güneybursa
Aylık Yerel Kültür Dergisi
Dağ-Der Yardımlaşma ve Kültür Derneği Adına İmtiyaz Sahibi ve Yazı İşleri Sorumlusu Erkan Aydın (Dağ-Der Genel Başkanı) Genel Yayın Yönetmeni Sefer Göltekin Yayın Kurulu İsmail Fedai Hüseyin Koçak İbrahim Ferik Mustafa Bay Fethi Yıldız Selami Acar İletişim İnönü Cad. Güneş İş Hanı No:74 Kat: 5 Osmangazi - BURSA Tel: 0224 272 58 58 Reklam Rezervasyon 0535 564 94 25 guneybursa@gmail.com Baskı MatGer 0224 273 25 76 5000 Adet Basılmıştır. güneybursa dergisinde yer alan yazı ve fotoğraflar tanıtım amacı dışında izinsiz kllanılamaz. Dergimizde yer alan ilan, yazı ve fotoğrafların sorumluluğu sahiplerine aittir. www.guneybursa.org www.dagder.org.tr
Editörden… Sırtımızı yasladığımız dağ, ufkumuzu süsleyen nadide bir tablodur buralarda. Sabah ışıltısında, akşam alacasında zirvesine atılan bir bakış sonrası yaşlı ver yorgun bedenlerin dilinden düşen ahlar, koca kentlerin beton duvarlarını yumruklayarak çınlatır bütün evlad u iyalin kulaklarını… Kimimiz bir ilkbaharda kimimiz bir sonbaharda dağın ardında saklanan umudun peşine düştük. Kimimiz uzak gidişleri seçse de, kimimiz Bursa ovasının engin harmanında karar kıldık… Geride anılarımız kaldı. Geride çocukluğumuz, geride gençliğimiz, geride her şeyimiz kaldı. Gidince bambaşka hayatlar yaşayacağımızı sandığımız uzaklarda, geride bıraktıklarımıza duyduğumuz özlemden başkasını bulamadık. Ne ki şairin dediği gibi köyden geldik, şehirli olamadık, köye de dönemedik. Bayramdan bayrama gitmeler yetmiyor şimdi. Teknolojinin son harikaları kaldırmıyor aramızdaki mesafeleri. Bir zamanlar anılarımızı savurduğumuz toprakları fotoğraflarda görmek içimizi acıtıyor… Güney Bursa, dağ yöresinden Bursa’ya, Bursa’dan dağ yöresine haberler taşımak için yola çıktı. Söyleyecek çok söz biriktirdik içimizde. Şimdi içimizde birikeni dilimize düşürme zamanı… İlk sayımızdaki hatalar ve eksiklikler için hoşgörünüze sığınıyoruz. Ancak her yeni sayı ile birlikte daha da güzelleşeceğiz. İkinci sayımızda buluşmak umuduyla… Sefer Göltekin
8 10 14 16 25
1885’te adranos
ömer faruk dinçel
dağın saklı güzelleri
mehmet pelvan
düşen son kale cem çökene şeflek
söyleşi ahmet
emin yılmaz ile
gelemiç’te gençlik odası geleneği
cihan erden
içindekiler 5 dağ-der’in sorumluluk bilinci erkan aydın 6 haberler 8 1885’te adranos ömer faruk dinçel 10 dağın saklı güzelleri: nalbant köyü mehmet pelvan 14 düşen son kale: çökene cem şeflek - bufsad 16 ahmet emin yılmaz ile bursa ve dağ yöresi üstüne sefer göltekin 21 uzunöz’ün çoban çocukları yunus emre coşan 22 ulucami: tarihin tacı bursa’nın miracı reşat karış 25 gelemiç’te gençlik odası geleneği cihan erden 28 bir köy türküsü: uyan alim emel örgün
sunuş sunuş dağ-der’İn
sorumluluk bİlİncİ Güney Bursa Dergisinin çıkış amacı, bir anlamda kimliğimiz olan kültürümüzün bütün zenginliği ve dinginliği ile geleceğe taşınmasına katkıda bulunmaktır...
M
o d e r n yaşam tarzının benimsenmesiyle birlikte biraz geri planda kalan birlik ve beraberlik ruhunun bizi bir arada tutan kimyasına ihtiyacımız olduğu bir gerçektir. Geleneksel değerlerin yaşatılmasında önemli bir işlevi yerine getiren bu dayanışmanın günümüzde de zenginleştirilerek sürdürülebilir bir şekle kavuşturulması, kültürel mirasımızın yarınlara taşınmasını kolaylaştıracaktır. Kültürel mirasın şeklî ve lafzî manada tekrara bağlı taklidiyle korunabileceğini düşünmek, kültürel bilinçten yoksun olduğumuzu gösterir. Geleneksel kültürün bilinçli bir şekilde korunması ve geliştirilmesi de bilgi birikim ve tecrübeler doğrultusunda gösterilecek performansa bağlıdır. Türkiye farklı kültürlerin bir arada kaynaştığı muteşem bir ülkedir. Bursa Dağ Yöresine has
erkan aydın
Dağ-Der Genel Başkanı
kültürel birikimin ise bu zenginlik içinde anlamlı bir yeri vardır. Bir medeniyeti kurmaya bu coğrafyadan başlayan atalarımızın 600 yılı aşan tarihi süreçte bize bıraktığı miras, bize nice yüzyıllar boyu yetecek zenginlikle ancak ifade edilebilir. Güney Bursa Dergisinin çıkış amacı, bir anlamda kimliğimiz olan kültürümüzün bütün zenginliği ve dinginliği ile geleceğe taşınmasına katkıda bulunmaktır... Güney Bursa, açık ve anlaşılır bir dil kullanacaktır. Temsilcisi olduğu kültürü koruma görevini yerine getirirken farklı kültürleri önemsiz görme gibi bir yaklaşım içine girmeyecektir. Güney Bursa, Geleneksel kültürün bizi bir arada tutan değerlerle yüklü bir hazine olduğunu savunmak, her türlü bilgi birikim ve tecrübeyi düzenli aralıklarla toplumun paylaşımına sunmak, aynı kültür ortamında yetişenleri kaynaştırdığı kadar, farklı kültürlerin de zenginleşmesine katkıda
bulunmak, yazılı türlerin yanında işitsel ve görsel çalışmaları duyurmak veya yayınlanmasını sağlamak, dağ yöresine kentlilerden, kentlilere dağ yöresinden haberler vermek, yöresel kültürün canlı ve dinamik yapısını güçlendirecek çözümler üretmek için yola çıktı. Hayatın olduğu yerde mutlaka sorunlar vardır. Ve en önemli sorunlar ortak akıl ile çözülür. Sorunlar, çözümler ve kültürümüzü kayıt altına almak adına söyleyecek sözü olan bütün kalem sahiplerine derginin sayfaları açıktır. İlkelerini ve hedeflerini kısaca anlattığım Güney Bursa dergisinin uzun ömürlü bir çizgiyi yakalayabilmesinde yöre insanımızın küçük-büyük yapacağı tüm katkılar hayati önem taşımaktadır. Böylesine önemli bir vazifenin ifasında hemşehrilerimizin üzerine düşen sorumluluktan kaçınmayacağı inancındayız. Derginin tüm dağ yöresi ve Bursamıza hayırlı olması dileğiyle...
Güney Bursa, açık ve anlaşılır bir dil kullanacaktır. Temsilcisi olduğu kültürü koruma görevini yerine getirirken farklı kültürleri önemsiz görme gibi bir yaklaşım içine girmeyecektir.
haberler haberler VALİLİKTEN, 4.2 MİLYAR TL’LİK YATIRIM Bursa Valisi Şahabettin Harput, 2009 yılı içerisinde hayata geçirmeyi planladıkları 282 proje için yaklaşık 4.2 milyar TL’lik yatırım programı hazırladıklarını söyledi. Ulaşımdan, turizme,Termal sulardan, otopark sorununa, sağlık kompleksinden mobese sistemine kadar bir çok proje hakkında bilgi veren Vali Harput, bu projelerin yıl içerisinde bitirilmesi için çalışıldığını ifade etti. Bu yıl Bursa’da 282 proje için yaklaşık 4.2 milyar TL’lik bir yatırım programı hazırladıklarını vurgulayan Harput şöyle konuştu: “Ancak 282 proje için 2008 sonuna kadar, 1.7 milyar TL harcanmış, halen yürürlükte bu projelere 2009 yılında 386 milyar TL ödenek ayrılmış. İl
Özel İdaresinin yatırımlarına yönelik bütçesi ise 58 milyar. 2009 yılı toplam bütçemiz ise 85 milyar lira. Bunun 58 milyarını ancak yatırıma ayırabiliyoruz. Bursa gibi büyükşehrin tamamını, gerek kırsalını, gerek kentlerini eğitimden sağlığa, turizmden altyapıya, ulaşımdan kültüre varıncaya kadar bütün bu sektörlerde eğer yatırım yapacaksanız ve her sene de köy yolları-
nın asfaltını 1. Ve 2. Kat onarmak için 20 milyarını sadece ona ayrılacağını düşünürseniz geri kalanla ne yaparsınız. Mütevazi bir belediyemizin bütçesi bu bütçeden daha fazladır. Bu konuyu Sayın Başbakanımıza da arz ettim. Çünkü özel idaresinin başında temsilen Vali bulunuyor. Kurumlar hizmet ettikleri müddetçe güçlerini ve itibarlarını arttırırlar.
Kamberler Parkı’ndaki etkinliklerin ardından ekipler müzik eşliğinde Kültürpark’a yürüdü. Gençlik Şöleni adı altında gece geç saatlere kadar yapılan etkinlikler, ateş yakilmasi ve oynanmasi ile başlayip genç kizlarin mani okumasi ve atişmasi ile devam etti. Dilek ağacina dilek tutulmasi, küçük çocuk gösterileri, roman kizla-
rinin dans gösterimi, mani atişmasi (derneklerin gösterimi), kültürparka müzikli yürüyüş, masal kahramanlariyla buluşma, yarişma, final (ödül verme/ eğlenme), hidirellez gecesi, folklor (derneklerin gösterileri), üvertür sanatçinin söylemesi ve konser ile devam eden şenlik programı, havai fişek gösterileriyle sona erdi.
ÜÇ KÜLTÜRÜN HIDIRELLEZ COŞKUSU
Büyükşehir Belediyesinin, Büyükşehir Belediyesi’nin Osmangazi Belediyesi, DAĞ-DER, Rumeli Dernekleri Federasyonu ile Roman Kültürünü Yaşatma Derneği işbirliği ile ortaklaşa düzenlediği Türk dünyasının mevsimlik bayramlarından Hıdırellez, 6 Mayıs’ta günboyu yapılan etkinliklerle coşkuyla kutlandı. Roman kültürü ile bütünleşen Kamberler Parkı’nda Osmangazi Belediye Başkanı Mustafa Dündar’ın yakılan ateşin üzerinden atlamasıyla başlayan etkinliklere saat 11.00’da yapılan resmi açılışla devam edildi..
haberler haberler
B
dağ-der kültür merkezİ ursa; dünya üzerindeki birden fazla medeniyet ve çok kültürlülüğün tarihi izlerini barındıran nadir kentlerden biridir. Bu kentin; bilinen ve varlığını sürdüren en eski sakinleri ise “DAĞLILAR” olarak tanımlanan Yörük ve Türkmenlerdir. 1320’li yıllarda Bursa’nın güneyindeki; dünün Olimpos Dağı, bu günün Uludağ’ı üzerine ve eteklerine yerleşen göçebe “Kayı Boyu” obaları; geçen 688 yıl boyunca, kent yaşantısından kendini uzak tutarak, kültürünü, saflığını, özgünlüğünü, geleneklerini ve tüm renkleri ile beraber sosyal miraslarını bu güne kadar muhafaza etmişlerdir. Yaya olarak Bursa’ya geldiklerinde hem insanların ve hem de hayvanların dinlendikleri hanlar, kentlilerin “köylü pazarı ” Tahtakale; sepetçisi, çarıkçısı, semercisi, demircisi ile köylünün tüm ihtiyaçlarına cevap verecek esnafı barındıran ve küçük bir alandır. Bu gün hala Uludağ’ın arkasında yaşayan Dağlılar; muhafaza ettikleri sosyal ve kültürel zenginlikleri ile yaşıyorlar ve hala Tahtakale onların kente geldiklerindeki yegane buluşma yeri. Dağ-Der kendi kültürünün yaşaması ve tanıtılması için, çok önemli bir hamle yaptı ve en doğru yerde Tahtakale’de bir bina satın aldı. Bina bilinen 150 yıllık bir geçmişi yansıtıyor. O döneme ait, eşine az rastlanır bir sivil mimari örneği. Binanın detaylarında, o günlerin sosyal yaşantısı sergileniyor. Restore edilerek, yeniden o ilk günkü ihtişamı ile kullanıma açıldığında; yukarıda özetlediğimiz kültürel detaylar burada yeniden sergilenecek, uygulanacak ve ya-
şatılacak. En önemli farklılığımız olan kıyafetlerimiz, burada her çeşidi ile sergilenecek. Artık sadece folklorik gösterilerde ve canlandırmalarda görebildiğimiz; bu gökkuşağı gibi renkli kıyafetler, unutulmamak üzere mankenler üzerinde sergilenecek. Böylelikle orijinalliği muhafaza edilecek ama güzellikleri ve kullanışlılığı ile şüphesiz yeni moda akımlarına esin kaynağı olacaklar. Tabii bu kıyafetlerin, tamlayıcısı olan aksesuarlar da buna eklenecek. Hanımların takıları mütevazı kolyeleri, ağaçtan, bitkilerden zeytin çekirdeklerinden yaptıkları gerdanlıkları, pullu işlemeli oyalı yemenileri, basit tokaları olacak. Erkeklerin de kuşakları, fesleri, köstekli saatleri, mesleri vs... teşhir edilecek. Bir köşesi, sadece bu kültürün tarihini anlatan yada bunu tamamlayacak bilgileri içeren, kitap doküman ve kaynakları içeren kütüphane olacak. Mutfakları; o günün kalaylı bakır kapları, ibrikleri, kazanları, yatıkları, dığanları, yayıkları, tasları, maş-
rapaları, kalaysız kızıllaştırılmış sinileri, minetleri, hamur tekneleri, tahta kaşık ve kepçeleri ile donatılacak. Yere kurulmuş sofrada da kullanış şekilleri gösterilecek. Bir odasında halı kilim dokuma tezgahı, ip eğirme kasnağı, ninemin örekesi, dizge, çul, kilim, çuha bulunacak. Bahçede uygun yerlere serpiştirilmiş olarak; yine o günlere ait öküz arabası, kağnı gibi ulaşım araçları; kara saban, pulluk, düven, tırmık, dirgen, kalbur gibi tarım araçları; küçük büyük el aletleri, toprak küpler gibi günlük yaşantıda lazım olan gereçler teşhir edilecek. Kente gelen özellikle yabancı misafirler, orada ağırlanacak. Orada yine kültürümüzün canlandırıldığı haftalık “danışığımız” yapılarak; oyunlarımız, folklorümüz, eğlencelerimiz, sohbetimiz, örfümüz anlatılacak. Yöremizin yemekleri yapılarak, ikram edilecek. Yapılışları öğretilecek yaygınlaştırılacak. Bu mekânda, dağ yöresinde yaşayan DAĞLI tabir edilen, Yörük ve Türkmen kültürü ruh ve anlam bulacak. Dünya kültürel zenginlik mirasındaki yerini ortaya koyacak.
Dağ-Der kendi kültürünün yaşaması ve tanıtılması için, çok önemli bir hamle yaptı ve en doğru yerde Tahtakale’de bir bina satın aldı. Bu mekânda, Yörük ve Türkmen kültürü ruh ve anlam bulacak.
tarih tarih
1885 YILINDA
adranos kazası İncelediğimiz ve çözümünü yaptığımız Hüdavendigâr Vilayeti Salnamesi Hicri 1302 Miladi 1885 tarihlidir. Bu salnameden günümüzde Dağ Yöresinin dört ilçesinden biri olan Orhaneli’nin (Adranos kazasının) genel durumunu inceleyeceğiz.
ömer faruk dinçel
İlbise köylerinden olan Süleyman Bey, Çınarcık ve Koçu köylerinde ve Ömeraltı denilen yerde beş bâb hızar olup burada kesilen tavan ve taban tahtaları Bursa’ya nakledilir.
1
885 yılında Adranos kazasında 107 köy, 4930 hane, 95 dükkan, 2 han,101 cami ve 108 mektep bulunmaktadır. Komşu ve sınırları: Batısında Kirmastı, güneyinde Sincan, doğusunda Harmancık, kuzeyinde Bursa ile sınırı vardır. Kuzeyinden güneyine 18 saat, doğusundan batısına ise 14 saat olup toplam 6300 kilometredir. Nüfus: Kadın ve erkek yerli Müslüman nüfus 21.689, 184 yabancı nüfus bulunur. Bunların haricinde 55 Hristiyan ve 109 Kıpti bulunmaktadır. Ekonomi: Adranos kazasında 81.299 dönüm ziraat yapılan tarla, 346315 dönüm ziraat yapılmayan tarla ve mera, 21.500 bağ, 7640 bahçe vardır.
Hububat başta olmak üzereüzüm, afyon, palamut, pamuk ve baldır. Erik ve elma ise üretilen başlıca meyvelerdir. Kazanın bazı yerleri balkanlık olduğundan meyveciliğe pek önem verilmemiştir. Burmu, Karıncalı, Çivili, Yörücekler köyleri halkı dağlardaki kızıl ve akçam ağaçlarından yıllık binden dörtbine kadar düğen imal ederler. Üretilen bu düğenler Bursa’nın Kite nahiyesi, Akçalar köyü, Apolyond-Mihalıç Boğazı ve Bandırma yoluyla denizden Tekfurdağı ve Rumeli’ye satılmak üzere nakledilmektedir. İlbise köylerinden olan Süleyman Bey, Çınarcık ve Koçu köylerinde ve Ömeraltı denilen yerde beş bâb hızar olup burada kesilen tavan ve taban tahtaları Bursa’ya
nakledilir. Yine Ömeraltı’nda bulunan hızardan kesilen tahtalar hem kaza dahiline hem de Kirmastı ve Dersaadet’e (İstanbul’a) nakledilmektedir. Halk ev ihtiyaçları için tezgahlarda kilim, çul, heybe, donluk şayak ve adi kumaş imal ederler. Kazanın kuzeydoğusunda iki yerde krom madeni olup bunun bir miktarı imtiyaz sahipleri tarafından nakledilip ihraç edilmektedir. Düğenli, Sorgun, Koca kovacık, Belenören ormanları tahminen 900200 dönüm olup büyük ak ve sarı çam,gürgen ve meşe ağaçları varsa da yollar sarp olduğundan bu ağaçlar o yerlerde kullanılmaktadır. Kuzeydoğudaki Kapudağı, güneyindeki Akçasaz ormanları 800.000 dönüm
miktarı olup bu ormanlarda sarıçam ve karaağaç bol miktarda bulunur.Bu ağaçlar da yine kaza içinde kullanılır. Bu ormanların aralarında cüzi otlaklar bulunduğundan başlıca meraları bulunmaz. Kazanın batı tarafında bulunan Burmu, Çivili, İlbise altı dağlarıyla Ömeraltı adı verilen yerdeki ormanlarda akçam,sarıçam ve karaçam ile meşe ağaçları olup bu ormanlar toplap 375.000 dönüm miktarıdır. Buradaki ağaçlardan elde edile kereste dışarıya ihrac edilir. Kaza için kereste ve odun ihtiyacı Ağaçhisar ve Akçabük ormanlarından karşılanmaktadır. Su kaynakları: Kazanın merkezi olan Beyce’nin doğu tarafı kıraç dağlar, batı tarafı ise ova olup suları ağırca olarak beş çeşme ve üç kuyudan ibarettir. Leziz ve hafif su arzu eden-
ler güneyde bir saat mesafedeki Akalan köyündeki çeşmelerden veya bir saat mesafedeki Kocaçaydan hayvanlar ile su getirirler. Ilıcalar: Ağaçhisar civarında ve Kocasu kenarında iki saat mesafedeki Kaya deresinde ve Akçayol kayasında kükürtlü ılıcalar olup mücerrebdir. Yabani Hayvanlar: Ayı, canavar, kurt, tavşan, tilki, keklik ve güvercin bulunur. Medrese ve ziyaretgâhlar: Büyükorhan köyünde Hacı Yakup Ağa’nın medresesi ve Mazlumlar köyünde ahali tarafından inşâ edilen bir medrese bulunur. Kızılkilise köyünde bir tekke vardır. Kıranışıklar köyünde Şahin Baba ve Dedeler köyü yakınındaki Şeyh Selahaddin Baba ziyaretgâhtır. Semerci köyüne yarım saat mesafede Ürküten Baba medfun olup eylül ayı başlarında
halk burayı ziyaret eder. Çıbanı olan çocuklara buranın toprağından sürülüp suyundan içirilerek şifa aranır. Ulaşım: Kazanın giriş ve çıkışı Bursa’dır. Birinci yol; Bursa ile kaza merkezine beşer saat mesafesi bulunan Mürselbudaklar köyü yönündedir. Ulaşımı 10 saat sürmektedir. Bu yoldan sadece katırlarla nakliye yapılmaktadır. İkinci yol ise; Bursa’dan kaza merkezine 12 saat mesafesi olan Kapukaya yoludur. Bu yol Bursa’nın Göktepe ve Nalınlar köylerine uğrayarak Adranos kazasının İlbise, Orta ve Süleyman Bey köylerinden geçerek dere boyuna kaza merkezine doğru gider. Bu yoldan büyük yük ve kereste arabaları nakliye işini yaparlar. Fakat Kapukaya denilen sarp mevkiyi bir buçuk saatte geçerler.
Kazanın giriş ve çıkışı Bursa’dır. Birinci yol; Bursa ile kaza merkezine beşer saat mesafesi bulunan Mürselbudaklar köyü yönündedir. Ulaşımı 10 saat sürmektedir. Bu yoldan sadece katırlarla nakliye yapılmaktadır. İkinci yol ise; Bursa’dan kaza merkezine 12 saat mesafesi olan Kapukaya yoludur. Bu yol Bursa’nın Göktepe ve Nalınlar köylerine uğrayarak Adranos kazasının İlbise, Orta ve Süleyman Bey köylerinden geçerek dere boyuna kaza merkezine doğru gider.
köylerimiz köylerimiz
dağın saklı güzellerİ
nalbant köyü
Yeşillikler içindeki bir vadinin yamacına yaslanıp oturan bu şirin köyün sinesinde, bu güne kadar pek kimseye açıp göstermediği birçok tarihi ve doğal güzellik gizlenmekte.
B
mehmet pelvan
10
ursa’nın dağ yöresinde Harmancık ilçesinin doğusunda yer alan Nalbant köyü; Aşağı ve Yukarı mahalle olmak üzere iki mahalle ve doksan haneden oluşuyor. Yeşillikler içindeki bir vadinin yamacına yaslanıp oturan bu şirin köyün sinesinde, bu güne kadar pek kimseye açıp göstermediği birçok tarihi ve doğal güzellik gizlenmekte. Tüm dağ yöresinde olduğu gibi bu köyün gençleri de iş için başta Bursa olmak üzere diğer şehirlere göç etmiş. Geride kalan emekliler ve yaşlılar ise evlatları geri dönene kadar viraneleşmiş bacaları tüttürmeye ve köye hayat vermeye çalışmaktalar. Köyün kuruluş tarihi ve bu ismini nereden aldığı hakkında kesin bilgi mevcut olmamakla birlikte bu
köyün oturmuş olduğu yerin daha önceleri önemli medeniyetlere beşiklik ettiği gözlenmekte. Köyün çevresinde (Ören, Assar, Bozlar) denilen mevkilerinde Bizanslılardan kalma olduğu düşünülen çeşitli mermer kalıntıları, büyük küpler, kurumuş su kuyuları… Vs. gibi kalıntılara rastlanıyor. Köyün Tarihi bakımdan bir diğer önemli yeri de ‘Cuma önü’ meydanı. Burada Osmanlı döneminden kalma tarihi bir Cuma Camisi, önünde asırlık bir dut ağacı ve Kaba ağaç, birde tarihi bir çeşme bulunmakta. Geçmiş yılarda Cuma namazları devletin görevlendirmiş olduğu hatiplerce belli merkezlerde kılınırmış. Bu sebeple tarihi ve coğrafi konumu da göz önüne alınarak bu köye de bir Cuma Camisi yapılmış. Her Cuma ve bayram günleri Nalbant köyünün etrafını
çevreleyen sekiz-on tane komşu köy bu meydandaki Cuma camisinde toplanır, hem namazlarını idrak ederler hem de birbirleriyle tanışıp, kaynaşıp dertleşerek köyler arsındaki birlik beraberliği de pekiştirirlermiş Tarihi kaynaklarda ‘Murat Celebi Camisi’ diye gecen bu Caminin yapılışıyla ilgili kesin bir bilgi mevcut olmamakla beraber atadan deden duyma çeşitli bilgiler mevcut. Anlatılanlara göre bu caminin sağ tarafında ki ‘Ören’ denilen mevkide önceleri bir şehir varmış ve şimdiki bu caminin olduğu yerde de bu şehrin kilisesi bulunulmaktaymış. Daha sonraları bu kilise Cuma camisine dönüştürülmüş. Gerçektende bu caminin mermer köşe taşındaki Latince yazılar, giriş kısmındaki mermer sütunlar ve diğer veriler buranın epey tarihi bir yer olduğunu gösteriyor.
Ancak yinede bu caminin konumu ve mimari tarzı incelendiğin de kiliseden ziyade cami olarak inşa edildiğini göstermekte. Bir diğer rivayette; burada eskilerden kalma bir kilise yıkıntısı varmış. Osmanlı döneminde Cuma namazlarının belli mahallerde hatiplerce kılınması kararı çıkınca Harmancıkta Osmanlının beyi olarak bulunan Paşa Bey, bu yıkık kilisenin malzemelerini kullanarak hemen kenarına bir cami inşa ettirdiği yönündedir ki; ağırlıklı kanaatte budur. Bu caminin diğer bir özelliği de; Bursa dağ yöresinde bulunan Cuma camilerinin içinde ayakta kalıp ibadet edilen tek Cuma camisi olması. Bu camide eski gelenek bozulmamış, artık civar köyler gelmese de iki mahalle Cuma ve bayram namazlarını toplanıp hala burada eda etmekteler. Atalarının asırlarca devam ettirdiği bu geleneğini canlı tutmak isteyen köylüler, her yıl mayıs ayında eskiden buraya Cumaya toplanan komşu köyleri davet ederek, bu meydanda mevlit okutmakta ve yemekler ikram edilip şenlikler yapılmakta. Birde bu caminin önünde ‘bu civarın en yaşlı ağacı’ diye tabir edilen bir ‘karadut’ var ki görmeye değer. Bu dut ağacının yaşının camiyle veyahut ta kiliseyle yaşıt olduğu anlatılıyor. Bu dudu ilk gören bir insanın zihninde, asırların çilesini ve sıkıntısını bugünlere kadar taşıyıp
gelmekten sırtı iki büklüm olmuş, gövdesinin çoğu yerinde urlar yaralar oluşmuş, buna rağmen hala ayakta durabilmek için iki bastona birden tutunan bir piri faninin hali çağrışıyor. Yaklaşık yirmi-yirmi beş yıl öncesine kadar bu ihtiyar kambur dudun altında ona destek olan baston mesabesinde iki tane mermer direk bulunmaktaymış. Ne yazık ki bazı vicdansızlar ‘hazine vardır’ düşüncesiyle bu mermer sütunları bu dudun elinden acımasızca alıp kırıp atmışlar ve onu yıkılmakla karşı karşıya bırakmışlar. Daha sonraki yıllarda dut’a destek olması için bu direklerin yerine bir duvar örülmüş. Yine bu meydan da asırlık bir ‘kaba ağaç’ bulunuyor ve onunda heybetinden anlaşılıyor ki yaşı cami ve duttan geri kalır değildir. Ağacın gövde kalınlığı yaklaşık üç
bucuk kulaç geliyor. Hiçbir yerinde kendiliğinden oluşmuş çürük bir yer yok. Ne yazık ki bu kaba ağacın da dallarının bir kısmı elektrik hattı geçmesi için bilinçsizce kesilmiş ve gövdesinin birkaç yeri de defineciler tarafından oyulmuş. Bu kaba ağacın bir özelliği daha var oda ‘dede’ olması. Bu köy ve komşu köylerden bebeğini uyutamayan anneler, ineği huysuz olan vatandaşlar çocuklarının elbiselerini, ineklerinin yularlarını alıp buraya dedeye gelirlermiş. Önce abdest alıp bu dedenin (ağacın) etrafını beraberlerinde getirmiş oldukları eşyalarla birlikte ihlâs ve fatiha gibi sureleri okuyarak üç veyahut ta yedi kere dolaşıp bebeklerinin ve ineklerinin sakinleşmesini dilerlermiş. Daha sonra iki rekât namaz kılar ve buradaki adak taşına çeşitli adaklar bırakıp giderlermiş. Cuma önü meydanının kenar ve köşelerinde bu değerler bulunurken, tarihi ve mimari özelliği dikkatlerden kaçmayan küçücük bir çeşme de, bronz bir kolye gibi bu meydanın bağrını süslüyordu. Bu çeşme asırlarca buraya cumaya gelen kim bilir kaç Müslüman ecdada Cuma abdesti aldırmış ve Pazar yolundan gelip geçen kaç yolcuya buz gibi sular ikram etmiştir. Ne yazık ki daha sonraki yıllarda bu çeşmenin önce kendisi bir damla suya hasret bırakılmış sonra da meydanın ortasında kendi kaderine terk edilmiştir. Bu da yetmezmiş gibi daha birkaç ay önce bu çeşme yine defineciler tarafından dağıtılarak yerle bir edilmiştir. Nalbant köyünün bağrında bu tarihi dokuların yanında, keşfedilmeyi bekleyen birçok doğal güzellikte barınıyor. Bu köyün yaklaşık üç dört yüz metre altından küçük bir dere geçiyor ve bu derenin bir noktasında öylesine muhteşem bir şelale var ki tek kelimeyle bir doğa harikası. Şelalenin adı ‘Gürleyik’. Anlatılanlara göre su yukardan inince gürlediği için bu ad verilmiş. Suyun yukarıdan indiği mesafe Yaklaşık olarak 15 metre civarı ve şelalenin
Bu çeşme asırlarca buraya cumaya gelen kim bilir kaç Müslüman ecdada Cuma abdesti aldırmış ve Pazar yolundan gelip geçen kaç yolcuya buz gibi sular ikram etmiştir.
11
Şelalenin dibine sarp bir yamaçtan ve fındık ağaçlarının arsındaki bir patikadan iniliyor. Aşağıya inince öylesine güzel bir manzara ve etkileyici bir atmosferle karşı karşıya kalınıyor ki, anlatmak epey güç. Vücutta ürperti, yürekte kıpırtı, kulaklarda şarıltı, gözlerde parıltı… İnsan adeta büyülenmiş gibi donakalıyor.
12
etrafı yemyeşil zümrüt gibi ağaçlarla kaplı. Şelalenin dibine sarp bir yamaçtan ve fındık ağaçlarının arsındaki bir patikadan iniliyor. Aşağıya inince öylesine güzel bir manzara ve etkileyici bir atmosferle karşı karşıya kalınıyor ki, anlatmak epey güç. Vücutta ürperti, yürekte kıpırtı, kulaklarda şarıltı, gözlerde parıltı… İnsan adeta büyülenmiş
gibi donakalıyor. Bir müddet sonra yosunlarla kaplı Gürleyik’in dibindeki bu halden sizi, yukarıdan hızla inen suyun şarıltısı ve fındık dallarının arsından yer yer süzülüp inen güneşin parıltısı kendinize getiriyor ve burayla ilgili düşüncelerinizi aktarmaya başlıyorsunuz: Tek kelimeyle bir doğa harikası olan Gürleyik için “yukarıdan
aşağıya merdivenli bir yol olsa, kenarlarındaki çaltılarla kaplı yerler temizlenip mesirelik alanlar yapılsa…” çözüm önerileri uzayıp giderken, diğer taraftan bu güne dek icraata geçmeyen bu lafları defalarca dinlemekten sıkılan şelalenin suyu da yukarıdan hışımla inip, sizin dediklerinize hiç kulak asmadan aşağılara doğru kıvrıla kıvrıla uzayıp gidiyor.
13
belgesel belgesel düşen son kale
çökene
Heyecanlı ve bir o kadar da keyifliyiz. Çünkü dünyanın en güzel insanlarını, Osmangazi’nin mütevazi çocuklarını, göğüslerinden bir imparatorluk çıkarıp kendilerine hiçbir şey almayan alçak gönüllü arslanlarını, yani gül yüzlü Yörükleri tanıdık.
G
cem şeflek
fotoğraflar: bufsad belgesel atölyesi
İstisnasız içeri giren her dağlı güler yüzle hoş geldiniz deyip tek tek elimizi sıkıyor...
14
azete haberi; Bursa’ya 110, Büyükorhan İlçesi’ne ise 25 kilometre uzaklıkta bulunan Çökene Köyü 1980’li yıllarda 300 kişinin yaşadığı 50 haneden oluşuyordu. Dağ ilçesi olan Büyükorhan sınırlarındaki Çökene Köyü’nde yaşanan geçim sıkıntısı ve işsizlik, aileleri göçe zorladı. Geçen yıl yapılan adrese dayalı tespite göre 7 kişinin yaşadığı Çökene Köyü’nde bu sayı geçen haftalarda 3’e düştü. Köyde yaşayan 70- 75 yaşlarındaki Eyüp ve Osman Aslan kardeşler ile Abdurrahman Turan’ın da Bursa’ya yerleşmesiyle köy tamamen boşaldı. Çökene Köyü’nün tüzel kişiliği
sona erdi, muhtarlığı iptal edildi. Köy tüzel kişiliğine ait arazi ve mal varlıkları da hazineye devredildi. Birkaç gün önce okuduğumuz bu haber üzerine; Projemizin ilk etabına dahil olmasa da, Çökene’nin bu insansız ilk halini fotoğraflayıp belgelemek için, 21/12/2008 sabah 05:00’de, soğuk, yağmur ve kör karanlık demeden üç araba hareket ettik. Yol eskiye oranla oldukça güzel. Yukarılara tırmandıkça, yağmur yerini sulu kara, bazen de kar yağışına bırakıyor. Zaman zaman karşımıza çıkan tilkilerin parlak gözleri ve sessizliği bozmak için araçlar arasında yapılan telsiz görüşmeleri oyalıyor bizi. Orhaneli ve derken Büyükorha n’a varıyoruz. Metreyle naylonların, zincir ve
muhtelif emtianın dışarıda bırakıldığı dükkanlardan birinin önünde park ediyoruz. Işıkları yanan ama içinde kimse olmayan kahveye atıyoruz kendimizi. Herhalde Camideler deyip demlenmiş çayı kendi kendimize servis ediyoruz. Namazdan çıkan Büyükorhanlılar bir bir içeri giriyor. İstisnasız içeri giren her dağlı güler yüzle hoş geldiniz deyip tek tek elimizi sıkıyor. Azarlanmayı beklerken bizi yere göğe sığdıramayan bu insanlarla kısa bir süre sohbet edip yeniden yola koyuluyoruz. Çökeneye Birkaç kilometre kala gün ağarmaya başlıyor. Tekerler köyü çıkıyor karşımıza. Bize o gün mihmandarlık eden Büyükorhan Kaymakamlığında gö-
revli Aydın KURMUŞ, Tekerler’in 5 hane kaldığını, bir sonraki gelişimizde belki de bomboş Tekerler’le karşılaşabileceğimizi söylüyor. Ağaran günün neşesi yeniden hüzünle yer değiştiriyor. Yağmur ve yoğun bir sisle giriyoruz Çökene’ye. Okul ve lojmanın olduğu hakim tepeye park ediyoruz araçlarımızı. Perdesiz kör görünen pencereleriyle hayalet evler arasında yürümeye başlıyoruz. Kimi evlerin kapısı açık. Boynu bükük bir yayık, boş bir beşik, kim bilir kaç kez şükür çekilmiş bir ahşap tespih, fırına dayanmış bir kürek en hüzünlü haliyle anlatıyor terk edilmişliği. Eşyaların, hatta şehirlerin ruhu olduğuna bir kez
75 yaşlarında, haberde bahsi geçen son Çökenelilerden... Şaşkın, bir o kadar da ürkek bakıyor bize. Selam veriyoruz, yine de rahatlamıyor endişeli gözleri. Aydın KURMUŞ geliyor o sırada. Buralarda herkes gibi Abdurrahman amca da tanıyor Aydın’ı. Rahatlıyor. Seslerimize kapıya çıkan eşiyle birlikte laflıyoruz ayak üstü. Yapamamışlar şehirde, geri dönmüşler. Abdurrahman amca ve eşi oldukça yaşlı. Üstelik Abdurrahman amca ameliyatlı. Hukuken ortadan kalktığından köyün elektrikleri kesilmiş. Evde su yok. Uzaklardan pet şişelerle su taşıyor nine. Bir kaç da çalı çırpı toplama çabasında. Havsalamız al-
uzaktı. Burada, sessiz sedasız, elinizdekilere mütevekkil, devlete müteşekkir halinizi hiç umursamadık zaten. Ne biz, ne kamu, hayatınızı kolaylaştırıp gülen yüzünüzle buralarda yaşamanızı sağlayamadık. Sizi de kendimize benzetmek için olsa gerek, sürdük buralardan şehrin azgın dişlerine. Özür dilemek geldi içimizden, bizi affedin demek. Ama sırasını beklemeliydi Abdurrahman amca. Daha başkaları vardı özür dileyeceğimiz. Sonra binlercesi... Hem bu Yörükler kim oluyordu da bütçeden kırıntı büyüklüğünde de olsa bir pay bekliyordu. Bin yıldır ihanet bir yana, devletin çöpçüsüyle bile yüksek sesle konuş- muş değillerdi.
Bufsad Belgesel Atölyesi Bursa’nın en büyük ve fotoğraf konusunda yetkin derneği BUFSAD (Bursa Fotoğraf Sanatı Derneği) atölyelerinden “Belgesel Atölyesi” fotoğrafçılığın tanıklık etme ve bir şeyleri değiştirebilme gücünü “yararlı kılmak” amacıyla kurulmuştur. Bursa Dağ Köyleri Projesi Bursa Dağ Köylerinin Etnik, Sosyolojik, Ekonomik, Coğrafi ve Kültürel yapısının fotoğraf destekli olarak irdelenmesi, yöresel ve kişisel hikayelerin derlenmesi, ortak ve genel sorunlara dikkat çekilmesi amacıyla oluşturulmuş bir belgesel projesidir. Projenin 3 yılda tamamlanması düşünülmektedir. 1. yıl Keles’e bağlı köyler. 2. yıl Harmancık ve Büyükorhan’a bağlı köyler. 3. yıl Orhaneli’ye bağlı köyler.
Keles’e bağlı köylerle ilgili çalışma bitiril- miş olup, Büyükorhan ve Harmancık ilçelerine bağlı köylerde çalışılmaktadır. Projemiz Dağ-Der, Üni-Dağ ve yörenin diğer köy derneklerince ilgiyle karşılanmıştır. Gerek bu sivil toplum kuruluşları ve gerekse Bursa Valiliği, Dağ İlçeleri Kaymakamlıkları, Belediye Başkanlıkları gibi kamu kurumlarınca desteklenmektedir. Heyecanlı ve bir o kadar da keyifliyiz. Çünkü dünyanın en güzel insanlarını, Osmangazi’nin mütevazi çocuklarını, göğüslerinden bir imparatorluk çıkarıp kendilerine hiçbir şey almayan alçak gönüllü arslanlarını, yani gül yüzlü Yörükleri tanıdık. Bize Türklüğümüzü, Müslümanlığımızı ve İnsanlığımızı bir kez daha sevdiren bu insanlara müteşekkiriz. Biz dağlıları çok sevdik!
daha iman ediyoruz. Bahsedilen kilerleri de görüyoruz. Bu yöreye özgü, üstü oval inşa edilmiş ahşap odalar şeklinde. Bu tarzı Keles köylerinde görmemiştik doğrusu. Bir de, oyuncak bir araba dikkatimiz çekti. Buralarda dedelerin torunları için oyuncak yapması eski bir gelenekmiş. Çinko tencereden oturma yeri, el fenerinden farı, eski bir plastik arabadan tekerlekleri, su borusundan direksiyon mili, bahçe çitlerinden imal edilmiş ahşap gövdesiyle şaşırtıcı ve bir o kadar düşündürücü oyuncak araba! Tamamen boş olduğunu düşünüp yasını tuttuğumuz köyde, Abdurrahman Turan çıkıyor karşımıza.
mıyor, yaşayamazsınız burada, bu köy öldü, yok artık, gidin buradan diyoruz. Abdurrahman amca son bir ümitle “gelecekler” diyor, “geri dönecekler...” Yurdunun cesedinden ayrılamayan sadakati ve mantığını yenen ümitleri bir işe yaramayacak, biliyoruz. Biliyoruz da, Abdurrahman amcanın yüzüne söyleyemiyoruz bir türlü. Biz şehir ahalisi sizleri bilmiyorduk. Erdemleriniz bize ne kadar
Değil bütçeden pay, Yörükçe televizyon bile yok size demeliydik aslında! Tanıdığımız yüzlerce dağlı hala tüm yoksulluklarına ve yoksunluklarına rağmen Çanakkale’deki şe hitlerinden söz ediyorlar. Dedeler yırtık ayakkabılı torunlarını “devlete asker yetişiyor” diye seviyor. Uzun ömür ve sağlıkları için dualarımızı bıraktık onlara. Dileriz görevli kamu birimleri, düşen bu son kalenin gül yüzlü yörükleri için uygun olanı gecikmeden yapar.
Boynu bükük bir yayık, boş bir beşik, kim bilir kaç kez şükür çekilmiş bir ahşap tespih, fırına dayanmış bir kürek en hüzünlü haliyle anlatıyor terk edilmişliği. Atölyenin çalışmaları www.bursabelgesel.org sitesinden izlenebilir.
15
söyleşi söyleşi ahmet emİn yılmaz İle bursa ve dağ yöresİ üstüne İlk saymızdaki söyleşimizi, hepimizin tanıdığı bir isim olan Olay Gazetesi yazarı Ahmet Emin Yılmaz ile gerçekleştirdik. Yazarımızla dağ yöresi, sorunları ve çözüm yollarını konuştuk. söyleşen: sefer göltekin
“Şehirde doğup büyümüş olmama rağmen, çocukluğumda köy yaşamını, hem de elektriksiz ve evde çeşmenin olmadığı günleri biliyorum. Akşamları kova ve bakraçlarla su almaya gidişimiz hâlâ gözümün önünde.”
16
Ö
ncelikle hepimizin tanıdığı yazar kimliğinden farklı olarak Ahmet Emin yılmaz kimdir? Hayat felsefeniz hakkında birkaç ipucu verebilir misiniz? 1959 yılında doğdum. Keles’in Harmanalan Köyü’nden Recep Hoca’nın oğluyum. Bursa’da doğup büyüdüm ama, çocukluğumda okullar tatile girdiğinde hep köye giderdim. Ne yazık ki dedemin ve ninemin rahmetli olmasından sonra köye fazla gidemez oldum. Buna yoğun çalışma temposu eklenince gidememe süresi daha da uzadı. Fakat, bugün kömür ocağı olan arazilerin üstünde koştuğumuz, koyut güttüğümüz, kışları da uydurma kayaklarla samanlıktan aşağıya kaldığımız günler burnumda tütüyor. Yani, şehirde doğup büyümüş olmama rağmen, çocukluğumda köy yaşamını, hem de elektriksiz ve evde çeşmenin olmadığı günleri biliyorum. Akşamları kova ve bakraçlarla su almaya gidişimiz hâlâ gözümün önünde. Sanki o günlerde biraz daha doğallık, biraz daha samimiyet
vardı. Dolayısıyla, yaşam da son derece doğaldı. Hayata olumlu yanıyla bakan biriyim. Bir başka ifadeyle söylemek gerekirse, bardağın dolu tarafını görmekten yanayım. İşim zamanımın büyük bölümünü alıyor. O nedenle, işimden artan her süreyi ailemle birlikte geçirmeye çalışıyorum. Dağ yöresi ile ilgili sorularımıza geçmeden önce Bursa hakkındaki görüşlerinizi almak istiyoruz. Bursa’da yaşamak ve kent siyasetinde belirleyici rol üstlenmek nasıl bir duygudur? İzninizle soruya tersten cevap vererek başlamak istiyorum. Açıkça söylemek gerekirse, kent siyasetini belirleyici bir rolü kendimde görmüyorum.
Fakat, galiba biraz meslek yaşamımın daha eski olmasından, biraz da Bursa’da siyaset kulisi, bir anlamda siyaset yazısı yazan ilk gazeteci olduğumdan biraz avantajlıyım. Gazeteciliğe 20 Mayıs 1977’de başladım. Çıraklıktan yetişme bir gazeteciyim. Yani maalesef okullu değilim. 1983 Mayıs ayında siyasi partiler kurulurken, çalışmaları izlerdim. Bana Bursa’nın ilk siyasi muhabiri de diyebilirsiniz. Çünkü daha önce, yalnzıca siyaset haberlerini takip eden gazeteci yoktu. O günün kendine özgü koşullarında, bugünün önemli bir gazetecilik kulvarına farkında olmadan önderlik ettim. Sonra 1983 Aralık ayından itibaren siyaset kulisi yazıları yazmaya başladım. Hakimiyet gazetesinde Politika kazanı başlığıyla ilk yazılarım yayınlanmaya başladığında, önümde yalnızca iki örnek vardı. Biri hâlâ yazan ve örnek aldığım Yavuz Donat, diğeri ise rahmetli Örsan Öymen. Ben yazı tarzı olarak ikisinin karışımı bir model geliştirmeye çalıştım. Bursa’da siyaset kulisi, ya da haber-yorum ve perde arkası yazılarına öncülük etmek benim için ayrı bir gurur. Çünkü günümüzde her gazetede 4-5 siyaset kulisi yazan arkadaşım var. Onlara öncülük etmiş olmak da beni mutlu ediyor. Uzun bir geçmişe sahip olduğum için, partilerde siyaset yapanlar doğal olarak beni tanıdılar. Bu da avantajım oldu. Bir de yazı tarzı
olarak kavgacı bir üsluba sahip değilim. Yaşam felsefem aynı zamanda yazı anlayışım. Yazarken de bardağın dolu tarafını görmeye özen gösteriyorum. Eleştirirken de deneyimlerim ya da yaşadıklarım doğrultusunda yol gösterici, ya da önerici olmaya çalışıyorum. Bir avantajım da şu: Bursa 40 yıla sıkışan bir süreçte inanılmaz bir kentsel değişim yaşadı. Emekli kenti, tarım kenti, kaplıca kenti ve yeşil Bursa olmaktan çıktı. Organize Sanayi Bölgesi ile birlikte sanayi kentine dönüştü. Arkasından değişim çok hızlı adımlarla geldi. Çünkü sanayileşme iş potansiyelini ortaya çıkardı. İş potansiyeli de iç göçü patlattı. Bugün Bursa’da, Anadolu’nun tüm kentlerinden ve köşelerinden gelmiş insanlar iç içe, omuz omuza yaşıyorlar. Yeni bir yaşam için cazip kent haline gelmesi, doğal olarak Bursa’nın yaşantısını değiştirdi. Konut anlayışından sosyal yaşama, alışveriş anlayışından kültürel beklentilere kadar her şey çok kısa sürede değişti. Ben bu değişime tanıklık ettim. Üstelik o sürecin büyük bölümünde gazeteciydim ve daha yakından yaşayıp izleme şansım oldu. 40 yıl önceki Bursa elbette çok farklı ve güzeldi. Hatta., büyük bir köy özelliğindeydi. Ama, kentsel değişimdeki kimi çarpıklıklara ve sorunlara karşın Bursa bugün de hâlâ çok güzel bir kent ve yaşanılacak bir kent. Bursalı olmaktan, Bursa’da yaşamaktan memnunun. Hele bir gazeteci olarak Bursa’da toplum yapısının her renklerinin bir arada olmasını ayrıcalık kabul ediyorum. Belki de Bursa yerel basınının bu kadar güçlü olmasının nedenleri arasında bu da vardır. Ama benim böyle bir ortamda Bursa’da daha gelişmiş olma-
sını arzu ettiğim bir tek şey var: Üniversite ve bilimsel araştırmalar. Üniversitemizin, kentin değişim ve gelişimine ayak uyduramadığı, hatta kapıları kapatıp içeride oturduğu düşüncesindeyim. Hele böylesine kozmopolit ve Anadolu mozaiği bir toplumun, hem de hiç sorunsuz yaşadığı bir kent aslında sosyoloji cenneti olmalı. Ne var ki, sosyologlar böylesine büyük bir deney ve açık araştırma merkezinin farkında değiller Peki bütün ilçeleriyle birlikte düşündüğümüzde Bursa’yı nasıl bir gelecek bekliyor? Aslında sorun şurada: Bursa çok kısa bir süre içinde inanılmaz bir hızla çok fazla büyüdü. Üstelik bu büyüme plansız gerçekleşti. Örneğin, şunu anımsıyorum: 1978 yılında Bursa Valisi Zekai Gümüşdiş biz gazetecilere kentin imar planlarını yapmak için Ankara’dan gelen bir ekibi tanıtmıştı. O zamanlar planlar Ankara’da, İmar Bakanlığı’nda hazırlanırdı. Plancılar geldiler, dolaştılar ve gittiler. Hedefleri ovayı koruyacak şekilde plan hazırlamaktı. Sonra ben 1980 yılında askere gittim, 1982’de döndüm. Döndükten sonra valilikte bir gün Ankara’dan planların geldiğini öğrendim. Yani, 1978 yılında “Çalışmaya başladılar” diye haber yaptığım plancılar çalışmalarını tamamlayıp planları göndermişlerdi. O gelen planlara baktığımızda ağzımız açık kaldı. Çünkü, 4 yıl sonra Ankara’da plan bitirildiğinde ova koruma çizgisi diye belirledikleri plan sınırı, Zafer Mahallesi’nin tam ortasında kalmıştı. Söylemek istediğim şu: Bursa bu hızlı gelişimi ve değişimi plansız yaşadı. Dahası, planın ne olduğunu ve amacının ne olması gerektiğini yeni yeni öğreniyoruz. Plansız gelişmenin ardından kentin her bir yanından sorun fışkırıyor. Adeta her
Bugün Bursa’da, Anadolu’nun tüm kentlerinden ve köşelerinden gelmiş insanlar iç içe, omuz omuza yaşıyorlar. Yeni bir yaşam için cazip kent haline gelmesi, doğal olarak Bursa’nın yaşantısını değiştirdi. Konut anlayışından sosyal yaşakma, alışveriş anlayışından kültürel beklentilere kadar her şey çok kısa sürede değişti.
17
Dağ yöresinde tarımsal gelir yeterli değil. Vahşi doğa turizmini henüz geliştirip değerlendiremiyoruz. Bu durumda geriye sanayinin katkısı kalıyor. Dağ bölgesinin gelişmesi ve ekonomik anlamda cazibe merkezi olabilmesi için bugünün fotoğrafına göre sanayileşme, ama planlı ve kontrollü sanayileşme tek çıkar yol gibi gözüküyor.
18
köşeye yama yapılıyor. Benzer durum, sanayinin olduğu ilçeler için de geçerli. Fakat son 10-15 yıla baktığımda, özellikle yönetim anlamında kent bilincinin geliştiğini, bunun Bursa’da yaşayanlara da yavaş yavaş yansımaya başladığını görüyorum. Bu da gelcek adına beni umutlandırıyor. Bu sözlerimden tüm sorunların düzelebileceği bir sürece girmek üzere olduğumuz çıkmasın. Plansız ve hedefsiz yapılaşmanın getirdiği öyle bir kentleşme yaşadık ki, kötü izleri silmek sanıldığı kadar kolay değil. Önce sosyal yaşam gelişecek ve insanlar bilinçlenecek. Bu arada yerel yönetimler görevlerini daha iyi ve lâyıkıyla yapacaklar, eğitim sistemimiz doğru işleyecek, sonuçta tüm unsurlar bir araya geldiğinde her şey normalleşecek. İşte ona biraz daha zaman olduğunu düşünüyorum. Asıl konumuza gelecek olursak; genel olarak dağ yöresinin size çağrıştırdıklarını öğrenebilir miyiz? Az önce Bursa’yla ilgili gözlemlerimi dile getirirken, plansız gelişen bir kent olduğunu söyledim. Aynı durum, geniş ölçekte il planlaması olarak da geçerli. Örneğin, bizim dağ bölgesi. Aslına bakılırsa, Uludağ’ın arka yüzü hiçbir yerde bulunamayacak doğal güzelliklere sahip bir bölge. Ama nedense bursa dağın arka tarafını hep dışlamış. Dağın arka tarafı da Bursa’yı hep Kaf Dağı’nın arkası olarak görüp kabul etmiş. Yani, dağın arkasındaki bölgede yaşayan insanlarla Bursa kent merkezi arasında olması gereken bağ kurulamamış. Şimdi, bu açıdan baktığımızda, inanılmaz doğal güzelliklerine karşın dağ bölgesinde tarımın arzulanan düzeyde olmadığını görüyoruz. Yakın zaman öncesine kadar ulaşım sorunu da
olduğundan, yani doğru dürüst yolu bulunmadığından dağ bölgesi sanayileşmeden de payını alamamış. Bursa merkezinde 10 ayrı sanayi bölgesi var. Mustafakemalpaşa’da, Karacabey’de, Yenişehir’de sanayi bölgeleri var. İnegöl’de iki sanayi bölgesi birden var, şimdilerde üçüncüsü planlanıyor. Ama bizler dağ bölgesinde bir atölye açıldığında seviniyoruz. Sanayiciler yatırım için dağ ilçelerini seçmiyorlar. Gerekçe uzak olması. Bu söyledikleri 10-15 yıl öncesine kadar bir şekilde doğruydu. Gerçekten yollarımız kötüydü. Ama şimdi yollarımız fena
“Dağın arkasındaki bölgede yaşayan insanlarla Bursa kent merkezi arasında olması gereken bağ kurtulamamış...” değil. Hatta daha da iyi olacak. Öyleyse sormak gerekiyor: Mustafakemalpaşa Organize Sanayi Bölgesi’ne yatırım yapan sanayici dağda neden yatırım yapmıyor? Dağ ilçeleri daha uzak değil ki! Üstelik, Bursa’daki, ya da diğer ilçelerdeki fabrikalarda çalışanlar bir şekilde dağ ilçelerindeki köylerinden göç edip gidenler. Demek ki eleman sorunu yok. Aslında, bu sorunu çözmenin zamanının geldiğini düşünüyorum. Üstelik gördüğüm kadarıyla dağ ilçelerindeki belediyeler yatırımcılara her türlü kolaylığı sağlamaya hazırlar. Bizlere düşen, yatırımcıyı yüreklendirmek ve heveslendirmek. Siyasi otoriteye de burada bir görev düşüyor. Siyasi otorite de, dağ bölgesini teşvik kapsamına aldırabilirse, yatırımcı için cazibe merkezi bile oluşabilir. Dağ bölgesinde sanayi te
sisleri demek, orada üretim ve istihdam demek. İstihdam ise, kente giden göçün geriye dönmesi demek. Aslında bu bile kent planlaması açısından çok önemli. Şimdi burada şu sorulabilir: Az önce Bursa’nın sanayileşme nedeniyle çok hızlı ve kontrolsüz, plansız büyüdüğünü söyledim. Acaba bu sorun dağ ilçeleri için de geçerli olabilir mi? Eğer her şey baştan planlanırsa sorun olacağını sanmıyorum. Kaldı ki, dağ yöresinde tarımsal gelir yeterli değil. Vahşi doğa turizmini henüz geliştirip değerlendiremiyoruz. Bu durumda geriye sanayinin katkısı kalıyor. Dağ bölgesinin gelişmesi ve ekonomik anlamda cazibe merkezi olabilmesi için bugünün fotoğrafına göre sanayileşme, ama planlı ve kont-
rollü sanayileşme tek çıkar yol gibi gözüküyor. Burada da öncelik bölgenin insanlarında olmak üzere, az önce söylediğim gibi, Bursa’nın yatırımcısını dağ bölgesine yönlendirmek, heveslendirmek ve yüreklendirmek gerekiyor. Bu rol de aslında Türkiye’nin en büyük derneklerinden biri olan ve gerçek bir yöresel güç özelliği taşıyan Dağ-Der’e çok yakışır. Petrol ya da doğalgaz bulup çıkaramayacağımıza göre başka çare de yok gibi. Sonuçta şöyle bir gerçek var: Bursa’nın güneyindeki ve güneydoğusundaki ilçelerle köylerine, ülkenin güneydoğusundaki iller ve ilçeler kadar yatırım alamıyoruz, ilgi göremiyoruz. Bu kaderi değiştirmenin zamanı artık geldi.
tan öteye geçmeyen bir tabloya dönüşüyor. Oysa topyekûn gelişim için çalışan olmanın ötesine geçmek gerekiyor. Ne yazık ki dağ yöresi insanı, şu anda Bursa’nın çalışan ihtiyacını karşılamak üzere hayata bakıyor. Başka bir beklenti yok. İkinci nokta da şu: Köyden gelenlerin kentte yalnızlık çektiklerini ya da aidiyet duygusu yaşadıklarını sanmıyorum. Çünkü Bursa’nın değişik köşelerinde, hemşeri yapısının öne çıktığı mahalleler var. Aynı ilçenin, hatta aynı köyün insanları bir arada yaşamı seçtikleri için aynı mahallelerde buluşuyorlar. Bu da, geleneğin sürmesi anlamına gelmese bile birlikte yaşamı getiriyor ve kent yaşamına adaptasyonu sağlıyor. Ayrıca, kentte yaşayanların bir
“Günümüz siyasetçilerinin dağ gerçeğinin farkına vardıklarını düşünüyorum. Kuşkusuz onlara da bu fark ettirildi...” Büyük kentlerde yaşamanın olumlu yanlarının yanında olumsuz etkileri de olduğu muhakkak. Özelikle köyden gelip şehirli olamamanın köye de dönememenin sıkıntısını bir çok insan hala yaşamakta. Bursa gündemine hakim bir kalem olarak bu durum hakkında neler söyleyebilirsiniz? Yani güney ilçelerimizden Bursa’ya yerleşenler aidiyet sorununu aşabildiler mi? Bu konuya iki açıdan bakmak gerektiğini düşünüyorum. Birincisi şu: sizin güney ilçeleri dediğiniz dağ yöresi insanlarının ne yazık ki eğitim düzeyi yüksek değil. Daha yeni yeni üniversite hedefinde bir yerlere gelenler var. Onun için, ilçesinden ya da köyünden kente göçün en önemli nedeni ve hedefi çalışmak oluyor. Bu da, eğitim seviyesi nedeniyle çalışan olmak-
ayakları köyde olduğu için, kimi gereksinimlerini köydeki ailelerinden sağlayabiliyorlar. Bu durum, köy bağlantısı olmayan diğer kent yaşayanlarına göre avantaj bile oluşturuyor. Sizce yöremizin sorunları nasıl aşılabilir? Aslına bakılırsa, Bursa gibi bir kentin 4 ilçesinin gelişmişlik sorunu olmaması gerekir. Türkiye’nin batısında, en önemli sanayi kentlerinden ve ülkenin dördüncü büyük kentinde, ülkenin Güneydoğu Bölgesi ile kıyaslanacak yerler olmaması gerekirdi. Ama ne yazık ki, bu kıyaslama yapılıyor. Bu da bugünün sorunu değil elbette. Köktü çok eskilere giden bir sorunlar yumağı var. Nedense, Bursa adına yönetimde söz sahibi olanlar, hadi daha açık söyleyeyim, siyasi irade anlamında Bursa’yı yönetenler,
Uludağ’ın arkasında yaşayan insanları gör e m e m i ş l e r, o yöreleri fark edememişler. Öyle sanıyorum ki bu fark edilemeyişte, yöremizin insanın alçakgönüllülüğü, içine kapanıklığı, sorununu gözlere sokabilmek için bağırmayı bilmeyişi etken olmuş. Ama şimdi öyle değil. Bakın, Türkiye’nin en büyük, en güçlü ve en etkili sivil toplum yapılanması bu yöreden doğdu: Dağ-Der. Bugün ülkenin hiçbir yanında Dağ-Der gibi güçlü ve etkili bir sivil toplum yapılanması yok. Ben Dağ-Der’i hiçbir zaman hemşeri derneği olarak görmedim. Dağ-Der bir yörenin ihtiyaçlarından doğan çok orijinal dayanışma yapılanmasıdır. Hem yöre insanının sosyal ihtiyaçlarına yönelik çalışmalar yapıyor, hem de yörenin her türlü sorununun çözüm bulabilmesi için aracılık üstleniyor. O nedenle, içinde bulunduğumuz süreci Dağ-Der açısından çok daha önemli görüyorum. Çünkü yöre insanı artık sesini çıkarmayı öğrendi. Siyasetçi de dağ yöresinin artık farkında. İşte bu bağlantıyı kurabilecek yegâne kurum Dağ-Der’dir. Son dönemlerdeki Dağ-Der yönetimlerinin de bunun bilincinde olması, yörenin sorunlarının çözümüne yönelik öneri geliştirmesi bana gelecek için umut veriyor. Sanırım yazarlığınız dolayısıyla Bursa’nın siyaset çevrelerinin dağ yöresi ile ilgili
“İçinde bulunduğumuz süreci Dağ-Der açısından çok daha önemli görüyorum. Çünkü yöre insanı artık sesini çıkarmayı öğrendi. Siyasetçi de dağ yöresinin artık farkında. İşte bu bağlantıyı kurabilecek yegâne kurum DağDer’dir. “
19
düşüncelerine tanık oluyorsunuzdur. Siyasetçilerin dağ yöresine bakışını nasıl yorumluyorsunuz? Günümüz siyasetçilerinin dağ gerçeğinin farkına vardıklarını düşünüyorum. Kuşkusuz onlara da bu fark ettirildi. Fakat burada şöyle bir sorun da var. Aslında dağ yöresi yıllarca kendi siyasetçisini yetiştirdi. O siyasetçiler gerçekten çok önemli görevlerde bulundular. Ama nedense yöre insanı, oy verme sırasında bütünleşmekten öteye bir şey yaşayamadı. Gördüğüm kadarıyla artık bu da sorgulanıyor. Zaten sorgulandığı için günümüz siyasetçilerinin dağ yöresi gerçeğine daha farklı yaklaştıklarını, kimi kronik
Her şeye karşın toplumlar kültürleri ve gelenekleriyle yaşarlar. Kentlere yön veren de kültürleridir. Dağ yöresi insanını Bursa kültüründen ayıramazsınız. Çünkü Bursa’nın otantik yapısı dağ yöresine dayalıdır ve kültürü buradan beslenir.
20
sorunların çözümü için önemli adımlar attıklarını görüyoruz. Ben o bilinçlenmeyi de DağDer’in bitmek tükenmek bilmeyen enerjisiyle yaptığı çalışmaların sağladığını düşünüyorum. Hani bir söz vardır “Ağlamayan çocuğa meme vermezler” diye… İşte dağ yöresi, Dağ-Der’in güçlenmesiyle birlikte ağlamayı ve istemeyi öğrendi. İsteğini yerine getireni baş tacı yapması da son derece doğal bir sebep-sonuç ilişkisidir bana göre. Dağ yöresine medyanın yaklaşımı yeterli mi sizce? Ya da dağ yöresi kendini ifade etmede nerede duruyor? Bu soru karşısında ben kalkıp da “Bursa medyası dağ yöresini göz ardı ediyor” dersem, en azından içinde bulunduğum kendi camiama karşı çok büyük bir haksızlık yaparım. Çünkü gerçekten de Bursa medyası dağ yöresini ve sorunlarını göz ardı etmiyor. Aksine elinden gel-
diğince izlemeye çalışıyor. DağDer bu nedenle yerel medyada sempati buluyor ve destek görüyor. Bunun yeterli olup olmadığını sorarsanız, yeterli olmadığını söyleyebilirim. Ama bunun da gerçekçi nedenleri var. Bakın ülkemizdeki genel medya yapılanmasıyla Bursa’daki medya yapılanması arasında şöyle bir bağ var. Türkiye’de yaygın medyanın merkezi İstanbul ve en çok gazete satılan, televizyon izlenen il de İstanbul. Aynı şekilde Bursa medyası da en çok gazeteyi merkezdeki Osmangazi, Yıldırım ve Nilüfer ilçelerinde satıyor, televizyonlar en çok buralarda izleniyor. Yani, eskiden kent merkezi olarak tanımladığımız bu üç ilçenin olduğu bölge, Bursa medyasının hem merkezsi, hem en çok gazete satıp televizyon izlettirdiği bölge. Yani, ticari olarak bakarsak, bu bölge sayesinde gazete satılıyor., reklam alınıyor ve medya geçimini sağlıyor. O nedenle merkezdeki sorunları daha çok görmesi normaldir. Çünkü, medya çalışanları da merkezde gördüklerini yaşıyorlar. Bu noktada akıllara, dağ yöresinin kendi medyasını oluşturması halinde sorunlarını daha çok gündeme getirip getirmeyeceği geliyor. Yakın geçmişte bu da denendi. Fakat ortaya şöyle bir handikap çıktı: yalnızca dağ yöresini işleyen gazeteleri önce dağ yöresi okumuyor, sahip çıkmıyor. Bazen de konu dönüp dolaşıp kişisel ilişkilerde takılıp kalıyor. Doğal olarak o yayınlar da bir süre sonra ekonomik anlamda tıkanıyor. Fakat şimdi bir şans doğdu. Dağ-Der, yöreyle ilgili her konuda olduğu gibi, burada da devreye girdi ve Güney Bursa dergisiyle bir boşluğu doldurmak üzere harekete geçti. Arkasında Dağ-Der gibi çok güçlü bir kurumun olması Güney Bursa’nın en önemli avantajı. Çünkü bu sayede kişisel sorunlar aşılmış
olacak ve camia bilinci yerleşecek. O nedenle bu dergi projesini düşünen ve yaşama geçiren, emeği geçen herkese teşekkür ediyorum, tebrik ediyorum. Yöremiz insanına ne gibi tavsiyelerde bulunmak istersiniz? Yakın bir gelecekte ne yaparlarsa dağlıların makus talihini yenilebilir sizce? Bu soru için çok fazla şey söylemeye gerek olmadığını düşünüyorum. Bir, yöre insanı bilinçlenecek. İki, yöre insanı birlik olacak ve kişisel ilişkilere dayalı sorunlara takılıp kalmayacak. Üç, istemesini bilecek, siyasi otorite ile Valilik makamını doğru yönlendirecek. Beş, gelecek nesillerin kente çalışan olmak için değil, yöneten olmak için gelmelerini sağlamak üzere eğitime önem verecek, dağdan üniversiteye daha çok genç gönderecek. Son olarak Dağ-Der bünyesinde yayınlayacağımız, özelde dağ yöresinin ama genelde Bursa’nın yerel kültürünü öne çıkaracak olan “Güney Bursa Yerel Kültür Dergisi” hakkındaki düşüncelerinizi alabilir miyiz? Her şeye karşın toplumlar kültürleri ve gelenekleriyle yaşarlar. Kentlere yön veren de kültürleridir. Dağ yöresi insanını Bursa kültüründen ayıramazsınız. Çünkü Bursa’nın otantik yapısı dağ yöresine dayalıdır ve kültürü buradan beslenir. O bakımdan, Güney Bursa Yerel Kültür Dergisi’nin hem yörenin, hem de Bursa kentinin kültürel yapısına önemli katkılar sağlayacağına, geleneklerin korunup yaşatılmasında misyon üstleneceğine yürekten inanıyorum. Böyle bir derginin uzun ömürlü olacağından hiç kuşkum yok. Son söz olarak, Dağ-Der’i kuran., yaşatan, büyüten, emeği geçen herkes adına bu yayını yaşama geçiren Dağ-Der Başkanı Erkan Aydın’a teşekkür ediyorum. Biz de bu güzel ve bereketli söyleşiden dolayı teşekkür ediyoruz…
öykü öykü uzunöz’ün
çoban çocukları yunus emre coşan
H
ayli zamandır gitmemiştik Uzu-nöz’e... Yağmurlu bir günde köyleri de pek gezmemiştik. Piknikçiler gibi olmak istemiyorduk. Köyde yağmur nasıl olur, çamur çapak içinde yürümek nasıldır? Cızlavatlı kara yağız çocuklar nasıl tutar çobandeğneklerini görelim istedik. Keles’ten çıktık yola. Alpağut düzlerinden Kıranışıklar sırtlarından geliverdik köye. Sürekli alçalan coğrafi yapısı nedeniyle yerin merkezine daha da yaklaştık. Sıcak bir iklim karşıladı bizi. Ilıman bir yağmur… Köy meydanında özel ve tüzel olmak üzere iki kahve var… Tüzel olan köylünün, muhtarlığın yani. Özel olanları biliyorsunuz sermaye odaklı bir iş yeri… Fotoğraf makinelerine sarılırken Uzunözlü Mehmet abinin oğlu Ali çıkıp geliyor. “Hoş geldiniz” diyor en yaşayan haliyle. Bizi köy içerisinde kalan antik kalıntılara götürüyor. Temellerde, taş yığınları arasında kalan antik kalıntılara. Mermerden hepsi. Kovanlıktan getirilmişler. Kovanlık, Menteşe ile Uzunöz köyleri arasında kalan eski bir yerleşim yeri. Tarihi M.Ö 2. yy kadar iniyor. Burada bir nekropol sahası var. Nekropol antik mezar alanı demek. Defineciler bazılarını kazsa da birçoğu fakir mezarı. Prof. Dr. Mustafa ŞAHİN hocamıza
göre burada yer alan Ana Sunak, Ana tanrıça Kibele için yapılmış olmalı. Genelde sanduka tipi bazen de lahit mezarlar bulunmuş. Arazi de yer alan sütun başlıkları İollerin tarzından. Kovanlık tarihi içine hapsetmiş keşfedilmeyi beklerken biz köyün tarlalarını geziyoruz. Baharın en nefis günlerini beklerken çi-
çeklerini açmışlar kirazlar. Yollar killi sarı toprak olduğundan yağmurda kayıyor. Bizse içimizden sayıyoruz memleketin güzelliğini. Asırlardır akan çeşmeden su içiyoruz. Köy yerinde çobanlık yapan çocuklar ilişiyor gözümüze. Yeni doğan kuzuları anlatırken yüzleri gülüyor. Boylarını geçen köpekleri en yakın arkadaşları. Köy bakkalından limonata, bisküvi vs. alıyoruz. Bakkalda da çocuklar. Buluşma noktaları olmuş bakkal. Yazı hasretle bekliyorlar. Toprakta oynayacağı günleri… Çoğu ev bu köyde de betona yenik düşmüş. Ama tertemiz duvarlar, badanalı… Köy meydanı KÖYDES projeleri kapsamında Keles Kaymakamlığınca taşla döşenmiş. Taşlar üzerinden geçen inekler köy meydanındaki çeşmeden su içerken keyifli anlar yaşatıyorlar bize. Suyun “cork”layışı kulaklarımıza antik çağdan kalma lirik bir melodi gibi geliyor. El sallıyoruz köyün ihtiyar delikanlılarına. Vedalaşıyoruz. Arkamızdan bağırıyorlar: “Bizim köyü de meşhur edin. Belenören’den Menteşe’den neyimizi eksik?” Belli ki akıllarında fetih şenlikleri kalmış. Ellerinden tutanların olmayışına içerlemişler. Köylerinden çıkıp gidenlere... Yani Bursa’da köylerini yaşatamayanlara…
Köyde yağmur nasıl olur, çamur çapak içinde yürümek nasıldır? Cızlavatlı kara yağız çocuklar nasıl tutar çoban değneklerini görelim istedik. Keles’ten çıktık yola.
21
makale makale ulucamİ: tarİhİn tacı bursa’nın mİracı Bursa denildiğinde akla ilk gelen değerlerden en büyüğü Camii-Kebir şimdiki ismiyle Ulucamii’dir. Birçok tarihi hikmet ve olaya tanıklık etmiş olan bu ulu mabed, künyesinde taşıdığı ululuğu fazlasıyla hak ediyor. reşat karış
22
B
ursa denildiğinde akla ilk gelen değerlerden en büyüğü Camii-Kebir şimdiki ismiyle Ulucamii’dir. Birçok tarihi hikmet ve olaya tanıklık etmiş olan bu ulu mabed, künyesinde taşıdığı ululuğu fazlasıyla hak ediyor. Yıldırım Beyazıd Han Niğbolu seferine çıkmadan önce seferin zaferle sonuçlanması için, 20 cami adar. Sefer zaferle sonuçlanınca adağını yerine getirmek üzere bugünkü Ulucamii’nin yerinde karar kılınır. Yıldırım Beyazıd Han 20 camii adağında bulunsa da devrin en büyük alim ve velilerinden biri olan, ayrıca damadı Emir Sultan Hazretleri “20 camii yerine 20 kubbeli camii kefaret için kafidir” der. Lakin bir sorun vardır. Camiinin yapılacağı yerde yaşlı bir kadın her ne kadar arazisi için değerinin çok üstünde
bir meblağ verilse de yerini vermek istemez. “ Evim de evim der” durur. Yıldırım Beyazıd Han divanı toplar. Kadılar da divanda “ Mal onun değil mi satarsa satar satmazsa satmaz” der. Sultan Beyazıd eli kolu bağlı yine damadına gider. Emir Buhari beklemesi tavsiyesinde bulunur. Yaşlı kadın rüyasında bir gün mahşer meydanını görür. Herkes Rasulluh efendimizin şefaatine nail olmak için yanına koşar fakat yaşlı kadının bırakın yürümeye kımıldamaya mecali yoktur. Kaçan büyük nimetin üzüntüsünden fergat figan ağlamaya başlar. İşte tam o sırada Emir Sultan Hazretleri’ni görür. -Herkes Peygamber efendimiz (s.a.v)’in şefaatiyle cennete giderken ben burda tek başıma kaldım der.
Emir Buhari de yaşlı kadına: -Kurtulmak istiyor musun? Kadın öyle bir candan söylerki: -Hiç istemez miyim? -O zaman sultanımızı üzme! Ertesi gün kendi ayağıyla gelir ve üstelik yeri için verilen parayı camiye bağışlar. Böylelikle Evliya Çelebi’nin “Bursa’nın Ayasofya’sı” olarak andığı Ulucami’nin temelleri 1396’da atılmış ve yapımı 1399’da tamamlanmıştır. Kadının vermemek için direttiği ancak gördüğü rüya dolayısıyla verdiği arazi devrin alimleri tarafından namaz kılınması yerine biraz rızasız olduğu için şadırvan yani abdest alma yeri olarak kullanılması tavsiye edilir. Bu şadırvanın suyu seyyahımız Evliya Çelebi’den rivayetle Uludağ’dan gelmektedir. Daha sonra sıra Ulucamii’nin açılışına gelir. Geleneksel olarak camii açılışı yine Cuma günü yapılacaktır. Sultan Beyazıd ilk Cuma namazını kıldırması ve hutbeyi okuması için Emir Sultan’a teklifte bulunur. Emir Sultan bu teklifi reddeder ve “ Bursa’da benden daha alim zat vardır. Bu şeref halk arasında Ekmekçi Koca olarak bilinen Şeyh Hamid’e aittir.” der. Somuncu Baba’ya ulaşılır. Somuncu Baba
sırrının fâş olunduğunun farkındadır ve bu düşüncesini şöyle ifade eder “Hay Emir hay! Niçin beni fâş ettin” Somuncu Baba yaptığı bereketli ekmekleriyle biliniyor. Ulucamii’nin yapımında çalışan işçileri manevi fırınında pişirdiği ekmeklerle doyurmuştur. Bursa Ulucamii’nde ilk Cuma namazı hutbesinde Fatiha’ya verdiği 7 değişik manayla ne kadar alim ve veli bir zat olduğunu herkes anlar. Fatiha’ya mana verirken ilk verdiği manayı herkes, ikinci manayı cemaatin bir çoğu anlamıştır. Üçüncü verdiği manayı yarısı anlamıştır. Dördüncü verdiği manayı cemaatten az bir kısmı anlamıştır. Beşinci verdiği manayı da cemaatten çok az bir kısmı anlamıştır. Altıncı manayı verdikten sonra “Bu manayı sadece iki kişi anladı” der hutbede. Bu iki kişi Emir Sultan Hazretleri ile kendisidir. Lakin yedinci manayı sadece kendisi biliyordur. Namazdan sonra camiiden çıkarken herkes elini öpmek ister. Rivayete göre herkesin elini öpebilmesi için Somuncu Baba’nın o gün 3 kapıdan da çıkarken görüldüğü o gün olaya şahit olanlar tarafından dile getirilmiştir. Şeyh Hamid şöhreti sevmemek-
tedir. Bu yüzden bugünkü Şehreküstü Meydanı’nda Bursa halkıyla vedalaşarak şehirden ayrılır. Her ne kadar bugün o günün manevi hatırası unutturulmak için kullanılan Fomara Meydanı ismine inat, benim gibi birçok insan Şehreküstü Meydanı tabirini kullanıyor. Ayrıca şöhret ve cüzdanlarının peşindeki günümüz ulemasına da Allah Somuncu baba ahlakı versin. Bursa Ulucamii’nin imamlığına Divan İmamı’yken mevlid şairi Süleyman Çelebi getirilmiştir ve 1421 yani vefat edinceye kadar bu görevini ifa etmiştir. Mevlid şairi demişken mevlidin yazılma hikayesine de tanıklık eden Ulucamii’nin bir hikmete daha vesile olduğuna şahit olacaksınız. 1409 yılı Ramazan ayı ikindi namazından sonra Ulucamii’de kürsüye çıkan vaiz efendi “Resuller arasında fark yoktur” ifadesini kullanınca, cemaatten biri itiraz eder. “Peygamberlik yönüyle fark olmasa bile efendimiz Muhammed Mustafa (s.a.v) fazilet açısından üstündür” der. Bu konuşmaya şahit olan Süleyman Çelebi kainatın efendisinin faziletlerini anlatan mevlidi yazmaya karar verir. Mevlid Türkçe yazılmıştır. Yaklaşık 100 beyittir ve her satırında 11 hece vardır.
Mimarı Ali Neccar olan Bursa Ulucamii Türkİslam sanatının ilk ve en güzel örneklerindendir. Askılı ve sabit 192 levhası var olduğu söylenen Bursa Uulucamii’nin 1950 yılında Kazım Baykal’ın yaptığı tasnif ve sayıma göre 105 levhası bulunmaktadır. Zamanla bu levhaların bir kısmı korunma amacıyla kaldırılmıştır.
23
Mimarı Ali Neccar olan Bursa Ulucamii Türk-İslam sanatının ilk ve en güzel örneklerindendir. Askılı ve sabit 192 levhası var olduğu söylenen Bursa Uulucamii’nin 1950 yılında Kazım Baykal’ın yaptığı tasnif ve sayıma göre 105 levhası bulunmaktadır. Zamanla bu levhaların bir kısmı korunma
Bursa Uulucamii, 13 ayrı yazı karakteri ve 41 ayrı hattat tarafından yazılmış, çok zengin hat sanatları örneklerine sahip olması dolayısıyla bir nevi “Hat Sanatları Müzesi” gibidir.
24
amacıyla kaldırılmıştır. 13 ayrı yazı karakteri ve 41 ayrı hattat tarafından yazılmış, çok zengin hat sanatları örneklerine sahip olması dolayısıyla bir nevi “Hat Sanatları Müzesi” gibidir. Bursa Ulucamii’nin bir kitap konusu olacak kadar önem arz eden tarihi minberindeki şekillerden bahsetmeden olmaz. Araştırmacı Fevzi Ülgü Alsancak 1980’den beri yaptığı incelemelerle minberdeki şekillerin Güneş Sistemi olduğunu ispatlamıştır. Yapılan incelemelerde kabartma motifler halindeki gezegenlerin birbirlerine ve güneşe olan karşılaştırmalı büyüklük ve uzaklıkları da yapılan işçiliğin rastgele değil, bilimsel olduğunu da ispatlıyor. Hatta 8 gezegenin aksine Plüto ayrı düzlemde dolanmaktadır. Bu bile motifte işlenmiştir. O yıllarda Avrupa’da “Kadın insan mıdır değil midir” tartışılırken, Osmanlı’da bir işçinin işlediği bu motif Osmanlı’nın bilime verdiği önemi ve çağının ne kadar ilerisinde olduğunu ispatlamıyor mu? Ayrıca minberin giriş kapısının üzerindeki kitabede Osmanlıca “Yıldırım Beyzıd Han tarafından hicri 804 (miladi 1402) tarihinde yaptırılmıştır” ibaresi yer almaktadır. Yine sarmaşık tırabzanların
sağ çıkış ikinci kolonu üzerinde süsleme motifine uygun sülüs tarzda yazılmış, “Devaklı Abdülaziz oğlu Mehmet” ibaresi yer alıyor. Sanatkarın bu imzası son yıllarda fark edilmiştir. Bursa Ulucamii’mizin bir diğer en büyük özelliği Din-i Celili İslam’ın manevi olarak en büyük 5. ibadethanesidir. İsmail Hakkı Bursevi, Molla Gürani, Akşemsettin, Molla Fenari, Emir Buhari (Emir Sultan), Somuncu Baba, Mehmet Emin Tokadi, Aziz Mahmut Hüdayi gibi büyük alim ve veli zatların ittifakıyla sıralama şu şekildedir: 1. Mescid-i Haram (Mekke) 2. Mescid-i Nebevi (Medine) 3. Mescid-i Aksa (Kudüs) 4. Emeviye Camii (Şam) 5. Bursa Ulucamii Yine sağlam ve güvenilir kaynaklardan rivayetle Hızır Aleyhissealam’ın hergün en az 1 vakit namazı bu ulu mabedde kıldığı söylenir. Kim bilir belki Hızır Aleyhisselam ile yan yana namaz kılmak da nasip olur. Böyle büyük bir şerefe nail olmayı kim istemez ki. Ankara’da Kocatepe’de alamadığım manevi haz ile yeşil Bursa’mızın bu ulu mabedinde aldığım manevi haz arasındaki fark belki de bundan olsa gerek diye düşünüyorum şimdi. Bu güzel hâdise ve şereflere nail olmuş bu eşsiz mabedin kanlı gözyaşı döktüğü dönemler de olmuş. Bunlardan biri Timur’un Yıldırım Beyazıd Han’ı 1402 yılında yenilgiye uğratması ve bu tarihten sonra tekrardan canlanan Karmanoğulları’nın Bursa’yı işgalleri sırasında Camii-Kebir’in duvarlarında odun yakması, hatta Timur’un ordularının camiiyi at ahırı olarak kullanması, tahribata uğratılmış ve günümüze ulaşamayan levha ve yazılarının da en büyük müsebbibi. 1855 tarihindeki depremde büyük hasar gören Bursa Ulucamii’nin hasar gören kubbe, kemer, kasnak gibi yerlerinin onarımı için Hristiyan ve Yahudi bankalarından borç istenmiş. Onlar da camii-
nin pencerelerinde Hac ve Yahudi işareti olması şartıyla borç yerine hibe verebileceklerini söylemişler. Mecburen kabul eden fakat daha sonra oyuna geldiklerini anlayan devlet idarecileri tarafından, bir tanesi ibretlik olarak bırakılarak, diğer süsleme ve işlemeler kaldırılmıştır. Kalan Hac ve Yahudi işaretleri “en kötü günümüzde bile çıkarcılık yapmaktan çekinmeyenlerin olduğunun ibreti olsun” diye bırakılmıştır. Kuzeye bakan kapısının sol üstündeki pencerenin üst kemerinde bulunan süslemelere baktığınızda muntazam kesilmiş 3 tane şekil var. Bildiğimiz Haç, Yahudi Yıldızı ve henüz neyi sembolize ettiği bilinmeyen bir şekil. Aynı şekilde Kuzey Kapısının solundaki minarenin yanında bulunan pencerenin parmaklıkları diğerlerinden farklı olarak Haç şeklindedir. Etrafı da kilise mihrabı tarzında ve beyaz mermerdendir... Bu yazacağımı belki de bunu okuyacak birçok okuyucu ilk defa duymuş olacak. İstiklal şairi üstat Mehmet Akif Ersoy’un İstiklal Marşı’mızda geçen “değmesin mabedimin göğsüne namahrem eli” mısrasını Bursa Ulucamii’miz için yazdığını biliyor muydunuz? Batı kapısından girince hemen sağında yer alan duvarlardaki demir halkalar birçok insanın dikkatini çekmiş fakat bu demir halkaların nerden geldiğini de çoğu kendine sormuş ve cevap bulamamıştır. İşte ben size o cevabı veriyorum. O demir halkalara, Yunanlılar Bursa’yı işgal ettiklerinde Yunan köpekleri buraya atlarını bağlamış. Üstat Akif de her mısrası bir ders ve hatıra niteliğindeki İstiklal Marşı’mızda bu zulmü o mısrayla dile getirmiştir. İşte Bursa Ulucamii’mizden, günümüz sanatçısının da, siyasetçisinin de, gencinin de alacağı çok büyük dersler var. Bu ulu mabedde saf tutanların alacağı manevi hazzı anlatmaya benim kalemim yetmez.
araştırma araştırma keles’İn gelemİç köyü’nde
gençlİk odası geleneğİ
O
rta Asya’dan Anadolu’ya 13.yy. göç eden Ertuğrul Gazi ve beraberindeki Yörük aşiretine dönemin Anadolu Selçuklu hükümdarı Alâeddin Keykubat tarafından Söğüt ve Domaniç yaylak ve kışlak olarak verilir. Bu dönemde Yörükler Keles ve köylerine de yerleşir ve ilçe sınırları içinde bulunan Kocayayla, Yörük atları için otlakıye olarak kullanılır. Bir rivayete göre Orhan Gazi’yle Nilüfer Hatun’un da düğünleri bu yaylada yapılmıştır. Köye ilk yerleşen Yörük ailesi Gelemiç Yaylası olarak da bilinen Kocayayla’ya yerleşir fakat burası, kışlar sert geçtiği için hayvancılığa uygun değildir. Bunun üzerine aile, bu yaylaya nispeten kışların daha yumuşak geçtiği dolayısıyla havancılığa daha uygun olan köyün şuan bulunduğu yere yerleşir. Sözlü kaynaklara göre burada zamanla çoğalan ve bir köy haline gelen ailenin gençleri arasında uzun kış gecelerinde akşamları gençlik odası denilen yerde toplanılır ve eğlenilirdi. Oda kelimesinin sözlük anlamı “evin ya da herhangi bir yapının oturmak, çalışmak, yatmak gibi işlere yarayan yerlerinden her biri”dir fakat burada kastedilen oda, gençlerin eğlence mekanının özel adıdır.(Türkçe sözlük:608). Kaynak kişilerden alınan bilgilere göre Cumhuriyet öncesine kadar köyde üç tane gençlik odası bulunmaktaydı fakat günümüzde köyde sadece bir tane gençlik odası bulunmaktadır. Bir orman köyü olan Gelemiç’in en büyük gelir kaynağı tarım ve hayvancılıktır. Köylünün büyük
cihan erden
çoğunluğu, köyün yaklaşık on kilometre yukarısında bulunan Pelitören Mahallesi’nde, yazı, bahçelerinin başında geçirir. Yaz köylü için yoğun bir çalışma dönemidir dolayısıyla yaz, köyde eğlenilecek bir zaman değildir. Eğlence, köylünün köye yavaş yavaş geri dönmeye başladığı eylül ortasında- okulların açıldığı zamanlarbaşlayarak yaz ağzına yani mayıs başına kadar istisnasız her gece toplanmak suretiyle devam eder. Oda köy gençliği için vazgeçilmez bir eğlence mekanıdır. Bir gencin odaya girip eğlence ortamına dahil olabilmesinin alt sınırı yaklaşık olarak on beş yaşını geçmiş olmaktır. Bu yaşlara gelen her genç bu dönemden evleneceği zamana kadar odaya gelmek zorundadır. Bir gencin odaya girebilmesi için ailesinin de bu işi onaylaması gerekmektedir. Her aile çocuğunun bu ortama katılmasına izin verir fakat; aileler çocuklarının belli bir yetişkinlik dönemine ulaşmalarını bekler. Odada toplanan gençler, odaya yeni katılan bir gencin ailesinin bu konudaki tutumunu öğrenmek için çok basit bir yöntem uygularlar. Gence en ufak bir hatasından dolayı ceza keserler. Mesela; sen biri türkü söylerken niye güldün ya da odaya büyüğün geldiği zaman niye ona yer göstermedin denir ve yaptığının yanlış olduğu söylenir. Sonra gence, son derece basit görünen fakat zekice tasarlanmış ceza kesilir. Gençten, evden ailesinin izni olmadan alamayacağı bir şey istenir. Örneğin bir kilo pekmez getir ya da babası arıcıysa bir kilo bal getir denir. Ço-
cuk istenilen şeyi, evden habersiz alamayacağına göre ailesini durumdan haberdar etmek zorundadır. Eğer eve gönderilen çocuk odaya istenilen malzemelerle geri dönerse bu çocuğun odaya girme zamanı gelmiştir. Yani çocuk ailesinin de onayını almıştır fakat çocuk eve gidip bir daha geri dönmemişse, o çocuğun odaya gitmesine ailesi henüz izin vermemiştir. Odada akşam ezanından sonra toplanılmaya başlanır ve isteğe göre odada sabaha kadar bile kalınabilir. Odaya girmeye uygun her genç her akşam odaya gelmek zorundadır. Aksi bir harekette bulunan bir gence diğer akşam bunun hesabı sorulur ve duruma göre ceza kesilir fakat; genç odaya hiç gelmiyorsa diğer gençler onu aralarından dışlar ve onun düğününe hiçbir genç çıkmaz. Köyde gençsiz bir düğün düşünülemez ve bu durum herkesin dikkatini çeker. Dolayısıyla hiçbir genç böyle bir durum olsun istemez ve odaya düzenli olarak gelir. Her genç odaya gelirken birer, ikişer odun getirmek zorundadır. O akşam yakılacak odun bu şekilde tedarik edilir. Odaya yatsı ezanı bitmeden girmek gerekmektedir. Hoca “Lailaheillallah” dedikten sonra odaya gelenler cezalandırılır. Genç –geçerli bir mazereti olmak şartıylaolur da odaya gelemeyecek olursa bir arkadaşına durumu bildirir ya da bir sonraki akşam durumu açıklar. Köyde herhangi bir hırsızlık ya da olumsuz bir olay olduğu zaman ilk olarak odaya gelmeyen gençten şüphelenilir. Odaya, köyde “köse” olarak tabir edilen evli
Oda köy gençliği için vazgeçilmez bir eğlence mekanıdır. Bir gencin odaya girip eğlence ortamına dahil olabilmesinin alt sınırı yaklaşık olarak on beş yaşını geçmiş olmaktır. Bu yaşlara gelen her genç bu dönemden evleneceği zamana kadar odaya gelmek zorundadır.
25
Akşam odaya sorunsuz bir şekilde toplanan gençler yavaş yavaş eğlenmeye başlar. Gençler öncelikle odanın ortasında çember şeklinde toplanarak darbuka eşliğinde türkü söyler. Bazen bundan sonra sıra türküsü yapılır. Yani herkes tek tek ve sırayla türkü –şarkı da olabilir- söyler. Türkü faslı bittikten sonra halk oyunları faslına geçilir.
26
erkekler gelmek zorunda değildir. Onlar sadece arada sırada gençleri teftiş etmek için odaya gelir. Odada yapılan her şey odada kalır. Kimse onları dışarıda veya herhangi bir muhabbet ortamında başka birileriyle paylaşmaz. Odada organizasyonu gençlerin kendi arlarında seçtikleri başkan yapar. Bu genç delikanlı başkanı, gençlik başkanı olarak bilinir ve odada veya gençliğin organize ettiği her etkinlikte her genç –yaşça başkandan büyük olsa bile- gençlik başkanına itaat etmek zorundadır. Akşam odaya sorunsuz bir şekilde toplanan gençler yavaş yavaş eğlenmeye başlar. Gençler öncelikle odanın ortasında çember şeklinde toplanarak darbuka eşliğinde türkü söyler. Bazen bundan sonra sıra türküsü yapılır. Yani herkes tek tek ve sırayla türkü –şarkı da olabilir- söyler. Türkü faslı bittikten sonra halk oyunları faslına geçilir. Oyun oynayacak gençler kaşık veya zilleriyle ortaya çıkar diğer gençler de darbuka eşlinde türkü söyleyerek bu gençleri oynatır. Bu oyunlarla gençler hem eğlenirler hem de odaya yeni dahil olan gençlere köyün oyunlarını öğretirler. Gençler oyuna genelde şu sözlerle başlatılır: “Tuttum pirenin birisini, / Çadır kurdum derisini, / Seksen okka yağı çıktı, / Satamadım yarısını” / “Güzeli giydirip kuşatmak olmaz / Dönüp arkasından gözetmek olmaz / Vaktimiz tamam oldu beyler Bu kadar uzatmak olmaz” Bu sözlerden sonra “küçük oyun” ya da “aşağıdan” olarak bilinen oyunun türküsüne girilir ve oyun başlar. Bu oyunda okunan türkülerden biri şudur:
Al Giydim Alsın Diye / Al giydim alsın diye. / Mor giydim sarsın diye, / Kimselere varmadım / Askerden gelsin diye. / Kıyıdan kıyıdan kıyıdan gel / Ortası çamur kıyıdan gel. Bindim atın birine, / Geçtim urum eline, / Urum eli gızları / Çakır ela gözleri. / Kıyıdan kıyıdan kıyıdan gel / Ortası çamur kıyıdan gel. Dağların başındayım, / On sekiz yaşındayım, / On sekiz yaşdan beri / Ben senin peşindeyim. / Kıyıdan kıyıdan kıyıdan gel / Ortası çamur kıyıdan gel. Dağların başı duman, / Aman efendim aman, / Eller düğün ediyor, / Bizim düğün ne zaman / Kıyıdan kıyıdan kıyıdan gel / Ortası çamur kıyıdan gel. Gedikten aşan gelin, / Al yeşil kuşan gelin, / Gocan çirkin sen güzel, / Kaç gel de boşan gelin. / Kıyıdan kıyıdan kıyıdan gel / Ortası çamur kıyıdan gel. Bu oyundan sonra yörede Gelemiç Oyunu olarak da bilinen büyük oyuna geçilir. Büyük oyunda genelde şu türküyle oynanır: Çayır Değil Çimen Değil Biçeyim / Çayır değil çimen değil biçeyim, / Yar iki değil birisini alıp aman kaçayım, / Ergen ( güzel) değil sarılıp da yatayım / Aylar gibi doğmuş, günler gibi parlayıp gider, / Oğlan kızı kaçırmış kız şalvarı sallayıp gezer / Sizin kaplar kalaylı, / İçi dolu saraylı / Şu zamane kızlarını Aldatması kolay mı? Kolay mı Emine’m kolay’mı? / Çıkma dışarlara gün vurur seni, / Ölürüm ayrılmam alırım yar seni, / Ölürüm ayrılmam yar seni. / Aylar gibi doğmuş, günler gibi parlayıp gider, / Oğlan kızı kaçırmış, kız şalvarı sallayıp gider. / Akşam gelemezsin, / Sabah gidemezsin, / Dudakların çok kibar, / Şeker ezemezsin, / Ezemezsin vay. … Gençler şuan sadece bu iki oyunu bilirler. Fakat çok değil 30-40 yıl öncesi odada “Cezayir”le “Yüksek Hava” da oynanırdı. Oda da oyun faslı da bittikten sonra ya oturak muhabbetlerine geçilir ya da seyirlik oyunlar oynanır. Odada oynanan oyunlardan bazıları: Tura Oyunu: Bir kemer ve bir adet metal parayla oynanır. Burada
paraya da parayı saklayan oyuncuya da tura denir. Tura, ellerini birbirine birleştiren oyuncuların hepsiyle tokalaşır gibi yapar ve bu arada parayı bir oyuncunun eline bırakır ya da kendi cebine saklar. Sonra herhangi bir kişiye turanın kimde olduğunu sorar. Bilemezse kemerle eline bir defa vurur ve bu defa onun söylediği kişiye sorar. Bu şekilde bir bilen çıkıncaya kadar devam edilir. Bilen kişiye tura üç defa vurur. O da turaya bir defa vurur ve bilen kişi tura olur. Oyun bu şekilde devam eder. Oyuna istenildiği zaman son verilir. Ayak turası: Herkes bağdaş kurar gibi yere oturur ve sol ayağını önündeki kişinin kucağına atar. Oyunu en öndeki kişi yönetir. O , elini yumruk yaparak arkasındaki kişinin ayağına yavaş yavaş vurur ve bir tekerleme söyler. Herkes bu tekerlemeyi aynı şekilde arkasındaki oyuncuya söyler. Tekerlemeyi söyleyemeyenler ya da yanlış söyleyenler cezalandırılmak üzere oyundan çıkartılır. Bir oyunda yaklaşık dört, beş tekerleme söylenir. Sonunda tekerlemeleri söyleyen ya birkaç kişi kalır ya da kimse kalmaz. Oyunda söylenen tekerlemelerin bazıları şunlardır: 1.Tava delik yağ durmaz, Iprık (ibrik) delik su durmaz. 2. Şu karşıkı çamdan sakız damlar, Ninem donunun ağını yamar. 3.Çatal tepede topal çoban, Saban yapar, saban satar. 4.Al şu takatukaları takatukacıya takatukalattır, takatukacı takatukaları takatukalamazsa , Takatukacıya takatukaları takatukalatmadan geri getir. 5.Şu köşe yaz köşesi, Şu köşe kış köşesi, Ortada su şişesi. Odada bu oyunlardan başka “arı” oyunu, “hacı” oyunu, “kavak” oyunu, “hokka” oyunu ve seyirlik oyun olarak da “ kalaycı” ve “hıdır” gibi birçok oyun oynanır. Gençler odada her akşam toplanmalarının dışında düğünlerde kına gecesi akşamı da toplanırlar. Düğüne gelen çalgıcılar odaya gençleri almaya gelir. Odada gençler yaklaşık bir saat kadar davul zurnayla eğlenir ve daha sonra odadan kına ateşinin yakıldığı yere kadar çalgılar eşliğinde türküler
söyleyerek giderler. Bunun dışında gençlerin eğlencesi Kurban Bayramı’nın ikinci günü de farklı olur. O gün gece gençler deveye çıkma olarak bilinen eğlenceyi yaparlar. Deve kafası heykeli, çul ve çıtalarla bir deve yapılır. Bu deveyi gençler ikişerli olarak sırayla taşır. Bu sırada da gençler “deve et ister , su ister” diye bağırarak köyün bütün evlerini dolaşırlar. Kapısı çalınan her ev sahibi gençlere biraz pideyle biraz et verdikten sonra gençlerin ve devenin üstüne su serper. Gençler topladıkları et ve pideleri odada yerler. Yine düğünlerde verilen küçükbaş hayvanlar ve kolalar, çerezler, burada yenir. Bazen de cezalılardan yiyecek olarak bir şeyler istenir. Farklı olarak bazen helva yapılır. Odada yeme-içme bu şekildedir. Bunun dışında herhangi bir şekilde odada bir şeyler yenip içilmez. Burada eğlence ön plandadır. Odadan ayrılmada kesin bir saat yoktur. Odadan dağılma o günkü muhabbete bağlıdır. Duruma göre eğlence bazen on ikide sona ererken bazen sabahlara kadar sürebilir. Bu eğlenceler kış boyunca bu şekilde devam eder. Gelenek günümüzde eski önemini kaybetmiştir. 1980’li yılların sonuna kadar düzenli olarak işleyen bu gelenek bu tarihlerden günümüze doğru yavaş yavaş etkisini kaybetmiştir. Nitekim günümüzde gençler bir kış boyunca sadece dört, beş defa toplanmaktadır. Gençler daha ziyade, köyde genç nüfusun arttığı Ramazan ve Kurban Bayramı gecelerinde toplanırlar. Burada dört şeyin etkisinden bahsedilebilir. Bunlar öncelikle kahve kültürünün gençler arasında gelişmesi sonra köyün dışarıya çok göç vermesi dolayısıyla genç nüfusun azalması, gençlerin eğitimleri ve buna bağlı olarak bu tür eğlencelere ayrılan zamanın daralması ve son olarak da yeni neslin eğlence anlayışının değişmesiyle bu tür eğlencelere ilginin azalması şeklinde sıralanabilir. Ülkemizde, bu eğlence mekânına benzer şekilde yaptırım gücü fazla olan eğlence mekanlarına rastlanmakta birlikte “oda” olarak tabir edilen bu eğlence mekanıy-
la birebir örtüşen her hangi bir eğlence ortamından söz etmek zordur. Benzerlik anlamında “Yaren Geceleri”, “Erfene” ve “Barana Sohbetleri” nden söz edilebilir. Odayı diğer eğlence mekânlarından farklı kılan en belirgin özelliği ise bu eğlencenin kış boyunca her gün yapılıyor olması ve diğer eğlence ortamlarına nazaran daha katı kurallara sahip olmasıdır. Oda geleneğiyle ilgili dikkat çekici diğer bir nokta da geleneğin bir yörük köyünde yaşatılıyor olmasıdır. Anadolu’da başta Marmara ve Ege olmak üzere birçok bölgede Yörükler yaşamaktadır ve dikkat edildiğinde görülür ki, Yörükler eğlenceye önem vermektedirler. Örneğin Balıkesir’de Barana Sohbetleri yapılır. Balıkesir, Yörüklerin yoğun olduğu bir yerdir. Yörük memleketidir bir bakıma. Aydın’da, Şanlıurfa ‘da ve daha bir çok yerde bu tür eğlence mekânlarına rastlanır. Buralarda da Yörükler vardır. Hatta Irak Türkmenleri arasında bile Yörükler vardır fakat ilginçtir Irak’taki Yörükler benliklerini kaybetmezken Urfa’daki Yörükler kendilerini Kürt sanmaktadırlar. Odayı basit bir eğlence mekanı olarak görmek sığ bir düşünce olur. Odanın, bireylerin eğitiminde ve sosyalleşmesinde önemi yadsınamaz niteliktedir. Çok basit gibi görünen oda adabıyla bile genç nerede nasıl davranacağını öğrenir. Büyüklerine karşı saygılı olmasını, nerede konuşup nerede susması gerektiğini, gülmenin ne zaman insanlara bir hakaret sayılabileceğini kısacası cemiyet içinde nasıl davranacağını nispeten burada öğrenir. Diğer yandan gençlere verilen cezalar evet yüzeyde basit bir ceza olarak görülebilir ama görünenin altına bakıldığında olayın bu kadar da basite indirgenemeyeceği anlaşılır. Bunu basit bir örnekle göstermek gerekirse bir tarihte bir gence verilen bir cezayı ele alalım. Gençten ceza olarak bir yük odun istenir. Bu olay yaklaşık kırk, kırk beş sene önce yaşanır dolayısıyla eve yakılacak odunun bile zor getirilebildiği bu dönemde evden odaya bir yük odun götürmek önemli bir sorundur ama yapacak bir şey
yoktur, genç cezayı mecbur yerine getirecektir. Genç, odunu o karda kışta ormandan getiremez, bir komşusunun odununu da çalamaz çünkü bu büyük bir ahlaksızlık olur. O halde odun mecbur evden götürülecektir. Peki, odunun ormandan eve getirilmesinin büyük emekler istediği o dönemlerde baba ne der kışın ortasında bir yük oduna. Ne yapacağını kara kara düşünen genç bir çözüm yolu arar ve nihayetinde gencin aklına parlak bir fikir gelir. Genç, bir kediye kıymıkları bir yük şeklinde sarar ve kediyi odaya götürür. Doğal olarak gençler önce bunu kabul etmezler. Bunun üzerine genç der ki: “arkadaşlar siz benden bir yük odun istemediniz mi , alın size bir yük odun. Siz demediniz ki at yükü veya eşek yükü olacak.” Bunun üzerine gençler gülüşerek durumu kabul etmek zorunda kalırlar. Burada görülmektedir ki insan zor durumda kaldığında kısa bir zamanda nasıl fikir üretebiliyor. Bu burada belki oyunun bir parçasıydı fakat genç eğlenirken aynı zamanda kıvrak zekâyı tanıdı. Zor durumda kaldığında nasıl fikir üretebileceğini, işin içinden nasıl çıkabileceğini öğrendi. Özellikle en ufak bir hesabı bile hesap makinesiyle yapan, araştırma yaparken kitabın yüzünü bile görmeden internetten kopyala- yapıştır yapan düşünmekten, çalışmaktan aciz bir gençlik düşünüldüğünde sanırım söylenmek istenen daha iyi anlaşılır. Bu tür eğlence mekânları toplumda kolektif belleği oluşturur. Ortak değerler üzerine kurulu bir toplumda bu türden faaliyetlerle birlik ve beraberlik duyguları pekiştirilir. Sonuç olarak yukarıda açıklanmaya çalışılan oda geleneğinin ve benzer eğlence mekanlarının birey ve toplum açısından taşıdığı önem ortadır. Özellikle küreselleşen dünyada batı ve Amerikan kültürünü dünyaya benimsetme çalışmalarının hız kazandığı dolayısıyla tek tipleşmenin kaçınılmaz hale geldiği düşünülürse, geleneğin değeri daha da iyi anlaşılacaktır. (Kaynakça Eren, (dent.)Hasan; 1974. Türkçe Sözlük. Ankara: Türk Dil Kurumu Yayınları.)
Odayı basit bir eğlence mekanı olarak görmek sığ bir düşünce olur. Odanın, bireylerin eğitiminde ve sosyalleşmesinde önemi yadsınamaz niteliktedir. Çok basit gibi görünen oda adabıyla bile genç nerede nasıl davranacağını öğrenir.
27
araştırma araştırma bir köy türküsü
uyan alİm
Yaşayan kaynak kişiler olarak tanımladığımız nice büyüklerimizden yalnızca biri olan İsmet İNCİ ile yaptığım çalışmalardan birinde kendisinden aldığım türkünün öyküsü...
H
emel örgün
Toplumları gerçek kılan yaşanmışlıklar, tarihsel geçmiş ve en önemli, gelenekleri ve yerel davranış biçimleri olarak nitelediğimiz kültürleri ve kültürel miraslarıdır.
28
epimizin yaşamında önem verdiği ve önünde saygı ile eğildiği değerler vardır. Değer verdiklerimizin en başında ailemiz gelir bu hepimiz için böyledir. Ancak bizler için çocuklarımız ve onların geleceği ne kadar değerli ve önemli ise, onların ileriye taşıyacakları ve bizden öğrenecekleri şeyler de bu kadar önemlidir. Toplumları gerçek kılan yaşanmışlıklar, tarihsel geçmiş ve en önemli olgu, gelenekleri ve yerel davranış biçimleri olarak nitelediğimiz kültürleri ve kültürel miraslarıdır. Kültürel miraslarımıza sahip çıkma adına uğraş vermiş nice değerlerimize vefa ve saygımızı eksik etmememiz gerekir. Geleneksel sanatımız içersin de yer alan folklorumuz, bizi biz yapan tüm değerlerimizi barındırır. Konuşma dilimiz, şivemiz, halk oyunlarımız, el işlemelerimiz, bizlere özgü fıkralarımız, düğünümüz derneğimiz, davulumuz zurnamız, yemeklerimiz, giysilerimiz, mimarimiz ve türkülerimiz. Geçmişten bu güne dilden dile söylenen o güzelim ezgilerimiz. Anadolu yu bin bir özveri ile karış karış gezip türkülerimizi derleyen, notaya alan çok değerli Muzaffer SARISÖZEN, Yücel PAŞMAKÇI, Nida TÜFEKÇİ ve daha bir çok ismini sayamayacağımız ustalarımızın bizlere bıraktığı bu çok önemli mirasımız, gelecek kuşak-
lara aktarılmak üzere geleneksel müzik eğitimi ile ilgili kurumlarda korunma altına alınmış, TRT nin yaptığı yayınlarla da en geniş kitlelere ulaşılmasını sağlamışlardır. Devamında ise çok değerli ustalarımız, türküye gerçek anlamda gönül vermiş kişilere de örnek teşkil etmişler ve çalışmaları tetiklemişlerdir .Ben de çocukluğumda türkü söylerken hiç bir şeyin farkında değildim. Türkünün, türkü söylemekten de öte sorumlulukları içerdiğini anladığımda geriye dönemeyecek kadar tutkuyla bağlanmıştım .Yani başka bir şeyle uğraşarak yaşam sürdürmek bunu anladıktan sonra imkansızdı artık. Ezgilerimize sahip çıkmayı ilke edindiğimde, onları ileriye taşımak adına yola çıkıp “elimden
ne gelirse yapacağım” cümlesini dilime doladığımda bu yolun ne kadar çetin ve zorlu bir yolculuk olduğunu başında asla kestiremezdim tabiiki. Türkülerimiz gerçek yaşanmışlıkların üzerine yazılmış. İnsana dair her olgu tüm samimiyeti ile aktarılmış. Her türkünün bir öyküsü vardır muhakkak. Geleneklerimize ve geleneklerimizin mihenk taşı olan kaynaklarımıza sahip çıkma onları koruma ve vefa adına yaptığım çalışmalardan örnekler sunmak istiyorum. Öykülerine kaynağından ulaşabildiğimiz türküleri sizlerle paylaşmak istiyorum. Bursa, Orhaneli ve Keles dendiğinde türkülerimize ilişkin ilk akla gelen kaynak isimler çok değerli İsmet İNCİ, Necati EKŞİ ve onlardan epeyce önce türkülere kaynaklık
etmiş KORELİ Lakaplı kişilerdir. Vereceğim ilk örnek “Uyan Alim” türküsünün öyküsüdür. Yaşayan kaynak kişiler olarak tanımladığımız nice büyüklerimizden yalnızca biri olan İsmet İNCİ ile yaptığım çalışmalardan birinde kendisinden aldığım türkünün öyküsünü aktarmak istiyorum. UYAN ALİM Vaktiyle Orhaneli’ye bağlı Büyükorhan köylerinin birinde Gülsüm adında güzeller güzeli bir kız yaşarmış. Gülsüm’e aşık olan Mehmet Gülsüm’ü istetse de, Gülsüm’ün gönlü aynı köyde yaşayan Ali isminde başka bir gençteymiş. Gün gelmiş Ali Gülsüm’e Allah’ın emri ile dünür göndermiş. Birbirini seven iki genç nişanlanmışlar. Düğün hazırlıkları başlamış, düğün günü gelmiş çatmış. Aşlar pişirilmiş, davulcular tutul-
muş, türküler maniler söylenmiş derken sıra gelin almaya gelmiş. Fakat öncesinde Gülsümü isteyen Mehmet, sevdiği kızı Ali’ye kaptırdığı için içinde büyük kin beslemekteymiş Ali’ye karşı. Niyeti Gülsüm’ü Aliye yar etmemekmiş, Gelin alma ve oğlan evine getirilme işi tamamlanınca,tam damat salınacakken eline bir bıçak saklayan Mehmet sincice Ali’n arkasına yaklaşarak yöremizde damat salınırken şeref yumruğu adı verilen yumruğu Ali’nin sırtına indirir. Yumruğunun içine gizlediği bıçak Ali’nin sırtına inmiştir. Sırtında sıcaklığı hisseden Ali bunun bir bıçak darbesi olduğunu anlıyamaz. Gelinin yanına giren Ali gerdek namazına durur. Durur durmasına ama seccadeden kalkamaz .Kendisini konuşturmak üzere kocasının şaka yaptığını sanan Gülsüm
bir süre bekler. Ali den ses seda çıkmamış seccade kan gölü içinde kalmıştır. “Gülsüm gelinin Ali’ye söylediği bu ağıtı ve öyküsünü yöremiz mahalli sanatçısı İsmet İNCİ 1980 yılında kaleme dökmüştür, kendi el yazısı ile yazdığı türkü öyküsü, yukarıda aktarıldığı biçimdedir.” Gülsüm ve doyamadığı sevgili eşi Ali’nin bu acıklı öyküsünden sonra,biraz olsun yüzlerinizi güldürebilmek için Dağ yöremizde kültürümüze değerli katkılarını sunmuş ve hala çok emek veren değerli büyüğümüz Özer Güleç’ten bir toplantıda traji komik fıkra niteliğinde anlattığı bir şeyi anlatmak istiyorum şimdi de. “Eskiden çok fakirlik varmış,Bir davul zurna eşliğinde toplu düğünler yapılırmış yöremizde. Beş yada altı çift aynı anda evlendirilir düğün dernek kurulurmuş. Yine böyle toplu düğünlerden birinde gelin alıcılar altı tane gelini öküz arabasına bindirmiş, tek tek sırayla davul zurna eşliğinde oğlan evlerine indirmeye başlamışlar. Her inen gelin köyün ileri gelen büyüklerinden biirnin koluna sokulur ve oğlan evine selametlenirmiş. Gelinlerden biri köyden bir yaşlı amcayla kol kola oğlan evinin kapısından içeri girmişler. Gelin oğlan evinin avlusunda yanlış bir eve, başka bir damadın evine getirildiğini anlayınca adımlarını durdurmuş. Bir adım daha atmak istemeyen geline, koluna girdiği yaşlı adam “yörü be gızım” dermiş. Gelin ise utancından konuşamazmış. Avluyu geçip eve çıkan merdivenlere gelince, gelin bir daha durmuş. Yaşlı amca “noluyo a gızım neye çıkmıyon merdivanı” deyince,gelin usulca “bu ev benim yavuklumun evi del, beni yanlış eve indirdiniz” demiş. Yaşlı amca da usulca gelinin kulağına eğilip “gızım sen şimdi gir bu eve, biz seni yarın götürüveriz yavuklunun evine” demiş. Bu hikaye komiklik olsun diye anlatılan bir hikayedir. Elbette ki kimse yanlış eve bırakmazdı gelini.
KENDİ DİLİNDEN İSMET İNCİ 1950 Keles Yağcılar Köyünde doğdum. Onbir yaşındayken dayımın bağlamasıyla melodiler çalmaya başladım.Bursa da Bursa Musiki Cemiyetine gitmeye başladım.Askerlik geldi çattı.Askerden döndüğümde Halk Eğitim Merkezinde Türk Halk Müziği Korosuna ses ve saz olarak göreve başladım.1972 -1975 yılları arası Bursa Erkek Oyunlarını çalıştırdım.1975 yılında Bursa yöresine ait dört adet türkü derledim.Halk Eğitim Merkezi,Demirtaş Paşa ,Reşit Paşa okullarında minikleri çalıştırdım. Uluslararası Efes festivalinde halk oyunlarımız ile program yaptım.1977 Ankara Radyosu Amatör Sesler Yarışması;1979 yılında İstanbul Radyosu Amatör Sesler Yarşmasına katıldım.İkisinde de elendim. Kaset yapmayı hiç düşünmedim. Kültürümden hiç kopmadım. Bursa civarı dağ köylerinin hepsinde düğünlerde müzisyen olarak bulundum...
29
30
31