<< insan ne okursa odur >>
Book 1.indb 1
1
06/29/12 5:51 PM
İÇİNDEKİLER
ÖNDEYİŞ YERİNE: Beckett’e Bu Kez de 21. Yüzyıldan Merhaba .................................................... 9 2006 BASIMINA ÖNSÖZ .................................................................. 13 İLK BASIMA ÖNSÖZ ...........................................................................17 I. BECKETT: ‘Söylen’ ile ‘Yazın’ı Buluşturan Bir Yazma Serüveni ... 19 II. YAŞANAN DÜNYADAN KURMACA DÜNYASINA ............................ 29 III. ‘VAROLUŞ’TAN ‘ÖZ’E YAZINSAL YOLCULUK ................................ 37 IV. ANLATI DİLİNDEN SAHNE DİLİNE ............................................... 45 V. VAROLMANIN DAYANILMAZ DURAĞANLIĞI: Godot’yu Beklerken ......................................................................... 53 VI. BİR TÜRLÜ ULAŞILAMAYAN SON HAMLE: Oyun Sonu ............... 73 VII. ‘SÖZ’DEN ‘GÖRÜNTÜ’YE: Sahne, Televizyon, Sinema İçin Sözsüz Oyunlar ........................... 85 VIII. ‘GÖRÜNTÜ’DEN ‘SES’E: Radyo Oyunları ve Krapp’ın Son Bandı .......................................... 91 IX. ANLATILMAYA DEĞMEZ BİR YAŞAMÖYKÜSÜ: Mutlu Günler ... 101 X. KARAKTERİN PARÇALANIŞI: 1963-1983 Arası Yazılmış Kısa Oyunlar ....................................... 109 SONSÖZ .......................................................................................... 117 KAYNAKÇA ..................................................................................... 123
Book 1.indb 7
7
06/29/12 5:51 PM
ÖNDEYİŞ YERİNE Beckett’e Bu Kez de 21. Yüzyıldan Merhaba
Bu kitabın ilk basımının yapıldığı 1992 yılında Beckett öleli henüz üç yıl olmuştu. Kitap boyutundaki ilk Türkçe çalışma oluşu Samuel Beckett Tiyatrosu’nun şansı oldu. 1997’de ve 2006’da da yeni basımlarla yeniden okura sunuldu. Şimdi ise 100. yaşını geride bırakmış bir yazar Beckett. Sıra 4. basımda… Samuel Beckett… 20. yüzyılın yetiştirdiği en çarpıcı aydın kişiliklerden… Film yıldızı olabilecek düzeyde yakışıklı olmasının yanında, ünlü Trinity College’ın parlak öğrencilerinden, başarılı bir sporcu, yaman bir satranç oyuncusu, dil öğreniminde benzersiz yeteneği olan, buna karşın, dil kullanımında savurganlığa karşı çıkan bir anlatım ustası. Hiçbir ödülün peşinde değilken, 1969 Nobel Edebiyat Ödülü’nün sahibi olmuş ve ödülü almaya gitmemiş bir özel insan… 1906’da Dublin’de doğup, yirmilerindeyken Paris’i mesken tutmuş, İkinci Dünya Savaşı sırasında Fransız Direniş Örgütü’nde çalışmış, 1989’da Paris’te ölmüş bir İrlandalı. 20. yüzyıla birinci elden tanıklık ederken, ‘insan’ın varoluşunu, hem ‘şimdi’ ve ‘burada’ki, hem de ‘her zaman’ ve ‘her yerde’ki konumunda sorgulamaya yaşamını adamış bir düşünür. Kendi yapıtları üstünde konuşmayı sevmeyen, gösterişten uzak, neredeyse içine kapanık bir yaşamı seçmiş, oysa ürettikleriyle dünya yazınının en büyükleri arasında anılan ama hep sessizce ve derinden gitmiş bir kalem erbabı...
Book 1.indb 9
9
06/29/12 5:51 PM
10 l Samuel Beckett Tiyatrosu
Beckett 23 yıldır aramızda değil. Batı’nın ‘uygarlık’ söyleminin çöktüğünü, Godot’yu Beklerken’deki Lucky karakterinin, hiçbir tümcenin noktalanmadığı, ‘bilgiççe’ düzenlenmiş bir ‘laf salatası’ olarak tanımlanabilecek, sayfalarca süren ünlü ‘söylev’i yoluyla anlattığı yıllarda İkinci Dünya Savaşı yeni noktalanmıştı. O dönemde Lucky, ‘efendisi’ Pozzo’ya (Hitler’e, söz gelimi) bilimsel/sanatsal çıkarları gereği destek veren ve sonunda da onunla birlikte ‘yıkım’ yaşayan bilim adamı ve sanatçı aydınların simgesi olarak yorumlanabilirdi. Ya bugün? ‘Efendi’ Pozzo’luğu dünya düzeyinde kimselere bırakmaya niyetli görünmeyen A.B.D. başkanlarına yaltaklanan ‘köle’ Lucky’ler saymakla bitecek gibi mi? Bir yandan, Huntington üstadımızın iddia ettiği ‘uygarlıklar çatışması’na sahne olmakta olan, öte yandan, ‘beyaz-hıristiyan’lar diyarının zenginler kulübünün, ‘küreselleşme’ çığırtkanlığıyla yerkürenin tüm kaynaklarına el koyma hamlelerine sahne olan Dünya(mız), Pozzo’nun -elinde kamçı- tempo tuttuğu, Lucky’lerin de kamçı sesine ve darbelerine göre dans edip şakıdığı bir koca sirke dönüşmüş; biz, gariban sirk soytarıları Vladimir’ler ve Estragon’lar da, geçmişe ilişkin hiçbir şey anımsamayarak ve olan bitenden hiçbir şey anlamayarak seyrediyoruz dünyayı. Beckett, insanlık bağlamında olup bitenden yola çıkıp, gelecekte olup bitecekleri de yazmış çünkü. Beckett’in yapıtları, 20. yüzyılın ürünleri olmakla birlikte, ‘zaman’ ve ‘uzam’ sınırlarını aşarak insanlığın yeryüzündeki serüveninin tüm zamanlarını ve uzamlarını kucakladığı için ‘farklı’ ve ‘özel’... Bu ‘özel’ olma durumu Beckett’in ‘insan’a bakışından kaynaklanıyor. ‘Dünya’ denen olgunun vazgeçilmez varlığı olan ‘toplumsal insan’, aynı zamanda da ‘yeryüzü’ dediğimiz olgunun ‘doğal’ bir yaratığıdır. Toplum içindeki varoluş, örgütlenmeyi, her tür üretimi ve yönetimi içerdiğinden ‘tanrısal olan’a daha yakın; bu nedenle, ‘ölümsüzlük’ özlemine özendiriyor insanı. Yeryüzündeki doğal varoluşsa ‘ölümün kaçınılmazlığı’ gerçeğini dayatmaktadır. Böylece sonsuz bir ikilem içinde yaşamaya tutsaktır insanoğlu: ‘Tanrısal’ özellikler taşımasına karşın ‘ölümlü’dür... Beckett bu ikilemi ‘yazı öncesi’ dönemin ‘söylen’ (myth) oluşumlarında görüyor sanki. Öleceğini ve unutulacağını bilen ama ‘tanrısal’ yanıyla
Book 1.indb 10
10
06/29/12 5:51 PM
Önsöz l 11
ürettikleriyle de ölümsüzleşmeye çırpınan insanın ‘söz’ yoluyla, kuşaktan kuşağa ulaşan öyküleri yaratma eyleminin, çağdaş dünyada bilim-sanat yoluyla sürdürüldüğünü... (Herkules öykülerine karşılık artık Superman öyküleri yazıldığını, tanrı/tanrıçaların yerini alacak tarihsel ya da çağdaş ‘idol’ler yaratıldığını, Yunan mitolojisine göre ilk baştaki ‘Kaos’tan oluşuveren ‘yeryüzü’nden 20. yüzyılda ‘uzay’a gidildiğini, insanlar arasında kimilerinin koca Zeus gibi evrene egemen olmaya heveslendiğini); ancak, ölümsüzlüğe yapılan tüm yatırımların ‘aldanış’ olmaktan öteye gidemediğini, yaşam karşında tek gerçek olarak ‘ölüm’ün durduğunu, bu nedenle de, ‘ölümsüz’ olmaya çabalamanın da, ‘ölümlü’ olmayı kabullenmenin de insanı eşit derecede gülünç ve acınası kıldığını... Sonuç olarak da ‘ilkel’ denen insanın yarattığı ‘söylen’ler ile ‘uygar’ denen insanların bilimsel-sanatsal üretimleri arasında özde bir ayrım olmadığını... Beckett de bir ‘söylen’ yazarı. Bir anlamda, Batı uygarlığının sımsıkı sahiplendiği Yunan mitolojisinin başlangıcı olan Kaos ile 20. yüzyılın –‘uygar’ insan eliyle oluşturulmuş, 21. yüzyılda da varlığını sürdürdüğünü gözlemlediğimiz- Kaos’u arasında yaşanan serüvenin yazarı. Ancak, Beckett’in söyleni, insan uygarlığının yazı/ yazın öncesi ve sonrası tüm dönemlerini yaşamış, insanı ve evreni tanımlama amacını güden mitolojinin bittiği yerde ortaya çıkan ve aynı amacı sürdüren ‘felsefe’nin 20. yüzyılın sonuna dek ulaşan gelişmelerinin bilincinde olan bir ‘aydın’ kişinin duyarlığının ve birikiminin ürünü... Bu duyarlık ve birikim, Samuel Beckett’i geleceğe de taşıyor. Büyük ustaya, bu kez de 21. yüzyıldan ‘Merhaba’! Bu basımın gerçekleşmesi için yoğun çabalar harcayan Sevgili Emrah Yaralı’ya ve Habitus Kitap’a pek çok teşekkürler! 8 Haziran 2012 Ankara
Book 1.indb 11
11
06/29/12 5:51 PM
2006 BASIMINA ÖNSÖZ
Bu kitabın yazılmasının başlıca nedeni Samuel Beckett’in Godot’yu Beklerken’in yazarı olmasıdır. Oyunu uzun yıllardır derslerimde işliyorum. Yirmili yaşlarını süren gençleri pek de etkilemeyeceğini sandığım bu başyapıtın öğrencilerde derin izler bıraktığını görmek önceleri şaşırtmıştı beni. Zaman içinde, Godot metninin, onların yaşam karşısındaki duruşlarının bir parçası olarak anlam kazandığını fark ettim. Bu nedenle de Godot’yu onlarla birlikte incelemekten vazgeçemedim. Beckett ile Godot özelinde koyulaşan ahbaplığımız, büyük yazarın öteki yapıtlarını da olabildiğince kucaklamaya itti beni. Her ulaştığım noktada Godot’dan izdüşümler vardı… Beckett Godot’yu Beklerken’de, tiyatronun en büyük yazarları gibi, insanın yeryüzündeki yerini ve işlevini sorgular. Oysa Beckett tiyatrosu ‘yasallaşmış’ trajedi türünden alabildiğine uzaktır. Büyük trajedilerden geriye yalnızca, ‘eylem’in anlamsızlığının bilincine varış, sonsuz bir acı çekme süreci ve ölümün kaçınılmaz oluşunun farkındalığı kalmıştır. Bizim sahnede izlediğimiz de kurban/kahramanların ‘dünya sahnesi’nden çekilmezden önce oynadıklarıdır. Yaşamı terk etmekle ölümle buluşmak arasındaki dar geçitte oyalanan, eylemsiz oyuncuların sunduğu acınası/gülünesi gösteri… Godot’yu Beklerken’in başkişileri her şeyden önce iki oyuncudur. Bize oyun boyunca ‘insan’ın acınası/gülünç konumunu sergileyen numaralar sunarlar. Her akşam yinelenen aynı senaryo doğrultusunda… Didi ve Gogo ıssız bir yol kenarında her akşam
Book 1.indb 13
13
06/29/12 5:51 PM
14 l Samuel Beckett Tiyatrosu
güneş batmadan buluşurlar. Oynadıkları senaryo gereği, o saatlerde Godot adlı biriyle randevuları vardır. Kimdir Godot? Onları içinde bulundukları maddi ve manevi çöküntüden kurtaracak güçlü biri olmalı. Godot’nun gelmesi oyun boyunca hem istenir hem de ondan korkulur. Gizemli biridir Godot. Hem ilişki kurulması gerekli hem de çekinilecek biri… Didi ve Gogo için Godot’yu beklemek bir önkoşuldur. Didi ve Gogo’nun varoluşu ‘Godot’yu beklemek’ ile eşdeğerdir. ‘Beklemek’ insan yaşamındaki en temel ‘eylem’ olduğu için, Beckett’in oyunu her kesimden ve her kültürden seyircisiyle buluşabilmiştir. Godot adı İngilizce okursanız ‘Tanrı’yı çağrıştırıyor. Eğer öyleyse, Şarlo gibi bir sahne figürü, şakacı bir tanrı bu. Bizimle kafa bulan… Godot oyunda hiçbir zaman gelmeyecektir. Bu nedenle ‘bilinmez’liğini sonuna dek korur. Gelmediği için de insanlarda uyandırdığı umudu hep ayakta tutar. Gelmeyişi, büyük bir düş kırıklığı yaratmadığı gibi, onu bekleyen kişilerin ‘randevu’dan vazgeçmelerine de neden olmaz. Durmadan piyango bileti alarak zengin olmayı düşleyen insanlar, elli yaşına gelmiş olmalarına karşın ‘beyaz atlı prens’i beklemekten vazgeçmeyen romantik kadınlar, kendilerini iyileştirecek bir ilacın yakın zamanda bulunacağına inanan hastalar, savaşta ayrı düştüğü oğlunun otuz yıl sonra bile yolunu gözleyen anne, bir erkek çocuğa sahip olma beklentisini inatla sürdüren bol kız çocuklu baba, işte böylesine ‘uzatmalı’ bir umudun peşindedir. Godot’yu beklemek yaşamın amacı olup çıkmıştır. İnsan ölmek için doğar. Bu süreç, Beckett’in Soluk adlı oyununda yalnızca otuz saniye sürer. Oysa, doğum ile ölüm arasındaki kısacık an içinde yer alan yaşam, Godot’yu Beklerken’de sonsuz bir sürece dönüştürülmüştür. Çünkü oyunda yansıyan ‘sonsuz zaman’ olgusu ‘bekleme’ olgusuyla ilintilidir. Çünkü bekleyiş ‘zaman’ı alabildiğine uzatır. ‘Zaman’ görece bir kavramdır. Bilindiği gibi, ‘bekleyen’ kişiye, beş dakika bir saat gibi uzun gelebilir. Bu nedenle, beklediğiniz sürece (beklediğiniz gelmediği sürece) zamanı çoğaltır, yaşamı uzatırsınız. Tıpkı Godot’yu Beklerken’in ‘kahraman olmayan kahramanları’ Vladimir ve Estragon gibi… Bekleyişimizle beklediğimiz şey arasındaki zaman boşluğunu doldurmak için kendimize uğraşlar (Beckett’e göre ‘oyun’lar) bulu-
Book 1.indb 14
14
06/29/12 5:51 PM
Önsöz l 15
ruz. Bize sonsuzluk gibi gelen bir bekleyişten sonra beklediklerimize (doğum günü armağanı, Pazar günü eğlencesi, yaz tatili, diploma töreni, düğün, terfi, araba, ev, şan şöhret, vb.) kavuştuğumuz anda yeni bekleme süreçleri yaratırız kendimize. Yaşam böylece beklentilerle ve bekleyişlerle, bu doğrultuda oynanan ‘oyun’larla sürüp gider. ‘Oyun’ gerçek değildir oysa. Bir aldanıştır. İnsanın, bir ayağı mezarda doğmuş olduğu gerçeğini unutmasına yarar yalnızca… Yaşamı yalnızca beklemekle sınırlı olan insanlara gelince… Yaşlıysanız, emekliyseniz, yatalaksanız, şu ya da bu nedenle eylemsizliğe tutsaksanız, söz gelimi hapisteyseniz, yaşamınız çoğunlukla beklemekle geçiyor demektir. Gündüzün geceye dönmesini, ilaç ya da yemek saatinizi, postacının kapıyı çalmasını, televizyonda/radyoda haberleri/hava raporunu, okuldan gelecek olan torununuzu, bir ziyaretçi, genel af ilan edilmesini, vb. bekleyerek doldurursunuz saatleri. Bir pencereniz varsa, pencereden dışarısını seyretme oyunu da oynarsınız sık sık. Komşularda olan biteni, mahalleye kimin taşındığını, sokaktaki çocukların yaramazlıklarını herkesten iyi bilirsiniz (Kaza, kavga, cinayet gibi olayların tanıklarının çoğunlukla hasta ya da yaşlı insanlar olması raslantı değildir). Aslında tüm bu bekleme oyunlarınızla ‘ölüm’ü geciktiriyorsunuzdur. Bilirsiniz ki beklemekten vazgeçtiğiniz anda yaşamdan da vazgeçiyorsunuz. Godot’dan örnekleyerek, Beckett tiyatrosunun çeşitli anlam düzlemlerini kucaklayarak, zengin çağrışım alanları oluşturan katmanlara açıldığını göstermeye çalışıyorum. İnsanın gündelik yaşantısındaki sıradan gerçeklerle de, psikolojik ve felsefi boyutlardaki belirlemelerle de buluşabilen, tek bir doğrultuda çözümlenmesi olanaksız yapıtlar… Bu kitap Beckett’in sahnede yansıyan dünyasına bir kapı aralamayı hedefliyor… Elinizdeki basımı, günahı bana ait pürüzlerden arındırma yolunda titiz bir çaba ve yoğun saatler harcayan Sayın Servet Yeşilyurt’a sonsuz teşekkürler. Ayşegül Yüksel 7 Aralık 2004
Book 1.indb 15
15
06/29/12 5:51 PM
İLK BASIMA ÖNSÖZ
Samuel Beckett Tiyatrosu başlığını taşıyan bu kitabın iki buçuk yıllık bir serüveni var. Beckett’i ben aramadım, o beni buldu. Beckett beni bulmasaydı, onun oyunlarını okutmakla, sahnelenen Beckett oyunlarına eleştiri yazıları döşenmekle yetinecektim belki de. Beckett’in yaşamımda bir ‘zorunluk’ oluşturması yazarın 1989 Aralık ayındaki ölümüyle başladı. Cumhuriyet gazetesinin Kültür Sayfası şefi Celal Üster bir Beckett yazısı istedi. Bu yazıya olumlu tepkiler geldi. Hocam Prof. Dr. Sevda Şener’le, meslektaşım Dr. Birtane Karanakçı, sanki daha önce aralarında konuşmuşlar gibi, yazının, kitap olabilecek boyutta ipuçları içerdiğini söylediler; sevindim. 1990 başında da Ayfer Alpay, Ankara Radyosu için bir Beckett değerlendirmesi, o sırada Devlet Tiyatroları’nda görevli olan Gülşen Karakadıoğlu da Mutlu Günler oyununun broşürü için yine bir Beckett yazısı istedi. O sırada Beckett üstüne tez hazırlamakta olan öğrencim Murat Kocal da önüme malzeme yığıyordu. Bu arada Elif Türkân Çölok’un oynadığı Mutlu Günler oyununun yönetmeni -her zaman sevgiyle anacağım- Ayberk Çölok’u –eleştiri yazısını geciktirdiğim için- gücendirmiştim. Bir de Mutlu Günler yazısı gerçekleşti. Beckett tiyatrosu üstüne düşünmek alışkanlık olmuştu. Prof. Dr. Tuna Ertem, Littera dergisi için uzunca bir makale isteyince yine Beckett’ten vazgeçmedim. Beckett yazıları büyüye büyüye otuz beş sayfalık bir makaleye dönüştü. İşte tam o sırada
Book 1.indb 17
17
06/29/12 5:51 PM
18 l Samuel Beckett Tiyatrosu
Ahmet Levendoğlu, kitap boyutunda bir tiyatro incelemesi istedi benden. Yine Beckett’i düşündüm. Kimi meslektaşlarımın Yüksek Lisans/Doktora düzeyinde yabancı dilde yazılmış çalışmaları olduğunu biliyordum. Ancak, Azize Özgüven’in Çağdaş Tiyatroda Samuel Beckett’in Yeri (Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları: No.18, 1983) başlıklı çalışması dışında, Beckett hakkında Türkçe olarak yazılmış bir kitaba rastlamamıştım. 20. yüzyılı noktalama aşamasında olduğumuz yıllarda, çağımıza keskin duyarlığıyla tanıklık etmiş bu büyük yazarın ürünlerini topluca ele almanın yararlı olacağını düşündüm. Beckett’le bir kez daha buluştuk... Bu kitapta Beckett tiyatrosuna yaklaşmak isteyenlere -yazarın bilinen yapıtları yanında, henüz Türkçe’ye çevrilmemiş olan yapıtlarını da tanıtarak- çeşitli bakış açılarından çeşitli yollar açmayı amaçladım. Çağımızın en çok tartışılan, üstüne en çok kitap yazılan bu dev yazarının yapıtlarındaki tüm inceliklerin çözülebilmesi için kuşkusuz pek çok araştırmacının ve sanatçının çalışmalarına gereksinim var... Bu çalışmayı, öncelikle, yukarıda adını andığım tüm dostların desteğine ve güvenine, büyük oranda da Ankara Üniversitesi DTCF’deki ve Orta Doğu Teknik Üniversitesi’ndeki eski/yeni öğrencilerimin Beckett’e gösterdikleri ilgiye borçluyum. Sayın Prof. Dr. Cengiz Ertem’e Littera Ortak Kitap II’de (1992) yayımlanan “Samuel Beckett ve Çağdaş İnsanın Söyleni” başlıklı makalemi kullanmama izin verdiği için ayrıca teşekkür ederim. Bu kitap, ilk karalamalarımı -nasılını çözemediğim bir ustalıkla- sökerek bilgisayarda okunabilir biçime sokan akıllı kızım Ömür Yüksel Baş’ın ve metnin tümünü görsel düzen içinde sunma yolundaki büyük hünerini özveriyle kullanan sevgili dost, Zehra Tuğlu’nun paha biçilmez emeğiyle ortaya çıktı. Sağolsunlar! Ayşegül Yüksel Nisan 1992
Book 1.indb 18
18
06/29/12 5:51 PM
I
BECKETT: ‘Söylen’ ile1 ‘Yazın’ı Buluşturan Bir Yazma Serüveni
Sanat ve edebiyat dünyası, 1989’un Aralık ayında Samuel Beckett’i yitirdi. Çağımızın yaşama, üretme ve ölme biçimleriyle ‘söylence’2 yaratmış pek çok ünlü sanat insanının tam tersine, popüler basında çok az yer almış, yaşamının tüm ayrıntıları bilinmeyen, yapıtları üstüne konuşmayı sevmeyen, sessizce yaşayıp sessizce ölmeyi seçmiş bir kişiydi Beckett. Oysa, yapıtları yalnız edebiyat ve tiyatro uzmanlarının değil, psikologların3 ve felsefecilerin4 de ilgisini çeken bu dev yazar, çağımızın hakkında en çok makale ve kitap üretilmiş sanat insanları arasında yer almaktadır. Beckett’in şiir, roman, deneme, şiirsel düzyazı ve tiyatro türündeki çalışmalarının çağdaş edebiyat akımları içindeki konumunu belirleme, bu yapıtlara çeşitli eleştiri yöntemleri yoluyla açıklık kazandırma çabaları 1950’lerden bu yana sürmektedir. Beckett’in Dante’den başlayıp Tzara’ya, Joyce’a, Proust’a varan bir liste dolusu yazardan etkilendiği söylenmiş, pek çok araştırmacı Beckett’i ‘modernistlerin en sonuncusu’, ‘ilk postmodernist’5 ya da ‘postmodern modernist’6 olarak nitelemiştir. Beckett’in ilk tiyatro yapıtlarıysa ‘uyumsuz tiyatro’nun öncü örnekleri arasında sayılmaktadır. Beckett’in yapıtlarıyla ilgili olarak yapılan incelemeler Hıristiyanlık bağlamındaki dinsel yorumlar yanında varoluşçu yorumlar üstünde de yoğunlaşmakta, yapıtlarında yansıyan düşünce Descartes, Heidegger, Nietzsche ya da Sartre
Book 1.indb 19
06/29/12 5:51 PM
20 l Samuel Beckett Tiyatrosu
gibi düşünürlerin kuramları doğrultusunda değerlendirilmekte, trajik ya da komik olarak nitelendirilmektedir. Oysa Beckett, yapıtlarının anlamının edebiyat, psikoloji ya da felsefe akımları içindeki belirlemelerle sınırlanmasına karşı çıkmaktadır.7 Dobrez’in deyişiyle, “Beckett, düşünürleri de tıpkı Dante’yi kullandığı gibi, onların dünya görüşlerini benimsemeksizin kullanmaktadır.”8 Kısacası Beckett ‘kendisini ele vermemekte’9 başarılı olmuş bir yazardır; çünkü ne kendisine özgü bir felsefe sistemi oluşturmuş ne de belirli bir felsefe sistemiyle özdeşleşmiştir.10 Büyük Sophokles’in ya da Shakespeare’in içinde yaşamış oldukları tarihsel dönemi, birer bireyi oldukları toplumu ve yansıttıkları edebiyat geleneğini aşarak günümüze gelen yapıtları nasıl ‘zaman’ ve ‘uzam’ içindeki belirlemelere karşı koymuşsa, Beckett’in yapıtları da 20. yüzyılın ürünleri olmalarına karşın, ‘uzam’ ve ‘zaman’ sınırlarını aşarak insanlığın yeryüzündeki serüveninin tüm zamanlarını ve uzamlarını kucaklayan bir özgürlüğe ulaşmıştır. Bu özgürlüğe temel olan evrenselliğin özünde, insanı varoluşundan bu yana tedirgin etmiş bir olgu yatmaktadır: İnsan ‘ölmeye’ yazgılıdır. Oysa ‘tanrı’, ‘yazı öncesi’ dönemin söylenlerinde de, tek tanrılı dinlerde de ölümsüzdür. Yalnız söylenler ve tek tanrılı dinler değil, ‘yazı sonrası’ dönemin pek çok edebiyat ve felsefe yapıtı da insanın tanrı karşısındaki bu ‘eksikliğini’ giderme yolunda ortaya konan çabalarla oluşmuştur. Toplumların ‘ilkel’ ve ‘uygar’ olarak sınıflandırılmasına karşı çıkan ünlü sosyal antropolog Claude Lévi-Strauss’un yorumuna göre, ‘uygar’ denen toplumlarda, insanın, her alanda ‘yapıt’ vererek ‘ölümlülük’ yazgısına karşı çıkma çabası, ‘ilkel’ denen toplumlarda, insanlığın ortak kaygılarının ürünü olarak ortaya çıkan ‘söylen’lerde (myth) görülür. Söylenler, insan-hayvan-bitki öğelerinin kolayca birbirinin yerine geçebildiği, mantık zincirinin koptuğu, gerçeğin ‘simgesel’ kullanımlarla ‘grotesk’leştirildiği bir ‘karabasan’ ortamında yer alır. Lévi-Strauss, Oedipus Söyleni’nin ‘çeşitlemelerini’ (bu arada Sophokles’in Kral Oedipus tragedyasına temel olan öyküyü de) üst üste yerleştirip, çapraz bulmaca gibi, hem düşey hem yatay düzlemde okuyarak, bu söylenin ‘derin anlam’ını
Book 1.indb 20
20
06/29/12 5:51 PM
Beckett: ‘Söylen’ ile ‘Yazın’ı Buluşturan Bir Yazma Serüveni l 21
aşağı yukarı şöyle belirler: İnsanoğlu yaşamı boyunca ölümlülüğün sınırlarını aşma, göğün tanrısal sonsuzluğuna ulaşma yolunda savaşım verir. Ancak, ‘göklerin’ değil, ‘toprağın’ yaratığıdır insan; ‘ölüm’e yazgılıdır. Bu nedenle ayağını yerden kesemez bir türlü; Oedipus ‘şiş-bacak’, babası Laios ‘topal’dır... (Lévi-Strauss’un tartışmasından bölümler, kaynaklarıyla birlikte Yapısalcılık ve Bir Uygulama: Melih Cevdet Anday Tiyatrosu başlıklı çalışmamın 4346 ve 251-252. sayfalarında bulunabilir.) Yazı öncesi ve sonrası dönemlerde, ruhun ölmezliği yanında, tanrıya inanç ve bağlılık, ibadet, erdemli bir yaşam, acı çekerek günahların bedelini ödeme gibi yollarla, bir yandan ‘insan’ın yaşam ötesindeki varlığına ve olası esenliğine umut ışığı yakılırken, bir yandan da insanın toplum düzeni içinde uyumlu bir birey olarak yaşaması için kurallar belirlenmiştir. Ancak, insanın ‘tanrı’ gücüne boyun eğmesiyle ‘tanrı’nın ayrıcalıklı konumuna başkaldırması da söylenlerden bu yana iç içe gelişen iki olgu olarak süregelmiştir. İnsanın değerinin tanrılar katına neredeyse yaklaşmışçasına yüceltildiği ilk ‘insancı’ (hümanist) dönemin bilge Sophokles’i, Kral Oedipus ve Oedipus Kolonos’ta oyunlarında, Oedipus’un korkunç yazgısı karşısındaki başkaldırısını ve yaşadığı dayanılmaz acıları –döneminin görkemli anlatım biçimiyle– kahramanın yengisiyle yenilgisini iç içe dile getirerek betimlerken bile, Oedipus’un simgelediği ‘insan’ın temel gerçeğini en yalın biçimiyle dile getirmiştir. Önce dört, sonra iki, en sonunda da üç ayak üstünde yürüyen yaratıktır insan: Emekleyen bir bebek, iki ayağı üstünde duran genç ya da orta yaşlı kişi ve ancak bir değneğin yardımıyla yürüyebilen güçsüz bir ihtiyar... Oedipus kendi kimliğine ilişkin ‘giz’i çözerken insanın gizini de çözmüştür:11 Mutsuzluğa doğuş, uzam ve zaman içinde bitip tükenmek bilmeyen bir sürükleniş, onarılmaz bir yalnızlık ve tedirginlik ve sonra önlenemeyen yok oluş... Gerçekten de Sophokles, neredeyse tanrısal güçlerle donattığı Oedipus’un sonunu Oedipus Kolonos’ta oyununda, somut bir ölüm sahnesiyle değil, arkada sorular bırakan gizemli bir ‘yok oluş’ olarak gösterir. İnsanlık tarihinin ikinci büyük ‘insancı’ dönemi olarak bilinen, yaşama sevincinin doruğa çıktığı Rönesans’ın İngiltere’deki en büyük yazarı Shakespeare de trajedilerinde, baş kahraman-
Book 1.indb 21
21
06/29/12 5:51 PM
22 l Samuel Beckett Tiyatrosu
larının tümünü, insanın dünya ve toplum düzeni içinde uyumlu olmasını sağlayacak kurallara başkaldıran kişiler olarak çizer. Lear, Macbeth, Hamlet ve Othello, birbirlerininkinden çok farklı olan yaklaşımlarla ‘tanrısal’ roller üstlenirler ve yengiyle yenilginin iç içe dile geldiği öyküleri, insan için kaçınılmaz olan ‘ölüm’le noktalanır. Dünya üstündeki sınırlı zamanını, ülkesini ve insanlarını esenliğe kavuşturma eylemini gerçekleştiremeden dolduran Prens Hamlet’in son sözleri “... gerisi sessizlik”tir (V, 2). Sınır tanımayan tutkularını gerçekleştirmek için dünyayı kana boyayan Macbeth için yaşam “yürüyen bir gölge”, hiçbir anlamı olmayan bir “masal”, insansa dünya sahnesinde kısacık bir süre dolaşan, sonra da yok olup giden, sesi bir daha duyulmayacak olan zavallı bir kukladır (V, 5). İçinde yaşadıkları dönemlerin dinsel inançlarına karşı çıkmamalarına karşın Sophokles de, Shakespeare de, insanın ölümlü oluşunun dramını, ölüm-ötesi bir yaşamın avutuculuğuna sığınmadan dile getirmeyi seçmişlerdir. Beckett de insanın –teknolojinin yardımıyla doğaya egemen oluşu, uzaya gidişi, barış ve esenlik adına ortaya koyduğu çabalar göz önüne alınırsa– alabildiğine yüceldiği üçüncü ‘altın çağ’ olarak nitelenebilecek 20. yüzyılda doğmuş, yaşamış ve ‘altın çağ’ın yüzeysel parıltılarının ardındaki ‘çıplak’ gerçeği görmüştür. Beckett’in yapıtları, gelişen teknolojik ve ekonomik gücün insanlar üstünde bir baskı aracı olarak kullanıldığı, yeryüzünün dengesinin altüst edildiği ironik bir ‘altın çağ’ın ürünüdür. Bu dehşet verici altın çağda, insan kitlelerini yok etmek için tüm olanakların seferber edildiği iki dünya savaşı ve bir dolu bölgesel savaş yaşanmıştır. Din ve felsefe insan yaşamının anlamını açıklamakta yetersiz kalmış, Batı uygarlığı çözülmeye başlamış, ‘Batı’nın bireycilik anlayışı iflas etmiş,12 bir başka deyişle insanın değerinin en aza indirgendiği, insana sırt çevirdiği düşünülen tanrının yok sayıldığı bir döneme girilmiştir. Beckett, geçmiş değerlerle ilişkisini koparmış, geleceğin değerlerini yaratamayan, bir yandan içinde yaşadığı ve anlayamadığı dünyanın karmaşası içinde edilgen bir konuma itilmiş olan insanı irdeler. Diğer yandan ‘dünya’ denen toplumsal olgunun vazgeçilmez ‘varlığı’ olmanın, öte yandan da ‘yeryüzü’ndeki tüm yaratıklar gibi ‘ölüm’e
Book 1.indb 22
22
06/29/12 5:51 PM
Beckett: ‘Söylen’ ile ‘Yazın’ı Buluşturan Bir Yazma Serüveni l 23
yazgılı oluşunun ikilemini sonsuz bir tedirginlik içinde yaşayan insan adına dile getirilmiş amansız bir başkaldırının yazarıdır. Bu başkaldırı, insan yaşamının ‘anlamlı’ olduğu yanılsamasını uyandıran olguların olumsuzlanmasıyla dile gelir. Oyun Sonu’nun baş kişilerinden Hamm, oğlu Clov’la, oyunun akışı içinde anlam üretmeye başladıkları duygusuna kapılır: Hamm: Sakın anlamlı bir şeyler söylemeye başlamış olmayalım ... Clov: Anlamlı bir şey söylemek mi? Senle ben mi? (Kıkırdar) İyi espri! Hamm: Düşünüyorum da ... (Duraklar) Dünyaya aklı mantığı yerinde bir yaratığın geri geldiğini düşün. Bizi yeterince uzun bir süre izlerse, kafasında birtakım düşünceler uyanmaz mı?13
Beckett bu söyleşim parçasında yalnız oyun kişilerinin değil, bir salon dolusu seyircinin de ‘akıl dışı’ kalmış bir dünyada yaşadığını vurgulamaktadır. Beckett’in başkaldırısı, yaşadıkları ilk ve ikinci ‘altın çağlar’ın tragedya gelenekleri bağlamında görkemli birer söylem oluşturan Sophokles ve/ya da Shakespeare’inkinden çok farklı bir söylem14 gerektirmektedir. Bu söylemin dayandığı anlayış, transition’un 1932 yılı sayısında yayımlanan ve altında Beckett’in de imzası bulunan sanata ilişkin Manifesto’da dile gelir: Pozitivizmin büyüsüne kapılmış bir dünyada, şiirsel yaklaşımın bağımsızlığını, insanın iç dünyasında yaşadıklarının, dış dünyada yaşananlar üstündeki egemenliğini ilan ediyoruz. (...) Klasik idealin yeniden canlandırılmasına, (...) imgelemin sınırsız yaratıcılığının kısıtlanmasına yöneleceği için karşı çıkıyoruz. Hangi toplumsal sistem egemen olursa olsun, yaratıcılığın gizemli gücünün yok edilmesinin engellenmesi gerektiğine inanıyoruz. (...) Şiir, derinliklere gömülmüş duyguları ortaya çıkartıp, insanlığın ortak gerçeğini ve ‘tüm’ü kucaklayan evreni gözler önüne sererek ‘ben’ ve ‘sen’ arasında bir bağ kurma gücüne sahiptir. Gerçek anlamda bir duyarlık ortaklığının bireşimi, yaratıcı güçlerin yeni bir söylensel gerçeğin oluşturulması yolunda birleşmesiyle gerçekleşebilir.15
Book 1.indb 23
23
06/29/12 5:51 PM
Kemankeş Mahallesi Mumhane Caddesi No: 39/39 Karaköy 34425 Beyoğlu - İstanbul +90 212 244 48 87 info@habituskitap.com www.habituskitap.com
Book 1.indb 128
128
06/29/12 5:51 PM