6 10 16 20 28
eriyip biten idris bir dünya arpat
güneybursa
Aylık Yerel Kültür Dergisi
doğal güzellik: orhan uludağ turhan
Dağ-Der Yardımlaşma ve Kültür Derneği Adına İmtiyaz Sahibi ve Yazı İşleri Sorumlusu Erkan Aydın (Dağ-Der Genel Başkanı) Genel Yayın Yönetmeni Sefer Göltekin Yayın Kurulu İsmail Fedai Hüseyin Koçak İbrahim Ferik Mustafa Bay Fethi Yıldız Selami Acar İletişim İnönü Cad. Güneş İş Hanı No:74 Kat: 5 Osmangazi - BURSA Tel: 0224 272 58 58 Reklam Rezervasyon 0535 564 94 25 guneybursa@gmail.com Baskı
Demirtaşpaşa Mh. Ata Sk. No:10/B Osmangazi Bursa Tel: 0.224 25 25 717 Fax: 0.224 250 04 67 www.koseleciler.com.tr güneybursa dergisinde yer alan yazı ve fotoğraflar tanıtım amacı dışında izinsiz kllanılamaz. Dergimizde yer alan ilan, yazı ve fotoğrafların sorumluluğu sahiplerine aittir. www.guneybursa.org www.dagder.org.tr
hobandanişment mehmet
pelvan
biz neredeyiz sadettin nereye gidiyoruz topçu
yunus
gb
küçükağa ile emre söyleşi coşan
içindekiler 3 toplumsal dayanışma erkan aydın 4 haberler 6 eriyip biten bir dünya idris arpat 10 doğal güzellik: uludağ orhan turhan 16 hoban dedenin köyü: hobandanişment-2 mehmet pelvan 20 biz neredeyiz, nereye gidiyoruz sadettin topçu 22 16.yy’da karacaköy ömer faruk dinçel 24 gezgin ve tarihçilerin gözüyle bursa 26 ipekyolu film festivali 28 yöresel müziği sevdiren isim: küçükağa yunus emre coşan 31 foto-öykü nilay şahinkanat
sunuş sunuş BİRLK BERABERLİK
TOPLUMSAL DAYANIŞMA Dernek Merkezinde gerçekleştirdiğimiz salı danışıklarının haricinde farklı etkinliklerle kültürümüzün yaşatılmasına yaptığımız katkılar devam ediyor.
D
erneğimiz adına sevindirici gelişmelerin yaşandığı bir ayı daha gerilerde bıraktık. Diğer derneklerden farklı olarak dergimiz aracılığyla bu gelişmeleri paylaşmak, yapılabilecekler üzerine bir nevi fikir alışverişinde bulunmak bütün girişimlerimizi daha da anlamlı hale getiriyor. Bu açıdan Güney Bursa’yı takip eden tüm okurlarımıza ve verdikleri desteğe bir kez daha teşekkür ederek başlıyorum sözlerime. Bize, kültürümüzü ve folklorümüzü gelecek nesillere aktarma imkanı sağlayacak olan, aynı zamanda birliğimizin, beraberliğimizin sembolu olarak gördüğümüz ve tabir yerindeyse üzerine titrediğimiz DağDer Kültür Merkezimizin restorasyon çalışmaları son hızla devam ediyor. Bütün ümidimiz bu merkezin bir an önce tamamlanarak faaliyete geçmesidir. Bu bakımdan tüm hemşehrilerimizin ve kamu krum ve kuruluşlarının katkısı bizim için çok önemlidir. Geçtiğimiz ay içinde Büyükşehir Belediyesi le Derneğimiz arasında imzalanan proje ortaklık protokolu binamızın ilerlemesinde ciddi anlamda katkı sağlayacaktır.
erkan aydın
Dağ-Der Genel Başkanı
Bu vesile ile Büyükşehir belediye Başkanı Sayın Recep Altepe’ye bir kez daha teşekkürlerimzi sunuyoruz. Dernek Merkezinde gerçekleştirdiğimiz salı danışıklarının haricinde farklı etkinliklerle kültürümüzün yaşatılmasına yaptığımız katkılar devam ediyor. Önümüzdeki günlerde düzenleyeceğimiz şiir etkinliği ve kültürel-folklorik etkinliklerle bir araya geleceğiz. Aralık ayında düzenlemeyi planladığımız şiir etkinliği, dağ yöresinin gerçek kültürünü yansıtan farklı etkinliklerle Bursa’nın sosyal hayatındaki etkinliğimizi daima canlı tutma gayretindeyiz. Yine derneğimizin Bursa’daki diğer svil toplum kuruluşlarıyla birlikte farklı etkinliklerde buluşması birlik ve berabeliğimizin perçinlenmesi noktasında önem verdiğimiz konulardandır.
kuruluşları aracılığıyla sizlere duyuracağız. Önümüzdeki sayıdan itibaren dergimizin yayın periyodu her ayın 1’ine denk gelecek şekilde yeniden düzenlenecektir. Yaşanan teknik aksaklıkların dizgi-baskı boyutununu göz önünde bulundurularak yaptığımız değişikliğin okurlarımız tarafından olumlu karşılanacağını düşünüyoruz. Amacımız kısa zamanda Bursa’da aranan, okunan, gerçek bir kültür dergisi olarak algılanan dergimizin istikrarlı çizgisini koruyarak sürekliliğini sağlıklı hale getrebilmektir.
Dağ yöresinin gerçek kültürünü yansıtan farklı etkinliklerle Bursa’nın sosyal hayatındaki etkinliğimizi daima canlı tutma gayretindeyiz.
Önümüzdeki günlerde Kurban Bayramını idrak edeceğiz. Bayramların birlik beraberlik, yardımlaşma ve kaynaşma duygularımızı artırdığını hepimiz biliyoruz.
Bu bağlamda büyük ihtimalle ocak veya şubat ayında Balgöç ile düzenleyeceğimiz sempozyum hem dernekler arası iletişimimizi güçlendirmesi hem de Bursa’ya yapacağı katkı boyutunda hayli önemli bir gelişme olacaktır.
Özellikle kurban bayramı yoksulların daha çok sevindirildiği günlerden oluşmaktadır. Toplumsal huzurun oluşmasında büyük etkisi olan bu bayramların Bursa’ya, ülkemize ve tüm dünyaya hayırlar getirmesini diliyor, Dağ-Der yönetim kurulu adına Kurban Bayramınızı tebrik ediyorum.
Bu etkinliklerle ilgili ayrıntılı bilgilerri internet sitemiz, basın yayın
Yeni sayılarda buluşmak ümidiyle sevgi ve saygılarımı sunuyorum.
haberler haberler DAĞ-DER’DEN BURSASPOR’A ZİYARET
VALİ HARPUT, KELES’Lİ ÇİFTÇİLERE FİDAN DAĞITTI
Dağ-Der Yönetim kurulu ve Dağ-Der Gençlik Kolları, Bursa’nın vazgeçilmez değerlerinden biri olan Bursaspor’a Özlüce Tesisleri’nde bir ziyaret gerçekleştirdi. Dağ-Der Yarıdmlaşma ve Kültür Derneği’nin Bursaspor’a Özlüce Tesisleri’nde yaptığı ziyarete Başkan Erkan Aydın, Yönetim Kurulu Üyeleri, İsmail Fedai, Hüseyin Koçak, Selami Acar, Mustafa Bay, Mustafa Basrık ve Geçlik Komisyonu üyeleri katıldı.
Bursa Valisi Şahabettin Harput, Keles ilçesine giderek kırsal kalkınma projesi çerçevesinde yöreye uygun çilek, kiraz, badem, ceviz, üzüm fidanlarını çiftçilere dağıttı. Keles halkı tarafından ilgiyle karşılanan Harput, tören öncesi Keles Kaymakamı Akın Ağca ve Keles Belediye Başkanı Mustafa Bektaş’tan yöre hakkında bilgi aldı. Kaymakam Ağca ve Başkan Bektaş’ın ardından kürsüye gelen Vali Şahabettin Harput, bölgeye yapılacak desteklemeler hakkında bilgi verdi. Dağ yöresinin Osmanlı’nın beşiği olduğunu belirten Harput, bölgeden imkansızlık sebebiyle meydana gelen göçün önüne geçmek için devlet olarak üzerlerine düşeni yapacaklarını kaydetti. Dağ yöresini kalkındırmak için çeşitli projelerin hayata geçirileceğini kaydeden Harput, “Dağ yöresi Bursa’nın geniş bölümünü oluşturuyor. Önümüzdeki dönemde özel idare kanalıyla sulama suyu, gölet, alt yapı, yol, turizm, kültür ve spor projelerini hayata geçireceğiz. Özel idaremizin bütçesinin büyük bölümünü sulama suyuna ayıracağız. 2010 yılında birçok gölet projesi hayata geçecek ve sulanmadık bir karış toprak parçası kalmayacak. Böylece bu topraklar boş kalmayacak ve göçün önüne geçilmiş olacak. Turizm alanında ise bu muhteşem doğa güzelliğini harekete geçirmek istiyoruz. Uludağ’ın güzelliklerini Keles’e doğru kaydırmak istiyoruz. Kırsal kalkınma projesiyle 5 milyon 747 bin TL’lik bütçeyi yöre halkına sunacağız. Bu projenin yüzde 20’si geri ödemeli olacak. Proje çerçevesinde yöreye uygun fidan ve hayvan çeşidini çiftçimize vereceğiz.
Devlet millet işbirliğiyle bu proje bölgeye hareket getirecek” dedi. Konuşmaların ardından Vali Harput, ceviz, çilek, badem, üzüm kiraz fidanlarını çiftçilere dağıtarak hayırlı olmasını diledi. Vali Harput, fidan dağıtımının ardından Kaymakamlık ile İşkur ortaklığında açılan ‘Keles bebeği’ üretim atölyesini de hizmete açtı. Atölyede yapılan çalışmaları yakından inceleyen Harput, bebekleri incelerken pazarlanması konusunda gereken desteği vereceklerini ve ilk etapta kendisi de 150 adet alacağı sözünü verdi. Vali Harput, kültürüne sahip çıkan çalışanları ve projeye emeği geçenleri de gayretlerinden dolayı tebrik etti. Keles’te yapımı devam eden çok amaçlı spor salonu inşaatını da inceleyen Vali Harput, “Bu salon ilçenin çok yönlü ihtiyaçlarını karşılayacak. Özel idare imkanlarıyla başlatılan bu proje yaklaşık 1 milyon TL’ye mal olacak. 500 tribün kapasiteli bu proje ilçeye önemli katkılar sağlayacak. En kısa zamanda projenin tamamlanmasını istiyoruz” dedi. Keles’teki eski tütün deposunda da incelemelerde bulunan Harput, “Zaman içerisinde bölgede tütün üretimi azalınca bu bina atıl vaziyete gelmiş. Keles Meslek Yüksek Okulu 5 branşla 400 öğrenciyle eğitim hayatına devam ediyor. Bu binanın meslek yüksek okuluna kazandırılmasıyla yeni branşlar ve bölümler açılacak. Geniş bir öğrenci kitlesi de burada faaliyet gösterecek. Bu binayı eğitim öğretim için Keles’e kazandırmak istiyoruz” diye konuştu.
haberler haberler DKM PROJE ORTAKLIK PROTOKOLÜ İMZALANDI
Dağ-Der Kültür Merkezi’nin proje ortaklığı protokolü Büyükşehir Belediye Başkanı Recep Altepe ile Dağ-Der Yardımlaşma ve Kültür Derneği Başkanı Erkan Aydın arasında imzalandı. Büyükşehir Belediye Başkanı Recep Altepe, Tahtakale Mahallesi’nde tamamlandığında Dağ Yöresi Türkmen ve Yörük Kültür Merkezi olarak hizmet verecek olan yaklaşık 150 yıllık tarihi binadaki restorasyon çalışmalarını yerinde inceledi. AK Parti Bursa İl Başkanı Nagip Vardar ve Keles Belediye Başkanı Mustafa Bektaş’la birlikte tarihi konağın restorasyon çalışmalarında yaptığı incelemelerde, Bursa’da restorasyona ihtiyacı olan birçok sivil mimari örneğinin ayağa kaldırıldığını hatırlattı. Yörük kültürünün yaşatılmasının önemine değinen Başkan Altepe,
“Tarihi konak sayesinde yörük kültürü şehrin merkezinde tarihi bir çatı altında gelecek nesillere aktarılabilecek. Bu hizmete destek vermekten dolayı mutluyuz. Ayrıca böylesine köklü ve önemli bir kültürü yaşatmak için verdiği mücadeleden ötürü Dağ-Der’e teşekkür ediyorum” diye konuştu. Dağ-Der Yardımlaşma ve Kültür Derneği Başkanı Erkan Aydın da tarihi konağın restorasyonunun bir yıl içerisinde tamamlanarak hizmete açılacağını kaydetti. Konağın restorasyona destek veren Büyükşehir Belediyesi’ne ve Başkan Recep Altepe’ye teşekkür eden Aydın, “Başkan Altepe’nin tarihi mekanlarının korunarak yaşatılması ve gelecek nesillere aktarılması ile ilgili yaptığı çalışmalarla Bursa’nın görkemli tarihi yeniden canlanıyor. Dağ yöresinin yıllardır
ihtiyacı olan böyle bir binanın restorasyonuna katkı sağladığından dolayı başkanımıza şükranlarımızı sunuyoruz.”dedi. Konuşmaların ardından Tarihi Dağ-Der Türkmen ve Yörük Kültür Merkezi’nin restore edilerek özgün kimliği ile yeniden Bursa’ya kazandırılması ile ilgili proje ortaklığı protokolü alkışlar eşliğinde imzalandı. Protokol imza törenine Dağ-Der Yardımlaşma ve Kültür Derneği’nin yöneticileri de katıldı. Başkan Altepe imza töreni sonrasında Tahtakale Mahallesi Muhtarı Mehmet Yavuz ile birlikte çarşı esnafını ziyaret ederek sohbet etti. Başkan Altepe, tören sonrasında Tahtakale’deki Yarenler Halk Müziği Folklor Eğitim ve Araştırma Kültür Derneği’ni de ziyaret etti. Aşıklar Başkan Altepe’ye saz çalarak, türkülere teşekkür etti.
deneme deneme
ERİYİP BİTEN BİR DÜNYA:
GELİP-GEÇTİLER
O dönemlerde yediğimiz, içtiğimiz kendi tarlamızın mahsulü ve tabii idi. Bakkaldan ve pazardan alınma yiyecekler yok denecek kadar azdı. Sun’i gübre, hormon, fenni yem nedir bilinmezdi. Her mahsul, kendi tabii güzelliği ve lezzetiyle gelirdi soframıza. idris arpat
Genellikle yorgunduk, bu yüzden erken yatar, erken kalkardık. Güne erken başlamanın hayır ve bereket getirdiğine inanırdık.
M
üslümanlık ve iş-güç sahibiydik. Geçimimizin temeli alın teri, bilek gücüydü. Genellikle yorgun ve yorgunluğa alışkındık. “ Yorgunluk var yılgınlık yok” düsturu, yüreklerimizin taa derinliklerinde yatan bir ilahi ilkeydi sanki. Bu ilke bizde bir zihniyet halini almıştı. Zaman zaman, “Ölümlü dünyayı bu kadar ciddiye almaya değer mi?” türü sözler duyulurdu ama,dere yine, acilen yatağına çekilir ve akmaya devam ederdi. Büyük fedakarlıkların adandığı kapıyı arıyor gibiydik ama, işin özüne çok da vakıf değildik. Genellikle yorgunduk, bu yüzden erken yatar, erken kalkardık. Güne erken başlamanın hayır ve bereket getirdiğine inanırdık. Bazen zinde, bazen yorgun kalkardık, ama hep “Euzü-besmeleyle” ayaklanır, abdestimizi alır, namazımızı kılardık. Zor bir hayata göğüs gerer, ekmeğimizin ve sağlığımızın varlığına şükrederdik. “Yanaşarak değil çalışarak” geçinmek durumunda olduğumuzdan, hayat bizim için tabii bir dua haline gelmişti. Dirlik ve düzenlikte, devamı için dua etiğimiz diğer bir önemli husustu.
O dönemler tabiat ve insan dönemleriydi. Tabiatla insan etle tırnak gibi
birbirine yapışıktı sanki. Tabiata yakın olmak, tabii olana ilgi duymak Allah’a (c.c.) yakın olmak demekti. Toprak-tarla, bağ-bahçe, yağmur-kar, ekmek-su, koyun-kuzu, gündüz-gece hep Allah vergisi nimetlerdi. Bu durum ayan-beyan ortadaydı. Ne zaman ki bakkal dükkanı ve market, tarla ve tabiatın yerine geçti, insanlar maaşlı ve emekli oldular, yavaş yavaş çalışma zevkini de, büyük ve asıl kaynağı, Allah’ı da unuttular. Helalinden kazanma haram yememe duygusu günden güne zayıfladı. Bu da bizim gönül dünyamızın yıkımı oldu. O günlerde çalışıp-kazanma, kazandığının kıymetini bilme, elegüne muhtaç olmama duygusu ve bu duygunun doğurduğu bir gayret ve ciddiyet vardı. Eşikteki, beşikteki işte-güçteydi. Topraktan elde edilen her mahsul bol -derindi. El emeğiydi, aşırma, kaçırma, kolayından kazanma değildi. Belki de bunun için tadına doyum yoktu. Her mahsulümüz, lezzetten de öteye, bir şifa kaynağıydı sanki. O günler ambarlar dolusu ekinin, ağıllar dolusu davarın, damlar dolusu sığırın olduğu günlerdi. İnsan ve diğer canlılar arasında bir nevi kader birliği yaşanırdı. Hani, ne derler “ağaç dallarıyla gürler”miş. O günün köyü, bu muhteva, bu ser-
vet ile gürlerdi. Her bir aile bağıyla-bahçesiyle, tarlasıyla-tablasıyla, eviyle-damıyla, çoluğuyla-çocuğuyla bir devletti sanki. Çalışan kendi devletine çalışır, kendi devletine güvenirdi. “Bileğinin gücünü kiraya vermek” diye, ırgatça bir düşünce yoktu. Güz ve kış mevsimleri boyunca, sabah erken saatlerde çocuklar köy hocasına, Kuran dersi okumaya giderlerdi. Komşu evin yarı yanmış ocağından, küçük demir kürekle azıcık ateş alıp, onunla mektebin(okuma odasının) sobasını yakarlardı. Günde üç vakit,bazı aylarda dört vakit dersleşirlerdi. Bahar ortalarına doğru, bir hatim cemiyetiyle bu faaliyet tamamlanırdı. Okuyan çocuklara, hoca tarafından, camiye namaza gelmeleri söylenirdi. Yetişkin olanlar müezzinlik yaparlar, biraz daha yetişkin olanlar Kuran okur, na maz kıldırırlardı. Hataları, zaman içinde hoca düzeltilirdi. Camide onlarca çocuk cemaatla saf tutar, namaz kılardı. Bu okuma ve eğitim faaliyetleri çocukluk dönemini içine aldığı gibi, gençlik yıllarının bir bölümünü de içine alırdı. Bu, kapalı bir çevrede, yetersiz de olsa bir eğitim öğretim şekliydi. Kendi şartları içinde, kendine göre güzellikleri, kendine göre eksikleri olan
bir hayırlı faaliyetti. Bir alt yapıydı ama yetersizdi. Her şeye rağmen, çocuklarımızın temiz yüreğine, okunan şeylerin kudsiyeti sinerdi. O dönemlerde yediğimiz, içtiğimiz kendi tarlamızın mahsulü ve tabii idi. Bakkaldan ve pazardan alınma yiyecekler yok denecek kadar azdı. Sun’i gübre, hormon, fenni yem nedir bilinmezdi. Her mahsul, kendi tabii güzelliği ve lezzetiyle gelirdi soframıza. Sabah yemeğinde (kahvaltı değil) çorba, peşinden höşmelim veya mısır böreği, pekmezle veya sütle yenirdi. Güz mevsimindeyse hem çorbanın, hem de höşmelimin yanında domatis(domates)salatası olurdu. Hepsi kendi tarlamızdan, hepsi kendi elimizin mahsulüydü. İmece usulü çalışmalarda, sabah yemeğinde cacık ta höşmelime eşlik edebilirdi. Şimdi sayalım: Ekmeğin yapıldığı buğday(veya çavdar),höşmelimin yapıldığı mısır, pekmezin yapıldığı üzüm, domates,biber,süt hep kendi üretimimiz. Diğer yiyecekler hakeza. Hemen her şeyi kendimiz ürettiğimizden, üretimin alet ve edevatını da kendimiz yapmak zorundaydık. Aletlerin yapımında kullanılan balta, testere, keser vb. bir sürü malzemeyi de kendimiz edinmek durumundaydık. Tarlalar dolusu ekin, bağlar, bahçeler, sıvaklar dolusu zarzavat, meyve, üzüm vb., ağıllar dolusu davar, damlar dolusu sığır, el hayvanları, kediler, köpekler… yetmedi, güvercinler, keklikler… Bütün bu varlık ve servetin, günlük, mevsimlik, yıllık
bakımları, çekilip-çevrilmesi, derilip-toplanması kolay hadise değildi. Bir hanede iyi niyet, disiplin, otorite eksikse, bu varlığı çekip-çevirmek mümkün değildi. Genelde baba otoritesi, nadiren de ana otoritesi disiplini sağlardı. Belli-başlı ailelerde bu otorite kendini kuvvetle hissettirirdi. Yoksa bu kadar ayrıntılı bir hayatın, başarılı bir şekilde sürdürülmesi imkansızdı. Top gibi gürleyen hanelerin erkekleri, yorulma bilmeyen erkekler, kadınları da eteği belinde kadınlardı. Yeter ki işler yürüsün, hane yokluk görmesin. Yorgunluk onlar için bir mesele değildi. Ter tırnaktan çıksa da, vura-tuta bir çalışma temposu sürdürülürdü. Çalı ucundan sürüklenmez, işin hakkı verilirdi. Çalışmak, çalışabilir durumda olmanın şükrü kabul edilirdi. Aksi takdirde işler yürümez, yoksulluk kapıya dayanırdı. O günlerde para-pul zengini değildik ama, tarla bereketi taşar dökülür, mahsul ihtiyacı çok çok aşardı. Evet, hayatımız zor bir hayattı ama, biz zorluklara alışkandık. Yeter ki yoksulluk olmasın. Ambarda ekinimiz, ağılda davarımız eksik olmasın. Bir maceraydı bizim hayatımız. Renkli bir yaşantımız vardı. Hep doğal renklerle kuşatılmıştık. Gü-
neş, dağ ufuklarından doğar gelir, insanımızı, hayvanımızı güldürürdü. Yağmurlar sağanak sağanak, karlar savrula savrula yağardı. Dereler çağlar, çeşmeler sanki ileriye zıplardı. Kimi zaman incecikten bir kar başlar, derken tipi olur, tufan olurdu. Yığılırdı karlar dize dek. Çobanlar geldiyse gidemez gittiyse gelemezdi. Hısım akraba toplanır, çınır teper, yol açar, sürü arka arkaya, tek sıra dizilir, köye öyle gelirdi. O zamanlar bizim üzüm bağlarımız, karpuz tarlalarımız olurdu. Heybelerle karpuzları, kavunları, kağnılarla üzümleri çeke çeke tüketemezdik.
O zamanlar bizim üzüm bağlarımız, karpuz tarlalarımız olurdu. Heybelerle karpuzları, kavunları, kağnılarla üzümleri çeke çeke tüketemezdik.
Pekmez kaynatımı ayrı bir hadiseydi. Özel hazırlanmış ocaklarda kaynayan şıranın güzel kokusu etrafa yayılırdı. Gelene-geçene şıra ikram edilirdi. Küpler dolusu pekmezimiz olurdu. Pekmezden ayva reçelleri, dövme bulama yapardık. Buzağılarımız, kuzularımız, oğlaklarımız ve taylarımız doğardı. Her bir doğum, aile için bir düğün-bayram olurdu. Günlerce sevinçlerimiz, peş peşe tazelenir dururdu. Yeni doğan hayvanları üşümesinler diye eve getirirdik. Daha sonra, damda(ahır veya ağıl)gaşşalara(özel hazırlanmış bölmeler) bırakırdık. Akşam olunca, anaları meleye meleye gelirdi, evin çocukları da her bir kuzuyu, oğlağı kucaklayıp-kucaklayıp anasının yanına götürürdü. Yavrular kuyruklarını sallaya sallaya analarını emerlerdi. Emzirmeyenler olursa, özel muameleye tabi tutulurdu. Yazlık ve güzlüklerin biçilip toplan-
harmanlarında seymen sekilir, duruma göre at yarışları, atıcılık ve güreş düzenlenirdi. O dönemlerde safiyet ve samimiyet, içtenlik ve olduğu gibi görünme genel bir tavırdı. Kapalı çevre, insanlarda bir kaynaşma meydana getiriyordu. Doğumlar, ölümler, düğünler ve bayramlar insanlar arası kaynaşmayı artırıyordu. Geleneksel büyük aile ve kapalı çevre, bu köyün pek çok meziyetinin kaynağıydı.
İmece vaktinin geldiğini, tarlasındaki, bahçesindeki köylüye davul çalarak bildirirdik. Davulun çalınma vaktini, biz çocuklar, belli bir evin gölgesinin, belli bir yere gelişinden bilirdik. Sonra da davulu çalan kâhya ile birlikte, köyün üst başını dolaşır gelirdik.
ması imece usulüydü. İmecede, hanesine göre seksen kişiyi aşan amele olurdu. Bu kadar kalabalık üç öğün doyurulurdu. Nasıl doyurulurdu? Hala durup, durup şaşarım. Belki on çeşit yemek hazırlanırdı. Hazırlayanlar evin gelinleri ve kızlarıydı, sayıları iki-üç kişiyi geçmezdi. Yinede her şey zamanında yetişirdi. Yaz günlerinde hayat, sabah ezanıyla başlardı. Bir iki dilim ekmek üzerine tere yağ sürülerek herkes kendi tarlasına giderdi. Yaklaşık sekiz-sekiz buçuk gibi eve dönülür, sabah yemeği aile ile beraber yenir ve meciye(imece) dağılınırdı. Tarlada bir çıkım vurulur, bir yemek daha yenirdi. Sucu, suyunu yörenin en meşhur suyundan getirmek zorundaydı. Muhabbet, gülüş,afek(ahenk) gırla giderdi. Nadiren de olsa imecede davul zurnada olurdu. Bazen kemane, darbuka, cümbüş getirilirdi. Yorgunluk yerindeydi ama, milletin morali de yüksekti. Akşam tarla dönüşü, akşama kadar orak sallayan o kalabalığı düğünden geliyor sanırdınız. Bakır çala çala geldikleri de olurdu. Atlar, koşturula koşturula köye girilirdi. Koşturanlar arasında genç kızlarda olurdu. Saç-baş savrulurdu atın üzerinde. Ne de olsa kökümüz Yörük. Ata binmek, at koşturmak bir zevkti. Orak biçimi ve arpa yolumu, bu minval üzere bir ay sürerdi. İmece vaktinin geldiğini, tarlasındaki, bahçesindeki köylüye davul çalarak bildirirdik. Davulun çalınma vaktini, biz çocuklar, belli bir evin gölgesinin, belli bir yere gelişinden
bilirdik. Sonra da davulu çalan kâhya ile birlikte, köyün üst başını dolaşır gelirdik. Köyün sığırlarını otlatan sığırtmaçlarımız sabah-akşam konak gezerlerdi. Sabah yemeğinden sonra iki de ekmek alır giderlerdi. Ve sığırın çıkma vaktinin geldiğini, köyün yüksekçe bir yerinde bağırarak ilan ederlerdi. Eğer davar veya sığırı güden çoban, akşam kuzu-oğlak veya buzağı ile gelirse, yani merada doğum olduysa, ev sahibi hanım ona yumurta verirdi. Harman sürümü, bağ bozumu, diken kesimi kendine göre güzellikler yaşatırdı bizlere. Gelelim düğünlerimize, onlar ayrı bir âlemdi. Üç gün, üç gece, davul ve zurnalar yeri göğü inletirdi. Akşamları köyün erkeklerine özel muhabbetler yapılırdı. Bazen gündüzleri de benzeri bir oturum olurdu. Düğün süresince köy ara ara doyurulurdu. Bu günlerden o günlere baktığımızda, o günün insanlarının, bereye(zorluklara) çok dayanıklı insanlar olduğunu görüyoruz. Gelinin, evinden alınıp, oğlan evine teslimine kadar icra edilen faaliyetler, başlı başına bir efsaneydi. Gelin arabası özellikle hazırlanır, köyün uslu ve gösterişli koşum hayvanları çekilir, boynuzları yağlanır, boncuklar takılırdı. Köy delikanlıları muntazam saflar tutar, silahlar sırayla patlatılır, bağırıp çağırmanın bile belli bir kuralı olurdu. Köyün meydanında mutlaka oyun kurulur, mahareti olanlar kendini gösterirdi. Gelinin alınmasından sonra, köy
Köyün çocukları da kendi eğlencelerini kendileri meydana getirirlerdi. Mevsimlere göre oyuncak ve eğlence türleri bulurlardı. İlkbaharda söğüt dalından davul, karaağaçtan zurna, ceviz ağacından düdük, dut ağacından zibzibi yapardık. Patlangaç, su fışkırtma, abibi uçurtma bu dönemin oyuncaklarıydı. Yaz aylarında çocuklar genellikle koyun kuzu dana buzağı peşindeydi. Kız çocukları ise, annelerine yardımcı olur, küçük kardeşlerine bakarlardı. Küçük kardeşi olmayanlar ise komşunun ya da yakın akrabanın çocuğuna dadı olarak bakarlardı. Erkek çocukların derelerde ve havuzlarda suya girinmesi, bu dönemin en dikkat çeken eğlencelerindendi. Güz ve kış mevsiminde çocuklar tahta arabaya binerlerdi, topaç çevirirlerdi. Dört teker arabaları olurdu çocukların. Tekerle dingil arası, ceviziçi veya kabak çekirdeğiyle yağlanırdı. Bu arabalar bayır aşağı çok hızlı giderdi. Kış mevsiminde, zaman zaman fındıklığa gider, dik yamaçtan sarmaşıklara tutuna tutuna tırmanır, fındık ağaçlarından sümbül koparırdık. Boğmaca öksürüğüne tutulduysak gruplar halinde Soğuk Pınar Deresi’ne gider, ceviz ağacının kökünün altından geçer, dalına çaput bağlar, boynumuza anahtar takar, arkamıza bakmadan köye gelirdik. Bu bize şifa olur, öksürüğümüze iyi gelirdi. Büyüklerin de kendilerine mahsus oyuncakları olurdu. Oturamak oyunları, gıncıraç, kartopu savaşları vb. Yaz aylarında, akşamları, karşı bayırlardan gelen kaval seslerini dinlemek çok zevkli olurdu. Bazı çobanlar akşama kadar boş durmaz,
“çam sakızı, çoban armağanı” kabilinden oyuncaklar yapar, çocukları sevindirirdi. “çatçat” bu oyuncaklardan sadece birisiydi mesela. Hayatımızın esrarengiz yönleri de vardı. Bunlar muhtemelen, halk muhayyilesinin (hayal gücünün) meydana getirdiği kültürel zenginliklerdi: Saf kalpli tertemiz duygularla dolu bir gelin hanım, şafak vaktinden önce, su doldurmaya giderken, köy çıkışındaki ulu kavak ağacını secdeye kapanmış olarak görür. Gördüklerini anlattığında, kendisine inanılmayacağını düşünerek, tülbendini kavağın uç dallarına bağlar ve su doldurmaya geçer. Ne kadar temiz yürekli bir gelindir ki, bakır kaplarını doldururken çeşmeden kaymak aktığını görür. O gündür, bu gündür çeşmenin adı “Kaymak Pınarı”dır. Gelin hanım sırını muhafaza edebilseydi, kim bilir daha neler görecekti. Muhafaza edemez, hem çeşmeden akan kaymak, hem de bakırlarındaki kaymak suya dönüşür. Tülbende gelince, sabahleyin köyün her bir ferdi, kavağın en uç dallarında sancak gibi sallanmakta olan tülbendi görür. Kavak minareden çok yüksektir. Hasta olan bir kızın babasına Hoca Efendi buyurur ki: -Gece yarısı, Aşağı Pınar’ın orada, karanlık dereler içinde duracaksın. Oradan cin ordusu geçecek. Geçecek, geçecek, geçecek… Derken, kıratın üzerinde kumandanları gelecek. Korkmayacaksın, atın geminden tutacaksın ve durumu anlatacaksın: - Kızım hasta, askerlerinden biri kızıma musallat olmuş. Bir iyilik yap ta, askerine emret, kızımı bıraksın. Kızın babası “ Ah be hocam, ben bu işi nasıl yaparım? Ne o saatte, dediğin yere gidebilirim, ne o atın yularından tutabilirim. Bu iş bana göre değil hocam,” der. Ve kız o gecenin sabahına çıkmaz ölür. Cinlerle boğuşan çobanlar mı dersin, bir cini takip ederken onun aniden kaybolmasıyla bayılıp hastalanan kadınlar mı dersin… Daha neler, neler. Bu olaylar anlatılır, durulur. Olmuş mudur, olmamış mıdır, nerden bilelim?
O zamanların da elbette, kendine göre eksikleri, problemleri, basitlikleri vardı. İnsanın olduğu yerde bir sürü olumsuzluk ta var demektir. Neylersin ki, işin bu yönü de insan olarak kaderimizde var herhalde. İnsanların problemlerine “hasbeten lilleh”(Allah’ın rızasını umarak) çözüm arayanlara selam olsun. Şimdi, bu yaşanan bin bir maceranın yerinde yeller esiyor. Ne kadar meziyet varsa güneş kavurdu, rüzgâr savurdu. “İyi insanlar iyi atlara binip gittiler.” Geride dünya ahiret bir işe yaramayan bir sürü döküntü. Bezgin-baygın, istemeye istemeye yaşanan bir hayat. Bizim kuşak, geleneksel köy hayatını da, köylerin madden ve manen boşalıp-eriyişini de, büyük şehir hayatının ne demek olduğunu da gördü. Yeni nesil ne geleneksel hayatı, ne yakın ve uzak tarihi, ne de koskoca bir dünyanın bile isteye niçin eritildiğini biliyor. O ince ayar düzenlemelerle perişan edilmiş, dengelerini ve değerlerini bozuk para gibi harcamış bir tedirgin insandır artık. Ne ağlaması ağlama, ne de gülmesi gülmedir. İçten değildir, kendini yaşamaz, yaşamayı bilmez, rol yapar, başkalarına özenir, gösterişli ve muhteşem soytarılar gibi olmak ister. Sun’i gıdalar, sun’i bilgiler, sun’i özlemler, sun’i inançlar, sun’i tavırlar içinde, gergin ve bezgin yaşayan bir insandır modern zamanların insanı.
Kendi kültür ve medeniyetinden kaçan bir toplumun başına gökten nur ve huzur yağacak değildi ya. Olacağı buydu ve oldu. Hayır, efendim, modern hayat bize göre değil. Serazad, sere-serpe yaşamaya alışmış gönlümüzü, beton yığınları arasında avutmamız mümkün değildir. Yerini yadırgayan, bin bir hasretle delik deşik olmuş, çırpınan yaralı bir kuşa dönmüş kalbimizi “taş ocakları”nda avutmak olacak şey değil. O, kendini bir öfke yıldırımı halinde, dağlara vurmasın da ne yapsın.
Bizim kuşak, geleneksel köy hayatını da, köylerin madden ve manen boşalıp-eriyişini de, büyük şehir hayatının ne demek olduğunu da gördü.
Hayır, efendim, beton kafesler, “çok katlı mezarlar” bize göre değil. Biz, bir dağdan öbürüne uçan kanadı kuvvetli, gönlü şen kuşlar olmayı cana minnet bilmişiz. Makine kavminin rahatlık olarak kabul ettiği şartlar bizi rahatsız ediyor, huzursuz kılıyor. Bize, dev projektörlerden ziyade ay ışığı, bangır bangır bağırıp kulaklarımızı tırmalayan sinirlerimizi geren hoparlörlerden ziyade kuş sesleri şifa verecektir, huzur getirecektir. Beton kafesleri kim istiyorsa ona verin. Biz, bir dünya kaybetmenin derin hüznüyle dağlardayız. Hicranımızı kurtlarla-kuşlarla paylaşıyoruz. Eriyen dünyamıza bakıp bakıp iç geçiriyoruz. Tenha zirveler mekânımız, kayalıklar barınağımız olmuştur vesselam. “O dağa bir kuş kondu,(sonra)uçtu gitti. Bak da gör, dağda ne bir fazlalık var, ne (de)bir eksiklik.”
atölye atölye
DOĞAL GÜZELLİK
ULUDAĞ
Marmara Bölgesinin en yüksek dağı. Kuzeybatı-güneydoğu doğrultusunda uzanan Uludağ’ın uzunluğu 40 km’yi bulur. Genişliği ise 15-20 km’dir. derleyen: orhan turhan
U
ludağ, Olimpos Dağı olarak da bilinir. Bursa ili sınırları içinde, 2.543 m. yüksekliği ile Türkiye’nin en büyük kış ve doğa sporları merkezi olan dağdır.
Antik çağın ilk tarihçilerinden Heredot (İ.ö 490-420) yazdığı Heredot Tarihi isimli kitabında Uludağ, Olympos olarak geçer ve Olympos’ta Lydia kralı Kroisos’un oğlu Atys’in yaşadığı trajediyi anlatır. Heredot’tan 400 yıl sonra Amasya doğumlu coğrafyacı Strabon (İ.ö 64-İ.S 21) yazdığı 17 kitaptan oluşan Coğrafya isimli kitabında Uludağ, Olympos ve Mysia Olympos’u olarak geçer. Strabon; Mysia isminin aslının Lydia’lılarda gürgen ağacı anlamına gelmektedir. Roma İmparatorluğu’nda resmi din hıristiyanlık olduktan sonra Uludağ’da 3. yüzyıldan sonra keşişlerin yaşadığı ilk manastırlar kurulmaya başlanmış ve manastırlar 8. yüzyılda sayıca en üst seviyeye çıkmıştır. Uludağ’da Nilüfer nehri ile Deliçay arasındaki vadi ve tepelerde 28 manastır kurulmuştur. Orhangazi Bursa’yı uzun bir kuşatmadan sonra teslim almış ve dağdaki keşişlerin yaşadığı manastırların bir kısmı
terk edilirken, bazılarının yerlerine Doğlu Baba, Geyikli Baba, Abdal Murat gibi müslüman dervişlerin inziva yerleri olmuştur. Orhangazi Bursa’yı teslim aldıktan sonra Türkler dağa Keşiş Dağı ismini vermişlerdir. 16. yüzyılda Bursa’ya gelen Alman seyyah Reinhold Lubenau Uludağ’ın Türklerin eline geçtikten sonra keşişlerin sadece gündüzleri ibadet için dağa çıktıkları ve manastırların harç kullanılmadan taş duvarlarla yapıldığını belirtir. Marmara Bölgesinin en yüksek dağı. Kuzeybatı-güneydoğu doğrultusunda uzanan Uludağ’ın uzunluğu 40 km’yi bulur. Genişliği ise 15-20 km’dir. Toplu ve heybetli
bir görünüşe sahip olan bu dağın Bursa’ya bakan yamaçları kademeli, güneye Orhaneli’ne bakan tarafları ise düz ve daha diktir. En yüksek noktası Uludağ Tepe’de 2.543 m’dir. Dağın kuzey tarafında Sarıalan, Kirazlı, Kadı, Sobra yaylaları vardır. Uludağ’ın yüksek yerlerinde eski buzullara ait izlere raslanmaktadır. Karatepe’nin kuzeyindeki Aynalıgöl, Karagöl ve Kilimligöl buzul gölleri bu izlerin en önemlileridir. Bu göllerin mavi berrak suları, hemen aşağısında başlayan yemyeşil çam ormanları, yükseklerdeki beyaz kar yığınları buraların güzelliğine güzellik katmaktadır. Etrafındaki çöküntü sahalarının
Marmara Bölgesinin en yüksek dağı. Kuzeybatıgüneydoğu doğrultusunda uzanan Uludağ’ın uzunluğu 40 km’yi bulur.
11
Antik dönemde Olympos Misios adıyla anılan Uludağ, Türkiye’nin birinci derecede önemli kayak merkezlerinden biridir.
12
cevresinde yükselen Uludağ’da tabakalar arasında yer yer maden ve maden damar yataklarına rastlanmaktadır. Türkiye’nin önemli volfram yatakları buradadır. İklimi, yüksek dağ özelliğindedir. Yükseklere çıkıldıkça kar yağışı ve miktarı fazlalaşır. Yüksekliğe bağlı olarak da ısı azalır. Dağın doruk noktasındaki karlar yaz kış erimez. Bazı yerlerde kar kalınlığı iki metrenin üzerine çıkmaktadır. Uludağ’dan kaynaklanan derin vadiler içindeki pekçok dere, Nilüfer çayı ile Göksu’ya ulaşırlar. Uludağ modern dağ tesisleri, teleferiği Bursa’nın hemen yanında olması ile dağ ve kış turizminin merkezi olmuştur.Türkiyenin en büyük kayak merkezidir.Yol durumunun uygunluğu, her mevsim kar bulunması, eşsiz manzaraları buraya turist çekmektedir. Dağın doruk noktasından açık havada İstanbul, Marmara ve civar yakın yerlerin görünmesi buraya ayrı bir
özellik vermektedir. Doğu, kuzey eteklerinin Bursa Ovasına yakın yerlerinde sıcak su kaynaklarının bulunmasından burada kaplıcalar meydana gelmiştir. Bursa’nın çekirge semtindeki bu kaplıcalar pekçok hastalığa şifa olmaktadır. Antik dönemde Olympos Misios adıyla anılan Uludağ, Türkiye’nin birinci derecede önemli kayak merkezlerinden biridir. Uludağ Milli Parkı’ndaki kayak alanının alt sınırı 2.000, üst sınırı ise 2.453 m. yüksekliktedir. Aralık-mayıs ayları arasında genellikle karla örtülü olan dağda, kar kalınlığı 2-3 m.’ye kadar çıkmaktadır. Parkın önemli gelişme bölgelerinden olan Sarıalan, Karabelen’deki giriş kapısından 11 km. uzaklıktadır. Teleferikle ulaşılan bu bölgede yazlık kamp odaları, büfeler, çeşmeler, tuvaletler vardır. Kirazlıyayla ise parkın giriş kapısından 6 km. uzaklıktadır. Oteller Bölgesi ile Kayak Merkezi, Çobankaya ve
Bakacak, Uludağ’ın diğer önemli bölgeleridir. Olağanüstü doğal yapısı, flora ve faunasının zenginliği ile bilinen Uludağ Milli Parkı’nda 2’si kamplı olmak üzere 4 adet kullanım alanı mevcuttur. Bunlar; Sarıalan, Çobankaya, Kirazlıyayla ve Karabelen kamp ve günübirlik kullanım alanlarıdır. Uludağ’da kayak sporu
ortalama 265 araç giriş yapmaktadır. Ziyaretçi sayısı temmuzağustos aylarında ve kış sezonu, ocak-şubat aylarında artış göstermektedir. Uludağ Milli Parkı’na gelen ziyaretçiler genelde yerli ziyaretçiler olup, yaz aylarında Arap ve İsrailli turistler de ziyaret etmektedir. Apollo Kelebeği
ve turizme yönelik olarak 17 adet turistik tesis mevcuttur. Ayrıca çeşitli kamu kurumlarına ait 16 adet tesis bulunmaktadır. 1986 yılında turizm alanı ilan edilen 2. Gelişim Bölgesinde 1 tesis faaliyette olup 2 tesisin inşaatı sürmektedir. Uludağ Milli Parkını yılda ortalama 600.000 kişi ziyaret etmektedir. Karabelen giriş kapısından günde
Türkiye’de başta Uludağ olmak üzere Kuzey ve Orta Anadolu’daki dağlık bölgelerde yaşayan, beyaz üzerine kırmızı benekleri ve havadaki eşsiz süzülüşüyle göz alıcı bir güzelliğe sahip olan ‘’Apollo kelebeği’’nin küresel ısınma, habitat (yaşam alanı) kaybı ve koleksiyonculuk gibi insan kaynaklı birçok tehlikeyle karşı karşıya Parnassius Apollo Kelebeği 12cm boyu ile yaşamını sürdüren Türkiyenin en büyük kelebeğidir. Uludağın 2000 metre rakımlı böl-
gelerinde görülen bu doğanın mükemmel canlısı her geçen sene sayıları hızla azalmaktadır.Apollo kelebeğinin acilen koruma altına alınması gerekmektedir, Apollo Kelebeği 360 gün gelişimini tamamlamakta ve 5 gün civarında uçuşa geçmektedir. Ağustosun ilk günlerinde tota dağında uçmaya başlayan kelebekler 12 cm boyuna ulaşabilmektedir.Ölmeden önce Sedum adlı bitkilere eşit aralıklarla 100 adet civarında yumurta bırakan kelebek yaşamını tamamlamaktadır. Eşit aralıklarla bırakmasındaki sebep hepsinin bitkiden eşit şekilde beslenebilmesini sağlamaktır. Tüm canlılarda(İnsan hariç) hep erkekler gösterişlidir denir ya kelebeklerde dişi güzel ve gösterişlidir. Ancak asit yağmurları sebebiyle tırtılların konukçu bitkisi olan damkoruğu etkilenmekte, dolayısıyla
Apollo Kelebeği 5 gün civarında uçuşa geçmektedir. Ağustosun ilk günlerinde tota dağında uçmaya başlayan kelebekler 12 cm boyuna ulaşabilmektedir.
13
Koleksiyoncuların en gözde kelebekleri olması da bu türün hayatını çok da kolaylaştırmamaktadır.
popülasyonlarda ciddi düşüşler gözlemlenebilmektedir. Koleksiyoncuların en gözde kelebekleri olması da bu türün hayatını çok da kolaylaştırmamaktadır. Yüksek dağların tepelerindeki çayırlıklarda, zaten kısa olan uçuş sezonlarında aşırı miktarda toplanmaları, sayılarını ciddi şekilde azaltmaktadır.
BUFSAD DOĞA FOTOĞRAF ATÖLYESİ Bufsad Doğa Fotoğraf Atölyesi; BUFSAD bünyesindeki doğa fotoğrafçılarını tek bir atölyede toplamak ve birlikte hem daha kaliteli hem de daha fazla sayıda çalışma ortaya koyabilmek amacı ile altı kişilik bir ekip ile 01-Mayıs 2007 tarihinde 149 no’lu Yönetim kurulu kararı ile kuruldu. Üyelerinin arasındaki uyumu; bilinçli ve prensipli çalışmalar ile birleşerek, atölyeyi kısa sürede BUFSAD içerisinde gözde bir konuma taşıdı. Ortaya çıkarılan başarılı fotoğraflar ile atölyeye katılım talebi de hızla arttı.
14
Atölye olarak yapmış olduğu çekim gezilerinden
fotoğraflar içeren dört gösteri hazırladı. Bu sayede hem doğa, hem de fotoğraf severlere ulaşılarak, katılımların yüksek olduğu çalışmalar sergilendi. Atölye üyeleri 4 Ekim Dünya Hayvanları koruma günü etkinlikleri çerçevesinde., Hayvanları Koruma Derneği ile birlikte açtığı sergide çevre bilincini ve duyarlı davranışını göstermiş oldu. Kalitesini her geçen gün arttıran atölye,15 kişilik ekibi ile hazırlamış olduğu.”DOĞAL”isimli sergisini 26 Ekim 2009 tarihindeTKM Sami Güner Sanat Galerisinde yoğun bir ilginin yaşandığı açılışla yapmış olduğu çalışmalarını fotoğraf severlerle buluşturdu.
a m ar
M y
e n Gü
En
ü ğ yü
ü B
n ı n ’ a r
! a ’d
a s r u B
DÜĞÜN, NİŞAN, KINA, SÜNNET, KOKTEYL VE İŞ TOPLANTILARINIZ İÇİN
235 05 00
Merinos, Kanal Cad. No:1-18 Osmangazi / BURSA
araştırma araştırma
HOBAN DEDE’NİN KÖYÜ:
HOBANDANİŞMENT-2
Hobandanişment Köyü sırtını, üzerinden karın, boranın hiç eksik olmadığı Uludağ’a doğru dönmüş bir vaziyete, (laf aramızda) sanki birazda dağa küsmüş gibi bir edayla oturmuş, ensesindeki yemyeşil ormanın dibine.. (Önceki Sayıdan Devam...)
mehmet pelvan
Demirci Hoban da otağını tezgâhını köyün hemen altındaki çeşmenin yanına kurmuş ve buraya yakmış olduğu ocağını körüğüyle alevlendirmeye başlamış.
16
M
ezarlığa varmıştık. Burası asırlık ardıç ağaçlarıyla kaplı serin bir yerdi ve mezarlığın ortasında bir türbe vardı. Bu türbe; halk arsında ‘demir kaynak dede’ diye tabir edilen ve bu köye adını veren ‘Hoban’ dedeye aitmiş. Yüz yıllar önce Hoban adında bir gezginci demirci ustası gelmiş Hobandanişment köyüne. İlkin ahali bu yabancı kişinin köylerine girmesine pek sıcak bakmamış. Demirci Hoban da otağını tezgâhını köyün hemen altındaki çeşmenin yanına kurmuş ve buraya
yakmış olduğu ocağını körüğüyle alevlendirmeye başlamış. Köylülerin meraklı bakışları arasında yorgun ve zayıf atının heybesinden indirdiği yamuk yumuk küflenmiş demirleri ateşinde kızdırarak çelik örsünün üzerinde çekiçleye çekiçleye dövüp şekillendirmeye başlamış. Demirci Hoban’ın bu hüneri gören köylülerin her biri evlerinde ki körelmiş saban demirlerinin, delinip, yamulmuş kap-kaçaklarının bu ustanın elinde alabileceği şekli düşünmeye başlamış ve netice olarak ta bu ustayı köylerine almaya karar vermişler. Böyle olmuş Demirci
Hoban’ın bu köye yerleşmesi. O günden sonra bu demirci ustası, günlerce aylarca köylülerin nice eski demirlerini ateşinde kızdırıp örsünde dövüp durmuş. Bu zaman zarfında köylülerde bu kişiyi biraz daha yakından görüp tanımışlar ve bu ustanın demirciliğinin yanında aynı zamanda bir bilge kişi olduğunu da fark etmişler. Daha sonra anlamışlar ki bu demirci ustası sıradan bir demirci değil, horasan erenlerinden bir evliyaymış. Onun için demirleri şekillendirip parlatmak işin bahanesi, esas ustalığı paslı gönülleri şekillendirip parlatmakmış. Kısa
zamanda demirci Hoban’ın ustalığının yanında bilge kişiliği de etraf köylerde kulaktan kulağa yayılmaya başlamış. Böylelikle demirci Hoban, bu yörenin akıl danışılacak fikir sorulacak bir ulu şahsiyeti haline gelmiş. Bir sıkıntısı olan bu köye Hobana danışmaya gelmeye gelirmiş. Böylelikle de bu köyün adı Hobandanışman olarak kalmış. Demirci Hoabnın bu köyde yaşadığı yıllar ve hayatıyla ilgili kesin bir bilgi mevcut olmasa da, onunla ilgili kırık dökük bilgiler ve bazı rivayetler kalmış günümüze ulaşan. Köy halkından Hacı Feyzullah tan aldığımız bilgilere göre bu kişi yaklaşık 200 yıl kadar öncesi yaşamış bu köyde. Hacı Feyzullah şöyle diyor; benim çocukluğumda aşağı çeşmenin ağaç akarını yenilemek için sökmüşlerdi. Oraları kazarlarken birçok nal parçaları ve zincir parçaları çıktı. Oradaki kişiler bu demir parçalarının demirci Hobandan kalma olduğunu konuşuyorlardı diyor. Onunla ilgili diğer bir bilgiyi de şöyle aktarıyor: Demirci Hobanın
bu köyde yaşadığı yıllarda bu bölgede bir savaş olmuş. Bu savaşa Hoban da katılmış ve büyük kahramanlıklar göstermiş. Bu sebeple Hoban, devlet tarafından tanınan sevilen ve güvenilen bir kişi haline gelmiş. Bu güvenden dolayı da devlet Hobanı bu bölgenin öşürlerini toplamakla görevlendirmiş. Köy camisinin sağ taraflarında bir yerde demirci Hobanın öşür ambarının olduğu ve eski insanlardan bunu bilenlerin olduğunu söylüyor Hacı Feyzullah… Köyde Hoban dedenin bazı kerametlerinden de bahsediliyor. Bunlardan ilki şöyle: Hoban dede güçlü kuvvetli savaşçı bir yapıya sahipmiş. Zaman zaman köyün 300–400 m. karşısındaki ‘Korular’ denilen mevki ye çıkar ve oradan köydeki kalastan yapılmış öşür ambarına ok atışı yaparmış. Mesafe çok uzak olmasına rağmen attığı oklar
hep tam isabet edermiş. Bazen de keramet gösterip yayından fırlattığı oku elleriyle yakalayıp tekrardan atarmış. Onun bir diğer kerametine de o günkü köylüler şöyle şahit olmuşlar: Hoban dedenin ömrünün son zamanlarıymış ve artık kendisini açık açık belli edip şöyle bir keramet göstermiş. Bir gün köyden üç-beş kişinin olduğu bir zamanda dükkânında çalışırken bir ara eline kalınca bir demir parçası almış ve bu demiri koynuna sokup koltuğunun altında alıp beklemeye baş-
Demirci Hobanın bu köyde yaşadığı yıllarda bu bölgede bir savaş olmuş. Bu savaşa Hoban da katılmış ve büyük kahramanlıklar göstermiş. Bu sebeple Hoban, devlet tarafından tanınan sevilen ve güvenilen bir kişi haline gelmiş.
17
Hoban dedenin ilk türbesi resimde görüldüğü gibi kare biçiminde, duvarları taştan örülüp çatısı da ardıç ağacından çatılıp kara kiremitle örtülüymüş. Türbenin kapısı yokmuş ve dörtkenarında birer adet pencere bulunmaktaymış. Bu pencerelerin kuzeyindeki pencere aynı zamanda kapı olarak kullanılırmış. Dedenin mezarı ise türbenin içinde ve güney kısmındaki duvara yakın bir yerdeymiş ve normalden biraz daha uzuncaymış. Bu mezarın kenarında üzerinde çeşitli desenlerden bulunan bir mermer taşı varmış. Bu taşın üzerinde de dedeye gelenlerin şifa için başından aşağıya üzerlerine sürerek kullandığı ağaçtan yapılmış ’kafa’ diye tabir edilen top gibi bir nesne varmış. Şu an bunların hiç birinden eser kalmamış Daha iki yıl öncesine kadar bu tarihi türbe ayaktaymış. Yüz yıllardır hem bakımsızlık hem de depremler dolayısıyla duvarlarının çoğu yeri çatlayıp yıkılmaya yüz tutmuş. Etraf köylerden dedeye gelen bir vatandaşın maddi desteği, danişment ve Nalbant köylülerinin de işçiliğiyle ilk resimde görünen bugünkü türbe yapılmış. Keşke eski hali göz önünde bulundurularak özelliği bozulmadan yine taşlardan yapılabilseydi demekten kendimizi alamıyoruz. Hoban dedenin türbesinin bu ilk resmini Tarih araştırmacısı Sayın, Ömer Faruk DİNÇEL in Yazdığı ve sponsor bulamadığı için maalesef bugüne kadar bastıramadığı “Harmancık Tarih”i İsimli kitabından rica edip aldım. Resim 1987 de çekilmiş
Hobandanişment köylü ve komşu köylü vatandaşların anlattığına göre Hoban dedenin keramet eseri bu aynası felç hastalığı başta olmak üzere bazı hastalıklar için bir şifa kaynağıymış. 18
lamış. Bir müddet sonra köylülerin meraklı bakışları arasında koynundan ocakta kızdırmış gibi alev alev yanan kıpkırmızı demiri çıkarıp örsün üzerine koymuş ve yumruklarıyla dövmeye başlamış. Koynunda kızdırdığı bu demiri yumruklarıyla döve döve bir ayna yapmış ve bu aynanın üzerine ‘Ayetel-kürsi’yi’ yazmış. Onun en belirgin kerameti de bu olmuş. Bu olaydan kısa bir zaman sonrada hakka yürümüş Hoban dede. Ondan geriye yadigâr sadece bu keramet eseri aynası kalmış. Köylüler Hoban dedeyi mezarlıklarına defnedip başına da bir türbe yapmışlar ve bu aynayı da türbeye mezarının başına koymuşlar. Bugüne dek dertlerine, sıkıntılarına,
hastalıklarına çare için bu köye, Hobana danışmaya gelen ahali; artık bundan sonra adına ‘Demirkaynak dede’ koydukları bu velinin türbesine gelmeye başlamış. Bir dileği ve sıkıntısı olan vatandaşlar Cumartesi günleri bu türbeye gelip dualar eder ve buraya çeşitli adaklar bırakıp giderlermiş. Hobandanişment köylü ve komşu köylü vatandaşların anlattığına göre Hoban dedenin keramet eseri bu aynası felç hastalığı başta olmak üzere bazı hastalıklar için bir şifa kaynağıymış. Şöyle ki: Görenlerin anlattığına göre (ki şu an bile o aynayı gören birçok insan hala hayatta ve yaşıyor) Bu ayna kahve tavası gibi ondan biraz daha büyükçe ve yuvarlak,
aynı zamanda tutmak için 20–30 cm uzunluğunda bir sapı olan, üzerinde Arapça yazılar bulunan mat bir demirmiş. Yeşil bir örtü içine sarılıp ardıç ağacından yapılmış bir kap içinde muhafaza ediliyormuş Hasta olan kimseyi buraya dedeye getirip bu aynaya baktırırlarmış. Eğer hasta, iyi olacak hastaysa (şifa bulacaksa) bu aynada kendini görürmüş. Şifa bulamayacak hastalar ise kendini bu aynada göremezmiş. Buraya gelemeyecek derecede hasta olan kişilerde kaç günlüğüne aynayı götüreceklerse dede sahibinden müsade alıp köylerine götürürlermiş. Şayet belirtilen zamanda aynayı geri götürmezlerse ayna bu kişilere rahatsızlık vermeye başlarmış.
Şu an hala köyde hem bu aynayı gören, hem de aynaya bakan hastaların ‘aynada kendimi gördüm’ dediğine şahit olan birçok insan mevcut. Yılarca bu şekilde bu ayna, türbede ve türbedarın evinde zapt edilerek halka şifa kaynağı olmuş. Yine köylülerin anlattığına göre; bundan yaklaşık altmış-yetmiş sene kadar önce günlerden bir gün KelesKozağaçı yöresinden bir vatandaş; evinde yatalak olan bir hastasına baktırmak için bu aynayı türbedardan müsaade alıp götürmüş. Bu kişi yolda giderken Keles’in kolluk kuvvetleriyle karşı karşıya gelmiş. O anda ‘aynayı aldırırım’ korkusuyla elindeki aynayı koynuna soktuğu gibi kaçmaya başlamış. Bu durumdan şüphelenen kolluk kuvvetleri de bu kişinin peşine düşüp yakalamışlar ve koynundan aynayı çıkarıp almışlar. Bu nedir? diye sorduklarında; bu kişide hem bu aynanın özelliğini hem de ne maksatla götürdüğünü bir bir anlatmış. Bunun üzerine kolluk kuvvetlerinin başındaki kişi; Daha hala siz böyle hurafelere inanmaktan vazgeçmediniz mi? diye kızıp o aynayı alıp Keles’e götürmüş (kırmış diye söylentilerde var) ve ondan sonra bu aynanın akıbetinden bir daha haber alınamazmış.
Hoban dedenin hikâyesi kısaca işte böyle. Mezarlıktan geri köye döndüğümüzde köy muhtarı Ramazan KAYA bize rehberlik edip köyü gezdirdi. Köy bir saat önceki gibi yaslı değildi. Köyün üzerindeki kara bulutlar biraz olsun dağılmış güneş sıcak yüzünü biraz biraz göstermeye başlamış gibiydi. Merasimler devam ediyordu o gün Hobandanişment köyünde. Cenaze merasiminden sonra şimdide sıra az önce defnettiğimiz merhumun torunun sünnet merasimini yapmaya gelmişti. Nede olsa ölenle ölünmüyor, her halükarda hayatın devam etmesi gerekiyordu. Sünnet evinin önüne masalar di-
zilmiş davetlileri bekliyordu. Mezarlıktan gelen cemaat bu defada doğruca camiye sünnet mevlidine gitmişti. Bu esnada kadınlarda evin avlusunun bir kenarında camiden gelecek davetlilere yemekleri hazır etmek için hummalı bir çalışmaya girişmişlerdi. Sonuç olarak o gün Hobandanişment köyünde ki her bir el, başka bir ele kavuştuğunda her bir dillerden farklı bir dilek dökülüyordu. “Hoş geldiniz...” “Bayramın mübarek olsun...” “Allah rahmet eylesin, Allah sabırlar versin... “ “Hayırlı olsun, Allah daha nice nice mürüvvetlerini göstersin…”
Şu an hala köyde hem bu aynayı gören, hem de aynaya bakan hastaların ‘aynada kendimi gördüm’ dediğine şahit olan birçok insan mevcut. Yılarca bu şekilde bu ayna, halka şifa kaynağı olmuş. 19
makale makale
BİZ NEREDEYİZ?
NEREYE GİDİYORUZ?
“Biz Neredeyiz?” sorusuna T.C Başbakanlık DPT(Devlet Planlama Teşkilatı) tarafından 2004 yılında yapılmış ve kriterlere uygun 872 ilçe arasında “İlçelerin Sosyo-Ekonomik Gelişmişlik Sıralaması Araştırması” ışığında cevap aramaya çalışacağız.
sadettin topçu
Araştırma esnasında; gelişmişlik endeksi oluşturmada ve istatiksel çalışmalarda dünyada kabul görmüş teknik olan Temel Bileşenler Analizi tekniği kullanılmıştır.
20
Ş
imdiye kadar yöremizdeki ilçeleri kıyaslarken hep Bursa’daki ilçeler arasında konumlarına bakıyorduk. Bu kıyaslamalarımızda hanesine hep eksiler yazılan taraf da biz oluyorduk ne yazık ki. Veya ilçelerimizi kendi arasında bile onda o var ben de bu yok gibisinden karşılaştırmalar bile yaptığımız olmuştur. Şimdi ise bu kıyaslamalarımızı, kaynağı olan bilgiler ışığında ve yüzeysellikten uzak bir biçimde yapmakta fayda olduğunu düşünüyorum. Başlıkta da belirttiğim gibi “Biz Neredeyiz?” sorusuna T.C Başbakanlık DPT(Devlet Planlama Teşkilatı) tarafından 2004 yılında yapılmış ve kriterlere uygun 872 ilçe arasında “İlçelerin SosyoEkonomik Gelişmişlik Sıralaması Araştırması” ışığında cevap aramaya çalışacağız. Bu araştırma çalışmasıyla ilgili kısa bir bilgi vermek isterim. Araştırmada 2000 yılındaki idari yapı esas alınarak 81 ilin toplam 872 ilçesini kapsamaktadır. Araştırmada kullanılan göstergeler 8 ana başlıkta toplanmıştır. Bunlar demografik, istihdam, eğitim, sağlık, sanayi, tarım, mali ve diğer refah göstergeleridir. Bunların altında
ise toplam 32 başlıkta toplanmış ara göstergeler bulunmaktadır. Araştırma esnasında; gelişmişlik endeksi oluşturmada ve istatiksel çalışmalarda dünyada kabul görmüş teknik olan Temel Bileşenler Analizi tekniği kullanılmıştır. Gelişmişlik endeksine göre birinciden başlamak üzere altıncıya kadar uzanan kademeli ilçe grupları oluşturulmuştur. Yukarıda bilgiler ışığında ilçelerimizin durumlarını aşağıdaki tabloda özetlersek; İlçe
872 İlçe G e l i ş içinde mişlik Gelişmiş- grubu lik Sırası
Orhaneli
451
3
Keles
607
4
Büyükorhan
717
5
Harmancık
551
4
İlçelerimizin bulunduğu gelişmişlik gruplarıyla ilgili de şunları belirtmek isterim. Mesela Orhaneli’nin bulunduğu 3.dereceden gelişmişlik grubundaki ilçelerin genel karakteristiği özellikle endüstriyel bitkiler üretiminde uzmanlaşmalarıdır. Tarım ağırlıklı bir ekonomik yapı sergiler bu ilçelerin ekonomileri. Keles ve Harmancık’ın bulunduğu 4.dereceden gelişmişlik gru-
bundaki ilçelerin de göze en batan özellikleri kullanılan göstergeleri yansıtan değişkenlerin tamamında ülke genel ortalamalarından daha düşük değerlere sahip olmalarıdır. Büyükorhan’ın bulunduğu 5.dereceden gelişmişlik grubunun karakteristiği ise istihdamın çok büyük oranda tarım sektöründe yoğunlaştığı ve bunun yanında sanayi ve hizmet sektöründe çalışanların oranın önemsenmeyecek kadar küçük bir orana sahip olduğudur. Tüm bunların yanında ilçelerde sosyo-ekonomik yönden en gelişmiş bölge olan Marmara Bölgesi’nden 10 ilçenin bulunduğu 4. dereceden gelişmişlik grubunda, yöremizden iki ilçenin bulunması ve burada yöre olarak % 20 gibi yüksek sayılabilecek bir orana sahip olmamız dikkat çekici. Marmara Bölgesi’nden 5. dereceden gelişmişlik grubunda 3 ilçe bulunması ve bunlardan birinin Büyükorhan olması diğer çarpıcı bir anekdot olarak gözümüze çarpmaktadır. Tüm bu göstergeleri teker teker ilçelerimiz açısından incelersek aşağıdaki maddeler halinde sonuçlar çıkmaktadır: 1-)Şehirleşme oranlarımıza baktığımızda çoğu Doğu ve Güneydo-
bakıyor. Zihinlerinde “kendi yağıyla kavrulan kırsal bir ekonomik yapı içinde ülke standartlarında veya çok az altında yaşayan insan topluluğu” imajının oluşmaması için hiç bir neden bulunmamaktadır.
ğu ilçelerinden bile geri kaldığımız yer aldığımız son sıralamalardan ortaya çıkmaktadır. 2-)Nüfus artış hızlarında ise Orhaneli dışında hep eksi büyüme yönüne sahip diğer ilçelerimiz. Bu da göçün hızını kesmeden devam ettiğinin göstergesi. 3-)Tarım sektöründe çalışanların oranı ilçelerimizin hepsinde yüksek oranlara sahip ve üst sıralamalarda yer bulduğumuz bir gerçek. Şehirleşme oranlarımızın düşük olması ve bunun aksine tarım sektöründe çalışanların oranının bu kadar yüksek olmasının sonucu olarak yöremiz hala “kırsal bölge” olarak adlandırılmaktadır. 4-) İlçe merkezlerimizdeki şehirleşme oranlarının bu kadar düşük olması, hizmet sektöründe ilçelerimizi sıralamalarda en diplere itecek kadar etkili olmuştur. 5-) Okur-yazar oranlarında ise Orhaneli ilçemiz dışında Doğu’daki ilçeleri aratmayacak kadar halimi-
zin içler acısı olduğu bir gerçek. 6-)Bebek ölüm oranlarında ise Büyükorhan ilçemizin dışında kırsal kesimde yer alan diğer ilçelere göre iyi olduğumuz söylenebilir. Köylerimizi yaşatamadığımız gibi bebeklerimizi de yaşatamıyoruz. Ne kadar acı değil mi? 7-) Ve en son olarak işsizlik oranlarında bizim hiç de ummadığımız veya bu kadar da iyi olabileceğimizi düşünmediğimiz sonuçlar ortaya çıkmış bu araştırmanın sonucunda. Keles ilçemiz işsizlik oranının en düşük olduğu ilçeler sıralamasında son 25 ilçe arasında yer alarak ilginç bir sonuca imza atmıştır. Bunun dışında diğer ilçelerimiz de çok düşük işsizlik oranlarıyla kendilerine son sıralardan yerler bulmuşlardır. Burada şu tespiti yapmadan geçmemekte fayda olduğunu düşünüyorum. Eğer devletimizin yetkili kurumları Ankara’dan bizim yöremize DPT’nin hazırlamış olduğu bu araştırma ışığında bakıyorsa ki
Sürekli derdimizi anlatamadığımızdan yakınır ve devletimizin yöremize olan ilgisizliğinin sebebini arar ve bulamazdık. Acaba bu araştırma veya bunun gibi araştırma sonuçları, devletimizin yöremize yapacağı yatırımların ve uygulayacağı kalkınma politikalarının önünde bir engel olarak mı duruyor? Kafamızdaki soru işaretleri hala yerini koruyacaktır fakat bu araştırma sonuçlarının yöremize bakış konusunda büyük bir öneme sahip olduğu mantıksal çözümlemeler sonucunda ortaya çıkan en doğru sonuç olarak önümüzde durmaktadır. “Biz Neredeyiz” sorusunun cevabını bulduğumuz kanaatindeyim.2004 yılında yapılmış bir araştırma olmasına rağmen, yakın zamanda açılan Uludağ Üniversitesi’ne bağlı Meslek Yüksek Okullarının veya iki üç alet konularak eski binalarında hizmet vermeye devam eden sağlık merkezlerinin vs. yöreye göstergeler doğrultusunda çok büyük artılar kattığını söylemek hayalcilikten öteye gidemez. Devletimizden yöresel teşvik konusunda beklentilerimiz var bu aralar. Fakat bir an Dağ Yöresi’nin hayallerini süsleyen ve onunla yatıp kalkılan bu teşviğin yöremize gelmediğini düşünelim. Ve bir daha gelmemek üzere de konunun üstü kapatılmış olsun. Yöresel teşvik dışında yöremizin kalkınmasına alternatif olabilecek bir projemiz, isteğimiz var mı? Bence yok. Bu cevap beni ve tüm dağ yöresini düşündürmektedir. Bu sorunun cevabının “evet var” olduğunu görene kadar “Nereye gidiyoruz” sorusuna verecek bir cevabımız olmayacak ne yazık ki. Esen kalın…
İlçe merkezlerimizdeki şehirleşme oranlarının bu kadar düşük olması, hizmet sektöründe ilçelerimizi sıralamalarda en diplere itecek kadar etkili olmuştur.
Kaynaklar: •İlçelerin Sosyo-Ekonomik Gelişmişlik Sıralaması Araştırması (2004)
21
araştırma araştırma 16. YY.DA KURULAN BİR YÖRÜK KÖYÜ
KARACA KÖYÜ
Günümüzde Bursa’nın Harmancık ilçesinin bir mahallesi olan Karaca, 16.yüzyılda kurulan bir Yörük köyüdür.
ömer faruk dinçel
1521 ve 1530 yılı tımar tahrir defterlerinde Adranos kazasında yerleşik düzene geçtiği belirtilen Karacalar Yörükleri tarafından kurulmuştur.
22
G
nümüzde Bursa’nın Harmancık ilçesinin bir mahallesi olan Karaca,16.yüzyılda kurulan bir Yörük köyüdür. 1521 ve 1530 yılı tımar tahrir defterlerinde Adranos kazasında yerleşik düzene geçtiği belirtilen Karacalar Yörükleri tarafından kurulmuştur. Örf adet ve görenekleriyle tipik bir Yörük köyü’dür. İlçenin güney kesiminde yer alan ve günümüzde Harmancık’ın bir mahallesi
olan Karaca, ilçe merkezine 6 km uzaklıktadır. 1530 yılı belgelerinde köyle ilgili şu bilgiler bulunur; “Cemaat-i Karacalar. Adranos kazasında sâkinlerdir. Hane: 35, Mücerred 19” (1). O tarihlerde 35 hane olarak gözüken bu Yörük Cemaatinin hepsinin Karaca köyün olduğu alana yerleşmediği ve çevreye dağıldığı anlaşılmaktadır. Zira aynı tarihlerde Harmancık’ta
Hane No Sülale Adı Baba Adı Adı Mesleği 2 Sarıoğlu İbrahim Osman Çiftçi 3 Arifoğlu Mehmed İsmail Çiftçi 14 Tataroğlu Hüseyin Süleyman Çiftçi 7 Araboğlu Ali Hüseyin Çiftçi 11 Akçeoğlu İbrahim Ali Çiftçi 10 Tataroğlu Ali Ahmed Çiftçi 8 Kara Hasanoğlu Hüseyin İbrahim Çiftçi 12 Arifoğlu Ahmed Emin Çiftçi 4 Sarıoğlu Süleyman Ahmed Çiftçi 6 Sarıoğlu Ahmed İbrahim Çiftçi 1 Tataroğlu Ali İbrahim Çiftçi 5 Sarıoğlu Ahmed Hüseyin Çiftçi 13 Arifoğlu İbrahim Ali Çiftçi 9 Köseoğlu Ali İbrahim Çiftçi Toplam: 14 Hane
var olan köyler içinde Ballısaray, Ece, Gedikören, Gökçeler, Güney, Harmancık, Ilıcak, Kozluca, Engüre bulunurken Karacaköy ve komşu köyler olan Balatdanişmen d,Bekdemirler, İshaklar,Kıçmanlar gibi köylerin henüz kurulmadığı anlaşılmaktadır. Söz konusu köyler 1530 yılından sonra Yörükler tarafından kurulmuşlardır. 1844 yılı varidatı muhasebe defterine göre(2) köyde bulunan şahıslar ve lakapları şunlardır; 1845 Yılı Tahmini Yıllık Gelire Göre Sıralama(Kuruş) 2.102,5 1.760 1.575 1.210 1.105 1.090 960 940 900 785 600 587 570 530
Yukarıdaki verilere göre Karaca köy’deki gelir durumuna bakıldığında yıllık geliri 1.000 kuruşun üzerinde 6 hane reisi bulunmaktadır. Bu oran % 43’e tekabül eder. Yıllık geliri 1.000 kuruşun altında olan hane reisi sayısı ise 8’dir. En düşük geliri olan hane reisinin gelirine bakıldığında 530 kuruş olarak gözükür. Aynı tarihte 40 hane olan Harmancık’ın merkezi Çardı köyündeki oranlara baktığımızda geliri toplam 1.000 kuruşun üzerinde olan hane reisi sayısı 11 (% 28), 1.000 kuruşun altında olan hane reisi sayısı ise 28’ (% 71) dir. Bir hanenin ise (babası ölüp kalan çocuk yetim olduğundan) geliri belirtilmemiştir. 40 hane olan Çardı’da yıllık geliri 530 kuruşun altında 15 hane reisi vardır. Bu veriler gösteriyor ki hane sayılarına gören yapılan oranlamada Karaca köyün ekonomik durumunun Çardı’ya göre daha iyi olduğu görülmektedir. Mahallenin sınırları; Kırıntılı pınar deresi, Katran deresi, Deli Hüsen deresi, Kocapınar, Yel değirmeni, Kaba dayının değirmeni, Kocataş, Kepez, Bekdemirler sınırı, Gök Ömer tarlası, Kör kuyu, Ömer ardıcı, İshakların başı, Kurt deresi ve Yanan köyü kapsamaktadır.
KÖY
LAKAP
Mahallenin bundan önceki cami,1750’li yıllarda yapılmıştır. Kaynak kişilere göre; ”Avluardı” denilen yerde Osmanlı döneminde bir mahkeme binası varmış. Bu bina yıkılınca buradan çıkan çok güzel işlemeli süslü tahta ve kalaslar 1750’li yıllarda bu eski caminin yapımında kullanılmıştır. Kaynak kişilere göre “Örenyaka” mevkiinde yerleşim yeri ve bir kilise varmış. Bugün ise kilise kalıntısının hiçbir izi kalmamıştır. Bu mevkiden Balatdanişmend köyünün altına kadar olan kısım yerleşim kalıntıları ve mezarlarla doludur. Antik dönemden kalma eserlerin çıktığı diğer bir yer ise Deretarla’dır. Buradan da yoğun bir şekilde kiremit,tuğla kırıkları ve Roma dönemine ait mezarlar çıkmaktadır. Mahallenin kuzeyinde bulunan Yaran Tepesinde “Yaren Dede” ve bir de köyün içinde bir evin avlusunda ismi bilinmeyen bir Dede yatırı bulunur. Mahalleye gelen suyun kaynağı olan Sarıkız suyunun vaktiyle sıtma hastalığına iyi geldiğine inanılırmış. Sarıkız suyunun olduğu yerde vaktiyle bulunan iki karaağaca çaput bağlanıp dilekte bulunulurmuş. DOĞUM YILI
Mahallenin güneybatısında bir sulama göleti bulunur. Gölette aynalı ve kambur sazan adı verilen balık çeşitleri vardır. Göletin çevresi havası ve manzarasıyla çok güzel bir piknik alanıdır. Her yıl mayıs ayında burada Hıdrellez şenlikleri de yapılmaktadır. Başlıca geçim kaynağı tarım ve hayvancılık olan Karaca mahallesinde çok güzel çilek yetiştirilir. Halkının çoğu maden emeklisidir. Kocakarının bağı denilen taraftan balk oynadığında yağmurun 24 saate kadar, Belpınar Dağı tarafından oynadığında da yağmurun çok yakında köye ulaşacağına inanılır.
Bu veriler gösteriyor ki hane sayılarına gören yapılan oranlamada Karaca köyün ekonomik durumunun Çardı’ya göre daha iyi olduğu görülmektedir.
Mahallenin camisinin bitişiğinde bulunan, üzerinde ezan okunan tarihi kavak ağacı 1999 yılında kesilmiştir.1998 yılında yaptığımız ölçümde bu kavağın çevresi 5 metre 25 santim gelmiştir. Köy meydanındaki tarihi çeşmenin adı ise Kocapınar’dır. 1907’de köy,31 hanedir.1927’de köyün nüfusu 146,1940’da 159(84 erkek,75 kadın),1955’te 273(135 erkek,138 kadın),1967’de 233,1970’te 217(91 erkek,126 kadın),1990’da ise nüfusu 331’dir. Kafkas Cephesinde şehit olanlar şunlardır;(3)
BABA ADI
ADI
ÖLÜMÜ
CEPHE ÖLÜM YERİ
Karaca -
İsmail
Mehmet 1299(1883)
16.11.1915
Kafkas
Çiftlik Muharebesi
Karaca Kara Hasan
Mehmet
Mustafa 1304(1888)
7.11.1917
Kafkas
-
Dipnotlar: 1-166 Numaralı Muhâsebe-i Vilâyet-i Anadolu Defteri.(937/1530) Dizin ve Tıpkıbasım.Ankara 1995.Sayfa 174 2- Başbakanlık Osmanlı Arşivi.1844 yılı Varidatı Muhasebe Defteri 3- Şehitlerimiz. T.C.Milli Savunma Bakanlığı. Ankara 1998
23
iktbas iktibas GEZGİN VE TARİHÇİLERİN GÖZÜYLE
BURSA
Eserlerinin zenginliği ile göz kamaştıran Bursa, “kültürel turizm potansiyeli” açısından İstanbul’dan sonra Türkiye’nin en önemli turizm kentlerinden biridir.
iktibas
Richard Pockocke de Bursa’da gördüğü manzarayı şöyle betimliyordu: “Ağaç ve dut ağaçlarından oluşan bu karışım, dünyanın en güzel görüntüsünü oluşturuyor.”
24
B
izans ve Osmanlı döneminin eşsiz eserlerinin zenginliği ile göz kamaştıran Bursa, “kültürel turizm potansiyeli” açısından İstanbul’dan sonra Türkiye’nin en önemli turizm kentlerinden biridir. Roma ve Bizans döneminde olduğu gibi Osmanlılarda da saray entrikalarından usanmış aydınların başlarını dinleyebileceği bir “inziva yeri” olan Bursa, bu yönüyle bir “sürgün” ve “göçmen kenti”dir de. Bu özelliklerinden dolayı aynı zamanda bir “hoşgörü diyarı”dır Bursa... 1840’lı yıllarda Bursa’ya gelen Dr. Bernard, Bursa’yı şöyle anlatıyor: “Bursa, doğanın en hoş güzelliklerini sunduğu bir köşedir. İlkbaharın tazeliği ve yeşilliği, kır ve ovalarının hoşluğu, su ve havasının güzelliği insana neşe verir. Güneşin sıcaklığı karlı dağların serinliğiyle ılıklaşır. Dağ eteklerinden akan sularla kırlar ve ovalar yıkandığı için havası çok tatlıdır.” Richard Pockocke de Bursa’da gördüğü manzarayı şöyle betimli-
yordu: “Ağaç ve dut ağaçlarından oluşan bu karışım, dünyanın en güzel görüntüsünü oluşturuyor.” Carsten Niebuhr’a göre ise, “Bursa’ya doğru önünüzde verimli ovayı kucaklayan harikulade bir manzara göze çarpar.” Ida Preiffer de, doyulmaz bir güzellik içinde olduğunu düşündüğü manzara karşısında şu itirafı yapar: “Böyle güzel görüntüleri bir de İsviçre’de görmüştüm.” Alexander von Warsberc Bursa için şu satırları yazıyor: “Her yanı sarmaşıklar kaplamış, zamanın ve zorbalığın açtığı yaraları sanki bu canlı yeşillik örtüyor. Kaya duvarların neresinden bir toprak parçası fışkırmışsa orada bir gül çıkmış, defneler yeşermiş, bahçeler üremiş.” George William’a göre Bursa, gidenler için her adımı birbirinden daha cazip bir kent: “Kent servi ağaçlarıyla dolu bir ovadan yükselir. Bağlıklar, incir ağaçları, karadutlar ve hemen her ağacın yanından her fidanın arasından bembeyaz şirin minareler yükse-
lir. Bunların hemen üstünde ise Uludağ, uçurumlarıyla bir abidedir sanki. Anadolu’nun bu tanıdık göğünde, bu nefis gün batışı altında yolumuza devam ederken, karadut ve servilerin renk senfonisi gökyüzünün bin bir rengini damıtırlarken, kayalıklar solan ışıklar altında her dakika daha bir pembeleşiyordu. Her şey bütünüyle Şark, her şey tümüyle büyüleyici.” Ekrem Reşit Rey’in Cumhuriyetin ilk yıllarında çizdiği Bursa manzarası da farklı değildir: “İlkbaharda
dır çiçeği, soluk pembe ve beyaz yapraklı ebegümeci çiçeği, gök mavisi renginde ve kır papatyası büyüklüğünde firuze çiçeği, yolun yanındaki kayalıkların arasından fırlayan ve kötülükle savaşan iyilik gibi kayalıklarla çelişki içinde, olduğundan iki kat daha güzel gözüken arı kovanı çiçeği, her yaprağı sürekli olarak titrediğinden kaynanadili denilen parlak sarı bir çiçek, mis gibi kokulu eflatun renkli nişasta çiçeği, yabani güller, hanımeli ve hepsinden üstün Avrupa’da yetiştirildiğinden biraz küçük, ama soluk pembe rengini ve güzelliğini olduğu gibi koruyan aşk çiçeği ve tanımadığımız daha birçok çiçekler kırları, yolları doldurmuşlardı. Kelebekler küçüktüler. Renkleri koyuydu ve pek çoktular. Çevremizi saran kuşların türleri de değişikti.”
(her yer) öyle bir yeşil ki, misli yoktur. Adeta parıldar. En açık yeşilden en koyusuna kadar gider, karışır ve harikulade bir levha arz eder. Bursa’ya gelir gelmez, yolcu kendisini bir kaç asır geride hisseder. En ufak bir rüzgarda hışırdayan bu nebati nehir hakiki bir nehirden daha hassastır.” Miss Pardoe’nın Bursa’da gördükleri daha da güzeldir: “Hiç böyle güzel bir kentten geçmemiştim. Sonsuz bir biçimde uzanan ovalar, dev gibi ağaçların eteklerine
yayılmışlardı. Portekiz hakkında yazdığım küçük eserimde, oradaki yabani çiçeklerin güzelliğini anlatmıştım. Ancak burada, Anadolu yabani çiçeklerinin onları da geçtiğini anladım. Güzel çiçek fidanları, tanımsız kokulu otlar, her renk çiçek açmış ağaçlar hep yolumuzun üzerinde sıralanmışlardı. Ortası altın sarısı benekli leylak rengi laden ağaçları, kokulu kozası ile kar gibi beyaz kına ağaçları, yabani hatmi çiçeği, Avrupa’dakiler kadar saydam ve çeşitli renkte ça-
Von Moltke de, açık yeşil yaprakları göz alabildiğine her yanı kaplayan bereketli bir ova olarak betimlediği Bursa Ovası için, şunları yazar: “Tablonun ön tarafı ne kadar cana yakınsa, uzaklarının görünüşü de o kadar muhteşem. Çiçekteki üzümler havayı kuvvetli bir muhabbet çiçeği kokusuyla dolduruyor, buna alabildiğine yetişip azmış hanımelleriyle adını bilmediğim sarı bir çiçek de yardım ediyor. Osmanlı hükümdarlarının her iki başkentinden hangisinin, eskisinin mi, yoksa yenisinin mi, Bursa’nın mı, İstanbul’un mu yerinin daha güzel olduğunu kestirmek gerçekten çok güçtür. İnsanı büyüleyen şey, orada deniz burada karadır. Birinde tablo mavilerle ötekinde yeşillerle işlenmiştir. Asmalar muazzam ağaç gövdelerine sarılır ve dallara asılır. Oradan da tekrar yere sarkar. Beri yandan hanımelleri ve çiçekli sarmaşıklar da asmaların üzerine atılır. Spreewald’e bakan Lübenau kulesinden başka hiçbir yerde bu kadar geniş, bu kadar baştan aşağı yeşil manzara seyretmedim. Üstelik burada daha zengin bir bitki alemiyle bir ovayı sınırlandıran muhteşem dağlar da var.” Kaynak: bursa.bel.tr
Ida Preiffer de, doyulmaz bir güzellik içinde olduğunu düşündüğü manzara karşısında şu itirafı yapar: “Böyle güzel görüntüleri bir de İsviçre’de görmüştüm.”
25
bursa bursa İPEKYOLU’NUN BURSA DURAĞINDA
SİNEMA KERVANI
Kırmızı halı geçişi ile başlayan ‘4. Uluslararası Bursa İpek Yolu Film Festivali’, görkemli bir kapanış töreniyle de sona erdi.
B
ursa Büyükşehir Belediyesi tarafından bu yıl 4. düzenlenen Uluslararası İpekyolu Film Festivali, kırmızı halı geçişi ve görkemli bir törenle başladı. Sunuculuğunu Ahu Türkpençe ile Ali Sunal’ın yaptığı gecede konuşan Başkan Altepe, “Bursa dünyanın en güzel şehirlerinden biridir. Bursa’nın her köşesinde birçok çalışma hızla sürüyor. Bir yandan Bursa’nın güzelliklerini korurken, diğer taraftan da kültür ve tarih başkenti Bursa’nın birikimini ortaya koyan çalışmalar sergiliyoruz. Bu çalışmalarla kentin tarihi kimliği ayağa kaldırılırken, bu kimliğe işlevsellik kazandırıyoruz. Bursa yaşayan canlı bir tarih, sanat ve kültür şehri olma yolunda hızla ilerliyor. Kendi güzelliği ile ayrı bir film platosu olan Bursa, ortaya koyulan bu çalışmalarla da ayrı bir sinema platosuna dönüşüyor. Bu doğal platoyu 1 hafta boyunca misafirlerimizle paylaşacağız. Bursa’da
hep birlikte bir sanat haftası yaşayacağız” diye konuştu. ‘4. Uluslararası Bursa İpek Yolu Film Festivali’, görkemli bir kapanış töreniyle de sona erdi. Merinos Atatürk Kongre ve Kültür Merkezi’nde kırmızı halı geçişi ile başlayan tören, Türk sinemasının ünlü isimlerini Bursa’da buluşturdu. Organizasyonunu Bursa Kültür A.Ş. ve İstanbul Organizasyon’un üstlendiği festivalde ünlü sunucu Korhan Abay’ın sunduğu geceye İzzet Günay, Süleyman Turan, Selda Alkor, Nuri Alço, Fadik Sevin Atasoy, Cansel Elçin, Yeşim Ceren Bozoğlu, Yetkin Dikinciler, Hakkı Kıvanç ve Engin Çağlar gibi çok sayıda sanatçı ile ünlü yönetmen ve senarist katıldı. “Türkiye’nin en genç film festivali” Büyükşehir Belediye Başkanı ve Festival Onursal Başkanı Recep Altepe, ‘Uluslararası Bursa İpek Yolu Film Festivali’nin çıtasının her geçen yıl yükseldiğine dikkat çekerek, “Türkiye’nin en genç film festivallerinden biri olmasına rağmen festivalimiz, zengin içeriği ve özgün yapısıyla Türk sinemasının önemli etkinlikleri arasına adını yazdırmayı başarmıştır. Doğu ile batıyı birleştiren tarihi ipek yolunun Bursa durağında bir hafta boyunca yediden yetmişe her yaştan insanımıza ulaştık. Ücretsiz sinema kursları, panel-
ler, söyleşiler ve sergiler gibi yan etkinliklerimizle dopdolu bir festival geçirdik” dedi. Onur ve emek ödülleriyle Türk sinemasına yıllarını vermiş ustaların ödüllendirildiğini ve hayatta olmayanlara da vefa borcunun ödendiğini hatırlatan Başkan Altepe, “Bursa’nın yeni filmlerin çekimlerine de ev sahipliği yapmasını istiyoruz. Bu konuda her türlü desteği vermeye hazır olduğumuzu da belirtmek isterim” dedi. Bursa’nın her kente nasip olmayacak birçok güzelliği içinde barındırdığına işaret eden Başkan Altepe, “Bize düşen bu kentin güzellik ve özelliklerini en güzel şekilde koruyup açığa çıkartmak ve layık olduğu yere taşımaktır. Biz de bu bilinçle bir yandan tarihi ve kültürel mirasımızı korumaya çalışırken diğer taraftan da kültürel ve sanatsal faaliyetlere destek vererek kentimizin gelişmesine katkıda bulunmaya
çalışıyoruz. İpek Yolu Film Festivali işte bu desteğin en anlamlısıdır” diye konuştu. Festivallerin iyi ve kaliteli yapımları ödüllendirerek teşvik ederken aynı zamanda gençleri cesaretlendirip yeni ustaların yetişmesine de katkıda bulunmayı hedeflediğini ifade eden Başkan Altepe, “Umarım amacımıza ulaşmışızdır. Bu organizasyonda tüm güzellikler siz sinemaseverlerindir. Bir hafta boyunca Bursa’da sinemanın evrensel dili hakimdi. Bu dilin dünya barışına sağladığı katkı unutulmazdır” diyen Başkan Altepe, Türkiye’den ve dünyanın farklı ülkelerinden Bursa’ya gelerek festivale katkıda bulunanlara teşekkür etti, gelecek yılda da festivalin tekrar edileceğini belirtti. Vali Şahabettin Harput ile Festival Yönetmeni Ali Çalışır, festivalin Bursa’da gelişerek devam edeceğine inandıklarını ifade etti. ‘Altın Karagöz’ sahiplerini buldu Festival kapsamında düzenlenen ‘Uluslararası Altın Karagöz Uzun Metraj Film Yarışması’nda ‘En İyi Film Ödülü’, yapımını Fernando Sokolowicz’in üstlendiği, Arjantin, Uruguay ve İtalya ortak yapımı ‘Ressam (The Artist)’ filmine verildi. ‘Altın Karagöz’ ödülünü almaya hak kazanan film, 40 bin Amerikan Doları para ödülünün de sahibi oldu. Aynı kategoride ‘En İyi Erkek Oyuncu’ ödülünü ‘Uzak İhtimal’ filmindeki rolüyle Nadir Sarıbacak kazanırken; ‘En İyi Kadın Oyuncu’ ödülüne de ‘Francesca’ filmindeki rolü ile Monica Birladeanu layık görüldü. ‘En İyi Senaryo’ ödülünü ‘Ressam’ filmiyle Andres Duprat’ın kazandığı yarışmada, ‘En İyi Yönetmen’ ödülü de ‘Francesca’ filminin yönetmeni Bobby Paunescu’nun oldu. Mirko Locatelli’nin ‘Kışın İlk Günü (The First Day of Winter)’ filmine ‘Jüri Özel Ödülü’nün verildiği yarışmada ‘Orada ve Burada’ filminin Sırp asıllı kadın oyuncusu Mirjana Karanovic de ‘Jüri Özel Mansiyon Ödülü’nün sahibi oldu. ‘Uluslararası Altın Karagöz Uzun Metraj Film Yarışması SİYAD Ödülü’ ise yine ‘Francesca’ filmine gitti. ‘Uluslararası Altın Karagöz Kısa Metraj Film Yarışması’nda Pau Camarasa’nın ‘Ona’ filmi ‘En İyi Film’
seçilerek, ‘Altın Karagöz’ ve 6 bin Amerikan Doları para ödülünün sahibi oldu. Bu dalda ‘Jüri Özel Ödülü’ de ‘Bir Avuç Kar İçin (For a Fistful of Snow)’ filmi ile Julien Ezri’ne verildi. Türk sinemasını desteklemek ve gelişimine katkı sağlamak amacıyla düzenlenen ‘Ulusal Altın Karagöz Uzun Metraj Film Yarışması’nda ‘En İyi Film’ seçilen, Yamaç Okur, Nadir Öperli ve Enis Köstepen’in yapımını üstlendiği ‘Bahtı Kara (Dark Cloud)’ filmi ‘Altın Karagöz’ ile 50 bin TL para ödülünü kazandı. ‘Mommo-Kızkardeşim’ filminin senaristi, yapımcısı ve yönetmeni Atalay Taşdiken yarışmada ‘En iyi Yönetmen’ seçilerek ‘Altın Karagöz’ ve 25 bin TL para ödülünün sahibi oldu. ‘En İyi Senaryo’ ödülünün ‘Bahtı Kara’ filmi ile senarist ve yönetmen Theron Patterson’un olduğu yarışmada, ‘En iyi Kadın Oyuncu’ ödülünü ‘Başka Dilde Aşk’ filmi ile Saadet Işıl Aksoy alırken, ‘En İyi Erkek Oyuncu’ ödülü ‘Bahtı Kara’ filmindeki rolü ile Reha Özcan’a gitti. ‘Mommo-Kızkardeşim’ filmindeki rolüyle Elif Bülbül’ün ‘Jüri Özel Ödülü’nü kazandığı yarışmada ‘Ulusal Altın Karagöz Uzun Metraj
Film Yarışması SIYAD Ödülü’nü ise İlksen Başarır’ın yönettiği ‘Başka Dilde Aşk’ filmi aldı. ‘Ulusal Altın Karagöz Kısa Metraj Film Yarışması’nda ‘En İyi Film’ ödülü Pelin Aytemiz’in ‘Unutma’ filmine gitti. Aytemiz, ‘Altın Karagöz’ ve 9 bin TL para ödülünün sahibi oldu. Bu kategoride ‘Jüri Özel Ödülü’ de Hüseyin Bulut’un ‘Vol’ isimli filmine verildi. Pelin Aytemiz, Digital Film Academy’nin 1 yıllık eğitim bursunu kazanırken, Hüseyin Bulut da 6 aylık eğitim bursuna hak kazandı. Sertab Erener, Bursa Mehter Takımı ile düet yaptı Korhan Abay’ın sunumunu yaptığı ‘4. Uluslararası Bursa İpek Yolu Film Festivali Ödül Töreni’ne Türk Pop Müziği’nin güçlü sesi ünlü sanatçı Sertab Erener beş şarkılık muhteşem konseriyle renk kattı. Erener’e Bursa Mehter Takımı da ‘Ederlezi’ ve ‘Aaa’ isimli şarkılarında eşlik etti. Görsel bir şölene imzasını atan muhteşem gösteri, sinemaseverler tarafından alkışlarla ödüllendirildi.
Büyükşehir Belediye Başkanı ve Festival Onursal Başkanı Recep Altepe, ‘Uluslararası Bursa İpek Yolu Film Festivali’nin çıtasının her geçen yıl yükseldiğine dikkat çekti.
söyleşi söyleşi YÖRESEL MÜZİĞİ SEVDİREN İSİM
KÜÇÜKAĞA yunus emre coşan
Sözcükler dilinden dökülürken “ben bu işi çok evvel yapmalıydım” der gibi biraz buruk. Müziğinde ve tüm işlerinde kendisine oğulları destek oluyor.
K
üçükağa ile GüneyBursa için Bursa’nın güneyindeki ilçelerin birinde; Keles’te konuştuk. Okuduğum romanların kulağı çınlasın. Roman gibi bir hayatı kendisinden dinledim. Türküye uzanmak ve yöresel müzik yapabilmek için bunca yıl beklemiş olmak belki de tek hayıflanması. Sözcükler dilinden dökülürken “ben bu işi çok evvel yapmalıydım” der gibi biraz buruk. Müziğinde ve tüm işlerinde kendisine oğulları destek oluyor. Onların ismi diline geldiğinde gözleri ışıldıyor. Sanki “en büyük yatırımlarım” dercesine. Kendi içimizden biri olduğu için, zorluklarla mücadele ettiği için saygı duyuyoruz Küçükağa’ya… Ve sevgimiz artıyor. Yanık türküleri söylerken içinden kim bilir neler geçiyor. Yöresel müziği ulusal platformlara daha çok taşımayı istiyor. Türkülerde geçen samimiyeti özlüyor… Söze, Küçükağa’nın kim olduğu ile başlayalım, Keles ve çevresinde çok sevilen Küçükağa kimdir? Müzik serüvenini anlatır mısınız?
28
01.06.1959 tarihinde Keles ilçesi Yenice Mahallesinde dünyaya geldim. Ailem tarım ve hayvancılıkla uğraştığından benim de hayatımın çoğu tarımla ve hayvancılıkla geçti. Düven üstünde buğday harmanı yapmaktan tutun
da mısırların koçaklarını soymak ve koyunları otlatmakla geçen çocukluk yıllarım okula başlamakla son buldu. İlkokulu ve ortaokulu Keles’te okudum. Ortaokulu bitirdikten sonra da aradan iki yıl geçmesine rağmen nişanlılık ve evlilik yıllarım başladı. Askerliğimi Afyon Emirdağ’da yaptıktan sonra çiftçilik ve hayvancılıkla uğraşan ailemin yanında az bir süre kaldım. Uludağ’da aşçılık sanatım başladı ve 7 yıl kadar sürdü. O zamanlar Keles’te kamyonculuk meşhurdu. Benim isteğim de nakliyecilik yapmaktı. Ancak bir heves uğruna ömrümün 16 yılını çok meşakkatli geçireceğimi nereden bilebilirdim. Bu arada orman işletmesinin istihsal işlerinde de çalışıp çile üstüne çile çekmeyi kendime reva gördüm. Sanki başka bir iş yokmuş gibi çalışıp kendimi yıprattığım da işin cabası. Gel zaman git zaman çocuklarım büyümüş ve bana yardımcı olmaktadır. Büyük oğlum Zabit saz öğrenmektedir. Her iki oğlumda bir yandan okumaktalar. Benim müziğe olan tutkum, Zabit oğlumun saz hevesiyle birleşince bir anda yörenin düğün, nişan ve eğlencelerinin içinde bulduk kendimizi. Halk Eğitim Müdürümüz Sayın Gültekin Atar ve Adem Çelik gibi değerli dostlarımın bizlere olan desteklerini hiçbir zaman unutmam mümkün değildir. Bu işlerin
yanında da muhtarlık görevini bana layık gören Yenice Mahalle halkının 9 yıldır hizmetini de yürütmekteyim. Belki de işim gereği sadece mahallemin değil tüm hemşerilerimin muhtarı da oldum. Onların sözcülüğünü e türküler sayesinde yapıyorum. Oğlum Mehmet ise ağabeyinin vermiş olduğu müzik eğitimiyle kendini geliştirdi ve ekibimiz güçlendi. Oğullarımın müzik aleti çalıp benim türküleri okumam gittikçe bize heves ve güç verdi. Bu ekibin güçlenmesi ve müziğin daha da tatlanması için yörede hatırı sayılır ve nefesli çalgılar ustası eniştem neyzen Önder Balaban’ı ekibe kattık.1995 yılından bu yana yörede müzik yapmaktayız. Şu an ilave iş olarak küçük oğlumun mesleği gereği Bilişim Teknolojileri adına Keles’te teknik destek ve hizmet vermekteyiz. 49 yaşımda olmama rağmen ilk günkü gibi müziğe olan hevesim devam etmektedir. Allah bana sağlık verirse mesleğimi severek devam ettirmek istiyorum. Küçükağa lakabı nereden kaynaklandı? Bana bu lakap kamyonculuk yaptığım yıllarda takıldı. İlçemizde kamyonların arkasına yazı yazmak o zamanlar meşhurdu. Küçükağa yazısı hoşuma gitti ve ben de kamyonuma yazdırdım. O gün bu gün bu lakap devam etmektedir. Hatta bu lakabım bütün yöre
halkı tarafından bilinmekle beraber asıl adım Mustafa Kacar pek bilinmez. Dağ Yöresi insanları ve türküleri hakkında neler diyeceksiniz? Dağ yöresinin sevimli insanlarını ve doğasını sevmemem mümkün müdür? Hele türkülerini okumak ayrı bir zevk. Benim müziğe olan tutkum daha okul yılları başlamıştır. Müsamerelerde ve bayramlarda -buradan rahmetle anacağımsevgili öğretmenim Recep Bodur sesimin güzelliğinden olacak türkü söylemeyi bana ders yapmak kadar mecbur etmişti. Daha sonra bu müzik sevgisinin şimdiki durumumuza gelebileceğini kim tahmin edebilirdi. Ama insan azminin neler yapabileceğini sanırım Keles’te örneğini göstermiş oldum. Türkülerimizi ve folklorumuzu çok seviyorum. Derlediğiniz türküler ve varsa bir türkü hikayenizi sizden alabilir miyiz? Gültekin Atar ile beraber derlediğim türkülerim şunlardır: Gülebe, Safiyem, Yaşar, Memet, Keklik Sesi Var Gülebe Türküsünün Hikâyesi: Keles daha ilçe değil; köy diye geçmekteydi. Bu Keles köyünde Gülebe ile Kacaroğlan diye bilinen bir evli çift varmış. Tabi o zamanın şartları itibariyle Kacaroğlanın ailesiyle birlik yaşıyorlarmış. Her
zaman görüldüğü gibi kayınvalideyle gelinin araları o kadar iyi değilmiş. Günlerden bir gün Gülebe, odun toplamaya gitmiş. Bu sırada Kacaroğlan eve gelmiş ve anasına Gülebe nerede diye sormuş. Anası da, Oğlum Gülebe beni dinlemedi, bana karşı geldi, zatende hiçbir iş yapmıyor deyip bir güzel oğlunu yalan sözlerle doldurmuş. Tabi bunun üzerine Kacaroğlan dağlara karısını aramaya gitmiş. Halk arasında Gorum diye bilinen mevkide Gülebe’yi görmüş ve hemen oraya bir yere saklanmış. Tam Gülebe geçerken korkutmak amacıyla yerden bir taş alıp atmış. O attığı taş ise tam Gülebe’nin kulak sözüne gelmiş ve orada Gülebe canını vermiş. Kacaroğlan’da üzülmüş. Karısı yerde yatıyormuş. Hemen anasının yanına gidip olanları anlatmış. Düşüp taşındıktan sonra Gülebe’yi halk arasında Akçalan diye bilinen mevkideki tarlaların yanındaki ağaca asmaya karar vermişler. Anasıyla birlik Kacaroğlan Gülebe’yi eğri çama asmışlar. Daha sonra köye geliyor ve bilmiyorlarmış gibi köy halkıyla birlikte Gülebe’yi aramaya başlamışlar. Akçalan mevkiğine geldiklerinde Gülebe’nin eğri çama asılı bedenini bulmuşlar. Kacaroğlan ile anasının yapmış olduğu plan yolunda gidiyordu. Köy halkını kandırmışlardı. Gülebe’nin kendisini astığını. Tabi bu sırada
köy halkının gözünden bir şey kaçmamıştı. Urganın gevşek olduğu. Bunu anlamaları üzerine jandarmalar Kacaroğlan ve anasını sorguya almışlar. Sonunda olan biten anlaşılmış. Bunun üzerine bu ağıt söylenmeye başlamış. Keles ve civar köylerde dilden dile dolaşıyor. Türkünün Sözleri Gülebe’yi eğri çama astılar Pullarını gazeteye bastılar Etlerini parça parça kestiler Aman da Gülebe’m nasıl verdin canları Kacar da oğlan şimdi sürsün namları Ana beni kahrından ölsün mü dedin Ölüsü dağlarda kalsın mı dedin
Dağ yöresinin sevimli insanlarını ve doğasını sevmemem mümkün müdür? Hele türkülerini okumak ayrı bir zevk. Benim müziğe olan tutkum daha okul yılları başlamıştır.
Akçalanı kara duman bürüdü Keşiflerim kol kol oldu yürüdü Başörtümü Ali ağam bürüdü Aman da Gülebe’m nasıl verdin canları Kacar da oğlan şimdi sürsün namları Ana beni kahrından ölsün mü dedin Ölüsü dağlarda kalsın mı dedin Kacarların çifte tüter bacası Şükrü molla yence köyün hocası Gülebe’yi asıvermiş kocası Aman da Gülebe’m nasıl verdin canları Kacar da oğlan şimdi sürsün namları Ana beni kahrından ölsün mü dedin Ölüsü dağlarda kalsın mı dedin
Ekibinizde kimler bulunuyor? Ekibimde; Klavyede: Küçük Oğlum Mehmet Kacar, Bağlamada:
29
Türkülerimizi zenginleştirmek tabiî ki lazım. Zenginleştirirken orijinalliğini bozmamak gerekir. Modern aletlerle daha da güzel hale getirilerek insanların kulaklarına hoş nağmeler verilmelidir. Ama ben orijinalliğine önem veririm.
Büyük Oğlum Zabit, Neyde: Eniştem Önder Balaban bulunuyor. Biz 1995 yılından bu yana uyum içinde çalıştık. Beraberliğimizin bozulacağını da tahmin etmiyorum. Çünkü oğullarım ve eniştem Önder bana karşı çok saygılılar. Ben de onları çok seviyorum. İnşallah beraberliğimiz devam eder. Türkü söylerken neler hissedersiniz? Ben türkü söylerken türkülerin genellikle hikâyelerini bildiğimden veya tahmin ettiğimden türkü ile özdeşleşirim. Sanki o hikâyeyi yaşarım. Duygularımı türkülerle birleştiririm. Karşıda dinleyenlerimi de rahatsız etmeyecek şekilde duygu vererek okumaya özen gösteririm. Özellikle okumaktan hoşlandığınız türküler hangileridir? Bazı türküler vardır ki ben onlardan ve onları okumaktan çok haz duyarım. Mesela; Osmanımın Mendili, Harmana Sereler Sarı Samanı, Ahirim Sensin gibi… Oyun havalarımızla da adeta oynayan folklor ekibimiz olsun ya da oyuncularla adeta kendim de oynuyormuş gibi haz duyarım. Yöresel bir sanatçı olarak sıkıntılarınız nelerdir? Yöre sanatçısı olarak tabiî ki bazı sıkıntılar geçirdim. Hiç kimseden maddi destek almadan ses tesisatlarımın en son sistem olması ve her sene yenilenmek zorunda olması maddi zorluklar veriyor. Biz yöre sanatçılarını bazı şenlik ve şölenlerde ses tesisatçılarının deneme tahtası olarak rol verilmesi bizleri üzmektedir. İki sene üst üste sahne aldığım şölenlerde ve daha evvelki senelerde de ilk sahneye çıkışımda ses tesisatçıları
deneme yaptılar. Yani bize özen gösterilmediği muhakkak. Öyle ki şölenlere gelen sanatçılara büyük meblağlar ödenirken bizim gerek folklor ekiplerini yetiştirmek gerekse yörede bir eksikliği giderdiğimiz kimsenin aklına gelmiyor. Ama bizden sonrada gelecek yöresel sanatçıların daha da sıkıntı çekecekleri muhakkak. Yöresel sanatçısını ve yöre kültürünü yaşamayan insan kuru bir ağaca benzer. Bursa’daki çalışmalara katılabiliyor musunuz? Benim işimin yoğunluğu sebebiyle Bursa’daki çalışma yapan arkadaşlarla birlikte olamıyorum. Ama derneğimiz Dağ-Der’in bazı arkadaşlarımla birlikte çok güzel işlere imza attıklarını gururla duyuyorum. Bir dağlı olarak çok seviniyorum.
aletlerle daha da güzel hale getirilerek insanların kulaklarına hoş nağmeler verilmelidir. Ama ben orijinalliğine önem veririm. Gençlere ne gibi tavsiyeleriniz olacak? Yöre müziğimizi sevsinler. Tabiki gençlerimiz diğer müziklerimizi de dinleyecekler. Bizleri de zorlayacaklar ve hoşlandıkları müzikleri bize söyleyip öğrenmemizi hatırlatacaklar. Böylecede gençlerimizi de memnun edeceğiz. Ben gençlerimizden umutluyum. Son olarak okuyucularımıza iletmek istedikleriniz nelerdir?
Yöresel türküleri geliştirmek için neler yapılmalı?
Bursa’ya ve Dağ Yöresi’ne yıllar sonra yepyeni bir dergi kazandırdığınız için GüneyBursa Dergisi’ne ve sizlere çok teşekkür ederim. Siz genç kalemlerin bizleri hatırlayıp hayatlarımızı paylaştığınız için ayrıca teşekkür ederim. Yayın hayatınızda başarılar dilerim.
Türkülerimizi zenginleştirmek tabiî ki lazım. Zenginleştirirken orijinalliğini bozmamak gerekir. Modern
Biz teşekkür ederiz sevgili Küçükağa, uzun yıllar sesinizi duymak dileğiyle…
foto-öykü foto-öykü
Dökümcüler / Nilay Şahinkanat
nilay şahinkanat
D
ertlere açılan küçük bir mola. Bir bardak çay ve sigara eşliğinde dalınan gele-
cek kaygısı.
Yaşlı olanı(Hacı): Küçük kızın okula yazdırılması. Defter kitap masrafı. Önlükler bu sene değişmiş. Yeni bir tane alınacak. Bu maaşla nasıl olacak bilmem. Sadece önlükle kalınsa iyi. Çantasının söküğünü dikmeye çalışıyordu anası okullar kapanmadan bir ay evvel. Üç senedir aynı çantayı kullanıyor kızcağızım. İstemeyi de hiç bilmez. Ne anlayışlı bir evlat. Boğazımıza hiç yapışmadı bir şey istiyorum diye.
Büyük oğlan öyle mi ya… Yazın bir işe gir çalış dedim de koparmadığı kıyamet kalmadı. Kime benzedi ki bunun huyu… küçükken belliydi ne hayırsız olacağı. Gecenin bir yarısı, en tatlı uykusundayken biz, hepimizi uyandırır, başına toplar sonra nice uğraşlarımızdan sonra dalardı uykuya. Adamda uyku denen bir şey bırakmazdı. Aah ah, dertler hiç bitmiyor ki… Keşke Mehmet gibi genç olaydım. Dert tasa nedir bilmeyeydim. Genç olanı (Mehmet): Gülyüzlüm haklı. Gel der. İste babamdan der. Haklı. Haklı da ben
nasıl giderim karşılarına. Nasıl derim üç kuruşa çalıştığımı. Sigortam yok. Bir geleceğim yok. Hangi cesaretle isterim kızlarını. Demezler mi kızımızı nasıl doyurursun. Nasıl donatırsın evini. Bir evlensek, çocuklarımız olsa. Gülyüzlüm razı bir sofaya da. Ben kıyamam. Bilmez ki içimi. Bilmez ki neden isteyemediğimi. Aah ah, dertler hiç bitmiyor ki… Keşke hacı dayı gibi olaydım. Bir ailem olaydı. Çocuklarımı büyütmüş eleğimi asaydım duvarıma. Mola biter, çaylar ve sigaralar da. Kaygılar rafa kalkar, düşünceler gömülür kalbe. İş başı…
31
32