RamazanKıvrak
Bir an bulunduğunuz yerden çıkıp, Toroslar’da, kaba ardıcın gölgesine dengilip, şöyle uçsuz bucaksız dağlara baktığımızı hayal edelim: yemyeşil ovalar, pınarlı yakalar, kıvrım kıvrım akan dereler, yalçın kayalar, karlı dağlar, Yaradan’ın bizlere bahşettiği bütün güzellikler gözlerimizin önünde…
Yörük Hayatı
İ
nsanlarımız ne yer, ne içer, ne giyer, ne söyler?.. Yörüğün sevdikleri; goduktan guline, şişekten köşeğe hayvanlar âlemini, yoncasından çalbasına, çalısından, çırpısına bitki örtüsünü, maarından, ırmağına, orağından tırpanına, ipinden kuşağına, çarığından çorabına, kavalından kemençesine, sipsisinden curasına, kopilinden kızanına, efesinden zeybeğine, atalarımızın çok çarık bıraktım dediği; otu kekik, dağı keklik olan Teke Yöresi’ndeki yaşamını bu yazıda bulacaksınız.
Bir an bulunduğunuz yerden çıkıp, Toroslar’da, kaba ardıcın gölgesine dengilip, şöyle uçsuz bucaksız dağlara baktığımızı hayal edelim: yemyeşil ovalar, pınarlı yakalar, kıvrım kıvrım akan dereler, yalçın kayalar, karlı dağlar, Yaradan’ın bizlere bahşettiği bütün güzellikler gözlerimizin önünde… Aslında Teke Yöresi’nde yaşayan Yörükler çok kazanamaz; eğirdiğini, yüne değişir de, bir türlü ses çıkaramaz. Şükreder haline, isyan nedir bilmez. Devletine sadakatlidir. Kanında vardır, ulu emre itaat… Vatan sevgisi, ecdattan yadigâr
kalmadır. Vatanla birlikte var olduğuna inanır. Olgundur; kabul etmesini bilir, yiğittir; merttir; mücadele etmesini bilir… Cömerttir; vermesini bilir, inançlıdır; hakkı hukuku bilir. “Gene de gelinemez Yörüğün üstüne üstüne!” Yakın zamanda, çıkarılınca orman kanunu, salınınca orman askeri çobanın üzerine üzerine, çobanın keçisi koyunu aç kalınca, derisi etinden pahalı olmaya başlayınca, çoban abanın altından sopayı gösterip deyiverince “Ya keçinin affı, ya ormanın mahfı!” işte, o zaman atılmıştı geri adım, lağvedilmişti orman askeri… Yörüklerin, bakmayın toplu hareket etmediklerine. Yörükler kendi içlerinde bile özgür olmak isterler. Dünya ile tek başlarına mücadele edebileceklerine inanırlar; o gücü kendilerinde görürler. Tıpkı, “Bir Türk dünyaya bedeldir.” sözü gibi, istemezler kimse karışsın işlerine, dokunsun özgürlüklerine. Zaten özgürlüğe, güce sevdalanmasaydı, çıkar mıydı dağlara? Katlanır mıydı zorluklara?.. Sabah erkenden kalkan Yörük, önce dışarı çıkar. Hem özlediği yüksek dağlara bakar, göç zamanını belirlemeye çalışır, hem de bakarken, gözünün ferini, nazarını dağa akıtır. Bilir; dağ dayanıklıdır. Sonra keçisine koyununa bakar; canı gibi bildiği hayvanlarını, kendi nazarından bile korumaya çalışır. Sabah, ahenk içinde çalan çan sesleriyle yayılmaya giden koyunu seyretmeye, bir de ikindi üzeri, eve dönüşte, karnı tok olan keçinin oğlağıyla, koyunun kuzusuyla buluşması… Anne ile yavrunun meleşerek, sesinden ve kokularından birbirlerine kavuşması, sonra bir bir emişmesi, özlemle beklediği andır. Yörük için o an, yaşadığı bütün zorlukları unuttuğu, “her şeye değer” dediği zamandır. Yörük dokuduğu keçi kılından çadırını kurarken, bir taraftan direk dikilir, bir taraftan yemek verilir, dua edilir. Böyle olunca; “O ailede dua singini var.” denilir; işleri rast gider. Kara çadırın gözenekleri, kışın ıslanınca şişer; yağmur geçirmez, sıcak tutar. Yazın gözenekleri açılır; serin tutar. Ocaklığı, yazgısı tertemiz, yüklüğü, yiyeceği misafire göre boldur. Yolunuz düşerse Yörük obalarına, uğrarsanız çoban yanına, tadarsanız höşmerimi, yerseniz kese yoğurdunu, çökeleği, da-
ğarcıkta saklanan dürgelerle, yufkalarla ayrılasınız gelmez. Bir de buz gibi soğuk suyu, gözünden avuç avuç ya da küyner kokulu susakla içince… Yörüklerde Ana Baba Çok Önemlidir Bebeğini dokuz ay karnında taşıyan, doğunca tuzlu suyla yıkayan, sarıp sarmalayan, helal sütünü veren, zemheride beşiğini sallayan, yanarsa serinleten, üşürse ısıtan, bebek gülünce gülen ağlayınca ağlayan “candan yanan ana”… Yürüdükçe sevinen, sendeledikçe yüreği ürperen, nazardan korumak için şer insanlardan saklayan, okuyan üfleyen, çeşit çeşit muskalar, nazar boncukları takan o canım analar !.. Uyusun diye ninniler söyleyen, maniler, türküler yakan, yemeyip yediren, içmeyip içiren, giymeyip giydiren, kızına cicili bicili elbiseler giydiren… Ahlaklı, terbiyeli, hünerli yetiştirip, gelin olacak kızını kocaya, “kurban olsun!..” diye kınalayan, yiğitçe yetiştirdiği yağız delikanlısına, “vatana kurban olsun” diye askere gönderirken kınalayan… Evlenen çocuklarının mutluğunu görürken, tam “Çocuklarımın muradına erdim, torunlarımı gördüm, eşim de işimde düzene girdi.” derken saçlarına ak düşen, yaşlanan, dünyada yeni analar bırakıp, ahrete göçen analar. Uğruna kurban olunacak kadar önemlidir, Yörük obalarında ana! ‘Ana dıştan ağlar, baba içten ağlar’ derler. Baba vatanını, namusunu,
toprağını, evladını canını verecek kadar sever. Oturmasını, kalmasını bilir, ağırbaşlıdır, korkusuzdur, adaletlidir. Kadına güvence, evlada örnektir Yörük yurdunda baba. Yörüklerde Avcılık Atalarımızın bizlere bıraktığı bereketli topraklara sahip ülkemizde, 9 binden fazla bitki, bini aşkın hayvan ve kuşlarla en fazla beraber olan ve onlarla iç içe kardeşçesine yaşayanlar, Yörüklerdir. Yörükler, hayvanları takip ederler; depremin olacağını önceden belli eden köpeği, yağmurun yağacağını önceden bilen keçiyi, mahalleden ölü çıkacağını bilen alıcı kuşu iyi tanırlar… Yörükler, hayvanlardan istifade ederken, onların neslini asla yok etmezler. Avda bir alay kuşu, bir sürü tavşanı öldürenleri ayıplarlar, azarlarlar. Yörük avda, av hayvanlarının çiftleşme ve üreme mevsimini bilir. Hatta daha ileriye giderek, “Hamile hayvanların ve yuvada yavrusu olan kuşun eti yenmez. Günahtır, haramdır.” derler. Su içerken, uyurken, vurmazlar. Avcılığın da adabı, töresi vardır. Yörükler, öldürmekten, yok etmekten hoşlanmazlar. Kekliğin ötüşünü, şahinin uçuşunu, turnanın gökyüzündeki, bülbülün yeryüzündeki sesini her zaman görmek, duymak isterler. Dağlardaki avların neslini bitirenler, Yörük değildir. Doğanın dengesini bozan yok eden, ormanları talan eden, ya-
kan, şehir yapanlardır. Hayvan ve kuşları öldüren, zehirli tarım ilacı ve gübre üreten, denetimsiz piyasaya sürenlerdir. Avcılığın kurallarını bilmeden, eline otomatik tüfek alıp dağa çıkan, önüne geleni vuran öldürendir ve bunları engellemeyen devleti yönetenlerdir. Tek tüfek çıkınca, “Mertlik bozuldu.” deniliyordu; otomatik tüfek, namertlikle beraber geldi. Bunun üzüntüsünü, yüreğimizde hissediyoruz. Yörükler, kuş yuvası bozmazlar. Kuş tüneğinde iken yağmur yağmadığını bilirler. Kuşlar da bundan emindirler. O nedenle, yaylalardaki Yörük neneleri, “Kuş tüneğinde korkmaz.” derler. Tabii ki korkmazlar! Çünkü onlar Yörük yurdundadırlar! Yörükler Ne Yer Ne İçer? İncir: Tatlanınca balart, olgunlaşınca incir, kurutulunca yemiş olan kara incirin; kil ve mersin yaprağı ile, kaynatılan suya batırıldıktan sonra kurutulup, ak torbada bekletilip, kışın içine ceviz katıp yiyen Yörük, güreşlerde de pehlivanlara ödül olarak, avuç avuç incir dağıtır. Çakal Armut: Ala, sarı, çakal armutları toplayıp, saman sepetine koyup, olgunlaşınca bal gibi yemesini bilen Yörük, yurtlarına armut alanı, çatal armut boğazı, bozca armut gediği gibi isim vermiştir. Ayva: Yörük, ak appak çiçek açan, sonra yeşil olan, daha sonra sapsarı olan, burcu gibi kokan ayva, sıcak küle gömülürse tadı bir başka, dilinip kurutularak kak yapılıp hoşafı yapılırsa, tadının bambaşka olduğunu iyi bilir. Tanesi dökülmeden yenen narın, dağların yanal almasının, kayaların alıcığının, yamaçlardaki çitemiğin, tarla anlarındaki pamuk gibi iğdenin, kızılçam ağacına sarılmış üzümün başta olmak üzere, ağzının tadını bilen Yörüktür. Tarhana: Ata yemeğimiz tarhananın içine, Allah ne verdiyse katılır. İlk karıldığında, göcesi yoğurtlanarak yenir. Kurutulduktan sonra, üzeri buharlı tarhanaya mısır ekmeğini ufalayıp yedin mi, gel keyfim gel! Dirikme: Yağmurlu havalarda, nohut, fasulye ve buğdayı kaynatıp, yaptığımız dirikmeye; nerdek, sarı ekşi, kırmızı biber katar, küyner kokulu tahta kaşıkla
arası sulu yersek, dışarıda yağan siğim siğim yağmuru da içinizde hissedersiniz. Kabuk Fasulye: Yaylalarda, çalı harımla etrafı çevrilerek, toprağa hayvan gübresi dökülerek yetiştirilen sırık fasulyenin, yeşilken toplanarak ipe çizip kurutulmasından sonra, yağmur yağınca odun ateşinde haranıda yanık soğan kokulu pişirilip, içine sarı ekşi sıkıldı mı, tadına doyulur mu? Ekmek: Saçta, eli kınalı anaların pişirdiği buğday unundan yapılan yufkadan gatmar yapılırsa, hamurlu ekmeğe daha sıcakken tereyağı sürülürse, darı ekmeğini deri çökeleğine bastırılıp bastırılıp yenirse, hele üfelemeç ya da dingil çorbalarına ufalayıp yenirse şifa değil midir? Bostan: Bostana girip; pembeleşmiş domatesi, burcu kokulu hıyarı, taze pırasayı, yemyeşil biberi dalından koparıp, hemen oracıkta bağdaş kurup, yufka
ekmeği ile yerseniz, bir de üzerine bir tas soğuk su içtiniz mi tamam olur. Yoğurt: Baharda, incirden çıkan ak sütün, yeni sağılmış kendi sıcaklığındaki süte katılıp karıştırılması ile oluşan ya da yine baharın başlangıcında gökten yağan çiğin, çayırdaki otun yaprağından güneş görmeden alınması ve süte katılması ile oluşan yoğurt; dünyada kendi adıyla anılan yiyeceğimizdir. Hele kese yoğurdunu buğday ekmeği ile “eşekkulağı” yapıp yemek, ne zevklidir… Dağarcıya konan yoğurdun, soğuk suyun içerisinde, üstünden tereyağı, altından çökelek yapmayı, “namerde muhtaç olmadan yaşamayı bilen” Yörüktür. Bolluğu da kıtlığı da bilen Yörük anası, üzümden pekmez, nardan ekşi, domatesten, biberden salça, susamdan tayın, arpadan, pelitten un, ottan çöpten yemek yapmasını bilir. Özetlersek; bir şişe yağ ile yarım çuval un ile bir kışı geçirmeyi, yani idareyi bilir.
Doğa Ve Hayvan Sevgisi Tarihte, doğayı çok seven, doğayı kendilerinde gören Yörüklerdir. Yörük, çevresindeki ormanı, kendi malı gibi korur. Yörüğün yurduna yakın yere oduna gidemezsiniz. Giderseniz, sizi ananızın kül döktüğü yere kadar kovar. Kendisi bile kuru dallardan odun yapar. Doğadaki yeşilin devamlılığı, Yörüğün koyununun, keçisinin, dolaylı olarak kendi yaşamının devamıdır. Yörük obalarında, insanların, köşenden şişene, goduktan guline, hayvanlar âlemi dostudur; sevdalarıyla bir tutmuşlardır. Türkülerini, manilerini onlara söylemiştir. Belki de dünyadaki hayvanları, doğadaki bitkileri, ağaçları yücelterek, sevdalarıyla bir tutan, doğayı kendisinde gören yalnızca Yörüklerdir. Bu nedenledir ki bırakmamışlardır dağları; sevgilerini, dertlerini hep dağlara söylemişlerdir. Düşünmüşler ki, dertlerine yalnız dağlar ortak olabilir. Herkes bilir ki, halk müziğinde hayvanlar vardır, hep
yaylalar, hep dağlar vardır… Müzik Kemençe: Yörük müziksiz yapamaz. Kapı gıcırtısına, yaprak hışırtısına oynar… Su kabağından teknesi, oğlak derisinden kapağı, at kuyruğundan yayı, sincap bağırsağından teli yapılan kemençeyi, erkek bir tepede çalarken, karşı tepede gırtlağına parmağını bastırıp, boğaz çalan kadından karşılığını görür. Cura: Kızılcık ağacından yapılan üç telli, tezene kullanmadan on parmakla çalınan curada, devenin hataplarına takılan havan çanlarının sesini duyabilirsiniz. Dörtnala giden atların nal seslerini, gökyüzünde uçan şahinin kanat çırpınışlarını, yürüyen sürünün ayaklarından ayrı ayrı, tıpır tıpır çıkan seslerini, yeni doğan çocuğun sallanan beşik gıcırtısını, apalayan, sendeleyen, düşen kalkan çocuğun mücadelesini, yağız delikanlının hızlı hareket etmesini ve
sert duruşlarını, yaşlılığın olgunluğunu, kadının sadeliğini, yurtların acılarını, sevdalarını… Velhasıl; cenazeye giderken yakılan ağıtları bile duyar, anlayabilirsiniz. Sipsi: Kargıdan yapılan, siğilcik kabuğuyla süslenen, bir karış boyundaki sipsi, Yörüğün çok uzaklara, dört bir yana duyurmak istediği, bastırılmış duyguları ortaya çıkaran müziğidir. Hem ağlatan, hem sevindiren, hem de oynatan o sestir. Sipsinin çalındığı tarafa, heyecanla dönmeyen Yörük yoktur. Yörüğün müziği bununla bitmez; düdüğü, kavalı, davulu, zurnası, delbeği, leheni, sazı… Hiç bulamazsa, ekin yaprağını iki elinin arasına alır üfler ya da ıslık çalar. Çalgının önünde de döne döne, çöke çöke, kıvrak zeybek, ağır zeybek, teke zorlatması, çömlek kırdıran oynar. Yörük oyunlarında, kartal kanadı gibi kollarını açar, teke gibi zıplar, deve gibi yürür, kısrak gibi sıçrar, Ege’den Yunanlıları kovan efenin, mavzer sıkışı gibi diz çöker. Tekrar ayağa kalkışı, oyunun devamı bir asalet, yiğitlik ve özgürlük gösterisidir. Bütün oyunları, ya karşılıklı, ya arka arkaya ya da ayrı ayrı oynarlar. Yörük kadını da, delbeğin, sininin önünde yanık türkülerle oynarken, Üzümlü dastarından başörtüsünü gıymana şeklinde beline kadar sallayarak örter; üç eteğini giyer. Türk kadının bayramı olan, içi delice dolu kapkara, deredeki akarsuda bile zor temizlenen kırnav buğdaydan, yumurması da, yazması da, yemesi de güzel olan sarı buğdaya geçişin türküsü “sarıca da buğday tanesi” türküsünde Allah’a, verdiği nimetten dolayı şükreder gibi ellerini açar, yaşadığı zorlukları anlatmak için seke seke yürür, sarı buğdayın gelmesinin mutluluğuyla sevinçle aniden döner, dönerken de hem başındaki gıymanası hem etekliği pervane gibi savrulur. Bu kadının çilesinin azalması, bayramının kutlanmasıdır. Ayrıca mani de söylenir: Ekersen sarı buğday ek Güdersen ak koyun güt Çekersen güzel kahrı çek Yörükler oyunlarında, aynı hareketi bir anda yapmamaları, tek tek oynamaları, oyun alanına dağılarak hâkim olmaya çalışmaları; Yörüklerin kendi içlerinde bile özgür olmak istediğini gösterir.
10
Türküler acıların, sevdaların, sevinçlerin, yiğitliğin, kahramanlığın, cesaretin, kolaylığın, zorluğun, varlığın, yokluğun, hayatta ne varsa hepsinin söze dökülmesidir. Yörüklerde Spor Ve Oyun Yörüklerin sporunda yarış vardır, yiğitlik vardır, koruma vardır, ahlak vardır. İslam’ın ahlakı, Türklüğün, yiğitliğinin sergilendiği yağlı güreşte, cazgırın, “Kispeti beline, besmeleyi diline, haydi pehlivan meydan yerine!” diye davetinden sonra, koç yiğitler, er meydanı zümrüt çayırda, sıra sıra dizilirler. Cazgır, peygamberimize salâvat getirip, “Allah derman versin.” diye ortaya salınca, pehlivan kıbleye doğru yürür, sağ ayaklarıyla, tek dizle toprağa basıp, toprağa dokunduğu sağ elini dudaklarına ve alnına götürür ve “Topraktan geldik, toprağa gideceğiz.” demek ister. Birbirlerini kontrol edip, tokalaşıp, kucaklaştıktan sonra başlayan güreş, kıran kırana geçen sürede, biri yenip diğeri yenilince; peşrev çekerken alkışlayan seyirci, bu defa yenilen pehlivanın gururu incinmesin diye, alkışlamaz. Yenen pehlivan da, rakibini yerden kaldırıp, kucaklamadan galip ilan edilmez. Hatta yenen pehlivan küçükse, yendiği kendinden yaşlı pehlivanın elini öper. İşte böyledir, Türk’ün ata sporu güreşin töresi!.. Darıya gelen kargaları kıl iple örülen sallama sapanla taş atıp kovan Yörük, kınalı kekliğin toplu hareket ettiğini, çil kekliğin bir taşta tıpkı karga gibi dört yana dağıldığını bilir. Darı soyarken de darıdaki renkli dişlerin sırasına göre yedili, danalı, Arap gibi simler takıp oyun oynar. Akşam olunca da topraktan yapılan Dontlu ırbığına su doldurulur, kapağına mısır tuğu, püskülü tıkanır, sonra üstüne gazal örtülür. Gece bekletilen su sabahleyin, hoş kokulu olur. Bu anlatmakla olmaz, yalnız içmekle olur. Buna Yörükler tuğ ya da gazal suyu der. Böbrek hastalığına da iyi geldiği söylenir. Yörükler buluştuklarında, her zaman oynadıkları çelik çomak, Amerika’daki golf un atası olan tokala, yıkık, an taşı, yanık, babıç kapma, Arap, çıngırak, cirit hep yiğitliğin temsilidir. Kadınlar da
Aslında Teke Yöresi’nde yaşayan Yörükler çok kazanamaz; eğirdiğini, yüne değişir de, bir türlü ses çıkaramaz. Şükreder haline, isyan nedir bilmez. Devletine sadakatlidir. Kanında vardır, ulu emre itaat… Vatan sevgisi, ecdattan yadigâr kalmadır. Vatanla birlikte var olduğuna inanır. boş durmazlar, kaya göç oynarlar. Göç, kırk taş ile oynanır. Hem, Peygamberimizin kırk kişi olunca, İslami açık açık anlatması ve hicreti, hem de Türklerin Anadolu’ya, hangi engellerle hangi konalgalarda geceleyerek geldiklerini anlatır. Zararlilarla Nasil Mücadele Edilir? Gece ormanda uyurken, yedi boğumlu zehirli kuyrukludan kurtulmak için, Yörük yatacağı yerin etrafına, keçi kılından yapılma ip dolaştırır. O zaman kuyruklu; keçi kılları kendine dokununca, rakip sanır, geri çekilir. Yılan ve kuyruklu soktuğunda kullanılan hayıt kabuğu, çamaşır suyunun ısıtıldığı kazandaki suya konursa, pireden bitten kurtulunur. Ayrıca çamaşır yıkarken, meşe külü ve sarı ekşi kullanarak temizliği de sağlarlar. Habersizce deriye yapışan ve yapıştığı deriye bacakları ile kafasını sokan yılan kenesini, elle veya cımbızla koparırsanız, ayakları ve kafası deride kalır, zehirlemeye devam eder. Kurtulmak için, iğneyi kıpkırmızı oluncaya kadar ateşte ısıtıp, yılan kenesinin kıçına sokacaksınız. O zaman yılan kenesi, deriden ayaklarını ve ka-
fasını çıkarır. Böyle kurtulup, yere atar, babıcınızın altında çiğner, zıvıtıverirsiniz, olur biter. Gece dağda kalır, etrafınızı kurt sararsa, ateş yakacaksınız. Hatta, bir közü havaya atsanız bile, kurtlar onu on kilometreden bile görür ve kaçarlar. Bostanı yabani hayvanlardan korumak için dikilen korkuluk gibi, küçük göllerdeki suyu, domuz batırmasın diye keçi kılından dokunan kara çulu, iki direğin ucuna ardarsanız, domuz oraya gelmez ve suyunuzu batırmaz. Yörük Göçü Keçilerle teke, O ister pıynarlı bir tepe. Koyunlarla koç, O da ister mevsiminde göç. Güzün sahile inen çoban, mutlu değildir. Daha ilk gün başlar yayla özlemi. Bitince kış; otlar cücüklemeye, ağaçlar pürçüklemeye, koca dağlardaki karlar alarmaya başlayınca; atlar kişnemeye, öküzler böğürmeye, eşekler anırmaya, koyunlar keçiler melemeye, köpekler havlamaya, tavuklar ötmeye başlayıp, göç zamanını haber verirler. Ak sakallı, gün görmüş Yörük dedesi, toplar ihtiyar heyetini. Bey çadırının başköşesine bağdaş kuran Yörük dedesi, elini kuşa-
11
hayvanları da unutmaz. Bazen erek olur, bazen ağıl olur, bazen de koşan olur kuzucuklara.Atalarımız demiş ki: “Armut ağlatır, / Söğüt söyletir, / Kavak kavlatır, / Gabardıç gölgesi baş yayladır.”
Yörüğün oyunlarında, fazla silaha rastlanmaz. Çünkü gücü silahta değil, yüreklerinde görürler de, kendilerini öyle ortaya koyuverirler. Bütün bunlardan sonra, dağılırlar öbek öbek ata yurtlarına. Ne zaman ata yurtlarına konarlarsa, o zaman mutlu olurlar. ğından çıkarır, sakalını sıvazlar, ihtiyar heyetini bir bir süzer; “Ak geçi, kara geçi, / Yine geldi yaz göçü” der. Artık göçe karar verilmiştir. Göç hazırlıkları, heyecanla sevinçle başlar. Hareket zamanını haber veren dukuk kuşunun ötmesi duyulur. Gecenin karanlığında, gökyüzünde, göçerlere yol gösterdiğine inandıkları deveci yıldızı da doğar. “Göç yolda düzelir.” denir. En önde, en değerli kızıl kilim yüklü, hataplarında havan çanlı develer, arkasında tülüler, yozlar, mayalar, dorumlar, köşekler… Göçün kaidesine göre, deve katarının ardından atlar, ırafanlar, kısraklar, taylar, gulinler, semerinde çar çaput yüklü eşekler, sıpalar, goduklar, öküzler, sığırlar, tosunlar, düğeler, danalar, bızalar, keçiler, tekeler, çepiçler, oğlaklar, koçlar, koyunlar, şişekler, kuzular… Kısaca, Yörüğün evcilleşmiş, dost saydığı bütün hayvanlar sıralanmıştır. Yörük göçte, geçit vermeyen koca dağlara tırmanmaya başlayınca, göç zorlaşır. Kalsa da atının nalları yolda, yırtılsa da ayağındaki çarığı, “Yüklü deve dinlenmez.” der, yürür Yörük insanı… Göç devam ederken, gece olunca varılır konalga yerine, yükler çezilir. Önce
hayvanlar doyurulur, dinlendirilir. Sonra, insanlar Allah ne verdiyse yer içer. Ortaya ateş yakılır. Curalar, sazlar, kavallar, sipsiler çalınmaya başlar. Yörük göçü zordur; ama aynı zamanda şenliktir. Türkülerde dağ, yayla özlemi vardır. Yaylaya ulaşma sevdası ile kendi sevdasını bir görmüştür, özgürlük tutkunu Yörük. Bu nedenledir ki, Türkülerinde göçün zorluğu ve yayla özlemi vardır. Türkülerin birkaçı şöyledir: “Dağlar seni delik deşik ederim”“Yaylam senin ne dumanlı başın var”“Yayla yolarında meleyen kuzu”“Sarı yaylam seni yaylayamadım”“Salınıp gelir gelin yayla yolunda”“Yüce dağ başında kar idim”“Benim ölüm şu dağlarda kalırsa”“Karlı dağlar karanlığı bastı mı”“Dirmilcik’ten gider yaylanın yolu”“Sarı kurdelem sarı, dağlara saldım yâri” Gibi, binlerce türkü, yaylalar için söylenmiş. Oysa sahil için söylenen türküye pek rastlanmaz. Yaylaya yaklaşınca, Yörük gabardıcın kokusunu almaya başlar. Bilseniz ne ferahlatır, huzur verir, güven verir, kendine gelir… Yayla denince akla, gabardıç gelir. Yörük, gabardıcın gölgesine bakar, hemen oraya kuruverir alacığını, çadırını. Gabardıç
Varınca göç yaylaya, ulaşmıştır insanlar, özlediği ata yurtlarına. Bu sevinci kutlamak, yarenlik yapmak isterler. Yüksecik bir çayırda toplanırlar; buraya yarenlik yerleri denir. Yaren beleni, yaren tepesi de denir. Oğuz boylarının, Türkmenlerin, Yörüklerin toplandığı yaren yeri, yiğidin harman olduğu yerdir. Türklerin, tarih boyunca oynadığı cirit, güreş, çelik gibi oyunlar bir daha oynanır. Gücün, sevdanın, birliğin gösterisi yapılır. Obanın bütün insanları, oyuna iştirak ederler; sevinci paylaşırlar; hünerlerini gösterirler. Yörüklerde öyle güç, parayla ya da kolay kazanılan payelerle gösterilmez. Güç, bilekle, yürekle, akılla gösterilir. Yörüğün ata binişi, yürüyüşü, zeybek oyunu, konuşması, oturması, kalkması… Hepsi ahlak ve yiğitlik sembolüdür. Çünkü ata öyle yapmış, oğullar devam etmiştir. Devam etmek de gerekir. Yörüğün oyunlarında, fazla silaha rastlanmaz. Çünkü gücü silahta değil, yüreklerinde görürler de, kendilerini öyle ortaya koyuverirler. Bütün bunlardan sonra, dağılırlar öbek öbek ata yurtlarına. Ne zaman ata yurtlarına konarlarsa, o zaman mutlu olurlar. Zaten, gezilmiş yurdun konması da kolay olur. Sonuç Hayat, devam ederken Yörük obalarında; insanları dosttur, açık sözlüdür, sevda yüklüdür, yiğittir, merttir, cömerttir, olgundur. Türk’ün mayasıdır; saygılıdır büyüğüne; sadakatlidir devletine. Zorlukları aşınca mutlu olur; şükreder haline; soğuk günlerde kepenek yeter. Bilir yaşamın zorluklarını; ama kopamaz dağlardan bir türlü, tutkuludur özgürlüğüne. Tarifi şahsiyettir, sevdası hürriyettir. Güneş batarken ay doğsun! Ay batarken güneş doğsun! Üzerinizden aydınlık ve hürriyet sevdası hiç eksik olmasın.! Sağ olun var olun…
12
Murat Karaman
Kozbudaklar’da Bir Akşam Buralarda (adını bilmeseniz de) birileriyle selamlaştıysanız, hiçbir şeyden endişe duymanıza gerek yoktur aslında. Haliniz, hatırınız, daha bir ısrarla da aç olup olmadığınız sorulur. Gül yüzlü yörüklerüklerle aç gözlü şehirlilerin belirgin farkı da budur zaten.
P
rojenin birinci turuna Kozbudaklar’dan başlamıştık. İlk göz ağrımız yani. İkinci turda da ilk köyün Kozbudaklar olması kaçınılmazdı. Naim amcayı unutamamıştık, Mehmet amcayı, Muhsin’i, Ersin’i... Bu köyde aç kalma ihtimalimiz yoktu yani. Neredeyse köyün yarısını tanıyorduk. Başlarken merak ve endişeyle gittiğimiz Kozbudaklarda, bu kez endişe yoktu. Tabii bir de M. Ali DURMUŞLAR. Amerika’da kendisine yeni bir başlangıç yapan Ali kardeşimize yeni yaşamında mutluluklar diliyoruz. Belgesel çalışmamıza en fazla katkıda bulunanlardan Ali’yi çok özleyeceğiz. Buralarda (adını bilmeseniz de) birileriyle selamlaştıysanız, hiçbir şeyden endişe duymanıza gerek yoktur aslında. Haliniz, hatırınız, daha bir ısrarla da aç olup olmadığınız sorulur. Gül yüzlü yö-
rüklerüklerle aç gözlü şehirlilerin belirgin farkı da budur zaten. İftardan yarım saat önce köy meydanındaydık. Ben (Murat KARAMAN), Cem ŞEFLEK ve Kenan KAYA. Bu “çat kapı” iftar misafiri olma fikri, üşenmeyip İstanbul’dan gelen Kenan’a aitti. Oruç mahmurluğuyla iftarı bekleyen Yörüklerle kısa bir sohbetten sonra, birinci turda tanıştığımız Naim Amca’nın köyde olup olmadığını sorduk. Naim amcayı, eşiyle birlikte çilek tarlasında çalışırken tanımıştık. Çileklerin yeni yeni kızarmaya başladığı zamandı. Yanımızda köyün genç efesi, gönüllü mihmandarımız Muhsin vardı. Verdiğimiz selamı coşkuyla alan Naim amca, olgunlaşmaya çalışan birkaç çilek ve kızarmış yoğurtlu biberden ibaret kumanyasını ikram etti. Ayrılırken Naim amcanın ısrarlı davetlerine icabetimizi erteleyebilmek için “yine geleceğiz,
13
görüşürüz” demiştik. İşte bu Ramazan akşamı yine geldik. Köy kahvesinin önündeki delikanlılardan biriyle Naim amcaya haber saldılar, “senin fotoğrafçılar geldi” diye... Kısa bir süre sonra Naim Amca yanımızda bitiverdi. Sanki çok sevdiği çocukları gelmişti uzaklardan. Yüzünde gece boyu hiç gölgelenmeyen bir mutluluk ifadesi evin yolunu tuttuk. Sonradan öğrendik ki, köy meydanında bekleşenlerin bir kısmı, köye misafir gelir de açıkta kalır düşüncesiyle bekleyenlerdenmiş. Kentte kadınlar çat kapı misafirden hiç hoşlanmaz bilirim. Oysa Naim Amca’nın eşi karşısında bizi görünce, Naim Amca’dan bile fazla sevinmişti. İlerlemiş yaşına ve oruçlu olmasına rağmen bir telaşla sağa sola koşturmaya başladı ki görülmeye değerdi. Bu sırada Naim Amca’nın damadı Hacı Yusuf ve eşi, elinde koca bir nevale tabağıyla girdi kapıdan; “Kahve önündekiler, babanlara misafir gelmiş dedilerdi. O yüzden geldim” dedi. Hacı Yusuf oldukça espirili bir insan. Alınganlığınız yahut hassasiyetiniz fazla değilse Hacının biraz ağırca şakaları keyif veriyor doğrusu. Köyün yarısının Hacı Yusufla küs olmasını fazla alıngan olmalarına bağlıyor Hacı. Naim amcanın evi 150 yıllık orijinal bir yörük evi. Taş üstüne ahşap. Bir yanda hayat, diğer yanda küçük odaların olduğu, döneminin tipik özelliklerini taşıyan bir yapı. Naim amca ve eşine biz de yardım ederken top patladı ve iftara geçtik hep beraber. “Bir kişinin doyduğuyla iki kişi, iki kişinin doyduğuyla üç kişi, üç kişinin doyduğuyla dört kişi... doyar” ne demek anladık. O akşam köy meydanında seyyar market bile kurulmuştu. Merkez uzak olduğu için insanlar ihtiyaçlarının çoğunu bu yolla karşılarmış. Bakkaldan manava tatlıcıdan manifaturacıya her şey kadar vardı orada. Küçük bir panayırdı adeta. Evde içilen çaylar, köy meydanında devam eden sohbet, sonrasında veda vakti. Vedalaşırken Hacı Yusuf ’un son şakasına kahkahayı bastık; “Mutlaka gidecekseniz ısrar edivereyin accık!”
14
Mehmet Pelvan
Halk arsında Köçekler diye söylenen bu köyün esas ismi ‘Küçükler’miş. Şuan resmi kayıtlarda da ‘Küçükler’ olarak geçiyormuş. Ama her nasıl olduysa ‘Köçekler’ olarak anılmış hep yıllardır ve öylede gidiyormuş
Köçekler Mahallesi
B
ir bahar günüydü. Yemyeşil buğday başaklarının el ele verip halay çeker gibi süzülerek sağa sola salındığı, al kirazların dallarlını bir gelin gibi süslediği, sararıp olgunlaşan arpa başaklarının bu cümbüşü neşe içinde izlediği bir zamanda yolumuz düşmüştü Köçekler mahallesine. Uzayıp giden kıvrımlı yollardan, yol kenarlarındaki şırıl şırıl akan çeşmelerin başından gide gide ulaştık bu şirin köye. Köyün girişinde bizi; her biri bir nöbetçi kulübesi gibi duran samanlılar karşıladı. Çatıları adeta göğe değmek ister gibi onurlu bir duruşları vardı bu samanlıkların. Köçekler mahallesi resmiyette Hobandanişmendin Mahallesi oluyor. Ama her ne kadar resmiyette mahallede sayılsa da; hem Köçeklerlilerin
kendileri hem de komşu köyler buraya köçekler köyü diyorlar. Beklide onların bu tutumları kendilerini mahalle olmaktan ziyade köy olarak görmek istediklerinden kaynaklanıyor. . Köçekler köyü Hobandanişmende yaklaşık 1 km. mesafede, ilçesi Harmancığa ise 7 km uzaklıkta bulunuyor. Hane sayısı 25 nüfusunun ise yaklaşık olarak 80–90 civarında olduğu tahmin ediliyor. Halk arsında Köçekler diye söylenen bu köyün esas ismi ‘Küçükler’miş. Şuan resmi kayıtlarda da ‘Küçükler’ olarak geçiyormuş. Ama her nasıl olduysa ‘Köçekler’ olarak anılmış hep yıllardır ve öylede gidiyormuş Köçekler köyünü göç dalgası baya şiddetli vurmuş gibi görünüyor. Zaten bunu köye ilk girişinizde hemen hissediyorsunuz. Tenha sokalar, viraneleşmiş evler, yıkılmaya yüz tutmuş
15
samanlıkları görünce, nerede bunların sahipleri diye sormadan edemiyorsunuz. Bizde öyle yapıp sorduk. Aldığımız cevap; tüm dağ yöresi köylerinin koro halinde sık sık dillendirdiği aynı nakarattı. “Bursa’ya gittiler!” Köçekler köyü yaklaşık 20 yıl öncesine kadar epey canlı bir köymüş. Köçekleri köçekler yapan, etraf köylere adını duyuran çeşitli meslek erbapları varmış. Bu kişilerin köyün ekonomik ve sosyal yönden gelişip tanınmasında büyük katkıları oluyormuş. Köçekler köyü ilk etapta bu değerlerini yitirmekle bir durağanlaşma dönemine girmiş. Şöyle ki: Bu köydeki (Koçakçılar) denilen bir sülale Harmancık başta olmak üzere Orhaneli, Keles ve Tavşanlı bölgesi de dâhil olmak üzere hemen hemen tüm dağ yöresinin sünnetçiliğini yapıyormuş. Bu ailede sünnetçilik atadan dededen geldiği için uzun yıllar devam etmiş. Dolayısıyla bu sünnetçi (Koçakçı) bu köyün adını dağ yöresinin tamamına duyurmuş. İkincisi yine bu köyden (Göcenler) denilen bir sülalede bu yörenin tüm sünnet ve düğünlerinde aşçılık yapıyormuş. Yani bir köyde düğün varsa göcenlerin ‘Aşçı İsmail’ kepçeleriyle orda olurmuş. Sünnet varsa bu defa Aşçı İsmail’le beraber sünnetçi Koçakçıda sünnet takımlarıyla beraber orda olurmuş. Hal böyle olunca Köçeklerliler olmadan düğün, sünnet yapmak pek olmazmış. Dolayısıyla bu iki sülalenin hem bu
köyün adını etrafa duyurmakta hem de köye sıcak para girmesinde büyük katkıları oluyormuş. Bu kişiler mesleklerini zamana göre yenileyip geliştirmedikleri için sünnetçilik sağlıkçılara, düğün yemekleri de lokantacılara geçmiş. İkinci büyük yıkıcı dalga ise Bursa ya göçle yaşanmış. Şu an köyün yaklaşık dörtte üçü Bursa da yaşıyormuş. Köydeki evlerin viraneleştiği gibi zamanla köyün camiside bundan nasibini almış ve oda bu civarın en eski camilerinden biri haline gelmiş. Bu duruma daha fazla göz yumamayan köyün imamı Fezayil Hoca (ken-
disine aynı köyden) “Allahın evi böyle virane olamaz” deyip eli kolu sıvamış ve şuan köyde yaşayan az sayıdaki vatandaşa önderlik edip yeni bir camii inşaatına başlamış. Fezayil Hoca Bizden şöyle bir ricada bulundu. Ne olur şu bizim yok şartlardaki gayretimizi de derginizde bir dile getiriverin. Böylelikle beklide Bursadan varlıklı bir elin bize uzanıp destek olmasına sebep olursunuz dedi. Biz de bu çağrıyı ilahi bir görev sayıp siz okuyucularımıza duyurmayı üzerimize borç bildik. Camii inşaatının üstünde heyecanla ve bir o kadarda gayretle dolaşıp du-
16
ran Fezayil Hoca ve ustalara Kolay gelsin dileklerinde bulunduktan sonra köyün alt tarafında ki tarihi bir Kuyuyu görmek için yola çıktık. Eskiden köçekler köyünde su yokmuş dolayısıyla köylüler su ihtiyaçlarını köyün hemen alt tarafında bulunan kuyulardan karşılarlarmış. Köyün altındaki genişçe bir alanın ortasında bulunan kuyuya vardığımızda onu kolu kanadı kırılmış mahzun ve terkedilmiş bir halde bulduk. Kuyuyu bu halde görünce o anda Yunus’un; Benim adım dertli dolap Suyum akar yalap yalap Böyle emreylemiş çalap Derdim vardır inilerim Beni bir dağda buldular Kolum kanadım kırdılar Dolaba lâyık gördüler Anın için inilerim… Mısraları dudaklarımdan kendiliğinden dökülmeye başladı. Bizde, Yunus misali sorduk kendisine: halin nicedir niçin böyle inlersin
ey kuyu diye! —Dedi ki; sen Yusuf ’u bilir misin? —Yunusu bilen Yusuf ’u bilmez mi hiç dedim. —İşte ben onu koynumda saklayanım, diye başladı ilk sözlerine. Bir zamanlar buralar şendi. Etrafımda koyun kuzu otlar, çocuklar çelik ço-
mak oynardı. Şu üst tarafımdaki yoldan gelip geçen kervanlar benim buz gibi suyumu içmeden geçmezdi. Hele yaz gelip de orak harman olunca tarla tarla, harman harman sıcaktan dili damağı kuruyanlara bakır bakır sebil dağıtırdım ey oğul. İşte sararıp solan yüzümdeki bu derin
17
başladı. Dağda kestiler bezenim Bozuldu türlü düzenim Ben bir usanmaz ozanım Derdim vardır inilerim Köy halkından göcenlerin Mustafa’yla gitmiştik kuyunun yanına. O gün beni epey etkileyen bir olay gerçekleşmişti orda. Bizim kuyuyla dertleştiğimiz sırada ellerinde bahçelerinden toplamış oldukları kiraz poşetleriyle iki kişi gelmişti yanımıza. Bunlardan biri, bize rehberlik eden Mustafanın oğlu Ahmet, diğeri de amcaoğulları Şükrü imiş. İkisi de Bursa da çalışıyorlarmış ve o gün bir yakınlarının sünneti vesilesiyle gelmişler köylerine. Konuşurken bir ara Ahmet; amcaoğlu Şükrünün babasının güzel şiir yazdığını belirtip, onun şiirlerinden de dergimizde yayınlamamızı önerdi bize. Mesela en son yazdığı şiirini alıp yayınlayın dedi. Bu son cümle kafama takılmıştı. En son yazdığı şiir! Acaba ‘neye’ yazılmıştır ki bu en son şiir? İsteyip yayınlamayı düşündüm bu en son şiiri, konusu her ne olursa olsun. O gün tatil dönüşü Şükrü, ekmek parası için bugüne kadar kim bilir kaçıncı kez çıkmış olduğu Bursa yolunda kaza geçirir ve maalesef bir yaşındaki oğlunu kaybeder ve eşiyle birlikte kendiside de yaralanır. Bir kaç gün sonra bu acı haberi duyunca aklıma ilk gelen ‘en son şiir’ oldu. Şair bir dedenin yazabileceği en son şiirin konusu başka ne olabilirdi ki:
çizgiler hep bu yüzdendir. Ama nafile. Yılar oldu, bak kimse gelmez oldu artık suyuma. Direğim kırıldı, akarım kurudu, kovamın düzeni bozuldu. Bak karşımdaki yoldaşım söğütte kurumaya yüz tuttu, onunda gölgesine kimse oturmaz oldu gayrı dedi ve benim başta mırıldandığım mısraları kaldığım yerden alıp inltili iniltili mırıldanmaya
EMİR HÜSEYNİME Elinde kek yarım yarım yiyişi Bana sarılıp elveda siye gidişi Gülüyordu yavrum son görüşü Canıyla ödedi tatil dönüşü Saadet ararken çilelere büründüm Derman yerine dertlerle doldum Ateşimi acımı kendim söndürdüm Kederimi üzüntümü içime gömdüm Kısadır kısa olur yaşaması gülün Çok tatlıdır şakıyıp ötmesi bülbülün Gözyaşlarımın pınar olduğu zulüm Yavrumun yavrusu çok acı ölüm Virajlı yolların bittiği zamandı Kalbim durdu ciğerlerim yandı Ona ulaşıp onu bulduğum andı Cansız yatan oğul balı candı Yarım saat önce elimden tutan Kendi araçları idi onları dağıtan Yol kenarına tek tek atan Ah yavrumun yavrusu morgda yatan Gelip giderdi birkaç defa ayda Yavru kuşum cenente tek fayda Rabbimin imtihanıydı bu olayda Cümle cihan senin olsa ne fayda
Günler sonra Harmancık elektrik kurumunda çalışan Hüseyin ağabeye gidip başsağlığı diledim ve bu en son şiir meselesini anlatıp, en son şiirini siz okuyucularımız için kendisinden rica ettim.
Ölüm tarihi yazılır mezar taşına Daha yeni girmişti bir yaşına Cennete uçtu kendi başına Elveda anne baba konu komşuna
Tahminim doğruymuş. Kendi acı ve özel duygularını göstermemek için pek kabul etmek istemedi ama yinede o en son şiirini verdi. Yerimizin kısıtlı olmamamsı bu şiirin ancak bir kısmını yayınlayabiliyoruz
Kaza ve kaderine inandım Şefkat ve merhametine dayandım Kuvvet ve kudretien güvendim Yarabbi elerimle toprağa gömdüm
18
19
Koza Han Geçmişten geleceğe tarihin izleri...
20
Ihlamur kokularının yayıldığı, güneşin başka aydınlattığı, fotoğraf sanatçılarının vazgeçilmezi, ressamların tablolarına hayat veren, Bursa’ya gelen yerli ve yabancı turistlerin uğramadan geçemediği, dünyaca tanınan sanat şaheseri…
Orhan Turhan
B
ir sonbahar sabahında kapılarını ağır ağır açıyor Koza Han. Sabahın İlk ışıklarıyla tarihin derinliklerinden gelen huzurlu havasını soluyorum .Ağır adımlarla handa dolaşırken, geçmişin izlerini yaşamaya başlıyorum; huzurun, sükunetin ve tarihin eşliğinde. Sabah çayımı yudumlarken hayallere dalıyorum. Çocukluk dönemlerimde geldiğim ve her yerin beyazlara büründüğü bir mekan olan Koza Han’da, köylerden çuvallar içerisinde gelen kozaların etrafında iğne atsanız yere düşmeyecek bir kalabalığın yaşandığını anımsıyorum.İpekböceklerini topladığım ve onları bir kutu içerisindeki dut yapraklarının üzerinde beslediğim günler aklıma geliyor. O günlerin yaşandığı bu muhteşem eserin tarihini Koza Han Yönetim Kurulu Başkanı Sayın Hasan Tunçman’dan öğreniyorum. Bursa şehrinin gözbebeği, Osmanlı’nın
mirası, tarihin derin dokuları, doğallığın tadı, ipeğin zerafeti… Ihlamur kokularının yayıldığı, güneşin başka aydınlattığı, fotoğraf sanatçılarının vazgeçilmezi, ressamların tablolarına hayat veren, Bursa’ya gelen yerli ve yabancı turistlerin uğramadan geçemediği, dünyaca tanınan sanat şaheseri… “KOZA HAN”. II.Beyazıt tarafından dönemin mimarlarından Abdül Ula Bin Pulat Şah’a İstanbul’daki eserlerine vakıf olarak yapıldığını öğreniyorum. Koza Han eskiden çuvallar içerisinde gelen ipekböceği kozalarının satışının yapıldığı bir yerdi.Kozalardan elde edilen ipek kumaşlar Bursa’nın tekstil merkezi olmasında ilk rolü oynamıştır. Bursa ve çevresinde yaklaşık bin yıldır yaşamakta olan ve kendilerini Manavlar olarak ifade eden Türkler,ipek böceği üreticiliğini yüzyıllardır yapmaktadırlar. Orta Asya’dan gelen bu gelenek bu-
21
rada da sürdürülmüştür. Dikdörtgen bir avlunun çevresinde iki katlı olarak yaptırılan ve halen doksan beş dükkanı bünyesinde barındıran Koza Han’ın tam ortasında küçük bir mescit ve onun altında bir şadırvan bulunmaktadır. Han’da, eskiden oda olarak kullanılan birimler artık mağaza halini almıştır. Hanın doğusunda çok önceleri konaklamaya gelenlerin atlarını bağladıkları ahır ve depoların bulunduğu ‘Dış Koza Han’ denilen ikinci bir avlulu bölüm yer alıyor. Han, ‘Uzun Çarşı’ya mavi çinilerle süslü bir ‘taç kapı’ ile açılıyor. “Geçmişte “Cedid-i Evvel”, “Şimşek Hanı”, “Beylik Kervansarayı”,”Beylik Hanı”, ”Cedid-i Amire” ve “Yeni Kervansaray” olarak adlandırılan Koza Han’ın, 19. ve 20. yüzyıllarda bir dönem banka ve sigortacılık merkezi olarak kullanılmıştır. Tunçman, yapıldığı tarihten itibaren zaman zaman doğal afetlerden etkilenen Koza Han’da, 1940 ve 1980’li yıl-
larda büyük çaplı tadilat yapıldığını belirtti.Tarihi Kapalı Çarşı’da 1958 yılında çıkan ve büyük tahribata yol açan yangının, bir iki dükkan dışında Koza Han’a fazla zarar vermediğini belirten Hasan Tunçman, Han’ın avlusunun o dönem yangın zedelerin toplanma yeri olarak kullanıldığını, gidebileceği iş yeri kalmayan esnafın her sabah Han’a geldiğini, borçlu ve alacaklıların birbirlerini burada bularak, sorunlarına çözüm aradıklarını vurguladı.Halen Bursa ekonomisine ipekçilik alanında katkılarını sürdüren Han’ın, üst katında
ipekli ürünlerin satıldığı mağazalar, alt katında ise kafeteryalar bulunuyor.Tarihi bina, hem ziyaret, hem ticaret, hem de dinlenmek isteyenler için Bursa’nın vazgeçilmez mekanlarının başında geliyor.Türk ve Bursa ipekçiliği için çok büyük öneme sahip olan Koza Han, son olarak İngiltere Kraliçesi II. Elizabeth ve eşi Edinburgh Dükü Prens Philip’i ağırladı.Bu ziyaret Koza Han’ın tanıtımında dünyaya açılan bir pencere görevi gören Kraliçe II.Elizabeth ve eşinin ziyaretinden sonra, tarihin izlerini taşıyan Koza Han, ziyaretçi sayısındaki artışı ile yüzleri güldürüyor. Koza Han’da hareket başlıyor, Yeşil Bursa’nın güzel insanları geçmişten geleceğe tarihin izlerini yaşamayı sürdürüyor. Sayın Tunçman’la huzur veren bu ortamda sohbetimizi bitirirken, kendisine vermiş olduğu bilgilerden dolayı teşekkür ediyor ve sükunet’in kaynağını fotoğraflamaya devam ediyorum.
22
Bir an bulunduğunuz yerden çıkıp, Toroslar’da, kaba ardıcın gölgesine dengilip, şöyle uçsuz bucaksız dağlara baktığımızı hayal edelim: yemyeşil ovalar, pınarlı yakalar, kıvrım kıvrım akan dereler, yalçın kayalar, karlı dağlar, Yaradan’ın bizlere
Göynükbelen’de Çanakkale Ruhu B Yılmaz Taşdemir
eldemiz, Orhaneli’ye bağlı ve ilçeye 10 km uzaklıkta bulunan bir köydür. Orhaneli’ye bağlı olmakla birlikte BUrsa’ya ve Bursa Keles karayoluna daha yakındır. Köy 1989 yılında Belediye Teşkilatı’nın kurulmasından sonra gelişip büyümüştür. Kaynak kişiler köy yakınındaki Seferışıklar Köyü’nden gelen yörükler tarafından kurulduğunu belirtmektedirler. Göynük, “Tepedeki Sırt, Tepedeki Tarla” anlamını taşımaktadır. “Göynük yani ormandan tarla olarak ilk defa oraya açılmış” ola-
rak açıklanmaktadır. Bazı kaynaklarda köyün adının acı, ıstırap anlamına geldiğini ifade eden yorumlar vardır ki bu doğru değildir. Çünkü halk dilinde göynümek; “yanmak” demektir ve göynük yanmış orman manasına gelmektedir. Köy Hicri 937, Miladi 1530 tarihli muhasebe defterinde kayıtlıdır. Ancak defterde Göynük olarak Atranos kazasına bağlı bir köy, hem de Göynüklü olarak Kite Kazasına bağlı bir köy yer almaktadır. Köyün şuandaki konumu bu iki kayda da uygun düşmektedir. Köy 1908 salnamaesindeki mülki taksimat ile
23
1925 yunan Fecayii Köyler listesinde Atranos ilçesine bağlı görünmektedir. 1927 salnamesindeki köyler haritasında Bursa’ya bağlıdır. İçişleri Bakanlığının 1933 tarihli köylerimiz adlı yayınında ise yine Bursa merkeze kayıtlı bulunmaktadır. Beldenin 1908 nüfusu 153 hane, 1927 nüfusu 752 kişi, 1990 nüfusu ise 2220 kişidir. Şu an beldede 370 emekli bulunmakla birlikte, başlıca geçim kaynakları çilek, kiraz ve büyük baş hayvancılıktır. Her türlü kışlık erzağını da kendisi yetiştirmektedir. Beldemizde Çanakkale ile ilgili bir şiir gecesi yapmamızın başlıca sebeplerinden bir tanesi dünyadaki gelişen olaylardan dolayı bütün insanlarda olduğu gibi bizim insanımızda da elinde olmayan sebeplerden dolayı maneviyat eksikliği hissedilmekteydi.. Fakat biz şuna inanıyoruz ki Çanakkale’deki savaşın olduğu zaman devletimize toplamış olduğu maddi yardımlarla ordumuza uçak hediye eden bir neslin çocuklarıyız. O sebepten dolayıdır ki bizler zaten bu ruhu içimizde yaşamaktaydık. Fakat üzerinde ufacık bir toz vardı. Bizler de bu tozların alınmasına sebep olduysak kendimizi bahtiyar hissedeceğiz. Dernek olarak zaman zaman beldemizde bu tür etkinlikler yapmakla beraber böyle etkinliklerde halkımızın büyük yardım ve desteklerini görmekteyiz. Gerek belediye olsun gerek muhtarlık olsun bu tür etkinliklerde bizlere devamlı yardımcı olmaktadırlar. Bundan sonra da olacağını temenni ediyoruz. Biz Göynükbelen Kültür ve Dayanışma Derneği olarak bütün etkinliklerimizi her zaman beldemizde yapmaktayız.
24
Bunun başlıca sebebi ise beldemizden Bursa’da tespit edebildiğimiz kadarıyla 540 hane olması. Bu hane sayısı bizleri Bursa’da etkinlik yapmamızda zorluklarla karşı karşıya bırakmakta. Tabii ki başka sebepler de bunlara eklenince Bursa’da etkinlik yapmak zorlaşıyor. Bu sebepten dolayı genelde bizler 6 Mayıs’ta (Hıdrellez’de) senede bir defa asker gecesi ve Kurban bayramının ikinci gününde bundan 40 yıl önce bırakılmış çevre köylerde yapılmakta olan orta oyunu DEVE oyununu hayata geçirmiş olmaktayız. Bundan böyle her kurban bayramının 2.günü DEVE oyunu yapılacaktır. Çanakkale ruhunu yaşatmak anlamında yapmış olduğumuz şiir gecesinde şiirleri ilköğretim öğrencileri okudular. (Burada görev alan bütün çocuklarımıza ve bir gün de olsa bu öğrencilerimizi yalnız bırakmayan Göynükbelen ilköğretim okulu öğretmenlerinden Hüseyin Hocamıza teşekkür ediyoruz. Şiir gecesinde şiirleri özellikle çocuklara okutmamızın sebebi de yavrularımızın Çanakkale’yi sadece kuru bilgi’den ibaret görmeyip ruhunu da yaşayabilmelerine katkıda bulunmaktır. Bu etkinlikte emeği geçen bütün dernek yönetimi arkadaşlarıma ve belde belediye başkanlarımıza ve muhtarımıza teşekkür ediyor bundan sonra yapacağımız etkinliklerde de aynı duyarlılığı göstermelerini temenni ediyorum. Bütün belde halkımıza da özellikle teşekkür ediyorum. Sözlerimi bir anekdotla bitirmek istiyorum. Bir Japon’la bir Türk’ün diyaloğu. Japon: “Biz öğrencilerimizi Hiroşima’ya götürüyoruz.”der. Bunun üzerine Türk “Biz nereye götürelim?” diye sorar. Japon “sizde öyle bir yer var ki dünyanın hiçbir yerinde yok. Orası Çanakkale” der.
a m ar
M y ne
Gü
ü ğ yü
E
ü B n
n ı n ’ a r
! a ’d
a s r u B
DÜĞÜN, NİŞAN, KINA, SÜNNET, KOKTEYL VE İŞ TOPLANTILARINIZ İÇİN
235 05 00
Merinos, Kanal Cad. No:1-18 Osmangazi / BURSA
26
Sadettin Topçu
Bir an bulunduğunuz yerden çıkıp, Toroslar’da, kaba ardıcın gölgesine dengilip, şöyle uçsuz bucaksız dağlara baktığımızı hayal edelim: yemyeşil ovalar, pınarlı yakalar, kıvrım kıvrım akan dereler, yalçın kayalar, karlı dağlar, Yaradan’ın bizlere bahşettiği bütün güzellikler gözlerimizin önünde…
Niye Ünidağ?
G
üzel ülkemin güzel insanları, 300 yıldır ne olduğunu hala kestiremediği, sorunun tespitini yapmaya bile zamanı olmayan bir nesil yetiştirmek ile övünülen bir düzende bir arpa boyu yol alamamanın sıkıntılarını çekmekte. Arpalar, başak verdi ama biz hala o arpaları elimizde kalan bitirilmiş, tüketilmiş küçük, büyük ayırt etmeden baktığımız hayvana yedirmekle meşgulüz. Dost sohbetlerinde herkes birbirine sorar ne olacak “halimiz” diye. “Halimiz” “kendimizden” geri kalmış değil.
Birbiriyle yarışır olmuş yanlış yapmada. Bir sabah tersinden kalkan insan misali yanlışlar doğrularımız; hayaller gerçeklerimiz olmuş. Gün batımını beklemekte “halimiz”, “kendimiz” ise doğacak güneşe endekslenmiş. Gördüğümüz hayaller yanlışlarımızı perçinledikçe elle tutulacak, gözle görülecek bir tarafımız da kalmamış. Trenin bir defa uğradığı istasyonda ikinciye gelmesini bekleyenlerimiz olmuş. Geçen trenin gıcırtılarını duydukça geleceğini umut edip tekrar bineceğimizi düşünenlerimiz olmuş. Hala da
27
düşünüyoruz. Niye düşünmeyelim ki düşünce özgürlüğü var değil mi bu kadar güzel ülkede. Bazılarımız da çözümü ölmekte bulmuş. Ne de olsa yaşayacağımız 70-80 sene taş çatlasa. “Gelecek” treni boş vermişiz. Kocasuyun bulanık akan sularında akıntıya bırakmışlar kendilerini. Kulaklarına da tıkaç takmışlar. Kocasuyun bulanık suyu kulaklarına kaçmasın diye. Her şey istedikleri gibi gidiyor ne de olsa. Bu yolculuk Uluabat Gölü’nde sonuçlanacak bir şekilde. Gerçekleri kıyıya çıkmadan anlamayacaklarını görebilirler mi acaba? İyi hoş onları bu da ilgilendirmiyor olabilir. “Ben yaşadım oldu bitti. Benim gerçeğim birkaç metre kare toprak ve birkaç metre tahta” derlerse ona da söyleyeceğimiz yok. Adım atacak ayaklarımızın tabanları şişmiş halde. Sağlam basamıyoruz yere. Boğazımızda birilerinin elleri. Küçük dilimiz konuşur olmuş büyük dilimizin yanında. Sesleri tersten söylemeye başlamış küçük dilimiz. Tabi bu çıkan sese alkışlar geldikçe kulaklarımız o sesin büyüleyici gizemine aldanmış. Duymadığı sesleri tanımamış. Bu sesle nikahlanmış kulaklar başka seslere dikkat kesilmez olmuş. Söyleyecek sözlerimizi söylecek ne dilimiz, ne dinlenecekleri dinleyeceğimiz kulaklarımız, ne de atacağımız adımları taşıyacak tabanlarımız kalmamış. Yeni-
den dil yeniden göz yeniden taban oluşturacağımıza göre. Söyleyeceği olan, dinlemek için can atan, sağlam adımlar atmak isteyen ÜNİDAĞ gençliğine şans verilmeli, destek verilmeli. Sıkıntıları sıkıntılarımız, gelecekleri geleceğimiz olmalı. Tecrübesizlikleri, toylukları nazar boncukları olmalı. Dünya, gençlerini böyle oluşumlara özendirip, dünya sorunlarını ailesel sorunları gibi konuşmaya başlamalarını isterken; biz de kendiliğinden oluşmuş yöresinin sorunlarını kendi sorunlarıymış gibi çözme refleksi gösteren genç kardeşlerimize olan desteğin dünden daha fazla olması gerektiğini düşünüyorum. Köklerimizden çıkan bu yeni filizi aşı-
lamanın zamanı gelmiştir. Geleceğini kurmak isteyen bu küçük ama bir o kadar cesaretli ellere artık izin verilmeli. İmkanlar, bu ellerin emrine daha bir fazla tahsis edilmeli. “Kutlu Gelecek”, eğer gelecekse bu eller tutup getirecek bundan kimsenin şüphesi olmasın. Söyleyecek ne sözümüz ne de hayallerinizle uğraşacak halimiz kaldı. Bu destek bir kez ve tam zamanında olmalı. Treni bir kez kaçırdık ikinciye kaçırmak istemiyoruz. Olacaksa bugün olacak ya da hiç olmayacak. Biz “halimizden” memnunuz çünkü “kendimiz” yanlış yollarda yürümekten bıkmış usanmış bir köşede sessizce oturmaktayız. Oturmaya mı geldik bu dünyaya, ayağa kalkmanın zamanı gelmedi mi? Esen kalın…
28
Bursa öyle bir kenttir ki şiiri de değerli yapar şairini de… Şairlerin bir yanı muhakkak Bursa’da kalmıştır.
Şiirlerde Bursa
B
Yunus Emre Coşan
ursa’yı şiirlerde övmek, sevmek ve tanıtmak… ‘Bursa şiiri’ yazarken insan şöyle bir düşünür: “Şiirle Bursa mı değer kazanır yoksa Bursa olduğu için şiir mi değerlenir,” diye… Birçok şairin mısralarında yer etmiştir Bursa ve birçok şairi de Bursalı yapmıştır aynı zamanda. Bursa öyle bir kenttir ki şiiri de değerli yapar şairini de… Şairlerin bir yanı muhakkak Bursa’da kalmıştır. O yüzden içinde Bursa olan şiirlerde şiirin kalitesi pek aranmamalı. Bursa hataları örten bir kenttir çünkü. Yeşile boyar şiirinizi, denizine boğar şairini ve dağıyla destekler yolda kalan mısraları. Emir Buhari dualar eder şairlere… Erguvanlar açar isyansız, mahzun gönüllerde. Attila İlhan zaman için “Görünmez bir mezarlıktır zaman” der. Ve “Şairler dolaşır saf saf tenhalarında” diye devam ettirir. Bu söz Bursa’ya çok yakışır. “Görünmez bir mezarlıktır Bursa, Şairler dolaşır saf saf tenhalarında.”
Sonra aklımıza gelir Ahmet Hamdi Ta n p ı n a r ’ ı n Bursa’da Zaman şiiri. Orhan zamanından kalma bir duvarı nasıl özlerse insan öyle özler şimdilerde Bursa Ray’ın gelmesini… Zaman kısıtlıdır çünkü Bursalı için. Zamanı kısıtlı olmayan şairler de vardı zamanında. Nazım Hikmet, Bursa Hapishanesi’nde geniş zamanlarında yatarken Uludağ’a Dair isimli şiirini yazmıştır. Şiir şöyledir: Uludağ’a Dair Yedi yıldır Uludağla göz göze bakışıp dururuz. Ne o kımıldar yerinden, ne de ben, lakin birbirimizi yakından tanırız. Gerçekten yaşayan her şey gibi gülmesini ve kızmasını bilir. Bazan, hele kışın, hele geceleri, hele rüzgâr kıbleden estiği zaman, karlı senaberlikleri, yaylaları, donmuş göl-
29
leriyle uykusunun içinde şöyle bir kıpırdanır ve orda, en yukarda, en tepede oturan keşiş, uzun sakalı darmadağın ve etekleri savrularak, rüzgârın önünde haykıra haykıra iner ovaya. Sonra, bazan, hele Mayısta şafak vakitleri, masmavi, uçsuz bucaksız, koskocaman, hür ve bahtiyar yepyeni bir dünya gibi yükselir. Sonra, bazan, gün olur, gazoz şişelerindeki resimlerine benzer. Ve ben anlarım ki, görmediğim otelinde kayakçı bayanlar kanyak içerek kayakçı baylarla dalga geçmekteler. Ve gün olur, şalvarı sarı pıpıt bezinden, karakaşlı dağlılarından biri Mukaddes Mülkiyetin mihrabında kesip komşusunu misafir gelir bize, 71’inci koğuşta on beş yıl yatmaya. Nazım Hikmet Ran Burada bahsi geçen hapis yatan ‘dağlı’ kimilerine göre bizim o taraflardan bir dağlıdır. Uludağ’ın tarifi çok lezizdir bu şiirde. Nazım bu şiiri 1939 yılının Şubatında yazmıştır. Rüzgâr, coğrafya, yayla, senaber ağaçları ve ova harika işlenmiştir. Üstelik Nazım şiirde de belirttiği gibi bu duyguları görmeden kaleme almıştır. Bursa adama görmeden de şiir yazmıştır böylelikle… Ömer Bedrettin Uşaklı ise Bursa’da Akşam şiirini yazmıştır. Yüzlerce amatör şair ise Bursa’nın her vaktini yazmıştır. Yazını, kışını, akşamını, baharını, karını… Ömer Bedrettin Uşaklı ama o da Bursa sevdalılarından. Çünkü Bursa’ya kaymakam adayı olarak (maiyet memuru) atandıktan sonra Mudanya’da Kaymakam yardımcılığı görevinde bulundu.
Bursa’da Akşam şiiri ise şöyle: Bursa’da Akşam Bu gün de sonbahardan süzülüp doğdu akşam Dağların yere indi koyu serin gölgesi. Uludağ etekleri al ipekten bu akşam Düştü yeşil ovaya kubbelerin gölgesi. Ufuklarda bu akşam ne sis var, ne bulut var Selvilerin içinde bir alev Emir Sultan. İçten dualar gibi geçiyor sanki rüzgâr Bir ilahi adaya benzeyen Yıldırım’dan. Orada ince yollar gölgeleniyor işte Karşıdan renk içinde solgun ay görünüyor. Güneşin son nurundan bir damlacık içmiş de Şu karşıki kulübe bir saray görünüyor. Gözlerine vurunca kubbelerin gölgesi Öz cenneti gönlümle seyrettim ben bu akşam. Göklerde ne bir nefes, ne de bir kanat sesi Uludağ etekleri al ipekten bu akşam... Ömer Bedrettin Uşaklı Şiirlerde tarih, zaman, ipek ve Uludağ çokça yer etmiştir. Bir de Emir Sultan… İnanç imgeleri ise çok önemli bir unsurdur şiirlerde. Kubbe, dua, cennet belki de şehirlerin içinde Bursa’ya bu kadar yakışır ancak. Ahmet Günbaş, Hüseyin Yurttaş gibi günümüze yakın şairler de Bursa ile ilgili şiir yazmadan edememişlerdir. “Kapalıçarşı’ya sinmiş doğu’nun gizemi bir dantel ayrıntısı çatılarda ötüşe öpüşe yaşayan güvercinler görmüş geçirmiş bir şehirden geleceğe bırakılan bir güldür İnkaya çınarının dallarında savrulan sana dokunsam elimde ipek izi” diye seslenir Hüseyin Yurttaş; Bursa Düşleri şiirinin bir bölümünde Ahmet Günbaş ise Bursa Sarhoşu isimli şiirinin son bölümü şöyledir: “Dost bahsinde durak Arap Şükrü’dür Bencileyin yıkılmaz Bursa sarhoşu Kadehinden ne yağmurlar dökülür Kıskanır gümbürtüsünü Tophane İncelir o saat Maksem Yokuşu Bir aşk düşünürsün çimlenir büyür Setbaşı’nda buluşmamız bahane…”
Belki de Bursa’da sevdalanmak bahanedir, Bursa aşk kenti der ya çoğusu… Aslolan Bursa’ya âşık olmaktır. İşte o yüzden Setbaşı bahanedir, kahve en çok Bursa’da bahanedir. Rıza Tevfik Bölükbaşı “Bursa’da Yunus Emre’ye Armağan” şiirinde Bursa’dan ‘Evliyalar Yurdu’ diye söz eder. Filozof Rıza, Bursa tutkunudur aslında. Nasıl Zeki Ömer Defne Bursa’m Benim şiirini yazdıysa bir o kadar Bursalıdır Şukufe Nihal de. Uludağ Akşamları’nı yazarken kim bilir neler düşlemiştir gönlünde. Saymakla bitmez Bursa şiirleri ama yine de bir kaçını sıralayalım burada: Ziya Kaya’nın Zeytin Yeşili, Ebubekir Hazım Tepeyran’ın Marmara’nın Venüs’ü, Halit Fahri Ozansoy’un Uludağ’ı, Namdar Rahmi Karatay’ın Bursa’da Lodos’u, Ali Nihad Tarlan ve Suat Salih Arsal’ın Yeşil’i, Ahmet Kutsi Tecer’in Nilüfer’i, Nazım Hikmet’in Bir Acayip Duygu’su ve daha niceleri… Bu şiirleri okudukça Bursa’yı seviyorum. Bursa’yı sevdikçe şiir okuyorum. Ne yalan söyleyeyim bu şiirlerin karşısında yazmaktan korkuyorum! “Kar beyaz, sütbeyazım, Bursa’m benim! Nilüfer Çayı’na düştü yemenim... Üstünde zihnimden, gönlümden düşler, Akıp gitmekteyiz biz serin serin.” Zeki Ömer Defne (Bursa’m Benim şiirinden) “Billur bir avizedir, Bursa’da Zaman” der ya Tanpınar… O avize her yıl biraz daha ışıldasın… Şiiriniz Bursa olsun…
30
31
Fotoğraf: Gölyazı / Nilay Şahinkanat
Pelikanlar Nilay Şahinkanat
G
ölyazı bu kareyle yine sürprizli bir güne uyanmıştı. Balıkçılar çoktan balığa çıkmış mezat için geri dönüyorlardı bile. Her yıl göç zamanı balıkçıların dönüşünü eşlerinin yanında pelikanlar da bekler. Kıyıya yanaşan kayıkların içindeki leğenler, şans yaver gitmişse bu günkü gibi balık dolu olur. Gölyazı halkı hala saflığını yitirmemiş ender köylerden biri. İçleri sevgi dolu. Bu bir leğen balık için sabahın köründen beri uğraşmış olmalarına rağmen eşleriyle yollarını gözleyen pelikanları asla unutmuyorlar. Beş-on, artık hasılat ne ise onunla orantılı paylaşım yapıyorlar. Ama hınzır pelikanlar balıkçıların bir anlık dalgınlığından yararlanıp o uzun gagalarını uzatıp leğenden birkaç tane daha balığı indiriyorlar kursaklarına. Dedim ya içindeki sevgiyi kaybetmemiş balıkçılar bu olaya sadece gülüp geçiyorlar.
32