin Çarşı olduğu ortaya çıkmıştı. Elbette! Ben de bu vesileyle “Çarşı acaba Nazım’ın mezarını Türkiye’ye getirebilir mi?” diye yazmışım. Ama o zamanlar bu provokasyon işlerinden pek anlamıyormuşum demek, Nazım hala gurbette. 30 Mayıs 2008-Milliyet. Köşeyi komple Cem Yakışkan’la Çarşı’nın kapanması üzerine yaptığımız telefon konuşmasına ayırmışım. Güzel konuşmaymış, baktım da. Uzun ama bugünle ilgili bölümü şöyle: “Kale biliyorsunuz dışarıdan yıkılmaz, biz de içeriden yıkıldık” diyor Cem Yakışkan ve 15 yaşında Çarşı poları giyen çocukların o A’ nın ne anlama geldiğini bilmediğini söylüyor. Anlatmaya çalıştıklarını ama pek de işe yaramadığını dertlenerek paylaşıyor. Sağolsun.

A boşa gitmez!

Cem Yakışkan eğer bu yazıyı okuyorsa, o günü hatırlamasını isterim. Ben hatırlıyorum. Bir rakı masasındaydılar ben aradığımda ve epey dertliydiler. Çok ama. Cem Yakışkan’dan sonra bütün masayla tek tek konuştuğumu hatırlıyorum. Konuşmaya vesile olan Cem Dizdar’dı, sağolsun. Çarşı değil de, hayata olan inançları sarsılmıştı. Kaç yıl olmuş? Beş yıl. O masadaki herkesin “Bu ömür de

boşa gitti be!” dediklerinin üzerinden beş yıl geçmiş. Şimdi o A’nın ne demek olduğunu o çocuklara sokak öğretiyor. Hayat böyle bir yer. Aktardığınız deneyimler “kulağa küpe” olarak kalıyor ve hayat bütün cüssesiyle gencin karşısına çıktığında o küppe çınlamaya başlıyor. Vaktiyle edilmiş sözler yani, semaya karışmıyor aslında. Mazi vakti gelince canlanıp hayata, hatta sokağa akıyor.

Arkadaşlar için...

Öğrendiğim bir şey var: İnsanlar ülkeleri için, inançları için savaşmazlar. İnsanlar arkadaşları için savaşırlar. Sadakat, mertlik, haysiyet iki kişilik ilişkilerde başlar, tıpkı faşizm gibi. Dolayısıyla çocukların bir anda sokağa çıkması, birbirlerini sıkı tutmaları, evet, tesadüf değildir. Bir mazi vardır orada. Çocuklar arasında abilerin oluşturduğu bir mazi vardır. Mazi gün gelir, bütün öğrendikleriyle sokağa çıkar ve abilerinden öğrendiği gibi dik durmayı, nasıl durulacağını bütün memlekete gösterir. Tesadüf değil yani... Bir kez daha söyleyeyim: Mazisi var! Cem Yakışkan’ın beş yıl önceki o dertli konuşmada söylediği gibi kurşun yaralı, bıçak yaralı bir mazi. Ve ne kadar vazgeçsen de, umutsuzluğa kapılsan da hayat seni -her seferinde bunu yapmanın bir yolunu bulur namussuz- sokağa çağırır. Sen de çıkarsın. Mecbur! Çünkü... Çünkü dedim ya, mazisi vardır!


Mete Kızık

Direnişin Onuru

Kendisini ilk kez 15 yıl önce Viyana’da bir seminerde dinlemiştim. Günümüzün sorunlarına hiç duymadığım, okumadığım derecede, yeni bir bilimsellikle, yeni bir dil, yeni bir umutla, sahte cenneti göstermemekle yaklaşıyordu. O zamana kadar öğrendiklerimi, savunduklarımı sorgulamaya yol açmıştı John Holloway. Meksika Zapatistler (EZLN) hareketinin kuramcısı, kapitalizm karşıtlığıyla tanınan, modern anarşizmin önde gelen isimlerinden ve Otonom Yayıncılık’tan çıkan “Kapitalizmde Çatlaklar Yaratmak” kitabıyla da yankı uyandıran İrlandalı Sosyolog John Holloway, özellikle “ devrim”, “iktidar”, çatlaklar yaratmak”, çığlık”, devlet” konusunda yeni bir bakış açısı getirmesiyle tanınıyor. Üstelik oldukça da mütevazı biri. Holloway, ”söylediklerimi yüzde 90’lık kesim aptalca buluyor” diyor. İki yıl önce de Kitap Fuarı için geldiği İzmir’de kendisiyle buluşmuş, çalıştığım gazetede tam sayfalık röportajım yayınlanmıştı. 5 saate yakın sohbetimizde Holloway, editörümüz Hakan Kirezci yönetiminde çıkan Halkın Takımı Beşiktaş dergisini incelemiş, dergiyi ana başlıklarıyla Almancaya çevirmiştim. Kendisi, dergimizdeki ABD’li, tutuklu siyahi gazeteci Mumia Cemal’in haberinin altına da imza atmıştı. Holloway elinizdeki bu dergi için “ Kapitalizmde çatlaklar yaratmak çok önemli, bir punk müzik grubu, direnişte bayrak sallayan kadın, bir Halkın Takımı Dergisi, bir antikapitalist çığlık; sistemi tümden çatırtacak çatlakların parçası. Bu nedenle çok önemli ve

değerli. Buzun üzerine dökülen su gibi” yorumunda bulunmuştu. Gezi direnişi bilindiği gibi dünya çapında yankılar yarattı. Trajedi ve komedilerle dolu bu süreçte Taksim’de Türk bayrağı satarak 5 çocuğunun da geçimini sağlayan Ali Sarıçiçek’in ”halkı isyana teşvikten” ötürü tutuklanarak, hakkında 20 yıla varan dava açıldı. Öte yandan bu tarihsel direnişi katılan herkes için bir onur kaynağı, çocuklarına, torunlarına bırakabilecekleri en büyük miras olarak olarak da değerlendirmek mümkün. Gezi direnişi dünya çapında destek bulurken Holloway da , Türkiye, Yunanistan ve Brezilya başta olmak üzere dünyada yaşananları, “Hepimiz Türküz, hepimiz Yunanız, hepimiz Kıbrıslıyız ve şimdi hepimiz çapulcuyuz” diyerek selamladı. Holloway, Gezi direnişine başbakanın “uluslararası komplo” yaklaşımıyla ilgili de, “Bu bir komplo. Tabii ki uluslararası bir komplo. Başbakan Erdoğan haklı. Bu sokaklarda dans etmeyi seven dünya insanlarının uluslararası tertibi. Reddedenler tehlikeli insanlar... Üstelik kriz ve krize rağmen çok yeni bir dünyanın yaratılacağını biliyorlar. Öte yanda ise AVM’lerin dünyasını savunanlar var” diyor. Holloway gönderdiği uzun yazısında, özellikle direnişin sanatsal, yaratıcı yeni bir dilin seslendirilmesi olduğunun da altını çizerek şöyle açıklıyor düşüncelerini: “ Eski dünyanın yıkıldığını açıklayan silah sesleri değil duyduklarımız. Müzisyenlerin yüzlerinde gaz maskeleriyle söylediği müzikler eşliğinde çiftler, gaz maskeleriyle tango

Gazeteci (Cumhuriyet Gazetesi)

yapıyor, tıpkı iki yıl önce Atina’nın Sintagma Meydanı’nda Buzuki eşliğinde oynayanlar gibi... Şimdi de son bir haftadır Rio de Janeiro ve Sao Paulo sokaklarında davullar çalıyor. Öfkeyle, neşeyle dans ediyoruz. Biz, efendilerinin mezarlarının üzerinde dans eden mezar kazıcılarıyız. Hepimiz Türküz, hepimiz Yunanız, hepimiz Kıbrıslıyız. Şimdi hepimiz çapulluyoruz, İstanbul, Ankara, İzmir öyleyse dans etmeye devam edin, dünya da sizinle birlikte dans ediyor. ” Holloway eski ve yeni dünya arasındaki farkı da şöyle ortalığa saçıyor: ”Ve en kötü yanı, bu garip insanları, eski dünyayı savunanlar anlamıyorlar. Çünkü bunların kendilerine özgü bir mantık, bir konuşma dili var. Bu insanlar yeni bir dünyanın dilini konuşuyorlar. Bu insanlar, bu çapulcular, bu ender insanlar; Türkiye, Brezilya, Bulgaristan’da, tüm dünyada sesleri yükseliyor ve yükselecek de... Eski dünyalılar çapulcuların ne olduğunu bilmedikleri gibi, yeni dünyanın dilini de anlamıyorlar. Yaşamları protestoları bastırmak ve eski dünyanın dilini, söylemlerini yinelemekten, baskılardan, referandumlardan, reformlardan ibaret. Belki kısa dönem için başarılı olurlar, belki bastırabilirler veya reform yapabilirler, hatta toplumdaki sıradan yaşama döndürebilirler. Makinelerine oturtabilirler, masa başlarına gönderebilirler, sokaklarda dilendirebilirler, sandık başına yollayabilirler, cami veya kiliselerde diz çöktürebilirler. Ancak onların günleri sayılı.” Dünyanın her yerinde direnenlere vicdanlılara selam olsun. 29


OĞUZHAN MÜFTÜOĞLU SÖYLEŞİSİ (*)

(*) Oğuzhan Müftüoğlu: Toplumsal Araştırmalar Kültür ve Sanat Vakfı, Özgürlük ve Dayanışma Partisi ve BirGün gazetesinin kurucularından ve BirGün gazetesi yazarı

Halkın Takımı: Bazı sol aydınlar direnişi yorumlarken sınıfsal kökeni hakkında farklı görüşler beyan ediyorlar. Örneğin biri olan biteni alt orta sınıf küçük burjuvazinin bir itirazı olarak yorumlarken bir başkası ağırlıklı olarak emekçi tabanlı bir direniş olduğunu bu nedenle hareketin ağırlıklı temelinin sınıfsal olduğunu vurguluyor. Siz bu toplumsal ayaklanmanın niteliğini nasıl okuyorsunuz? Oğuzhan Müftüoğlu: Bir toplumsal hareketin muhtevası sadece ona katılanların bire bir sınıfsal kökenlerine bakılarak nitelenemez. Ona karşı geliştirdiği iktidar politikalarının sınıfsal muhtevası kadar hareketin yönelimleri ve yarattığı siyasi ve toplumsal sonuçlara bakılmalıdır. Bu direniş hareketi çokca söylenegeldiği gibi sadece üç beş ağacın kesilmesine karşı değil hükümetin on yıldır sürdürdüğü neo-liberal politikalara karşı emekçi halkın bir isyanı olarak ortaya çıktı. Dünya çapındaki sermaye güçlerinin emperyalist politikalarının taşeronluğunu üstlenen bir iktidar yıllardır ülkenin bütün doğal varlıklarıyla birlikte halkın varını yoğunu yağmalıyor; bu sömürü düzenini daha rahat sürdürebilmek için de bütün toplumu ve geleceğimizi ( Erdoğan’ın zihniyet dünyasına uygun şekilde ) yeniden biçimlendirerek gericileştirmeye çalışıyor. Öyle “demokrasi, halk iradesi” falan gibi palavralarına bakmayın, sadece arkasındaki emperyalist güçlerden aldıkları güç ve cesaretle yürüttükleri bu saldırı karşısında bu ülkenin gençleri, aydınları, emekçileri hep birlikte ayağa kalktı. Bu bakımdan bu hareket kesinlikle devrimci bir emekçi halk hareketidir. İktidara dur demenin ötesinde 30

muhalefet hareketi açısından mücadelenin önünü açan çok önemli sonuçları olmuştur. 12 Eylül sonrasında büyük ölçüde Kürt sorunu etrafında sürüp giden savaş ortamının da etkisiyle oluşan siyasal atmosferi ülkenin üzerindeki kara bulutları dağıtarak emekçi halkın lehine değiştirmiştir. HT: Yine bazı çevreler egemenlerin direnişçileri şiddet sarmalına sokma gayreti içinde olduğu için Gandhi türü bir pasif direnişin sürdürülmesini öğütlerken bazı gruplar kitlelerin bu pasifizmini eleştirmekte. Sizin bu konuya yaklaşımınız nedir? O.M.: Bu direniş hareketi gücünü ve kitleselliğini büyük ölçüde haklı ve meşru bir hareket olmasından aldı. Bu yüzden direnişin barışçı bir çizgide gelişmesinin eleştirilecek bir yönü yok, önemli olan mücadelenin biçiminin amacımıza uygun olup olmadığıdır. Altmışlı yıllardaki gençlik hareketi de tıpkı bu günkü gibi ve onun kadar barışçı ve masum bir hareket olarak başlamıştı. O zamanın iktidarları ve emperyalist güçler de tıpkı şimdiki gibi bizim üstümüze örgütlendirilmiş faşist güçleri saldırttılar. Devrimciler şiddete tapan insanlar değildir, şid-

detin bir fetiş haline getirilmesine de karşı çıkarlar. Tam tersine egemen azınlığın kendi iktidarlarını sürdürmek için her zaman temel dayanağı olmuştur şiddet. Devlet de zaten egemen sınıfın şiddetinin en örgütlü biçiminden başka bir şey değildir. Dün böyleydi, bugün de böyle olduğunu gördük. Bu yüzden egemenlik ilişkilerinin olmadığı ve insanın ancak bu şekilde gerçekten özgürleşebildiği bir dünya için mücadele ediyoruz. Bütün bu nedenlerle bu konuyu bir “maruz kadığımız şiddeti defetme” meselesi olarak ele almak lazım diye düşünüyorum. HT: Sürece İşçi sınıfının yeterince müdahil olamamasını nasıl okumamız gerekiyor? Sendikacılığın mevcut konumu bu sorunu izah etmeye yeterli mi yoksa ortada sorundan başka algılayamadığımız bir yaklaşım farkı olabilir mi? O.M.: Bilebildiğim kadarıyla mücadele içinde çok sayıda beyaz yakalı diye tanımlanan ve artık sosyolojik olarak işçi sınıfı içinde kabul edilmesi gereken ancak bugün henüz sendikal bir örgütlülüğü olmayan kesimlerin de ciddi bir katılımı oldu. Bu yüzden işçi sınıfının sürece yeterince müdahil olmadığını söylemek doğru olmaz. Böyle bir ifade belki artık düzen içi bir konumda bulunan sendikal yapılarda örgütlü geleneksel sınıf kesimleri için söylenebilir. Geçen hafta BirGün gazetesinde de yayımlanan bir söyleşimde bu direnişin kısmen Paris 68’ine benzer yanlarının olduğunu söylememin de nedeni buydu. Aslında sadece sendikalar değil, bütün örgütlü sol siyasi yapılar genel olarak bu direniş hareketinin gerisinde kaldılar. Direniş hareketinin, sol muhalefetin bu durağanlaşmış,


bürokratik yapılarını bozan yanıyla da devrimci bir rol oynadığını düşünüyorum. HT: Mevcut süreci Mahir Çayan’ın sun’i denge teorisi ışığında nasıl okumalıyız? Sun’i denge bozuldu demek çok mu iyimser bir yorum olur? O.M.: Suni denge kavramı Mahir’in o günkü Türkiye’nin somut koşullarını analiz ederken açık emperyalist işgal ve sömürü koşulları altındaki ülkelerle olan nisbi refah ortamından kaynaklanan farklılıklarını belirtmek için kullanmıştı. Bu kavramı kitlelerin her tür mücadele dışında kalması olarak anlamamak gerekiyor. Ben teori pratik ilişkisinde pratiğin önde geldiğine inanırım. Teori, pratiğin ortaya çıkardığı soruları çözümleyerek bugünü anlamamıza ve geleceğe dair tasarımlarda bulunmamıza yardımcı olmaya çalışır ama her teori kaçınılmaz olarak yeni pratik süreçler (eylem) tarafından aşılır ve yeni sorular ortaya çıkarır. Geçmiş /bugün ilişkisine bakarken de buna dikkat etmemiz gerekiyor. Hepimiz hafızamızı sıfırlayamayacağımıza göre yaşadığımız olayları geçmişte yaşananlarla birlikte adeta üstüste bindirilmiş halde görüyoruz. Çoğu zaman geçmiş, gözlerimizin önündeki bir tül perde gibi, olup biteni yani somut durumu doğru olarak algılamamıza engel olabiliyor; gerçeği geçmişin üzerine vuran gölgesi içinde algılıyoruz. Bu yüzden Mahir Çayan Marksizmde değişmeyen tek kuralın “somut durumun somut tahlili” olduğunu söylemiştir. HT: Genel olarak bu hareket 33 yıldır ezilmiş ve hem Kürt hem de Türk tarafından kendi ulusalcıları tarafından esir alınmış solun tekrar bu milliyetçi kelepçelerinden kurtulmasına yol açmış mıdır ya da açabilir mi? Yani her iki halk için soruyorum burada bir yarılmadan söz edebilir miyiz? O.M.: Barış sürecinin başlamasından sonra toplumsal sınıfsal mücadelelerin yükseleceği bir sürecin gelişeceğine vurgu yapmıştım. Son dönemde gelişen direniş mücadelesinin, savaş halinin milliyetçi eğilimleri kışkırtan bozucu etkilerinin kırılmasının da bir sonucu olarak or-

taya çıktığını düşünüyorum. Ancak çok uzun süre devam eden savaş sürecinin her iki halk içinde derin izler bıraktığını, bu izlerin tam olarak silinmesinin de zaman alacağını ve bunun da öyle kendiliğinden olmayacağını unutmamak gerekir. HT: Herkesin hemfikir olduğu siyasi alternatifsizlik bu hareketle sona erebilir mi? Bu hareket kendi içinde kendi alternatif siyasetini üretebilir mi? Böyle bir durumda örgütsel üstyapının bir partileşme üzerinden mi yoksa bağımsızlar üzerinden bir platfom olarak mı şekillenmesi gerekiyor? Bu konuda hem öngörülerinizi hem de olması gereken üzerine düşüncelerinizi öğrenebilir miyiz? O.M.: Bu hareketin kendisinin bir siyasi alternatif yaratmasını beklemek doğru değil. Direniş geniş cephesel nitelikteki muhalefet dinamiklerinden güç alıyor. Bu yüzden Direnişin alel acele dar anlamda -düzen içi -bir siyasi alternatif yapılanmaya yönelmesi onun güç kaybederek sönümlenmesine yol açacağını düşünüyorum. Keza var olan muhalif yapılardan birine ya da düzen içi sınırlı parlamentarist hedeflere yönlendirmesi de bence onun bütün gücünü ve dinamikliğini söndürerek zayıflatıp bitirir. Sürecin sonunda kazandığı perspektif uzun süreli bir mücadeleyi gerektiren bir mahiyet kazanmış durumda. Bu nedenle direniş hareketini kısa dönemli sonuç alıcı hedeflere yönlendirmek doğru değildir. Böyle bir zorlama onu, var olan düzen içi seçeneklerin iktidar mücadelesinin bir aracı haline getirir. Bana göre iktidara karşı ortaya çıkan ötekilerin özü sistemin kendisini hedef alan bir nitelik taşıyor. Bu yüzden Direniş hareketi kendi özgün dinamiklerine uygun bir şekilde, mücadelesinin yarattığı değerlere dayanarak Türkiyeyi yeniden kuracak güçleri birleştirmeye dönük kendi esnekliğine ve kapsayıcılığına uygun şekilde yoluna devam etmeli. HT: Bu örgütlenme biçimleri üzerinde düşünmeye başlayınca önümüze Dünya’dan bazı deneyimler sürülüyor oysa Devrimci Yol’un Direniş Ko-

miteleri teorisi ve Fatsa deneyimi bu hareketin devam sürecine ne kadar uygun ve ne kadar yakın? O.M.: Direniş sürecinin başardığı en önemli işlerden biri uzun süredir sol muhalefetin önemli bir sorunu olan sokaktaki eylemli görünürlük konusunda geliştirdiği eylem biçimleridir. Park forumları da devrimci siyasetin direniş komiteleri bağlamında savunduğu doğrudan demokrasi anlayışının bir gerçekleşme alanı olarak gelişiyor. 12 Eylül döneminin sonu işte asıl şimdi bitiyor, bazı şaşkınların sandığı gibi o uyduruk 12 eylül yargılamalarıyla değil! Gezi direnişini gerçekleştiren genç kuşaklar Türkiye’nin, bu ülkenin asla Erdoğan’ın zihniyetine göre biçimlendirdiği bu ülke olamayacağını dost düşman herkese göstererek çok önemli bir iş başardılar. Bu ülkenin geçmişinde elbette çok büyük devrimci mücadeleler verildi. Bugüne kadar bu “geçmiş”, devrimci siyasetin önünde duran bir dağ gibiydi. Devrimcilik adına hep o büyük geçmişin, Denizlerin Mahirlerin…hikayeleri anlatıldı. Şimdi tabir caizse bu dağ artık aşıldı! Evet şimdi artık onların da bir hikayeleri var, onların da Mahirler ve Denizler kadar masum ve onlar kadar kahraman şehitleri var. Şimdi bu ülkenin geleceği artık onların elinde ve ben şimdi bu yüzden her zamankinden daha çok umutlu olduğumu söyleyebilirim. HT: İyi bir Beşiktaşlı olduğunuzu biliyoruz. Çarşı olgusunu bu anlamda ister sosyolojik ister duygusal anlamda değerlendirebilir misiniz? O.M.: Hani derler ya, Beşiktaş benim çocukluk aşkım! Ama doğrusu bir endüstriye dönüşmüş haliyle düzenin bütün çürümüşlüğünün sergilendiği bir arenaya dönüşen futbol hakkında konuşmak çok kolay bir şey değil. Çarşı hakkında ise ne diyebilirim, övünmek gibi olmasın ama direniş eylemlerine renk katan yaratıcılığı, kararlı duruşu ve mücadele gücüyle tek kelimeyle müthişti(k). 31


ÖZKAN GÜVEN SÖYLEŞİSİ (*) (*) Özkan Güven: Gazeteci-NTV’den istifa eden editör

RÖPORTAJ: İPEK İsterseniz allame-i cihan olun, insanın 17 yıllık arkadaşıyla röportaj yapması gerçekten zor işmiş. Düşünün ki 17 yıl boyunca birbirinizin ciğerini okumuş, muhabbetin dibine vurmuşsunuz. Ancak bu 17 yılda ciddi sayılabilecek konuların konuşulduğu anlar toplasan iki elin parmaklarını geçmemiş! İşbu zor koşullar altında kendisiyle röportaj yapmak üzere NTV’deki editörlük görevinden henüz istifa etmiş arkadaşım Özkan Güven’le Beşiktaş Çarşı’da bir araya geldik. Özkan’la

32

YEZDANİ

röportajıma vurucu bir soruyla başlamak istedim, ama maalesef aklıma “Naber?” dışında bir giriş sorusu gelmedi! İY: Naber Özkan? ÖG: Pardon, hangi kanal? İY: Halkın Takımı dergisi. ÖG: Ha, tamam o zaman. İY: Şimdi seninle ciddi ciddi röportaj yapmamız gerekiyor. ÖG: Nasıl olacak o iş? İY: Bilmiyorum, hep Tuncer’in (Döğer) yüzünden! Neyse bir deneyelim. Ben sanki senin hakkında

hiçbir şey bilmiyormuş gibi sorular soracağım. Misal: Sen NTV’de editör olarak çalışıyordun ancak Gezi olaylarından sonra kanalın yayın politikasından dolayı istifa ettin. Nasıl bir süreç yaşadın? ÖG: NTV’den ayrılış süreci benim tek başıma aldığım bir karar değildi. Bizim program bölümündeki 3-5 arkadaşla birlikte aldığımız bir karardı. Olay şöyle gelişti: Gezi olayları başladığında çalıştığımız kurumda garip şeyler olmaya başladı. İlk üç gün bütün televizyonlar


gibi bizimkiler de tavuk belgeseli tarzı şeyler gösterdiler. Üçüncü günden sonra da Gezi olaylarına ve ülkede olup bitenlere ilişkin dişe dokunur bir yayın gerçek anlamda yapılmadı. Ve insanlar doğal olarak “haber kanalıyım” diye yola çıkan ve 24 saat haber verdiğini iddia eden bir kanalı protesto etmeye başladılar. Enteresan olan şuydu, gündüz biz birileri tarafından protesto ediliyorduk, akşam olunca da biz, yani çalışanlar sokağa çıkıp başka birilerini protesto ediyorduk. Yani akşam biz birilerini protesto etmek için sokağa çıkıyoruz, gündüz birileri gelip bizi protesto ediyor. Bu çok büyük bir çelişkiydi. İY: Sonuçta kanalın yayın politikasını belirleyen orada çalışan haberciler, gazeteciler değil, çok daha üst merciler. Neden kendinizi sorumlu hissettiniz? ÖG: Ya biz bu durumdan çok rahatsız olmaya başladık. Bunu sıradan bir eğlence kanalı yapsa ‘eyvallah’ der geçersin. Ama haber vermek üzere kurulan bir kanalın sansürlenmesi enteresan geldi tabi bize. Bu süreçte bir şekilde gitmeyi kafaya koyduk. Bir gün çekim için Eskişehir’e gitmiştim. Eskişehir’e gittiğim gece Twitter’dan Ethem Sarısülük’ün öldürüldüğünü öğrendim. Ve bizim müdüre “ben topluca hareket edemeyeceğim, ayrılmak istiyorum” diye mesaj attım,. Eskişehir’den döndükten sonra istifa etmeye karar vermiştim. Ancak ertesi günü kanalın (eski) Genel Yayın Yönetmeni Cem Aydın bir konuşma yapmış ve “Artık eskisi gibi yayın yapacağız, insanlar eski NTV’nin yaptığı gibi yayınlar seyredecekler” demiş. Bunun üzerine biz de istifa etmedik. Sonra yine durumun düzeleceğine ilişkin

bir beklenti içine girdik. Ama yine hiçbir şey değişmedi. İnsanlar sokakta çatır çutur gaz yerken sanki hiçbir şey olmuyormuş gibi yayın yapılıyordu. Bu çalışanlar için çok rahatsız edici bir durum. Biz de dayanamadık, en sonunda yıllık izne çıktık ve ayrıldık. İY: Kaç kişi istifa ettiniz? ÖG: Program bölümünden ben, program müdürü Murat Toklucu, Onur Yazıcıoğlu ve Burcu Doğan. İY: Sizin haber merkeziyle de ilginiz yok aslında, hepiniz program bölümündeydiniz… ÖG: Evet, aslında yok. Ama bunu vicdan meselesi yaptık, bu şekilde en azından vicdanımızı rahatlattık. Yaptığımız da çok büyük bir şey değil aslında. Bizim yaptığımız kahramanlık falan değil. Benim bir garsondan, otelde çalışan bir komiden bir farkım yok ki, bir iş yapıyordum, oradan istifa ettim, o kadar. İY: Gezi Parkı protestoları sırasında görevli gazetecilere bazı protestocular tarafından çok tepki gösterenler oldu. Sen de böyle bir tepkiyle karşılaş mıydın? ÖG: Hayır, karşılaşmadım çünkü benim çevremdeki herkes NTV’de çalıştığımı biliyordu zaten. Ama orada görevli gazetecilere tepki gösterenler çok yanlış yapıyordu. Çünkü eğer birilerini protesto edeceksen git o kanalın CEO’sunu, yayın yönetmenini protesto et. Oradaki basın emekçisini protesto edemezsin, bunun bir anlamı yok. Ya da bütün basın emekçilerine istifa etmeleri gerektiğini söyleyemezsin. Gazeteciler de ekmeğinin peşinde. Herkes istifa edecek diye bir şey yok. Protesto edilecekse o kanalı ya da gazeteyi yöneten insanlar protesto edilmeli, basın emekçileri değil.

İY: Aslında bu süreçte medya da bayağı bir sallandı. NTV’nin Genel yayın Yönetmeni Cem Aydın da istifa etti. Başka gazete ve kanallarda da ayrılanlar ve işten çıkarılanlar oldu, medya nasıl bir dönemden geçiyor sence? ÖG: Medya tarihinde böyle bir şey yok. Bazı kurumlarda cadı avına çıktılar, çalışanların Twitter’da yazdıkları falan kontrol edilmeye başlandı. Bazı kurumlarda Gezi Parkı direnişine destek verenler kara listeye alındı. İnsanlar artık bırak haberci olarak bir şeyler yapmayı, sosyal medyada, vs. kendi bireysel düşüncelerini bile ifade edememeye başladılar, bu çok acı bir şey. İY: Yani toplamda medya nasıl bir sınav verdi? ÖG: Medya sınıfta kaldı, hatta okuldan atıldı. Artık ağızlarıyla kuş tutsalar kimsenin pek itibar edeceğini sanmıyorum. Medyaya güven zedelendi bir kere. İY: Sonuçta ana akım medyanın yeterince veremediği bir çok şeyi herkes bir şekilde sosyal medyadan öğrendi... ÖG: Artık öyle bir çağda yaşıyoruz ki sansür mekanizması işlevini yitirdi. Evet, bundan 10 yıl önce böyle bir şey olsaydı ve medya vermeseydi kimsenin haberi olmazdı belki, ama bugün sosyal medyanın, akıllı telefonların, internetin bu kadar geliştiği bir ortamda sansür işe yaramaz. Adamın elinde cep telefonu var, senin sansürlediğin bütün görüntüyü o adam oradan geçiyor zaten. Palalı adam mesela; cep telefonuyla çekilmişti, hepimiz öyle öğrendik. Bir tek Kayseri’de fasulye ayıklayan teyze o haberi göremez. Ama telefonu, interneti olan, Twitter kullanan bu kadar insan varken sansür uygulayamazsın. 33


İY: Bir de medyada uzun süredir mevcut olan bir oto sansür mekanizması var tabii… Artık herkes adımını dikkatli atmak zorunda hissediyor kendisini… ÖG: Biraz da iktidarın sopasından korktukları için yapılan bir şey bu. Bu korku ne zaman biter? Seçimler gelir, güç dengeleri eşitlenir, bir umut ışığı olur, başka mecralar devreye girer, o zaman bitebilir. Sen 15 yıldır gazetecilik yapıyorsun, her şeyin bu kadar kontrol altında tutulduğu ve sansürün bu kadar yaygınlaştığı başka bir dönem hatırlıyor musun? Herkesi orantısız şekilde Halk TV’ye maruz bıraktılar (Gülüyor.) İY: Tüy dökücü krem aldın mı? ÖG: Almayı planladım. Bir arkadaşım bayrak seti satın aldı ama şimdi onunla ne yapacağını bilemiyor (Gülüyor.) İY: Bundan sonra ne yapmayı düşünüyorsun? ÖG: En ufak bir fikrim yok, sadece

34

biraz dinlenmek istiyorum. 15-20 yıldır gazetecilik, habercilik yapıyorum. Şu anda sadece biraz durmak istiyorum. İY: Biraz da Beşiktaş konuşalım artık. Beşiktaş ve Çarşı ruhu Gezi Parkı protestolarına damgasını vuran güzelliklerden biriydi. İkimiz de Beşiktaşlıyız ama oturup da Beşiktaş ruhu hakkında hiç konuşmamıştık, burada nasıl bir ruh var? ÖG: Burası, yani Beşiktaş’ta “Köy içi” dedikleri alan gerçekten bir semt. Herkes aşkına, semtine sahip çıkıyor. İsyan aslında Beşiktaşlıların doğasında var. Herkes birbirinden etkileniyor. Bir insan Beşiktaşlı olmasa ve sadece Beşiktaş’ta yaşasa bile buranın ruhundan etkilenir. Aslında Beşiktaş’ta bu hikâye Gezi’den önce 1 Mayıs’ta başladı. 1 Mayıs sabahı biz biber gazı yiyerek kahvaltı ettik. Çünkü her tarafa gaz bombası attılar. O yüzden biraz da buradaki polis şiddeti halkın isya-

nını körükledi. İY: Çarşı’ya isnat edilmeye çalışılan ve hepimizi çok üzen bir takım suçlamalar da oldu… ÖG: Dünyada böyle bir şey var mı bilmiyorum ama Beşiktaş, taraftarın takımın önüne geçtiği tek futbol kulübü. Taraftarı, ruhu çok güzel. Ve bu ruh sadece Gezi Parkı’nda ortaya çıkmadı, yıllardır var. Çarşı’ya ağır suçlamalar isnat edenlerin de bunun doğru olduğuna inandıklarını sanmıyorum. Çarşı sadece bir taraftar grubu ve yıllardır haktan, halktan yana tavır koyan bir grup. Çarşı adının sadece diğerlerinin arasında biraz daha ön plana çıktığı için bu soruşturmanın açıldığına inanıyorum. İnsanlar da aslında boşluktan Çarşı’ya sarıldılar, yoksa Gezi’deki diğer herkes de Çarşı kadar kahraman bence. İY: Beşiktaşlı olmaktan dolayı gurur duyuyor musun? ÖG: Herkes kadar!


Sabri Maraş

Kartalistan sitesi yazarı Gezi ile toplumun üzerine çöreklenen uyuşukluk, sinmişilik hali yerini ciddi bir toplumsal başkaldırıya bıraktı. Öyle bir başkaldırı ki ülkenin muktedirleri ve de toplum bilimciler kavramakta, adlandırmakta zorlandılar çünkü apolitik bir gençlik; bananeci, duyarsız bir kuşak olarak değerlendirilen yeni jenerasyon meğer ise 1789’un ruhunu taşıyor, içten içe filizlendirip büyütüyormuş ... Gezi parkından yükselen çığlık yıllardır sindirilen, aşağılanan, dışlanan geniş toplumsal katmanların ortak- meşru isyanına dönüştü. Herkes kendine dair bir mesaj algısı yakaladı Gezi’de. Kimi cinsiyetinden, kimi kimliğinden, kimi mezhepsel dışlanmışlığından, kimi yoksulluk kader değildir isyanından, kimi benim yaşam alanım bana aittir dokunamazsın. Beni etkisiz eleman haline getiremezsin öfkesi ile. Kısacası toplumun emekçi, küçük burjuva ve hatta burjuva sayılabilecek kesimleri, sanatçı, yazar ve bilumum toplumsal katmanları ortak bir koro oluşturdular. Bu koro ahengi, uyumu, hatta kendisi ile bile alay etmeyi öğrenerek başladı senfoni gösterisine. Biber gazına oley dedi. Genci, ihtiyarı, kadını, erkeği ile yüzbinleri zıp zıp zıplatan bir uyum yaratıldı. İşte bu uyumun yaratılmasında geçmişi ile, enerjisi ve birikimi ile çArşı çıktı sahneye. Yani bu devasa orkestraya bir yaramaz çocuk ruhu, asi bir isyancı direnci, muzipçe bir gülümseme gerekli idi. Onun adı tabiiki çArşı oldu. Siyahına binler beyaz kattı çArşı’nın, milyonların sempatisini kazandı.. Gezi Parkı direnişçileri çArşı ile moral buldular. çArşı ile kendilerini daha bir

1789 RUHU

eylemci, daha bir güçlü hissettiler. Daha bir alaycı,muzip oluverdiler. Kendileri ile, çapulculukları ile daha barışık, halkla iç içe daha karışık bir hal alıverdiler. Bir çok Gezi eylemcisi eylemi eğlenceli hale getirme sanatını öğrendi. Topluluksal kakafoninin yerini Toplumsallık senfonisi alıvermişti bir anda. İstanbul’da yankılanan slogan, Diyarbakır’da, İzmir’de, Edirne’de karşılığını buluyordu. Kürt kendini Türk’ün yerine, Türk’de Kürt’ün yerine koymayı öğrenivermişti. Herkes Türk, herkes Kürt’tü. Herkes kendi ezilmişiliğinin yarattığı ortak öfkenin farkında, bilincinde davranıyor, olası provakasyonlara izin vermiyordu. Sonuç itibarı ile Gezi bu ülke insanına direnmeyi, ortak değerler üretmeyi, asgari müştereklerde buluşmayı öğretti. Yenilebilirsin ama mücadele etmeden sen bir hiçsin. Ya mücadele etmeyi ya da hiçliği kabullen. Tercihini kendin yap mesajını toplumsal bilincimize kazıdı Gezi. 16 Haziran günü Eğitim-Sen olarak Çorlu heykel meydanındaki etkinliğe katılmak üzere buluştuk. Boynumda da çArşı atkısı var. Bir öğretmen arkadaşım ‘’hocam sen ne yaptın be ya… Senin yüzünden gaza gelmeyelim’’ esprisi yaptı. Evet tabiiki bu bir espri idi ama sonuçta da içinde gerçekliği taşıyan bir espri. Söz konusu tarihte çArşı üyesi arkadaşlar gözaltına alınmıştı ve çArşı habire gaza geliyordu... Binlerce insanımız yaralandı. Kimisi gözünü kaybetti, kimi çeşitli şekilde ömür boyu izlerini taşıyacağı yaralar aldılar. Bu yazıyı yazdığım gün itibarı ile kaybettiğimiz gençlerimizin sayısı

beşe ulaştı. Hepimizin başı sağolsun. Anıları yolumuzu aydınlatacaktır. Aşağdaki yazı Gezi sürecinde kaleme alıp-yayınlamış olduğum bir yazıdır: Futbolu salt bir top oyunu gören, taraftarlığı skora göre belirleyenler ne bu yazıyı ne de çArşı’yı anlayamazlar. çArşı bir geleneğin, duruşun ve ruhun adıdır. Tam karşılığı nerede haksızlık var ise ona diklenen esaslı adamlığın tarifidir. Beşiktaş’ta taraftar şampiyon takımını karşılamaya gider polis saldırır. İnönü’ye veda edecekken polis saldırır.Veda maçında Şerefbey’den mutlu bir ifade ile ayrılmasına bile izin verilmez yine polis saldırır. Ve bunlar yaşanırken her ne hikmetse aydın yazar çizer takımından ses bile çıkmaz. Burun bükerler, ne de olsa futbol işte kim bilir ne yapmışlar mantığı. Kendi ülke gerçeklerine uzak aydın profili Dünya’nın tanıdığı çArşı’yı yeterince ya da hiç tanımamaktadır. Oysa çArşı duruşu, farklılığı, duyarlılığı ile Dünya’nın bir çok bölgesinde saygı ve sempati yaratmayı başarmıştır. Ve malum yaşanan son süreçte çArşı sadece geleneğinin gereklerini yerine getirmiştir. Ne eksik ne fazla, ne de kendine farklı misyon çizmiştir. Daha önce kendine yeterince destek göstermeyenlere kırılmak, burun kıvırmak bir yana mütevazıca dost eli uzatmış Gezi’nin gülen-düşündüren adamı olmuştur. İşte bu çArşı’nın DNA sında varolan kodlardır. İşte bu çArşı’yı farklı kılan, büyük yapan özelliklerdir. 35


Tan Morgül Gazeteci/Yazar

Hiç uzatmadan söyleyelim: Bu yaşanılan tarihtir, bundan sonraki hayatımız, 2013 Haziranı’nda biriktirdiklerimizle daha farklı bir kurguya ihtiyaç duyacaktır. Cümlenin en güzel yerinde ayaklananlar, daha şimdiden memlekette ve dışarıda, en afili görüntülerin başrolüne kurulmuşlardır. ‘Bir gün herkes beş dakika da olsa ünlü olacak’ mı bilinmez ama bir halk bir ayda başrollerin hepsini kapmıştır. Jön olmak herkesin harcı değildir; replikleri uzun, mimikleri zorlu, pozları ise marifet ister. Binlerce jönün sahne aldığı bir varyete ise uzun süre vizyonların en tepesini kapamıştır. Bu böyle biline! Şimdi fırsat bu fırsat, Çarşı huzurunda Gezi’li günlerin jönlerine beşi bir yerde takalım, en fiyakalı tarafından.

Racon..

Ağır Roman’nın Kolera mahallesinde, meşakkatli bir kavgaya tanık oluruz. Alt metni haysiyet ve mertlik olan bu kavganın tarafı ise, mazinin erdemleri ve şerefiyle onurlandırmış ‘has’ delikanlıyla, ‘alet-edevatlı’ çakallardır. Yıkılıp gitmekte olan bir semtin hüzün ve hırçınlığı huzurunda harlanan mücadelede, abimiz tek başına, daha sonra memleketi de saracak olan bir çete timsali ile karşı karşıya kalır. Hadisenin sonu 36

‘Beş’i bir yerde... bellidir; yeni zamanlar raconu artık sırtını üniformalı-üniformasız güce dayayan, bileğinden çok ‘malzeme’sine güvenen, ve rakibini sırttan vurmakta beis görmeyen bir ‘antiracon’dur. İşte bu yüzden başı dara düştüğünde, (zaten ‘baba’sı tarafından da çoktan kapı önüne konmuştur), insan evladı hülyalara sığınır ve en yiğit evlatlarını her daim oralarda arar. Lakin halk ayaklandığında durum değişir; rüyalar sokağa iner, yiğitler ya insanın içine girer, ya da hemen yanı başında belirir. Kolundan tutar, yerden kaldırır, önüne geçer, ezilenler için kendini ‘feda’ etmeyi erdemlerin en büyüğü sayar. Ez cümle halk fena racon kesti, karşısına dikilen ‘alet-edevata’ aldırmadan, el-ayak çıplak, yürek muhteşem. Hem de tüm acemiliği ve naifliğinde... Mazinin epik raconu Haziran’da tüm ülkeye göz kırptı. Kolera’nın ağır abisi, uzun zaman sonra şehrinin ‘Çarşı’sında kendini yalnız hissetmedi.

Ruh

Ruh, insanın aklıyla kalbi arasındaki dengedir. Açık havada oynanan insan sadakatinin krallığıysa futbol, o sadakati harlayan taraftarlık halinin pür melalidir... Stattan çıkıp soka-

ğa inildiğinde kollarını ne nefesini açan bir durumdur; yanındakinin, berisindekinin üstüne sinebilir, başka ruhlardan da nasiplenebilir. Sadece bugünle de konuşmaz, tarihinin tüm afili filintaları ile birlikte var olur. Kitlesel bir ruh çağırma seansıdır adeta, perde değil kalpleri sallayan... Baba Hakkılar, Şükrü Gülesinler, Sabri Dinolar nezaretinde, Çarşı’da başlayan, Dolmabahçe’de demlenen, İnönü’de harlanan... İlla ki kelama da ihtiyacı yoktur, ya da bir resme. Ruhtur o; anlayana sivrisinek saz, anlamayana davul zurna azdır. Geçmişten bugüne, kolektif bir tarihi ciğerine çekmiş, asri zamanların sokaklarına üfleyen bir nefestir. Sevenin halinden sevenler anlar elbet de, arada canana gönül indiren başkaları da oluyor işte.

Ritm

Sokaktaki yalnızlığı, korkuyu, ve sıkıntıyı alan sadece ahalinin temaşası değil, aynı zamanda da ritmik koreografisidir. Akla, yaratıcılığa ve bireysel katılıma her daim açık olan bu varyete, kalabalığın üstündeki ‘ürkütücü’ pası alır, ona bir temiz pasta-cila çeker. Tribünden de aşina olduğumuz bu kitlesel varyetenin ritmi ise, protestonun sürekliliğinin ve çekiciliğinin en hayati melodi-


sidir. Risklerle dolu bir alana bile giderken bile motivasyonu ve şevki harlar. İşte o vakit, yollar yürümekle aşınır, eylem karşıtlarının ezberi bozulur. Binlerce kişinin kol-kola, omuz-omuza gelmesi zaten ayrı bir hadiseyken, bu kitlesel temaşanın bir de ritimle hemhal olması tüm şehri sahneye çevirir. Eyleyenin de eğlenenin de kendisi olan ahali, en demokratik performanslardan birini ortaya koyar. 8 Haziran günü, Beşiktaş’tan Taksim’e yapılan, o yürüyüş işte tam bu halin özetidir. Veya, ayrı ayrı günlerde İstiklal’de, Dolmabahçe’de, Akaret’lerde veya Harbiye’de devletin teknik destek olarak sunduğu ‘sisli ve sulu’ takviyeli performanslar sırasında sergilenen de... Eller havada, her dalga boyu ayrı ayrı coşan o kocaman koronun repertuarı ise daha çok istek parçalarından oluşur. “Biber gazı oley”, “Sık bakalım, sık bakalım, biber gazı sık bakalım...” Velhasıl, insanı bunaltan, kalbini sıkıştıran, dizlerinin bağını çözen korku dehlizinde, nefes aldıran bir ritmdir bu. Mizahla, cüretin desibel rekoru kırdığı, oksijen çadırıdır. Yani, “dans edemediğim devrim devrim değildir”. Zıpla, zıpla, zıplamayan...

Semt

Biz kalabalıklar içinde yaşamız biz

nesiliz. Aile kalabalık, mahalle kalabalık, sokak kalabalık, hayat kalabalık. O yüzden ne sitelere sığarız, ne de alışveriş merkezlerine. Bir kere, yaşadığımız yerin yanında berisinde kamera, detektör, arama noktası, özel güvenlik istemeyiz. Bir tek bekçi amca paklar bizi (Hulusi Kentmen formunda olursa daha ne isteriz)! Kaldırımında oturacak, bankında uzanacak, kapıları açık evler, arsasında iki taş koyup top çevirecek sokaklar isteriz. Varsın, amcalarteyzeler camından içeri kaçan toplarımızı geri vermesin. Akşama rica minnet almayı da biliriz, zaten onlar da kıyıp kesemeyeceklerdir. Sonra, alışverişe girdiğimizde bile (muhabbetten) iki saat çıkamadığımız dükkanlar, kapısının önünden koştururken yakalayıp hastamızı soran esnaf isteriz, evinin önünde oynarken, elimize yiyecek bir şeyler sıkıştıran komşularımızı isteriz. Ki onların gözleri önünde büyümüşüzdür. Hayatımızın şahididirler. Öyle nikah şahidi gibi tek seferlik de değil, her daim. Sevmek bir ömür boyudur... Neden mi semtteyiz, işte bir ömür boyu sevmek ve sevilmek için. Ağacımıza, parkımıza sahip çıkmamız da hep bu yüzdendir ya, biliriz semtimizin kıymetini, ve yine biliriz semtini yitirmiş çocukların esrikliğini.

Mavra Onsuz olmaz. Gülmek ciddi iştir; tek başına, dostlarınla, ya da bir tribün dolusu... Ne olursa olsun güleceksin arkadaş. Sürü sepet kravatlısı, ceketlisi, muktediri böylesine beti benzi atmış şekilde nefret kusuyorsa, ağız dolusu güleceksin, dalganı geçeceksin, hiç olmadı geçip karşılarına sırıtacaksın. Bazen acı ve hüzün içine oturacak, yediğin gaz ciğerini yakacak, lakin o duman içinde bile güleceksin. Olmadı sırıtacaksın. İşte bu deli eder zulüm ile abad olanı... 11 Haziran meydan saldırısında koca bir duman bulutu içinde AKM önünden, İstiklal caddesi girişine vardığımda (ki elimde maske ve gözlük olmasına rağmen, giymeye bile fırsat bulamamıştım), ilk talcidli su desteğini tanımadığım birinden alel acele almıştım. Lakin, gaz bulutu bitmek bilmiyordu ve duman altında ilerliyorduk. Gözler cayır cayır yanarken, Mis sokak girişinde başka bir çocuk imdada koştu ve “Abi makyajın akmış, tazeleyelim!” diyerek gözüme sıkmaya başlayınca, en fazla “Laaaan!” diyebildim ve o ahval ve şerait altında bile kahkahayı bastım. Ki o ‘gaz’la bütün gece idare edecektim... Her şeye karşı olmak da fayda var. Hatta fazla racon kesmeye, her şeyi ruha indirgemeye, ritmle kafa şişirmeye, semtten dışarı çıkmamaya, mavranın bokunu çıkarmaya da karşı olmak lazım... Ve yeri geldiğinde, hiç çekinmeden ‘krala’ karşı olup kentin ortasına ‘beşi bir yerde’yi takabilmek lazım...

Son söz olsun: Halk ayaklanmaları delikanlıları sever, ‘Gezi’m sana söylüyorum ‘Çarşı’m sen anla! 37


Tanıl Bora

Gazeteci/Spor yazarı Taksim-Gezi direnişinin Arap Baharına benzetilmesine iktidar kızdı, bazı yorumcular da doğru bulmadı bunu. Ama mukayeseler anlamaya yarar ve Gezi’de Arap Baharına çok benzeyen bir yan var: örgütlü taraftar gruplarının rolü. Hatırlayın, Mısır’da Tahrir devriminin öncü güçlerinden biri El Ahli taraftarlarıydı. El Cezire’nin yorumcuları, onların, isyanda bütün siyasi gruplardan daha büyük rol oynadığı kanısındalar. Kahire’nin bu köklü kulübünün Ultra taraftar hareketi, Tahrir’de ‘muharip sınıf’ rolüyle öne çıktı. Çünkü, sözcüleri Amr Fehmi’nin bir demecindeki cool ifadesiyle, ‘geçmişte dayakçı polislerle çok tecrübeleri olmuş’tu. Göz yaşartıcı gaza, copa alışkındılar, toplu hareketle bunlara karşı koyma tecrübesine sahiptiler. Bir merkezleri yoktu, sosyal medyayı ustaca kullanarak müthiş bir esneklikle seferler olabiliyorlardı. Aralarında milliyetçiler, liberaller, komünistler, İslamcılar, alakasızlar vardı; polisin tribünlerde onlara haydut muamelesi yapmasına karşı öfkede birleşiyorlardı. Ultra El Ahli, Tahrir’in sokak direnişinin örgütlenmesinde başı çekti, derin devlet de Port Said’de onları linç saldırısına uğratarak öç aldı. Poliste ve yargıda ciddi bir reform talebiyle muhalefetlerini sürdürüyorlar. Örgütlü taraftar gruplarının polisle başı dünyanın hiçbir yerinde hoş değildir. Meşhur A.C.A.B. (All Cops Are Bastards, ‘bütün aynasızlar piçtir’) sloganının tribün ahalisinde beynelmilel sempati görmesi boşuna mı? (70’lerin sonunda Punk’ların polis baskısına karşı çıkardığı bu slogana, Neonazilerin sahiplenmesi nedeniyle, bir süredir demokratik-sol muhitlerde mesafe konuyor.) Seyirciyi müşterileştiren endüstriyel fut38

VE BİRİNCİLİĞİ SİYAH BEYAZA VERDİLER bol rejimi, taraftar grupları ile polis arasındaki gerilimi tırmandırıyor. Taraftarlar sıkıyönetime sokulmak isteniyor. Rezil işler yapan fanatiklerin varlığı vesile sayılarak, ‘güzel ahlaklı’ taraftar grupları da kriminalize ediliyor. Taraftar örgütleri reşit muhataplar olarak kabul edilmiyor. Bu, Türkiye’de iyice bariz. Futbol bürokrasisi ve polis, eski usul bir pederşahilikle, ergen oğlan çocukları muamelesi yapıyor taraftarlara. Azgınlıklarına göz yumup, ‘aşırıya kaçınca’ tokadı basıverdiğiniz ama asla gerçekten ‘konuşmadığınız’ oğlanlar… Tabii bazen ters tepiyor. O azgınlık priminin de katkısıyla, başkalarına asla gösterilmeyen müsamahadan yararlandıklarından, siyasi muhaliflerin tatmadığı bir meşruiyet duygusu ve başka tür bir gözü karalıkla donanmışlar. ‘Yeter artık’ deyip tokadı basan polise de ‘hop’ diyebiliyorlar o zaman. Hem bu devirde ergenleri idare etmek kolay mı? Ayrıca öyle muamele ediyorlar diye taraftar kitlesini topyekûn ergen oğlan çocuğu sanmayın. Taraftar Hakları Derneği geçen Cuma günü, ‘atılan küfürlü ve erkek egemen sloganlarla alanlardaki kadın, eşcinsel, LBGT yoldaşlarımızı aşağılıyor, onlara ayrımcılık yapıyoruz’ uyarısında bulundu. Gelelim Gezi direnişine… Taksim’in bahar bahçesinin bahçıvanlardan biri, zaten epeydir ‘Beşiktaş’tan daha Beşiktaş’ olan taraftar grubu Çarşı oldu. ‘Beşiktaş’tan daha Beşiktaş’ dememin sebebi: Beşiktaş’a tabii biraz da romantize edilerek atfedilen karakter özelliklerinin, işte ‘halkın takımı’ olma iddiasının, ‘en büyük’ olma kibrine özenmeyen alçakgönüllülüğün, zorbalıkta değil efendi gibi davranmakta tecelli eden bir delikanlılığın, kulüpte giderek erirken daha ziyade bu taraftar muhitinde temsil edil-

mesi… Direniş deneyiminde, Çarşı’nın bu karakteri cümle aleme faş oldu. Genel taraftar tepkisine ilaveten, bir ay önce kendi flora ve faunalarında karşılaştıkları polis şiddetinin öfkesiyle de doluydular. Muharip sınıf olarak gösterdiği yararlılıklar, ayrı bir hikâye. Taksim devriminin genç ruhuyla, mizahı ve yaratıcılığıyla aynı meşrepteler. Tribün ortamının beraber eğlenmeyle üreyen neşesini katıyorlar umumi neşeye. Sadece Yunus’un ‘Bir bahçeye giremezsen/ Durup seyran eyleme/ Bir gönül yapamazsan/ Yıkıp viran eyleme’ deyişiyle değil, her lafıyla lirik bir duygu taşıyan ‘teşekkür ve özür’ mesajları, devrim bildirileri antolojisinde yerini aldı. Bir kamu malı olarak Gezi devletçe gasp edildikten sonra yayımladıkları, Abbasağa’yı ve başka parkları adres gösteren bildiri de öyle… Her renkten taraftarlar, protesto ve şenlik kalabalıklarının çiçek dürbününe yeni desenler katıyor. Bütün renkler hızla güzelleşirken, birinciliği siyahla beyaza verdiler! Onları güzelleştiren, işte bu devrim hali… Bu güzellik gözümüzü kapatmamalı tabii. Yıllar önce, Çarşı’nın popülaritesinin bir başka zirve zamanında da konuşuyorduk bunu: Çarşı mersiyeleri, onu bütün dertlerin çaresi olarak görmeye sevk edebiliyordu insanları. Beşiktaşlılar, özellikle onların solcuları arasında, Çarşı’ya muazzam misyonlar yüklenir olmuştu. Hani neredeyse Dicle kıyısında kaybolan kuzuyu Çarşı’dan sual edecektik! Mağlup solun bütün rövanşları Çarşı’dan bekleniyordu neredeyse! Kendileri bile bunalmıştı bundan. Hasılı, abartmayalım… Onları da bunaltmayalım. Mustafa Keser’in tek askeri bunlar değil ya…!


Barbaros Şansal Modacı-Direnişçi

Taksimde yürüyorum… Yıllardan 63; günlerden fark etmiyor ama 30 Ağustos zafer bayramı… Elimde babaannemin aldığı kâğıttan rüzgar gülü, boynumda papyon altında ise lastikotinden bir kısa pantolon. Hemen köşede, tramvay durağı yanında ise yelekli vatman özenilesi şapkası, oya ağaçları çiçek açmış cumhuriyet anıtının çevresinde baylar bayanlar ise sohbet ediyor durak kuyrukları gölgelerinde.

Taksim’ de yürüyorum…

yıllardan 65, mevsimlerden yaz. Gezi Parkının köşesinden sesleniyor elde fötr, Demirel. Meydanın ortasında defne ve zeytin sarmış demir kılıcı anıtın adı “Barış…” Dün gibi gözlerimde alman kahvesi ve kaldırımları karış karış. Biraz ileride park otel ve maron degize. Belediye gazinosunda ise Aysel İpar sesi kaçmıyordu o zaman genize.

Taksim’ de yürüyorum…

Yıllardan 71, günlerden 23 Nisan. Henüz mezun olmuşum ilkokuldan. Her yer cıvıl cıvıl kostümleri le çocuk doluydu o an. Ardından parkta piknik, parası olmayana İstiklal’deki piknik restoranda da yer verilirdi ketenli sofrada. Hemen meydanda bulvar kahvesi. Akşamları Rüçhan Çamay’ dan gelirdi jazz esintisi.

Taksim’ de yürüyorum…

TAKSİM’DE YÜRÜMEK Yıllardan 77, günlerden 1 Mayıs. Lâle değil işçi bayramı, artık yalana inanmayız. Derken panzerler geçiyor halkın üzerinden, mahşere dönüyor gözümünün önü gündüzden kara geceye dönüşen düzen. Heryerde ayakkabı tek kalmış, yapmış köseleden denizi, yıllar sonra o parkı bir kez daha ezmişti Sezen Aksu’ nun da lastik terliği.

Taksim’ de yürüyorum…

Yıllardan 80, günlerden 12 Eylül. Marşlar çalınıyor siyah beyaz televizyon heryerde, yine gelmişti Taksim’ e emperyalist ABD. Kaçak sigaram cebimde ama 70 cente muhtaçtı artık parktaki gül, dizi dizi askerler kimlik kontrolü eder halk adeta yaşlı sütçü beygiri, adı düldül. Gri defter nüfus kağıdım ise o günlerde cebimde gezer, nedense taksim parkında hep sert rüzgar eser.

Taksim’ de yürüyorum…

Yıllar 90, günü hergün. Gezi dükkanlarında başlamıştı lahmacun ve dürüm. Belediye gazinosu olmuş evlendirme dairesi, artık heryer dernek düğün. Bir de fast food fırtınası, kalmadı taharete bakır güğüm. Bir tarafta değnekçiler, diğerleri üstgeçidi söküp Tarlabaşı’ na da yeni girmişler sular bile akmaz artık çeşmelerden. Bronz heykeller yerlerinden sökülüp bahçelere dolmuş villa yalı beylerden.

Yıllardan 74, aylardan Temmuz. Kıbrıs harekâtındaydık, ülkece durumumuz teyakkuz. İnönü’ nün atlı heykeli vardı girişinde ama şimdi yeller eser yerinde; nasılsa olmuş şantiye. Bir yanda parkın içine de Sheraton diye beton dökük. Yeniden restorasyondaydı o zaman kültür merkezi, adı: Atatürk Bugünkü yoktu, o günlerde yeşile bile düşman değildi hödük.

Taksim’ de yürüyorum ..

Taksim’ de yürüyorum…

Taksim’ de yürüyemiyorum…

Yıl 2000, milenyum. Koca Gezi parkı dolmuş tinerci, kapkaççı ve turuncu gece ışıkları ile çakma pavyon kılıklı 3-5 sergi fuar yerleşmiş mermer meydanda en derine. Taksim’ e ve parka bir kez daha talan var. Yeniden 1 mayıs meydanlarda ama bu kez etnik kimlikler ön planda zırlar. Metro delmiş deşmiş her yerini Cumhuriyet Caddesindeki yaşlı çınarların bedenlerini almış işaret belgeleri.

Yıl 2013, Nisan 13. Talan gemi almış azıya ne ağaç kalmış ne de oturacak bir bank parkta. Meydanın imhasına son hamle, tam ortaya bir de havuz gelecek şekli lâle. Koy bir çakma kubbe bir yana tam parkın ortasına da güya kışla, aslı avm ama. Son hayal kırıntısı da sökülüyor Taksim’ den, yürümek ne kelime belki ancak geçilecek yer altı dehlizinden.

Taksim’ e yürüyorum…

Yıl 2013, 28 Nisan sabahı, saat bir. iş makinaları girmiş elmadağından Ağaçlar paramparça sabahına saldırı var 3-5 çadıra, biber gazı sopa ateş gırla. Böyle başladı herşey ama durmayacaktı asla.

Taksim’ de direniyorum…

31 mayıs 2013 Dolmabahçe de Çarşı toma geçti sivilin eline faşizme karşı. Heryer bariyer, heryer karmaşa, bakın milyonlar nasıl dökülüyordu sokağa. Camdan baktım dürbünle birden kendimi buldum onlarla kapının önünde. Evim oldu sığınak hadi kolaysa yapsın belediye çöpüyle yığınak . Taksim’ de duruyorum yanımda duran adam… Gezide vahşet kavgası oysa iktidarda hala şevhet. Yıl olmuş Haziran 2013. Ne vardı artık valide kasvet ne başbakanda kasket. Numarasız kasklardan geldi 6 ölü dolu dehşet. Taksim yürüdü bu kez Dünya’ ya sırada Mısır, Bahreyn ve Brezilya. Kucaklamadı halkı malum zatlar koltuğa yapışmış makamlarda ama destan yazdı bu millet bir kez daha; hem de onca yaralı ve mağdura rağmen, ısrarla…

39


SIK BAKALIM, SIK BAKALIM, BİBER Bedri Baykam Ressam

Şimdi yukarıdaki slogan marşı tribün korosu sesiyle de, sık sık Ulusal Kanal’da o “şarkı”yı en neşeli haliyle fıkır fıkır söyleyen tatlı kızın sesiyle de dinleyebilirsiniz. Vallahi benim dilimden düşmüyor, inanın! “Sık, bakalım, sık bakalım...” Ne zaman Beşiktaş şık bir galibiyet alsa, koyu Fenerbahçeli babam buna sevinip “Oğlum biz zaten Ortaköy’de oturuyoruz, yarı Beşiktaşlı sayılırız, sen de sevin” derdi. Ben de hele yenilen taraf Galatasaray veya bir yabancı takımsa buna iştirak eder, babamı mutlu ederdim. Türkiye’de gençlik hareketlerini başlatan isimlerden olan ve CHP Gençlik Kolları’nın Kurucu Başkanı babamı 1996’da kaybettik. Köprülerin altından çok sular aktı. 28 Şubat, yobazlığın “ileri demokrasi” adını alışı, irticanın tehdit olmaktan çıkışı, AKP Sivil Anayasa Darbesi, Çarşı fenomeni, 3 Temmuz süreçleri ve daha neler neler... Ben Fenerliliğimden bir şey kaybetmeden arada babamı da düşünerek Beşiktaş başarılarına sevindim. Hatta sevgili oğlum Suphi Baykam, Beşiktaş altyapısında 2,5 yıl futbol oynadı, siyah-beyaz formalı posteri odasını süsledi. Kanarya ve Kartal, 3 Temmuz sürecinde kader dayanışmasına girdiler... Gezi olayları patlamadan önceki 2-3 ay gerek Taksim Meydanı’nda yaptığım konuşmalar, gerek Cumhuriyet’te yazdığım makalelerle halkımızı ve gençliğimizi Taksim Meydanı’nı uğratılmak istendiği bozgundan kurtarmaya çalıştım. Toplantılar yaptık, siyasi partilerle konuştuk, kent dokusuna büyük tahribat verecek bu saldırıya dur demeye çalıştık. İtiraf edelim arzu 40

GAZI SIK BAKALIM... ettiğimiz dönüşü alamadık siyasi partilerden ve toplumdan. Bu arada kazmalar vuruldu ve sorumsuzca inşaat da başlatıldı. Gerisi ise dünyanın malumu! Taksim Meydanı, yeryüzü demokrasilerinin en bilinçli ve en örnek gösterilecek faşizme tepki ve özgürlüklere sahiplenme merkezi haline geldi. Gezide geçirdiğimiz günleri, geceleri kimsenin unutmasına imkan yok. Belki bir tek 1960’larda California’da “People’s Park” ve hippiler, Vietnam Savaşı’na direnirken yaşananlarla kıyaslanabilir. Bir de tarihte “Paris Komünü” günleriyle belki! Ama inanın o hatıralarıma inemiyorum, 150 yıldan sonrası için hafızam zayıflıyor galiba... Tüm dünya için evrensel bir laboratuar deneyi gibiydi Gezi. Her yaştan genç büyük bir kararlılık ve dayanışma içinde toprağını savunurcasına güleryüz ve dostlukla gelmişti o alana. Her ırk, dil, millet orada beraber aynı kasede erimiş ve halk beraberliğinin, o yıllardır bahsi geçen “halk kardeşliğinin” en güzelini oluşturmuşlardı. Alçak gaz saldırılarına karşı maske paylaşmak, ekmek su ve gazoz paylaşmak birbirini kollamak, beraber gülüp, beraber ağlamak, halk olmanın en güzel izlerini bırakıyordu yeryüzüne. Çarşı için ise bu güzel ve farklı dünyada paragrafların en güzelini açmak lazım. Gerek cesaretiyle, gerek halka verdiği moral ve neşeyle, gerek esprileriyle, dünya literatürüne tekrar geçti Çarşı. Evet zaten “Çarşı, her şeye karşı”ydı bu ülkede. Ama bu karşı duruş, milyonların üzerindeki ölü toprağının kalkmasına neden oldu. Herkes kararlılığına kahkaha ve en delici iğneleri eklemeyi başardı. Çarşı’nın

12 Numara ile İnönü Stadı önünde ve Taksim’de buluşma anları, hepimizin gözünü yaşartan. Ultraslan’ın kendini devre dışı bırakan anlamsız ve kaçak bildirisine karşın, bir çok Galatasaraylının da bu güçbirliğine katılmış olması, görüntüyü daha da renkli hale getiriyordu. Belli ki Gezi dayanışmasının ardından, stadlarımızda da hiç bir şey artık aynı olmayacak! Kaç gece Çarşı ve başka taraftarlarla zıplayarak slogan attım bilmiyorum... Hatta araya Göztepeli misafirler de karıştı. Buradan bir damardan Fenerbahçeli olarak tekrar Çarşı’yı tebrik ediyor ve vatanseverlikleri ve dik duruşlarıyla, hatta esprileriyle beni çok ağlattıklarını bir daha kendilerine bildirmeyi görev addediyorum! İktidarın sindirme ve korkutma politikasından herkes nasibini alırken, Çarşı da doğal hedef haline geldi. Yalnız herkesin öğrenmesi lazım ki, bazı kişileri satın almak, korkutmaya gayret etmek, beyhude bir zavallılıktır. Sonuç alamayacakları baştan bellidir. Son olarak bir genel hatırlatma: Hangi günlerde yaşıyoruz biliyor musunuz? Atatürk heykeline çelenk koymaya çalışanların karşısına asker ve polisin dikilmeye çalışıldığı, T.C. ibaresini valilerin sinsi operasyonlarla kaldırtmaya çalıştığı, Türk bayrağı satanların teröristlikle yargılanıp 20 yıl örgüt suçlamasıyla karşı karşıya kaldıkları, Cumhuriyetimiz’e yönelik en yoğun saldırının yaşandığı tarihi günlerde. İşte bugünlerde, Atatürk’ün gözü hep üzerimizde, ve tüm demeçler tweetler, söyleyenler, söyleyemeyenler, hepsi tek tek kaydediliyor tarihin kayıtlarında, parlamento dökümleri dahil...


A. Kadir Konuk Yazar

SEVGİLER HEPİNİZE

Duyduğumda tüm bedenim titredi...

Grevler, işgaller, çatışmalar yaşadım…

Korkudan değil, sevinçten.

Ama andolsun böylesine NEŞELİ, böylesine YARA-

Sizler o meydanlara doluştuğunuzda uzağınızdaydım, gelemedim yanınıza.

TICI, böylesine EĞLENCELİ bir direniş görmemiştim; sizler gösterdiniz bize bunu.

O ülkeye girişim yasak benim. Sizlere Taksim’i yasaklamaya kalkışanlar yasakladılar o ülkeyi bana.

Sözleriniz, sloganlarınız müthiş... Direnişiniz, dayanışmanız müthiş..

Bedenim gelemedi ama beynim geldi, yaşlı yüreğim

Hayır, yağcılık içermiyor bu sözler.

geldi, gözyaşlarım geldi; oradaydım.

Yaşlı bir devrimcinin içten gelen sözleri.

Sevinçten ağlayarak izledim olanı biteni.

Bazıları şimdilerde “Ne oldu, yenildik mi” falan diyor.

Hepinize TEŞEKKÜR EDİYORUM!

Hayır, yenilmediniz.

Yaşlı yüreğime bu sevinci yaşattığınız için. Buralarda kiminle konuştuysam “İçimiz açıldı” dedi.

KAZANDINIZ! Hem de çok şey kazandınız, kazandırdınız bizlere.

“Türkiye Türkiye olalı böyle bir direniş görmedi” dedi. “Sevincimiz, umudumuz oldular” dedi.

Teşekkürler hepinize. Gaz doldurulan gözlerinizden öpüyorum.

Yaşamımda çok direniş gördüm, katıldım bir çoğu-

Copla kırılan ellerinizden öpüyorum.

na…

Sevgiler hepinize. 41


Demet Evgar Tiyatro sanatçısı

14 Nisan akşamı bir mesaj, arkasından bir telefon: “Parktaki ağaçlar sökülüyor, destek olur musunuz?” Ah hayalci gençler! Bu ülkede değişir mi hiç bir şeyler? (14 Nisan: ülkeye ait hissetmiyorum kendimi. Sadece öldürülen er kişilere ağlıyorum. -bir yastığım bir ben biliyorum-…) “Elimden geleni yaparım” diyorum… Yapamıyorum… bir korku var içimde, sevginin çürümüş haliyle ama niye? O kadar naif ve havalılar ki bir yandan. Üstelik istedikleri şeyde hukuka aykırı bir şey de yok..ortada hukuksuz bir şey yok, içimde hukuksuz bir korku var. Yapamıyorum. 15 Mayıs. Evet korkuyorum… Bakıyorum herkes çadırlarında. Kitaplar okunuyor çimenlerde, şarkılar söyleniyor ağaçlar altında. Ah ağaçlar! Ne güzeldir altında söylemek şarkılar. (Sabah 7 gibi Belgrat’ta buluşuyorum onlarla, sarıl sarıl doyamazsın. 21.yüzyıl aşıklarıyız biz, doya doya köküyle duran kaç erkeğe sarıldık… Yalnızız, yastayız, ansızın yalnız kaldık, hastayız… Sabahları -ondan mütevellit- doyamam Belgrat ağaçlarına sarılmaya, onlar da sarılır bana. Tuhaf!) Mayıs sonuna yaklaşıyoruz, yo42

İHBAR EDİYORUM!.. BENİ Y KUŞAĞI ÖRGÜTLEDİ… rulmuşuz bütün sene. Plan şu:1 Haziranda gideceğim Mardin’e, film festivali açılış filmiyiz. 4’ünde de gideceğim Madrid’e, Muse konserinde bağır çağır ‘uprising’ söylemeye… 30 Mayıs; garip akşam. Anlatsam… Anlatamam… Bir tuhaflık var diyeyim. Hisseden hissetsin… Gezide de; işte kardeşim, arkadaşlarım keyifleri yerinde. -hukuka da aykırı bir şey yapmadan- oturuyorlar çimenlerdeee… 31 Mayıs sabahı erkenden garip bir sevinçle yola çıkıyorum Mardin’e doğru. Mezopotamya.. Alabildiğine uzanıyor gözlerimizin önünde, (Dünya’nın en eski ve spiritüel şehirlerinden ikisi Madrit ve Mardin’ miymiş neymiş? Tamamen tesadüf -ki hiçbir şey tesadüf değildir evrende-). varıyorum çok isteyerek Mardin’e ki tweeter denen illet, kendi tabiriyle söylemek gerekirse yıkılıyor. (Pek sıkı bir ilişkim yoktur kendisiyle, 2 haftada bir belki tweet atarım. Hergün “ şunu yaptım, bunu içtim” diyecek halim yok, zorla açtırmışlar hesabı bakıyorum arada. Ben instagramcıyım, bir şeyler çiziktirir, koyarım arada). Derken bi bakıyoruz; “yanıyor İstanbul” Nedir ne değildir?… Müdahaleler başladı! Tomalar aşağı,

tazyikli sular yukarı… Toma ne? Bak googledan; Toma: Toplumsal olaylara müdahale aracı. (O günden sonra sanki hep biliyormuş gibi davrandım ya tomayı.) Kardeşimi arıyorum hemen. ( Kardeşimin -Allah inandırsın- bugüne kadar ne bir eyleme, ne bir yürüyüşe, ne bir direnişe ne de partiye dahil olduğuna şahit olmuşumdur; görmediğim şeyi görmüş gibi yapacak halim yok. Evet, kendisi bir Y kuşağı). “Abla” diyor, “şu anda bir apartmana sığındık, yanıyoruz abla…” Dondum, kımıldayamayasıya. O hiçbir şeyi takmaz çocuk (gözümde bebe) takmış pet şişeleri kulağına - korumak için kulaklarını gazdan – meydanda. Ve daha ardından nice bildiğim kardeşlerimin, arkadaşlarımın gözlerinden korku bulutu kalkmış; biber gazı denen şimdi alıştığımız, yeni tanıştığımız bir gaz bulutuyla… Bir sonraki uçağı beklemek ne zor… Bakıyoruz; televizyonlar güzellik yarışmasında. Hayat onlara güzel anasını satayım. O an daha iyi anlıyorum yıllarca ne çok uyuşturulmuşuz. 4 yıldır gazeteye elimi sürmüyorum. Ben bile uyumuşum… Neyse, biniyoruz uçağa. Açılış maçılış hak getire tabii. Açıl-


mış zaten kalbim orta yerinden… Derken varıyorum İstanbul’a. her şeyle yeniden tanışacağımı bilmeden iniyorum İstanbul’a, Dünya’ ya yeni inmiş gibi… Direnmek… Ne demek?... Hayat…Ne demek?... Eş anlamlar buluşuyor, ruhum kavuşuyor sanki… (Mustafa Kemal’i dedem gibi hissetmişimdir hep,”Muhtaç olduğunuz kudret, damarlarınızdaki asil kanda mevcuttur” lafı da, “ah be atam ne naifsin, hangi kan, hangi kudret” dedirtirdi bana. İnsan kanı, elbet kudretlidir, en derinlerim bilir ama ütopik bulurdum böyle lafları açık söyleyeyim.) Ben ne olduğumu anlamadan, kanıma karışmış, akmışım hiç deneyimlemediğim halimle… E kardeşim gel de direnme… Kalktı mı o korku bulutu gözlerimden o ilk gazla? Birbirimizi görür olduk, gördükçe kavuştuk… Herkes aynı. kadını, erkeği, şortlusu, türbanlısı, gayi, lezbiyeni, alevisi, sünnisi; hep hayal ettiğimiz gibi. Evimin yolu İstiklal’den geçerdik yan yana da, bakmazdık. İki göz yeterdi de görmeyi bilmezdik… Ve şimdi sarılmışız gidiyoruz, neye karşı inan bilmiyoruz. İçimizden bir şey yürü diyor. Elelesin, birbirini kaldırıyorsun yerden. Çarpıyorsun, “pardon” diyorsun. Tam çıkacakken çileden, aa… duvarda bir yazı okuyorsun; gülüyorsun. “Bu direnişin diğerle-

rinden farkı, gezi zekâlı mizahıydı” biliyorsun ve birinin gözlerine bakınca kendini görüyorsun ya, işte o anda; “ Dört nala gelip Uzak Asya’dan, Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan bu memleket bizim…”. İşte şimdi ait hissediyorum bu ülkeye kendimi… Ahaa!.. Bir anne, karnında bebeği. Bir baba, elinde çocuğu, yüzünde maskesi. (Algıda seçerim çocuğu. Affetmem…) Basıyor bana bir ateş daha. Yaklaşık üç yıldır hayal ediyorum çocukları bir araya getirmeyi. Sokak çocuklarını, kolejde okuyan çocukları, devlet okullu çocukları. Kime gitsem ”evet çok güzel fikir ama çok riskli. Alt yapıyı doğru kurmak lazım, sonuçta çocuk bu, şakaya gelmez” diyorlar. Doğru da diyorlar, biraz daha çalışmak lazım. 28 saat uykusuz eve gidiyorum. Arada derede gözümü kapatıyorum ki ne göreyim? Bir ağaç, dallarından rengarenk gözler çıkmış, ardından diğerleri… Orman olmuşlar, koşuyorlar bana doğru; hem de gülerek. Olmaz deme, oldu bu... Derken fırlıyorum yataktan vee dikiyoruz çocuk gezim atölyesinii… Bizim çadırı dikmemizle geliyorlar dörtnala çocuklar, veriyorlar can suyunu çadırın. Elbette kaynaşıyorlar çünkü çocuk onlar. Oldu mu sana bir hayal daha gerçek… Sevgiyle… Eee, gel de

direnme. Destanlar çiziyorlar bir kâğıda. Şükür ki ne şükür… Yazmakla bitiremem olanı biteni. Bir hayal ülke kuruluyor, Dünya’ nın orta yerine, paranın pulun geçemediği… Olmaz deme, oldu bu ve ardından sirayet etti Dünya’ ya . Burada açıldı vicdanlar Y kuşaklarıyla… Gel de direnme… Başkanlık koltuğunda hiç gözüm olmadı ama açık söyleyeyim isterdim böyle bir ülkenin başkanı olmayı. Ahh bi kucaklasaydı hepimizi, -kalbimin dediğini ne saklayacağım söylüyorum açık açıkadını hayatıma yazmaya hazırdım ben… Eee kısmetten çıkınca, yapacak bir şey yok. Yine de bizi birleştirme misyonunu başarıyla gerçekleştirdiğini düşünüyor ve teşekkür ediyorum tüm kalbimle… “Hayatının alt üst olmasından korkma. Kim bilir belki de altı, üstünden daha iyidir” ŞEMS Evet alt üst olduk. Biraz kafam yanıyor ne yalan söyleyeyim ama biliyorum, hiç bir şey olmayacak eskisi gibi… Bilmekten öte hissediyorum… Beni Y kuşağı örgütledi, ihbar ediyorum… Tüm canlara selam olsun, kayıplarımız Nur olsun…

43


FİDANLAR… Emrah Elçiboğa

Tiyatro/sinema oyuncusu Biz fidanları sevdik her devirde. Her şeye ve herkese rağmen O efsane3 fidan öyle sarıldı ki bu toprağın göbeğine öylesine kök saldı ki hiç kesilemedi sökülemedi ve kesilemeyecek sökülemeyecek hiç bir dozer ya da kepçeyle. Sonra tek fidanı sevdik körpe elleriyle toprağına uzanmak isterken; yaşını büyütüp dallarına boynuna ip geçirdiler. Yeni doğacak fidanlara gözdağı vermek için. Onlar fidanları sevmediler hep kara ağaçları resmettiler fırça yakışmayan elleri sırça bıyıklarıyla. Fidanlar gün ışığımız oldu. Vicdanımızın sesi, sol yanımızın kanayan yarası. Orman umudumuz oldu onlara tek tek bakarken. Gözlerimiz yaşardı onlara yakılan türküleri dinlerken. Onlar kadar korkusuz cesur olamadık, çocuklarımızı yatırırken yatağa onların hikayelerini anlatamadık masal yerine. Onlarla süsleyemedik ninnilerimizi ama hep sevdik gizli gizli usul usul. Ormanları sevmediler ormanlar olmasını hiç istemediler. O yüzden yaktılar yıktılar talan ettiler. Gözleri boyadılar büyük lüks binalarla sitelerle yazlıklarla yollarla otobanlarla. Balkonuna 1 mt saksılık koydular madem ki seversin yeşili al sana alan diye. Medeniyet diye kandırdılar betonla yeşili takas ettiler. Kim bahçesini kurmaya çalışsa üzerine bastılar fidelerin çünkü fidan olması kabustu çünkü fidan olması ormana giden yoldu. Onlar yollarımıza zift döktüler katran karası ruhlarıyla. Jungle Citylerde öykünerek yaşamaya başladık geçmişimize. Tüm değerlerimiz sarı yapraklı defterlerde ya da artık kullanılmaya kullanılmaya rengi solmuş albümlerde sı44

kışıp kalmıştı. Ya dolapların yorgan altlarındaydı ya da naftalin kokulu çekmecelerin en altında. El altından gösteriliyordu utanılmaması gereken geçmiş. Ama çağ iletişim çağıydı hiç bir iletişim olmamasına karşın. Umut çok uzaklarda artık sayfası açılmayan kitapların korunduğu tozlu kütüphanelerde yer almaktaydı. Öyle ya gemisini kurtaran kaptandı. Kaptanın iyisi gemiciğinden belli olur memurun işini bilirdi. İki yakası bir araya gelmeyenler bir yakada durmak zorundaydı yoksa bertaraf olurdu. İlle de bir yere ait olmalıydın. Rengin,dinin,fikrin,sözl erin,cinsiyetin ama sadece o kadar daha ilerisi ileri için gereksizdi ilerisini yerine düşünür karar verilirdi. Sen önündekine biat etmeliydin yoksa… Biz fidanları sevdik her devirde ama devre mülklerde uyuşturmaktan başka birşeye yaramayan beyaza ve palmiyeye sıkıştırıldık. Gün geçti kendinden geçmene de türkü söylemene de efkarını üflemene de izin vermediler. Yalnızlaşmaya başladık hem akranlarımızla hem de geriden gelen burun kıvırdığımız sorgulamayan hazırcı zihniyete alışmış küçük ekranlara sığdırılmış yaşıt olmayanlarımızla. Onları fidan olarak göremiyorduk bile orman artık hayalden çok ama çok uzaktaydı. Batan geminin malları yağmalanırken kaptan arkasındaki farelere benzetiliyorduk. Unutmamakla övünen bizler unuttuklarını zannetiğimiz -hatta hiç bilmediğini sandığımız- kayıp kuşağın çocukları duvarda asılı olan kırık sazı öyle bir alıp çalmaya başladılar ki ruhumuzun naftalin kokusu tazyikli su eşliğinde bahara karıştı.

Binbir ağacın ölü toprağıyla örtülmüş gövdesi canlandı çiçeklendi dalları. Zift dökülmüş asfalt yolların arasından tomurcuklanmaya başladı yerin altındaki umut fidanları. Gerisi dalga dalga bile değil tsunamiyle geldi. Yine yakmaya yıkmaya çalıştılar fazla sulayıp çürütmeye böcek ilaçlarıyla zehirlemeye ama Macbeth’in ormanı gibi yürümeye başlamıştı bir kere fidanlar. Elindeki kanla ortada kaldı Duncan. Ve sesler yükselmeye başladıkça ne çok değere sahip olduğunu gördük saksıda yetişen çocukların. Ne kadar büyükmüş meğer bellekleri, harddiskleri mgbyte değil ggbytemış, Ram değil Ran’a sahiplermiş, işletim hızları yüksek, ağ bağlantıları kusursuzmuş ve antivirüs programları,firewalları şahaneymiş. Şimdi artık orman umudumuz var. Şimdi bu devirde fidanları daha da çok seviyoruz. Tıpkı geçmiş gibi. Her şeye ve herkese rağmen O efsane 3 fidan öyle sarılmış ki bu toprağın göbeğine öylesine kök salmış ki hiç kesilemedi sökülemedi ve kesilemeyecek sökülemeyecek hiç bir dozer ya da kepçeyle. Şimdi içimizi kanatan 5 fidanımız daha oldu. Onlar öldürmek istedikçe bizim yaşatacağımız 5 fidan. Biliyoruz ki onlar abilerinin kanatları altındalar. Ve söz sizlere her gece yatarken çocuklarımıza sizin ninnilerinizi söyleyip sizin türkülerinizle uyutacağız. Çünkü onlar ayaklanıp koşmaya başladıklarında sizin kurduğunuz ormanın içinde koşup sizin adınızı taşıyan o ağacın gölgesinde dinlenecekler.


Gülgün İşbilen Ressam

İnsanın alet kullanmaya ve iletişim kurmaya başladığı dönemlere gidiyor aklım. Güçlü kuvvetli biri var. Her sabah ucunu sivrilttiği mızrağı ve taş baltasını alıp avlanmaya çıkıyor. Akşama doğru sırtında koca bir hayvanla dönüyor. Yüzüyor postunu ve oturup bir güzel yiyor. Artıklarını bırakıyor ve gidip yatıyor ki ertesi sabah tekrar nafaka peşine düşebilsin. Bir başkası daha var. Daha zayıf naif biri. Öyle avla avcılıkla işi pek yok. O da her sabah düşüyor yola, dağ tepe meyvedir, ottur, mantardır toplayıp geliyor. Oturup yiyor ve fazlasını, artığını bırakıp o da yatıyor ertesi sabah tekrar toplamacılık yapabilsin diye. Bir üçüncüsü, ya yaşlı ya da hasta. Belki de kolu bacağı sakatlamış, pek öyle dolaşacak durumu yok. O sadece bunların artıklarını aç hayvanlarla paylaşmak zorunda hep. Avcı adam et yiyor yemesine de canı meyve falan da çekiyor. Toplayıcının da aynı şekilde fena halde etlerde gözü var. 3. Adamın ise hepsinde birden gözü var da yapacak bir şey yok. Avcı adam toplayıcıya diyor ki “sana biraz et vereyim, sen de bana biraz meyve ver.” Olur diyor toplayıcı adam ve biraz et karşılığı topladıklarından biraz veriyor. Bundan cesaretlenen 3. Adam da meseleye dahil olarak teklifini sunuyor. “Siz bana biraz et ve biraz meyve verin, karşılığında ben de size o hayvan postlarından çarık ve palto yapayım. Ot saplarından sepet ve şapkalar öreyim. Kemiklerinden silah yapayım… İkisinin de işine geliyor ve böylelikle

ÖRGÜTSÜZ APOLİTİKLER HARİKALAR DİYARINDA… üçlü bir alışveriş başlıyor aralarında. Ancak bir süre sonra anlaşmazlık başlıyor. Avcı: Bu kadar ete verdiğin meyve az. Toplayıcı: Fazla bile veriyorum, hem bu üçüncüye de verdiğimden bana çok az kalıyor. Avcı: İyi de ben ona post da veriyorum onunla sana da çarık yapıyor. Toplayıcı: İyi de ben de o çarıkların karşılığında zaten ona meyve veriyorum, seninle ilgisi yok ki… 3. adam: her ikinize de verdiklerinizin fazlasını örüyor, biçiyorum. Daha fazla et ve meyve isterim. Bu anlaşmazlığı çözemeyince 4. Adama gidiyorlar. Bu belki yaşlı ve bilge biri ya da aklıyla öne çıkmış, bilinmez ama bunlardan akıllı olduğu kesin. Diyorlar ki durum böyle böyle. Sen bize bu paylaşımı adil bir şekilde yap biz de sana ürettiklerimizden pay verelim. Kabul ediyor 4. Adam ve bir takım ortak ölçülerle kurallar koyuyor. Herkes memnun, bu kurallara göre karşılıklı ilişkilerini sürdürüp gidiyorlar. İlk üç adamın arasındaki ilişkiye ekonomi diyoruz. Ekonominin kurallarını koyup üzerinden pay almaya da siyaset… Kuralları koyan da elbet ilk politikacı oluyor. Bu üreticilerin çoğalması ile kuralların çetrefilleşmesi yasalar bütününü de karmaşıklaştırıyor. Politikacı sayısı da artıyor. Daha iyi kural koyarım diyenler de ilk muhalefeti temsil ediyorlar. Çok kural koyan demek yolsuzluk ve kayırmacılık demek çünkü üretim ve paylaşımına dair kurallar varsa çıkarlar da mecburen vardır. Örneğin politikacıya et verenler kuralların kendileri lehine biraz esnetilmesi

halinde konacağı avantadan pay verebilir kural koyana. Kural koyan o fazlayla diğer üretimlerden daha fazla alabilmek için sermaye biriktirebilir. İlk insanlık işte, olabilir öyle şeyler. Bu kayırmacılık, adaletsiz yasaların ardında belli zümreler arasında gizli anlaşma ve birlikte hareket etme halini ortaya çıkarmışsa, karşısında da diğerleri bir araya gelip birlikte hareket ederek güçlü olabileceklerini fark ediyorlar. Fark etmekle kalmayıp bir araya gelerek ortak çıkarları doğrultusunda güçlerini birleştiriyorlar (örgüt olmasın sakın?). Giderek kuralları neden karşı tarafın koyması gerektiğine itiraz etmeye başlıyorlar. Kuralları da kendileri koymak istiyorlar. Kuralları koyanların çıkarlarını korumak için besledikleri eli sopalı boş gezenleri olabilir mi dersiniz? Muhtemelen vardır yoksa insanlar ya da hayvanlar her zaman konuşa konuşa anlaşmazlar. Konulan kurallar, elde edilen çıkarlar ve yapılan anlaşmalar, tezgahın farkına varanlara karşı korunmak zorunda. Gezi parkı direnişi ile gelişen ayaklanmanın talepleri neydi bir bakalım mı? Bakmayalım, herkes biliyor. O zaman itiraz neye?.. İsyan neye?.. İnsanlar arası ekonomik ve giderek ona bağlı sosyal kuralların adaletsizliğine, yolsuzluğuna, kayırmacılığına; kısacası mevcut politikalara değil mi? O zaman bu direniş politiktir arkadaş. Apolitik diyen halt eder. Ha, politik sebeplerle apolitik bir biçimde, oligarşik güçler ve onun kolluk güçlerine karşı örgütsüz tek başıma direnirim hemi de apolitik kalırım diyen varsa tatlı rüyalar… 45


Hakan Aytaç Bağımsız yazar

Gezi Parkı eylemleri malumunuz… Ağaçlar için başlayan eylem polisin sert müdahalesiyle büyüdü, gelişti, demokrasi ve özgürlük mücadelesinin simgesi haline geldi. Dahası, Türkiye’deki bu hareket birçok ülkeyi etkiledi, rol modeli oldu. Tek bir sebep olmaksızın kendisini baskı altında hisseden, bireysel hak ve özgürlüklerin kısıtlanmasına itiraz eden insanlar, Türkiye’de olan biteni takip edip destek mesajlarını gönderdiler. Brezilya gibi! Ulaşım fiyatlarına yapılan zamla patlayan ve “Aşk bitti, Türkiye burada” sloganıyla başlayan Brezilya direnişi de birçok farklı talebin dillendirildiği bir festival haline geldi. Türkiye’deki hareketin kendilerine ilham olduğunu söyleyenler, Türk bayrağı ve tişörtleriyle eyleme katılanlar, yaşananları birbirine benzetenler Brezilya alanlarındaki egemen vaziyet olmuş durumda. Ülkemizde de dört bir yanında milyonlarca insanı bir araya getiren direniş süresince sayısız farklı grup, farklı söylem ve farklı taleple karşılaştık. Bunlardan bazı isim ve gruplar kattıkları renklerle simge haline geldiler. Özellikle hemen her toplumsal olayda bir söylem 46

SALAZAR’IN 3F’ SİNE KARŞI DİRENİŞİN ÜÇLÜSÜ: ÇARŞI-BREZİLYAGEZİ PARKI ve duruş sergileyen Çarşı, yine dikkatleri üzerine toplamayı, Beşiktaş taraftarı olan olmayan çok büyük kalabalıkların takdirini almayı başardı. Yaratıkları sloganlarla, asla pes etmeyen mücadeleci tavırlarıyla Türkiye’nin yarısının hayranlığını kazandılar. Bu noktada birçok taraftar grubu da bir araya geldi. Karşılaşmamaları için adeta dua edilirken omuz omuza, hatta kendi takım forması üzerine rakip takımın atkısını taktıklarını gördük. Kuşkusuz şaşırdık, ancak daha çok ortaya konulan dayanışma kültüründen onur duyduk. Böylece birçok farklılık birleşti. Gezi Parkı Çarşı, Brezilya Türkiye, Fenerbahçe Galatasaray oldu. Her ne kadar gündem maddelerinden biri olmasa da futbol, artık alanlardaki hareketin önemli bir faktörü oldu. Günümüzde, otoriter rejimlerin halkı uyutmak, oyalamak veya adına her ne derseniz deyin genel olarak kafalarındaki yönetim biçimini egemen kılmak için kitlelerin dikkatini futbola kanalize ettiklerini biliyoruz. Portekiz diktatörü Salazar’ın halkına hükmetmede başvurduğu söylenen 3F formülünü hemen herkes bilir. Halk af-

yonu niyetine kullanılan futbolun şimdilerde demokratik hak ve özgürlükler mücadelesinde itici güç olduğunu tecrübe ediyoruz. Brezilya’da ulaşım, eğitim ve sağlık reformu talep edenlerin örgütlenmesinde futbolun etkisini görebiliyoruz. Brezilya halkı büyük yoksulluğu rağmen Dünya Kupası’na ev sahipliği yapacak olmalarına isyan ediyor. Bunu bu sezon 57 milyon Euro karşılığında Barcelona’ya transfer olan son dönemdeki en önemli yıldızlarına gönderme yaparak özetliyorlar: “Bir öğretmen Neymar’dan daha değerlidir.” Göstericiler mücadeleleri ile birçok kazanım elde ederken Brezilya’nın en önemli isimlerinden Pele ise; “Sokağa çıkmayın, evlerinize dönün. Futbola konsantre olun,” diyerek adeta diktatör Salazar’a selam çakıyor. Hala rakip gösterildikleri Maradona tarafından sürekli sistemin adamı olmakla suçlanan Pele’nin kalabalıklar üzerinde nasıl bir etkisi olduğunu açılan pankartlarda görebiliriz: “Cala Boca Pele!” (Kapa çeneni Pele!) Diğer taraftan ezber bozan söylemler de söz konusu. Romario, “Dünya Kupası adaylığımızı desteklemiştim ama


şimdi görüyorum ki bu devasa organizasyon Brezilya’nın sorunlarını daha da derinleştirecek. Tek kazanan UEFA olacak,” diyor. Ronaldo ise “Stadyumlara değil, hastanelere, okullara ihtiyacımız var,” görüşünü ortaya koyuyor. Özetle, şimdi meydanlarda sebebi ne olursa olsun Salazar’ı mezarında ters döndürecek yeni bir üçlü var: Brezilya, Çarşı ve Gezi Parkı. Ancak yaşananlar futbol dünyası için hiç de yeni sayılmaz. Fransa’da dönemin başbakanı Sarkozy’nin emeklilik yaşını yükseltmeyi planlaması kalabalıkları sokağa dökmüştü. Ülke genelinde 3 milyonu aşkın kişinin katıldığı 229 farklı eylem topyekün isyana dönüşmüştü. Olaylar devam ederken Manchester United’ın efsane 7 numarası Eric Cantona’dan da eylemi destekleyen bir öneri gel-

mişti. Bankaları kurtarmak için milyarlarca Euro harcayan hükümetin, emekli maaşlarını ödeyecek para bulunamadığı için insanlarını daha fazla çalıştırmak istediğini söylüyordu: “Çevremizde bu kadar sefalet varken mutlu olamayız. Yapılması gereken şeyler var. Bugünlerde sokaklarda olmanın anlamı nedir? Böyle yaparak kendinizi kandırırsınız. Devrimi başlatmak için elimize silah alıp öldürmeye de başlayamayız. Sistem bankaların iktidarı üzerine kurulmuş, o zaman bu sistem bankalar üzerinde imha edilmeli. Bu da üç milyon insanın doğruca bankalara giderek paralarını çekmesi, bankaların da çökmesidir. Bankalar çöker, ortada bir tehdit de yok, kan da. Alın size devrim.” Cantona’nın önerisi üzerinden bir devrim gerçekleşmedi. Sarkozy

devri futbolun etkisiyle bitmedi ama en azından haksızlığa karşı futbol dünyasının önemli bir figüründen çıkış gelmiş oldu. Benzeri söylem ve hareketlerle futbolun, icra edene para, mal, mülk sağlaması; izleyene de oyalanmak için bir sebep olmasının ötesinde, bir şeyleri değiştirmek adına birleştirici unsur olduğu umudu Cantona’ların ve taraftar kitlelerinin sayesinde sürüyor. Bir araya gelinen organizasyonların ayrıştırmak yerine birleştirici faydası bugünlerde bir kez daha görülmüştür. Halkın afyonu niyetine kullanılan futbol, sporun dünyayı değiştireceği umudunu körüklemiştir. Diktatör(ler) rahat uyuyabilir!

47


ÇARŞI İLE Hakan Vreskala Müzisyen

Futboldan hiç anlamam. Hatta çok sevdiğim söylenemez bile. Sanırım sebebi küçükken haddinden fazla ‘milli takımın 8-10 gol yediği’ maç seyretmiş olmam olabilir. İlla bir takım tutmam gerekiyorsa gassaray der geçerim, maksat fikrim olmadığını sanmasın insanlar.. Üst katımızda bir Musa amca vardı, o dediydi sen Galatarasaylı ol diye, ben de onu çok severdim diye bir şey dememiştim. Prekazi’nin Monaco’ya attığı golü, Tanju’nun röveşatasını, Jupp Derwall’in hocalığın ötesinde ne kadar iyi bir insan olduğunu konuşmayacaksak futbol ile ilgili benden muhabbet çıkmaz. Tezahürat bilmem, hatta arada tezahürata slogan diyesim gelir ama Çarşı ‘Gündoğdu’ marşına yeni söz yazmış demişlerdi, onu duydum biraz yoksa “ooleeeyyy oley oley oley” civarında benim tezahürat kapasitem. Peki niye ben gezi süresince gücümün yettiği her gün Taksim’e Çarşı ile çıktım? Belki önce niye kalkıp taa İsveç’ten gezi eylemlerine geldiğimi sorgulamam gerek… İşin aslı sadece ve sadece kendim için. Kendimi daha iyi hissetmek, üzerime sinmiş yalnızlık, eziklik, itilmişlik duygusunu yerle bir edecek bu ayaklanmanın gerçek olup olmadığına şahit olmak için. Benim gibi düşünen baş48

DİRENMEK… kaları gerçekten var mı diye bakıp, onlar da benim kadar her şeye hazır mı diye görmek için geldim. Varlarsa onlara herşeyimi ve fazlasını vermek, isterlerse gitar çalmak, çöplerini toplamak; isterlerse bisküvi vermek, barikatlarına yardım etmek için geldim… Ha, bir de kafasına yediği gaz kapsülüyle dünyası kararan LOBNA ‘yı uykuda bile olsa görmek için.. Peki niye Çarşı? Cok basit, Carşıyı herkes seviyordu, saygı duyuyordu. Yıllarını vermiş isyana ve yaratıcılığa.. Büyük ihtimalle tüm harçlığını, sefkatini, alınterini, zamanını.. Hiç utanmadım dostlar, hiç çekinmedim, hiç sıkılmadım geçtim, hayatımda uğrunda hiçbir özveride bulunmadığım CARŞI pankartının arkasına. Onlar ne diyorsa ben de onu dedim. Yaşadığım mutluluk ve aidiyet o kadar yüksekti ki yüzeysel olmasının canı cehenneme!.. Biri hani soracak olsa Beşiktaş’ın kadrosu ne diye: Ali, Rıza, Feyyaz derdim... Yönetici ismi ver deseler yöneticilerle işim olmaz derdim... Hiç olmadı “Süleyman Seba” derdim. Kaleci Zalad, atom Sinan, fırtına Metin… Birşeyler uydururdum gibi geliyor. Kimsenin bir şey soracağı yoktu çünkü galiba o kortejlerde benim gibi sevmek, sevilmek için gelmiş çok insan vardı.

Çarşıdan taksime her semtte balkondan sarkan teyzeler gördük. İstisnasız her dükkan tezahürata destek verdi. Halk TV’ ye çiçek verdik, Dolmabahçe Camii’ ne kandil simidi… Agos’a selam çaktık. “İSYAN… DEVRİM… BEŞİKTAŞ” dedik hep geziye girerken. Kaç defa ağlamamak için zor tuttum kendimi ama gezinin duvar dibine birikip meşaleleriyle alana giren Çarşıyı karşıladığı her seferinde kapattım çekim yaptığım telefonu ve gözyaşları sel oldu. Ama hakkımdır, ğöğsümü gere gere ağlarım. Nerede bulunur bu kadar fazla güzel insan ve bu kadar onurlu bir isyan. Sanki birileri parkın üzerinde hababam sınıfı müziği çalıyor 24 saat ve elden ele barikat kuranlar akşamına yine elden ele yapıp yaralıların sedyesine yol açıyor. Niye feda yazıyor t-shirtlerin üstünde diye soracak oldum bi ara ama çok açık ve net değil miydi? Budur Çarşı ile geçirilen direniş günlerinin futboldan hiç anlamayan bir insana yaşattıkları… Kaç kişi kalmış şu hayatta güzel sevip uğrunda diren derken bir pankart dolusu feda ruhlu insan buldum. Çarşı denen şeyin net bir varlık olmadığının farkındayım ama zaten güzellikler hep kafası net olmayan insanların ağzından dökülen cümlelerde…


Harun Tekin

Mor ve Ötesi /müzisyen 8 Haziran Cumartesi. Beşiktaş sevdalısı kardeşim Kerem Özyeğen’in yeni dünyaya gelen kızı, ilk küçük mor ve öteli Ayla Özyeğen’i görmeye gideceğiz ailece- tabii önce annemlere ulaşmam lazım. Cihangir Levent arası normal bir cumartesi uzun sürer karayoluyla, bereket Taksim’in sivil olarak yayalaştırıldığı günler. Geç kalmayayım diye taksiye bindim, şöför arkadaş dedi ki “Abi her yer kilit, metroya atayım seni”. Olur dedim, Kazancı’daki barikatın orda indim. Adam para almıyor. Israr bir yere kadar, taksi de ‘gezici’ olmuş. Metro kapı duvar. Tesadüfen, kimsenin bir yerinin kılı olmayanların hizmetine açık değil o gün. Meydan bayram yeri. Park zaten rüyanın önde gideni. Hesapta Harbiye’ye yürüyüp oradan taksiye bineceğim. Acil değil ama çabuk çabuk. Ne mümkün.. Dilek ağacının orada duruyorum. Etrafta ne var ne yok? Özgürlük var, güven var, devlet pek yok ama şikayet eden de yok. Pembeye boyanmış dozerin önünde de kalakalıyorum birkaç dakika. Harbiye’ye doğru yürümeye başlıyorum, tünel inşaatının duvarındaki yazılar durduruyor bu sefer. Her biri tekrar tekrar hatırlatıyor yüz binlerce insanın nasıl birbirine ve hayata aşık olduğunu. Her gün güncelleniyor dün-

GEZİ FARKI yanın en güzel şehir müzesi. İkinci taksiye biniyorum. Daha geleneksel bir abimiz. Çapulcu olduğumu anlayana kadar ortadan konuşuyor, sonra dayanamıyor: “İlk günler serseridir, teröristtir sandık, öyle gösterdiler televizyondan, ama kardeşim bu çocuklara valla helal olsun, 40 yıldır kimsenin yapamadığını yaptılar.” Ne yaptılar, tam konuşacağız, trafik Nişantaşı’nda kilit. Su alayım diye iniyorum, dev bir koronun sesi geliyor Fulya’dan yukarıya doğru: “Faşizme karşı omuz omuza”. Arabaların içinden, evlerin balkonundan, kafelerin masalarından herkes bağırıyor. Herkes farkında ‘durum’un: trafik durmuş ama şikayet eden yok. Derken yürüye yürüye dört yol ağzına geliyorum ki İstanbul hakikaten United. Ucu bucağı görünmeyen rengarenk bir kitle, Çarşı öncülüğünde. Fenerbahçeli dostlar da epey kalabalık, Galatasaraylılar da yok değil. Trabzon formalı babanın Beşiktaş formalı çocuğu da var üstelik. Köşede Aylin Aslım’a rastlıyorum, ikimiz de biliyoruz ki daha önce ne böyle kalabalıklar gördük, ne de böyle günler. Herkes mutlu. Sonra hatırlıyorum ki ikinci taksi vardı bir tane. Bıraktığım yerde yok. Ihlamur’a kadar yürüyüp ancak orada bir taksi daha bulup

devam ederken yola, şunları idrak etmiş olmanın ferahlığıyla doluyum: dünyanın en güzel şehri dünyaya ilham veren dev bir partiyle karanlığın baskın olduğu bir anda insanlığa umut verdi. Yıllardır futbola dair cümle kurarken dedik ki “taraftarım ama fanatik değilim”, dedim ki “Galatasaraylıyım ama oyunun kendisini en az takımımı sevdiğim kadar seviyorum”. Ama artık biliyoruz ki “Futbol asla sadece futbol değildir.” derken Kuper’in ve “Sadece futboldan anlayan futboldan da anlamaz.” derken Menotti’nin ne kastettiğini Çarşı’nın efsane mektubunu okurken ağlayan herkes anladı. Taksim meydanının en coşkulu günlerine şahit olan herkes anladı. Hiç değilse “bağzı” sandıklar kurulurken kalbi Çarşı’yla beraber atanlar ve atmayanlar diye de sorsunlar, hiç anlamıyor gibi gözükenler bile anlar neden artık bu memlekette hiçbir şeyin Gezi’den önceki gibi olmayacağını, ve Ayla’nın doğduğu ülkenin başka türlü bir yer olduğunu. Söylememe gerek yok, nazar değmesin, öyle güzel gülüyor ki galiba o da farkında.. 49


Haluk Işık Dramaturg

İzmir Devlet Tiyatrosu ve YERYÜZÜ Sahnesi İzmir Genel sanat yönetmeni

Macar yönetmen Zoltan Fabri’nin 1962 tarihli “Cehennemde İki Devre” adlı filmini, 1981’de Amerikalı yönetmen John Huston “Zafere Kaçış” adıyla “yeniden okuyup” uyarladı. İkisi de usta işi filmlerdir, ama daha çok ikincisi anımsanır. Amerikan sinemasının şaşaalı anlatım teknikleri yanında, “Zafere Kaçış”ın dünyada fırtınalar yaratmasının en önemli nedeni, Micheal Caine, Sylvester Stallone, Max Von Sydow gibi “artistler” yanında, Pele, Bobby Moore, Ardiles, Deyna gibi bugün de her futbolseverin yüreğini titreten “oyuncular”ın yer almasıdır. Özetlersek iki film de, 30 milyon insanın öldüğü 2. Dünya Paylaşım Savaşında, Nazilerin kendilerini bir de futbolla kanıtlayıp, tutsaklarını ezerek propaganda yapma heveslerinin nasıl kursaklarında kaldığını anlatır. Fabri’de savaş ve insanlar üzerindeki yıkıcılığı daha anlamlı ve duyarlı bir fon oluştururken, Huston işi biraz kitlelerin “futbol aşkı”na tahvil etmiş ve “star sistemi”yle harmanlanan, meseleyi fazla deşmeden izleyiciyi etkileme peşine düşen, duygusal bir anlatımı yeğlemiştir. Ama ne yalan, Ardiles’in topu faşistin üstünden aşırtarak geçip gitmesi, 50

DİRENİŞİN SANATA TAHVİLİ Stallone’un onca beceriksizliğine rağmen penaltıyı kurtarması, hele hele sakat koluna rağmen Pele’nin, Nazileri bile ayağa kaldıran rövaşata golü müthiştir ve hepimizin yüreğini hoplatmıştır. Elbette, tüm stadın –şeref tribününde oturanlar hariç!- sahaya girmesi ve tutsakları hayata kaçırması, “insanım” diyen insan tarafından nasıl unutulur? “Gezi”yle başlayan ve kısa sürede “Her Yer Taksim, Her Yer Direniş” genel şiarıyla tüm ülkeye yayılan “Halk İtirazı”, bunlara benzer bir “iş” çıkartır mı? Sorması bile abes! Çok şiir, şarkı, roman, film, oyun, belgesel, heykel, resim çıkacak bu isyan günlerinden. Sanatın her alanında, “Türkiye, 2013 Mayıs sonu ve sonrası” yerini bulacaktır, özellikle şarkı ve şiir dalında yoğun bir üretim gözlemlenmektedir. Merak edilmesin, klavyeler, tuşlar, teller, keskiler, fırçalar, kameralar çoktan çalışmaya başlamıştır. Elbette bir enflasyon yaşanacak, sapla saman karışacaktır. Kimi moda sanacak, kimi rantını yemeye çalışacak, kimi hatalı alkış yanlış ödül vs ile gereksizce şişirilmeye pazarlanmaya çalışılacaktır. Hep böyle olmuştur, sıkıntıya gerek yok. Hayat ve sanat eleğinin

üstünde kalabilenler yaşayacak, ülke ve insanlık tarihindeki yerlerini alacaktır. Sanat, hayattan aldığını estetik ve düşünsel bir imbikten süzüp, yeniden hayata sunma eylemiyse, yaşadıklarımızı da elbette değerlendirecektir ve buna zorunludur. Peki nasıl? Bu soruya yanıt aramaya çalışırken, her sanat dalının üretim ve tüketim koşulları açısından, “kendine özgülüğü”nü bir yana bırakmamız, genel bir bakış açısı yakalamamız gerekiyor. Yoksa yazı bitmez. İsyan Günlerini sanata tahvil etmek, bir yandan çok kolay, bir yandan çok zor. Kolay, çünkü kendi estetiğini ve atmosferini yaratmış, “dramatik yapı” açısından hayli malzeme vermiş bulunuyor. Zor, çünkü bu malzeme yığınını değerlendirecek bir bakış açısına, “söz/ler”e ve o söz/leri algılanabilir, yorumlanabilir bir yapıta dönüştürmeye gerek var. Üç beş klişiyle, yalınkatlığa indirilmiş mizaha sığınmakla, olayın içini boşaltan savrulmalarla yetinmek, sanat değil, olsa olsa saçmalık ve hayata haksızlık olacaktır. Her zaman söylediğimiz ve yazdığımız gibi, direniş ve onun lokomotifi olan gençlik, söylem ve tavır-


larıyla, hepimize “hayatı okuma” adına büyük olanaklar sunmuştur. Gereksiz ve gerçeği gözden kaçıracak abartmalar ve idolleştirmelerden uzak kalmayı unutmayarak, bu olanağı doğru değerlendirmek, sanatın da önemli ödevlerindendir. Direniş, karşılaştığı korkunç şiddet, provokasyon ve çarpıtmalar bir yana; triabün sloganlarıyla, Uykusuz ve Penguen esinli mizahla ve şimdilik pek söylenmeyen-vurgulanmayan underground ya da fanzin edebiyatıyla kendini var etmiştir ve halihazırda bu biçimiyle sürmektedir. Bazıları bunu “apolitik” gibi göstermeye çalışsa da, ben bu türden gösterme çabalarını “Gençlik Tavrının” bilerek ya da bilmeyerek, içinin boşaltılması olarak görüyorum. Kuşkusuz öteden beri yaptığım şu belirlemeyi de unutmayarak; “Önemli bir kısmı ne istediğini bilmeyebilir, ama tamamı ne istemediğini çok iyi bilmektedir.” Direnişteki “gençlik” gerçekliğinin doğru okunmaması bizi, magazine, gençlerin reddettiği tepeden bakma pozisyonuna ve elbette egemenin suç ortaklığına sürükleyecektir. Bu bağlamda pek çok yazı yazdığım için, tekrara düşmek, yazıyı uzatmak istemem. Özetle, direnişin doğuracağı sanatın öncelikli öznesi, gençliktir. Direniş, büyük, acımasız ve faşizan bir şiddet ve şimdilik 5 ölümle sonuçlanan düşmanlık, kin ve ortadan kaldırmayı amaçlayan kıyımla karşılanmıştır. Sorumlularının kullandığı dil, bu saldırganlığın önsözünü oluşturmuştur. Aşağılamadan küfre, hedef göstermekten bizzat silaha davranmaya ve bu davranışa zemin hazırlamaya; nefret dilinin her türlüsüyle beslenen bu dil, direnişin sanatsal ürünlerde değerlendirilmesinde, karşıtların

karakterizasyonunda çok önemlidir. Elbette burada ana karakterler yalnız değildir. Direnişi, her türlü teçhizat, enstrüman ve yöntemi kullanarak, kırmaya ve bedel ödetmeye kararlı iktidarın yan karakterleri, medyadan silahlı güçlere, oy aldıklarından tedarikçi kurum ve kuruluşlara, döneklere, herkesten daha fazla ses çıkarma çabasıyla göze girme peşine düşenlere ya da sessizliğe gömülenlere, pek çok çeşitlilik göstermektedir. Bu çeşitlilik de, direnişin sanatsal ürünlere dönüşümünde, pek çok anlatım olanağı vermekte, bu “ibret galerisi”, sanatın yardımıyla da insanlık belleğinde hak ettiği yer almayı beklemektedir. Direniş cephesinin asal karakterleri de yalnız değildir kuşkusuz. Ancak onlar birer yan karakter olmaktan kısa sürede çıkmış, kendilerine özgü öyküleri, tutum ve eylemlilikleriyle “asal karakter”lere dönüşmüştür. Anneler, babalar, aileler, ana medyanın ölümcül egemenliğine direnen alternatif basın, hukukçular, sanatçılar… bu liste uzayıp gitmektedir. Gösterdikleri tavır nedeniyle, bunun bedelini ödemekle yüzyüze bırakılanlar da, direniş sanatının asal kişilerinden biridir. “Türkiye, 2013 Mayıs sonu

ve sonrası”, hiç kuşkusuz sanat alanında da, anlatılacak büyük ve sarsıcı öykülerle anılacak ve unutulmayacaktır. “Çarşı”ya burada özel bir paragraf açmak zorundayız. Onlarla ilgili pek çok söyleşi, yorum ve yargı okudunuz. Benim düşüncemi soracak olursanız, yazının başlangıcında andığım filmleri anımsatmam gerekecektir. Onlar, hayatta da sporda da, gösterilecek refklesin insandan ve insana dair herşeyden yana olması gerektiğini kanıtladılar ki, bundan başka söze bilmem gerek var mıdır? Bitirirken, umarım bu büyük halk hareketini, şu ya da bu biçimde bir “malzemeye” indirgediğim düşünülmez. Ben büyük genellemelerle, sanatın doğasında bulunan “çelişki” ve “çatışma”ya, direniş özelinde dikkat çekmeye çalıştım. Bunu yaparken, ne hayattan ne de sanattan ödün verilmemelidir. Çok söylenen biçimiyle, bu ülkede hiçbir şey eskisi olmayacaktır. Sanat dahil ve hepimizi büyük sınavlar bekliyor. Hayatın her alanında olduğu gibi, sanat eyleminde de bu mücadeleyi, haklı olanlar ve ne yaptığını bilenler kazanacaktır. Gidenlerimize bir daha selam olsun!

51


ÇOK ŞEYE Hayko Cepkin Müzisyen

Biz bir ülke filmine tanık olduk; yaşantısının bir döneminde ülkesine dünyasına şahit olabilen herhangi biri gibi. Biz bu dönem filminde, bir parkın vesilesi ile önemsenmeyen 3-5 ağacın yönetmenliğinde bir olduğumuza şahit olduk. 10 yıldır dipten ve derinden giden baskıcı politikaların son dönemde dozunun ayarlanamayıp kendinden olmayan her bireyin bir böcek gibi ezilmesinin istenmesine şahit olduk. Son yıllarda şehirlerin her köşesine yerleştirilmiş asayiş ve trafik denetlemesi adı altında halkını durmaksızın diken üstünde tutan ve hepsine potansiyel bir zanlıymışcasına sorgu sual eden bir sindirme politikasına şahit olduk. İçki sigara yasakları ile toplumun sosyalleşebilme, buluşabilme, tanışabilme, sırt sırta, omuz omuza olabilme hakkını kısıtlayarak asosyalliğe ve evinin 4 duvarı arasına itilmelerine şahit olduk. Kaç çocuk yapılması gerekliliğinden tutun da kendi bedenine kendi kararına bağlı olması gereken kürtaj baskılarına şahit olduk. Tiyatroların tarihi sinemaların yıkılmasına, kapatılmasına; balenin, modern dansın gereksizliğine; sanata ucube, sanatçıya da provokatör denmesine şahit olduk. Medyayı tamamen kontrol altına 52

ŞAHİT OLDUK alıp topluma dayatılması gereken bilgi her ne ise onu verme arzularına şahit olduk. Din ve devlet işlerinin birbirinden ayrı tutulmasının gerekliliğini, tutulmaz ise ne kadar tehlikeli bir hal alınacağının canlı şahidi olduk. Toplumların En demokratik hakları olan alanlarda buluşma ve istek arzu ve şikayetlerini dile getirememeleri için yolların vapur seferlerinin metroların ulaşım araçlarının iptal edilmelerine şahit olduk. Kendileri buluşacağı zaman tüm bu hatların nasıl seferber edildiğine şahit olduk. Olmadık şeyleri oldu diye gösterip, taraflar yaratıp, insanların nasıl kışkırtıldığına şahit olduk. “Dış politikada durmaksızın halkı ezen hiçbir sistem ayakta duramaz” ahkamı kesilirken cümleyi kelimesi kelimesine kendi halkına uygulayan bir düzene şahit olduk. Hak hukuk için mücadele veren avukatların adalet saraylarından yaka paça çıkarılmalarına şahit olduk. Milletlerin, toplumların, halkların, mezheplerin, dinlerin, dillerin, kapalıların, açıkların, erkeklerin,

kadınların, gayların, transseksüellerin, şişmanların, zayıfların, korkakların, cesurların, kısacası tüm farklılıkların boş laf kalabalıkları ve sun’i birleşme politikaları ile barışmayacağını; zaten bu karmaşanın, renk cümbüşünün birbiriyle bir derdi olmadığını biliyorduk ama bir kez daha birliğine şahit olduk. Hep söylediğim bir laf var; Benim barış ve birleşme süreci ile bir derdim yok çünkü kimseye düşman değilim ki. Esas, durmaksızın barıştan ve birleşmeden bahsedenler barışmasını bilemeyenlerdir. Dünya üzeri yaşam gerçekten uzun zaman sonra bir değişim peşinde. İlk kez genç nesil dediğimiz kesimin de bu değişime kayıtsız kalmadığına şahit olduk. Milletçe mizah dilimizin gücünü çok iyi bilmemize rağmen bu demokratik gösterilerde kendimizi kat kat aşıp hüzünlerimizin kahkahalarla boyanmasına şahit olduk.

Bir de gururla söylemeliyim ki iyi ki çArşılı olduk.


ITIR ESEN Türkiye’yi büyük bir sessizlik kaplamıştı… Mayıs ayının son günlerine kadar, sokaklarda sessizlik hâkimdi… Evet, günlük karmaşa içinde, hayat devam ediyordu belki… Taksim de, Kadıköy de, Barbaros da trafik yine tıkalıydı… Arabaların korna sesleri birbirine karışıyordu… Simitçilerin, seyyar satıcıların, esnafın gündelik homurdanmaları, halkın kendi arasında yakınmaları, artık boğulma noktasına gelen insanları, camiden yükselen beş vakit ezan sesi bile huzura kavuşturmuyor içini hafifletmiyordu… Çocuklar, kadınlar, erkekler, kediler, köpekler, iskeleye yanaşan vapur, uzaklaşan motor, otobüs, metrobüs, metro, minibüs… Bütün bu gürültünün, koşuşturmanın ortasında, gözle görülmeyen, fakat ağır bir şekilde hissedilen, koskoca bir sessizlik kaplamıştı İstanbul’u ve hatta tüm Memleketi… Yurdun ve dünyanın dört bir yanındaki, tüm vatanseverleri… Bizi ortak duygumuz olan, büyük sessizliğe iten şey neydi? Korkuyor muyduk? Asla vazgeçmediğimiz, içimizden tekrarladığımız, Uğruna ölmeyi göze aldığımız Vatanımız; Demekten korkuyor muyduk? Tam bağımsız Türkiye… Cümlesini kurmaktan çekiniyor muyduk? Hepimizin içinde derin bir umutsuz-

SESSİZLİK BİTTİ… HAYKIRIYORUZ! luk mu vardı? Ya da Laik Türkiye Cumhuriyetinin devamı konusunda, ortak olarak hissettiğimiz keder mi bizi susturdu? Hayır… Sadece, sessizce bekliyorduk… Tam olarak bilmesek bile hissediyorduk… Gelecek güzel günlere, birlikte yürümenin arifesindeyiz, onun için, bekliyorduk… Şişşşt… Susun ve sessizliği dinleyin… Gece, aniden gelen ölüm gibidir, sessizlik… Sessizlik, bir şeyleri içinde saklar… Sessizlik, bazıları için sinir bozucudur… Sessizliğin, bir yayılma yeteneği vardır, dalga dalga yayılır… Sessizliğin yasaları, talepleri vardır…

Sessizliğin, birilerine verdiği sözler vardır… Sessizliğin, gizli yeminleri vardır… Sessizliğin, gönülden gönüle bağlanan sevda türküleri vardır… Sessizlik, dile geldi, iki ağaç oldu… Sessizliğin, mekânı #geziparkı oldu… Sessizliğin, giydiği ortak forma Siyah Beyaz oldu.. Sessizliğin, açtığı bayrak çArşı’ydı… Sessizliğimiz inancımızı büyüttü çığlık oldu… Şimdi, bizden gayri gürültü çıkaranlara, uzaktan bakıyoruz... Sessizliğin içimizde yarattığı patlayıcı gücü artık biliyoruz… Artık susmuyoruz… Haykırıyoruz… Bu Daha BAŞLANGIÇ… MÜCADELEYE DEVAM…

53


Manolya Gürocak Eylemlerin başladığı gün kulağımda on yedi, burnumda sekiz dikiş olmasaydı büyük bir heyecanla ön saflarda yerimi alacaktım. Çok yakın arkadaşlarım ilk saatlerinden itibaren oradaydı. Bana kısmet değilmiş. İlk iki haftayı neredeyse solunum cihazına bağlı gibi bilgisayara bağlı bir vaziyette geçirdim ve gelişmeleri sosyal medyadan adım adım takip ettim. Orada olan arkadaşlarımı sık sık arayıp bilgi aldım. “Biber gazının tadını tarif edemeyene kız vermiyoruz, ciddiye almıyoruz…” diyenler olabilir. Aksine, dışarıdan bir göz olarak, gelişmelerle arama makul bir mesafe koyduğumu, meseleleri daha az duygusal değerlendirdiğimi düşünüyorum. Her şeyden önce İktidarla uzaktan yakından bağım yok. Hakikat dışında yaranmak istediğim bir şey de yok. Gezi direnişine her karşı çıkışı, iktidar dili olarak görmeye koşullanmışlar için en başından belirtme ihtiyacı duydum. Olan biteni nedensellik prensiplerine göre ele almakta ve sonuca odaklanmakta her zaman fayda görürüm. Hükümetin son dönemlerde çoğalan tedirgin edici söylem ve icraatlarının; haremlik yurtların, dindar nesil hevesinin, başbakanın belli kesimi inciten, aşağılayan/üstten söylemlerinin, külhanbeyi edalarının, eril otoritenin her biçimde karşısındayım. Ama demokrasinin de 54

GEZİ: “Hikâyesini dinlediğinde, kederliye zekât verdiğini bil*” *Mevlana

bir o kadar yanındayım. Hükümeti sabaha kadar eleştirebilirim ama demokrasiden vazgeçmeyi bir an olsun aklımdan geçirmem. İlk günkü polis şiddetinin ardından Gezi parkı ekseninde yaşanan gelişmeleri ve gezi kitlesini doğru analiz edemeyen, onları salt ulusalcı bir bireymiş gibi görme eğilimindeki zihniyeti sağlıklı bulmanın yolu yok. Kabul etmeliyiz ki solun söylemini devşirmek AKP’ye önemli bir güç kazandırdı. Ne yazık ki AKP de gücün sarhoşluğuna kapıldı. Adil olmaktan başka bir iddia taşımaması gereken hükümet, dindarlık iddiasında bulundu. Yaptığı dine aykırı işlerde dini ve sahih inananları töhmet altında bıraktı, onları inançsızların önüne attı. Hakkımı en çok bu sebeple helâl etmiyorum onlara. Başbakanın gezi kitlesini dışlayan, yandaşlarının eylemcileri kınayan üslubunu izledikçe, aklıma müslüman olma şartını kabul etmediği için, bir kâfiri evinde konuk etmeyi reddeden Hz. İbrahim’i Allah’ın azarlaması geldi. “Ben onu yıllardır bana inanmadığı halde evimde misafir ediyorum, sen bir gün evine kabul edemedin mi?” İlk birkaç günde bir araya gelen kalabalığın, polis şiddetine ve orantısız şiddet kullanımına yönelik tepkisini ve çok mühim mesajlarını iktidara oldukça sarih biçimde verdiğine inanıyorum, başbakana

muazzam bir ayardı. Sokaklar en verimli biçimde işlevini gördü. Gezi eylemleri, bu bir kaç günle kalsaydı demokrasi tarihimize sivil itaatsizliğin en zarif örneği olarak geçecekti. Fena heyecanlıydım. Kalbimle destekledim sokağa dökülenleri çünkü sokak o günlerde çok anlamlıydı. Sonrası… Genelde âdemden beri aynı hikâyedir. Dur düğmesi bozuk olan insan yasak elmayı yer, yerküreye düşer. Cennet düş olur. Başbakanla kişilik çatışmasına giren, onun egosundan kalır yanı olmayan bir inatla, istismar edileceği gün gibi âşikâr iken dağılmayan bir kalabalık… Meseleyi mertliğe, devrimciliğin şanına dönüştüren tipik ataerkil zihniyetin dışavurumundan başka bir şey değil. Ölen çocuklarla ilgili devletin sorumsuzluğunun tartışılmaya açılacak bir yanı yok, lâkin keşke biraz da bu çocuklara klavye başında direniş gazı verenler mesuliyet hissetseydi. Sözlerimin çarpıtılma ihtimaline karşılık altını çiziyorum; “Ne işin var o silahın önünde” demiyorum, “Kaos ve şiddetin şakası yok, kendini kolla” diyorum. Çünkü bu kutuplaşma kafasıyla kayıplar bunlarla kalmayacak. Defalarca kez deneyimlenmiş ve müspet tek sonuç vermemiştir kutuplaşma. Karşısında olduğun şeylerle mücadele ederken birilerinin gözünün çıkma ihtimali, hele hele ölme olasılığı


bana mücadelenin biçemini ve gerekliliğini her zaman sorgulatmıştır. Senin uğruna öleceğin/öldüreceğin hiçbir davan yok mu kardeş diye sorarsanız kendi canıma ve sevdiklerimin canına direk kastedilmesidir. Çünkü şairin de dediği gibi birçoğu; “bir azarlanmayla ölümünü düşünen çocuklar“ gibi analarının kuzusu… Bilmiyorlar; bundan önceki iktidarlar nasıldı, akıl yürütemiyorlar; bundan sonraki iktidarlar nasıl olacak… Gelecek tasavvursuzluğu olan anarşizmin; huzurun sığınağı olamayacağını, self-destructive bir ergenlik tüneli olduğunu görmüyorlar. Gerçeği tahrif etmeden, ah o “V for vendetta”larla, “fight club”larla, aramıza bir mesafe koyabilsek, ama bu bile kapital evrenin oyunları, koşullandırmaları… Buradan sonra okumayı bırakanlar için gezinin ruhunu hiç anlamamış bir budalayım, bir ananeyim, bir düzen-seviciyim… Okumayı sürdürenler için devam edeyim. Şunların ışığında; bu yazıyı kaleme alan kişi Anarres’te yaşamıyor, devletin ruhunu doğasını, kolluk kuvvetlerinin ciğerini, çarkına tükürmek istediği sistemin dişlerinin nasıl döndüğünü gayet iyi biliyor. Adı devlet değil de ornitorenk olur, ama aynı işlevi görür. Devlet, otorite ve gücün doğasının değişmez, aynı kalır… Bu mecralar lanetlenmiştir. Bu mertebelerde arınmış/yüce kişiler oturmadıkça doğası gereği kirlenecektir. Çünkü kibre kapılmadan, yandaş ayırmadan, adalet duygusu körelmeden gücü iyiye kullanmak, yüce kimselere hastır. Bunları kavradıktan sonra otoriteyle de, devletle de, babamla da, erkek cinsiyle de bir derdim kavgam kalmadı. Yıllar evvel, iki tane tinercinin tacizine uğradığımda dönüp arkalarından küfrettim. Elemanlar küfrü duyunca geri döndüler, bu kez bıçak vardı ellerinde. Kendimi arabaların önüne atıp kurtuldum. Betim benzim

atmış vaziyette eve geldiğimde ablama olayı anlatmak zorunda kaldım. Soğukkanlı biçimde dinledikten sonra, “Bravo, küfür etmekle ne akıllılık etmişsin. Eminim şimdi; ‘kız ne pis küfretti’ diye acılarından uyuyamıyorlardır…” diye tarihi bir ayar almıştım ablamdan. Ak parti değil, pak parti olsa da kapılacak iktidarın kibriyasına. Ak parti gitse, bok parti gelse de kolluk kuvvetleri tasfiye olmayacak. Ak parti gitse, tok parti gelse başka bir kesim diken üstünde oturacak. Bu önlenemez. Daha cahil ve eğitimsiz oldukları için, benim yerime onlar tedirgin olsun diye bakamıyorum ben meselelere. Medyada ve sosyal medyada darbe/devrim/postalsevicileri gördükçe içim kalkıyor. Eminim forumlarda çözüm konuşuluyordur; başbakanın kıçının kılıyım diyen teyzeyi bulmanın, nedenini anlamanın, AKP’nin çoğunluğunu oluşturan avam kitleyi alay etmeden, aşağılamadan analiz etmenin, onları incitmeden temas etmenin, bu adamları başa getiren 28 Şubat zihniyetini tanımanın gerekliliği… Herkes direnmeye sokağa çıksın demek bir hadden sonra; gerçek mermiler ortaya çıksın, katliam olsun, iktidar yıkılsın, şiş de yansın kebap da gibi yıkıcı çözümlerin insanlığa bir faydası olmaz. Gözünü çıkarmadan, canını incitmeden ve ölmeden mücadele etmenin yolları olduğunu unutturacak

kadar otoriter bir yönetim anlayışı besleyen başbakan geç olmadan umarım külahını önüne koyar. İktidar sevgisi sadece devletin değil, insanın da kendi varlığı içinde en büyük derdi. Yani diktatör diye öfke duyduğumuz başbakandan daha besili bir ejderha da kendi içimizde nefes alıyor. Çapulcu denince içerleyen, özür dilemeyince kişilik meselesi yapan, başbakan hor görünce dellenen… Biliyor musunuz umurumda bile değil bu laflar, başbakan anama küfretmiş olsaydı da umurumda olmazdı, yeter ki on beş kişinin gözü çıkmasaydı, gencecik çocuklar ölmeseydi. Bırakın genç insanların ölümünü, bir ananın bir damla gözyaşını akıtmaya değmezdi bana kalırsa... Elbette, inandıkları şeyler uğruna canını ve organlarını ortaya koyan bu çocukların naifliğine derin bir sevgi ve acıma duyuyorum. Başka da bir şey gelmiyor elimden; en nihayetinde canları üzerindeki tüm tasarrufun kendilerine ait olduğuna inanıyorlar. Ancak kendim içinde olmadığım bir mücadele için bu çocuklara düzecek methiyem yok. Çünkü çıkan bir gözü; ölen bir insanı, özgürleşmenin bedeli olarak görmüyorum. Kel kör elimizde bir demokrasi var ve buna rağmen, özgürlük mücadelesini katledilmek yoluyla vermenin güzellemesini yapamıyorum. Direnişi sürdüren arkadaşlara so-

55


ruyorum; nedir çözüm öneriniz? Nasıl bir yol izlenecek? Ne elde etmeyi umuyorsunuz? Bana elde ettiklerini sıralıyor. Zaten ilk birkaç günde elde ettiklerine yeni bir şey ekleyen yok: İnsanlar bir araya gelmenin ve birlikte hareket etmenin gücünü keşfetti, hakkını aramayı öğrendi, Kürtlere, Ermenilere, translara ezcümle; ezilip kakılan dışlanan kesimlere karşı bir hassasiyet geliştirdi. Tabi, bu gelişmelerin güzelliğini kimse inkâr edemez. Ancak direnişin sokakta sürdürülmesi, artık amaçlanmayan sonuçlar getirecek. Siz ne için çıkmış olursanız olun taraflar bileniyor, iki tarafın da öfkesi artıyor, hoşgörü zemininden uzaklaşılıyor. Karıncayı bile incitmek istemediğini bildiğim insanların gözlerini bürüyen iktidar nefreti yüzünden, gözaltlarında, çıkan gözlerde, kırılan bacaklarda ve ölümlerde payı olacak bundan sonra. Kuşkusuz iktidarın payı en büyük, ama sizin de katkınız olacak. Zalim bir koca düşünün; her gün sopa her Allah’ın günü dayak atıyor kadına. Sonra biz bu kadına kocasının yaptığının insan haklarına aykırı olduğunu anlatıyoruz, işkencenin bir insanlık suçu olduğunu... Kadın biraz daha bilinçleniyor ve eskiden direnç göstermeden yediği dayak ona her zamankinden büyük bir acı veriyor. Adama direnç gösteriyor, bu kez daha beter dayak yiyor... Sorarım size; zalim kocanın zalim doğasına müdahale etmeden, gücünü hakkaniyet ile kullanmayı öğretmeden mağdureyi bilinçlendirmekle iyi mi ettik şimdi? Ben kendimi gerçekçi diye tanımlarım ama siz ister korkak/karamsar/inançsız/ahmak deyin. İnsanın özgürlüğüne filan da inanmıyorum. İnsan var oldukça, doğanın yahut konforun kölesi… Huzur dolu anaerkil düzen bile bozulmuş. İnsanın tahrif etmeyeceği bir ütopya yok. Rica ederim size ve hatta icap ederse yalvarırım da; “Mülksüzleri” okuyun, “Cesur Yeni Dünya”yı oku56

yun, beni distopik evrenimde yalnız bırakmayın. Çünkü bu puzzle’da o kadar fazla eksik parça var ki; ben resmi net göremiyorum. Gülen cemaatinin istemediği bir hükümet, üstelik Avrupa desteği filan da yok… Emin cümleler kuramayacak kadar bilgisiz hissediyorum kendimi. Bunca eksik ve kirli bilginin ışığında, bir mücadelenin savunucusu olmaya içim yanaşmıyor, vicdanım el vermiyor. Şu da var; iyi ve kötüyü ayıracak kadar furkan sahibi de hissetmiyorum kendimi... Vicdan ve aklına güvendiğim tek tük insan da öyle. Emin olabildiğim tek bilgi; insanın değiştirip, dönüştürmeye muktedir olduğu yegâne varlığın kendisi olduğu. Kalan her şeyden bu biçimde şüphe ediyorum. Bundan ötesi, içimde hep nafilelik duygusu… “Bir mum yakan, bir gölge yaratır” der büyücü El Usta (Yerdeniz Büyücüsü, Ursula K. Le Guin). Zıddını yaratacak bir düşünce beyan etmeye artık iyice korkuyorum; insanlar o kadar polarize oldu ki, duyargalarımız her zamankinden daha hassas. İnanın, ömrümde doğru ve yapıcı şeyler söylemeyi hiç bu kadar istememiştim ve bu konuda hiç bu kadar aciz hissetmemiştim. Sadece emin olduğum şeylerden bahsetmek geliyor elimden. İnsanlar kendi özündeki bencilliği, açgözlülüğü ve tembelliği yenip içindeki ejderhayı öldürmediği sürece birileri gücün peşine düşer, elde eder ve kötüye kullanır. Bu durumda devrim ahlaki bir devrim olmalıdır ve insanın özünde yapılmalıdır. Daha az konuşup, daha çok düşünerek, kendi içinin pisliklerini daha iyi görerek, gölgenle savaşarak ve kendini tanıyarak... Doksanlı yıllarda dünyayı değiştirmeye çalışıp, yorulmuş, hayal kırıklığı yaşamış, kimi on beş gün işkence görmüş, kimi şimdilerde çok paralar kazanmış eski devrimcilerin çoğunda insanlara karşı aynı sevgisizliği görüyorum. Kendilerini kullanılmış ve aptal gibi

hissettikleri için bencillik, inançsızlık ve öfke görüyorum. Bireyci ve bencil olmam konusunda onlardan nice nasihat aldım. Keşke dünyayı değiştirmeye verdikleri çabayı kendilerini dönüştürmeye harcasalardı diye düşünmüşümdür hep. Mesnevi’de altı yönden bahseder: doğu, batı, kuzey, güney, yukarı, aşağı... Taraf olmayı iki yönden ibaret zannedenler için söylüyorum; yürünecek dört yön daha var. Benim dinim; “Hikâyesini dinlediğinde kederliye zekât verdiğini bil” diyen bir din. Kulaklarını insanların seslerine tıkayan bir din değil. Bu süreçte keşfettiğim bir şey de bu oldu; ulusalcı elitizmi ve üstten bakışı, el değiştirmiş gibi duruyor. Dindarı/başörtülüyü hor gören zihniyet bu kez AKP entelektüellerinde lümpen, gelecek tasavvursuzluğu olan, anarşist kitleyi hor görme biçiminde tezahür ediyor. Oysa din; sahip olduğun hikmetleri kendinden değil, Allah’tan bilmeyi öğütler. Bilmeyeni hor görmeyen, mazur gören bir dindir; “Siz de önce öyleydiniz. Allah size lütfetti.” (Nisâ, 4/94) Kapitalizm yüzünden toplu cinnet geçiren insanlık, ufunetini bir zahmet antidepresanla, alkolle, afyonla uyuşturmak yerine uyanıklıkla dağıtsın. Doğaya karışsın, kafa yorsun, tefekkür etsin, nedenleri sorgulasın. Kofti bir anarşizmle, alternatif sunmayan arzularla, değerlerin yıkımıyla, hedonizmle, salt mizahla bu işler olmaz. Yanlış da anlamayın; yabancısı değilim bunların. Ben tüm putları, mitleri ve değerlerimi yerleyeksan etmiş ve hepsini tekrar, en baştan ve yeniden kurmaya çalışan biri olarak konuşuyorum. Sözün hayırlısı kısa ve yol gösterici olanıdır demiş Mevlâna, affedin, ben lafı çokça uzattım.


Orçun Masatçı

İzmir Yenikapı Tiyatrosu Yönetmeni-BirGün Köşe Yazarı-Tiyatro oyuncusu Bütün memleket ayakta. Gezi parkı direnişi öngörülemez bir eylemlilik zinciri yarattı. Kendiliğinden bir halk hareketine dönüşen bu eylemlilik zincirinin öncülüğünü sosyalistler yapmıştı fakat sonrasında, eylem anında halkın geri taraflarını da görmüş olduk. Yer yer ırkçı ve homofobik bir yapıya dönüşen eylemliliklerin önüne geçenler ve eylem biçimine, içeriğine karar verenler de sosyalistler olmalıydı. Bunun böyle olmaması için hem eylem alanlarında hem de sosyal medya ve TV’lerde yaygın bir propaganda ağı örüldü. “Marjinaller, provokatörler iş başına geçebilir, dikkat” anonsuyla eylemin önderliği kırılmaya çalışıldı. Çok önemli bir başka şey de, ciğerimizi kurşunlayan Amerikan yiyecek ve içecek firmalarının hareketleriydi. Birçok yer eylemcilere kapılarını kapattıktan ve onların öfkelerini çok net bir biçimde hissettikten sonra ilginç bir biçimde yardımlarınız için doktor falanca yerimizde diye sosyal medya üstünden anonslar geçti. Barikatların önünde çarpışanlar geceleri, polislerin arkasından gelen elleri satırlı kimliği belirsiz(!) kişilerin vicdanına bırakıldı. Tüm bu yaşananlar bu halk kalkışmasını iyice inceleyerek nasıl büyüteceğimiz tartışmasını alevlendirme-

“PARTİ SENSİN YOLDAŞ. SEN NEREDEYSEN ORADADIR PARTİ…” (*)

(*) Bertolt Brecht

li. Özellikle örgütsüzlüğün kutsandığı bu kalkışma bizler için geleceğe dair önemli ipuçları barındırıyor. Her şeye rağmen günlerce çatışan insanlar sokakta öyle bir dayanışma ağı ördü ki inanılmazdı. Barikatlaşan bir çağın çocukları olmuştuk. Birbirine yardım için çoğalan ellerdik. Korku imparatorluğu, kalbine korkuluklarından çok ciddi bir hançer yedi. Hiç birimiz polisin bu pervasız tutumu olmasa, faşizmin iç yüzünü bu kadar çıplak anlatamazdık. İzmir sahilinde öylesine oturan insanları, üstelik eylem saatinden çok önce coplayan, genç kadınları saçlarından sürükleyen polis benim canlı şahidi olduğum ve olmadığım onlarca hunhar saldırıyı daha hayata geçirdi bu günlerde. Bu yüzden temennim odur ki İçişleri Bakanı ve hatta hükümet istifa edene dek durmamalıyız. “Hasretinden prangalar eskittiğimiz” günlerin, “işçi tulumuyla” gezmesine o kadar az zaman kaldı ki… Bu süreçte insanlara neden birleşmek gerektiğini anlatmalıyız. Statükonun ne demek olduğunu, sermayenin tek partisi olmadığını, bütün bu kokuşmuş düzenin sağ ve sözde sol versiyonları olduğunu barikatlar arası limon aktarımlarında, sigara ya da çay molalarında konuşmalıyız. Bir kere kalktı artık ayağa halk. O zaman

bunun nasıl olduğunu anlatmalıyız. Geleceğin eşit, adil, özgür ülkesinin savaşanlarının, darbeciler, ırkçılar, faşistler olmadığını; yeniden yaratacağımız ülkede hiçbir türcülüğün olmayacağını; parasız sağlığın ve eğitmin nasıl yaratılacağını anlatmalıyız. Anlatılır. Hiç düşünmeyin öyle zor olur belki diye. Olur; başarabiliriz; başardılar. Onlara bu halk kalkışmasının ancak örgütlü bir harekete dönüşürse sonuçlanacağını bildirmeliyiz mutlaka. “E iyi ama hangi parti?” derlerse hiç beklemeden okumalıyız Brecht’in şiirini “Parti sensin yoldaş. Sen nerdeysen oradadır parti…”4 Hazirandı... Bundan 9 yıl önce Gazi Üniversitesi Gölbaşı Kampüsünde 200 kişilik bir güruhla 20 kişiye saldırmıştı faşistler. Ben de oradaydım. Parmağım koptu. Kafa derim yüzüldü. Dirseğim satırla paramparça edildi ve birkaç yerimden bıçaklandım. Geçtiğimiz cumartesi akşamı ellerinde satırlarla İzmir’de demokrat avına çıkan kindar gençliği gördüğümde birden o gün geldi aklıma. O gün de söylemiştim, unutmak mı? Asla! Affetmek mi? Asla! Gün gelecek ve “yoldaşlarımızla biz göstereceğiz o kiralık katillere…” 57


DAMLA KENDİNİ Mesut Kara

Film Yönetmeni İzmir Yenikapı Tiyatrosu, Evrensel Gazetesi, Hayat TV İlk gençlik yıllarımdan bu yana hiç ilgilenmediğim ve yıllardır uzak durduğum, bilgi fukarası olduğum futbola dair ilgim Çarşı ile sınırlı. Hiçbir futbol kulübünün taraftarı olmasam da Çarşı’ya tarafım, taraftarım diyebilirim. Taraftarlığa, fanatizme mesafeli duruşum tamamen kırılmasa da Çarşı’ya her zaman yakın durdum. Çarşı’nın ilk ortaya çıktığı, duvarlara yazılamalar yaptığı yıllarda Beşiktaş’ta oturuyordum. Şimdiki Beşiktaş Plaza’nın arkasına düşen, Şair Nedim Caddesi’ne merdivenle inilen mahallede. Bir gün merdivenlerden inip caddeye çıktığımda Çarşı imzasını gördüm. Yanında “Her şeye karşı” var mıydı bugün anımsamıyorum ama sanırım ilk günlerden bu yana kullanıldığına göre vardı. Futbol taraftarının ya da tribün grubunun yazdığını düşünmemiştim ilk gördüğümde. A harfinden dolayı bir anarşist grubun yazılaması olabileceğini düşünmüştüm. Sonraki günlerde Beşiktaş “fanatiği” arkadaşlarımdan dolayı tribünde açtığı pankartlardan, tezahüratlarından, attığı sloganlardan haberdar olduğumda ‘farklı’ bir taraftar grubu, farklı bir tribün örgütlenmesi olduğunu fark etmiştim. Toplumsal 58

TAMAMLAYINCA DAMLAR(*) olaylarda da açtığı eleştirel-muhalif pankartlarla, attığı sloganlarla karşı duruşlarını dillendiriyorlardı. Kısa sürede tüm toplumun dikkatini çekmiş, sempatisini kazanmıştı Çarşı. Arkasından diğer futbol kulüplerinin de farklı ses çıkaran, muhalif taraftar grupları da oluştu. Hayat bir süredir farklı akıyordu hepimiz için. Ülkeyi/devleti yönetenler otoriter uygulamalarını, kindar üsluplarını halkın yaşam biçimine müdahaleye kadar vardırıp yapacakları çocuk sayısından içecekleri içkiye kadar karışmaya başladıklarında bardak da dolmaya başlamıştı. Yetinmediler, olabilecekleri öngöremediler. Çünkü onlar için halk seçimden seçime oy kullanan sessiz yığınlardı. Sinemalarımızı yok etmek, yerine AVM’ler kurmak için kolları sıvadılar. Rüya sinemasını yıktılar, Emek sinemasını yıkmak istediler. Sinemacılar, sanatçılar karşı durdu, “Emek Yerinde Güzel, yıktırmayız” diyerek sokağa çıktı. Polisin gazlı, TOMA’lı, tazyikli sulu saldırısına uğradılar. Sokağa çıkan, sinemacılara, sanatçılara destek olan, Emek’e sahip çıkan ve saldırıya uğrayanlar arasında Çarşı da vardı. “Damla kendini tamamlayınca damlar” demişti şair; tamamlanan

(*) “Damla kendini tamamlayınca damlar.” Özdemir Asaf

damlalar hayatımıza her otoriter müdahalede bardağı doldurmaya başlamıştı artık. Yalnızca bardağın boş tarafını görebilen iktidar, ağacımıza, parkımıza dokunmakla da yetinmeyip “ağacıma, parkıma dokunma, hayatıma karışma” diyerek gezi nöbeti tutanlara saldırınca bardağı taşıran son damla da damlamış oldu. Çadırlar yıkıldı, yakıldı, yağmalandı, insanlar gaz bombalarıyla parktan “kovuldu.” Haftalardır bir diktatörün devlet terörüyle halka saldırısını izliyor bütün Dünya. Yalanlarla, ‘Bizans oyunları’yla kurdukları iktidarlarını yalanlarla, devletin bütün olanaklarıyla sürdürmeye çalışan iktidar ülkeyi savaş alanına çevirdi. İlk saldırıya geçtiklerinde yine ‘sessiz yığınların’ tepkisizliğine devletin psikolojik savaş aygıtlarına güveniyorlardı. Gezi dayanışmasını küçümsediler. Sinemacısıyla, müzisyeniyle, edebiyatçısı tiyatrocusuyla sanatçıdan direnişçi olmaz sandılar. İnsanlara ayyaş ve çapulcu dediklerinde itibarsızlaştırabileceklerini sandılar. Sanatın, sanatçının hayatı dönüştürebilme gücünü hesaba katmadılar. Dayanışmada, onlarca gençle birlikte ağaç yıkımına direnen Sırrı Süreyya Önder’e sanatın hemen her


dalından sanatçılar da katıldı. Çarşı da oradaydı. Gün içinde ve sonrasında diğer futbol kulüplerinin taraftar grupları da katıldı dayanışma ve direnişe. Gaz bombaları atılıp, çadırlar söküldüğünde İstanbul’un her yerinden insanlar Taksim’e aktı; Ankara, İzmir, Adana, Eskişehir, Antakya ayaklandı; her yer Taksim, her yer direniş alanı oldu. Halk ayaklanmış, iktidara isyan ediyor, yaşam biçimime karışma, kentime dokunma diyordu. 31 Mayıs-1 Haziran bir dönüm noktası oldu. İnsanlar televizyonları başında “olayları” izlerken, sokaklarda yürüyen halkın arasında daha önce sinema filminde, televizyon dizisinde gördüğü oyuncuları, severek dinlediği müzisyenleri gördü. Günlerdir süren isyan, direniş, dayanışma birçok “yeni” ile girmişti hayatımıza. Beşiktaş, Galatasaray, Fenerbahçe gibi takımların taraftar grupları da el ele, kol kola, omuz omuza sokaktaydı. Müzik insanları Gezi dayanışmasıyla ilgili yeni besteler yapıyor, konserler veriyordu. Şebnem Sönmez, Nilüfer Açıkalın, Zeki Demirkubuz ve çok sayıdaki sinemacı, sanatçı, aydın bir araya gelip medyanın yanlı tutumuna karşı basın açıklaması yapıyordu. Yaşananlar umudu çoğaltıyor, başka ve daha güzel bir dünya düşünü güçlendiriyordu. 12 Eylül darbesiyle yok edilen toplumsal bellek Gezi’de hayat buluyordu. Dostluk, dayanışma, paylaşım gibi geçmişin değerlerinin, erdemlerinin askeri-sivil darbelerle yok edilememiş olduğunu gördük. İstanbul’un birçok semtine yayılan direniş Ankara, İzmir, Antakya, Adana gibi kentlerde de uygulanan devlet terörüne karşı halk yılmıyor direniyordu. Bu direnişte korku imparatorluğu yıkıldı.

31 Mayıs-1 Haziran direnişiyle RTE’nin iktidarı yıkılmış, “karizması çizilmiş”, kolu kanadı kırılmıştı. “Bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine alanları dolduranlar “direnişe devam” dedi; alanları doldurarak diz çökmeyeceklerini, kararlı olduklarını gösterdi. Yaşanan isyan günlerinde iktidarı tuzla buz olan diktatör, tehditlerle, devlet terörüyle “yıkılmadım ayaktayım” mitingleri yapmaya başladı; yetmedi, silahlı, satırlı “sivil” yandaşlarını sürdü insanların üstüne. Polis ordusu yetmedi, jandarmanın araçlarından destek alındı. Halk sokaktaydı, ‘halkın sanatçısı’ sokaktaydı, ‘halkın takımı taraftarları’, Fenerlisi, Galatasaraylısıyla bütün futbol taraftarları sokaktaydı. Ürettikleri zekâ ürünü sloganları, açıklamaları, başkaldırı ve direnişleriyle Çarşı bir anda direnişin yıldızı, öncü güçlerinden biri olmuştu. Gezi dayanışması, direniş başladığından bu yana iktidar da, medyası da isyanı bir yerlere yamayabilmek, itibarsızlaştırmak için çaba harcadı. Erdoğan “faiz lobisi” dedi; gerçek, örgütlü halk fobisiydi. Medyası,

toplum mühendisi “darbe provası” dedi; gerçek, tüm kurumlarıyla ele geçirdiği devletin olanaklarını kullanarak hayata müdahale etmeye kalkanlara yaşam biçimime karışma diyen halkın isyanıydı. Dış güçler dediler, Obama iç güç müydü? Obama’yla Taksim Platformu mu görüşüyordu? Tüm farklılıklarına karşın bütün bir halkı birleştiren isyanın özü antikapitalistti, anti-otoriterdi. İktidarın elinde devletin silahlı gücü vardı, onu kullandı. Devlet aygıtını elinde tutan bütün iktidarlar gibi bu iktidar da toplumsal muhalefete karşı devlet şiddeti uyguladı. Ethem’i, Abdullah’ı, Mehmet’i, Ali İsmail’i ve Lice’de de Medeni’yi öldürdü herkesin gözü önünde; binlerce insanı yaraladı, onlarca insanı sakat bıraktı. Büyük gözaltı ve tutuklama operasyonları yaptı, yapıyor. Halk henüz son sözünü söylemedi fakat ilk sözü bugün de geçerli:

“Bu daha başlangıç, mücadeleye devam.”

59


Nilüfer Açıkalın

Sinema ve Tiyatro sanatçısı Babam 1956’ da Fenerbahçe Genç Takımı’nda futbola başlamış, 1959’ da askere gidince Ordu Milli Takımı’nda oynamış, askerden döndüğünde Davutpaşa’da profesyonel olmuş, ardından Karagümrük’te sürekli oynamış, sol ayak ve kafa golleriyle ünlü solbek, solhaf, solaçık Sarı Sabahattin. ‘Solculuğum ordan geliyor’ deyip gülüyor. Amcam Hayati Küçükçavdar 60’lı yılların sonlarında İstanbulspor’dan Karagümrük’e geçip orada gol kralı olmuş bir santrafor. Çocukluğum antrenmanlarda, maçlarda geçti. Kafa topu oynamakta ustalaştığım yıllarda aynı zamanda okul takımında jimnastik yapıyordum ama çocukluğumda kız futbol takımı olsaydı eminim rüzgar gibi eserdim sahalarda, çok iyi top sürerim evelallah. Babamın aynı zamanda demir ustası olması sebebiyle kızkardeşim de ben de Kapalı Çarşı’da dedemin hanındaki dükkanda örs, çekiç sesleri arasında çıraklık yaparak, erkek çocukları gibi büyüdük. Hayat okuluna işçi sınıfından dalmıştık. Gözümüzü budaktan sakınmayışımız, güzellikle, süsle-püsle, kadınlara özgü cicilerle-bicilerle ilgilenmeyişimiz biraz da bundan. Kısaca, şanslı çocuklardık biz ve ikimiz de Beşiktaşlıydık 60

ÇARŞI KALBİMİ ÇALDI… çünkü renklerine vurulmuştuk. Ne de olsa en kibar renkler Beşiktaş’ın renkleri. Sade ve sağlam. Babam bir kez olsun ‘Fenerbahçeli olun’ demedi çünkü Fenerbahçeli olmanın yanı sıra sevgi, şevkat, anlayış gibi muhteşem özellikleri vardır kendisinin. Bir de merhamet. Sırf bu yüzden antrenörlük tekliflerini kabul etmemiş. ‘Antrenör olmak için biraz gaddar olmak lazım’ diyor, ‘Adam tutamam, adam kayıramam ki ben; birinin selamıyla takıma adam sokup, diğerini oturtamam ki; başkasının hakkını yemem, yedirtmem’ diyor. Bu durumda antrenör olamaz elbet. ‘Merhamet fikir büyüklüğüdür’ diyen bir babanın kızı olmak ne kadar güzel. Babama o yıllardaki Beşiktaş’ı sorduğumda ‘Beşiktaş her zamanki gibi çok kuvvetli takımdı’ diyor. Yiğidi öldürmediği gibi hakkını da korur. Kalede Necmi Mutlu varken gol atamamış, ona biraz yanıyor ama Hazım’a golleri çakmış, o açıdan içi rahat. Anlatırken geçmişe hasretle dalıp, herkesi sevgiyle yadediyor Güzel çocuklardık, güzelce büyüdük, sosyalist olduk, devrime meylettik. Ezileni, ezeni ayrı ayrı tanıdık, anlamaya ve haklının hakını kollamaya çalıştık. Özümüzdeki hak sesi bizi birgün bir

ağaca götürdü ve Gezi Devrimi gerçekleşti. Haysiyet ve onur devrimi. Pasif direnişlerin en tatlısı, en fotojeniği, en kusursuzu, en cesuru ve Haziran 2013 korku eşiğinin aşıldığı tarih oldu. 90’ların 2000’lerin gençliği ile ne kadar övünsek az, kendimizle de. Onlar bizim çocuklarımız, kardeşlerimiz. Biz 80 kuşağı olarak çok hırpalandık. 12 Eylül’de çocuk yaştaydık, devrimci abilerin-ablaların ardından ağlayan büyüklerimize bakıp susup kalmıştık. İnternet devrimine hazırlıksız yakalanan da bizdik. Çoğumuz savrulduk, daha çoğumuz kaybolduk, sonra öldük zamansız. Kalanlarımız kör bir umuda bağlandığımızı düşünüp önümüzü görememekten yakınırken, bizden hemen sonra gelen neslin elimizden tutacağını hesaba katmamıştık ama olsun; sürprizlere, mucizelere hazırlıksız yakalanmak kadar heyecan verici birşey olamaz. Mayıs’ın son günlerinde bir avuç insandık Gezi Parkı’nda. Forum kalabalık görünsün diye azıcık yayılarak oturmuştuk ağaçların altında, ağaçlar mağrurudular, hala da öyleler. Henüz gece olmamış, çadırlar yakılmamıştı, hava harikaydı, hala da öyle. 80 kuşağı ağırlıklı bir küçük topluluktuk ve yine bu çabanın da


boşa gideceğine neredeyse emindik. Birçoklarımız ağaçlara son kez baktığını düşünüyordu, bazıları ‘ne bok yemeye geldik, nasılsa kıçımıza baka baka döneceğiz ve yarın bu güzelim alanda inşaat başlayacak’ havasındaydı.

Daha çadırlar yakılmamıştı.

Çingene çocuklar birkaç gün sonra burada bedavaya tıka basa doyacaklarını bilmeden bir ekmek parası peşindeydiler. Çok güzeldiler, çok fakirdiler; tinercilerin kafaları iyiydi. Birkaç güne ayılacaklarını bilmiyorlardı çok güzeldiler, çok fakirdiler. Eşcinseller vardı çok güzeldiler, çok akıllıydılar ve fakirdiler. Aktivistler, yazarlar, oyuncular, müzisyenler, birer avuç güzel insan, birer avuç fakir insan. Güzel ve fakir insanlardık hepimiz ve çok azdık.

Daha çadırlar yakılmamıştı.

Sonra… O gece yakıldı çadırlar. Oh iyi ki yakıldı çadırlar. ‘Oh biber!’ Doyduk bibere, ‘Oh gaza gel!’ Geldik gaza. ‘Diren!’ Direndik. Tazyikli suya bana mısın demedik, silleye, tokada, jopa, aşağılanmaya, hakarete, saygısızlığa göğüs gerdik, gülüp geçtik sineye çekerek. Bir anda zenginleştik, bir anda olgunlaştık, büyüdük, bir anda çoğaldık.

hemen sonra şehrin her yanından insanlar yığınlar halinde yardıma gelmeye ve tüm o yığınlar beraberce kaybolup, en doğru yola hep beraber varmaya başlayınca işte o zaman coştuk, bir olduk, o zaman tadına vardık birliğin beraberliğin. Duvarlar şenlendi, akılalmaz bir mizah silahsız pasif direnişin klavuzu oldu ve güle oynaya kaçıştık ‘Diren!’, ‘Oh biber!’ diye diye ‘Korku Yok!’ yazdık duvarlara ‘Sakin Ol’, ‘Korkma Ben Varım’, ‘Diren!’, ‘Bas Gaza Aşkım’, ‘Sarıl Bana’, ‘Diren!’, ‘İsyan Ulan’, ‘Oh Biber’, ’Polis Kardeş Gözlerimizi Yaşartıyorsun’, ‘Bu Gaz Bozuk Dostum, Hiçbirşey Göremiyorum’, ‘İsyanbul!’, ’Diren’, ’Oh Biber!’… Bu gazın kafası açtı bizi, aydık, ayıldık, uyandık, yürüdük, koştuk, açıldık, şaha kalktık. Çarşı sadece kendi tarihine değil bu halkın kalbine altın harflerle yazılacağını bilmeden her zamanki gibi ezilen halkın yanında yerini aldı. Tüm taraftarları bayrağı altında toplamakla kalmadı kardeşliğin kitabını yeniden yazdı. Paylaşma, dayanışma, yardımlaşma sacayağına ruhunu koyup örnek oldu. Artık hiçbirşey eskisi gibi olmaya-

cak ve Çarşı da bu direnişin kalesi. Öyle bir kale ki gol yemesi imkansız çünkü etten duvar var önünde rengarenk. Babam yıllar önce golleri kaleye paralel uçarak filelere salladığı kafasından tam da topa vurduğu yerden bir beyin ameliyatı geçirdi. Geçenlerde demans testine girdi ve 100’den geriye 7’şer saydı birçok soruyu güzelce yanıtladı ‘K’ harfine gelince ‘Kahrolsun Faşizm’ dedi. Doktor muayeneyi bitirip elini sıktı. Gezi Parkı’na gitmek istedi ama henüz halkın parkı halka açık değil. Açıldığı gün beraberce gideceğiz Çarşı’nın da orda olacağından eminiz. Onların da elini sıkacağız tek tek teşekkür ederek. Hep beraber bir ağacın altında oturup güzel hayaller kuracağız yarınlara dair. Bu anlamlı direnişte canından olan gencecik kardeşlerimizin ruhuna dualar okuyacağız. Gözünü kaybedenlerin, yaralananların, sakat kalanların canına can katmak için uğraşacağız. Direnerek kalanların umuda selamları var.

Herşey birdenbire oldu.

‘Bu ayran bi harika dostum!’. ‘O son birayı yasaklamayacaktın!’. ‘Ama oğlunun gemicikleri var!’ ithaflarının muhatabı sayesinde bir sabah aniden güneşe dönüveren ay çiçeği tarlası misali ışıl ışıl parladık. Üzerimize sıkılan gazların, tazyikli suların sebebini anlayamıyor oluşumuz bizi yolunu kaybetmiş çocuklar gibi korunmasız kılmıştı ama 61


tohuma kaçmış bir kızıl karanfil kökünden... Selah Özakın Şair

yeni filizlenen direniş fidelerine... bin selam olsun benden!

ah be annem öldürülünce ben boşuna arama kemiklerimi kimsesizler mezarlığında sağımda Ethem önümde Abdullah yanımda Ali İsmail berisinde Medeni ve belli ki gelecek bu ölümlerin gerisi hiç dertlenme e mi sen çünkü annem bin yıl geçse de aradan bana inan bizlerin aklına kazınmış isyan üç verecektir parkların bir yanından işte sen beni şıppadanak bilir ve tanırsın o çiçeklenen parkların kanımızla suladığımız devrim tomurcuklarından 62


Atilla Sarp

Eski DEV-GENÇ Başkanı Benden büyük iki ablam ve benden küçük iki kız kardeşim koro halinde “pabucun dama atıldı!..” diye bağırdıklarında beş yaşındaydım. Gecekondumuzun damına bakmak için bahçenin üstüne koştum, damda pabucum falan yoktu. Meğer genç yaşta yitirdiğim kardeşim “Barış” ın 1952 Haziran’ında, Ankara Doğumevi’nde dünyaya geldiğini duymuşlar. Yeni bir erkek kardeşleri daha olduğunu öğrenen, benim şımarıklıklarımdan, evin yıldızı olmamdan da bıkmış olan kızkardeşlerim sevinç çığlıkları arasında bana bakıp pabucun dama atıldı derlerken bunu söylüyorlarmış. Bense bahçemizin yüksek yerinden bakarak damda çocuk aklımla pabucumu arıyorum. Amerikan çıkarları için Menderes iktidarının Kore’ de döktüğü genç memleket evlatlarının kanının durmasının o günkü simgesi “Barış” evimize birkaç gün sonra gelmişti. Kısa zamanda da ilgi ona odaklaşınca pabucumun dama nasıl atıldığını anlamıştım. Kusura kimse bakmasın ama 68 “kuşağı” da, 78 “kemeri” de derin acılarını gelecek kuşakların yaşamaması için, yaşanılmışlıkların deneyimlerini yeni kuşaklara aktarmak için verdiği çabanın çoğunu insanları bıktıran bir “tekrarlara”, “kendini yerinde saydırmaya”, “kahramanlık öyküleri” anlatmaya,

90 KUŞAĞI PABUCUMUZU DAMA ATTI aynı öyküleri çeşitli versiyonlarıyla tekrar tekrar anlatmaya, yazmaya vermişti. 90 Kuşağı, yani 2013 yılında 17-30 yaş arası olan bu yeni kuşak bütün ezberleri bozdu; iyi de oldu. Yalnız sözde, bilgide, kültürde, demokrasi anlayışında değil; cesaret ve yiğitlikte de “68 Kuşağı”nın ve “78 Kemeri”nin “pabucunu dama attı”. Gezi Parkı’ na yapılan gaddarca saldırı ve o günden bu yana gelişen süreç korku duvarlarını tanımayan bir genç kuşağın, o duvarlar içinde hapsolmuş “68” ve “78” lileri yeniden amaçladıkları demokrasi, özgürlük, eşitlik ile buluşturdu. Hoşgeldin emperyalist merkezlerde yetişip memleketin başına bela olan sağcı, solcu, dinci, ırkçı “yaşlı kuşakların” kucağına, “90 Kuşağı”nın genç dinamizmi. Partileri, dernekleri, vakıfları yukarıdan aşağıya kuşatan “kastik” yapıları şaşkına uğratan eylemlerinle, demokratlığınla, yaşamın içinde yaşamı değiştirişinle hoşgeldin. Artık söz senin, sahne senin. Bizler sana doğruları ancak “fısıldıyoruz”. İyi dinlemeli, rolünü ona göre, gerekirse düzelterek oynamalısın. Günlük yaşamında senin için olağan olan “doğrudan demokrasi”nin neden bir meydan savaşına yol açtığını da iyi anlamalısın. “68’lilere” ve “78”lilere” yaptıkla-

rını sana yapamayacaklar. Düştükleri telaşı iktidarıyla, muhalefetiyle senin karşında apışıp kalmalarını iyi değerlendirmelisin. En güçlü olduğun anlarda yanında şov yapanların, çarkların içinde ezilmeni de, ateşin düştüğü yeri yakmasına aldırmadan nasıl seyrettiklerini de iyi görmelisin. “68” ve “78” kuşağının yapmadığını yapmalı, emperyal merkezlerde yetişmiş siyasi yalakaları yanı başına sokmamalısın. Bulundukları makamlara her türlü hileyi kullanarak, düzenin bütün yanlış yöntemlerini uygulayarak gelip yapışanları da iyi tanımalısın. Onların hazım zamanlarında yanında güç gösterisi yapmalarını iyi değerlendirmelisin. Bu nedenle de maalesef kendi yaralarını kendin sarmalısın. Bilmelisin ki dün gençlik kanını kendisine “iksir” yapanlar, bugün de senin kanınla besleniyorlar. Yakalamış olduğun ve yurttaşlarımızın büyük desteğini alan “meşru müdafaa” çizginden uzaklaşmamalı, şimdiye değin olduğu gibi her konudaki “doğrudan demokrasi” uygulamanı geliştirerek sürdürmelisin. Eğer bunu yaparsan, doğrudan demokrasi yaşamın bütün alanlarında soluk soluğa yaşanacak ve geleceğimizi aydınlatacaktır. 63


GEZİNİN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ Dr.Ali Özyurt

İstanbul Tabip Odası Futbolun hayatımızda ne kadar büyük bir yeri olduğunu Gezi sürecinde anladım. Direnişi örgütleyen, barikatları kuran, ilk günden itibaren orada olan sol, sosyalist gençlik ve 68-78 kuşağı yeni slogan bulmakta zorlandı. Manifesto gibi metinler, keskin bildiriler, dudak uçuklatan nutuklar ve devrimci bir duruş sergilemekten 10 puan alan bizim kuşak iş slogana ve marşa gelince afalladı. İşte bu sırada bizim imdadımıza futbol fanatikleri yetişti. İster bizim FenerbahChe olsun, ister Çarşı olsun isterse Tek yumruk, yıllarca maçlarda provalarını yaptıkları marşlar ve sloganları çok işimize yaradı. 12 Eylül cuntası buldozer gibi üzerimizden geçince ister istemez köşelerimize çekilip kendi küçük dünyalarımızı kurmuştuk. Ne zaman ki Gezi’de ağaçların kesilmesiyle isyanın işaret fişeği atıldı, milyonlar Taksim’e aktı. Ne kadar çokmuşuz Ne kadar dolmuşuz Ne kadar açmışız Ne kadar susamışız İşte o zaman korku dağlarını aşıp Taksim’e gelenler güçlerinin farkına vardılar. Onlar yüz oldu Yüzler bin Binler on bin 64

VE FAŞİZME KARŞI DİL On binler yüz bin Yüz binler milyon Milyonlar Erdoğan’ı korkuttu. Çapulcu dedi olmadı Marjinal dedi tutmadı Radikal dedi kesmedi Vandal dedi kesmedi Şimdi korkusunu aşmak için palalı, kılıç kalkanlı, satırlı, sopalı beyaz gömlekli-siyah pantalonlu, siyah pabuçlu paramiliter güçleri üzerimize sürdüler. Önce genç kızlarımızın, kızkardeşlerimizin, ablalarımızın üzerlerine; kalçalarına, başlarına, kaba etlerine ve bel bölgelerine; satırlarıyla, sopalarıyla, çoplarıyla, kalkanlarıyla vurdular; saldırdılar. En zayıf halkamızı yakaladıklarını sanıyorlar ama yanılıyorlar. Direnişin destanı yazılacaksa eğer başrol kadınlarımızındır. Onlar ki biber gazına yüz vermediler Onlar ki tazyikli suyla yıkılmadılar Onlar ki çadırlarda direndiler Onlar ki yürüyüşlerde en öndeydiler Onlar en zayıf değil en güçlü halkalarımız Ne onlar bizden kopar ne biz onlardan

Artık biz kime karşı olduğumuzu öğrendik tıpkı alfabeyi söker gibi. İki ayı aşan direnişimizde kimse bizim DİRENİŞ DİLİMİZİ unutturamaz. O dil barışı ağzına dolar O dil özgürlük şarkıları söyler O dil cinsiyetci söylemlerden uzak durur O dil demokrasi sandıktan ibaret sananları deliğinden çıkarır O dil muktedirleri ininde korkutur O dil aydınlatır O dil gelecek vaat eder O dil umut aşılar O dil devrim türküleri yazar O dil gençliğin çoşkusunu taşır O dil yeri geldiğinde hüzünlenir O dil zamanı geldiğinde çoşar O dil milyonların ağzından çıktığında güzelleşir O dil Türkçe’dir O dil Kürtçe’dir O dil Arapça’dır O dil Lazca’dır O dil Rumca’dır O dil Ermenice’dir O dil İbranice’dir O dil Azerice’dir O dil ezilenlerin dilidir O dili ne Erdoğan ne Koç ne Evren ne de Türkeş anlar O dili devrimciler, sosyalistler, komünistler, anarşistler, LGBT’ler, feministler, azınlıklar,en gerçek müslümanlar anlar… O dil faşizme karşı olan dildir...


Fevziye Kanat Özkan

SEHAYDER (Seferihisar Doğa ve Hayvan Dostları Derneği) Başkanı

Sırtında tişörtü, yüreğinde doğa ve hayvan sevgisi, elinde kitabı, müzik enstrümanları ve karanfillerinden başka hiçbir silahı olmayan pırıl pırıl gençler, Gezi direnişlerine karşı şiddet uygulamalarına ilk gün antrenmansız ve ani yakalandılar . Üzerlerine sıkılan kahrolası biber gazı ile tazyikli suları yerken de yalnız değildiler. Yanlarında sokakları birlikte paylaştığımız can dostlarımız da vardı. Onlar da bu şanlı direnişin kahramanlarından oldular. Onları yanından ayırmayan, hatta gezi parkı alanındaki çadırlarında misafir ederek yemeklerini, ekmeklerini, sularını paylaşmakla kalmamış, biber gazlı saldırıya uğradıklarında kendi yaralarını sararken mağdur sokak hayvanlarını da unutmamış; onların zarar görmüş

GEZİDE CAN DOSTLARLA , yanmış gözlerini talcidli suyla temizlemeye, yaralarını sarmaya özen göstermişlerdir. Bu arada direniş esnasında zarar gören sokak hayvanları için imdat ekipleri oluşturulmuş, ülkenin bir çok yerinde yardım edecek veteriner kliniklerinin isim ve adresleri sosyal sitelerde hızlı bir biçimde duyurulmuş, yayılmış ve bir çok hayvana yardım eli uzatılmıştır. Fakat ne yazık ki çok fazla sayıda kaybettiklerimiz de olmuştur. Gezi direnişindeki gençler ayrıca da büyüklerine örnek olmuşlar, ezberleri bozmuşlardır. Sokaktaki dostlarımızı zehirleyen, işkence eden, sokaklardan toplayıp barınak adı altında ölüm kamplarına tıkıp açlığa, susuzluğa , hastalıklara mahkum eden zihniyetlere inat ekmeklerini,

sularını, ilaçlarını, çadırlarını bu can dostlarımızla paylaşmışlardır. Bu davranışları bile ülkemizde pek çok şeyin değişmeye başladığının bir göstergesi olmuştur. Orman yangınlarında ormanlarda yanan her canlı için içim titremiştir, bu gazlı saldırılarda da aynı duyguları hissetti çünkü şiddet uygulamaları hep masumları hedef alır. Binlerce kuş bu kahrolası biber gazı silahlarının kullanılması ile öldüler. Masumlara yanmak, kör olmak ve hatta ölmek düştü. Bu silahların dumanı dağıldığında güneşli, gülen, ferah bir ülkede sokaklarımızda can dostlarımız hayvanlarımızla birlikte özgürce yaşamayı istiyoruz.

65


Remzi Altunpolat Kaos GL Genel Sekreteri

“Bu rezilliği artık kabullenmemeye kararlıydık. Başka hareketler için birçok şey yapmıştık. Artık zamanı gelmişti. Birinin Molotof kokteyli attığını gördüğümde “ Allahım, devrim burada. Devrim nihayet burada” diye düşündüğümü hatırlıyorum. Karşı koyacağımıza hep inanmıştım. Karşı koyacağımızı biliyordum. Sadece bunun o gece başlayacağını bilmiyordum.” Yine bir Haziran’da New York’ta eşcinsel, biseksüel ve transların başlattığı haysiyet isyanı Stonewall’un canlı tanığı, LGBT (Lezbiyen, Gey, Biseksüel, Trans) hareketinin simge ismi Sylvia Rivera’nın bu sözleri, 44 yıl sonra bu topraklarda Gezi İsyanı’ndan yükselen seslerle buluştu: “Ay resmen devrim!”, “Diren ayol!” 27 Mayıs’ta Taksim Gezi Parkı’nda başlayıp 31 Mayıs akşamı tüm Türkiye’yi saran isyan dalgasının öne çıkan figürlerinden biri de – diğeri taraftar gruplarıhemen herkesin müttefikan vurguladığı gibi LGBT’ler. Direniş saflarındaki eylem pratikleri ve üretip dolaşıma soktukları söz siyaseti hayli yoğun bir ilgiye mazhar oldu, takdir gördü. Öyle ki 30 Haziran’daki LGBT Onur Yürüyüşü’ne, LGBT’ler dışında direnişin içerisinde yer alan farklı kesimlerden 50.000 kişi katıldı. Peki, bu manzara bize ne söylüyor? Bu soruya yanıt vermeden önce makarayı biraz geriye sararak Türkiye’de LGBT hareketinin seyrine ve toplumsal muhalefet ile ilişkilerine kısaca bakalım. Türkiye’de bağımsız bir toplumsal özne olarak 1990’larda ortaya çıkan LGBT Hareketi “eşcinsellerin kurtuluşu heteroseksüelleri de özgürleştirecektir” sloganında somutlaşan topyekûn kurtuluş perspektifi doğrultusunda heteropatriarkal kapitalizme olduğu kadar militarizme, savaşa, ayrımcılığa, ekolojinin tahribatına, kamusal alanın gaspına karşı mücadeleyi politikalarının temeline yerleştirmiştir . LGBT hareketinin yüzü her daim toplumsal muhalefete dönük olmuş, LGBT mücadelesi ile farklı mücadeleler arasında ittifaklar kurmanın olanakları üzerine yoğunlaşılmıştır. Son 20 yıl içerisinde LGBT

66

DEVRİM BURADA MI?: GEZİ İSYANI VE LGBT’LER ÜZERİNE DERKENAR hareketi başta 8 Mart’lar ve 1 Mayıs’lar olmak üzere birçok zeminde toplumsal muhalefetin bileşenleri ile bir araya gelmiştir. Ancak söz konusu bir araya gelişlerin zayıf temaslardan öteye gittiği söylenemez. LGBT hareketinin toplumsal muhalefetin taleplerini sahiplendiği kadar LGBT’lerin talepleri sahiplenilmemiştir. Bir bakıma bu ilişki(sizlik)de LGBT hareketi karşılıksız aşk yaşayan taraftır. “Nerdesin aşkım?” Ses yok… İşte Gezi İsyanı, hem LGBT mücadelesi hem de bu mücadelenin diğer toplumsal-siyasal aktörlerle ilişkisi bakımdan yeni bir evreye işaret ediyor. LGBT mücadelesi açısından taşıdığı önem bugüne kadar harekete dâhil olmamış bireyleri sokağa çekmesi, harekete taze kan sağlaması. Toplumsak muhalefetin diğer bileşenleri cephesinde ise LGBT’lerinböyle bir gayenin mevcut olmamasına rağmen- “rüştünü ispat etmesi”. Rüştünü ispat etmek tabirini özellikle kullandım. Zira Gezi İsyanına kadar LGBT mücadelesi birbiriyle ilişkisel olan toplumsal antagonizmların ana ekseni, niteliksel dönüşümü yaratacak bir toplumsal özne kategorisi olarak görülmedi. Şimdi artık canlılığı, direngenliği ve yaratıcılığı ile kat’î surette göz ardı edilemeyecek bir unsur, bir kuvvet var. Ancak direnişle mukayyet olmayan ittifakların yahut koalisyonların kurulduğundan bahsedilebilir mi? Burada Gezi Parkı bağlamında bir metafor olarak hayli işlevsel olabilecek Lubunya dilinde kullanılan bir tabire başvuracağım, Fatih Özgüven de bu vesileyle kaleme almış olduğu yazısında değinmişti: “Çarka çıkmak”. Karşılaşmak, bakışmak, kesişmek, görüşmek maksadıyla parkta dolaşmak. - Dolayısıyla parklar LGBT’lerin anlam dünyasında özel bir yere sahip olan mekânlardır- Açacak olursak LGBT hareketi ile Gezi İsyanı’nın diğer bileşenleri arasında kapsamlı bir ittifak politikasından ziyade şimdilik karşılaşmalardan, bakışmalardan, anlaşmalardan bahsedilebileceği kanaatindeyim. İsyanının

hâkim heteroseksist ideolojiyi, homofobik ve transfobik zihniyet kodlarını, bunun gündelik yansımalarını bütünüyle dönüştürdüğünden bahsetmek için henüz çok erken. Ancak söz konusu karşılaşma ve bakışmaların aşındırmalar, çatlamalar, kırılmalar yarattığı da muhakkak. Nitekim LGBT’lerin Çarşı’ya destek için Beşiktaş’a gitmelerinin Çarşı grubunda mak’es bulması, sonrasında Çarşı’nın atılan küfürlü ve erkek egemen sloganlarla LGBT’lerin aşağıladığının, ayrımcılık yapıldığının altını çizerek küfürden vazgeçme ve hep birlikte direnme çağrısı yapması bu kırılmaların en hayırlı örneklerinden bir tanesi. Ya bundan sonrası? Gezi İsyanı, AKP’nin muhafazakâr otoriterliğine karşı direnişi dokuyan, örgütlenen ve mücadele eden herkesin birbirini anlama, birbiriyle hemdert olma, fark yaralarına bakma- Önder Abay’ın deyimiyle birbirini yarlarından tanıma- gücünü ve kaynaklarını birleşik mücadeleler ve karşılıklı yardım temelinde birleştirebilmesinin olabilirliğine dair çok şey vaad ediyor bize. Bundan sonra egemen sistemin ötekileştirdiği/dışladığı/dışarıda bıraktığı, farklı görünümler altında ama esasında birbirine benzeyen baskı, şiddet, ayrımcılık ve tahakküm pratiklerine maruz kalan kesimler olarak cümlemizi mahvetmekte olan bu insanlık dışı sistemi yıkmak ve yenisini kurmak için omuz omuza yürüyebiliriz. Yazının başında “devrim” vurgulamasına işaret etmiştim? Gezi bir devrim mi? Alain Badio’ya referansla siyasal mücadeleleri, isyanları ve devrimleri salt yapısal sonuçlar olarak mı yoksa aynı zamanda momentler olarak mı kavradığımıza göre vereceğimiz cevap farklılaşacak elbet. Ancak şu husus su götürmez bir hakikat: Yarını inşa ederken bugün devrimi yeniden düşünmemiz ve yine yeniden tartışmamız elzem. Gezi nasıl bir yarına dair tahayyülümüzün nüvelerini bağrında taşıyor. LGBT’siz olmayacak/olamayacak bir devrim bu.




Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.