Halkın Devrimci Yolu (Sayı 4)

Page 1



GÜNDEM

E

gemenler arasında Kürt sorunu ekseninden yükselen iktidar çatışmaları iyice şiddetlendi. Buna ekonomik krizin artan etkileri ve sermayenin 2010 yılına ilişkin öncelik ve önlemleri de eklenince gerilim daha da tırmandı. Türkiye’nin emperyalist bölge projelerine eklemlenme biçimlerinden doğan çekişmeler de sayılırsa, egemenlerin (oligarşi) ancak 2011 genel seçiminin1 dindirebileceği bir iktidar çatışması yörüngesine oturduğu söylenebilir.

Kürt aç›l›m›, AKP’nin iktidar planlar› ve yükselen Kürt Hareketi 2009 yaz sonlarından beri ‘şeriatçılık-laiklik’ eksenli gerilimler şiddetini yitirerek, egemenler arası birincil çatışma ekseni olmaktan çıktı. AKP odaklı iktidar kümelenmesi bu çatışmalardan mevzilenmesini pekiştirerek sıyrıldı. Devletin ve kontrgerillanın yeniden yapılanmasında TSK odaklı kümelenme geri adım atmak zorunda kaldı. ‘Şeriatçılık-laiklik’ eksenli çatışmaların geriye itilmesi, elbette egemenler arası çatışmaların bütünüyle sona ermesi anlamına gelmiyordu. ‘Açılımla’ birlikte oligarşinin içsel çatışma ekseni Kürt sorununa kaydı. Yaz dönemiyle başlayan Kürt sorunu eksenli iktidar çatışmaları şiddetlenerek bugüne dek süregeldi.

‹lerici muhalefet odaklar›ndan yükselen direnifl Yeni toplumsal muhalefet hareketi ancak ilerici muhalefet odaklar›n›n sürükleyicili¤i üzerinden yükseltilebilir. ‘Hak mücadelesi’ ve ‘güvencesiz iflçi militanl›¤›n›n’ toplumsal muhalefetle bulufltu¤u bu ilerici muhalefet odaklar›, dipten seyreden hareketlerin, sab›r ve kararl›l›kla yap›lan y›¤›naklar›n yüzeye ç›kt›¤› ve inisiyatif ald›¤› devrimci s›çrama anlar›d›r.

AKP’nin “Milli Birlik ve Kardeşlik Projesi” adıyla yürütülen Kürt açılımı, Kürtlerin neoliberal yeni sömürge kapitalizmiyle ve emperyalist Ortadoğu projeleriyle bütünleştirilmesi (‘entegrasyonu’) ve Kürt hareketinin tasfiyesi projesidir2. İsyancı bir Kürt hareketinin varlığında bütünleşmenin sağlanması ise olası değildir. Çünkü Kürt hareketi, Kürt halkının uzun savaş süreçlerinde oluşmuş ‘ortak siyasal iradesiyle’ neoliberalizme karşı ‘proleter-halkçı direnme potansiyeline’ dayanmaktadır. Bu potansiyelden doğan direnişler kırılmadan Kürtlerin yeni düzenle bütünleştirilmesi olanaklı değildir. AKP eliyle yürütülen neoliberal asimilasyon politikası, bu direnişin kırılması yönünde siyasal bir girişimdir. Müslüman kardeşliği ideolojisi, devlet şiddeti ve şoven kitlesel kuşatma kıskacında verilen kültür ve kimlik hak ödünleriyle Kürtler, yeni düzenin uyumlu öznelerinden biri haline getirilmek istenmektedir. Açılım siyaseti, neoliberal ilke ve değerler çerçevesinde Kürt kimliği ve kültürüne ilişkin bazı unsurların benimsenmesine, ancak Kürt halkının özgür ulusal-siyasal varlığının yadsınmasına dayanmaktadır. Kürtlerin neoliberal asimilasyonu ve yeni düzenle bütünleştirilmesi politikası, neoliberal dönüşüm programının temel adımlarından biridir. Bu niyet temelinde egemenler arası zorunlu ittifakın sarsılmaz bir parçasıdır. AKP’nin Kürt açılımı projesi başarısızlığa uğrasa bile, bu temel program hep yürürlükte kalacak; kendi zamanını bekleyecek; başka ad ve yöntemlerle yeniden gündeme gelecektir.

Ne var ki, 2011’de çoğunluk iktidarı hesapları yapan AKP, bu girişimle Kürtlerin oyunun peşine de düşmüş bulunmaktadır. Bu yanıyla Kürt açılımı, egemenler arası bir iktidar çatışması alanı olarak gündeme gelmektedir. Sokaktan bir tehdit yönelmediği sürece, “açılım süreci”, egemenler arası bir iktidar çatışması alanı olarak varlığını sürdürmektedir. Hem Kürtlerin ve Kürt bölgelerinin sermaye birikim süreçlerine tam anlamıyla açılması hem de Kürt sorununa müdahale üzerinden yeni devlet yapısında kadrolaşma çabaları, egemenler arası çatışmaların odak noktasıdır. İslamcı bütünleştirme ideolojisiyle (“Müslüman kardeşliği”) milliyetçi-şoven bütünleştirme ideolojisi, halkın saflaştırılarak taraf edildiği bu çatışmaların ideolojik savaşım-meşrulaştırma araçlarını oluşturmaktadır. Her ne kadar Kürt açılımı, ‘fiilen’ zaten gerçek bir açılım olmasa da, DTP’nin kapatılmasıyla ilk raundu ‘resmen’ sona ermiş görünse de, AKP iktidarı “açılım” söylemini kararlılıkla sürdürmek zorundadır. Kaldı ki aslında DTP’nin kapatılması açılımın mantığına uygun bir müdahaledir. Ciddi bir siyasal yenilgi almak istemiyorsa, AKP, şiddet ve ödün yöntemlerini birbirini bütünleyecek biçimde yürütüp tasfiye ve bütünleştirme dengesini kurarak, rakipleri ve Kürtler üzerinde üstünlük sağlamak zorundadır. Rakipleriyse, AKP’nin Kürtlerde beklenti yaratmaya yönelik ‘oyalama ve yalpalamalarını’ CHP-MHP ekseninde yaratılmaya çalışılan milliyetçi-şoven bir kitle kabarmasıyla avantaja çevirmeye çalışmaktadır. AKP’yi, açılım söylemini boşa düşürecek adımlar atmaya zorlayıp, yalpalama ve tutarsızlıklarını derinleştirmektedirler. AKP’nin dayanaklarından biri olan ‘İslamcı-Türkçü’ kitle temelini olabildiğince eritmek, kriz-ekonomi politikaları eksenli yıpranmalardan doğan halktaki hoşnutsuzlukları milliyetçi-şoven bir muhalefet çizgisiyle bir iktidar alternatifine dönüştürmek istemektedirler. Tam bu noktada bu çatışmadan İslamcı, liberal, liberal sol ve Kürt-İslamcı-liberal söylemi yüreklendiren bir karşıtlık doğmaktadır. Bu kesimler, sanki AKP Kürtlere yönelik şiddet politikalarını benimsemiyormuş; ancak zorunlu bırakılıyormuş gibi AKP ve açılım destekçiliğine girişmektedir. Hatta başından beri Kürt hareketinin ‘egemen söylemi’nde, beliren açılımı olumlayıcı ifadeler, liberal söylemi güçlendirmesinin yanında halktaki beklentileri de artırmıştır. Şimdi gelinen hayal kırıklığı noktasında Kürt hareketini oyunbozan durumuna düşüren bu yanılgı, PKK’nin Reşadiye saldırısıyla da birleşince, AKP faşizmi ikinci plana düşürülmektedir. Oysa zaten başından beri AKP, açılım sürecini halkın ilerici-demokratik-sınıfsal taleplerine ve temsilcilerine karşı bir şiddet sürecine dönüştürmüştü. ‘Yüzeydeki açılımları’ yücelten liberallerin tutarsızlığı, bütün egemenlerin Kürt hareketine yönelik tam bir mutabakat halindeki şiddetini görmezden gelme-

2

‹syan, asimilasyon, bütünleflme k›skac›nda 1 Kürt Aç›l›m› Kürt isyanlar› ve direniflleri, bunlar›n bast›r›lmas›, Kürtlerin asimilasyonu ve düzenle bütünlefltirilmeleri bu topraklar›n tarihinde farkl› dönemlerde farkl› biçimlerde yaflanm›flt›r. Rejimin son asimilasyon ve bütünleflme çabalar› son Kürt hareketinin özgünlüklerine çarparak tökezlerken, yükselen flovenizme karfl› mücadele s›n›f hareketinin birinci görevlerinden biri olmaktad›r

A

KP’nin ‘Kürt açılımı’, Kürtlerin neoliberal yeni sömürgecilikle bütünleştirilmesi; bunun için Kürt hareketinin (PKK) tasfiyesi projesidir.

En sonunda “milli birlik ve kardeşlik projesi” adıyla anılması bile, projenin ardındaki niyeti ele vermektedir. Böyle bir adlandırma, Kürtlerin, “Tek Bayrak-Tek Devlet-Tek Millet” çatısı altında “birlik ve kardeşliğe” zorlanması söylemini anımsatmaktadır. İlk bakışta, siyasal bir taktik gereği, açılımdan geri dönerek yükselen şovenizme verilmiş bir ödün gibi görünse de, bu değerlendirme gerçeği bütünüyle yansıtmaz. Sık sık açılımda kararlılık sözü veren Başbakan Erdoğan’ın, gönül rızasıyla programatik bir geri adım atma şansı yok. Geri adım sorunu, “hazmettire

13

3

Emperyalizmle hiyerarflik bütünleflmelerini büyük ölçüde ilerleten Türkiye egemenleri, Büyük Ortado¤u Projesinin aktif tafleronu olarak Kuzey Afrika’dan Bangladefl’e Büyük Ortado¤u havzas›nda bütün halklar› karfl›s›na al›rken Türkiye halklar›n›n gündemi ve ç›karlar› da Ortado¤u halklar›n›n gündemi ve ç›karlar› ile giderek ortaklaflmaktad›r. Ortado¤u’da aç›k iflgal koflullar› yerini gizli iflgal koflullar›na b›rak›rken, halklar›n uluslararas› dayan›flmas› aç›s›ndan s›n›fsal karakteri a¤›r basan bir anti-emperyalist çizginin önemi giderek artmaktad›r.

Aktif tafleronun “yeni” ekseni:

Ortado¤u’nun emperyalist sisteme entegrasyonu

D

eğişim sloganıyla iktidara gelen Barack Obama yönetimi ilk yılını doldururken, ABD emperyalizminin Büyük Ortadoğu Projesi’yle (BOP) ortaya konan temel hedeflerde herhangi bir değişim olmadığı görülmektedir. Ancak bu hedeflere ulaşma yolunda, değişen koşullara göre çatışma mekanlarında ve biçimlerinde bir dizi değişiklik öne çıkmaktadır. ABD emperyalizmi ne rakip ya da muhalif rejimleri kuşatma/devirme/hizaya çekme siyasetinden ne de enerji kaynakları ve ucuz işgücü potansiyeliyle Ortadoğu’yu yeni-sömürgeleştirmekten vazgeçmiştir. Ne var ki bu hedeflere ulaşmak için BOP’un ilan edildiği George W. Bush döneminde başlatılan çatışmalar, kısmen başarıya ulaşarak misyonunu tamamladığı, kısmen de başarısızlığa uğradığı için, amaçlarda değilse de araçlarda bir dizi değişiklik yapmak kaçınılmaz hale gelmiştir. Ortadoğu’nun yeni-sömürgeleştirilmesinde askeri araçların rolü görece gerilerken, ekonomik ve diplomatik araçların rolü öne çıkmakta, emperyalist savaşın odağı da Ortadoğu’dan Güney Asya’ya kaydırılmaktadır. Irak’tan asker çekme süreci başlatılmış, İran ve Suriye ile uzlaşma siyaseti öne çıkarılmış, İsrail’in aşırı saldırgan tutumu karşısında görece sınırlayıcı bir tutum belirlenmiştir. Ancak Ortadoğu’dan çekilmekte olan, emperyalizm değil, ABD askeri kuvvetlerinin bir kısmıdır. Askeri aygıtın hakimiyet sağladığı ya da hizaya getirdiği bölgede, işbirlikçi hükümetler, petrol şirketleri, petrol boru hattı ve serbest bölge projeleri, özelleştirmeler devreye sokulmaktadır. Askerler çekilse de işgal sürmekte, açık işgal yerini gizli işgale bırakmaktadır. Ortadoğu’da askeri çatışma ve tehditler

bu biçimde daha düşük yoğunluklu bir seyir izlerken Afganistan ve Pakistan’da (Af-Pak) savaş giderek şiddetlenmekte ve bu durum karşısında ABD, saldırıları sertleştirmekte ve askeri yığınağı tahkim etmektedir. Türkiye’nin dış politikasında, son dönemde “Türkiye’nin ekseni Doğu’ya mı kayıyor?” sorusunu gündeme getiren değişim de esas olarak, emperyalizmle halklar arasındaki çatışmanın mekan ve biçimlerinde yaşanan değişimin bir ürünüdür. “Doğu” ile ilerletilen ilişkiler, emperyalist “Batı”nın Türkiye’den beklentileri doğrultusunda gerçekleşmekte ve Türkiye egemenlerinin emperyalizmle askeri ve ekonomik anlamda giderek daha hiyerarşik bir bütünleşmeye girmesine yol açmaktadır. ABD’nin ve AB’nin boru hattı projeleri, askeri operasyonları, serbest bölge planları için “Doğu”da görev yapmak, “Batı”ya mesafe koymak değil “Batı”nın daha fazla denetimi altına girmek anlamına gelmektedir.1 AKP hükümeti barışçıl bir dış politika izlediğini öne sürerken, Türkiye Afganistan’daki işgal koalisyonunda ABD’den sonraki en kalabalık askeri güce sahiptir. Af-Pak’ta savaşa lojistik-askeri-istihbari-diplomatik destek giderek tırmanmaktadır. Davutoğlu’nun “komşularla sıfır sorun” siyaseti ile de, gerçekte Ortadoğu’da emperyalist barış/diplomasi süreçlerine aracılık edilmekte, bölgenin emperyalist-kapitalist sisteme entegre edilmesine çalışılmaktadır. Bu entegrasyonda özelleştirmeler, enerji nakil hattı projeleri, enerji anlaşmaları, serbest bölge projeleri (Kuzey Irak, Gazze), “yeniden inşa” faaliyetleri Türkiye sermayesinin taşeronluğunda sürdürülmektedir. Obama yönetimi, giderek ilerletilen bu ilişkiyi “Model Or-

25

DOSYA

BARINMA HAKKI

Yeni bir yurttafll›k rejimi için

Özellefltirilen kenti yeniden kamusallaflt›rmak “O halde eflitlik talebi proletaryan›n a¤z›nda ikili bir anlam tafl›maktad›r. Bu talep ya, özellikle ilk bafllarda, örne¤in Köylü Savafllar›’nda oldu¤u gibi, apaç›k toplumsal eflitsizliklere, zenginle yoksul, feodal toprak sahibi ile onun serfleri, t›ka basa yiyenlerle açl›ktan ölenler aras›ndaki çeliflkiye karfl› kendili¤inden bir tepkidir; bu biçimiyle sadece devrimci içgüdünün bir ifadesidir ve meflrulu¤u da yaln›zca bu niteli¤inden kaynaklan›r. Ya da, öte yandan, bu talep, burjuva eflitlik talebinden az çok daha do¤ru ve daha ileriye giden talepler türeterek ve iflçileri kapitalistlere karfl›, kapitalistlerin kendi kabullerinin yard›m›yla ayakland›rmak için bir ajitasyon arac› olarak, burjuva eflitlik talebine karfl› bir tepki olarak ortaya ç›kar. Her iki durumda da proletaryan›n eflitlik talebinin gerçek içeri¤i s›n›flar›n ortadan kald›r›lmas› talebidir." Frederick Engels (“Eflitlik Üzerine”)

hazmettire” yaşanacak gerilimli-çatışmalı bir siyaset alanının konusudur. (Bkz. “Gündem yazısı”) Bugün, ‘uyumlu İslam’ eliyle ‘uyumlu Kürt’ projesi gündemdedir. Siyasal İslam’ın dilinde “milli birlik ve kardeşlik projesi”, “Müslüman kardeşliği” demektir. Osmanlı’da aynı dinden olanların birliğini tanımlayan ‘millet sistemi’ne göre “Müslüman Milleti”, Türk, Kürt, Çerkez, Laz bütün Müslümanları kapsayan tek bir millettir (‘ümmet’2). Bu bakımdan, “milli görüş”, yani “dini görüş”, aslında “İslamcı görüş” demektir. Özetle AKP’nin ‘Kürt açılımı’nın dayanaklarından biri ‘Müslüman kardeşliği’ projesidir. Bu, Osmanlı’dan günümüze dek Kürtlerin düzenle bütünleştirilmesinde kullanılan

Neo-liberal dönemde sosyal hak hareketleri ve “sosyal yurttafll›k” Emekçilerin, içindeki her şeyle birlikte özelleştirilen kentlerin, kentlerde yoğunlaşan servetin ve iktidarın ya da aynı anlamda, “yurttaşlığın” dışına atılması, artık sadece devrimciler tarafından dile getirilmeyen evrensel bir gerçek. Kapitalist sermaye birikiminin merkezi ve ürünü olan kent, günümüzde emperyalist ekonominin kumanda merkezleri zincirinin parçası olarak yeniden biçimlendiriliyor. Modern tarih boyunca kırı kendisine tabi kılan, büyük emek gücü kaynaklarını çekerek yutan, “burjuva demokratik kamusallığın” simgesi kapitalist kent, emekle sermaye arasındaki yeni “yurttaşlık” mücadelelerine sahne oluyor. Mücadele sahnesini şimdilik iki temel yön karakterize ediyor: Güvenceli çalışma, eğitim ve sağlık gibi sosyal hakların tasfiyesinde somutlaşan kamusal alanın bütünsel dönüşümü ve "kentsel dönüşüm projeleriyle" somutlaşan kentsel mekânın dönüşümü, emekle sermaye arasındaki güncel

yurttaşlık mücadelesinin birbiriyle yakından ilişkili iki ayrı yönünü oluşturuyor. Mücadelenin bir cephesinde sermaye sınıfı, kamusal mekânı ve kamusal alanı özelleştirerek, emek gücünü mutlak tahakkümü altına almayı amaçlayan yeni bir haklar rejimini hâkim kılmaya çalışıyor. Kapitalist haklar rejimi meşruiyetini kapitalist özel mülkiyete dayalı sermaye birikiminin yasalarına dayandırıyor. Mücadelenin öteki cephesinde işçi sınıfı, kamusal alanın ve mekânın özelleştirilmesine karşı direnerek çağımıza özgü yeni bir proleter haklar rejiminin temellerini atıyor. Yeni proleter haklar rejimi, işçi sınıfının dün kapitalizm içinde edinmiş olduğu geçici statüye atıfla değil, bugün mücadele içinde elde edeceği yeni kolektif güce dayalı olarak biçimlenecek. İşçi sınıfı politik bir sınıf niteliğini kazandığı ölçüde ve bu niteliği kazanmak için geçilecek yola da bağlı olarak şekillenecek olan yeni proleter haklar rejimi, sınıf mücadelesinin bugünkü geri örgütlenme ve politikleşme düzeylerinde doğal olarak henüz çok belirsiz ve ucu açık bir ufukla tarif edilebiliyor.

Kad›nlar yürüyor mücadele büyüyor Yürürken biz, yürürken günün güzelli¤inde, Karanl›k mutfaklara, gri fabrika kuytular›na, Dokunur apans›z ç›kan güneflin tüm parlakl›¤›, Ve duyar insanlar bizim flark›m›z›: Ekmek ve Güller! Ekmek ve Güller! Yürürken biz, yürürken günün güzelli¤inde, Karanl›k mutfaklara, gri fabrika kuytular›na, Dokunur apans›z ç›kan güneflin tüm parlakl›¤›, Ve duyar insanlar bizim flark›m›z›: Ekmek ve Güller! Ekmek ve Güller! Yürürken biz, yürürken, erkekler için de savafl›r›z, Çünkü kad›nlar›n çocuklar›d›r onlar, ve biz anal›k ederiz yine onlara. Yaflamlar›m›z do¤umdan ölüme kan ter içinde geçmeyecek; Kalpler de ölür açl›ktan bedenler gibi; ekmek verin bize, ama verin gülleri de. Yürürken biz, yürürken, say›s›z ölü kad›n da yürür bizimle

32

Ve bizim flark›m›zda duyulur yafll› 盤l›klar› ekmek için. Küçük hünerleri, sevgiyi ve güzelli¤i bilirdi onlar›n kah›rl› ruhlar›. Evet kavgam›z ekmek için, ama güller için de. Yürürken biz, yürürken, daha güzel günleri getiririz, Kad›nlar›n yükselifli insan soyunun yükselifli demektir. Köle gibi çal›flma ve aylakl›k yok, on kiflinin çal›fl›p bir kiflinin yatt›¤›, Paylaflal›m yaflam›n görkemini: Ekmek ve güller, ekmek ve güller. Yaflamlar›m›z do¤umdan ölüme kan ter içinde geçmeyecek; Kalpler de ölür açl›ktan bedenler gibi; ekmek verin bize, ama verin gülleri de. Ekmek ve Güller- James Oppenheimer Ekmek ve Güller Marfl› Lawrence Grevi’nde kad›nlar›n direniflinin simgesi oldu. Grev ,“Ekmek ve Gül” grevi olarak an›ld›.

N

eoliberal kapitalizme karşı hak mücadelelerinin en aktif öznelerinden biri kadınlar. Neoliberalizmin mülksüzleştirme, işçileştirme ve emeğin yeniden üretim alanına yönelik piyasalaştırma saldırısının odağında yer alan kadınlar; yeni bir sınıf hareketinin kuruluş zemini olan hak mücadelelerinin içinde bu hareketin kurucu özneleri haline geliyor. Kadınlar hak mücadelelerindeki militanlıkları ve mücadeleye kattıkları zenginlikle emekleri üzerindeki görünmezlik örtüsünü yırtıyorlar. Ancak elbette kadınların hak mücadelelerine aktif katılımı, kadın özgürleşme bilincinin ve mücadelesinin oluşması açısından tek başına yeterli değil. Hak mücadelelerinin kadın özgürleşmesinin kurucu zeminlerinden biri olması, kadınların özgül talepleri ve politik varlıklarıyla mücadelenin tamamının öznesi ve sürükleyicisi olmaları ve hak mücadelelerinin politik, pratik

ve ideolojik çizgisinin neoliberal kapitalizmle birlikte erkek egemenliğini de ortadan kaldırmayı hedefleyen devrimci bir içerikte derinleştirilmesiyle mümkün. Kadınların hak mücadelelerine aktif ve kitlesel katılımlarıyla mücadelenin sürükleyicisi haline gelmeleri kadın özgürleşme mücadelesinin yeni gelişme dinamiklerini açığa çıkarırken, yeni bir emek hareketinin olanaklarını da gösteriyor. Bu yeni hareket, geleneksel emek hareketindeki, yaşamın tamamında oluşan sermaye karşıtı mücadele zeminleriyle bu mücadelelerin öznelerini sınıf hareketinin parçası olarak görmeyen; farklı ezilme/egemenlik biçimlerini önemsizleştirerek kadınların taleplerini öteleyen; sınıfın ortak çıkarlarını kısa vadeli çıkarlar için göz ardı ederek sınıfı parçalayan yaklaşımlara rağmen gelişiyor. Neoliberal kapitalizme karşı hak mücadeleleri olarak boy veriyor. Kadınların hak mücadelelerine katılımı ise sosyal hak hare-

33


‹lerici muhalefet odaklar›ndan yükselen direnifl Yeni toplumsal muhalefet hareketi ancak ilerici muhalefet odaklar›n›n sürükleyicili¤i üzerinden yükseltilebilir. ‘Hak mücadelesi’ ve ‘güvencesiz iflçi militanl›¤›n›n’ toplumsal muhalefetle bulufltu¤u bu ilerici muhalefet odaklar›, dipten seyreden hareketlerin, sab›r ve kararl›l›kla yap›lan y›¤›naklar›n yüzeye ç›kt›¤› ve inisiyatif ald›¤› devrimci s›çrama anlar›d›r.

2


GÜNDEM

E

gemenler arasında Kürt sorunu ekseninden yükselen iktidar çatışmaları iyice şiddetlendi. Buna ekonomik krizin artan etkileri ve sermayenin 2010 yılına ilişkin öncelik ve önlemleri de eklenince gerilim daha da tırmandı. Türkiye’nin emperyalist bölge projelerine eklemlenme biçimlerinden doğan çekişmeler de sayılırsa, egemenlerin (oligarşi) ancak 2011 genel seçiminin1 dindirebileceği bir iktidar çatışması yörüngesine oturduğu söylenebilir.

Kürt aç›l›m›, AKP’nin iktidar planlar› ve yükselen Kürt Hareketi 2009 yaz sonlarından beri ‘şeriatçılık-laiklik’ eksenli gerilimler şiddetini yitirerek, egemenler arası birincil çatışma ekseni olmaktan çıktı. AKP odaklı iktidar kümelenmesi bu çatışmalardan mevzilenmesini pekiştirerek sıyrıldı. Devletin ve kontrgerillanın yeniden yapılanmasında TSK odaklı kümelenme geri adım atmak zorunda kaldı. ‘Şeriatçılık-laiklik’ eksenli çatışmaların geriye itilmesi, elbette egemenler arası çatışmaların bütünüyle sona ermesi anlamına gelmiyordu. ‘Açılımla’ birlikte oligarşinin içsel çatışma ekseni Kürt sorununa kaydı. Yaz dönemiyle başlayan Kürt sorunu eksenli iktidar çatışmaları şiddetlenerek bugüne dek süregeldi. AKP’nin “Milli Birlik ve Kardeşlik Projesi” adıyla yürütülen Kürt açılımı, Kürtlerin neoliberal yeni sömürge kapitalizmiyle ve emperyalist Ortadoğu projeleriyle bütünleştirilmesi (‘entegrasyonu’) ve Kürt hareketinin tasfiyesi projesidir2. İsyancı bir Kürt hareketinin varlığında bütünleşmenin sağlanması ise olası değildir. Çünkü Kürt hareketi, Kürt halkının uzun savaş süreçlerinde oluşmuş ‘ortak siyasal iradesiyle’ neoliberalizme karşı ‘proleter-halkçı direnme potansiyeline’ dayanmaktadır. Bu potansiyelden doğan direnişler kırılmadan Kürtlerin yeni düzenle bütünleştirilmesi olanaklı değildir. AKP eliyle yürütülen neoliberal asimilasyon politikası, bu direnişin kırılması yönünde siyasal bir girişimdir. Müslüman kardeşliği ideolojisi, devlet şiddeti ve şoven kitlesel kuşatma kıskacında verilen kültür ve kimlik hak ödünleriyle Kürtler, yeni düzenin uyumlu öznelerinden biri haline getirilmek istenmektedir. Açılım siyaseti, neoliberal ilke ve değerler çerçevesinde Kürt kimliği ve kültürüne ilişkin bazı unsurların benimsenmesine, ancak Kürt halkının özgür ulusal-siyasal varlığının yadsınmasına dayanmaktadır. Kürtlerin neoliberal asimilasyonu ve yeni düzenle bütünleştirilmesi politikası, neoliberal dönüşüm programının temel adımlarından biridir. Bu niyet temelinde egemenler arası zorunlu ittifakın sarsılmaz bir parçasıdır. AKP’nin Kürt açılımı projesi başarısızlığa uğrasa bile, bu temel program hep yürürlükte kalacak; kendi zamanını bekleyecek; başka ad ve yöntemlerle yeniden gündeme gelecektir.

Ne var ki, 2011’de çoğunluk iktidarı hesapları yapan AKP, bu girişimle Kürtlerin oyunun peşine de düşmüş bulunmaktadır. Bu yanıyla Kürt açılımı, egemenler arası bir iktidar çatışması alanı olarak gündeme gelmektedir. Sokaktan bir tehdit yönelmediği sürece, “açılım süreci”, egemenler arası bir iktidar çatışması alanı olarak varlığını sürdürmektedir. Hem Kürtlerin ve Kürt bölgelerinin sermaye birikim süreçlerine tam anlamıyla açılması hem de Kürt sorununa müdahale üzerinden yeni devlet yapısında kadrolaşma çabaları, egemenler arası çatışmaların odak noktasıdır. İslamcı bütünleştirme ideolojisiyle (“Müslüman kardeşliği”) milliyetçi-şoven bütünleştirme ideolojisi, halkın saflaştırılarak taraf edildiği bu çatışmaların ideolojik savaşım-meşrulaştırma araçlarını oluşturmaktadır. Her ne kadar Kürt açılımı, ‘fiilen’ zaten gerçek bir açılım olmasa da, DTP’nin kapatılmasıyla ilk raundu ‘resmen’ sona ermiş görünse de, AKP iktidarı “açılım” söylemini kararlılıkla sürdürmek zorundadır. Kaldı ki aslında DTP’nin kapatılması açılımın mantığına uygun bir müdahaledir. Ciddi bir siyasal yenilgi almak istemiyorsa, AKP, şiddet ve ödün yöntemlerini birbirini bütünleyecek biçimde yürütüp tasfiye ve bütünleştirme dengesini kurarak, rakipleri ve Kürtler üzerinde üstünlük sağlamak zorundadır. Rakipleriyse, AKP’nin Kürtlerde beklenti yaratmaya yönelik ‘oyalama ve yalpalamalarını’ CHP-MHP ekseninde yaratılmaya çalışılan milliyetçi-şoven bir kitle kabarmasıyla avantaja çevirmeye çalışmaktadır. AKP’yi, açılım söylemini boşa düşürecek adımlar atmaya zorlayıp, yalpalama ve tutarsızlıklarını derinleştirmektedirler. AKP’nin dayanaklarından biri olan ‘İslamcı-Türkçü’ kitle temelini olabildiğince eritmek, kriz-ekonomi politikaları eksenli yıpranmalardan doğan halktaki hoşnutsuzlukları milliyetçi-şoven bir muhalefet çizgisiyle bir iktidar alternatifine dönüştürmek istemektedirler. Tam bu noktada bu çatışmadan İslamcı, liberal, liberal sol ve Kürt-İslamcı-liberal söylemi yüreklendiren bir karşıtlık doğmaktadır. Bu kesimler, sanki AKP Kürtlere yönelik şiddet politikalarını benimsemiyormuş; ancak zorunlu bırakılıyormuş gibi AKP ve açılım destekçiliğine girişmektedir. Hatta başından beri Kürt hareketinin ‘egemen söylemi’nde, beliren açılımı olumlayıcı ifadeler, liberal söylemi güçlendirmesinin yanında halktaki beklentileri de artırmıştır. Şimdi gelinen hayal kırıklığı noktasında Kürt hareketini oyunbozan durumuna düşüren bu yanılgı, PKK’nin Reşadiye saldırısıyla da birleşince, AKP faşizmi ikinci plana düşürülmektedir. Oysa zaten başından beri AKP, açılım sürecini halkın ilerici-demokratik-sınıfsal taleplerine ve temsilcilerine karşı bir şiddet sürecine dönüştürmüştü. ‘Yüzeydeki açılımları’ yücelten liberallerin tutarsızlığı, bütün egemenlerin Kürt hareketine yönelik tam bir mutabakat halindeki şiddetini görmezden gelme-

3


GÜNDEM lerindedir. Gene aynı tutarsızlık, Anayasa Mahkemesi’nin AKP ve DTP kararlarındaki çifte standardının üzerine gidilememesinde görülmektedir. “Hukuka saygı” söylemine sığınan liberal ikiyüzlülük, tam da statükoya karşı demokrasi kahramanlığına soyunduğu bir zamanda, ‘asimetrik bir savaş hukukunu’ meşrulaştırmış olmaktadır. Açılım konusunda faklı tavırlarına karşın, egemenler Kürt hareketinin tasfiyesinde uzlaşma sağlayabilmektedir. Egemenler arası çatışmaların şiddetlendiği böylesi bir ortamda egemenleri bir kez daha halka karşı şiddet temelinde ittifaka zorlayan şeylerin başında, Kürt hareketinin yeniden yükselişe geçmesi gelmektedir. Kürt açılımı projelerinin suyunda uzun süre bir beklenti-hareketsizlik içinde kalan Kürt hareketi, Habur’la birlikte atılım yaparak, açılım kanallarını genişletme taktikleriyle inisiyatif ele geçirme politikası yürüttü. Kandil’den gelen “Barış Grubu” üyesi PKK gerillalarının Habur’da büyük kitlelerce karşılanması (19 Ekim 2009) dönüm noktası oldu. Kürt hareketinin tasfiyesi bir yana, açılım sürecinin ona yeni bir gelişme kanalı da yaratabileceği endişesi egemenlerin şiddetin dozunu artırmalarına yol açtı. Neoliberal asimilasyon ve bütünleştirme taktikleri açılım maskesiyle birlikte boşa düştü. Maskenin altından tam donanımlı bir tasfiye harekatı çıktı. Şimdi gelinen noktada Kürt hareketi, bildik devlet-kontrgerilla şiddeti yanında, yukardan örgütlenen şoven tepkilerle ve medya gücüyle yaratılan bir “Kürt düşmanlığı” kuşatmasıyla etkisizleştirilmeye çalışılmaktadır. Muş’ta ve İstanbul Dolapdere’de, Keçiören’de, Ege kentlerinde Kürtlere yönelen saldırılar ve Kürt illerinde fiili OHAL uygulamaları bildik ulusal baskı politikalarındandır. Bütün temel nedenlerinin yanında, Kürt açılımını konjonktürel olarak tetikleyen nedenlerin başında emperyalist bölge planları gelmektedir. Bu planlar Kürt hareketinin bölgesel kuşatılmasını da gerektirmektedir. Büyük askeri operas-

Kürt hareketi, bildik devlet-kontrgerilla fliddeti yan›nda, yukardan örgütlenen floven tepkilerle ve medya gücüyle yarat›lan bir “Kürt düflmanl›¤›” kuflatmas›yla etkisizlefltirilmeye çal›fl›lmaktad›r. Mufl’ta ve ‹stanbul Dolapdere’de, Keçiören’de, Ege kentlerinde Kürtlere yönelen sald›r›lar ve Kürt illerinde fiili OHAL uygulamalar› bildik ulusal bask› politikalar›ndand›r.

4

yonların da (küçükler zaten yapılıyor) “seçenekler arasında” yer aldığı bu kuşatma, ABD ve Irak Federal Kürdistan yönetiminin de işbirliğiyle PKK’nin kıskaca alınıp iyice sıkıştırıldığı geniş bölgesel bir plana dönüştürülmek isteniyor. 20-21Aralık 2009’da Bağdat ve Erbil’de yapılan üçlü mekanizma (Türkiye, ABD, Irak) toplantılarında PKK’nin tasfiyesi bir kez daha gündeme getirildi. Ne var ki, Irak Federal Kürdistan yönetimi ve ilgisini Afganistan’a kaydırmış ABD, askeri müdahaleden çok ülke içindeki açılım politikalarına ağırlık verilmesini önemsemektedirler. Buysa 2011 genel seçimi yaklaşmadan, mutlaka bir başarıya gerek duyan AKP iktidarını zorda bırakmaktadır. Başarı, ille de PKK’nin ciddi bir askeri yenilgi almasıyla olmayabilir; rakiplerinin şoven hezeyanını yatıştıracak herhangi bir “başarı görüntüsü” de yeterli olacaktır. Burada iktidarın en büyük açmazı, şiddetle ödün dozunu iyi ayarlayarak, Kürt halkıyla PKK’nin arasının açılması ve Kürt hareketinin parçalanması (hatta Kürt feodalitesinin ve Kürt burjuvazisinin de yalıtılarak baskı altına alınması) politikasının bir türlü tutturulamamasındadır. Kürtlere yönelik her saldırıyla birlikte geri tepen bu taktik, DTP’nin kapatılması ve Öcalan’ın hücre değişikliğiyle şimdi gene geri tepmeye başladı. Devlet şiddeti ve DTP’nin oybirliğiyle kapatılması kararıyla Kürt hareketinin devrimci dinamiklerini yalıtma taktikleri Kürt hareketinin yükselişiyle geri tepti. Yalıtılan bütün özneler, halk hareketinin sürükleyici dinamikleri temelinde gerilla ve Öcalan simgeselliğinin bütünleştirici gücüyle her seferinde yeniden politikleşerek bir araya gelmektedir. AKP durumu toparlayacak yeni adımlar atmadığı koşulda, TSK’dan MHP’ye kadar bölgede bütün düzen güçlerini AKP destekçisi yapan ve AKP’yi de bölgede örgütlü tek ‘düzen partisi’ haline getiren bu saldırı sürecinde, ‘düzen partisi’nin bölgede erimesi de hızlanacaktır. Bu hızlanma


GÜNDEM kendiliğinden değil, Kürtlerin özgür siyasal varoluşlarının tehlikeye girdiği bir zamanda, kendisine yönelen saldırıyı boşa düşürecek militan kitlesel atılımlarla sağlanmaktadır. Ne var ki, Kürtlerin militan çıkışlarının boşa düşürülmesi noktasında benzer bir taktiği de iktidar güçleri yürütmektedir. Kürt hareketinin izinden dönen askerler ve operasyon bölgesi dışındaki askerler gibi savaş-dışı kesimlere, halka ve sivil insanlara yönelik saldırılara olur veren yanlış politik-askeri stratejisi, şovenizmin emekçi halk kitleleri üzerindeki gücünün yaygınlaşmasında bir sıçrama tahtası olarak kullanılmaktadır. Devleti ‘iç savaş tehdidiyle’ açmaza alma ve savaş koşullarında ‘bütün Kürtleri saflaştırma’ niyetiyle yürütülen bu strateji, aslında Kürt hareketin en büyük müttefikiyle de arasını açmaktadır. Kürt halkına saldırılarında neoliberal İslamcı iktidara ve devlete baskı yapabilecek tek gerçek güç olan emekçi halk kitleleri ve Türkiye solu her geçen gün biraz daha ‘milliyetçi ya da liberal eksenin’ yörüngesine girmekte ya da en azından sinmektedir.

Etkin tafleronluk çizgisinde yön de¤iflikli¤i Hükümete geldiğinden beri ABD desteği ve Avrupa Birliği bağlantısıyla iktidar olanaklarını genişletmeye çalışan AKP, son zamanlarda Afganistan, İran ve Irak (Federal Kürdistan) hattında ABD’yle “eşgüdümlü girişimler”de bulunmaktadır. Bu yönelim, egemenler arası gerilim alanlarından biri olarak dış siyasetin ekseninin Batı’dan Doğu’ya kaymasıyla açıklanmaktadır. Hatta Erdoğan-Davutoğlu ikilisinin kimi girişken dış gezi atılımları da gösterilerek Avrupa’dan Müslüman dünyaya doğru bir kopuş yönünde yorumlar yapılmaktadır. “Tarihsel Osmanlı bölgesinde” seyreden bu girişimler, AKP’nin ‘Yeni Osmanlıcılık’ siyasetine bağlanmaktadır. Büyük Ortadoğu Projesinde kendisine verilen rolü yerine getirirken, karşısına çıkan fırsatları iktidarını pekiştirmekte

kullanan AKP, Türkiye’nin vizyonunu “Bölgesel bir gücün yükselişi” diye tanıtmaktadır. Bu kavram, 7 Aralık 2009 Obama-Erdoğan görüşmesinde ünlenen “model ortaklık” kavramından türetilmektedir. “Model ortaklık ve bölgesel güç” kavramları, emperyalist çağrışımlı Yeni Osmanlıcı bir ideolojik söylemle, AKP iktidarının İslamcı-şoven kitlelerin gözünde, neoliberal yeni sömürgecilik ve emperyalist bölge projelerinden doğan görevlerini meşrulaştırmakta kullanılmaktadır. Böylece, ülkede yükselen ABD karşıtlığını dindirmek için eski, fazla ‘işbirlikçilik’ çağrışımı yapan “stratejik ortaklık” kavramının yerine ‘model ortaklık’ kavramı geliştirilerek iç siyaset dengesi de kurulmuş oluyor. İslamcı-Türkçü kitle temelindeki yaygın “anti-Amerikancılığı” dengeleyen ünlü Erdoğan çıkışları (İsrail’e, Sarkozy’ye, hatta ABD’ye), bölgede saygınlığını yükselttiği gibi, AKP’nin işbirlikçilik politikalarının üzerini de örtmektedir. Daha doğrusu, işbirlikçiliği İslamcılar açısından sindirilebilir hale getirmektedir. Türkiye’nin bütün emperyalist projelerin temeline yerleşen iki potansiyel gücünden söz edilebilir: “Türkiye, Avrupa'nın dördüncü büyük işgücünü oluşturuyor (nüfusunun yüzde 65'i 25 yaşın altında) ve enerji yollarının birleştiği noktada bulunuyor.” Devlet Bakanı ve ‘Başmüzakereci’ Egemen Bağış’ın yabancı sermaye temsilcilerine sarf ettiği bu sözler Türkiye’nin gerçek pazarlık gücünü oluşturmaktadır. Aslında büyük bir cevvaliyetle (pragmatizm) durumdan vazife çıkaran dış gezi girişimleri hep bu yörüngede seyretmektedir. Türkiye’ye içinde bulunduğu geniş bölgenin yeni emperyalist düzenle bütünleştirilmesinde taşeronluk görevleri verilmektedir. Erdoğan-Davutoğlu ikilisi ise bütünleştirme projelerinde fırsatçılık yaparak, taşeronluğa biraz ‘etkinlik’ kazandırmaktadır. Örneğin Dünya Ticaret Örgütü’nün (DTÖ) 7. Bakanlar Konferansı toplantısında (30 Kasım-2 Aralık 2009, Cenevre) 31 ülkenin DTÖ’ye kabulünü hızlandırmak için “Katılım Dostu Ülkeler Platformu” kuruldu. Bu 31 ülkenin 18’iyle Türkiye’nin çok yakın ticari ilişkileri var: Afganistan, Cezayir, Azerbaycan, Be-


GÜNDEM yaz Rusya, Bosna, Etiyopya, İran, Irak, Kazakistan, Lübnan, Libya, Rusya, Sırbistan, Sudan, Tacikistan, Özbekistan, Yemen ve Suriye’den oluşan bu ülkeler, o girişken dış gezilere ilişkin bir fikir verse gerek. ABD’nin Ankara büyükelçisi James F. Jeffrey’in deyimiyle, Türkiye ABD’yle Afganistan (Pakistan), İran ve Irak’ta “eşgüdümlü harekat” planları yapmaktadır. ABD’nin emperyalist bölge planlarının sivri ucu Ortadoğu’dan Asya’ya yönelmektedir. ABD 2011’de Irak’tan çekilmeyi planlamaktadır. Doğacak boşluğu doldurmakla görevlendirilen Türkiye, salt güvenlik gerekçeleriyle değil, neoliberal yeni sömürgeciliğin derinleştirilmesi görevleriyle de bölgede inisiyatif almaya çalışmaktadır. Kürt sorunu ve sermaye hareketleri bakımından Türkiye’nin iç politikasını doğrudan ilgilendiren bu gelişmeler sermaye ve iktidar gerilimlerine yol açmaktadır.

luklarını yaşadığı tüm mekanlar, işe gidiş geliş yolları doğrudan eylem alanlarına çevrilebilmektedir. Sağlıkta neoliberal yıkım, katkı paylarının arttırılması; özel hastanelere mecbur edilen sigortalılardan alınan farkın yüzde 70’e çıkartılmasıyla artık herkes için giderek can alıcı hale gelmiştir. Bütçede özel hastanelere yapılan kaynak transferi dışındaki sağlık harcamaları ve eğitim harcamaları da geriletilmiştir. Tarıma, engellilere dönük destekler en alt düzeyde tutulmuştur. Krizde işten çıkarılan 3 milyon insanla birlikte 5 milyonu aşan işsiz sayısı; kepenklerini kapatan 950 bin esnaf, kredi kartı ve tüketici kredisi borcunu ödeyemeyen 2 milyon kişi, açlık sınırının altında yaşamaya itilen milyonlar bu dönem sınıfsal kutuplaşmanın giderek artacağını göstermektedir. AKP kendi tabanında gelişen sınıfsal tepkilerin boy hedefi haline gelecektir. Güvenceli iş

ABD açısından salt Irak’ta güvenlik ya da Irak’ın güvenliği söz konusu değil, aynı zamanda Ortadoğu ve Asya için de yeni durum söz konusudur. “Yeni ticaret koridoru”yla kuzeyden güneye “güvenli kaynaklardan” sağlanan petrol ve doğalgazın Türkiye üzerinden Batı’ya aktarılması tasarlanmaktadır. Türk ve Kürt proletaryasının sürekli ucuzlatılan bol-genç işgücü de çekici bir emek piyasası olarak sunulmaktadır. İslamcı yaşama biçiminin gerekleri bir yana, Erdoğan boşuna her aileden üç çocuk istemiyor; genişleyen bir pazara yatırım yapıyor. Bütün bunların yürütülmesinde, neoliberal kapitalist pazarın bölgede derinleştirilmesi ve emperyalist kapitalist düzenle bütünleştirilmesinde lojistik savaş gücünden diplomasiye etkin taşeronluk görevleri Türkiye’yi beklemektedir.

Emekten gelen tehlike, sermayenin 2010 y›l› hesaplar›nda bir risk unsuru Sermayenin temsilcileri, emekten “gelen tehlikeyi” 2010 yılı hesaplarında ciddi bir risk unsuru olarak değerlendirmektedir. Bunun hemen ardından bildik siyasal istikrar çağrıları gelmektedir. Siyasal istikrar çağrılarının anlamı, ardından gelen tedbir paketleri ve bunların yürütülmesi için gerekli sertlik politikalarından bilinmektedir. AKP, 2010 bütçesinde vergi dışı gelirlerdeki artışı zamlarla karşılamayı planlamaktadır. İstanbul’da metrobüs zamları ardından genişleyen tepki ve fiilen ulaşım hakkını kullanma eylemlerine halkın aktif katılımı; elektriğe, doğalgaza, suya yani tüm yaşamsal ihtiyaçlara yapılacak zamların AKP karşısında halkın öfkesini giderek büyüttüğünü ve basit protestolardan öte insanca yaşam talepleri doğrultusunda hakların fiili kullanımını zorlayan doğrudan eylem pratiklerinin yaygınlaşma potansiyelini göstermektedir. Artık sokağın günlük ritmi değişmektedir. Halkın hak yoksun-

6

Kriz karfl›t› mitingler ya da ‘Herkese Sa¤l›k ve Güvenli Gelecek Platformu’ gibi anlaml› giriflimlerin etkisi k›sa sürdü. Araya k›sa sessizlik dönemleri girdi. Ta ki 2009 1 May›s›, 25 Kas›m Grevi, IMF karfl›t› eylemler (Ekim) ve flimdi de Tekel, demiryolu, itfaiye iflçileri ve hatta eczac›lara dek.


GÜNDEM ve insanca yaşam talepleri emekçi kitleler arasında yayılmakta ve AKP’nin emeğe ve halka düşman yüzü giderek daha açığa çıkmaktadır. Sonuçta egemenler açısından “kriz, Türkiye’de derinleşmekte, iç pazarda toparlanma görünmemekte, sermaye vergi yükünün ağırlığından yakınmakta ve siyasal kutuplaşma riski ekonomik istikrarı tehdit etmektedir”. Krizin gölgesinde keskinleşen siyasal kutuplaşmalar bir yana, bütçede hiçbir sapmaya izin vermeden 2010 hedeflerini tutturabilmek, sermaye ve AKP iktidarının halka karşı tam mutabakatını gerektirmektedir.

Ad›m ad›m yükselen emek hareketi ve oligarflinin mutabakat aray›fl› Son zamanlarda artan “istikrar ve mutabakat” çağrıları, sı-

nıf savaşımının ünlü altın kuralını bir kez daha anımsatmaktadır: Egemen sınıflar arasındaki çatışmalar, ne denli şiddetlenirse şiddetlensin, düzeni tehdit eden devrimci bir gücün ayak sesleri işitildiğinde “zorunlu bir ittifaka” dönüşür. Çıkarları birbiriyle çelişen ama bir o kadar da birbirine mecbur egemen sınıflar ittifakının (oligarşinin) işleyiş yasalarından türetilmiş bu altın kuralın anımsatılması, sokakta birikmekte olan bir tehlikenin varlığını haber vermektedir. O ‘tehlike’, “bir toplumsal patlama tehlikesi” olarak halkın bağrında birikmektedir. Sürekli sefalete itilen yoksullar, durmadan ucuz ve güvencesiz biçimlerde çalışmaya zorlanan işçiler, hızla kabaran işsiz kitleler, her geçen gün biraz daha en temel yaşamsal gereksinimlerinden yoksun bırakılan halk, toplumsal patlama tehlikesinin öznesidir. Bu tekinsiz özne, oligarşinin ‘istikrar ve mutabakat’ parolalarıyla hazırlandıkları yeni saldırı dalgasının da hedef kitlesidir. Önce Kürt hareketinin yükselişi, Kürt açılımını boşa düşürerek egemenler arasındaki iktidar çatışmalarını keskinleştirdi. Ardından Alevilerin ilerici, demokratik, “eşit yurttaşlıkçı” istemleriyle sokaklara yönelmesi neoliberal ‘Alevi açılımını’ boşa düşürüp hükümeti sıkıştırmaya başladı. Şimdi de emek hareketi sokaklara daha kararlı biçimlerde çıkmaya başladı. Ucuz ve güvencesiz işçiliğe zorlanan Tekel, Demiryolu, İstanbul İtfaiyesi işçileri AKP’nin saldırıları karşısında militanca direnerek neoliberalizme karşı adım adım erginleşen bir emek hareketini haber vermektedir. Egemen sınıfların iktidar çatışmalarında halkı taraf ederek toplumsal kutuplaşma yaratmaları, inisiyatifin sokağa geçme ‘tehlikesi’ belirdiğinde hızla terk edilen bir sınıf mücadelesi klasiğidir. Elbette aralarındaki çatışma taktiklerini terk etmeleri, her zaman barışçıl politikalar etrafında uzlaşmalarıyla mümkün olmamaktadır. Tersine çoğunlukla faşist baskı kurallarının, kurum ve yöntemlerinin daha etkinleşerek yürürlüğe girmesiyle mümkün olmaktadır. Egemenler mecburen halka karşı savaş politikaları arkasında saflaşmaktadır. Zaten ne zaman ‘reform’, ‘açılım’ ya da ‘yumuşama’dan söz edilse, düzenin ‘demokratik’ sınırları halka darbeler vurarak çizilmekte, ardından mutlaka bir sertlik dönemi gelmektedir. Gene öyle olmaktadır. Neoliberal yıkım politikaları karşısında halkın sokağa çıkmaması beklenemezdi. Neoliberal kimlik politikaları Kürtlerin ulusal-demokratik-sınıfsal-siyasal eylemleri karşısında geri tepti. Kamusal hakların tasfiyesi, hak yoksunlarının eylemlerince zorlanmaya başladı. Sermayenin düşük maliyet stratejileri güvencesiz işçilerce eylemlerle daha fazla sorgulanır oldu. Bunlara bağlı olarak düzenin baskıcı yüzü de ortaya çıkmaktadır. Sömürge tipi faşizmin kaçınılmaz olarak fiili darbe ihtiyacı, neoliberal zamanda ancak böylesi açılım süreçlerine yedirilerek giderilmektedir. Kürt hareketine ve emek hareketine şiddetli darbeler indirerek ipleri ye-

7


GÜNDEM niden ele almaya çalışan AKP iktidarı, bütün halka ibretlik mesajlar vererek halkı yıldırmaya çalışmaktadır. Neoliberal kapitalizmin çatışan güçlerini temsil eden liberal ve ulusalcı kanatlar ise sertlik politikalarını meşrulaştıracak biçimde bütün ilerici demokratik halk tepkilerini mahkum etmede birleşmektedir. Oligarşinin çıkar çatışmalarında, egemenlerin şu ya da bu eğiliminin yanında halkı taraf olmaya zorlayan bu kesimler, “halka karşı savaşta” oligarşinin arkasında saflaşmaktadır. Bir süredir sokaklarda kontrgerilla tarafından planlı ve bilinçli biçimde kışkırtılan şoven gösterilerle “Kürtlere darbe”nin halk desteğini oluşturarak, aslında bütün ilerici demokratik tepkilerinin ezilmesinin ‘meşru’ siyasal toplumsal koşullarını yaratmaya çalışmaktadırlar. Kürt hareketi ve emek hareketi kendi ‘cephelerinden’ bu darbelerin etkisini kıracak militan çıkışları gerçekleştirdiler. Dolayısıyla bunu bir darbe değil, bir çatışma olarak yaşadılar. Geriye kitle hareketlerinin gerisinde kalan solun yaşadığı darbe ve yenilgi psikolojisinin etkisini kıracak atılımlar yapması kalıyor.

AKP’nin ana plan› 2011’de yeniden ço¤unluk iktidar› AKP’nin 3. Olağan Kongresi’nde (3 Ekim 2009) Erdoğan, 2011 genel seçiminde “son kez aday olacağına” ilişkin bağlayıcı sözler verdi. Elbette bunda Erdoğan’ın kişisel hedeflerinin belirleyici payı bulunmaktadır. 2011 seçiminde AKP’nin çoğunlukla kazanması koşulunda Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığına yükselmek istemesi ya da çok parçalı bir parti yapısında bir kez daha parti-içi önderlik için onay istemesi anlaşılır şeylerdir. Şimdi bunlara bir de “işi bittikten sonra bir hayır kurumunun başına geçme” (Kızılay olabilir mi?) planı eklendi. Ancak Erdoğan’ın kişisel planları bir yana, asıl olarak, neoliberal dönüşüm süreçlerinin kurmay merkezinde yer alan AKP’nin, İslamcı-liberal misyonlarının tamamlanabilmesi için bir iktidar dönemine daha gereksiniminden hareket edilmelidir. AKP için en büyük tehlike, bir seçim yenilgisi ya da hükümeti bir koalisyona terk etmesidir. Kürt hareketi, DTP’nin kapatılması ile başlayan süreci siyasal kriz çıkartmak doğrultusunda ilerlettiği ve “açılımı” çıkmaza soktuğu durumda, krizin etkisiyle birleşecek bir kitlesel hoşnutsuzluk, seçimlerde AKP’nin hükümet dışı kaldığı (ya da bir koalisyona katıldığı) bir koalisyon hükümeti ortaya çıkarabilir. Bu olasılık AKP’nin korkulu rüyasıdır. Böyle bir durumda AKP’nin devlette gerçekleştirmeyi henüz tamamlamadığı dönüşüm tersine dönüp; AKP’nin Ergenekon Davası olan Deniz Feneri davasının büyütülüp AKP kurmaylarına kadar uzanması, Aydın Doğan’a yapılanın TUSKON’lu MÜSİAD’lı sermayedarlara yapılması gibi olasılıklar AKP’yi beklemektedir. Bu nedenle AKP’nin “açılım”da ikinci ra-

8

undu başlatmanın yollarını bulması gerekmektedir. AKP’nin yüklendiği dönüşüm projesi henüz tamamlanmadı. ABD’nin emperyalist planları, uluslararası kapitalist sistem ve AKP’nin öznel hedefleri açısından yeniden çoğunluk iktidarı bir zorunluluk olarak görünüyor. İlkin, Siyasal İslam’ın neoliberal yeni sömürge kapitalizmiyle bütünleştirilmesi ana misyonunda son derece başarılı olduğu söylenebilir. Özellikle neoliberal piyasalaştırma süreçlerinin, İslamcı sermaye ve kadrolarla sürükleyici taze bir enerjiyle buluşmasında AKP’nin rolü belirleyicidir. Yerel yönetimlerin İslamcı hareketten devşirilen kadrolarla neoliberal ilkelere göre yürütülmesi, AKP’nin adeta sıçrama tahtası olmuştur. Ne var ki aynı başarı, devlet içinde kadrolaşmada gösterilemedi. Devletin İslamcı kadrolarca yeniden yapılandırılması süreci tamamlanamadı. Kontrgerillanın, yargının ve TSK’nın yeniden yapılandırılmasında atılması gereken adımlar var. İkincisi, AKP’nin en saf anlamıyla temsil ettiği sermaye kümelenmesi (fraksiyonu) henüz devlet iktidarının yardımı olmadan tekelci sermayeyle rekabet edecek güce ulaşmadı. AKP misyonu gereği uluslararası sermayenin ve tekelci sermayenin de desteğini almakla birlikte, salt kendisinin temsil ettiği İslamcı-Anadolu sermaye blokunu da palazlandırmak istemektedir. MÜSİAD’dan TUSKON’a sermaye örgütlerinin temsil ettiği İslamcı sermaye bloku, büyük projelerde hala tekelci sermayeye dayanarak uluslararası kapitalist pazarla bütünleşebilmektedir. Üçüncüsü, dayandığı sınıfsal temel ve bu temelde örgütlenen kadrosal yapı açısından AKP aslında bir iç-koalisyon partisi niteliği taşımaktadır. Farklı sermaye kesimlerinin; devletçi, ‘Amerikancı’ iktidar odaklarının, başta Nakşibendi, Fethullahçı cemaatler olmak üzere hemen bütün tarikatcemaatlerin; faşist, liberal ve hatta sol ve Alevi kesimlerden gelen kadroların koalisyonuna dayanmaktadır. Erdoğan’ın önderliğinde bir araya gelen bu kadroların AKP’nin inişe geçmesi ya da Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığına yükselmesi durumunda partinin çözülme dinamiklerinin harekete geçmesi kaçınılmazdır. Kaldı ki partinin iktidardan uzaklaşması durumunda Erdoğan’ın kalması halinde bile, benzer çözülmelerin yaşanma olasılığı yüksek görünüyor. Yani AKP’yi AKP yapan en kuvvetli nokta, aslında onun en zayıf noktasıdır. Dördüncüsü, AKP ciddi bir kitle desteğiyle neoliberal dönüşüm sürecinin kavşak noktasında bulunmaktadır. Özellikle neoliberal politikaların yıkıma uğrattığı emekçi yoksul halk kesimlerinin desteğini almaktadır. Bu desteğin sürekli kılınmasında İslamcı ideolojinin can alıcı katkısı vardır. Ne var ki bu kitlelerin ‘türbanın üniversiteler ve devlet bürokrasisine sokulması’ gibi temel taleplerinin karşılanmasında


GÜNDEM

Sermayenin temsilcileri, emekten “gelen tehlikeyi” 2010 y›l› hesaplar›nda ciddi bir risk unsuru olarak de¤erlendirmektedir. Bunun hemen ard›ndan bildik siyasal istikrar ça¤r›lar› gelmektedir. Siyasal istikrar ça¤r›lar›n›n anlam›, ard›ndan gelen tedbir paketleri ve bunlar›n yürütülmesi için gerekli sertlik politikalar›ndan bilinmektedir.

başarılı olunamadı. İmam Hatipler ve katsayı sorunu çözülemedi. Tıpkı AKP’nin en ciddi dayanağını oluşturan Fethullah Gülen’in hala ülkeye getirilememesi gibi. Ciddi bir seçim yenilgisi, İslamcı hareketin uzun yıllara yayılan iktidar tırmanışında kazandığı mevzileri terk etmesine yol açabilir. Bu nedenle bu kitlelerin destek temelini sürekli pekiştirecek “dış ve iç siyaset atılımları” (çoğu propaganda ve popülist söylem) AKP’nin siyasal pragmatizminin özünü oluşturmaktadır. Beşincisi, sendikal alana operasyon, AKP’nin iktidar zincirinin özel bir parçasını oluşturmaktadır. TÜRK-İŞ, HAKİŞ, kamu çalışanları sendikaları, meslek örgütleri ve STK’ları ele geçirme ya da en azından etkisiz kılma planı AKP’nin henüz tamamlanmamış amaçları arasındadır. Altıncısı, uluslararası kapitalist sistem ve tekelci sermaye programı bakımından neoliberal dönüşüm programının tamamlanması için hala en uygun araç AKP iktidarıdır. Kürt sorunun “çözümü”, kamusal alanın tasfiyesi-piyasalaştırılması, kamusal hakların metalaştırılması, güvencesiz-örgütsüz-düşük ücretli ve bol işsizli bir çalışma alanı (‘emek piyasası’), ulusaşırı tekellerin müdahalesine ve spekülasyona bütünüyle açık bir ekonomik düzen için daha yapılacak çok iş var. Bunlar için hukuksal-yasal düzenlemeler; özel istihdam büroları, bölgesel asgari ücret, kimi özelleştirmelerin yapılması gibi adımlar henüz atılamadı. Türk Ticaret Yasası, Borçlar Yasası ve Sendika Yasası henüz geçmedi. Şimdi AKP’de bütün hesaplar bunun üzerinden yapılmaktadır. Öte yandan MHP ve CHP’nin başını çektiği düzen-içi muhalefet, AKP politikalarından kaynaklanan hoşnutsuzlukları Kürt sorunu üzerinden milliyetçi-şoven bir saflaşmayla bir iktidar alternatifine dönüştürme siyaseti izlemektedir. İktidar olduğundan beri, ilk kez 29 Mart yerel seçiminde ciddi bir düşüşün başlangıcında olduğu görülen AKP’ye karşı sınıfsal içeriği boşaltılmış halk tepkileriyle karşı konması, neoliberal dönüşümün bir başka iktidar seçeneğinin yedekte zamanını beklediğini göstermektedir. Yerine göre sosyal-liberal, yerine göre ulusalcı, yerine göre de faşist unsurların ağırlık kazanacağı bu neoliberal seçeneklerin halkçı söylemleri, onların ciddi ideolojik meşruiyet krizlerini yansıtmaktadır. Abdi İpekçi’de Tekel işçileriyle polis saldırısına uğrayan CHP ve MHP milletvekillerinin bu cevvaliyeti, büyük oranda yoksulların desteğini almış olan AKP karşısında emek eksenli bir meşruiyet arayışını göstermektedir. Tıpkı 29 Mart yerel seçiminde Kemal Kılıçdaroğlu figürüyle sermayenin yeniden paylaşım stratejilerini, yoksulların gönlünü kazanmayı hedefleyen bir yolsuzlukla mücadele stratejisine dönüştürerek oy toplaması gibi. Ancak bu türden meşruiyet arayışları, bunların asla temel bir muhalefet çizgisine dönüştürüleceği anlamına gelmemektedir.

9


GÜNDEM

Toplumsal muhalefette biriken enerji Türkiye yeni bir siyaset yörüngesine girdi. Şiddetlenen egemenler arası iktidar savaşımını sonlandırmayı amaçlayan “istikrar ve mutabakat” çağrılarının birleştirici eksenini ‘halka ve emeğe karşı savaş’ oluşturmaktadır. İşte bu koşullarda, toplumsal muhalefetin ilerici inisiyatifler alabileceği siyasallaşma olanakları da kendini göstermektedir. Emek hareketinin birleştirici militan pratikleri çerçevesinde bütün ilerici, demokratik toplumsal muhalefet özneleri en geniş kapsayıcı pratiklere yönelebilir. Tasarlanan halka karşı savaş mutabakatları ancak sokaklara çıkılarak bozulabilir. Sokaklarda toplumsal muhalefet hareketleri yaratılarak ve bu hareketlerin yaratılması için ‘ilerici muhalefet odakları’ örgütlenerek bozulabilir. 25 Kasım Greviyle 1 Mayıs Taksim eylemi, toplumsal muhalefette örgütlenecek yeni bir ‘muhalefet odağının’, toplumda birikmekte olan sınıfsal enerjiyi ortaya çıkarılabileceğini göstermektedir. Bunlara bir de Ekim IMF eylemini eklersek, aslında KESK’le DİSK’in ilerici emek örgütleriyle birlikte örgütlediği bu eylemlerin, katılan somut kitleyi aşan bir temsil gücü olduğu görülebilir. 25 Kasım grevi, grevi örgütleyenlerin gücünü ve kapasitesini aşan bir katılım ve destek bulmuştur. Metrobüs ve baz istasyonu eylemlerinin de benzer şekilde geniş kitlelerden destek görmesi, neoliberal saldırılar ve krizin yıkıcı etkilerine karşı halkta

yeni bir tepki dalgasının ortaya çıkmakta olduğunu göstermektedir. 2008 krizi ardında “yıkıcı” sonuçlar yaratarak sürüyor ve birkaç yıl daha sürmesi bekleniyor. Bu “yıkıcı” sonuçlardan doğan ilk eylemler dalgası solda hayal kırıklıkları yaratarak sona erdi. Kapitalizm tarihinin en büyük krizlerinden birinden doğan hareketler, saman alevi gibi parlayıp söndü. Fabrika işgalleri, işten atılan işçilerin “işyerini terk etmemesi”, yol kesme, iş bırakma, ödenmeyen ücret karşılığı makinelere el koyma gibi kendiliğinden direnişler en yaygın eylem biçimleri arasında görüldü. Bunların yanında ilerici emek örgütlerinin önderlik ettiği ‘kriz karşıtı mitingler’ ya da ‘Herkese Sağlık ve Güvenli Gelecek Platformu’ gibi anlamlı girişimlerin etkisi kısa sürdü. Araya kısa sessizlik dönemleri girdi. Ya da öyle zannedildi. Ta ki 2009 1 Mayısı, 25 Kasım Grevi, IMF karşıtı eylemler (Ekim) ve şimdi de Tekel, demiryolu, itfaiye işçileri ve hatta eczacılara dek. Bütün bunlar toplumda yeni bir sınıfsal enerjinin birikmekte olduğunu göstermektedir. Aslında yıl boyunca dipten seyreden, metal işçileri, tekstil işçileri, taşeron TOKİ işçileri-inşaat işçileri, taşeron sağlık işçileri, işten çıkarılanlar, gazeteciler-IBM işçileri, fındık ve çay üreticileri, değişik kesimlerden çiftçiler, atanmayangüvencesiz öğretmenler ve en parlak olanlarından barınma hakkı için mücadele eden kent yoksullarının kendine özgü

fiovenizme Karfl› Mücadele Yeniden Kardeflleflme Mücadelesinde Birlefltirici Eylem Çizgisi Kürt hareketiyle Alevi hareketinin ilerici kesimlerinin emek hareketiyle bütünleflerek yeni bir toplumsal muhalefet hareketinin ortaya ç›kar›lmas›nda, flovenizme karfl› mücadelenin kesintisiz bir eylem çizgisine dönüfltürülmesinin yaflamsal önemi vard›r. fiovenizme yol açan üç temel kaynaktan söz edilebilir: fiovenizmin birincil kayna¤›, Kürt halk›n›n özgür siyasal varl›¤›n› yok sayan ulusal bask› politikalar›d›r. Savafl, asimilasyon ve kontrgerilla yöntemleriyle Kürtler bask› alt›na al›narak düzenin süreklili¤i sa¤lanmaktad›r. Egemen s›n›flar aras› iktidar savafl›mlar›, sömürge tipi faflizmin biçimlenmesi, kontrgerillan›n yap›lanmas› ço¤unlukla bu bask› politikalar› üzerinden yürütülmektedir. Bunun için gerekli halk ve kadro deste¤i, gene yukardan devlet-kontrgerilla arac›l›¤›yla emekçi yoksul halk kitleleri içinde floven duygu ve tepkilerin örgütlenmesiyle ortaya ç›kar›lmaktad›r. ‹kincisi, Kürt halk›n›n proleterleflmesi iflçi s›n›f›n›n yap›s›n› de¤ifltirmekte; s›n›f içi rekabet dinamikleri, iflçi s›n›f› hareketinin yoklu¤unda floven ideolojik kanallardan güç almaktad›r. Savafl ve zorunlu göç politikalar›yla anakentler baflta olmak üzere Anadolu’nun ço¤u yerine yay›lan Kürtler h›zla proleterleflmektedir. Bu durum, emek ha-

10

reketinin örgütlü kesimleri dahil pek çok iflçi toplulu¤unda s›n›f içi rekabet ba¤lam›nda bir “göçmen iflçi düflmanl›¤›” yaratmaktad›r. Ayr›ca sermaye s›n›flar› aras›nda bir gerilim de ortaya ç›kmaktad›r. Yeni göçerlerin bir k›sm› da geldikleri yerde esnafl›ktan s›nai giriflimcili¤e dek çeflitli aray›fllarla pazarda kendine bir yer aramaktad›r. Bu da pazar›n paylafl›lmas›na dönük gerilimlere yol açmaktad›r. “fiehit cenazeleri” ortam›yla buluflarak floven kitlesel tepkileri besleyen bu sermaye ve proleterleflme dinamizmi, toplumsal kutuplaflmalar›n s›n›fsal temelini oluflturmaktad›r. Üçüncüsü bütün bunlar›n yan›nda, Kürt hareketinin meflru savunma niteli¤i tafl›mayan, savafl d›fl› kesimlere ve halka yönelen fliddet eylemleri, yoksul emekçi halk kitleleri aras›nda “Kürt düflmanl›¤›n›” güçlendiren sonuçlar do¤urmaktad›r. Mavi Çarfl›’n›n yak›lmas›ndan Ulus Anafartalar Çarfl›s›’n›n bombalanmas›na ve belediye otobüslerinin molotoflanmas›na dek tarihsel bir süreklilik oluflturan Kürt hareketinin bu eylem çizgisi, “halklar›n cephelefltirilmesi” siyasetlerine olanak sunmaktad›r. Yeniden kardeflleflme çizgisi, Kürtlerle Türkler aras›nda giderek ayr›flan devrimci süreçleri birbirine yaklaflt›rmay› ve zaman içinde or-


GÜNDEM hareketlilikleri hiç kesilmedi. Ne var ki bunların görünür olması için ya kararlı bir devrimci militanlığın bunlara çığır açması ya da bunların akabileceği 25 Kasım Grevi gibi, kapsayıcı-çekici muhalefet odaklarının örgütlenmesi gerekmektedir.

öteki ucunda, taşeron sağlık işçileri ya da genç tekstil işçileri gibi hareketli işçi kümeleri yer almaktadır. Her koşulda buluştuğu toplumsal muhalefet eylemlerinin rengini değiştiren bir “yeni proleter militanlık” tipinin oluşmakta olduğu görülmektedir.

Dipten seyreden hareketliliklere bakılırsa, yeni toplumsal muhalefet birikimi iki ana eksenin yörüngesinde oluşmaktadır. Bunlar, kamusal yıkımlardan doğan ‘toplumsal hak istemli’ direnişler ve büyük proleterleştirme dalgalarından doğan ‘güvenceli çalışma hakkı istemli’ direnişlerdir. Bunlara doğrudan indirgenemez hareketlenmeleri bir yana bırakırsak, bütün yeni muhalefet zenginlikleri bu eksenlerden türemektedir. Eğitim, sağlık, barınma, enerji, ulaşım gibi temel kamusal hizmet alanlarının bütünüyle piyasalaştırılmasıyla, yoksul halk kitlelerinde ciddi bir hak yoksunluğu dinamizmi belirmektedir. Hak mücadelelerinin temelini oluşturan bu yoksunluk dinamizminden doğan militanlık, toplumsal muhalefetle buluştuğu her platformda muhalefetin içeriğini ve eylem tarzını zenginleştiren etkiler yaratmaktadır. Benzer bir dinamizm de işçi sınıfının yapısında görülmektedir. Hızlı ve dramatik biçimlerde proleterleştirilen nüfusun büyük bölümünde, esnek bir çalışma disiplinine girmekten, çoğunlukla ucuz ve güvencesiz biçimlerde çalışmaktan kaynaklı bir sınıfsal dinamizm görülmektedir. Bir ucunda kimilerince “yıkıcı kitlesel patlamalar” diye tanımlanan hareketliliklerin yer aldığı bu dinamik yelpazenin

İşte 25 Kasım Grevi gibi ilerici muhalefet odakları, geleneksel emek örgütlerinin yanında hak yoksunluklarından yeni proleterleşme dinamiklerine dek çoğu hareket potansiyeli için bir çekim merkezi olmaya aday deneyimler sunmaktadır. İçinde bulunduğumuz siyasallaşma sürecinde bu deneyimlerin çoğaltılmasına bağlı olarak yeni bir toplumsal muhalefet hareketi yatılabilir. Yeni toplumsal muhalefet hareketi ancak ilerici muhalefet odaklarının sürükleyiciliği üzerinden yükseltilebilir. ‘Hak mücadelesi’ ve ‘güvencesiz işçi militanlığının’ toplumsal muhalefetle buluştuğu bu ilerici muhalefet odakları, dipten seyreden hareketlerin, sabır ve kararlılıkla yapılan yığınakların yüzeye çıktığı ve inisiyatif aldığı devrimci sıçrama anlarıdır.

taklaflt›rmay› amaçlayan devrimci bir hareket çizgisidir. Neoliberal asimilasyoncu bütünlefltirme politikas›yla Kürtlerle Türkler aras›ndaki devrimci süreçleri ayr›flt›ran egemen politikalar karfl›s›nda, flovenizme karfl› mücadele, yeniden kardeflleflme çizgisinin en acil ve yak›c› mevzisidir. Türkiye soluna ve devrimcilere ivedi sorumluluklar yüklemektedir. fiovenizme karfl› mücadele, halklar›n eflit, özgür siyasal varolufllar›ndan al›nan güçle, faflizme, ulusal bask› politikalar›na, savafla ve kontrgerillaya karfl› giriflilen militan bir mücadele çizgisidir. Sokaklar›n gerici faflist hezeyanlara terk edilmemesi için can al›c› durumlarda gösterilen anti-floven devrimci refleksler yaflamsal de¤er tafl›maktad›r. Ancak, flovenizme karfl› mücadele, kararl›, tutarl›, kesintisiz, ilerici bir militan çizgi olarak gelifltirilmedi¤i sürece, ‹slamc›, milliyetçi/ulusalc› ve liberal ideolojilerin etkisi alt›ndaki kitlelerin gözünde inand›r›c›l›k sa¤layamaz. Halkta yarat›lan y›lg›nl›k duygular›n›n flovenizme karfl› etkin kitlesel deste¤e dönüflmesi, birkaç par›lt›l› eylemin ötesinde, bunun devrimci bir iktidar stratejisiyle sürekli bir çizgide yürütülmesine ba¤l›d›r. Gündelik politik refleksleri bir yana b›rak›rsak, flovenizme karfl› mücadelede süreklilik çizgisi, ancak hak mücadeleleri ve emek eksenli

Dipnotlar: 1 Çat›flmalar›n seyrine göre seçim tarihinin öne al›nma olas›l›¤› var. 2 Bak. “‹syan, Asimilasyon, Bütünleflme K›skac›nda Kürt Aç›l›m›”, Halk›n Devrimci Yolu, s. 4, 2010 (Bu say›da)

mücadeleler temelinde sa¤lanabilir. Hak mücadelesi ve iflçi s›n›f› mücadelesi eksenli flovenizme karfl› mücadele pratikleri, yeniden kardeflleflme siyasetinin ‘özgün’ mücadele çizgisidir. Asl›nda gelinen noktada halklar aras›nda toplumsal temelli bir bütünleflme sa¤lanm›fl durumdad›r. Toplumsal haklar›ndan yoksunlaflt›r›lan ve proleterlefltirilen halklar, zaten s›n›fsal olarak bütünleflmektedir. Siyasal ve ideolojik olarak gerici-floven biçimlerde ayr›flmaya zorlanan haklar›n siyasal bütünlü¤ü de ancak hak mücadelesiyle iflçi s›n›f› mücadelesinin kaynaflt›rd›¤› devrimci pratiklerle sa¤lanabilir. Ayr›ca flovenizme karfl› mücadele, Kürt hareketine de kaç›n›lmaz sorumluluklar yüklemektedir. Kürt hareketi, Kürt proleter yoksul halk kitlelerinin tek gerçek müttefiki ve kardefli olan Türk proleter yoksul halk kitlelerinin flovenizme karfl› kitlesel tavr›n›n yarat›lmas›n› kolaylaflt›racak bir eylem çizgisini de gelifltirmelidir. Meflru kendini savunma d›fl› eylemlerle aras›na kal›n k›rm›z› bir hat çekmelidir. Halka karfl› fliddeti halklar aç›s›ndan anlafl›l›r biçimde mahkum etmesi, kontrgerilla provokasyonlar›yla aras›na da kal›n k›rm›z› bir hat çekmesi anlam›na gelmektedir. 25 y›ll›k deneyimi Kürt hareketine bu kontrolü sa¤layacak gücü ve yetene¤i vermektedir.

11


‹syan, asimilasyon, bütünleflme k›skac›nda 1 Kürt Aç›l›m› Kürt isyanlar› ve direniflleri, bunlar›n bast›r›lmas›, Kürtlerin asimilasyonu ve düzenle bütünlefltirilmeleri bu topraklar›n tarihinde farkl› dönemlerde farkl› biçimlerde yaflanm›flt›r. Rejimin son asimilasyon ve bütünleflme çabalar› son Kürt hareketinin özgünlüklerine çarparak tökezlerken, yükselen flovenizme karfl› mücadele s›n›f hareketinin öncelikli görevlerinden biri olmaktad›r


A

KP’nin ‘Kürt açılımı’, Kürtlerin neoliberal yeni sömürgecilikle bütünleştirilmesi; bunun için Kürt hareketinin (PKK) tasfiyesi projesidir.

En sonunda “milli birlik ve kardeşlik projesi” adıyla anılması bile, projenin ardındaki niyeti ele vermektedir. Böyle bir adlandırma, Kürtlerin, “Tek Bayrak-Tek Devlet-Tek Millet” çatısı altında “birlik ve kardeşliğe” zorlanması söylemini anımsatmaktadır. İlk bakışta, siyasal bir taktik gereği, açılımdan geri dönerek yükselen şovenizme verilmiş bir ödün gibi görünse de, bu değerlendirme gerçeği bütünüyle yansıtmaz. Sık sık açılımda kararlılık sözü veren Başbakan Erdoğan’ın, gönül rızasıyla programatik bir geri adım atma şansı yok. Geri adım sorunu, “hazmettire

hazmettire” yaşanacak gerilimli-çatışmalı bir siyaset alanının konusudur. (Bkz. “Gündem yazısı”) Bugün, ‘uyumlu İslam’ eliyle ‘uyumlu Kürt’ projesi gündemdedir. Siyasal İslam’ın dilinde “milli birlik ve kardeşlik projesi”, “Müslüman kardeşliği” demektir. Osmanlı’da aynı dinden olanların birliğini tanımlayan ‘millet sistemi’ne göre “Müslüman Milleti”, Türk, Kürt, Çerkez, Laz bütün Müslümanları kapsayan tek bir millettir (‘ümmet’2). Bu bakımdan, “milli görüş”, yani “dini görüş”, aslında “İslamcı görüş” demektir. Özetle AKP’nin ‘Kürt açılımı’nın dayanaklarından biri ‘Müslüman kardeşliği’ projesidir. Bu, Osmanlı’dan günümüze dek Kürtlerin düzenle bütünleştirilmesinde kullanılan

13


vazgeçilmez bir projedir. Kürt halkının uluslaşma enerjisi, Müslüman kardeşliği çatısı altında sürekli boşaltılmaya çalışılmıştır. Ancak AKP projesini öncekilerden farklı kılan, ‘açılım’ın ikinci dayanak noktasıyla kaynaşmasından doğan yeni asimilasyon politikasıdır. Bu ikinci dayanak noktası, neoliberal asimilasyon (‘neo-asimilasyon’) politikasıdır. Neoliberal asimilasyon, neoliberal kimlik politikaları gereği, Kürtlerin etnik kimliğinin ve kültürel haklarının kısmen tanınmasını yadsımaz. Ancak ulusal, sınıfsal ve toplumsal haklarının bastırılarak neoliberal yeni sömürge kapitalizmi ve emperyalist Ortadoğu projeleriyle uyumlu hale getirilmesine dayanır. Elbette, bu iş başarılı olursa, Kürt halkının ulusal ve sınıfsal enerjisinin bütünüyle boşaltılması pahasına olacaktır. Bu, başarı şansı zayıf projenin önünde Kürt hareketi ciddi bir direnç oluşturmaktadır. Şimdilik Türkiye solunun devre dışı kaldığı bir dönüm noktasında, bütün ideolojik-siyasalteorik yalpalamalarına karşın, Kürt hareketinin savaflç› dinamizmi ve “proleter halk hareketi potansiyeli” Kürt halkının neoliberal asimilasyona karşı güvenebileceği tek devrimci seçenektir.

Kürtlerin babas› (“Bave Kurdan”) diye an›lan Sultan II. Abdülhamit, “Hamidiye Projesi”yle bugünkü asimilasyon çizgisinin öncüleri aras›nda yer al›r. ‘Koruculuk Sisteminin’ ilk örne¤i olan ‘Hamidiye Alaylar›’ (‘Kürt milisleri’), iflbirlikçi zorba Kürt feodallerinin (a¤alar, paflalar) egemenli¤ini sa¤lar. Böylece, Kürtler içerden bölünür, ayr›cal›kl›, bafl›na buyruk yeni feodal gruplar ve yeni iflbirlikçiler ortaya ç›kar, feodalite yeniden pekiflir.

Kürt isyanlarının ve uzun direniş süreçlerinin yenilgisinin ardından gelen asimilasyon ve düzenle bütünleştirme operasyonları tarihsel derslerle doludur. Savaş ve kriz süreçlerinde patlayan isyanların bastırılmasını, mutlaka toplumsal düzenin ve devletin yeniden yapılandırılması izler. Kürtlerin savaş gücü yok edildikten sonra, artakalanlar asimile edilerek yeni düzen için gerekli bir enerjiye dönüştürülür. İsyanı bastıran yöntem ve kadrolar, ardından gelen yeni düzenin kurucu-egemen unsurlarını da oluşturur. Devlet her seferinde Kürtlerin üstüne basarak doğrulduktan sonra, egemen sınıfların yapısıyla siyasal egemenlik ilişkileri de değişir.

vaşların yaşandığı tarihsel bir dönüm noktasıdır. Özerk Kürt Beylikleri de bu süreçte ortaya çıkar ve şaşırtıcı bir tarihsel benzerlikle kriz ve savaşın ürünüdür. Bu beylikler, feodal çelişkilerin şiddetlendiği düzen krizinden ve bölgesel savaşlardan ‘feodal-özerklikçi’ bir çıkıştır.

İsyan, asimilasyon ve bütünleşme dönemleri şu şekilde özetlenebilir:

1. Feodal Özerklik [Kürt Uluslaflmas›n›n Eski Ekseni] Osmanlı’dan Türkiye Cumhuriyeti’nin yeni sömürgeleştirilmesine dek, feodal özerklik hareketleri, Kürtlerin başlıca uluslaşma ekseni olarak görünür. Kürt feodallerinin önderlik ettiği bu hareketlerin temel kitlesel savaşçı gücünü, yoksul köylüler, yönetici-tüccar-tefeci-esnaf gibi kentli sınıflar oluşturur. Bunlardan doğan isyan, direniş ve savaşlar, Kürtlerin kaderini değiştirdiği gibi Osmanlı’nın ve merkezi devletlerin kaderini de değiştirir.

2. Mevlana Bitlisli ‹dris Projesi [Özerk Kürt Beylikleri] 16.Yüzyıl, İmparatorluğun kaderini değiştiren yüzyıllık Celali İsyanları dizisinin ve büyük devletlerle bölgesel sa-

14

Yüzyılın başlarından itibaren, Osmanlı askeri-merkezi feodal imparatorluğunda düzen köklü değişimlere uğramaya başlar. Çok yönlü krizlere bağlı olarak, büyük çaplı toplumsal çöküntüler yaşanır. Para rejiminin ve vergi sisteminin çökmesi, ekonomik krizlerin temelini oluşturan mali sistemin çöküşünü getirir. Tarımsal ekonomi daralır, hububat yetersizliği ve mal fiyatları yükselmesi bunları izler. Dış ticaret, iç pazar, en nihayetinde reaya (köylü) aleyhine bozulur. Düzenin temelini oluşturan reayanın aşırı vergilendirilmesi ve artığın ikinci derece feodal unsurlarca kademeli olarak merkeze aktarılması sisteminde köklü bir kırılma oluşur. Köylülük çökerek büyük kitleler halinde topraklarını terk eder (çiftbozan). Böylece Osmanlı feodalizminin itici gücünü oluşturan tımarlı sipahilerin3 konumları ciddi oranda sarsılarak merkezle olan çelişkileri derinleşir. Buna kent esnafıyla tüccar sınıflarının krizleri ve medreselerde olağanüstü ölçüde yığılan ve büyük işsizlik sorunları yaşayan öğrencilerin (suhte) huzursuzlukları da eklenince, yüzyıllık Celali İsyanları süreci başlar. Celali İsyanları, Osmanlı düzenini toptan değişime zorlayan halk hareketleri dizisidir. Her sınıftan halkın katıldığı bu karmaşık sınıf çatışmaları sürecine tımarlı sipahilerin (“ikinci derecede feodaller”) ve yerel-resmi yöneticilerin önderlik ettiği görülür.4 Topraklarını terk ederek mülksüzleşen yoksul köylüler ve medrese öğrencileri isyanların temel kitlesel gücünü


8

Hamidiye Projesi

[Kürt Feodalitesinde Yeniden Yap›lanma] 19.Yüzyıl ve 20.Yüzyıl’ın başları Osmanlı’nın yarı-sömürgeleştirildiği ve imparatorluğun çözüldüğü dönemdir. Bu dönemde Özerk Kürt Beylikleri tasfiye edilir ve Kürt feodalitesi yeniden yapılandırılır.

oluşturur. Tıpkı imparatorluğun pek çok yöresinde olduğu gibi Kürdistan bölgelerinde de, Kürt Beyleriyle birlikte, aşiret ileri gelenleri, yerel-resmi feodal idareciler ve köylülerin başkaldırıları da görülür. İşte merkezi ordunun zayıfladığı ve tımarlı sipahilerin konumlarının sarsıldığı bu dönemde, 1514–1639 yılları değişik aralıklarla Osmanlı-İran ve Mısır (Memluk) savaşlarıyla geçer. Vergi-tımar sisteminin çökmesi merkezi ordunun (kapıkulu-yeniçeri) zayıflamasına ve tımarlı sipahilerin savaş isteksizliğine yol açar. Bunun telafisi için hem Kürtlerin savaş gücünden yararlanılır hem de Kürtlere ödünler verilir. Kürt Beylikleri Gürcistan’dan Zağros’a kadar sınır boylarına dağılmış Kürt bölgelerinde emniyet kuşağı olarak kullanılır. Osmanlı-İran Antlaşması’ndan (1639) sonra ise Kürdistan bölgelerinde imparatorluk denetiminin artırılması siyaseti izlenir.5 Celali İsyanları, Kürt isyanları ve bölgesel savaşlarla kazanılan feodal özerklik statüsü arasında nedensel bir bağlantı vardır. Sonuçta Kürtler, feodal özerklik statüsünde yeni Osmanlı düzeniyle bütünleşmiştir. Bu bütünleşmede Şeyh Bitlisli İdris (Mevlana İdris-i Bitlisi) belirleyici rol oynar. Bitlisli İdris projesi, İslam’ın Kürtlerin düzenle bütünleştirilmelerinde kullanıldığı ilk başarılı projedir.6 Şeyh Bitlisli İdris aracılığıyla toplanan 25 Kürt Beyi ile Osmanlı padişahı Yavuz Selim arasında ayrıntılı bir özerklik antlaşması imzalanır (Amasya, 1515). Kürtler, tarihte bir daha böyle ayrıntılı bir anlaşma yapamayacaklardır. Antlaşma, aslında bir savaş ittifakı olmasının yanında, Kürt Beylerine bağımsızlığın yanında vergi zorunluluğu da getirmektedir. Yine antlaşmaya göre, Kürdistan bölgelerinde, bağımsız, yarı-özerk ve Osmanlı’ya bağlı sancaklar olmak üzere üç kategoride yönetsel düzenekler oluşturulur. Örneğin, Erzurum ve Sivas’ın güneyinden itibaren 7 büyük 10 küçük beylik Diyarbakır Eyaleti’ne bağlanır. Ama hepsi de özerk prensliktir.7

Son birkaç yüzyıldır Askeri Merkezi Feodal Osmanlı İmparatorluğu çözülmeye başlar. Feodal çelişkiler şiddetlenir, devletin merkezi otoritesi zayıflar. Osmanlı gelişmiş Avrupa kapitalizmi-emperyalizminin bir yarı-sömürgesine dönüşerek komprador feodal bir devlet yapısı ortaya çıkar. Bundan böyle Osmanlı, yukardan aşağı, uzun, yavaş ve sancılı bir kapitalistleşme sürecine girer. Avrupa’nın dayatmalarıyla reform paketleri gündeme gelir. Bu paketlerin içinde Kürdistan bölgelerindeki Özerk Beyliklerin tasfiyesi ve buralarda devletin merkezi otoritesinin güçlendirilmesi de vardır. Bu yönde çıkarılan vergi, toprak ve iskan yasaları Özerk Kürt Beylerini isyana sürükleyerek “Kürtlerin Yüzyıl Savaşları” denen isyan, savaş ve direniş yılları başlar. İsyan eden Botan (1847), Bitlis (1849) ve Baban (1851) gibi büyük Kürt Beyliklerinin tasfiyesinden sonra sıra Kürtlerin yeni Osmanlı düzeniyle bütünleştirilmesine gelir. Savaş gücünün yok edilmesinden sonra ilk akla gelen, isyanın önderlerinin askeri-idari unvanlarla (çoğunlukla ‘paşa’)9 bütünleştirilme sürecinde görevlendirilmesidir. İkincisi bütünleşme için salt savaş yeterli olmaz; asimilasyon için mutlaka yeni bir işbirlikçi sınıfın ortaya çıkarılması gerekir. Özerk Beyliklerin tasfiyesi, Kürt feodalitesinin de tasfiyesi anlamına gelmez; Kürt feodalitesi yeniden yapılandırılır. Aşiret reisleri, ağalar ve şeyhlerden oluşan yeni feodal egemen sınıfların işbirliğiyle bütünleşme sağlanır. Böylece Kürt Beylerinin önderlik ettiği feodal özerklik eksenli isyanlar süreci de sona ermiş olur. Artık yeni bir çelişki odağı ortaya çıkar. Merkezi devlet, yeni işbirlikçi Kürt feodalleri aracılığıyla Kürt köylülerini doğrudan vergilendirme yoluna gider. Bundan böyle gerilimler, merkezi devletle, işbirlikçi göçebe Kürt aşiret reisleri-ağalar-şeyhler ve Kürt köylüleri arasındaki üçlü taraflı karmaşık çatışmalar niteliğine bürünür. Hem merkezi devletle yeni feodaller hem merkezi devletle köylüler hem de yerel feodaller arasında sınıf savaşımları şiddetlenir. Ermeniler ve Asurlular gibi bölgedeki öteki etnik-dinsel grupları da kapsayacak şekilde, yaygın bir topraksızlaştırma-mülksüzleştirme hareketi görülür. Kürdistan bölge feodalizmi, yarı-sömürge Osmanlı düzeniyle yeniden bütünleşir. Artık yeni isyanların ve isyan bastırma savaşlarının temeli bu zeminde oluşmaya başlar. Osmanlı, Rus ve İran devletleri arasında seyreden gerilim, bölgesel savaşlar ve bölgeye müdahale eden İngiltere, Fransa ve Almanya’nın da işin içine girmesiyle birlikte, bu bütünleş-

15


KÜRT SORUNU tirme uzun çatışmalı süreçlere dönüşür. Gelişmiş Avrupa kapitalizmine bağlanan komprador Osmanlı feodalizmi ve Kürt burjuvazisinin cılızlığı nedeniyle, isyanlar ilerici demokratik çizgiye yönelemez,10 Kürtler eldeki bütün kazanımlarını kaybederek kurulmakta olan yeni düzenle uyumlu hale getirilir. Bu uyumlulaşmanın ideolojik hamurunu, “Müslüman Kardeşliği” düşüncesiyle, Kürt egemenleri arasında giderek güçlenen ‘şeyhler’ yoğurur. İslam, Arap ve Kürt ulusçuluğunun kırılması için kullanılır. Arap ulusçuluğuna zemin hazırlayan Vahhabi Hareketi’nin yükselişine karşı Bağdat valisi Mahmut Paşa’nın “uyumlu İslam örneği olarak” Nakşibendiliği destekleme projesi benimsenir. Süleymaniye/Karadağ’lı Mevlana Diyaeddin Xalid El Bağdadi’nin geliştirdiği Nakşibendiliğin Halidiye kolu bütün Kürdistan topraklarında kök salmış, toplumsal, dinsel ve siyasal yaşamda bir otorite haline gelmiştir.11 Kürt ulusçuluğunun babası sayılan Şeyh Ubeydullahê Nehrî, Saidi Kürdi ve Şeyh Said gibi ünlü isimler, Kürt feodalitesinin ideolojik temeli haline gelen Nakşibendiliğe bağlıdır. Kürtlerin babası (“Bave Kurdan”) diye anılan Sultan II. Abdülhamit, “Hamidiye Projesi”yle bugünkü asimilasyon çizgisinin öncüleri arasında yer alır. ‘Koruculuk Sisteminin’ ilk örneği olan ‘Hamidiye Alayları’ (‘Kürt milisleri’), işbirlikçi zorba Kürt feodallerinin (ağalar, paşalar) egemenliğini sağlar. ‘Aşiret Mektepleri’, Kürt gençlerinden Osmanlı alt bürokrasisine ve orduya kadro yetiştirir. Şeyh Sait isyanının askeri önderi olarak gösterilen, ama isyandan hemen önce tutuklanan Cibranlı Albay Halit Bey bu mekteplerden yetişmedir. Hizbe Azadiya Kürdistan Cemiyeti’nin önderlerinden olan Halit Bey Osmanlı Rus savaşındaki ‘kahramanlıkları’yla da bilinir. Sonuçta Osmanlı’nın kimi yukardan reformlarla burjuva demokratik devrimler sürecine girmesine karşın, İslamcılık siyasetinin de desteğiyle bölgede Kürt feodalitesinin sürekliliği sağlanır. Kürtler içerden bölünür, ayrıcalıklı, başına buyruk yeni feodal gruplar ve yeni işbirlikçiler ortaya çıkar, feodalite yeniden pekişir; feodallerin etrafında cılız bir şekilde oluşan Kürt uluslaşma dinamizmi (“feodal milliyetçiliğin doğurduğu Kürtlük bilinci”) çarpılır. Gene aynı şekilde, emperyalizmin Osmanlı’yı yarı-sömürgeleştirmesi, Kürt feodalitesinin çözülmesine yol açmaz. Tersine yerel gerici feodal yapıların Osmanlı düzeniyle bütünleşmesi sağlanarak bu süreç derinleştirilir. İşte Kürt isyanlarının ilerici demokratik taleplerle taçlandırılamamasının tarihseltoplumsal temeli budur. Böyle bir talebin bayraktarlığını yapacak Kürt burjuvazisi cılızdır ve henüz kendisini toparlayamadan yeni bağımlılık düzeneklerine boyun eğer.

Küçük burjuva Kürt milliyetçili¤inin düzenle bütünleflmesi Daha serpilemeden ezilen Kürt ticaret-sanayi burjuvazisi-

16

nin milliyetçilik girişimleri yanında, küçük burjuva Kürt milliyetçili¤i ikinci bir uluslaşma ekseni olarak ortaya çıkar. “Osmanlı yüzyıllar boyu, zengin bir hammadde alıcısı olan Avrupa ile çok bol ve ucuz işlenmiş mal satıcısı Şark (Hint, Rusya, İran) arasında bocalar. İç sanayi sürekli sarsıntılar geçirir”.12 Kürdistan toprakları önemli ölçüde Doğu’yla ticaretin ticari-sınai yollarını oluşturur. Kürt ticaret-sanayi burjuvazisinin çekirdekleri bu topraklarda yeşermeye başlar. Ancak Osmanlı’nın yarı-sömürgeleştirilmesiyle kompradorlaşma sürecine girer. Ne var ki bu da sonraki dönemlerde Türkiye kapitalizminin burjuva ulusal baskı politikalarının altında ezilir. Zorunlu iskan, zorunlu göç, sürgünler ve Hamidiye projeleri sonucunda 1900’lerin başlarında Kürt uluslaşma sürecinde

Kemalist projenin fiark Islahat Plan›, ulusal ve s›n›fsal dinamiklerle harekete geçen Kürtlerin savafl gücünün ulusal bask› politikalar›yla yok edilmesini (“tedip ve tenkil”) hedefler. Koçgiri, fieyh Said, A¤r› ve Dersim isyanlar›nda Kürtlerin savafl gücü büyük kitlesel katliamlarla yok edilir. Kürtleri için gene zorunlu göçler ve iskanlar süreci bafllar

yeni bir eksen ortaya çıkar: İsyancı Kürtlerin ikinci kuşak çocukları İstanbul, Halep, Avrupa gibi büyük merkezlerde küçük burjuva Kürt milliyetçiliğinin öznelerini oluşturur. Çoğunlukla iyi eğitim görerek Osmanlı asker sivil bürokrasisinin alt katmanlarına tutunan bu kadrolar, uzun bir süre ‘Jön Türk milliyetçiliğiyle aynı kanalda gelişir. Yayın çalışmaları, dernekleşme, hatta partileşme süreçlerine girerler. Kürt Teavün ve Terakki Cemiyeti, Kürt Talebe-Hevi Cemiyeti, Kürt Teali Cemiyeti ve Hizbi Azadi Kürdistan bunlardan bazılarıdır. Kürdistan gazetesi, Roji Kurd, Yekbun ve Jin dergileri ise çeşitli yayın çalışmalarını oluşturur. Hatta Kürt Osmanlı siyasetçileri, Abdullah Cevdet gibi İttihat Terakki Cemiyetinin kurucuları arsında yer alır; Seyit Abdülkadir gibi Danıştay başkanlığı yapar ve Şerif Paşa gibi dış temsilcilik-


KÜRT SORUNU lerde bulunurlar. Küçük burjuva Kürt milliyetçiliği, Kemalist örnekte görüldüğü gibi, güçlü bir burjuva harekete dönüşemez, üstelik döneminde yükselen kırsal temelli Kürt isyanlarıyla da buluşamayarak etkisini yitirir. Sonuçta asimilasyon politikalarıyla yeni Türkiye düzeniyle bütünleşir.

Kemalist proje [fiark Islahat Plan›] Kemalist projeyle (Şark Islahat Planı, 1925) Kürt uluslaşma sürecinde ‘feodal özerkleşme ekseni’ artık bir daha geri gelmemek üzere bütünüyle tasfiye edilir. Yeni cumhuriyet düzeni Kürtlerin kırımı üstüne basarak yükselir. 1923 Devrimiyle, “feodal-komprador devlet mekanizmas›

parçalanm›fl yerine, tek partinin yönetimi alt›nda küçük-burjuvazinin diktatörlü¤ü egemen k›l›nm›flt›r”. “1923’te kurulan, milli, laik Türkiye Cumhuriyeti’nde yönetim, hiyerarşik tabanın üst yönetiminde kemalistler olmak üzere, küçük burjuvazinin ve de burjuvazinin bütün fraksiyonlarının ortak yönetimidir.” “Feodal mütegallibe sindirilmiş, ancak politik ve ideolojik gücü kırılmasına rağmen, ekonomik gücü bertaraf edilememiştir.”13 Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’yla 1923 Devrimi arasında Kürt egemenleriyle “özerklik-ortak yönetim-ortak meclis” anlaşmasıyla ittifak kurulur. Ne var ki, “Kürtlerin kimliklerini politik, ekonomik veya kültürel olarak muhafaza ederek bürokrasi öncülüğüne yeşertilen burjuvaziye dahil olması Türk ulus-devletinin kendine biçtiği varlık nedeni (raison

d’étre) dolayısıyla imkansızlığa mahkumdur.”14 Şark Islahat Planı, ulusal ve sınıfsal dinamiklerle harekete geçen Kürtlerin savaş gücünün ulusal baskı politikalarıyla yok edilmesini (“tedip ve tenkil”) hedefler. Koçgiri, Şeyh Said, Ağrı ve Dersim isyanlarında Kürtlerin savaş gücü büyük kitlesel katliamlarla yok edilir. Kürtleri için gene zorunlu göçler ve iskanlar süreci başlar. Kürt isyanları moderniteye karşı gerici-feodal isyanlar olarak gösterilir. İlericilik adına Kemalist rejim desteklenir. Oysa Kürt uluslaşmasının ‘feodal özerkleşme ekseni’, onun kendi başına gerici olması anlamına gelmez. Kürt halkının ilerici demokratik talepleri de bu özgün uluslaşma ekseninde yer alır. Bunlar da doğrudan ulusal baskı politikaları al-

tında ezilir. Her ne kadar isyanlara, ağa, şeyh, seyit, aşiret reisleri önderlik etse de ezilen Kürt halkının yoksulluktan doğan sınıfsal enerjisi hareketin dinamizmini oluşturur. 19.yüzyılın ikinci yarısından 1930’lara kadar bütün raporlar, Dersim insanının ekonomik sıkıntı içinde olduğunu yansıtmaktadır. Yoksul köylüler, seyit ve ağalara körü körüne bağlıdır. Bütün kazanç, mal ve toprak tasarrufu ağa ve seyitlerin elindedir. Sınıfsal çelişki belirgindir. Alişer’in ölümünden sonra, aşiretlerin, reislerini öldürüp devlete teslim etmeleri aslında sınıfsal gerilimi yansıtmaktadır. Bu milli ve sınıfsal isyanlar, devletin gelir, orduya taze kan sağlamak için uyguladığı aşırı baskılarından doğmuştur.15 Kürt feodalitesi ve ulusal baskı politikaları, Kürt halkının, ezilme ve yoksulluk durumunun süreklilik temelini oluşturur.

17


KÜRT SORUNU

Ezilen halk hareketi [Kürt Uluslaflmas›n›n Yeni Ekseni] 1940’lardan başlayarak Türkiye’nin yeni sömürgeleştirilmesiyle Kürt uluslaşması yeni bir eksende gelişmeye başlar. Dersim yenilgisi yüz elli yıllık uzun direnişini sona erdirir. Bir kez daha Kürtlerin savaş gücü yok edilir. Kürdistan topraklarında merkezi devlet otoritesi sağlanır. Artık Kürtler yeni sömürge düzeniyle ‘oligarşik bütünleşme’ye hazırdır. Yukardan afla¤› kurulan kapitalizm yeni sömürgecilik iliflkilerine ba¤lan›rken, sömürge tipi kapitalist devlet ve faflizmin geliflimi, Kürt uluslaflmas›n›n eksenine, ezilen halk›n ulusal-s›n›fsal dinamizmini yerlefltirir. “Özgürlükler temelli bir takım söylemsel atılımlarla ortaya çıkan Demokrat Parti’nin orta ve büyük ölçekli toprak sahipleri ile burjuvaziyi liberal piyasa ekonomisinin bayraktarlığında yeni bir ittifaklar bloğuna çağırmasına Kürtler de yedekleneceklerdi.”16 Ulusal baskı politikalarının gölgesinde Kürt egemenlerinin oligarşik diktatörlüğe katılmasıyla, yeni sömürgeci düzenle yeni bir bütünleşme kanalı açılır. Artık ağalar, toprak sahipleri, burjuvaziden oluşan Kürt egemenleri oligarşinin içinde tekelci sermaye, sanayi sermayesi, büyük finansal, ticari burjuvazi ve emperyalizmin uzantılarıyla birlikte egemenliği paylaşır. Onların, ulusal bilincini (‘Kürtlük davasını’) inkar ederek bu yeni egemen ittifaka katılması, artık ezilen yoksul Kürt halkıyla tarihsel çıkarlarının bir daha birleşmeyecek şekilde ayrışmasına yol açar. Bu sefer hayal kırıklığının büyüğünü Kürt yoksulları yaşar: Egemenleri, onları yarı yolda bırakmıştır. Kürt halk dinamiğinin ulusal ve sınıfsal enerjisini boşaltan, halkın bağımsız hareketini ve demokratik taleplerini ezen “Müslüman kardeşliği” çizgisi, Kürtler yeni sömürgecilikle bütünleşirken bu sefer Demokrat Parti-Menderes projelerinde yaşam bulur. Kürt feodal-dinsel egemenler bu projelerin siyasallaşma kanallarıyla Kürt yoksullarının üstüne basarak düzene katılır. Artık Kürt uluslaşmasını devrimci bayrağı Kürt ezilenlerinin elindedir. Böylece Kürt sorunu, bir ezilen halk sorunu olarak, yeni bir ulusal-sınıfsal eksene taşınır. Ezilen halkın yoksulluğunun temel koşullarını sürekli kılan ulusal baskı politikalarına itirazı ve sınıfsal egemenlik ilişkilerinin hep kendilerinin aleyhine baskı ve sömürüyü derinleştirecek şekilde kurulmasına itirazı artık bu eksenden yükselir. İşte PKK’nin bütün ideolojik değişkenliğine karşın, sürekli yükselen bir ezilen halk hareketi seyri izlemesi, böyle bir tarihsel-toplumsal temele dayanır. 1960’lardan 1980’lere dek kentli küçük burjuva-aydınların önderlik ettiği Kürt uluslaşma süreci PKK isyanıyla (1984) sona erer. Bundan böyle Kürt uluslaşmasının bayrağı ezilen halka geçer. Uzun Kürt savafl› ve neoliberal yeni sömürgecilikle yaflanan mülksüzleflme, metalaflma ve proleterleflme süreci, pro-

18

“Son Kürt isyan›”n›n özgünlükleri, yani gerillas› ve proleter toplumsal temeli, neoliberal asimilasyon planlar› yapanlar›n baflar› flans›n› zay›flatmaktad›r

leterleflen ezilen halk dinamiklerini Kürt hareketinin temeline yerlefltirir.

Neoliberal asimilasyon Neoliberal asimilasyon, Kürtlerin, neoliberal yeni sömürge kapitalizmiyle ve emperyalist Ortadoğu projeleriyle bütünleştirilmesi politikasıdır. Onu AKP’nin Kürt açılımıyla, “milli birlik ve kardeşlik projesi” özdeş algılamak yanıltıcı olur. Gene aynı şekilde, iç çelişkileri görmezden gelerek, onu, salt emperyalist projelerin bir gereği gibi görmek de yanıltıcı olur. Neoliberal asimilasyon, neoliberal dönüşüm programının bir gereğidir ve temel kamusal hizmetlerin piyasalaştırılmasından, siyasal İslam’ın düzenle bütünleştirilmesinden sonra epeydir gündemde bekleyen stratejik bir sermaye programıdır. Sermaye birikim stratejileriyle doğrudan ilişkisi vardır. Üstelik neoliberal asimilasyon, egemenler açısından, neredeyse bir halk isyanının ana yatağı haline gelen Kürt halkının, yeni düzenle bütünleştirilmesi zorunluluğundan türemiştir. AKP eliyle yürütülen “milli birlik ve kardeşlik projesi”, egemen sınıfların temel bütünleştirme programının politik denemelerinden biridir. Bu denemenin kaderi, sınıfsal çelişki ve politik çatışmaların sonucunda belli olacaktır. Sermaye, devrimci bir kırılmaya uğramadan, Kürtleri düzenle bütünleştirme programından asla kendiliğinden vaz-


KÜRT SORUNU mikleriyle de buluşunca, normal tarihsel koşullarda yüzyıllar alabilecek dönüşümler, on yıllar gibi kısa bir süreçte dramatik biçimlerde gerçekleşti. Böylece Kürt sorunu, Türkiye’nin her tarafına ve bütün rejime işleyen toplumsal ve siyasal bir sorun haline geldi. PKK gerillalarının başarılı taktiklerinden sonra, 1993’le birlikte kontrgerilla stratejisi değişir: ‘Bul ve yok et’ stratejisinden ‘alanı temizle ve tut’ stratejisine geçilir. Bölgeye bütünüyle hakim olma doktriniyle birlikte savaşın kaderi tümden değişir. Büyük sayılarda ölümlerin yanında, mera yasağı, orman ve ekin yakmalarla geçim kaynakları ve çevre tahrip edilir. Zorunlu göç, tarım ve hayvancılığın çökmesine yol açar. Bölgedeki toplumsal yaşam alt üst olur. Boşaltılıp yakılan yerleşim yerinin sayısı kabaca 3 bin civarındadır. Bazı tahminlere göre yerinden edilen kişilerin sayısı 3, hatta 4 milyon gibi yüksek bir rakama ulaşmaktadır (Kürt İnsan Hakları Projesi, 2002). Bununla birlikte mesela TESEV bu sayının 1,5 milyon olduğunu belirtir. Hacettepe Nüfus Etütleri Enstitüsü’nün DPT koordinasyonu altında yürüttüğü araştırma, rakamları 950.000 ile 1.200.000 arasında vermektedir.17

geçmeyecektir. Önceki bütünleşme süreçlerinden farklı olarak, PKK isyanında iki özgün direnç noktası ortaya çıkmıştır: İlkin, PKK’nin yürüttüğü modern gerilla savaşı yöntemleri, Kürt halkının ulusal-siyasal iradesinin birliğini temsil eden yeni bir uluslaşma süreci başlattı; gerilla savaşı, Kürt halkının güvenebileceği tek varlık koşulu haline geldi. Önceki uluslaşma süreçlerinde Kürt isyanlarını yenilgiye götüren aşiret temelli feodal parçalanmışlık, ezilen halka dayalı devrimci savaşla aşıldı. Devrimci savaş, oligarşik diktatörlüğün ulusal baskı politikalarına ve bundan türeyen kontrgerilla savaşına karşı Kürt halkının ortak siyasal iradesini yarattı. 1984’te basit gerilla taktikleriyle başlayan Kürt savaşı, 1990’ların başlarında Kürt kentlerinde halk ayaklanmaları (‘serhildan’) yaratabilecek boyutlara ulaştı. Giderek siyasal etkinliğini artırdı; belediye seçimlerini kazandı; meclise milletvekili soktu. Bu süreçlerde hep, devrimci savaş ve PKK gerillaları, Kürt halk iradesinin birliğinin ve sürekliliğinin güvencesi oldu. İkincisi, bu süreçte, hızla proleterleşen yoksul Kürt halkının, neoliberal yeni sömürge kapitalizmiyle sınıfsal uzlaşmaz karşıtlıkları oluşmaktadır. Bu olgunun ortaya çıkmasında-yaratılmasında ‘Kürt Savaşı’nın özel bir rolü vardır. Yaklaşık otuz yıldır süren Kürt savaşı, büyük toplumsal altüst oluşları, kırların ve kentlerin çözülmesini ve büyük göç dalgalarını getirdi. Daha önemlisi, bu dalgalar, neoliberalizmin mülksüzleştirme, metalaştırma ve işçileştirme dina-

Kürt savaşıyla birlikte ortaya ilginç bir olgu çıktı. Değişen kontrgerilla taktikleri, sadece Kürt gerillaları etkisizleştirmedi; bölgede neoliberal dönüşümün altyapısal gücünü de yarattı. Öncelikle savaşın ve savaş kadrolarının beslenmesi için ciddi bir savaş ekonomisi oluşturdu. Devletin kısmen büyük finans tekellerinden borçlanarak savaşı finanse etmesi –ki bu paralar iç borçlanma mantığı gereği hala yoksulların vergileriyle sermayeye aktarılmaktadır18- bölgeye belli bir sermaye akışını getirdi. Ayrıca, savaş kadrolarının bir bölümünün, kural gere¤i uyuşturucu ve silah kaçakçılığı gibi yasadışı yollardan beslenmesi, ciddi bir savafl sermayesi birikimi yarattı. İşte bu birikim, sermayedarların büyük bir ikiyüzlülükle hep eksikliğinden yakındıkları gibi sermaye yatırımı yoluyla değil belki, ama savaş yıkımı yoluyla değerlendirildi. Yerel ekonominin temeli olan tarım, hayvancılık ve geçimlik üretim çökertildi. Bir zamanlar asimilasyonun altyapısal unsurlarını işbirlikçi sınıfların yanında, tanklar için yollar ve köprüler oluştururdu; şimdi ise neoliberal dönüşümlerin yeni altyapısal unsurlar oluşmaktadır. Kürt egemen sınıflar savaş sermayesi ve bunu destekleyen devlet politikalarıyla yeni düzenle bütünleştirildi: örneğin ‘koruculuk sistemi’… Örneğin Dünya Bankası tarımsal fonlarının yukardan aşağı öbek öbek bölgeye yedirilmesi… Örneğin aşiret reislerinin, ağaların ve şeyhlerin ucuz emek sömürüsünü temel alan kirli taşeron şirket zincirlerine eklenmesi… Örneğin “piyasa eksenli kalkınma” programının yaşama geçirmek için bölgenin en kıdemli projesi GAP’ın “neoliberal kalkınma modeline” göre yeniden düzenlenmesi; bunun için devreye giren ‘Çok Amaçlı

19


KÜRT SORUNU Toplum Merkezleri’nin (ÇATOM) yaygınlaştırılması…19 AKP’nin ‘açılım politikası’nın en büyük destekçilerinden biri Kürt burjuvazisidir. Bütün Kürdistan bölgelerinin sermaye birikim süreçlerine açılması için sanayi-ticaret odaları ve çeşitli STK’larda örgütlenen Kürt burjuvazisi seferberlik halindedir. Kürt burjuvazisi, oligarşi tarihinde hiç olmadığı kadar inisiyatif almaktadır. Sonuçta Kürt savaşı, sermayenin ‘doğal yatırım süreçleri’nin sıradan akışıyla asla başaramayacağı bir toplumsal olgunlaşmanın hızlanmasına yol açtı. Savaşın neoliberal dinamiklerle buluşarak gerçekleştirdiği yığınsal mülksüzleştirme ve metalaştırma hareketleri, Kürtleri, hızla ve kitlesel olarak proleterleştirmektedir (işçileşme). Kürt uluslaşmasının devrimci enerjisi, Kürt halkının proleterleşmesi; bunun çelişki ve çatışmaları etrafında birikmektedir. Zorunlu göçler ve sürgünlerle büyük Kürt kentlerinin ve İstanbul, İzmir, Mersin gibi anakentlerin çevresinde ciddi bir kentsel yoksulluk dinamikleri ortaya çıkmaktadır. “Dünyanın en büyük Kürt kenti İstanbul’dur” sözü, aslında “Dünyanın en büyük Kürt işçi kenti İstanbul’dur” diye düzeltilebilir. Küçük bir şanslı azınlığı ve mafya ekonomisine kayarak “durumunu kurtaranları” saymazsak, bu yeni göçerler, tarihin en büyük işçileştirme dalgasının toplumsal-yapısal temeli haline gelmektedir. Kürt kent yoksulları, ucuz-güvencesiz işçilik ve taşeronlaştırmayla neoliberal piyasaların en dip çeperine yerleşmektedir. Büyük işsiz yığınlar arasına katılmaktadır. Temel kamusal hizmetlerin piyasalaştırılmasının getirdiği hak yoksunluklarının en büyük mağdurlarını gene bu kitleler oluşturmaktadır. Eskiden ‘sosyal devlet’in kalkınmacı yatırımlarından bilerek yoksun bırakılan bu kitleler, şimdi neoliberal saldırılar gereği piyasaların denetiminde olan eğitim, sağlık, barınma, beslenme, ulaşım ve enerji gibi temel kamusal gereksinimlerini karşılayamaz durumdadır. Neoliberal yeni sömürge kapitalizmi bütün çelişkileri proleterleştirmektedir. Ulusal, çevresel, kadın sorunlarından kaynaklanan değişik çelişki türleri özgünlüklerini yitirmese de genel toplumsal proleterleşme süreçlerinde yeniden anlam kazanmaktadır. Örneğin Kürt sorunu da proleterleşmektedir. Kürt yoksulluğunun ve ezilmişliğinin süreklilik temelini oluşturan ulusal baskı politikaları, neoliberal egemenlik ilişkilerinin bir parçasına dönüşmüştür. Kürtlere yönelik ulusal baskı politikaları, artık Kürtlerin proleterleşme (yoksulluk, işsizlik, ucuz ve güvencesiz işçilik…) temelinin sürekliliğini sağlamak için yürütülmektedir. Bu politikayla, aynı şekilde Kürtleri temel kamusal haklardan yoksun bırakmak için yürütülmektedir. Kürt proletaryası, ağır yenilgi koşullarından geçerek neoliberal düzene direnme olanaklarını yitiren Türkiye işçi sınıfının diğer örüntülerinden farklı olarak ciddi avantajlara sahiptir. Kürt göçmenler, gittikleri yerlere savaş koşullarında

20

edinilmiş özgün kazanımlarını da götürmüştür. Bu kazanımlar hızla proleterleşen yoksul Kürt halkının bütün sınıfsal enerjisini de emerek ulusal çelişkiler ekseninde özgün bir politikleşme sürecine sokmuştur. Bir yanıyla Kürt uluslaşmasının proleterleşmesi, bir yanıyla da Kürt proleterleşmesinin politikleşmesi olarak yaşanan bu süreçte eksik olan şey, Kürtlerin sınıfsal enerjilerinin aynı zamanda proleter bir devrimci hareket olarak da örgütlenmesidir. Bu koşullarda, bütün işçi sınıfı hareketlerinin ilksel çağlarında -oluşum süreçlerinde- görünen “zayıflıklar”, Kürt proletaryasında da görülmektedir. Yoksul Kürt halkının, toplumsal çatışmalar alanında biriken sınıfsal enerjisi, savaş koşullarında oluşmuş “Kürtlük davası” içinde eriyerek, Kürt ve Türk halklarının ortak devrimci süreçleri açısından zaman zaman “yıkıcı” süreçlere dönüşmektedir. Oysa sınıfsal dinamikleri temelinde toplumsallaşmış-bütünleşmiş halkların, politik bütünleşmeleri de hem ulusal devrimci hareket


KÜRT SORUNU kaygısını güdenlerin hem de sınıfsal devrimci hareket kaygısını güdenlerin ortak davası olmak zorundadır. Egemen sınıflar neoliberal asimilasyon politikalarıyla bu zayıflıkları sürekli büyütecek müdahalelerde bulunmaktadır. Savaş, şovenizm ve siyasal İslam kıskacında büyütülmeye çalışılan da budur: Türkiyeli devrimcilerin başına şovenizm belası musallat edilirken; Kürtlerin ilerici demokratik talepleri, kimlik ve kültürel haklar bağlamına oturtularak neoliberal kimlik politikalarının parçası haline getirilmek istenmektedir. Bedeller ödenerek elde edilen ve artık yadsınamaz olan savaş kazanımları, temel toplumsal-ulusal hak ve özgürlükler, neoliberal yönetişim demokrasisiyle yerel yönetimlerin azıcık güçlendirilmesi formülüyle eritilmeye çalışılmaktadır. Üstelik inisiyatifi kaptırma kaygısıyla, egemenler, bunu bile tam anlamıyla göze alamamaktadır. Bilindiği üzere, neoliberal dönüşümün olmazsa olmazı, Kamu Yönetimi Temel Kanunu-Yerel Yönetimler Kanunu

bile salt Kürtlerin ileri inisiyatifler almasından çekinildiği için bir türlü gündeme getirilememektedir. Bu kanunlar, Kürt hareketinin temel talebi “Demokratik Özerklik” talebine kapı aralamaktadır. Aslına bakılırsa Kürt hareketi ve halkın ulusal-sınıfsal direnme potansiyeli neoliberal açılımların önünde temel engel olarak görülmektedir. Bu nedenle Kürt hareketinin tasfiyesi, Kürt açılımının zorunlu bir parçası haline getirilmek istenmektedir. Ayrıca, siyasal İslam, neoliberal-İslamcı projenin ideolojik altyapısını oluşturmaktadır. Kürtlerin asimile edilerek yeni düzenle bütünleştirilmesinde oynadığı tarihsel rol, bu sefer daha pekiştirilmiş bir şekilde gündeme getirildi. Zaten Kürtlerin köklü inançları arasında yer alan Sünni-Şafi-Nakşibendi akım-

Kad›n hareketi, Kürt hareketinin en etkin dinamiklerinden biridir. Feodal, dinsel ve neoliberal gericili¤e karfl› mücadelenin ortak öznesi olan kad›n hareketi, ilerici, demokratik, laik de¤erlerin güvencesi ve toplumsal kurtuluflun etkin militan›d›r


KÜRT SORUNU lar, bugün bir de neoliberal piyasaların ruhuna en uygun akım olan Fethullahçılıkla birlikte yaygınlaştırılmaktadır. Gülen cemaati bölge halkını Türk-İslam milliyetçiliğine entegre etmek için salt Van’da 1600’e yakın ev açmış bulunuyor. Cemaat Van'da çalışmaları bürokrasi, eğitim, sağlık, AB projeleri, KÖYDER ve KÖYDES üzerinden yürütüyor. FEM-Çağlayan Dershanesi, Özel Serhat Koleji ve Özel Çınar İlköğretim okulu cemaate bağlı çalışıyor. Van Öğretmenler Derneği özellikle 'Doğudan batıya gönül köprüsü' adını verdiği proje ile de Kürt ve Türk çocuklarının kaynaşmasını hedefleniyor. Hayat Hastanesi, Akademi Tıp Merkezi gibi kuruluşlarla Cemaat, sağlık alanını ekonomik bir pazar olarak görüyor. Mülki amirlerin eliyle kadrolaşan cemaat, sağlık kurumlarını tamamen denetimine almış durumda. Özellikle Vali yardımcılarının, Kaymakamların ve emniyet amirlerinin cemaate üye veya yakın kişilerden oluşmasına dikkat ediliyor. Bu yolla halka devletin sıcak yüzü gösterilmeye çalışılırken, bir yandan da zaten devletin yapması gereken sosyal yardımlaşma fonu yardımları cemaatin bir lütfüymüş gibi sunuluyor. Cemaat sendikal alanda Memur-Sen konfederasyonu bünyesinde örgütleniyor. Bu alanda Van'da Eğitim Birsen ve Sağlık Birsen içinde örgütlenirken bu sendikaların Van'da 1500'e yakın üyesi bulunuyor. AB projeleri de cemaat için güçlü bir gelir kaynağı. AB'nin Sosyal Riski azaltma projesi için verdiği paralar Cemaatin ihtiyaçları için karşılanıyor.20 Son zamanlarda bu Cemaatin yanında, iplerin kopma noktasına gelmesi halinde, daha sert politikalarda devreye sokulmak üzere Hizbullah gibi örgütlenmeler de bölgede yaygınlaştırılmaktadır.

Kürtlerin neoliberal yeni sömürgecilikle bütünlefltirilmesi ve bunun için Kürt hareketinin tasviyesi projesi olan ‘aç›l›m’ karfl›s›nda, hareketin dinamizmi ve proleter temeli, önemli bir güvence olarak öne ç›kmaktad›r

Sonuç Kürt isyan ve direnişleri, bunların bastırılması, Kürtlerin asimilasyonu ve düzenle bütünleştirilmesine ilişkin bu kısa değinmenin gösterdikleri şunlardır:

projeler yapılmıştır. Bu olgu, Siyasal İslam’a karşı mücadeleyi Kürt halk hareketinin ulusal-sınıfsal kuruluşunun zorunlu bir parçası kılmaktadır.

1. Kürt uluslaşmasının feodal çelişkilerden doğan isyanlar bastırıldıktan sonra, bütünleşme Kürt feodalitesinin tasfiyesiyle değil, onunla uzlaşarak sağlanmış; isyana önderlik eden Kürt feodal egemenleri tasfiye edilmiş ya da karşı tarafa geçmiş; hem merkezi devlette hem de Kürt feodalitesinde egemenlik ilişkileri el değiştirmiştir. Sonuçta Kürt halkının yoksulluktan doğan savaşçı potansiyeli tasfiye edilmiş, isyanlar, devrimci ve özgürleştirici bir uluslaşma sürecine dönüşememiştir.

3. Yeni sömürgecilikle birlikte Kürt uluslaşmasının eksenine ezilen Kürt halkı yerleşmiş, neoliberal yeni sömürgecilikle birlikle Kürt sorunu proleterleşmiş, Kürt halkının proleterleşmesi hızlanmış; Kürt özgürlük mücadelesinin bayrağı artık Kürt proletaryasının eline geçmiştir. Artık, nesnel olarak, Kürt uluslaşması bütün ulusal-etnik özgünlüklerini koruyarak Kürt proletaryasının davasıdır.

2. Koçgiri-Dersim eksenli isyanlar hariç, düzenle bütünleşmede Kürt feodalitesinin ideolojik temeli olan SünniŞafii-Nakşibendi İslam belirleyici rol oynamış; buna son yıllarda, neoliberalizmin ruhuna uygun olarak Fethullahçılık da eklenmiştir. Kürtlerin ulusal-sınıfsal enerjisini boşaltmak için her dönem mutlaka “İslam milletinin birliğini”, “Müslüman kardeşliğini” işleyen

22

4. Kürt proletaryası neoliberal asimilasyona karşı hem Kürt ulusal davasının hem de toplumsal kurtuluş (sosyalizm) davasının öznesidir. Ulusal dinamiklerin yanında, proleter eksenli dinamiklerle hak mücadelesi eksenli dinamikler, Kürt hareketinin sürükleyici dinamikleri arasına hızla yerleşmektedir. 5. Kadın hareketi, Kürt hareketinin en etkin dinamiklerinden biridir. Feodal, dinsel ve neoliberal gericiliğe karşı mücadelenin ortak öznesi olan kadın hareketi,


KÜRT SORUNU duygusu, Kürt sorunun toplumsallaşmasıyla birlikte, Türkiye sınıf hareketinin tamamında yaşanmaz. Kirli savaş ve faşizmin kışkırtıcı pratiklerinden beslenen kitlesel şovenizm dalgalanmaları, böylece sınıfsal bir temele de oturarak, emek hareketinin yakıcı bir sorunu haline gelmektedir. Neoliberal çalışma ve yaşam düzeneklerinde küçük parçalara ayrılan işçi sınıfı ve eriyen emek hareketinin bölünme temelleri kitlesel şovenizmle de desteklenmektedir. İşçi sınıfı ve yoksul halk kitleleri içinde yükselen şovenizm ve Kürt düşmanlığı, sınıf içi rekabete meşruiyet sağlayan siyasal-ideolojik bir akıma dönüşmektedir. Bu bakımdan flovenizme karfl› mücadele devrimci s›n›f hareketinin yarat›lmas›nda öncelikli gündem maddeleri aras›nda yer almaktad›r.

Dipnotlar:

ilerici, demokratik, laik değerlerin güvencesi ve toplumsal kurtuluşun etkin militanıdır. 6. Ucuz ve güvencesiz çalışmanın ana çalışma biçimine dönüşmesi, Kürt proletaryasını işçi sınıfı hareketinin kurucu öznelerinde biri haline getirmektedir. Ne var ki henüz bu sürecin Türkiye tarafına düşen görevleri devrimci biçimlerde yönetebilecek devrimci bir hareket bulunmamaktadır. 7. Kürt halkının proleterleşme eksenli toplumsal bütünleşmesi Türkiye’de olağanüstü boyutlarda kaynaşma sağlamıştır. Ancak Kürt sorununun yukardan aşağı ulusal baskı politikalarına dayalı “çözümü”, neoliberal asimilasyon ve kontrgerilla yöntemleri, genel olarak işçi sınıfı ve yoksul halklar arsında şovenizmin tırmanmasına yol açmaktadır. Bu çelişkinin devrimci biçimlerde çözümü, şovenizme karşı mücadeleyi işçi sınıfı hareketinin kuruluşunun birincil görevlerinden biri haline getiren bir yeniden kardeşleşme çizgisiyle olasıdır. Ne yazık ki, Kürtler arasında artan ulusal-sınıfsal dayanışma

1 Asimilasyon: Farkl› kökenden gelen az›nl›klar› veya etnik gruplar›, bunlar›n kültür birikimlerini, kimliklerini bask›n doku ve yap› içinde eriterek yok etme sürecinin sonu. Bütünleflme: Entegrasyon, uyum. Düzenle bütünlefltirme, düzene uyumlu hale getirme. (TDK, Sözlük) 2 ‹slam dinine ba¤l› olanlar›n tümüne verilen ad. 3 Yalç›n Küçük, Fatih Sultan Mehmet-21 Yafl›nda Bir Çocuk, Tekin Yay., 1987 4 Mustafa Akda¤, Türk Halk›n›n Dirlik ve Düzenlik Kavgas› -“Celali ‹syanlar›”, Yap› Kredi Yay., ‹stanbul, 2009 5 Faik Bulut, a.g.e., sf.151 6 Mevlana ‹dris-i Bitlisi, 1400’lerin ikinci yar›s› ve 1500’lerin bafllar›nda yaflam›fl bir Kürt bilgini ve siyasetçisidir. Uzun Hasan ve o¤lu Yakup Bey zaman›nda Akkoyunlu’da; 2.Bayezid ve o¤lu Yavuz Selim zaman›nda Osmanl›’da saray/divan hizmetleri yapm›flt›r. Nakflibendi tarikat›na ba¤l›d›r. Yavuz Selim’le birlikte Çald›ran, Ridaniye ve Mercidab›k savafllar›na kat›lm›fl; Çald›ran sonras› bir süre Tebriz’e yerleflmifltir. Burada Ulu camide vaazlar vererek ve karakola komutanl›k yaparak halk› Osmanl› yönetimine ba¤lamaya çal›flm›flt›r. En ünlüsü Heflt Behiflt olmak üzere pek çok kitap çal›flmas› vard›r. 7 Faik Bulut, Dar Üçgende Üç ‹syan, Evrensel Bas›m Yay›m, ikinci bas›m, ‹stanbul, 2005, ilgili bölümler; ayr›ca, Altan Tan, Kürt Sorunu, Timafl Yay., üçüncü bask›, ‹stanbul, 2009, ilgili bölümler. 8 Kavram Mustafa Arma¤an’a aittir. Abdülhamid'in Kurtlarla Dans›, Timafl Yay., 2009 9 Örne¤in Revanduz Beyi Kör Mehemed Pafla isyan› (1833). ‹syan bast›r›ld›ktan sonra Pafla bölgenin genel komutan› olarak atand›, sonra esrarengiz bir flekilde ortadan kayboldu. Bu unvanla sat›n alma yöntemi hemen bütün isyanlarda denenecektir. Hatta Dersim önderi Seyit R›za’ya bile “Dersim Generali” unvan› verilmifl ve Seyit R›za bu unvan› yaz›flmalar›nda kullanm›flt›r. 10 Mahir Çayan, “Kesintisiz Devrim II-III”, Dünden Yar›na Kalan (seçmeler), Devrim Yay., ‹stanbul, 2006 11 “II.Abdülhamit’ten AKP’ye Siyasal ‹slam ve Kürtler”, Kürdistan Stratejik Araflt›rmalar Merkezi, www.lekolin.org 12 Mustafa Akda¤, a.g.e. 13 Mahir Çayan, a.g.e. 14 Harun Ercan, a.g.e. 15 Faik Bulut, a.g.e., sf.70 16 Harun Ercan, “Türkiye’de Ulus-Devlet Oluflumu, Kürt Direnifli ve Dönüflüm Dinamikleri”, Toplum ve Kuram, S.1, May›s 2009 17 Jacob von Etten, Joost Jongerden, Hugo S.de Vos, Annemarie Klasse, Esther C.E. von Hoeve, “Türkiye Kürdistan’›nda Kontrgerilla Stratejisi Olarak Çevre Tahribat›”, Toplum ve Kuram, S.1, May›s 2009 18 Erdem Yörük, Söylefli, ANF News Agency, 01 Aral›k 2009 19 Nilay Özok, “Güneydo¤u Anadolu Projesi’nde Bir Yönetim Stratejisi Olarak ‘Sosyal Kalk›nma’”, Toplum ve Kuram, S.1, May›s 2009. Yeni Bölge Kalk›nma Plan› (2002) gündemdedir. Bir GAP projesi olarak devreye giren, sivil toplum ve özel sektörün iflbirli¤inin baflar›l› örnekleri ars›nda gösterilmektedir. Özellikle gençleri hedefleyen ÇATOM’lar, baflta Türkçe dil derslerinden do¤um kontrol programlar›na, duyarl›l›k derslerinden istihdam› hedefleyen kurslara kadar pek çok çal›flma yapmaktad›r. Bugün tamamen STK’laflm›fl olan bu örgütler BM, Procter & Gamble ve TEV gibi kurulufllar›n ortak projelerince desteklenmektedir 20 ANF News Agency, 13 Aral›k 2009.

23


Emperyalizmle hiyerarflik bütünleflmelerini büyük ölçüde ilerleten Türkiye egemenleri, Büyük Ortado¤u Projesi’nin aktif tafleronu olarak Kuzey Afrika’dan Bangladefl’e Büyük Ortado¤u havzas›nda bütün halklar› karfl›s›na al›rken Türkiye halklar›n›n gündemi ve ç›karlar› da Ortado¤u halklar›n›n gündemi ve ç›karlar› ile giderek ortaklaflmaktad›r. Ortado¤u’da aç›k iflgal koflullar› yerini gizli iflgal koflullar›na b›rak›rken, halklar›n uluslararas› dayan›flmas› aç›s›ndan s›n›fsal karakteri a¤›r basan bir anti-emperyalist çizginin önemi giderek artmaktad›r.


Aktif tafleronun “yeni” ekseni:

Ortado¤u’nun emperyalist sisteme entegrasyonu

D

eğişim sloganıyla iktidara gelen Barack Obama yönetimi ilk yılını doldururken, ABD emperyalizminin Büyük Ortadoğu Projesi’yle (BOP) ortaya konan temel hedeflerde herhangi bir değişim olmadığı görülmektedir. Ancak bu hedeflere ulaşma yolunda, değişen koşullara göre çatışma mekanlarında ve biçimlerinde bir dizi değişiklik öne çıkmaktadır. ABD emperyalizmi ne rakip ya da muhalif rejimleri kuşatma/devirme/hizaya çekme siyasetinden ne de enerji kaynakları ve ucuz işgücü potansiyeliyle Ortadoğu’yu yeni-sömürgeleştirmekten vazgeçmiştir. Ne var ki bu hedeflere ulaşmak için BOP’un ilan edildiği George W. Bush döneminde başlatılan çatışmalar, kısmen başarıya ulaşarak misyonunu tamamladığı, kısmen de başarısızlığa uğradığı için, amaçlarda değilse de araçlarda bir dizi değişiklik yapmak kaçınılmaz hale gelmiştir. Ortadoğu’nun yeni-sömürgeleştirilmesinde askeri araçların rolü görece gerilerken, ekonomik ve diplomatik araçların rolü öne çıkmakta, emperyalist savaşın odağı da Ortadoğu’dan Güney Asya’ya kaydırılmaktadır. Irak’tan asker çekme süreci başlatılmış, İran ve Suriye ile uzlaşma siyaseti öne çıkarılmış, İsrail’in aşırı saldırgan tutumu karşısında görece sınırlayıcı bir tutum belirlenmiştir. Ancak Ortadoğu’dan çekilmekte olan, emperyalizm değil, ABD askeri kuvvetlerinin bir kısmıdır. Askeri aygıtın hakimiyet sağladığı ya da hizaya getirdiği bölgede, işbirlikçi hükümetler, petrol şirketleri, petrol boru hattı ve serbest bölge projeleri, özelleştirmeler devreye sokulmaktadır. Askerler çekilse de işgal sürmekte, açık işgal yerini gizli işgale bırakmaktadır. Ortadoğu’da askeri çatışma ve tehditler

bu biçimde daha düşük yoğunluklu bir seyir izlerken Afganistan ve Pakistan’da (Af-Pak) savaş giderek şiddetlenmekte ve bu durum karşısında ABD, saldırıları sertleştirmekte ve askeri yığınağı tahkim etmektedir. Türkiye’nin dış politikasında, son dönemde “Türkiye’nin ekseni Doğu’ya mı kayıyor?” sorusunu gündeme getiren değişim de esas olarak, emperyalizmle halklar arasındaki çatışmanın mekan ve biçimlerinde yaşanan değişimin bir ürünüdür. “Doğu” ile ilerletilen ilişkiler, emperyalist “Batı”nın Türkiye’den beklentileri doğrultusunda gerçekleşmekte ve Türkiye egemenlerinin emperyalizmle askeri ve ekonomik anlamda giderek daha hiyerarşik bir bütünleşmeye girmesine yol açmaktadır. ABD’nin ve AB’nin boru hattı projeleri, askeri operasyonları, serbest bölge planları için “Doğu”da görev yapmak, “Batı”ya mesafe koymak değil “Batı”nın daha fazla denetimi altına girmek anlamına gelmektedir.1 AKP hükümeti barışçıl bir dış politika izlediğini öne sürerken, Türkiye Afganistan’daki işgal koalisyonunda ABD’den sonraki en kalabalık askeri güce sahiptir. Af-Pak’ta savaşa lojistik-askeri-istihbari-diplomatik destek giderek tırmanmaktadır. Davutoğlu’nun “komşularla sıfır sorun” siyaseti ile de, gerçekte Ortadoğu’da emperyalist barış/diplomasi süreçlerine aracılık edilmekte, bölgenin emperyalist-kapitalist sisteme entegre edilmesine çalışılmaktadır. Bu entegrasyonda özelleştirmeler, enerji nakil hattı projeleri, enerji anlaşmaları, serbest bölge projeleri (Kuzey Irak, Gazze), “yeniden inşa” faaliyetleri Türkiye sermayesinin taşeronluğunda sürdürülmektedir. Obama yönetimi, giderek ilerletilen bu ilişkiyi “Model Or-

25


DÜNYA taklık” diye adlandırmaktadır. Türkiye açısından edilgen bir pozisyonu ve işbirlikçiliği çağrıştıran “Stratejik İttifak” kavramının yerine geçirilen “Model Ortaklık” kavramı, egemenlerce “birçok konuda hemfikir olan küresel güç ile bölgesel gücün buluşması” şeklinde, adeta eşitler arası bir ilişki olarak tanımlanmaktadır. ABD’nin çıkarları/hedefleri doğrultusunda inisiyatif alarak ve ABD’nin askeri ve ekonomik gücüne tutunarak bölgesel etkinliğin artırılması yabana atılamayacak bir durum değişikliğidir. Ne var ki, bölgesel etkinliğin bu şekilde artması, aynı zamanda ABD’ye bağımlılığın artması ve eşitsiz ilişkinin kuvvetlenmesi anlamına gelmektedir. Aktif taşeronluk2 kavramlaştırması, bu ilişkiyi tarif etmek açısından daha uygundur. Emperyalist çatışmanın yeni alan ve biçimlerine bağlı olarak ilerletilen aktif taşeronluk siyaseti gereği Türkiye egemenleri gerek açık işgal gerek gizli işgal süreçlerinde emperyalizmin hizmetinde, halkların karşısındadır. Bu açık ve gizli işgal süreçlerinin nasıl seyrettiği ise, egemenler açısından yarattığı krizler ve ezilenlerin önüne koyduğu mücadele gündemleri ve olanaklarının anlaşılması açısından önemlidir.

“De¤iflim” Barack Obama göreve geldiği ilk günden itibaren İslam dünyasına ılımlı mesajlar vermeye, Ortadoğu’da tansiyonu düşürmeye çabalamaktadır. Askeri tehdidin sürekli gündemde tutulduğu ancak önceliğin diplomasi ve uzlaşma zorlamasına verildiği “yumuşak güç” politikası ile savaşa gerek kalmaksızın Ortadoğu’nun emperyalistkapitalist sistemle bütünleşmesini istemektedir.

Çünkü askeri müdahalecilik somut bir dizi kazanıma yol açmış olmakla birlikte sınırlarına ulaşmış, tırmandırılması halinde başlı başına bir sorun olacağı anlaşılmıştır. Saddam rejiminin devrildiği, zamanla pek çok “direnişçi” grubu da içine alan yeni bir yönetimin oluşturulduğu, petrol sektörünün özelleştirildiği, neoliberalizmin benimsendiği ve kalıcı askeri üs olanağının elde edildiği Irak’taki askeri varlığı aynen sürdürmenin anlamı yoktur. Kaldı ki o askeri kapasiteye, Bush döneminde ihmal edilmiş olan ve kontrolden çıkma tehlikesi taşıyan Af-Pak ve Latin Amerika gibi diğer çatışma alanlarında ihtiyaç vardır. Irak savaşı sürecinde ve sayesinde Ortadoğu’da bölgesel bir güç haline gelen İran’a yönelik bir savaş, hem ABD askeri kapasitesini zorlayacak bir bölgesel direnişle karşılaşacak hem de emperyalizmin bölgedeki kazanımlarını riske atacaktır. Bölgedeki ABD düşmanlığının diğer bir kaynağı olan İsrail saldırganlığının da kontrol altında tutulması gerekmektedir. Bir diğer sorun odağı da Kürdistan Bölgesel Yönetimi sınırları içindeki PKK varlığı ve bundan kaynaklanan askeri gerilim, istikrarsızlık ve çatışmalardır. ABD emperyalizmi açısından, askeri sanayi kompleksin ekonomideki ağırlığından dolayı savaş durumu başlı başına bir tercih nedeni olmakla birlikte savaşların yeni-sömürgeci politikaların önünde bir engel ve tehdit oluşturmaması ve emperyalizmin askeri aygıtı açısından zafiyet yaratmaması gerekmektedir. Irak’tan asker çekme süreci, Suriye ve İran’a karşı izlenen “yumuşak güç” siyaseti, İsrail’e karşı görece sınırlayıcı bir tavır benimsenmesi ve Türkiye’deki “Kürt Açılımı” süreci bu politikanın yansımalarıdır. AKP’nin çok övündüğü dış politika çıkışları da ABD dış politikasındaki bu değişimle uyum içindedir.

Irak: Aç›k iflgalden gizli iflgale ABD askerlerinin Irak kent ve kasabalarından çekilmeye başladığı 30 Haziran 2009 tarihi, aynı zamanda 1970’ler itibariyle devlet tekelinde bulunan petrol sektörünün özelleştirildiği gündü. Bu ironik çakışma, Irak’ın işgalinde askeri araçların ağırlığının eko-


DÜNYA nomik araçlar lehine azaltılmasının simgesi olarak anılacaktır. İşgalde askerlerin rolü kademeli olarak azaltılacak ve çekilme 2011 itibariyle tamamlanacaktır. Ancak bu takvim gerek güvenlik sorununun çözümü gerek Irak’ın emperyalist kapitalist sistemle ekonomik bütünleşmesi yönündeki temel adımların bir an önce atılmasını gerektirmektedir. Türkiye her iki gerekliliğin de doğrudan muhatabıdır. Türkiye ile Kürdistan yönetimi işbirliğinin ilerletilmesi, petrol boru hatlarının güvence altına alınması ve sınırın her iki tarafındaki ucuz işgücü potansiyelini değerlendirecek serbest bölge projelerinin hayata geçirilebilmesi öncelikle bölgedeki askeri ihtilaf ve uluslararası gerilim kaynağı olan PKK varlığının tasfiyesini gerektirmektedir. Bu nedenle de “Kürt Açılımı”nın tasfiye ayağı ABD, Türkiye ve Irak (üçlü mekanizma) işbirliğinde planlanmaktadır. Nitekim, İçişleri Bakanı Beşir Atalay, 20 Aralık’ta Bağdat’ta gerçekleştirilen üçlü mekanizma toplantısının sonucunu “PKK’nin tasfiyesi için somut kararlar alındı” sözleriyle özetlemiştir. Türkiye, Irak’ta yalnızca güvenlik kaygısıyla bulunmamaktadır. Ülkedeki petrol kaynakları ABD’nin askeri operasyonu ile küresel sermayeye açılmışsa da uzun süre emperyalist sisteme kısmen kapalı olarak gelişen ülkenin sistemle ekonomik bütünleşmesinde Türkiye’ye önemli roller düşmektedir. Ekim ayında Irak’ta 9 bakan ve 50 işadamının katılımıyla düzenlenen ve 48 mutabakat metninin imzalandığı ortak kabine toplantısı bu yönde atılmış bir adımdır. Toplantının ardından Tayyip Erdoğan, iki hükümetin bakanlarının “iki devlet tek hükümet” anlayışıyla hareket ettiğini belirtip, “gayemiz, ülkelerimizin üzerinde bulunduğu bu havzayı, bir ekonomik havzaya dönüştürmek” diyerek hedefi ortaya koymuştur. Ancak, enerji sektörünün özelleştirilmesi, petrol boru hattı projeleri ve yeniden imar alanında Türkiye sermayesi ancak uluslararası tekellere bağlı altsözleşmeler yoluyla, yani taşeron olarak pay kapabilmektedir. Sözün özü, Erdoğan’ın söz ettiği gaye emperyalistlerin gayesidir ve Türkiye egemenlerinin taşeronluğunu yapacağı bu dönüşüm sürecindeki aslan payını da emperyalist merkezler alacaktır. Türkiye’nin bu biçimde Irak’la ilişkileri geliştirmesi iki ülke ekonomisini emperyalist çıkarlar doğrultusunda bir dö-

nüşüm sürecinde bütünleştirerek, aynı zamanda giderek ortaklaşarak anti-emperyalist ve proleter karakteri öne çıkan toplumsal mücadelelerin alanı haline getirecektir.

Suriye ile ABD aras›nda çöpçatanl›k Irak savaşı öncesinde Bush yönetimi tarafından “şer ekseni”nin bir parçası olarak anılarak hedefe oturtulan Suriye, Ortadoğu’daki ABD karşıtı cephenin zayıf halkası olarak “yumuşak güç” siyasetine olumlu karşılık vermektedir. Burada da Türkiye’nin aracılığı devreye girmektedir. CIA'nin Ortadoğu Masası eski Şefi Graham Fuller, 12 Kasım’da BBC’ye verdiği röportajda, Türkiye’nin yaptıklarından Batı’nın da faydalanacağını ifade ederek, “Türkiye’nin ekseninin Doğu’ya kaydığı” savlarına katılmadığını söyledi. Fuller, Türkiye’nin Suriye gibi sorunlu ülkelerle bağlarını güçlendirmesinin, ABD yönetimi bunu anlamasa ve kabul etmese bile, ABD çıkarlarına hizmet ettiği görüşünde olduğunu belirtti. Suriye ile Türkiye arasında bugün esen “dostluk” rüzgârları aynı Irak’ta olduğu gibi ülkedeki iç pazarın ve emek piyasasının emperyalist sisteme uyumlulaştırılması ve uluslararası tekellerin rahatça hareket edebileceği bir ortam yaratılmasının önünü açmaktadır. Türkiyeli bakanlar ile Suriyeli bakanlar arasında aynen Irak’ta olduğu gibi ortak bir bakanlar kurulu toplantısı düzenlenerek 40 kadar anlaşma imzalanmıştır. Bu anlaşmalar demiryolu, karayolu ve denizyollarının geliştirilmesi ve yeni sınır kapıları açılması gibi iki ülke arasındaki ticareti artıracak projeleri içermektedir. İki ülke arasında gelişen ilişkiler Suriye’nin uluslararası pazarlara açılmasının yanı sıra, önceki dönem adeta zorla itildiği İran veya Rusya ekseninden uzaklaşarak ABD eksenine yaklaşmasının önünü açacaktır.

‹ran: Savafl da zor bar›fl da İran ise nükleer programı gerekçesiyle sürekli bir gerilim odağı olmayı sürdürmektedir. Irak’ın işgali ile birlikte Saddam rejiminden, yani bölgedeki en büyük düşmanından kurtulan İran; Suriye, Hizbullah, Hamas ve Irak Şiileri üzerindeki nüfuzu ve ABD karşıtı söylemi ile bağımsız bir bölgesel güç adayı haline gelmiştir. Nükleer silah elde etmesi

ABD askerleri Irak’tan çekildikçe Afganistan’daki iflgal askeri say›s› da art›r›l›yor. Yaln›zca Afganistan’da de¤il, George W. Bush döneminde ihmal edildi¤i düflünülen di¤er bölgelerde de ABD askeri varl›¤› güçlendiriliyor, So¤uk Savafl’tan bu yana durdurulan kimi askeri faaliyetler yeniden bafllat›l›yor. Latin Amerika sular›nda 4. Filo’nun yeniden aktiflefltirilmesini, Kolombiya’da yedi yeni ABD askeri üssü aç›lmas› izledi. Ayr›ca, Latin Amerika’daki kontra faaliyetlerinin ve darbelerin üssü kabul edilen Honduras’taki ABD destekli askeri darbenin ard›ndan, yeni bir darbeler dalgas› tehdidi yükseliyor.

27


D›fliflleri Bakan› Ahmet Davuto¤lu gerek bir d›fliflleri kadrosu gerekse bir AKP’li olarak pek çok aç›dan bir ilki temsil ediyor. Göreve gelmeden önce de bir d›fl politika vizyonuna sahip olan Davuto¤lu, bunu “Stratejik Derinlik” kitab›nda ortaya koyuyor. Pek çok AKP kadrosunun aksine ‹mam Hatip kökenli olmayan Davuto¤lu ‹stanbul Erkek Lisesi mezunu ve akademik kariyerini Bat›’da de¤il Malezya Uluslararas› ‹slam Üniversitesi’nde yapmay› tercih etmifl.

halinde bu süreç tamamlanacak ve bölgedeki ABD çıkarları büyük bir tehdit altına girecektir. Ne var ki, ABD açısından İran’a karşı bir askeri müdahalenin maliyeti kesinlikle ağır, sonucu ise kestirilemez görünmektedir. Bu nedenle de ABD, ekonomik ve diplomatik yaptırımlarla İran’ı uluslararası alanda sıkıştırmaya çalışmakta bunda kısmen de başarılı olmaktadır. İran pek çok enerji anlaşmasına ABD vetosu nedeniyle katılamamakta, Birleşmiş Milletler düzleminde zaman zaman yaptırımlarla yüz yüze gelmektedir. Sıcak çatışma gündeme gelmese bile, gerek ABD’nin İran’ı sürekli kontrol altında tutma kaygısı gerekse İran rejiminin ABD ile restleşmeden güç aldığı gerçeği süreğen bir gerilim hali yaratmaktadır. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin ABD ve İngiltere dışındaki daimi üyeleri Çin, Rusya ve Fransa ise ABD-İran arasındaki bu gerilimi kendi lehlerine kullanmak için iki taraftan birine koşulsuz ve tam destek sunmaktan kaçınmakta, haliyle süreğen gerilim halini beslemektedir. AKP iktidarı burada da, İran ile ABD arasındaki olası bir uzlaşmaya aracı olma niyetini açıkça ifade etmektedir. Sözüm ona tarafsız ya da bağımsız bir dış politika izlendiği söylense de, bu aracılıkta AKP iktidarı ABD’nin elçisi gibi davranmaktadır. Nükleer programa ilişkin tartışmalarda da, ekonomik ilişkilerin ilerletilmesinde de aynı durum söz konusudur. İran’la temaslarda İran’ın “uzlaşma” çağrılarına uyması istenmekte, nükleer faaliyetlerin denetimi için Türkiye’nin aracı ülke olması önerilmektedir. İran’ın Türkiye’nin bu konudaki aracılık teklifini yanıtsız bırakıp Avrupa ülkelerini tercih etmesi de, AKP iktidarının tarafsızlık iddiasının en azından İran tarafından ciddiye alınmadığını göstermektedir. Ekonomik ilişkilere bakıldığında da Türkiye’nin yeni dış politikasının karakterine ilişkin önemli veriler görülmektedir. Türkiye ve İran arasında 2008 yılında 10 milyar dolara

28

çıkan ticaret hacminin 2011 yılına kadar 30 milyar dolara yükseltmesi hedeflenirken, İran Türkiye’nin ikinci büyük petrol tedarikçisi ve Türkiye İran’ın batı enerji pazarlarına erişmesi için iyi bir liman konumundadır. Türkiye, Rusya’nın doğalgaz ticareti üzerindeki tekelini kırmak için gündeme getirilen Nabucco doğalgaz boru hattı projesinde İran’ın tedarikçi olarak kabulünü önermektedir. Ayrıca Türkiye’nin İran ile yeni doğalgaz alım anlaşmaları ve TPAO aracılığıyla İran’da doğalgaz çıkarılması konusunda anlaşmalar yapması gündemdedir. Ne var ki, ABD enerji alanında İran’la ilişkilerin geliştirilmesine karşı olduğunu ifade etmekte, AKP iktidarı da İran’ın Nabucco’ya katılması önerisi dahil gündemde tuttuğu bu anlaşmaları bekletmek zorunda kalmaktadır. Görüldüğü gibi Türkiye-İran ilişkileri de ABD’ye rağmen değil, ABD’nin onayı ve çıkarları doğrultusunda ilerleyebilmektedir.

‹srail’i dizginleme ihtiyac› ve AKP f›rsatç›l›¤› Türkiye’nin eksen değişikliği tartışmalarının çıkış noktalarından birini de İsrail’le ilişkilerde yaşanan gerilimler oluşturmaktadır. Tayyip Erdoğan’ın Davos’ta İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres’e çıkıştığı “One Minute” vakasının ardından İsrailli pilotların eğitildiği Konya üssündeki tatbikatların ertelenmesi ve TRT’de yayınlanan ‘Ayrılık’ dizisi… Bu gerilimler, kamuoyuna adeta İsrail’le ilişkiler kesiliyormuş gibi yansıtılsa da, gerçekte askeri, ekonomik ve diplomatik ilişkiler olduğu gibi devam ettirilmektedir. “One Minute”ün aslında moderatöre bir tepki olduğu, tatbikat ertelemesinin de ortaklaşa alınmış bir karar olduğu açığa çıkmıştır. Gizli ve açık tatbikatlar sürmekte, İsrail’den silah alımları devam etmekte, Türk diplomatlar eğitim için İsrail’e gönderilmektedir. İki ülkenin elçi ve bakanlarının karşılıklı ziyaretleri sıklaşmış; Cumhurbaşkanı Abdullah


DÜNYA Gül, Erdoğan’ın sözüm ona fırçaladığı Şimon Peres’le bir araya gelmiş ve Peres’in İsrail’e davetini kabul etmiştir. Peres ile Gül’ün görüşmesinin ardından “Cumhurbaşkanlarının, Türkiye ve İsrail arasında normal, olumlu ve istikrarlı ilişkilere dönülmesinde mutabık oldukları” yönünde bir açıklama yapılarak, artık ‘boş laf’ düzeyindeki gerilimlerin de istenmediğinin işareti verilmiştir. İsrail’le ikili ilişkiler üzerinde somut bir karşılığı bulunmasa bile Türkiye iç siyaseti açısından oldukça önemli olan ‘boş laf’ düzeyindeki bu gerilimlerin de cesaret istediği inkar edilemez. AKP iktidarı bu cesareti ABD’nin İsrail’e karşı tutum değişikliğinden almaktadır. ABD, Ortadoğu üzerindeki hakimiyet mücadelesinde temel bir rolü olduğu için daima teşvik ettiği İsrail saldırganlığını engellemeye değilse bile kontrol altında tutmaya çalışmaktadır. Çünkü İsrail saldırganlığı şu halde ABD’nin Ortadoğu’da kontrol sağlama hedefini riske atmakta, ABD karşıtlığını beslemekte, uzlaşma kanallarını tıkamaktadır. ABD yakın vadede İran’la bir askeri çatışma istemezken, İsrail açıktan saldırı tehditlerini sürdürmektedir. ABD, bir meşruluk zemini oluşturabilmek için Filistin’de göstermelik de olsa bir çözüm süreci başlatmaya çalışmakta, İsrail ise çözüm istemediğini açıkça belirtmektedir. Bu durum karşısında ABD, İsrail’in İran’a saldırmasını kolaylaştıracak bazı silah siparişlerini engellemiş, İran’a yönelik bir saldırıya karşı olduğunu bildirmiş, İsrail yerleşimlerinin durdurulması için girişimler başlatmış ve kontrol altına alınması gereken nükleer güçler arasında İsrail’in adını da geçirmeye başlamıştır. Bunlar, aşırıya kaçan bir dosta vurulan şefkat tokatlarıdır. AKP’nin yaptığı da fırsattan istifade ederek hem Türkiye hem de Ortadoğu kamuoyunda bir imaj operasyonu yürütmektir. Bu imaj operasyonu Türkiye-İsrail ilişkilerine zarar vermediği gibi, Türkiye’nin işbirlikçi siyasetini maskeleyerek, Ortadoğu’da ABD ve İsrail lehine sonuçlar verecek ilişkilerini geliştirmesini kolaylaştırmaktadır. O nedenle de ABD ve İsrail, AKP ikiyüzlülüğüne pek ses çıkarmamaktadır.

Af-Pak: Asya’n›n kap›lar›, cehennemin kap›lar› Ortadoğu’da “yumuşak güç” siyaseti izlenirken, Af-Pak’ta asker sayısı 100 bine çıkarılmakta ve savaş genişletilmektedir. Milyonlarca mülteci ve komşu ülkelere sıçrayan “terör saldırıları” ile bölgeselleşen bu savaş, işgal güçleri açısından giderek artan bir can ve para kaybına yol açmaktadır. Afganistan’da durum Irak’takini mumla aratacak düzeydedir. Herhangi bir meşruiyeti kalmayan ve düzmece seçimlerle koltuğunu koruyan Devlet Başkanı Hamit Karzai, başkente bile hükmedememekte, bu krizden çıkış için Taliban’la uzlaşmaya çalışmaktadır. Pakistan’da ise Taliban militanlarına karşı Güney Veziristan’da başlatılan operasyonlar başarısızlıkla sonuçlanmakta, başarısızlık şiddeti, daha fazla şiddet başarısızlığı derinleştirmektedir. ABD’nin Ortadoğu’da askeri gerilimi düşürmeye çalışırken bu zorlu savaşta bu kadar ısrar etmesi bir deliliğin ürünü değilse, emperyalizmin vazgeçemeyeceği temel bir hedefine işaret etmektedir. BOP’un ilk ilan edildiği dönemde ortaya konan jeo-stratejik hedef, nihayetinde İran barikatının da aşılarak Asya’nın kapılarının ABD emperyalizmine açılması idi. Irak savaşının seyri ve Rusya’nın hem Kafkasya’da öne çıkıp hem de Rusya açısından da işlevli olan İran barikatına pazarlıkçı bir destek çıkması, İran’a yönelik saldırı seçeneğinin giderek geri plana itilmesini beraberinde getirdi. ABD de İran’a dalaşmaktansa çalıyı dolaşmayı tercih ederek doğrudan Af-Pak’a yığınak yaptı. ABD askeri varlığının İran, Rusya, Orta Asya, Çin ve Hindistan’ın tam ortasında yer alan bu bölgede yoğunlaşması Af-Pak savaşının gerçek hedefine dair bir ipucu vermektedir. ABD’nin çevre ülkeleri de dahil etmeye çalıştığı Af-Pak savaşı, aslında Asya’daki rakiplerinin burnunun dibine sokularak kontrol kurmasına imkan sunan bir araçtır. Ne var ki, ABD’yi Irak’tan sonra ikinci ve daha büyük bir batağa çekerek cehennemin kapılarını açtığı görülen bu savaşın, Asya’nın kapılarını açıp açamayacağı muğlaktır. Asya, ABD’nin Af-Pak’taki çırpınışını


DÜNYA soğukkanlılıkla izlemektedir. Türkiye bu zorlu savaşta Kabil’in komutasını tek başına üstlenerek yaklaşık 2000 askerle, ABD’nin Af-Pak’taki en büyük müttefiki haline gelmiştir. Afganistan’da bulunan Türk askerlerinin diğer ülkelerin askerlerinden ayrı olarak, “bölge halkının hassasiyetlerini daha iyi anladığı ve Afgan kamuoyu tarafından diğer işgalci güçler kadar tepki görmediği” ifade edilse de Türkiye, Genelkurmay’ın nedense üzerine açıklama yapmadığı bir kazada ilk can kayıplarını vermiştir. 2009’a kadar çatışmalardan uzak olan Kabil’in de artık direnişçilerin eylemlerine hedef olması ve Türk askeri varlığının artması can kayıplarının artmasını gündeme getirebilir. Ayrıca, Alman Genelkurmay Başkanı’nın Afganistan’da gerçekleşen sivil ölümlerini gerekçe göstererek istifa etmesi ve diğer NATO ülkelerinin daha fazla katkı koymadaki isteksizliği göz önüne alındığında ABD’nin diğer müttefiklerini bu batağa çekmekte zorlanacağı görülmektedir. 2009'dan bu yana BM Güvenlik Konseyi üyesi olan Türkiye, 2010'dan itibaren Terörle Mücadele ve Afganistan Komitesi'nin başkanlığını üstlenecektir. Bu durumda, ABD’nin Kuzey Irak’ta PKK’ye karşı desteğine karşılık Afganistan’da Taliban’a karşı destek sözü veren AKP hükümeti ve TSK’yı bu bölgede önümüzdeki dönemde daha zorlu görevler beklemektedir.

Sonuç Emperyalizmle halklar arasındaki çatışma kimi yerde açık işgalin kimi yerde gizli işgalin öne çıktığı biçimlerde sürmektedir. Açık işgalin, emperyalist saldırganlığın odağı, Güney Asya’ya kaymakta; bir ölçüde hizaya çekilen ve askeri başarının sınırlarının göründüğü Ortadoğu’da açık işgalin ağırlığı azalırken gizli işgal öne çıkmaktadır. Türkiye egemenleri, gerek emperyalizmin açık işgal siyasetini öne çıkardıkları ve askeri tökezleme yaşadıkları Af-Pak’ta (ve daha düşük düzeylerde Lübnan ve Somali’de) askeri-istihbari-lojistik roller üstlenerek; gerek entegrasyon sürecinin öne çıktığı Irak, Suriye vb. alanlarda tekelci sermayenin taşeronluk/müteahhitlik işlerini üstlenerek, serbest bölgelerin inşasına girişerek, dış siyasette be-

30

nimsedikleri “aktif taşeronluk” çizgisini ilerletmektedir. ABD’nin içinde bulunduğu krizler bu denli içinden çıkılmaz hale gelmişken, üstüne üstlük Türkiye ABD’nin krizlerinin çözümünde önemli görevler üstlenirken, bu durum Türkiye toplumsal muhalefetinin önüne de önemli mücadele gündemleri çıkarmaktadır. Türkiye egemenlerinin emperyalist projelerde daha fazla rol alması, Türkiye ezilenlerinin yerel mücadeleleriyle uluslararası mücadeleleri birleştirerek emperyalist kapitalist sistemin krizine müdahale etme olanaklarını da çoğalmaktadır. Aktif taşeronluk, Türkiye egemenleri ile ezilenleri arasındaki çatışmayı pratik anlamda da ülke sınırlarının dışına taşırmış, emperyalizmle Ortadoğu halkları arasındaki çatışmanın giderek genelleşen bir parçası haline getirmiştir. Emperyalist savaş ve “barış” projelerine sağlanan lojistik ve askeri destek genişletilerek emperyalizmin yarattığı askeri batakların yükünün altına girilmektedir. Bu durum, işbirlikçilik siyaseti karşısında toplumsal tepkileri tetikleyebileceği gibi, bu tepkiler hükümetin yanı sıra bugüne kadar “vatan savunması” propagandası ile varlığını meşrulaştıran silahlı kuvvetlerin yeni işlevinin de sorgulandığı bir politikleşme ortamı açığa çıkarabilecektir. Özelleştirmeler, boru hattı projeleri, yatırım kaydırmalar, serbest bölge projeleri vs. yoluyla Ortadoğu’nun enerji kaynakları başta olmak üzere doğal/yeraltı zenginliklerine ve ucuz emek potansiyeline yönelik sömürgecilik siyasetine taşeronluk yapan Türkiye sermayesi ise, gizli işgalin askeri olarak hizmet etmektedir. Bu durumda, askeri çatışmalar yumuşatılırken, sınıf çatışmasının giderek şiddetleneceği ve Ortadoğu halkları ile emperyalistlerin ve işbirlikçi sermayenin karşı karşıya geleceği yeni kurtuluş mücadeleleri öne çıkacaktır. En etkili oldukları dönemlerde ve ülkelerde dahi, mezhepçiayrımcı ideolojik tutumlarından dolayı, başarılı bir ulusal kurtuluş mücadelesine önderlik etmekten aciz olan Siyasal İslam akımlarının sınıfsal mücadelenin öne çıktığı yeni durumda muhalefette derinleşen bir kriz yaşaması ya da iktidarda bir şekilde emperyalist sistemle bütünleşmesi kaçınılmaz olacaktır. Bu

2009 Nobel Bar›fl Ödülü, 2. Dünya Savafl› sonras›ndaki en yüksek askeri bütçeye (yaklafl›k 1 trilyon dolar) onay veren, Afganistan’daki iflgal askeri say›s›n› 100 binin üzerine ç›karan, savafl› Pakistan’a yayarak 2,5 milyonun üstünde insan› mülteci durumuna düflüren Barack Obama’ya verildi. Obama, ödül töreni s›ras›nda “Bar›fl için savaflmak da gerekir” diyerek, Nobel Ödülü’yle teflvik edilen ve meflrulflat›r›lan yeni savafllar›n sinyalini verdi.


DÜNYA durumda Ortadoğu’da proleter ve anti-emperyalist karakteri öne çıkan ulusal/toplumsal kurtuluş hareketleri açısından uygun bir zemin açığa çıkacaktır. Böylesi bir siyasetin somut bir seçenek hale gelmesi mümkündür. Mısır’da gelişen militan işçi hareketi, Irak’ta bir bir yabancı petrol devlerinin eline terk edilen petrol sahalarında gelişen sendikal mücadeleler, İran’da Haziran’da patlak veren krizde kendi bağımsız duruşuyla boy gösteren işçi-kadın-gençlik mücadeleleri, Filistin solunun inisiyatifiyle İsrail’e karşı geliştirilen uluslararası boykot hareketi sosyalist siyasetin Ortadoğu’da ezilenlerle sahici bir ilişki kurabileceğinin ipuçlarıdır.

Dipnotlar: 1 Burada AKP hükümetinin, “Do¤u” ile “Bat›” aras›nda de¤il, Avrupa Birli¤i (AB) ile ABD aras›nda bir tercih yapt›¤›n› söylemek daha isabetli olacakt›r. Elbette ki, AB ve ABD karfl›t ya da ayr›k iki oda¤› temsil etmedi¤i gibi, ikisi aras›nda tercih yapmak da en fazla göreli bir farkl›l›kt›r. “Türkiye’nin ekseni do¤uya m› kay›yor?” sorusunu gündeme getirenler, Ortado¤u ülkeleri ile iliflkiler gelifltirilirken AB üyelik sürecinin fiilen öncelik olmaktan ç›kar›lmas›na dikkat çekmektedir. TÜS‹ADAKP gerilimi gibi egemenler aras› çekiflmelerde AKP karfl›s›nda daha elefltirel bir pozisyon tak›nan AB ile iliflkilerin birinci öncelik olmaktan ç›kmas› anlafl›lmaz de¤ildir. ABD ise, gerek AKP hükümetine sundu¤u siyasi destek aç›s›ndan gerekse ‹slami sermayeye sundu¤u bütünleflerek yükselme olanaklar› aç›s›ndan, AB’ye göre daha avantajl› bir iliflki biçimini temsil etmektedir. 2 Bkz. Halk›n Devrimci Yolu 2. say›, Emperyalist Açmaz ve Aktif Tafleron Türkiye.

Emperyalizmle hiyerarşik bütünleşmelerini büyük ölçüde ilerleten Türkiye egemenleri, Büyük Ortadoğu Projesinin aktif taşeronu olarak Kuzey Afrika’dan Bangladeş’e Büyük Ortadoğu havzasında ve Güney Asya’da bütün halkları karşısına alırken Türkiye halklarının gündemi ve çıkarları da Ortadoğu halklarının gündemi ve çıkarları ile giderek ortaklaşmaktadır. Açık işgal ve gizli işgal durumlarının yol açtığı çatışmalar, aynı zamanda halkların emperyalizme ve kapitalizme karşı ortak mücadelesinin de mayalandığı zeminler sunmakta, Türkiye halklarının kurtuluş mücadelesi Ortadoğu halklarının kurtuluş mücadelesi ile kaynaşmaktadır. Bu durum bölgede ilerici bir politikleşme kanalının açılabilmesi açısından emek eksenli ve enternasyonalist bir anti-emperyalist çizginin önemini artırmaktadır.

31


Kad›nlar yürüyor mücadele büyüyor Yürürken biz, yürürken günün güzelli¤inde, Karanl›k mutfaklara, gri fabrika kuytular›na, Dokunur apans›z ç›kan güneflin tüm parlakl›¤›, Ve duyar insanlar bizim flark›m›z›: Ekmek ve Güller! Ekmek ve Güller! Yürürken biz, yürürken günün güzelli¤inde, Karanl›k mutfaklara, gri fabrika kuytular›na, Dokunur apans›z ç›kan güneflin tüm parlakl›¤›, Ve duyar insanlar bizim flark›m›z›: Ekmek ve Güller! Ekmek ve Güller! Yürürken biz, yürürken, erkekler için de savafl›r›z, Çünkü kad›nlar›n çocuklar›d›r onlar, ve biz anal›k ederiz yine onlara. Yaflamlar›m›z do¤umdan ölüme kan ter içinde geçmeyecek; Kalpler de ölür açl›ktan bedenler gibi; ekmek verin bize, ama verin gülleri de. Yürürken biz, yürürken, say›s›z ölü kad›n da yürür bizimle

32

Ve bizim flark›m›zda duyulur yafll› 盤l›klar› ekmek için. Küçük hünerleri, sevgiyi ve güzelli¤i bilirdi onlar›n kah›rl› ruhlar›. Evet kavgam›z ekmek için, ama güller için de. Yürürken biz, yürürken, daha güzel günleri getiririz, Kad›nlar›n yükselifli insan soyunun yükselifli demektir. Köle gibi çal›flma ve aylakl›k yok, on kiflinin çal›fl›p bir kiflinin yatt›¤›, Paylaflal›m yaflam›n görkemini: Ekmek ve güller, ekmek ve güller. Yaflamlar›m›z do¤umdan ölüme kan ter içinde geçmeyecek; Kalpler de ölür açl›ktan bedenler gibi; ekmek verin bize, ama verin gülleri de. Ekmek ve Güller- James Oppenheim Ekmek ve Güller Marfl› Lawrence Grevi’nde kad›nlar›n direniflinin simgesi oldu. Grev ,“Ekmek ve Gül” grevi olarak an›ld›.


N

eoliberal kapitalizme karşı hak mücadelelerinin en aktif öznelerinden biri kadınlar. Neoliberalizmin mülksüzleştirme, işçileştirme ve emeğin yeniden üretim alanına yönelik piyasalaştırma saldırısının odağında yer alan kadınlar; yeni bir sınıf hareketinin kuruluş zemini olan hak mücadelelerinin içinde bu hareketin kurucu özneleri haline geliyor. Kadınlar hak mücadelelerindeki militanlıkları ve mücadeleye kattıkları zenginlikle emekleri üzerindeki görünmezlik örtüsünü yırtıyorlar. Ancak elbette kadınların hak mücadelelerine aktif katılımı, kadın özgürleşme bilincinin ve mücadelesinin oluşması açısından tek başına yeterli değil. Hak mücadelelerinin kadın özgürleşmesinin kurucu zeminlerinden biri olması, kadınların özgül talepleri ve politik varlıklarıyla mücadelenin tamamının öznesi ve sürükleyicisi olmaları ve hak mücadelelerinin politik, pratik

ve ideolojik çizgisinin neoliberal kapitalizmle birlikte erkek egemenliğini de ortadan kaldırmayı hedefleyen devrimci bir içerikte derinleştirilmesiyle mümkün. Kadınların hak mücadelelerine aktif ve kitlesel katılımlarıyla mücadelenin sürükleyicisi haline gelmeleri kadın özgürleşme mücadelesinin yeni gelişme dinamiklerini açığa çıkarırken, yeni bir emek hareketinin olanaklarını da gösteriyor. Bu yeni hareket, geleneksel emek hareketindeki, yaşamın tamamında oluşan sermaye karşıtı mücadele zeminleriyle bu mücadelelerin öznelerini sınıf hareketinin parçası olarak görmeyen; farklı ezilme/egemenlik biçimlerini önemsizleştirerek kadınların taleplerini öteleyen; sınıfın ortak çıkarlarını kısa vadeli çıkarlar için göz ardı ederek sınıfı parçalayan yaklaşımlara rağmen gelişiyor. Neoliberal kapitalizme karşı hak mücadeleleri olarak boy veriyor. Kadınların hak mücadelelerine katılımı ise sosyal hak hare-

33


KADIN

Kapitalizmin ilk mülksüzlefltirme, dalgas›n›n içinde iflçileflen kad›nlar iflçi s›n›f›n›n ilk isyanlar›n›n da öznesiydiler. 1800’lerin ortas›nda geliflen ve vas›fs›z iflçileri, kad›nlar› ve göçmenleri örgütlemeyi reddeden vas›fl› iflçi birliklerinin karfl›s›nda kendi sendikalar›n› kuran “Kibritçi K›zlar”›n, so¤an soyan kad›nlar›n, dikiflçi kad›nlar›n grevleri vas›fs›z iflçilerin de örgütlenebilece¤ini ve kazanabilece¤ini gösterdi ve sendikalar›n herkese aç›lmas›nda etkili oldu.

ketlerinin dar ekonomik çıkarlara sıkışmadan insanın ve kadının insani kurtuluşu hedefiyle donanmasının garantilerinden birini oluşturuyor.

Kapitalizm ve kad›nlar›n mahkumiyeti Erkek egemenliği, bütün sınıflı toplumlarda dönüşerek/dönüştürerek ve sistemin yapısına eklemlenerek sistematik ve nesnel bir toplumsal ilişkiler ağı olarak varlığını sürdürmüştür. Bu nedenle kadın ezilmişliği sorunu, hem erkek egemenliği hem de sınıfsal egemenlik ilişkileri merkezli tarihsel bir sorundur. Kadının ezilme biçiminin belirli tarihsel anlara özgü formlarını, toplumsal yapıları belirleyen üretim ve yeniden üretim ilişkileri şekillendirmiştir. Ancak üretim ve yeniden üretim ilişkileri, mekanik ilişkiler değil; kadınların mücadelesinin de bir parçasını oluşturduğu sınıf mücadelesiyle kurulan ilişkilerdir. Kadınlar da tarih içinde kurbanlar olarak değil bu mücadelenin özneleri olarak konumlanmışlardır. Tarih yazımındaki erkek egemenliği nedeniyle sınıf savaşımlarıyla belirlenen tarihte rol alan “insanların” hep erkekler olduğu düşünülür. Oysa tarih, kadınların zaferlerinin ve yenilgilerinin de tarihidir ve kadınların tarihini yazan da yine mücadeledir. Kadınların, bu mücadelelerin içinde kurbanlar olarak değil tarihin özneleri olarak aldıkları konum ve yenilgiler, kadın ezilmişliğinin ve sınıf mücadelesinin tarihsel şekillenişinde belirleyici olmuştur. Kadının özgürleşme mücadelesi, kadınların emekleri/bedenleri ve kimlikleri üzerindeki her türlü baskı ve sömürü mekanizmasının/sistemli erkek egemenliğinin bütün maddi temellerini; bütün politik, kültürel ve ideolojik ifade biçimlerini ortadan kaldırmayı hedefler. Kapitalizmde kadın ezilmişliğini anlamak ve kapitalizmin erkek egemenliğiyle olan gerilimli, çelişkiler barındıran eklemlenme biçimini kavrayıp birbirlerini nasıl beslediklerini izleyebilmek için

34

kadın emeği üzerindeki sömürü ve denetim biçimlerinin nasıl şekillendiğine bakmak gerekir. Kapitalizmin ilk gelişim merkezlerinde mülksüzleştirme ve işçileştirme, yaşam kaynakları ellerinden alınan insanları ancak emek güçlerini satarak yaşayacak hale getirdi. İşçileşme dalgası düşük ücretlerin, yoksulluk ve sefaletin genelleştiği koşullarda çocuklar ve kadınlar da dâhil tüm aile üyelerini kapsıyor; ailenin tüm fertleri ayrı ayrı ve tek başlarına emek pazarına giriyordu. Artık aile, üretim sürecinin temel birimi değildi. Üretim ailenin dışına çıkıyor, aile, ücretli işçilerin kolektif birimine dönüşüyordu.1 Kadın ve çocuk emeği, daha ucuz oldukları ve daha kolay yönetilebilecekleri düşünüldüğü için birçok yerde erkek emeğine tercih ediliyordu. Hala kadından aileye/çocuğa ve erkeğe dönük özel sorumluluklar beklense de bu süreç kadın emeğinin değerinin kadının evde yaptığı işler tarafından belirlenmediği bir dönem yaratıyor, çocuğun ve kadının bağımlı olduğu eski ataerkil otoriteyi sarsıp değerler ve kurallar sistematiğinde yıkım yaratıyordu. Bu süreç aynı zamanda çalışma saatlerinin günde 14-16 saat olduğu, kadınların doğumdan sonra hemen çalışmaya başlatıldığı, 5-6 yaşlarında çocukların çalıştırıldığı, çocuk ölümlerinin hızla arttığı kadın/erkek/çocuk işçi sınıfının toplamının yaşadığı insanlık dışı çalışma ve yaşam koşulları altında gerçekleşti. Konut ve beslenme sorunları; çalışma saatlerinin uzunluğu, iş kazalarının yoğunluğu kadın ve erkek işçilerin öznesi olduğu sınıf mücadelelerinin ilksel biçimlerinin temel gündemleri oldu. 1810 Manchester yün eğiricileri ve 1812 İskoçya dokumacılar grevlerinde kadınlar aktif olarak yer aldı. İngiltere’de kadınlar 1834’de çıkarılan Yoksulluk Yasası'na karşı direnişlerin önündeydi. Kadınlar, işçi sınıfının belli bir program etrafındaki ilk bağımsız sınıf hareketi olan Çartist hareket içinde aktif ve militan bir rol aldılar. Ancak hareketin, emekçi kitlelerin mücadele programı haline ge-


KADIN len 6 maddeli Halkın Fermanı (People’s Charter) talepler belgesinde sadece yetişkin erkekler için oy hakkı isteniyor, kadınların adı geçmiyordu. 19.yy’da birçok işkolundaki sendikalardaki erkek işçiler işkolundaki ücretleri düşürdükleri gerekçesiyle kadınların işe alınmamasını savundular.2 İstedikleri, kadınların işgücü piyasasındaki rekabetinin ortadan kaldırılmasıydı. 1834’de Londra’da yüksek ücret, daha kısa çalışma süresi için, parça başı işe ve eve iş göndermeye karşı greve çıkan 9000 erkek terzi aynı zamanda kadın işçilerin çalıştırılmasını protesto etti.3 Bu süreçte bir yandan da çocukların ve kadınların çalıştırılmaması ya da çalışmalarının yasalarla düzenlenmesine dönük söylemler belirginleşti. Kapitalizmin erkek işçilere verdiği zarar, aile ilişkilerinin bozulması ya da babaların çocuklara yabancılaşmasıyla ölçülmedi. Ancak kadınların dışarda çalışması çocuklarını ihmal etmelerinin ve aile yapısının bozulmasının nedeni olarak gösterildi. Bunda kadını ailenin ve çocukların bakımından sorumlu tutan erkek egemen tarihselliğin etkisi belirgindi. 16.yy’da başlayan kadının çalışmasına dönük tartışmalar 19.yy’da kadının yerinin evi olduğu konusunda genel bir kabule dönüşüyordu. Bu dönemde kapitalizmin, sömürü oranını artırmak için daha vasıflı, eğitimli, sağlıklı işgücüne duyduğu ihtiyaç belirginleşti. Koruyucu yasalarla kadın ve çocukların çalışma saatleri ve çalışma sektörleri kısıtlanırken evin reisine ödenen ve tüm ailenin yeniden üretimini karşılaması öngörülen aile ücreti kavramı ortaya çıktı. Aile ücreti, açığa çıktığı tarihsel dönemde işçi sınıfının yaşam koşullarını iyileştirme yöntemi olarak görüldü. Ne var ki işçi sınıfının “iyi yaşam koşulları” kazanımı, kadınların yenilgisi olarak yaşanacaktı. Aile ücreti, kadını yaşamını sürdürmek için erkeğe bağımlı kıldı. Erkeğin evin “reisi” olduğu genel kabulü ve ideolojik olarak aile kurumunu yücelten ve kadınların eşanne konumunda olması gerektiğini vaazeden egemen söylemin yaygınlaşması erkek egemenliğinin kapitalist sistem altında nasıl işlediğini gösteriyordu. Diğer yandan 1830’lu ve 1840’lı yıllarda büyüyen Çartizm Hareketi de -hareketin 1842’de Birmingham’daki büyük mitingine 50 bin kadın katılmıştı- burjuvazinin işçi sınıfı üzerinde yeni denetim ve disiplin yöntemleri üzerine kafa yormasına yol açmıştı. Erkek işçilere tüm aileye bakma sorumluluğunu yüklemenin işgücünün uyumlu, disiplinli ve “ahlaklı” hale getirilmesinde ve “ailenin”, sistemin sunduğu değerlerin ve egemen ideolojinin yeniden üretilmesinde taşıdığı önemi açığa çıkarmıştı. Elbette bu işçi sınıfı ailesi “burjuva ailenin” değer yargılarına bağlanacak, onu örnek alacaktı.4 Sınıf hareketinin değişen biçimleriyle 1850 ve 1860’larda vasıfsız işçileri, kadınları ve göçmenleri örgütlemeyi reddeden vasıflı işçi birlikleri oluştu. 19.yy sonlarından başlayarak kapitalizmin nitelikli işgücü ihtiyacı eğitimin kitlesel-

leştirilmesi ve “çocukluk” süresinin uzamasında karşılık buldu. İhtiyaçların kamusal olarak örgütlenmediği koşullarda yeni işçi kuşaklarının iyi yetiştirilmesi için anneye; emeğin yeniden üretimi için aileye biçilen rolün önemi arttı. Kadınların eve kapatılması sürecinde, küçük çocuklar, hastalar ve yaşlıların (emek gücünü satamayacak durumda olanların) bakımı için en iyi tercih haline gelmeleri etkili oldu. İşçi sınıfı aristokrasisinin oluşumu ve sınıf sendikacılığındaki muhafazakârlaşma kadınların sınıf hareketinin dışına itilmesindeki diğer önemli etkenlerdi. Bu süreç kadının ucuz işgücü ve yedek işçi ordusu konumunu da sağlamlaştırdı. Sınıfın cinsiyetçi eksende bölünmesine, sınıf mücadelelerinin sınıfın yarısının dinamizmini kaybetmesine, sınıf hareketinin politik ufkunun gerilemesine yol açtı. Elbette kadınlar toplumsal üretimden topyekün söküp atılmadı ve mücadele etmekten vazgeçmediler. 8 saatlik işgünü ve sendikalaşma mücadelesine katıldılar; grev ve direnişlerin içinde yer aldılar.5 Özellikle kadınları dışarda tutan muhafazakâr sendikal anlayışa karşı mücadelede kendi sendikalarını oluşturdular. 1888’de başlayan “kibritçi kızlar grevi” 800 üyeli ilk büyük kadın sendikasının kurulması ve grevin kazanımıyla sonuçlandı. Bu süreç aynı zamanda yeni bir grev dalgasını büyütürken eski tarz sendikacılık sorgulandı, kadınlar vasıfsız işçilerin de örgütlenebileceği ve kazanabileceği fikrini yaygınlaştırdı. Bu sınıf mücadelesi dalgası Londra liman işletmelerindeki vasıfsız işçilerin grevinden, soğan soyan kadın işçilerin, kadın dikişçilerin grevlerine kadar birçok direnişle sendikaların herkese açılmasına, işçi sınıfının örgütlenme modelinin yenilenmesine neden oldu. Aynı dönem kadınlar, eşit yurttaşlık için oy hakkı mücadelesini kitlesel mitinglerden boykotlara, kun-

Kad›nlar›n 18.yy’da yükselttikleri eflitlik tart›flmalar› 19.yy boyunca kad›nlar›n oy hakk› hareketlerine dönüfltü. Burjuva kad›nlardan kad›n proleterlere ve siyah kad›nlara birçok farkl› yaklafl›m› içinde bar›nd›ran bu hareket ayn› zamanda feminizmin ilk dalgas› olarak an›l›r.

35


KADIN dakçılıktan açlık grevlerine kadar uzanan çeşitli militan eylem biçimleriyle yükselttiler. Hareketin öncüleri olan yüzlerce kadın birçok kez hapse atıldı, işkence gördü. Genel oy hakkı mücadelesi içinde kendi taleplerini yükseltirken “kadınlar özgür değilse erkekler de değildir” diyen kadınlar Amerika’da da ağır bedeller ödeyerek yeni bir sınıf hareketinin sürükleyicileri oldular. İşçileri mesleki birlikler temelinde örgütleyen ve yalnızca vasıflı işçilerin üyeliğini kabul ederek siyahlar, göçmenler ve kadınları üye yapmayan uzlaşmacı AFL (Amerika Emek Federasyonu) yaklaşımına karşı. emeğin çıkarının sadece tüm emekçileri bir sınıf olarak örgütlendiği zaman gerçekleşebileceğini savunan militan IWW'de (Dünya Sanayi İşçileri Sendikası) örgütlenmeye başladılar. Sendika 1912’de tekstil sektörünün ağırlıklı olduğu Lawrence kentinde 27 farklı milletten işçiyi 25 fabrikada örgütleyerek 25 bin işçiyle greve çıktı.

Kadın işçiler grevin öncü gücüydü. Sadece işçi kadınlar değil erkek işçilerle evli olan kadınlar da grevin aktif parçası haline geldi. Kadınlar ilk defa kitlesel biçimde bir greve katılmış, sendikalarda örgütlenebilme yolunu kendi mücadeleleriyle açmışlardı. Aynı dönem Alman sosyalist kadın hareketi, sendikal hareket içinde ciddi bir kadın örgütlenmesiyle birlikte proleter politik kadın hakları hareketini yarattı. Kadın işçilerin genel oy hakkı ile diğer hak mücadeleleri üzerinden oluşan proleter kamusal alana kendi örgütlenmeleri ve talepleriyle dâhil edilmesini zorladı. Kollontai’ın6 sözleriyle proleter kadınların genel sınıf mücadelesine katılması kapitalist sömürünün son savunmasız kurbanlarını ortadan kaldırıyordu. İşte bu yüzden burjuvazi kadınlar arasındaki herhangi bir protesto işaretine ve onların hem kadınlar olarak hem de ortak sınıf çıkarları ve ihtiyaçlarını savunmak adına başlattıkları tüm girişimlerine iki kat düşmandı: “Kadın işçilere erkeklerle aynı hakları tanımak, işçi sınıfının eline yeni ve tehlikeli bir silah vermektir. Aktif militan muhalif ordusunu ikiye katlamaktır. Burjuvazi böylesi tehlikeli bir deneyimi kabul etmeyecek kadar zekidir.” Ancak işçi sınıfı erkekleri ve öncülerinin tamamı kadınların tam ve eşit yurttaşlar olarak talep ettikleri politik hakları tartışma götürmez haklar olarak kabul etmediler. Kadın işçilerin çıkarları proletaryanın bir kesimi için pratik avantajlar elde etmek adına bir kenara konulabildi. Taviz ve adım adım ilerleme önerileri sınıf hareketi açısından kadınların aleyhine olacak biçimde sistemle uzlaşmayı ve ılımlılaşmayı getirdi. Kadınlar her defasında bedeller ödeyerek sürdürdükleri mücadeleyle proletaryanın kadınlardan da oluştuğunu ve kadınların eşitlik istediklerini gösterseler de kadın özgürleşmesi talepleri dönemin genel işçi sınıfı hareketinin ortak amaçlarına dönüşmedi. Bu aynı zamanda sınıf içinde en dezavantajlı olan, sömürüyü en yoğun biçimde yaşayan kesimlerin taleplerini bayrak edinmeyen ve onların dinamizmine yaslanmayan mücadelenin uğradığı genel yenilginin de önemli bir etkeni oldu.

1910’da toplanan 2. Uluslarararas› Sosyalist Kad›nlar Kongresi’nde yetiflkin yafla gelmifl tüm kad›nlar için e¤itime ve mülkiyete bak›lmaks›z›n ayr›ms›z evrensel genel oy hakk› talebinin genel sosyalist programa dahil edilmesi önerisine gelen itirazlara karfl› Kollantai “Kad›n iflçiler tüm di¤er s›n›flardan kad›nlar›n oy hakk›n›n yolunu da açmaktad›r” diyordu.

36

Kapitalizm bir yandan emek gücünün hareket serbestisini ve emek üzerindeki dolaysız kontrolü sağlamak için aileyi belirli bir noktaya kadar parçalarken, diğer yandan aileyi emek gücünün yeniden üretimine dönük ihtiyaçlar bakımından güçlendirmişti. Kapitalizmde diğer üretim tarzlarından farklı olarak, işgücünün yeniden üretimi işgününün ve işyerinin dışına itilmiş, yani sermaye, işgücünün yeniden üretiminin örgütlenişini, ücret ilişkisi dışında, kendi denetimi ve katkısının dışına çıkartarak işçinin “kendisine bırakmıştı.” Oysa işçi sınıfının yeni üyelerinin doğurulması, mevcut üretim ilişkileri ve egemen ideolojiye uygun olarak yetiştirilmesi ve faal işgücünün hergün yeniden işbaşı yapmasını sağlayacak biçimde yeniden üretilmesi sorunu


KADIN

Toplumsal cinsiyete dayal› iflbölümü kad›nlar›n bak›m eme¤i, ev iflçili¤i, sa¤l›k, temizlik gibi ev ifllerini hat›rlatan ifllerle iflgücü piyasas›na kat›lmas›na, bu ifllerin ise emek piyasas›nda da niteliksiz ve düflük ücretli olmas›na yol açt›.

vardı. Kadınların eve kapatılması ve üzerlerine yüklenen “kadınlık rolleri” sermayenin bu sorunu daha düşük maliyetlerle ve daha yüksek avantajlarla bir noktaya kadar çözmesini sağladı. İşgücünün yeniden üretimi için harcanması gereken emeği üstlenecek özneler kadınlardı. Kadınlar karşılıksız emekleriyle çocuk bakımı, işgücünün ihtiyaçlarının (ücret ile alınan geçimlik malların tüketime hazır hale getirilmesi, beslenme, temizlik, giyim, bakım, “yuvanın yapımı” vb) organizasyonunu yüklendi. Kadınlar kapitalizm için bir yandan da yedek işçi ordusu oldular. Özellikle erkek işgücünün azaldığı savaş dönemleri bunun en önemli göstergesiydi. Kadınların o güne kadar dışında tutuldukları vasıflı işlerde kitlesel biçimde yer almaları eşit işe eşit ücret talebini kadınlar arasında yaygınlaştırdı. Kadın işçiler savaş zamanı yasadışı olan grevleri örgütlediler. Mücadeleleriyle ücretlerini yükselttiler. Kadınların işgücüne kitlesel biçimlerde katıldıkları savaş dönemlerinde işgücünün ihtiyaçlarının organizasyonunu sağlamak için kreş, bakımevleri, ucuz yemekhanelerin açılması; yeniden üretim alanına dair hizmetlerin kamusal olarak örgütlenmesi, ancak savaş sona erdiğinde erkek işgücüne yer açılarak kadınların evlerine gönderilmesi… Bu örnek kadınların emeğine erkek egemen sistemi kullanarak el koymanın, kapitalizm açısından, yeniden üretim maliyetini karşılamaktan daha karlı olduğunu gösteriyordu.

Eksik yurttafl- görünmez emek: Kad›n Kadınların görünmez ve karşılıksız emeği sarfetme koşullarının zeminini yaratan erkek egemen ilişkiler kendilerini bu temel üzerinden yeniden üretirken, kapitalizm yeniden üretim sürecindeki karşılıksız kadın emeğinden fayda sağladı. Kadınların dibe çekilmesi erkekleştirilen işçi sınıfının, erkek olarak doğan sermaye sınıfına tabi edilmesi süreciyle elele gelişti.

Kamusal alanın cinsiyetçiliğe ve özel mülkiyete dayalı biçimde kurulması yurttaşlığın tanımlandığı bu alanda kadınları hep “eksik yurttaşlar” olarak konumlandırdı. Kapitalist ilişkiler içinde üretken faaliyetin ev dışına çıkarılmasından köklenen kamusal ve özel alan ikiliği, ideolojik düzlemde de ev içini/aileyi özel alan olarak tanımladı. Kadını “toplumsal olmayan” bu alanın içinde konumlandırdı ve bu alandaki ilişkileri doğallaştırdı. Çalışma ve dünya erkek işi, ev kadının işiydi ki bu da erkeği kültürle ve kadını doğayla özdeşleştiren eski cinsiyetçi ikiliğin doğasıyla uyumluydu. Dolayısıyla özel alanda7 kadına yüklenen işler “iş” olarak görülmediği gibi, kadınların doğal yatkınlıkları olarak tanımlandı. Kadınların fiziksel, zihinsel emekleri sevgi, şevkat gibi duygusal örtülerle de kaplanarak görünmez kılındı. Toplumsal cinsiyete dayalı işbölümü çoğu zaman erkek şiddetiyle de desteklendi. Kadın emeğinin doğallaştırılması kadınların bakım emeği, ev işçiliği, eğitim, sağlık, temizlik gibi ev işlerini anımsatan işlerle işgücü piyasasına katılmasına; ev işçiliğinin ve bakım emeğinin emek piyasasında da niteliksiz ve düşük ücretli olmasına yol açtı. Kadının evde harcadığı emeğin karşılıksızlığı ve görünmezliği kadın emeğinin topyekün değersizleştirilmesinde/aşağılanmasında; kadın emeğinin değersizleştirilmesi ise kadın kimliğinin aşağılanmasında temel etken oldu. Diğer yandan sınıf hareketi içindeki cinsiyete dayalı bölünme ve rekabet kapitalist egemenliğin sürmesinde ve sınıfın güçsüzleştirilmesinde önemli rol oynadı. Kadınların da bedeller ödeyerek katıldıkları sınıf mücadelelerinin ve sosyalizmin baskısı altında8 şekillenen refah devleti döneminde bile yurttaşlığın resmi istihdamdaki üretkenlikle tanımlanması, kadınların eksik yurtaşlık konumlarının devamına yol açtı. Sosyal haklar “üretken”, yani resmi istihdama katılan (değişim değeri üretimine katılan erkek) yurttaşın hakları olarak belirlendi. Sosyal haklar, işçi sınıfının ihtiyaçlarının toplumsal olarak karşılanması ta-

37


KADIN lebinin izdüşümleriydi. İşsizlik parası, kamu bütçelerinden çocuk, hasta, yaşlı ve gençlere ayrılan paylar; bakımevleri, eğitim ve sağlığın parasız sağlanması gibi uygulamalar sınıf hareketine aile dolayımı dışındaki güvence ve ihtiyaçlarını ilk kez kamusal olarak karşılama olanağı sağladı. Sosyal hakların kadınları da kapsayan biçimlerde, ödeme gücünden bağımsızlaşması ve kamusal güvenceye alınması kadınların hakları kazanmaya dönük mücadelelerinin de etkisiyle mümkün oldu. Ancak kapitalizmin kadınları yerleştirdiği ana konum konjonktürel değişiklikler dışında ucuz işçiliği ve ücretsiz ev köleliğini aşmadı. Erkekler kadının bedenine sahip olma ve onu denetleme hakkını da sistematik biçimde ellerinde tuttular. Erkek egemenliği sömürgeciliğin, faşizmin ve emperyalizmin yapıtaşlarından birisini oluştururken kadın bedeninin metalaşması yaygınlaştı. Kadın hareketinin 19.yy-20.yy boyunca açığa çıkan farklı akımları ise tarihin, üretim/yeniden üretim süreçlerinin ve erkek egemenliğinin feminist analiziyle birlikte kadın özgürleşme mücadelesinin ezilenlerin mücadelesine bedeller ödeyerek yaptığı devrimci düşünsel ve pratik katkıları ortaya çıkardı. Kadınların yaşadığı ezilmişliğin, eşitsizliklerin ve kadın üzerindeki egemenliğin tıpkı sınıfsal eşitsizlik ve egemenlik ilişkilerinde olduğu gibi doğal, biyolojik ya da tanrı vergisi- ilahi- olmayıp, tarihsel ve maddi süreçlerin ürünü olduğunu; insan eylemiyle değiştirilerek ortadan kaldırılabileceğini gösterdiler. Kadınlar kullandıkları hiçbir hakkı mücadele etmeden kazanmadılar. 20.yy mücadele deneyimleri kadınlara bir gerçeği gösterdi: Kadınların ve erkeklerin özgür, eşit ve üretken bireyler olarak yer aldıkları kolektif bir toplumsal hayatı yaratmak için, erkek egemenliğinin ve toplumsal cinsler arasındaki eşitsizlik ilişkilerinin de bir parçasını oluşturduğu sınıfsal egemenlik ilişkileri ortadan kaldırılmalıdır. Ancak bu tarihten çıkan bir başka ders de vardı: Kadınların özgürleşmesi için sadece mevcut sınıfsal egemenlik ilişkilerinin dağıtılması mücadelesi yeterli değildi. Bunun için kadının özgürleşme mücadelesi sınıf mücadelesinin ayrılmaz bir parçası haline getirilmeliydi. Kapitalizmse her yeni döneminde kadınların emeklerine ve bedenlerine yönelik yeni saldırı biçimlerini gündeme getirdi. Sermaye kendi egemenliğini yeniden üretmek için her dönem kadınların ikinci sınıf insan-yurttaş konumunu pekiştirdi. Sermayenin her yeni saldırı biçimi ve bu saldırıların yarattığı çelişkiler kadın özgürleşme mücadelesinin yeni dinamiklerini/olanaklarını açığa çıkardı.

Neoliberalizmin piyasalaflt›rma/ metalat›rma k›skac›nda kad›n... Neoliberalizm: kapitalizmin emeğe, insana, doğaya yöne-

38

len bu saldırı dalgası bir yandan büyük mülksüzleştirme hareketi ile kadınları yeniden işçileştirme dalgasının içine çekti. Kadınları genel işçileştirme süreçlerinin boy hedefi haline getirdi. Esnek çalışma/taşeronlaştırma/ucuz işçilik ve ağır emek sömürüsü koşullarını uygulamaya geçirirken kadın cinsinin emek pazarı karşısındaki dezavantajlarından azami ölçülerde yararlandı. Ancak kadınların proleterleştirilmesi ve proletaryanın kadınlaşması olarak yaşanan bu olgu, aynı zamanda sınıfın ve sınıf hareketinin bileşiminde de değişimler ve yeni mücadele dinamikleri yarattı. Diğer yandan neoliberal saldırı sermaye ve emek arasındaki çatışmayı yaşamın her alanına taşıdı. Yeniden üretim alanına dönük piyasalaştırma saldırısı kadınların sermaye ile dolaysız karşılaşmasını artırırken kadınlar, tüm toplumsal ilişkilerin piyasa ilişkilerine dâhil


KADIN edildiği kuralsızlaştırma ve yıkım politikalarına karşı direnişin en önemli öznelerinden biri haline geldi. Kapitalizmin neoliberal dönemi kadınların bu iki dinamik üzerinden yeniden kitlesel ve militan biçimlerde sermaye karşıtı mücadeleye katılımlarına sahne oluyor.9 Tüm dünyadaki örneklerine benzer şekilde Türkiye’de de özelleştirmeye direnen kadınlar; evlerini yıkmaya gelen dozerlere karşı barınma hakkı için bedenleriyle siper olan kadınlar; direnişleriyle mahalle meydanlarını su hakkı meydanlarına çeviren kadınlar; mahallelerinde kurulan eğitim hakkı meclislerine katılan kadınlar… Tekellere karşı doğal kaynaklarını ve doğal çevrelerini korumak için, ekme biçme haklarını savunmak için sokağa çıkan köylü kadınlar… İşten çıkarılmalara karşı sendikal özgürlükleri savunan kadınlar; emeklerinin değersizleştirilmesine ve insanlık dışı muame-

leye karşı direnişe geçen taşeron sağlık işçisi/tekstil işçisi kadınlar… Serbest bölgedeki ilk direnişi başlatan ve sadece sendikal özgürlükleri ve çalışma hakkını değil, ne zaman doğurup ne zaman evleneceklerini söyleyen patronlarına karşı bedenleri üzerindeki kontrol haklarını da savunarak direnişi kazanan Novamed işçisi kadınlar… En örgütlenemez alan diyenlere inat sendikal örgütlenmeye girişen gündelikçi kadınlar, kreş ve çalışma hakkı için mahallelerini sürekli eylem alanına çeviren kadınlar… Hepsi hak mücadelelerine tüm zenginlikleri ve yaratıcılıklarıyla katılırken sınıf mücadelesinde ve kadın özgürleşme mücadelesinde yeni bir evreyi gösteriyorlar. Mülksüzleştirme ve proleterleştirme saldırısı emekçilerin geleneksel geçim araçlarından koparılmalarına ve ücret gelirine bağımlı hale getirilmelerine yol açıyor. Bu durum yapısal olarak emek piyasasının dışına itilen; yedek işgücü ordusu olarak konumlandırılan; emek piyasasında yer alma biçimleri en düşük ücretler ve en vasıfsız işlerle sınırlanan kadınları yaşamlarını sürdüremez hale getirdi. Emekçiler arasında hâkim olan kıran kırana rekabette, en dezavantajlı durumda olan kadınlar emek piyasasının daha da dibine itildiler. Güvencesizleştirme, kendi bedenleri ve emekleri üzerinde tam anlamıyla kontrol sahibi olamayan kadınların kocaya ve babaya, erkeğe bağımlılığını artırdı. Kadın emeğinin değersizleştirilmesi sürecini derinleştirdi. Eve iş verme gibi yöntemler kadınların işçi olduklarının bile farkında olmadan hapsedildikleri özel alanda yoğun ve kötü şartlarda çalıştırılmalarına yol açtı. Serbest üretim bölgeleri, taşeronlaşmış hizmet üretim alanları, ev eksenli çalışma aşırı kadın emeği sömürüsünün temel alanları haline geldi. Kamusal alanın neoliberal dönüşümüyle birlikte, bir dönem önce kamusal haklar ve üretken yurttaşlık üzerinden tanımlanan yurttaşlık hukukunun yerine, yurttaşı “müşteriye ve tüketiciye” dönüştüren yeni bir “yurttaşlık” hukuku inşa ediliyor. Toplumsal olanın piyasaya açıldığı neoliberal dönemde, yaşam hakkı piyasada var olabilme ve piyasadaki güç ilişkileriyle belirleniyor. Toplumsallaştırılmış biçimlerde giderilmesi gereken insan ihtiyaçlarının “ödeme gücüne” göre faydalanılan metalaştırılmış hizmetlere dönüştürülmesi, en fazla kamusal alandaki ve piyasadaki varoluşları yapısal eşitsizliklerle sakatlanmış olan kadınları etkiliyor. Neoliberalizmin yeniden üretim alanına yönelik metalaştırma saldırısı emeğin yeniden üretim alanını piyasadan koruyan bütün mekanizmaları ortadan kaldırıyor. Halkın tüm yaşamsal gereksinimlerini ücret gelirine bağımlı hale getiriyor. Hizmetlerin kamusal olarak karşılanmaması bu ihtiyaçların giderilmesi yükünü “aileye” yani kadının üzerine daha fazla yıkıyor. Bu durum büyük bölümü ücret gelirinden yoksun ya da üc-

39


KADIN ret geliri çok düşük olan kadınların yeniden üretim alanındaki yükünü; erkeklere ve piyasaya olan bağımlılığını arttırıyor. Kadınlar eğitimden, sağlığa, bakım hizmetlerinden, beslenmeye ailenin piyasalaştırma nedeniyle karşılanmayan ihtiyaçlarını gidermek için karşılıksız emeklerini artırıyorlar. Yaşadıkları ayrımcılık ve baskı nedeniyle insani ihtiyaçlarını karşılama, varolan toplumsal hizmetlerden yararlanma, kendilerini gerçekleştirme/yeteneklerini geliştirme haklarını zaten eşit biçimlerde kullanamayan kadınlar, piyasalaştırma/metalaştırma saldırısının en mağdurları haline getiriliyor. Eğitimin piyasalaştırılmasıyla eğitim hakkından el çektirilenler öncelikle kadınlar oluyor. Sağlığın piyasalaştırılması kadınların sağlık hakkından yararlanamaması; sağlık hizmetinden yararlanamayan aile fertlerine dönük karşılıksız bakım emeklerini yoğunlaştırmaları anlamına geliyor. Eğitimdeki piyasalaştırma, çocuk bakım hizmetleri için yeterli kamusal kaynak aktarılmaması ve işyerlerindeki sosyal hakların gaspı, parasız kreş olanaklarını ortadan kaldırıyor. Çocuk bakımı tamamen kadınların sırtına yükleniyor. Bu durum kadınların çalışma olanaklarını da ortadan kaldırıyor. Tarım ve hayvancılıkta yoğun olarak kadın emeği kullanan küçük üreticiliğin tasfiyesi ve göçler, kırsal kesimden kadınların doğal yaşamlarından koparılmalarına, yüzyıllarca taşıyıcılığını yaptıkları bilgi ve deneyimin yok olmasına, yoksullaşmalarına ve üretimden koparılarak eve kapatılmalarına yol açıyor. Tarımsal üretimin tekellerce denetlenmesi, temel gıda maddesi fiyatlarını tırmandırıyor. Kadınlar beslenmenin sağlanması için daha çok emek harcıyor. Kendi beslenme ihtiyaçlarından ilk feragat eden oluyor. Suyun ticarileştirilmesinin bedelini kendilerine yüklenen işlerde, yani yemekte, temizlikte, tarımda suyu en fazla kullanan kadınlar ödüyor. Temiz suya ulaşamadıkları için yaşamlarını/sağlıklarını kaybediyorlar. Ulaşım hizmetlerinin piya-

salaştırılması kadınların erkek egemen baskılar ve yoksulluk nedeniyle zaten sınırlanan hareket özgürlüğünü iyice kısıtlıyor. Evlerine ve mahallelilerine hapsolmalarına neden oluyor. Hapsoldukları hayatların dışına çıkmak için harekete geçtiklerinde kadın cinayetleriyle, şiddetle karşı karşıya kalıyorlar. Kadınların kendileri ve yakınları için karşılıksız emek harcadıkları insan ihtiyaçları alanını doğrudan ilgilendiren enerji, altyapı hizmetlerinin piyasalaştırılması kadınların yaşama koşullarını ağırlaştırıyor ve ev içi köleliklerini arttırıyor. Kamusal mekânların metalaştırılması, kentsel dönüşüm projeleriyle birlikte kadınların yaşam ve çalışma alanı olan, birçok kadın için tek güvence olarak görülen evlerin yıkımına yol açıyor. Yoksulların kentin dışına sürülmesi birçoğu hiçbir güvenceye sahip olmayan kadınların barınma olanaklarının ortadan kalkmasına; eğitim, sağlık gibi hizmetlerden yararlanma, sosyal yaşama katılma ve çalışma olanaklarının zayıflamasına neden oluyor. Doğal kaynakları metalaştırma stratejisi ve doğal çevrede yaratılan tahribat ilk elden toplumsal cinsiyet rolleriyle üstlendikleri görevlerin birçoğu doğal kaynaklarla bağlantılı olan kadınları etkiliyor. Neoliberal saldırı üretimden yeniden üretime kadınları tüm sosyal korumalardan ve desteklerden yoksun bırakarak yaşam hakkına saldırıyor. Kadınlar yaşamsal talepler etrafında büyüyen barınma, beslenme, eğitim, sağlık, çevre, ekme biçme hakkı mücadelelerinin aktif özneleri ve militanları haline geliyor. Sermayenin metalaştırma/piyasalaştırma saldırısını toplumsal ihtiyaçların ve ilişkilerin tümüne yayması bu alanlarda doğan çelişkilerin sınıfsal özünü de, ağırlaştırdıkları farklı ezilme biçimlerini de açığa çıkarıyor. Farklı toplumsal kesimlerden kadınlar kendi ezilmişlik biçimleriyle başka kadınların ezilmişlik biçimleri arasındaki bağlantıyı, baskı ve sömürünün paylaşılan biçimlerini, hak

Hak mücadelelerinin kad›n özgürleflmesinin kurucu zeminlerinden biri olmas› için kad›nlar›n özgül talepleri ve politik varl›klar› ile mücadelenin tamam›n›n öznesi ve sürükleyicileri olmalar› gerekiyor.


KADIN mücadeleleri etrafındaki bir araya gelişlerinde görüyorlar. Öfkenin bir direniş haline dönüştüğü öz savunma eylemlerinin içinde kadınlar mağdurlardan öznelere dönüşüyor. Hak mücadelelerinin yaşam alanlarında filizlenmesi kadınların mücadeleye katılımını artırıyor; kapatıldıkları evlerden sokaklarına, mahalle meydanlarından kent meydanlarına çıkıyorlar. Ama kadınlar yaşamlarını doğrudan etkileyen saldırılara karşı mücadele etmek için bile, önce erkek egemen baskılara karşı mücadele etmek zorunda kalıyorlar. Sermayeye karşı halkın ortak çıkarlarını savunurken kadın olmaları yüzünden yaşadıkları eşitsizliklere ve özel baskı biçimlerine karşı direnme eğilimlerini de aynı mücadelenin içinde yükseltiyor ve yeni kadın dayanışması pratikleri açığa çıkartıyorlar.

Sosyal hak mücadeleleri ve kad›n özgürleflme mücadelesi İşçi sınıfını, yoksulları ve diğer ezilen halk kesimlerini ortak bir çatışma etrafında siyasallaştırma olanaklarına sahip olan hak mücadeleri kadınlar için de sermaye ve piyasayla uzlaşmaz karşıtlık içinde gelişen ve erkek egemenliğiyle hesaplaşan yeni bir kadın özgürleşme mücadelesinin yükseltilmesi olanaklarını içinde barındırıyor. Kadınlar hak mücadelelerinin taşıyıcı güçlerinden birisi haline geldikçe, hak mücadeleleri içindeki kadın özgürleşmesi mücadelesi talepleri kitleselleşiyor. Hak mücadeleleri, düzenin en dışına itilen, eşit yurttaş sayılmayan kadınların siyasal alana müdahale kanalını da oluşturuyor. Hak mücadeleleri içinde yükselttikleri özgün taleplerle eşit birer yurttaş olarak yaşayabilmeleri için gerekli olan maddi, somut temelleri tanımlayan kadınlar, Türkiye toplumunun “demokratik sorunlar” alanı olarak tanımlanan sorunlarıyla toplumsallık mücadelesi arasında canlı ve somut köprüler kuran önemli bir dinamik yaratıyor. Sermayenin üretim ve yeniden üretim alanına dönük saldırısı karşısında, üretim ve yeniden üretimin kar değil insan ihtiyaçları temelinde; kadını boyunduruk altına alan tüm baskı ve sömürü ilişkilerini de ortadan kaldıracak toplumsal bir biçimde örgütlenmesi talebi, kadınların kurtuluşunun da maddi zeminini oluşturan bir devrimci dönüşüm talebidir. Sosyal hak mücadelelerinin kadınların özgürleşme mücadelesi perspektifiyle örgütlenmesi, hak mücadelelerinin basit ekonomik taleplere indirgenmemesi; düzeni sarsan bir mücadele olarak örgütlenmesi açısından önemli bir potansiyel anlamına geliyor. Çünkü kadınlar, kapitalist sistemin hâkim sosyal hak anlayışını; bu anlayışın etrafında kurulduğu

yurtaşlık hukukunun dayandığı somut maddi zeminlerin meşruiyetini; egemen “eşitlik” anlayışını ve toplumsal emeğin örgütleniş biçimini sorguluyorlar: Sadece eski haklarını geri çağırmıyor, ayrıcalıklarını korumuyorlar. Hiç sahip olmadıkları ve içeriğini kendilerinin tanımladığı yeni bir haklar sistemini yaratmak için mücadele ediyorlar. Genel iradeyi temsil ettiği idiasıyla varolan ama kuruluşundan itibaren özel mülkiyete ve cinsiyet ayrımcılığına dayanan burjuva kamusallığını mahkûm ediyorlar. Sosyal hakları kadınların, siyasetin ve yurttaşlığın kurulduğu kamusal alanın demokratik yeniden inşasına eşit ve özgür insanlar olarak katılabilmesinin maddi güvenceleri olarak kavrıyorlar. Kadınların yeni bir kamusallığın inşasını kendi eylemleriyle gerçekleştirmelerini; özgür ve eşit insanlar, tam ve eksiksiz yurttaşlar olarak var olabilmeleri için politik bir zorunluluk olarak görüyorlar. Bununsa ancak, sermayenin

Kad›nlar›n mücadeledeki varl›¤›, emek haretekinin yeniden oluflan s›n›f›n tüm dinamiklerini kapsayacak ve onlar›n farkl› ezilme biçimlerini mücadele konusu yapacak bir biçimde kurulmas›nda kritik rol oynuyor


KADIN özel mülkiyet ilkesinin karşısına toplumsal mülkiyet ilkesinin çıkarılmasıyla ve toplumsal örgütlenmenin, insanlığın kolektif eylemiyle, ev içi ve dışı üretimi de kapsayacak biçimde yeniden kurulmasıyla mümkün olacağını söylüyorlar. Neoliberalizme karşı hak mücadelelerine katılan ve bu mücadele süreçlerini örgütleyen kadınlar öz deneyimleriyle yeni bir kadın hareketinin nüvelerini oluşturuyor. Bütün hak mücadelesi başlıkları kadın kurtuluş mücadelesi perspektifiyle ele alındığında, kadınların ezilmişliklerinin nedenlerini; bedenleri ve emekleri üzerindeki baskı ve sömürü mekanizmalarını sorgulamayı ve bunlara karşı mücadele etmeyi öğrendikleri bir süreci açığa çıkartıyor. Tam da bu nedenle kadınlar; temiz ulaşılabilir su hakkı için mücadele ederken neden suyun “hane” içinde özellikle kadınlar için önemli olduğunu ve ev işlerini neden kadınların yaptığını da soruyorlar. Evde harcadıkları karşılıksız emeğin sermaye için ne fayda sağladığını ve neden işten sayılmadığını anlamaya çalışıyorlar. Barınma hakkı için mücadele ederken kadınların neden eve kapatıldığı, yuvayı neden hep dişi kuşun yaptığını ve neden hep en mülksüzler olarak kaldıklarını da birbirlerine soruyorlar. Eğitim hakkı mücadelesinde eğitimden en mahrum kalanların neden kadınlar olduğunu ve eğitimdeki cinsiyetçiliği öğreniyorlar. Güvenceli çalışma hakkı mücadelesinde kadınların neden ikincil emek ve en ucuz işgücü olduğunu; emek piyasasındaki cinsiyetçi hiyerarşiyi sorguluyor, neden ücretli bir işte çalışsalar da hep ev kadını olarak kaldıklarını anlıyorlar. Kreş hakkı mücadelesinde çocuk bakımının neden kadınların üzerine yıkıldığını; sağlık hakkı mücadelesinde kadınların neden sağlık hizmetlerinden yararlanmak için babaya ve kocaya bağımlı kılındığını sorguluyorlar. Her özgürleşme adımlarında neden hep erkeklerin psikolojik, fiziksel şiddetine maruz kaldıklarını soruyorlar. İnsanca bir yaşam talebini eşit bir yaşamın öznesi olma talebiyle birlikte ele alıyor; eşit ve özgür olmak

için acilen hepsi de birbiriyle yakından ilişkili olan güvenceli iş, kreş, sağlıklı ve şiddetten uzak bir hayat güvencesi istiyorlar. Bu sorgulamaların yapılabildiğinde her hak mücadelesi deneyimi kadınlar açısından özgürleşme mücadelesine açılan bir kapı anlamı taşıyor; mücadelenin içeriği ve hedefleri yeniden kuruluyor. Burjuva kamusal alanın kuruluşundan dışlanan ve yurttaş sayılmayan kadınlar verdikleri mücadeleler ve ödedikleri bedellerle oy haklarına kavuşarak kamusal alanın sınırlarını zorlamışlardı. Neoliberal kapitalizmin bir dönemin sınıflar mücadelesi kazanımlarıyla belirlenmiş olan bütün sosyal hakları tasfiye ettiği ve yeni bir yurttaşlık tarifini oluşturduğu bu dönemde kadınlar kendi yeni yurttaşlık tanımlamalarını, hak mücadelelerini özgürlük ve eşitlik talebiyle birleştirerek yapıyorlar. Hapsedildikleri özel alandan mücadeleyle çıkarak ve kamusal haklar mücadelesi içinde özel alan/kamusal alan ikiliğinin varlık zeminini sarsarak... Bu nedenle sosyal hak mücadelelerinin içeriğine, ev ve bakım işlerinin toplumsal olarak örgütlenmesi talebini olmazsa olmaz bir şartları olarak ekliyorlar. Sosyal hak mücadelelerinin gerçek eşitliği ve özgürlüğü tesis edecek devrimci bir mücadele sürecinin sürükleyici halkası olabilmesi bu hak mücadelelerinin talep/program/hedef ve mücadele yöntemleri bakımından en baştan itibaren kadın üzerindeki10 baskı ve sömürü biçimlerini sorgulayan ve bunları ortadan kaldırmayı hedefleyen bir özgürlük mücadelesi olarak kurulmasına da bağlıdır. Bunun temel ayağı ise neoliberal kapitalizme karşı mücadelenin en baştan erkek egemenliğine de karşı bir mücadele olarak inşa edil-


KADIN mesidir. 20.yy kapitalizminin eleştirisine karşı kurulan 20.yy sınıf hareketi ve 20.yy sosyalizm deneyimlerinde; kadınlar sınıf hareketinin militanlığında da, devrimci mücadelede de en öne atıldılar. Önce kadınlar vuruldu; yenilgileri çok ağır bedeller ödeyerek yaşadılar. Ancak ne sınıf hareketi, ne de reel sosyalizm deneyimleri tüm devrimci kazanımlarına rağmen kadınları eşit ve özgür kılmak konusunda başarılı olabildi. Çünkü mücadeleden önce kadınlar eksildi; sınıf hareketlerinin ve reel sosyalizmin yenilgisinde kadınların tarihsel yenilgisinin büyük payı oldu. 20.yy tarihi kadınlara da kurtuluşlarının ancak kendi eserleri olabileceğini öğretti. Şimdi hak mücadeleleri içinde “örgütsüzler ve örgütlenemez kılınanlar”, kadınlar, sermayeye karşı emeğin ihtiyaç ve talepleri için, kadın özgürlüğü için harekete geçiyorlar. Kapitalizme, neoliberalizme ve sermaye-erkek egemenliği tarafından kadınlara yöneltilen yeni saldırı biçimlerine karşı mücadele, kadın mücadelesinin en önemli güncel başlıklarını oluşturuyor. Kamusal alanın yeniden inşasını kendi politik görevi olarak yorumlayan bir kadın hareketinin adımları atılıyor. Kadınlar, emek hareketinin, yeniden oluşan sınıfın tüm dinamiklerini kapsayacak ve onların farklı ezilme biçimlerini mücadele konusu haline getirecek

bir biçimde kurulmasında yükselttikleri mücadeleyle kritik bir rol oynuyorlar. Yalnız üretim alanında değil toplumsal yeniden üretimin tüm alanlarında sermaye karşısında yeni bir sınıf hareketinin ve kadın kurtuluşunun kurucu öznesini yaratmaya çalışıyorlar. Bu yüzden “kadınlar yürüyor, mücadele büyüyor.”

Dipnotlar: 1 Ailenin üretim sürecinin bir birimi oldu¤u önceki toplumsal sistemlerde evli kad›n›n çal›flamayaca¤›na ve efl ya da çocuk sahibi olman›n kad›n› ifl yapamaz hale getirece¤ine iliflkin bir anlay›fl yoktu. 2 Kentlerde %40-50’si bekâr olan ve iflçilefltirme süreçleri içinde yaflamak için çal›flmaya mahkûm edilen kad›nlar›n emek pazar›n›n d›fl›na at›lmas› bu sürecin ayn› zamanda bir fahiflelefltirme süreci olarak yaflanmas›na neden oldu. 19.yy’da Paris ve Londra’da 40 ila 80 bin kadar fahifle bulunuyordu. (Andree Michel, Feminizm, Kad›n Çevresi Yay›nlar›) 3 Lindsay German, Cinsiyet, S›n›f ve Sosyalizm, Babil Yay›nc›l›k 4 Burjuva ailede kad›n›n konumunu anlamak için bir örnek: 1547’de ‹ngiltere’de bir yasa, kad›nlar›n “çene çalmak için biraraya gelip konuflmalar›n›” yasakl›yor, kocalar› kar›lar›n› evde tutmak için yükümlü k›l›yordu. 5 ‹ngiltere dokumac›lar sendikas›n›n kad›n üyeleri 1891’de toplam üyenin %62’sini oluflturuyordu. Ama bu bir istisnayd›. Kapitalizmin befli¤i ‹ngiltere’de farkl› iflkollar›ndan kad›nlar flemsiye kad›n örgütleri oluflturdular. Reçel ve turflu iflçilerinden, flifle y›kay›c›lara, bez toplay›c›lardan kakao imalatç›lar›na dek grevler dalga dalga yay›ld›; bu grevlerin birço¤unun öncüsü kad›nlard›. 6 Alxandra Kollontai, Uluslararas› Kad›n ‹flçiler Konferans› 7 Özel alan üretimin, toplumsal iliflkilerin, devletin müdahale alan› d›fl›nda “sevginin, karfl›l›ks›z bak›m›n, duygular›n ve cinselli¤in alan›” olarak tan›mlanm›flt›r. 8 Kad›nlar devrim sürecinde ve sonras›nda verdikleri mücadelelerle Sovyetler Birli¤i yasalar›nda di¤er ülkelerde o dönem yan›ndan bile geçilmeyen yasal düzenlemeler sa¤lad›lar. Buna göre kad›n›n, ekonomik, kültürel, sosyal ve siyasal yaflam›n tüm alanlar›nda ve devlet nezdinde, erkekle eflit haklara sahip oldu¤u yasalara konuyor, yasayla tan›nan haklar›n› yaflama geçirmek için kad›n›n (erkekle) eflit çal›flma, eflit ücret, dinlenme ve e¤lenme, e¤itim ve sosyal güvence hakk›n›n gözetilece¤i vurgulan›yordu. Anne ve çocu¤un devletin korumas›nda oldu¤u, annenin do¤um öncesi ve sonras›nda (tam ödemeli) ücretli izin, sa¤l›k merkezi ile krefle eriflim haklar›n›n güvence alt›na al›nd›¤› belirtiliyordu. 9 Neoliberalizme karfl› ilk direnifllerde kad›nlar önemli rol oynad›lar. Güney Afrika’da ev içi emek örgütlendi, Meksika’da 1987’de bafllayan ATABAL (Ev Hizmetleri ‹flçilerinin Örgütlenmesini Destekleme Kolektifi) bir y›l sonra 11 Latin Amerika ülkesinden kad›n sendikalar›yla birlikte konfederasyon kurulmas›n› sa¤lad›, Hindistan’daki SEWA sonradan stk formuna evrilse de enformel sektörde çal›flan yoksul kad›nlar›n hem kooperatif, hem de sendika formunda örgütlenme deneyimini oluflturdu. 10 Bu ayn› zamanda di¤er ezme/ezilme iliflkileri aç›s›dan da gereklidir.


DOSYA

BARINMA HAKKI

Yeni bir yurttafll›k rejimi için

Özellefltirilen kenti yeniden kamusallaflt›rmak “O halde eflitlik talebi proletaryan›n a¤z›nda ikili bir anlam tafl›maktad›r. Bu talep ya, özellikle ilk bafllarda, örne¤in Köylü Savafllar›’nda oldu¤u gibi, apaç›k toplumsal eflitsizliklere, zenginle yoksul, feodal toprak sahibi ile onun serfleri, t›ka basa yiyenlerle açl›ktan ölenler aras›ndaki çeliflkiye karfl› kendili¤inden bir tepkidir; bu biçimiyle sadece devrimci içgüdünün bir ifadesidir ve meflrulu¤u da yaln›zca bu niteli¤inden kaynaklan›r. Ya da, öte yandan, bu talep, burjuva eflitlik talebinden az çok daha do¤ru ve daha ileriye giden talepler türeterek ve iflçileri kapitalistlere karfl›, kapitalistlerin kendi kabullerinin yard›m›yla ayakland›rmak için bir ajitasyon arac› olarak, burjuva eflitlik talebine karfl› bir tepki olarak ortaya ç›kar. Her iki durumda da proletaryan›n eflitlik talebinin gerçek içeri¤i s›n›flar›n ortadan kald›r›lmas› talebidir." Friedrich Engels (“Eflitlik Üzerine”)


Neo-liberal dönemde sosyal hak hareketleri ve “sosyal yurttafll›k” Emekçilerin, içindeki her şeyle birlikte özelleştirilen kentlerin, kentlerde yoğunlaşan servetin ve iktidarın ya da aynı anlamda, “yurttaşlığın” dışına atılması, artık sadece devrimciler tarafından dile getirilmeyen evrensel bir gerçek. Kapitalist sermaye birikiminin merkezi ve ürünü olan kent, günümüzde emperyalist ekonominin kumanda merkezleri zincirinin parçası olarak yeniden biçimlendiriliyor. Modern tarih boyunca kırı kendisine tabi kılan, büyük emek gücü kaynaklarını çekerek yutan, “burjuva demokratik kamusallığın” simgesi kapitalist kent, emekle sermaye arasındaki yeni “yurttaşlık” mücadelelerine sahne oluyor. Mücadele sahnesini şimdilik iki temel yön karakterize ediyor: Güvenceli çalışma, eğitim ve sağlık gibi sosyal hakların tasfiyesinde somutlaşan kamusal alanın bütünsel dönüşümü ve "kentsel dönüşüm projeleriyle" somutlaşan kentsel mekânın dönüşümü, emekle sermaye arasındaki güncel

yurttaşlık mücadelesinin birbiriyle yakından ilişkili iki ayrı yönünü oluşturuyor. Mücadelenin bir cephesinde sermaye sınıfı, kamusal mekânı ve kamusal alanı özelleştirerek, emek gücünü mutlak tahakkümü altına almayı amaçlayan yeni bir haklar rejimini hâkim kılmaya çalışıyor. Kapitalist haklar rejimi meşruiyetini kapitalist özel mülkiyete dayalı sermaye birikiminin yasalarına dayandırıyor. Mücadelenin öteki cephesinde işçi sınıfı, kamusal alanın ve mekânın özelleştirilmesine karşı direnerek çağımıza özgü yeni bir proleter haklar rejiminin temellerini atıyor. Yeni proleter haklar rejimi, işçi sınıfının dün kapitalizm içinde edinmiş olduğu geçici statüye atıfla değil, bugün mücadele içinde elde edeceği yeni kolektif güce dayalı olarak biçimlenecek. İşçi sınıfı politik bir sınıf niteliğini kazandığı ölçüde ve bu niteliği kazanmak için geçilecek yola da bağlı olarak şekillenecek olan yeni proleter haklar rejimi, sınıf mücadelesinin bugünkü geri örgütlenme ve politikleşme düzeylerinde doğal olarak henüz çok belirsiz ve ucu açık bir ufukla tarif edilebiliyor.


DOSYA

BARINMA HAKKI

Hayat›n her alan›nda yaflanan metalaflt›rma paralelinde sadece kamusal kaynaklar de¤il, kentsel mekan›n da metalaflt›r›larak özellefltirilmesiyle neo-liberal dönemin bar›nma hakk› hareketleri ortaya ç›kt›

Emekçi sınıfların kurtuluşunu temsil eden yeni bir sosyalist toplum hayalinin de içinde biçimleneceği başlıca kaynak olan bugünkü insanca, onurlu yaşam mücadelesi, şimdilik tek bir itici maddi-ideolojik gücün üzerinde yükseliyor: Emek gücünün satıcısı olan insanın, insan olarak yaşamını sürdürmesinin zorunluluğunun ve meşruluğunun bilinci ve bu bilince dayalı kolektif eylemi.

Kapitalist emek sömürüsü karşısındaki mücadelenin krizi, üretim alanındaki mücadelede güvencesiz çalışma koşullarının hâkim kılınmasıyla birlikte çok önemli basınçlar yaratmaktadır. İşçi sınıfının kolektif siyasal gücünün ve bu kolektif güce yaslanan “sınıflar arası hukukun” yeni baştan kurulmasına yol açmaktadır: “Eşit hakların hangisinin galip geleceğine güç karar verir.”2

Sınıf mücadelesinin yeni yükselen dalgasına rengini veren yaşamı sürdürme zorunluluğu, bir sosyal haklar mücadelesi dalgası olarak yükseliyor ve gündelik düzeyde doğal olarak tekil ve pragmatik bir çıkar bilinciyle sürdürülüyor. Ancak mücadele edenlerin bilinçleri şimdilik sınırlı bir ufka sahip olsa da, bunun kent ve kırdaki sınıf mücadelesinin geleceğine yönelik bir yığınak olduğu açık. Kent, emekçiyi insanlığından her gün biraz daha yoksunlaştıran bir “sömürü aygıtı” gibi örgütlerken, sessizce sorulmaya başlanan “kent ve kamu kimin hakkı” sorularının yanıtını; yani çıkarları uzlaşmaz karşıtlık içinde olan iki sınıfın hak tanımları arasındaki mücadelede kimin baskın çıkacağını, yığınakta biriken güç belirleyecek. Kentlerin kapitalist üretimin kumanda edilmesindeki öneminin arttığı bir çağda, kentlerde başgösteren yeni sınıfsal güç çatışmaları kapitalizmin kaderini belirleyecek olan siyasal mücadelenin ilk biçimlerini temsil ediyor.

İşçi sınıfının kolektif gücünün dağıtılması, sosyal hakların konusunu oluşturan yeniden üretim alanının metalaştırılması sürecini yaygınlaştırmıştır. Bilinen anlamıyla “kamusal alanın” neo-liberalizm tarafından tasfiyesi alabildiğine hızlanmıştır. Kapitalist ve emekçi sınıfların, her ikisi de aynı kapitalist değişim yasalarının mührünü bağrında taşıyan “eşit hakları” arasındaki mücadele açısından bu durumun anlamı şudur: Emekçinin, kapitalist mülkiyet ve sömürü ilişkileri içinde tıpkı diğer mallar gibi bir mal olan emekgücünün sahibi olarak elde edebileceği en ileri hak ve yurttaşlık tanımı olan “sosyal yurttaşlık” tasfiye edilmektedir. Sosyal yurttaşlıkla birlikte, sermayenin bir zamanlar kabul etmek ve kendi egemenlik aygıtı olan devletin güvencesi altında olduğunu ilan etmek zorunda kaldığı bir dizi varsayım da tarihe karışmaktadır. Neo-liberal kapitalizm, emek gücünün herhangi bir mal olmadığı; emekçinin insanlaşmak için metalaştırılan emek gücünün değeri karşılığında elde edilen gelirden başka korunma mekanizmalarına ihtiyaç duyduğu; emekçinin, emek-gücü satıcısı olmak dışında insan olarak sahip olduğu ihtiyaçların karşılanması için kamusal alandan, mekândan ve kaynaklardan yararlanma hakkı olduğu kabullerini ortadan kaldırmaktadır.

“Eflit haklar›n hangisinin galip gelece¤ine güç karar verir" Bu ilk siyasallaşma anında, sosyal haklar alanı emekle sermayenin yurttaşlık ve hak tanımları arasındaki mücadelenn ana halkası haline geliyor. Bunun tarihsel arka planında ise, günümüz kapitalizminin sınıflar mücadelesinin iki önemli olgusu yatmaktadır: İşçi sınıfının kapitalist emek sömürüsü karşısındaki mücadelesinin krizi ve sermaye sınıfının mülksüzleştirmeye dayalı, ilkel birikimci stratejilerinin öneminin artması.1

46

Sosyal yurttaşlık, kamusal alanın, farklı sınıfların yararlanabilecekleri "ortak bir mal"3 olarak kabul edilmesiyle birlikte, sınıflar arasındaki eşitsizliklerin daraltılması ya da üstünün örtülmesi anlamına gelir. Sosyal yurttaşlığın tasfiyesi ise kamusal alanın, farklı sınıfların üyelerinin piyasa iliş-


kileri içinde ifade ettikleri değere denk düşen gelirleriyle satın alarak yararlanabildikleri “özel bir mala” dönüştürülmesidir. Aynı süreçte sadece kamusal kaynaklar değil, kamusal bir mal olan kamusal mekân da “özel mala” dönüştürülmekte, özelleştirilmektedir. Böylece değişim değerinin insan hayatı üzerindeki tahakkümü genel olarak güçlenmektedir. Kent toprakları arasında değişim değerine göre oluşan mekânsal parçalanma derinleşmektedir. Büyük sermaye dışındaki sınıfların hem sosyal, hem de küçük mülke dayalı koruma mekanizmaları büyük bir hızla erimektedir. Emekçinin insani ihtiyaçlarını karşılayabilmesinin tek kaynağı, emek gücünü satarak elde ettiği gelire indirgenmektedir. Emekçinin insani gelişme potansiyelini mutlak biçimde inkar eden bu düzen, insanlığın büyük bir bölümünü de, salt emek gücünün taşıyıcısı, satıcısı ve yeniden üreticisi konumuna indirgemektedir. Bu durum, emeğin metalaştırılmasının kapsamı ve derecesi bakımından büyük bir hamledir. “Ücretli kölelik”, emekçinin hayatının her alanını içeren bir biçimde mutlak anlamına yaklaşmakta; emekçinin kullanılıp atılan bir “üretim aracına” indirgenmesi mantığı, dayatılan yeni haklar rejiminin özünü oluşturmaktadır. Sınıflar arası hukuktaki eşitlik alanının kapitalizmin tarihinde bir kez daha “sivil ve politik haklara”, yani salt mahkemeler ve parlamento önündeki biçimsel eşitliğe daraltılmasının devletin sınıflar karşısındaki tarafsızlık görüntüsünün, daraltılan bu alana sıkışmasının sınıfsal anlamı budur. (Bkz. “Sosyal Yurttaşlık” kutusu) Ortaya çıkan manzara, kapitalist sömürü ve mülkiyet ilişkilerinin üstü örtüsüz, çıplak gerçeğini yansıtmaktadır: Çözülen tarımdan fırlatılan olağanüstü büyüklükteki artık emek gücü kaynakları, olağanüstü büyüklükteki artık sermaye kaynaklarını daha da büyütmek için kentlere emilmekte; kamusal alan ve kamusal mekân kapitalist birikim tarafından mülk edinilmekte; bu durumun yol açtığı eşitsizlikler ve doğal dengesizlikler çığ gibi büyümektedir. Bu genel manzara içinde emekçinin kentin dışına atılması ise sadece kısmen geçerli bir mecazdır: Kentten dışlanan, emekçinin emek-gücü satıcısı olarak varlığı değil, insani varlığıdır. Kent, emekçiyi, yurttaş ve insan olarak dışına atarken, temsil ettiği kumanda fonksiyonları sayesinde derinleşen sömürü biçimleriyle, emek-gücünü her zamankinden daha fazla emmekte, onun sırtında yükselmekte ve bu durumu artık nüfus-işsiz kitlelerin varlığıyla güvence altına almaktadır. Mülksüzleştirmeye dayalı, ilkel birikimci sermaye stratejilerinin ağırlığının artması, sömürgeci ideolojik formları ve değerleri yeniden biçimlendiren ve büyük mülk sahibi sınıfların sağduyusu çerçevesinde meşrulaştıran maddi zeminleri yaratmaktadır. Tasviri bir terim olarak “yeni-feodalizm” olarak da adlandırılan bu sistemin “aristokrasisinin”,

Sosyal yurttafll›k T.H. Marshall taraf›ndan gelifltirilen ve Keynesci siyasal teorinin oda¤›n› oluflturan “sosyal yurttafll›k” kavram›, “yurttafl›”, ifl ve refah sa¤layan devlet karfl›s›nda hak sahibi birey olarak tan›mlayan sosyal-liberal yaklafl›ma dayan›r. Bu yaklafl›ma göre, sosyal yurttafll›k, genel oy sisteminin sa¤lad›¤› biçimsel politik eflitlikle, kapitalist piyasa ve kapitalist özel mülkiyetin varl›¤›ndan türeyen ve bu biçimsel eflitli¤i anlams›zlaflt›ran sosyal ve ekonomik eflitsizlikler aras›ndaki çeliflkiden türemifltir. Sosyal yurttafll›k, yurttafll›k haklar›n›n çeliflkileri yumuflatacak koruma mekanizmalar›n› kapsayacak biçimde geniflletilmesinden oluflur. Devletin meflruiyetini “yurttafl›na ifl, afl ve bar›nma olanaklar› sunmas›na” dayand›r›r. “Sosyal yurttafll›k” yaklafl›m›, yurttafll›¤›n kapitalist piyasa ve mülkiyet iliflkileriyle daha uyumlu ve daha uyumsuz olan ö¤elerinin birbirinden ayr›flt›r›lmas›n› içerir. Bu temel ö¤eler sivil, politik ve sosyal haklar olarak tan›mlanmaktad›r. Yurttafll›¤›n sivil ö¤esi bireysel hak ve özgürlükler düzlemindeki eflitlikten oluflur ve gerçekleflme arac› hukuk devleti ile mahkemelerdir. Marshall’a göre sivil haklar, on sekizinci ve on dokuzuncu yüzy›l Avrupa kapitalist toplum yap›s›n›n s›n›fsal eflitsizlikleriyle bütünüyle uyumludur ve rekabetçi piyasa ekonomisinin ayr›lmaz parças›n› oluflturur. Piyasa iliflkilerine ve birbirleriyle (emek sömürüsünün do¤as› gere¤i eflitsiz olan ancak eflit iliflkiler gibi görünen) sözleflme iliflkilerine girme özgürlü¤ü anlam›nda, kapitalistlerle iflçiler aras›nda hiçbir fark gözetmeyen sivil haklar merkezli yurttafll›k tan›m›, s›n›fsal eflitsizliklerin derinleflmesini destekler. Politik haklar, yurttafll›¤› biraz daha geniflletilmifl biçimine ulaflt›ran temel ö¤edir ve gerçeklefltirilme arac› genel oy hakk› ile parlamenter kurumlard›r. Yurttafll›¤›n tan›m›n› iyice geniflleten sosyal haklarsa, belirli düzeydeki hayat standard›ndan ve toplumun sosyal miras›ndan yararlanma hakk› olarak tan›mlan›r ve bafll›ca arac› sosyal devlet mekanizmalar›d›r. Devletin belirli mal ve hizmetleri yurttafll›k hakk›n›n gere¤i olarak sunmas›yla birlikte, bireyin gerçek geliri art›k sadece emek gücünün piyasadaki de¤eri taraf›ndan belirlenmez. Yurttafll›¤›n politik haklarla birlikte sosyal haklar› da içererek genifllemesiyle birlikte, “yurttafll›k ve kapitalist s›n›f sisteminin savafla girdi¤i” ve bu geliflmenin sosyalizme bar›flç›l-evrimci geçifli sa¤layaca¤› varsay›lmaktad›r. Ancak kapitalizmle en uyumsuz yurttafll›k biçimi oldu¤u düflünülen sosyal yurttafll›k, s›n›f iliflkilerinin ortadan kald›r›lmas›n› de¤il, piyasa iflleyiflinden kaynaklanan sosyal eflitsizliklerin hafifletilmesini öngörür. Bu anlam›yla yurttafll›k, s›n›flar› ortadan kald›rmaz ancak s›n›flar›n varl›¤›ndan kaynaklanan eflitsizliklere belirli s›n›rlar dayat›r. K›sacas› sosyal yurttafll›k, s›n›f iliflkilerine de¤il, sosyal tabakalaflma iliflkilerine dair bir düzlemde tan›mlan›r. Bat› Avrupa kapitalizmi merkezli bu tan›mlama sivil, politik ve sosyal haklar ö¤eleriyle birlikte yurttafll›¤›n sömürge kapitalizminde nas›l bir haklar rejimi olarak biçimlendi¤ini es geçer. Bat› Avrupa merkezli sosyal yurttafll›¤›n geliflimi de, iflçi s›n›f›n›n dünyan›n üçte birinde kapitalist mülkiyeti ortadan kald›ran düzen d›fl› mücadelesi dikkate al›nmadan aç›klanamaz. “Sosyal yurttafll›¤›n” s›n›flar aras›nda var olan eflitsizliklerin, bu eflitsizliklerin gerçek kayna¤›n› oluflturan kapitalist s›n›f ve mülkiyet iliflkilerinin varl›¤›n› anlams›zlaflt›racak ölçüde afl›lmas›n› sa¤layacak düzeyde geniflletilebilece¤i iddias› ise Keynesçili¤in Emperyalizmin IV. Bunal›m›yla birlikte bafllayan kriziyle geçersizleflmifltir.

47


DOSYA

BARINMA HAKKI

“aşağı halklara”, yani bütün etnik ve ulusal kökenlerden yoksul emekçilere yönelik düşmanlığı, sermayenin ele geçirdiği kent mekanlarını “soylulaştırmasıyla” da simgelenmektedir. Göçmenleri, yabancıları, yoksul Kürtleri, yani kentte emek gücünü satmak için bulunan, kendi içinde de katmanlı olan büyük emekçi kitlesini, emek gücünü satın alanlar karşısında, ikinci sınıf insanlaştıran yeni kentin aristokrat zihniyetli mülklü sınıfları, durumu meşrulaştıran her türlü piyasacı, dinci, etnik, cinsiyetçi gericilik biçiminden yararlanmaya çalışmaktadır. Değişim değeri ekseninde parçalanan kentte, birinci sınıf insanlar soylulaşan bölgeleri ve siyaset alanını mülk edinirken, ikinci sınıflaştırılanlar değişim değerinin yasalarına daha fazla tabi kılınarak kendi hayatını belirleme hakkından yoksun bırakılmakta; neo-liberal etnik ya da dinsel cemaatlere tıkıldıklarında gerçekte kentten ve siyaset hakkından dışlanmaktadır.

Sömürgelefltirilen kentte katmanl› piyasa yurttafll›¤› Bu yeni sınıflar arası statü rejiminin özü, yurttaşın müşteriye dönüşmesidir. Bu süreçte, farklı sınıfların kamusal mallardan görece eşit yararlanması rejiminin yerini, farklı sınıfların özel mallardan gelirleri ölçüsünde yararlanması rejimi almıştır. Belirli bir coğrafyanın (yurt-kent) temsil ettiği uygarlığın parçası olma, ondan insani varlığını geliştirecek biçimde yararlanma ve ona katkıda bulunma hakkı olarak yurttaşlık, sınıfsal hiyerarşi paralelinde katmanlaştırılmaktadır. Uygarlığa dahil olma hakkı, kapitalist birikimin “müşteri” ile “artık nüfus” arasında salınan yelpazesindeki konuma bağlanmaktadır. Yurttaşlığın cisimleştiği yararlanma hakkı, siyasal düzlemde hala ulusal kimlik ve sınırlarla tanımlanmakla birlikte, gerçekte bu hakkın servet sahipleriyle sınırlandırıldığı ilan edilmiş; nüfus cüzdanının yerini kredi kartı almıştır.

deki engellerin kaldırılmasına dayalı emperyalist ekonominin sürdürülebilmesi için önemi artan, sermayenin tersine hiç de hareketli olmayan birçok sabit kaynağın yoğunlaştırıldığı stratejik kumanda mekânlarıdır. Ekonomik faaliyetlerin emperyalist ekonomi boyunca parçalanması, kontrol-finans ve satış-pazarlama fonksiyonlarını uzmanlaşmış iş alanlarına dönüştürerek çeşitlendirmektedir. Bu sektörlerin, emek süreçlerinin mekânda merkezileştirilmesini gerektirmektedir. Kontrol, finansman, satışpazarlama ve bunların çevresindeki yeni hizmet sektörlerinin emek süreçleri, plazalı, gökdelenli mekanlarda gerçekleşmekle birlikte, çoğu iş için, serbest üretim bölgelerindeki emek süreçlerinin tipik benzeridir: Küresel kentlerde "önemli bir bölümü düşük ücretli ve kol emeğine dayalı, çoğunlukla kadınlar ve göçmenler tarafından görülen işlerdir. Bu işçiler, uluslararası finans gibi alanlarda bile, aslında bütün küresel ekonomik sistemi yürüten altyapının parçaları olmalarına karşın, asla küresel ekonominin parçaları olarak temsil edilmezler.”5 Kargo şirketi çalışanları, temizlik işçileri, alışveriş merkezi kasiyerleri, şoförler, garsonlar, çağrı-merkezi çalışanları gibi onlarca türden kafa ve kol işçisi, emperyalist ekonominin kumanda edilmesinde uzmanlaşan süper karlı sektörlerin emek süreçlerinde, pla-

Kentsel mekânın özel mala dönüştürülmesi, özelleştirilmesi, kapitalist birikim için serbestçe mülk edinilmesi4 ve tekelleştirilmesi, yeni katmanlı yurttaşlık rejiminin kurucu öğelerindendir. Neo-liberal kent, müşteriler için sınırsız tüketim ve bireysel özgürlük olanakları vadeden uygarlık merkezi; artık nüfus kitleleri için insanlıktan çıkartıcı yoksunluk ve otoriterlik cehennemidir. Neo-liberal kent ekonomisi ve kentsel mekânın müzayede usulüyle özelleştirilmesi bu kutuplaşmanın temelleridir. Neo-liberal kent ekonomisi, kentin emperyalist ekonominin kumanda merkezleri zincirinin parçası olarak örgütlenmesinin eseridir. Çeşitli düzeylerdeki karmaşık taşeronlaştırma ilişkilerini barındıran bu zincir, küresel kentler ve serbest üretim bölgeleri, küresel kentlerin tedarikçisi daha küçük ölçekli şehirler ve organize sanayi bölgelerinden oluşmaktadır. Bu mekanlar, sermayenin uluslararası hareketinin önün-

48

Bar›nma hakk› mücadelesi, kentsel dönüflüm projelerinin ma¤durlar›n› militan, meflru ve kitlesel bir mücadeleyle; düzenden ve sermayeden ba¤›ms›z demokratik örgütlenme mekanizmalar›yla ve toplumsallaflt›r›c› bir perspektifle birlefltirir. Bar›nma hakk› mücadelesi emekçilerin di¤er sosyal hak talepleri ve mücadeleleriyle kaynaflt›r›ld›¤›nda kent kimin sorusuna devrimci yan›tlar verilebilir


za camlarının, rafların, vitrinlerin içinde görünmezleştirilerek istihdam edilmektedir. Bu durum kentsel mekânın özelleştirilmesiyle birleşerek kentsel dönüşümü yaratmaktadır. Kentsel mekânının özelleştirilmesi, kentsel arazinin, sadece para verenler değil, en yüksek piyasa değerini destekleyen parayı verenler tarafından kullanımına izin verilmesi anlamına gelir. Kentsel mekân, kendisinden türetilebilecek azami potansiyel değişim değeri uyarınca tahsis edilmekte ve yeniden paylaşılmaktadır. Kentsel mekânın yeniden paylaşılmasının anahtarı olan arazi rantı artışı gökten zembille inen sihirli bir durum değildir. Belirli bir mekânın rantı, tıpkı hisse senedinde olduğu gibi, ancak mekânı işgal edenin emek sömürüsünden doğrudan ya da dolaylı olarak elde edeceği kârlılık beklentisi yükseldiği ölçüde yükselmektedir. En kârlı sermayelerin talip olduğu, işgal ettiği ve kümelendiği arazilerin rant değeri yükselirken, kentsel mekân sermaye tarafından kârlılık beklentileri ölçütüyle yeniden paylaşım savaşının konusu haline gelmektedir.6 En çok parayı verenin en yüksek kentsel değeri olan mekânı ve kentsel kaynakları ele geçirdiği bu savaşta, kentlerin merkezleri yeni süper kârlı sektörlerin yoğunlaşma alanı haline gelmekte; savaş kızışmaktadır. Eskiden sanayi bölgeleri olarak kullanılan arazilerin

kumanda sektörlerine doğru el değiştirilip tekelleştirilmesi; daha az kârlı sektörlerin ya da şirketlerin mekânsal anlamda kenara itilmesi gibi sonuçlar yaratmaktadır. Yani kentsel dönüşüm sermaye içi bir yarış olarak da sürmekte ve bütün kentsel mekâna yayılmaktadır. Kentsel mekân üzerinde verilen bu sermaye savaşı, üzerinde savaşılacak alanın genişletilmesini gerekli kılmaktadır. Sermaye açısından üzerinde mal ya da hizmet üretimi yaparak, mallarını satarak, spekülasyonla, kârlılık artışı sağlayacağı düşünülen her arazi parçası konut alanı, park, okul, hastane, doğal sit alanı olup olmadığına bakılmadan çitlenmek, ele geçirilmek istenmektedir. Emekçi sınıfların kentsel altyapısı, manzarası ya da başka nitelikleri itibarıyla süper kârlı sektörler kompleksi için avantajlı özelliklere ve kâr yaratma potansiyeline sahip olanları başta olmak üzere, hayat alanları, çitleme yarışının birinci dereceden hedefidir. Kentsel mekân isimli özel malın değerli parçalarını satın alacak parası olmayanların yaşam alanları, sermaye için şimdilik daha düşük değer taşıyan arazilere sürülmektedir. Kentleri sermayeye pazarlama şirketi haline gelen belediyelerin ve kamu kurumlarının, kentsel mekân üzerindeki yeniden paylaşım savaşında, başta en kârlıları, dolaysız biçimde sermayenin yanında olması ve kamusal kaynakların özel mallara dönüştürülmesi, emekçileri kötü yaşam koşullarına mahkûm etmektedir. Emekçilerin yaşam standartlarındaki gerilemeyle, kent uygarlığından dışlanmasıyla ve yaşam alanlarında biriktirdikleri kullanım değerinden yoksunlaştırılmasıyla sonuçlanan neo-liberal dönüşümde, kenti var eden toplumsal-ekonomik ilişkilerin ezen ve ezilen kutupları arasındaki çelişkiler, eskisinden çok daha şiddetli bir mekânsal parçalanma yaratmaktadır. Sermaye tarafından çitlenen kentte, sermayenin yurdu olan kentsel merkez ve mekânların, emeğin yurdu olan kent çeperi üzerindeki egemenlik mücadelesi sertleşmektedir. Bu durum kentsel mekânın saf bir “meta fetişi” alanı, yani fikirlerin, duyguların ve düşüncelerin dolaysız toplumsal ve insani ilişkiler olarak değil, metalarla temsil edilen ilişkiler alanı olarak yeniden kurulması; kentin değişim değerinin, kullanım değerine galip gelmesi demektir. Kentin rant değeri yüksek alışveriş merkezlerinde, plazalarında, yaşam alanlarında insanların gözlerine yerleşen buzlaşmanın nedeni de budur. Mekânın kullanım değeri, mekânın insanlar arasındaki karşılıklı, rastlantısal ve olağandışı insani ilişkiselliği geliştiren ve destekleyen bir köprü olmasından; insani-toplumsal özelliklerin özgürce ifade edilme sahnesi olmasından; insanın toplumsal-politik bir varlık olarak anlam ve görünürlük kazanmasını sağlamasından türer. Kamusal mekân, toplumsal ilişkilerin ürünü olan öznelerin değiştirici-dönüştürücü eyleminin gerçekleştiği zemin olması ölçüsünde demokratik-politik bir nitelik kazanır. Kent mer-

49


DOSYA

BARINMA HAKKI

kezlerinin, kadınlara ve kölelere kapalı olan Yunan agorasından bu yana, sınıflar arası güç mücadelesi ölçüsünde demokratik kamusal politik alan olarak nitelenen şeyi simgelemesinin nedeni budur. Kentsel mekân, metalaşması ölçüsünde bu niteliğinden yoksunlaştırılmaktadır. Kent merkezlerinin sanayi işçilerinden temizlenmesi; kentin sırtında yükseldiği hizmet sektörlerindeki on binlerce vasıfsız kafa ve kol işçisinin görünmezleştirilmesi, yoksulluğun gettolaştırılması, sermayenin kent merkezindeki politik iktidar görüntüsünün pekişmesine önemli katkılarda bulunan öğelerdir.7 Kent, ikinci sınıf yurttaşların, metalaşmış emek güçlerini harcamak için girip çıkacakları, birinci sınıf yurttaşlara ait bir yurt, uygarlık ve siyaset merkezidir. Parçalanan toplumsal yapının küresel emperyalist sistemin kumanda merkezlerinde yol açtığı büyük güvenlik boşlukları gözetim ve zor aygıtlarının denetimine havale edilmekte; insan sadece mecazi olarak değil, gözetim ve güvenlik aygıtlarıyla da değişim değerinin politik iktidarına tabi kılınmaya çalışılmaktadır. Toplumun ve yurttaşın parçalanmasıyla birlikte kent, belirli mekânların belirli türden insanlar için ayrıldığı ırk ayrımcı toplumların ve sömürgeci dönemin kentini giderek daha çok andırmaya başlamıştır.

Neo-liberal kentte bar›nma hakk› mücadelesi Barınma hakkı mücadelesi, emekçi sınıfların bu genel süreç içinde yükselen mücadele kanallarından; neoliberal kent karşısındaki en önemli direniş alanlarından birisidir. Ülkemizde henüz “emekleme döneminde” sayılabilecek

50

olan barınma hakkı hareketi, örgütlü, birleşik ve bütünlüklü bir mücadele geçmişine sahip değildir. Bu, önemli kitleselleşme ve hak kazanımı olanakları yakalayan barınma hakkı hareketlerinde, yerel örgütler tarafından lokal ve geçici çözümlerin hedeflenmesi ve teslimiyetçi-dar pratikçi yaklaşımların zayıflamakla birlikte etkisini sürdürmesi gibi sorunlara yol açmaktadır. Barınma hakkı mücadelesi öznelerinin gündelik mücadelenin ürünü olan pragmatik (bireysel ya da grup çıkarının elde edilmesiyle sınırlı) bilinç biçimleri ile, kent mekanının bütününü hedef alan kapitalist uygulamalar arasında kendiliğinden bağlantı kurmaları olanaksızdır. Bu durum, barınma hakkı hareketlerinin metalaştırma karşıtı bir hareket olarak taşıdığı devrimci potansiyelin gerçekleşmesinde sınırlılıklar yaratmaktadır. Ancak kazanımlarla ilerleyen barınma hakkı hareketi, emekçi sınıfların öz-savunma hareketlerine düzen dışı nitelikler kazandıracak önemli dinamiklerin de yatağıdır. Emekçi halkın 1950’lerden bu yana kentlerdeki barınma ihtiyacını karşılamak amacıyla bireysel çabalar ya da imecelerle gecekondu mahalleleri kurarak verdiği barınma mücadelesi ile neo-liberalizme karşı gelişen barınma hakkı hareketleri, birbirlerinden çok farklı koşullar altında yaşanmaktadır. Önceki dönemin gecekondu mücadeleleri, antifaşist siyasal mücadeleye dek ilerleyen ufuklarıyla, emekçi halkın mücadele refleksleri ve hafızasında çok önemli bir birikimi temsil etmektedir. Ancak neo-liberal dönemin barınma hakkı hareketleri yeni toplumsal-politik hareketler olarak gelişirken, siyasal çerçevelerini yeniden kurma sorunuyla karşı karşıyadır. Yeni proleter hak rejiminin inşası bu


siyasal çerçevenin kurucu devrimci ufkudur. Bugün gecekondu yıkımı, yerinde ıslah, ya da başka adlar altında devam eden neo-liberal emekçi sürgününe karşı bir direniş hareketi olarak yükselen barınma hakkı mücadelesi, sömürge kapitalizminin montaj sanayinin kurulduğu ve göçlerin ilk başladığı dönemde hâkim olandan çok daha dezavantajlı genel sınıf mücadelesi koşulları içinde gerçekleşmektedir. Kaba ve genel bir dönemlemeyle, 1945-73 arasındaki dönem, sömürge ülkelerin gerek kalkınma, gerekse konut-kentleşme-belediyecilik siyasetlerini belirleyen en önemli uluslararası kurum olan Dünya Bankası’nın temel önceliğinin, sömürge ülke kapitalizminin toplam büyüme hızını artırmak olduğu bir dönemdi. Bu hedef tarımın piyasalaştırılmasına, montaj sanayinin kurulmasına ve kapitalist piyasayı güçlendiren altyapı hizmetlerinin gerçekleştirilmesine ağırlık verilmesine neden olurken, barınma alanına dair sistemli bir siyaset geliştirilmedi. Aynı zamanda bu dönem, genel olarak sınıf mücadelesinin ve gerçek ücretlerin yükselmeye devam ettiği ve kentlere akın eden emekçilerin dönemin kent çeperlerindeki kamu arazileri üzerinde fiilen oluşturmak zorunda kaldıkları yaşam alanlarının kapitalist sermaye birikimi açısından doğrudan bir sorun oluşturmadığı da bir dönemdi. Dolayısıyla dönemin barınma hakkı mücadelesi, sistemli olmayan, dağınık yıkımlara karşı direnişlerle mahallelere hizmet getirme mücadeleleri olarak yaşandı. Emekçiler, kapitalist sermaye birikiminin doğrudan konusunu oluşturmayan ve kamusal niteliğini koruyan kentsel mekândan yararlanma haklarını genişletmeye, devletse bu yararlanma hakkının sınırlarını hem arazi hem de (özellikle) kamusal kaynak tahsisi anlamında denetim

Anayasalarda bar›nma hakk› Türkiye’nin 1982 Anayasas›, “bar›nma hakk›na” hiç de¤inmeyen en geri anayasalardan birisidir: “Devlet, flehirlerin özelliklerini ve çevre flartlar›n› gözeten bir planlama çerçevesinde, konut ihtiyac›n› karfl›layacak tedbirleri al›r, ayr›ca toplu konut teflebbüslerini destekler." (Madde 57). Oysa bar›nma hakk›, SSCB’nin y›k›l›fl›ndan sonra kabul edilen 1993 tarihli Rusya Anayasas›’nda bile flu biçimde garanti alt›na al›nmaktad›r: “Herkesin bar›nma hakk› vard›r. Kimse keyfi biçimde konuttan yoksun b›rak›lamaz. Devlet iktidar› ve yerel öz-yönetim organlar› konut inflaat›n› teflvik edecek ve bar›nma hakk›n›n gerçeklefltirilmesini sa¤layacak koflullar› yaratacakt›r. Düflük gelirli yurttafllarla, devletten, belediyelerden ve di¤er konut stoklar›ndan yasa taraf›ndan öngörülen koflullar uyar›nca konut talep edebilece¤i yasada belirtilen di¤er yurttafllara paras›z ya da düflük maliyetli konut sa¤lan›r.” (Madde 40) Öte yandan Bolivarc› Venezüella Cumhuriyeti’nin 1999 tarihli yeni anayasas›, yeterli bar›nma hakk›n›n kent mekân›n›n “kullan›m de¤erini" de içeren ve di¤er sosyal haklarla iliflkili bir biçimde tan›mland›¤› en önemli örneklerden birisidir: “Herkesin aile, komfluluk ve toplumsal iliflkilerini insanca sürdürebilece¤i yaflam alanlar› dahil, temel yaflamsal hizmetlere sahip yeterli, güvenli, konforlu ve hijyenik koflullarda bar›nma hakk› vard›r. Bu zorunlulu¤un aflama aflama gerçeklefltirilmesi yurttafllar›n ve devletin bütün alanlardaki ortak sorumlulu¤udur. Devlet, ailelere öncelik tan›yacak ve özellikle k›t kaynaklara sahip kimselere sosyal politikalara eriflim olana¤› ve binalar›n›n infla edilmesi, sat›n al›nmas› ya da geniflletilmesi için kredi verilmesini ¦¦¦

Modern tarihi boyunca k›r› kendisine tabi k›lan, büyük emek gücü kaynaklar›n› çekerek yutan, “burjuva demokratik kamusall›¤›n” simgesi kapitalist kent, flimdi bir kez daha emekle sermaye aras›ndaki “yurttafll›k” mücadelelerine sahne olmakta; s›n›flar aras› hukuk yeniden kurulmaktad›r

51


DOSYA

BARINMA HAKKI

¦¦¦

garanti alt›na alacakt›r.” 2001 y›l›nda da Venezüella parlamentosu gelecek kuflaklar›n yarar›n› gözeten stratejik ve ilerici bir planlaman›n yap›lmas›yla arazilerin ve servetin eflitlikçi bir biçimde yeniden bölüflülmesine olarak veren bir "Toprak ve Tar›msal Kalk›nma Yasas›”n› kabul etti. Yasan›n amac› ulusal ç›karlara ve sosyal adalete ayk›r› olan latifundia (büyük toprak sahipli¤ine dayal› tar›m iflletmeleri) rejimini sona erdirmek olarak aç›kland›. 2002 y›l›na gelindi¤inde, hükümet, kentsel yerleflim birimlerinde arazi sorunlar›n›n çözümlenmesinde inisiyatif sahibi olan Kentsel Arazi Komitelerini (Comites de Tierra UrbanaCTU) kurdu. Bu komiteler: 1) Kentsel yerleflim birimlerindeki, özellikle de yoksul mahallerde yaflayan en yoksullar› ilgilendiren arazi mülkiyeti ve araziye eriflim sorunlar›yla ilgili yasal düzenlemeleri gerçeklefltirmekte; 2) Mahallerde sa¤l›k, e¤itim ve g›da gibi temel hizmetlerin sunulmas›n› da içeren fiziksel iyilefltirmelerin yap›lmas› için çal›flmaktad›r. Hükümet bu sürece paralel olarak, 2004 y›l›nda, tüm yurttafllar için uygun konutlar temin etmek üzere hükümetle iflbirli¤i içinde çal›flan ve ulusal petrol flirketinden gelen gelirlerle ayakta tutulan Bar›nma ve ‹nsani Çevre Bakanl›¤›’n› kurdu. 2004 y›l›nda bu fondan konut için ayr›lan pay 200 milyon dolard›. Bütün bu önlemlerin sonuçlar› da al›nmaya baflland›. Geçen y›llar içinde bir buçuk milyon hektardan daha büyük bir geniflli¤e sahip 373 adet mülk arazi 15 bin aile aras›nda yeniden bölüfltürüldü ve ülkenin büyük kentleri ve kasabalar›nda 6 binden fazla CTU kurularak 300 bin aileye tapu da¤›t›ld›.

52

altında tutmaya çalıştı. Barınma hakkı mücadelesi aslen yeniden bölüşümcü bir mücadele olarak gelişti. Bu dönemde oluşan ve yerleşiklik kazanan gecekondu mahallelerindeki konutlar, gerçek ücretlerin düşmeye başladığı bir sonraki dönemde, emekçilerin olması gerekenden daha düşük ücret artışlarını kabullenmesine de neden olan bir korunma mekanizması oluşturdu. Kentsel hizmetlerden asgari düzeyde yararlanan mahallelerde, yaşam standartlarını asgaride tutarak, karşılıksız aile emeğine, köyden gelen desteğe dayanarak kente tutunan emekçi ailesi için gecekondu da olsa kira bedeli ödenmeyen konut, en önemli yeniden üretim kaleminin parasallaşmaması anlamına gelir. Böylece nakit gelirler azami ölçüde biriktirilerek küçük tasarruflara dönüştürülebilmektedir. Yaşam standartlarında bugün yaşanan düşüşün gelecekte biraz daha yüksek bir yaşam beklentisine karşılık geldiği dönemin barınma hakkı mücadelesi, emekçilerin dibe doğru gidişi engelleme çabasından çok, yaşam standartlarını biraz daha yükseltme çabasını temsil etti. Gecekondu mahallesinin yaşam standardında, kolektif eylem sayesinde, daha çok altyapı gelişimine bağlı olarak marjinal bir iyileşme sağlanabilmesi ölçüsünde, çoğunlukla kamu ya da özel sektörde küçük memur ya da güvenceli işçi olarak çalışan emekçi ailesi de küçük çaplı enformal bir nispi refah elde edebildi; düşük ücretli çalışma koşulları telafi edilebildi. Enformal nispi refah genişlemesi, Dünya Bankası’nın, ekonominin büyük bir hızla durgunlaştığı koşullarda, Üçüncü Dünya dış borçlarının geri ödenmesini garanti altına almak amacıyla, inşaat sektörünü teşvik etmek üzere, ilk kez sistemli bir konut siyaseti geliştirdiği 1973-84 dönemindeki imar aflarıyla birlikte, geçmiş ve güncel kayıpları kısmen


telafi edecek azami noktasına ulaştı ve sonra da durdu. Aynı dönem emekçi sınıflar arasında genel olarak mücadele değil, uzlaşma kültürünün hâkim kılındığı da bir dönemdi. Söz konusu dönemin enformal nispi refah elde etme biçiminin, emekçi sınıfların yararlanabildiği bütün politik eylem kanallarının ve demokratik mekanizmaların yasaklandığı bir ortamda kendisini mümkün olan en pragmatik ve gerici politik eylem biçimiyle, “oy satma” mekanizmasıyla ifade etmesi şaşırtıcı değildir. “Oy satma”, kapitalist mülkiyet ilişkileri karşısında eşitsiz bir konuma sıkışan ve kolektif devrimci politik müdahale araçlarına sahip olmayan emekçinin, kendisine sunulan sınırlı politik yurttaşlık haklarını düzenin mantığı içindeki doğal kullanma biçimidir. Büyük sermayenin kapitalist mülkiyetten elde edilen servetlerle partileri toptan satın alarak politik haklarını sınırsız biçimde kullanabildiği bir düzende, pragmatik çıkar bilincine sıkışan emekçinin tapu karşılığı oy satması burjuva politik haklar sisteminin ürettiği bir parodidir. Bugünkü barınma hakkı mücadelesi açısından önemli olansa, ülkemizde özellikle solun ezildiği 80 darbesi sonrası koşullarda yaygınlaşan bu politik hareket biçiminin, halkın “hak elde etme” hafızasında en az önceki dönemin kolektif direniş pratiği kadar belirleyici bir ize sahip olmasıdır. Bugün tanık olduğumuz barınma hakkı mücadelesini yaratan koşulların arkasında yatan Dünya Bankası siyaseti ise, 1980’lerin ikinci yarısından bugüne dek geçerli olan ve gecekondulaşmanın, genel olarak kent yönetimindeki etkinlik, özel olarak konut sektöründeki verimlilik eksikliğinin sonucu olduğunu ileri sürerek neo-liberal piyasalaştırma reçetelerini savunan siyasettir. Kent yönetiminin yeniden yapılandırılmasını, belediyelerin şirketleştirilmesini, konut

Bar›nma hakk› mücadelesi insanlaflt›r›c› bir mücadele olmal›d›r. Farkl› mezhep ve etnik kökenlerden emekçiler aras›nda yeniden kardeflleflme köprüleri kuran demokratik bir mücadele olmal›d›r. Do¤rudan demokratik karar alma süreçlerini yayg›nlaflt›rmal›d›r.

üretiminin piyasa koşulları içinde etkin ve verimli hale getirilmesini şart koşan yapısal uyum kredileriyle birlikte, kamusal alanın ve mekânın piyasalaştırılması eksenli neo-liberal kent ekonomisi de yükselmeye başlamıştır. Aynı dönemde güvencesiz çalışma koşulları da doludizgin hâkimiyet kazanmış ve sosyal hizmetler alanındaki özelleştirmeyle, yoksul emekçi ailelerini kuşatan parasallaşma yaygınlaşmıştır. Gerçek ücretlerin düştüğü ve emeklilik, sigorta gibi güvencelerden yararlanma düzeyinin orta-büyük mülk sahibi sınıflar haricinde herkes için eridiği bir ortamda, düşük standartlı olsa da kira karşılığı olmadan oturulan konutun parasallaşma karşısında direniş ve tasarruf aracı olarak önemi artmaktadır. Ancak aynı anda konutun ve süreç içinde yerleşiklik kazanmış olan yoksul mahallenin, konutun parasallaşma karşısında temsil ettiği direniş imkânlarını çoğaltan kullanım değerinin kendisi de kentsel dönüşüm projeleriyle metalaştırma saldırısına maruz kalmaktadır. Emekçilerin çıkarlarıyla açık karşıtlık içinde olan neoliberal “kalkınma” programları çerçevesinde “etkinlik ve verimlilik” adına, değerli araziler yoksulların elinden alarak, egemen sınıflara fiili teşvik primi olarak aktarılmaktadır. Kentsel dönüşüm projeleriyle emekçiler, kentin en dış çeperinde inşa edilen sürgün evleri için ödeyecekleri nakit geliri elde edebilmek için daha ağır emek gücü sömürüsü koşullarını kabul etmeye zorlanmaktadır. Bu gelişmelerle birlikte, neo-liberal kentsel dönüşümü üretim alanına yönelik yoğun yabancı sermaye akışları eşliğinde yaşamaya başlayan Brezilya, Hindistan ve Çin gibi ülkelerde çok daha erken tarihlerde olmak kaydıyla, 90’lı yıllardan itibaren yeni barınma hakkı mücadeleleri boy vermeye başlamıştır. Yeniden üretim alanına yönelik saldırılara karşı direnişin üretim alanındaki saldırılara karşı direnişle birleştirilebildiği bu ilk örneklerde, barınma hakkı mücadelesi, dönemin yükselen sınıf mücadelesi biçimi olarak “toplumsal hareket sendikacılığının” önemli bir bileşeni haline gelmiştir. Ancak “toplumsal hareket sendikacılığı” dalgasının 1990’lı yıllarda içine girdiği krizle birlikte, emekçi sınıfların üretim ve yeniden üretim alanlarındaki mücadelesinin birliği bir kez daha kırılmış ve üretim alanında hâkim olan güvencesiz çalışma biçimleriyle birlikte, sınıf mücadelesinin ağırlığı, yeniden üretim alanına kaymıştır. (Bkz. “Toplumsal hareket sendikacılığının krizi” kutusu)

Bar›nma hakk› mücadelesi: Metalaflmaya karfl› ilk tepkiler Barınma hakkı mücadelesi, sınıf mücadelesinin ağırlığında üretim mekânından yeniden üretim mekânına doğru yaşanan bu kaymanın en açıkça gözlendiği alanlardan biridir. Konut, emekçi ailesinin en önemli yeniden üretim kalemi ve parasallaşma karşısındaki son savunma kalesi olması ne-

53


DOSYA

BARINMA HAKKI

deniyle, doğası gereği daha dalgalı bir seyir izleyen diğer sosyal hak hareketleri içinde, yoksul kent mekânında emekçilere örgütlü ve eylemli bir görünürlük kazandıran sürekli bir çatışma alanı olarak öne çıkmaktadır. Mücadelenin ağırlığının yeniden üretim alanına kaymasıyla birlikte, sosyal hak hareketlerinin çoğunda olduğu gibi barınma hakkı hareketinde de sınıf mücadelesinin içeriği ve özneleri bakımından önemli genişleme olanakları ortaya çıkmaktadır. Kapitalist toplumsal hayatın bütün alanlarının sınıflar mücadelesinin gündelik konusu haline dönüşmesi, kadınlar gibi sınıfın düzenli ve “resmi” bir parçasını oluşturmayan emekçilerin ve aynı süreçte mülksüzleşen alt orta sınıfların mücadeleye kitlesel katılımıyla sonuçlanmaktadır. Belediyelere kentsel mekânı yeniden düzenlemekte

olağanüstü yetkiler tanıyan 2005 tarihli Kentsel Dönüşüm Yasası’nın sadece, “küresel bir kente” dönüştürülmesi öngörülen İstanbul’da 1 milyon kişiyi ve 85 bin yerleşim birimini ilgilendirdiği düşünüldüğünde, harekete geçebilecek kitlenin toplam büyüklüğü de ortaya çıkmaktadır. Kentsel mekânın metalaşmasına karşı gelişen bir direniş biçimi olarak barınma hakkı mücadelesi, mekânın kullanım değerinden türeyen önemli politikleşme olanaklarını da barındırmaktadır. Yıkımlar gibi acil durumlarda özellikle genişleyen bu olanaklar, halkın arasında yıllar içinde oluşmuş olan komşuluk ilişkilerinin ve ortak bir mekânı kullanmaktan doğan diğer toplumsal ilişkilerin, emekçilerin parasallaşma karşısındaki sessiz ortak direnişinin kılcal damarları olduğu gerçeğinin kolektif bilinç haline gelmesinin ürünü-

Toplumsal hareket sendikac›l›¤›n›n üç tipik örne¤inden birisi olan Brezilya CUT-‹flçi Partisi önderi Lula’n›n metal iflçisi önderli¤inden devlet baflkanl›¤›na uzanan yolda geçirdi¤i de¤iflimin resmidir

Toplumsal hareket sendikac›l›¤›n›n krizi En önemli örnekleri, Brezilya’daki CUT, Güney Afrika’daki COSATU ve Güney Kore’deki KCTU olan “toplumsal hareket sendikac›l›¤›” dalgas›, bu ülkelerde uzun süre iktidarda kalan askeri diktatörlükler ve ›rk ayr›mc›l›¤› rejimlerinin politik krizi ve y›k›l›fl› sürecinde yükselifle geçti. Bu ülkelerin bir önceki dönemde çekti¤i çok yo¤un yabanc› sermaye yat›r›mlar›n›n ürünü olan otomotiv gibi sermaye-yo¤un sektörlerdeki yeni iflçi kufla¤›n›n taleplerini, kent yoksullar›n›n talepleriyle ve genel olarak politik demokrasi talebiyle birlefltiren yeni bir sendikac›l›k hareketi olarak biçimlendi. Ancak yoksul mahallenin ve iflyerinin birlikte örgütlenmesi ve iç demokrasi gibi ilkelere yaslanan orijinal toplumsal hareket sendikac›l›¤› örgütleri, her üç örnekte de 1980’lerin sonlar›nda yaflanan “apertura” (demokratik aç›l›m) sonras› politik “yönetiflim” süreçlerine dâhil edilerek önemli ölçüde yozlaflt›r›ld›lar. Bu durum örgütlü iflçi s›n›f›yla kent ve k›r yoksullar›n›n mücadele birli¤inde yeniden önemli bir parçalanma yaratt› ve özellikle 2000’li y›llardan itibaren yaflanan yo¤un genel sosyal hak gasplar›n›n ve güvencesiz çal›flma koflullar›n›n alabildi¤ine yayg›nlaflmas›n›n ve iflçi s›n›f›n›n en yoksul kesimlerine yönelik seçmeci dilencilefltirici “sosyal siyasetlerin” önemli dayanaklar›ndan birisi haline dönüfltü. Güney Afrika’da COSATU, ›rk ayr›mc›l›¤› sonras›nda iktidara gelen ANC (Afrika Ulusal Kongresi) hükümetinin partneri haline gelerek neo-liberal hak gasplar›n› önemli ölçüde destekledi. Brezilya ‹flçi Partisi'nin kurucu zemini olan CUT, destek verdi¤i Lula iktidar› döneminde topraks›z ve evsiz iflçiler ve güvencesiz çal›flanlarla olan mücadele birli¤inden koptu. Güney Kore’deki KCTU ise bir yandan kurdu¤u yasal parti arac›l›¤›yla sa¤a kayarken öte yandan güvencesiz-tafleron iflçi örgütlenmeleriyle aras›na mesafe koydu.

54


dür. Yoksul mahallenin ev sahipliğini yaptığı toplumsal ilişkiler, bu durumda hızla siyasallaşan ilişkilere dönüşmeye zorlanmakta, siyasal tepkiler belirli bir mekânda yoğunlaşmakta ve bu durum, politik sınıf kimliğinin yeniden oluşumu açısından çok önemli bir potansiyel ifade etmektedir. Barınma hakkı hareketi, metalaşmaya karşı bir hareket olmakla birlikte, öncelikle metalaşmanın önemli bir sonucu olan parasallaşmaya karşı bir tepki şeklinde ortaya çıkmaktadır. Çatıları başlarına yıkılarak, sosyal güvenlik hakları ellerinden alınarak ve yarı aç-yarı işsiz bırakılarak kapitalist toplumsal hayatta hep daha büyük eşitsizliklere maruz bırakılan emekçiler, yaşamsal ihtiyaçlarının büyük bir kısmını piyasadan satın almanın imkânsızlığını, giderek net ve kitlesel biçimde ve “hiçbir şeye para yetmemesi” olarak tecrübe etmektedir. Gerek ücretlerinden başka geliri olma-

yan proleterler, gerekse giderek daha da büyük tehditlere maruz kalan küçük mülk sahipleri para tuzağına yakalandıkça, dağınık ve başıbozuk tepki biçimleri (banka, PTT soygunları), parasallaşmayı dayatan piyasa ilişkileri karşısında belirli bir koruma sağlayacak ilişki ve mekanizma arayışları yaygınlaşmaktadır. Yeniden üretim alanında yoğunlaşan korunma ihtiyacı, egemen sınıflar tarafından yayılan himayecilik, cinsiyetçilik, cemaatçilik ve ırkçılıkhemşericilik, bireysel kurtuluşa yönelme gibi gerici ilişkileri pekiştiren bir zemin de yaratmaktadır. Kolektif direnişse parasallaşmanın sonuçlarını sınırlandırmakta gerici korunma biçimlerden daha etkili bir araç olduğu ölçüde yaygınlık kazanmaktadır. Mevcut örgütlenme ve bilinç düzeyinde gerici korunma biçimlerine yatkınlıkla, kolektif eylem aracılığıyla hak alma bilinci oldukça geçişken niteliğe sahiptir. Parçalı hak mücadelelerinde elde edilen başarılar,

kolektif direnişe dayalı ilerici korunma biçimlerinin genellik ve yaygınlık kazanması bakımından önemlidir. Parasallaşma karşıtı tepkiler, metalaşma karşıtı mücadelenin ilk ve en ham; metalaşmanın kökenlerini değil sonuçlarını hedef alan biçimleridir. Kamusal alanda ve mekânda, üretimdeki saldırılar paralelinde derinleşen metalaşmaya karşı mücadelenin gerçek ufku ise emek gücünün metalaştırılmasına neden olan koşulların, yani kapitalist özel mülkiyetin üretim ve yeniden üretim alanları üzerindeki tahakkümünün ortadan kaldırılmasına kadar uzanmaktadır. Barınma hakkı hareketi başta olmak üzere, sosyal hak hareketleri, emekçi sınıfların yurttaşlık haklarının daraltılarak artık nüfus konumuna itilmesinin, mücadeleyi en basit insani ihtiyaçların meşruiyetine dayalı biçimde kışkırtmasının ürünüdür. Sosyal hak hareketleri bu nitelikleriyle proleterleşen sınıfların “devrimci içgüdülerinin” gerçek hareketlere dönüşmesini temsil etmekte ve işçi sınıfının, emek gücünü metalaştıran kapitalist özel mülkiyet rejimi karşısındaki kolektif bilincinin yeniden oluşmasının ana kucağı haline gelmektedir. Ancak bu ana kucağının kendiliğinden devrimci sonuçlar yaratması; bugünün devrimci içgüdülerini ifade eden hareketlerin kendiliğinden ve düz bir gelişmeyle devrimci dönüşümlerin öznesi bir sınıf hareketi haline gelmesi olanaklı değildir. Sosyal hak hareketlerinin emekçi sınıfların devrimci hareketine doğru ilerletilmesi, mücadeleyle gündelik bağlar kuran ancak mücadelenin gündelik akışı ve bilgisi içinden türetilemeyecek de olan bir programın bu hareketlere gelişimleri boyunca kazandırılmasıyla mümkündür. Sosyal hareketlerin devrimci hareketlere doğru sıçrama anı, bu sıçrama anındaki bilinç kopuşunu yaratacak dinamikler, elbette sadece ulusal değil uluslararası politik konjonktürle ve bir dizi başka karmaşık öğeyle ilintili, “toplum mühendisliği” mantığıyla kavranamayacak bir sorundur. Ancak sosyal hak hareketlerinde, sıçrama anlarında açığa çıkmak üzere birikmesi gereken niteliği ifade eden tarihsel hedefler, bugünden programlaştırılmalı ve öncelikle devrimci içgüdülerin ifade edildiği kanalların önünü açan, örgütlenme zeminlerini hazırlayan ve bunları gerçek hareketler olarak ilerleten devrimcilerin bilincinde berraklaşmalıdır.

‹çgüdüden harekete, tepkiden dönüfltürücü eyleme Sosyal hak mücadeleleri içinde öne çıkan ve kentsel metalaşmayı derinleştiren diğer birçok uygulamayla da çok yakından ilişkisi olan barınma hakkı mücadelesinin, “kent ve kamusal mekân kimin hakkı” sorusuna gerçek hayatta devrimci yanıtlar verebilen bir harekete dönüşmesi, emekçi sınıf hareketinin bütünü açısından kuşkusuz çok önemli bir kazanımdır. Barınma hakkı hareketinin gelişmiş örnekleri-

55


DOSYA

BARINMA HAKKI

nin, neo-liberal kentin mekânsal parçalanmasından da hareketle, neo-liberal piyasa yurttaşlığı karşısında yeni bir yurttaşlık tanımını yükselten toplumsal-politik hareketlerin en önemli bileşenleri haline geldiği görülmektedir. Sosyal hak hareketlerinin ilk politikleşme eşiğini dolaysız öz-savunma taleplerinin, “yurttaşlık” talepleri olarak tanımlanması oluşturmaktadır. Öz-savunma hareketleri sosyal haklar merkezli “yurttaşlık” hareketleri biçiminde siyasallaşmaktadır. Metalaşma karşıtı hareketler, bugünkü ilksel biçimlerinin birikiminden daha gelişkin toplumsal-politik hareketlere ilerlerken, mücadelenin hak taleplerinin içeriğinin, örgütlenme biçiminin, mücadele çizgisinin devrimcileştirilmesi siyasallaşma sürecinde büyük öneme sahiptir. Kuşkusuz bugünkü en önemli adımlardan biri, emekçi sınıfların korunma mekanizması arayışlarının, özellikle konut gibi temel bir ihtiyaç söz konusu olduğunda, piyasacı, gerici, cemaatçi biçimlere yönelmesi ya da piyasalaşmadan bireysel çıkar elde etme beklentileri yaratması karşısında “kolektif direniş hakkı” bilincinin güçlendirilmesi ve yaygınlaştırılmasıdır. Emekçi sınıfların kolektif direniş hakkı bilincinin dayandırılacağı temelse, ilhamını burjuva sivil haklar çerçevesinden alan genel geçer bir “anayasal insan

hakları” hukuku değil, ilhamını yüzlerce yıllık sosyalizm mücadelesinden; metalaşmış emek gücünün sahibi olarak insanın, emek-gücünü metalaştıran maddi güçleri ortadan kaldırma hakkının meşruiyetinden alan fiili direniş hukukudur. Sınıf mücadelesinin tarihsel gerçekliği dışında doğal, verili, evrensel insan hakları ancak burjuva hukuk kitaplarında bulunabilir. Kent mekânını metalaştırmak, sömürü süresi dışında geçen insan hayatını posa gibi kentin uzak topraklarına fırlatıp atmak, metalaşmış emek-gücünün alıcısı olarak kapitalistin hakkıdır. Bütün emekçilerin insanca yaşayabilecekleri konutlarda oturmaları hakkı, “herkesin barınma hakkı” ise, ancak kapitalizmin bu temel gerçeğine karşı sınıfsal bir hak olarak; emekçinin kendi hayatının bütününü insanileştirme hakkı olarak mevcuttur. Bu iki hakkı bağdaştırabilecek evrensel hukuksal bir çerçeve yoktur: Eşit hakların hangisinin galip geleceğine de, barınma hakkının herkesin hakkı olarak ne ölçüde evrenselleşeceğine ve kullanılabileceğine de mücadelede oluşan “güç karar verir”. Barınma hakkının emekçinin hakkı olarak taşıdığı meşruiyetin yaygınlaştırılması ancak böyle bir hak tanımıyla devrimci sınıf bilincinin, emekçilerin kolektif siyasal gücünün kurucu öğelerinden birisi haline gelebilir.

“Sürdürülebilir kentte” cemaat yurttafll›¤› Bar›nma hakk› mücadelesinin ba¤›ms›zl›¤›, sosyal hak mücadelesi alanlar›n›n yaln›zca s›n›f mücadelesinin gerçekleflme biçimi olmay›p, ayn› zamanda “s›n›f mücadelesinin gerçekleflti¤i alanlar” haline geldi¤i bir dönemde büyük önem kazanmaktad›r. Öz-savunma hareketleri, bofl arazilerde de¤il, kapitalist düzenin ideolojik-politik fethi alt›ndaki arazilerde boy atmakta; sermaye yeni yozlaflt›rma-kuflatma stratejilerinin kapsam›n› geniflletmektedir. Dünya Bankas› taraf›ndan, 1990’lar›n ortalar›ndan beri "yoksullukla mücadele” bafll›¤› kapsam›nda gelifltirilen stratejiler, “sosyal d›fllamayla mücadele" stratejilerine dönüfltürülmekte ve “yurttafll›k" gibi kavramlar› s›kça kullan›ld›¤› politik söylemleriyle, sosyal hak mücadelesi alanlar›n› hedef alan biçimde derinlefltirilmektedir. Bu biçimde oluflturulan “popülist neo-liberal” stratejiler, katmanlaflt›r›lan neo-liberal kentin emekçilerini, gözetim ayg›tlar›n›n da yard›m›yla denetim alt›nda tutmay› hedeflemektedir. Bu stratejiler hem cemaatçi siyasal yaklafl›mlar, hem de TOK‹ gibi kurumlar taraf›ndan kuflatma arac› olarak kullan›lmaktad›r. Bu siyasetin oluflumuna yön veren Dünya Bankas›, 2000’li y›llarla birlikte “konut sorunu” ile “sürdürülebilir kent ekonomisi” aras›nda dolays›z iliflkiler kuran yeni stratejileri gündeme getirmeye bafllam›flt›r: “Dünya Bankas› yak›n zaman önce kent siyasetlerini, konut sektörünün verimlili¤ini yükseltme odakl› siyasetten ‘sürdürülebilir kentleri’ teflvik eden bir siyasete do¤ru kayd›rmaktad›r. Kentsel gündemin geniflletilmesi ile bir yandan kentsel yönetiflim gelifltirilirken, bir yandan da gecekondu ›slah› gibi yoksullukla mücadele programlar› arac›l›¤›yla insani sermayenin yarat›lmas› umulmaktad›r. Dünya Bankas› "sürdürülebilir kent" söylemini yayg›nlaflt›rarak (...) kalk›nma yaklafl›m›n› da özgürlük olarak kalk›nma kavram›na dayal› biçimde

56

yeniden düzenlemektedir”. 8 Bu yaklafl›m, partili düzen siyasetinin sa¤›ndaki popülist neo-liberal, solundaki sosyal-liberal yaklafl›mlara ilham kayna¤› olmaktad›r. “Özgürlük olarak kalk›nma” siyaseti, Dünya Bankas› taraf›ndan bar›nma hakk› mücadelelerini katmanl› piyasa vatandafll›¤› hukukuna tabi k›lmak u¤runa bafllat›lan siyasal bir müdahaledir: Bar›nma hakk› örgütlenmeleri, kentlerde y›¤›lan art›k nüfus kitlelerini kapitalist sömürüye pazarlayan ve kentsel mekânlar›n de¤er kazanmas›n› sa¤layan tafleron kurumlara dönüfltürülmek istenmektedir. DB, bu amaçla, USAID (Birleflik Devletler Uluslararas› Yard›m Ajans›) ve Bill Gates ve Rockefeller Vakf› gibi kurumlar›n mali fon sa¤lad›¤› ve “Küresel Güney” kökenli bar›nma hakk› hareketleri/a¤lar›n›n birli¤inden oluflan “Gecekonducular Hareketi Enternasyonalini” (Slum Dwellers International-SDI) örgütlemifltir. Enternasyonalin temel fikriyat›, yoksullar›n ev yapma kapasitesinin “daha genifl ve sistemli kalk›nma gündemleri içinde tan›nmas›n›, de¤erlenmesini ve kullan›lmas›n›" öngörmekte; kentin uzak alanlar›na sürülen emekçiler burada kendilerine sunulan mikro krediler arac›l›¤›yla ifl kurarak yeni evlerini sat›n almaya teflvik edilmektedir. “Enternasyonal”, en son yerel halk› Mumbai kentindeki büyük bir mahallenin y›k›m›na raz› etmek için, Bill Gates Vakf›’ndan 1,5 milyon dolar alm›flt›r. Buna karfl›n örgüt temsil etti¤i bar›nma hakk› hareketinin “IMF, Dünya Bankas› ve Güneyli devletlerden gelen yukar›dan afla¤›ya bas›nc› afla¤›dan gelen karfl›t bas›nçla dengeledi¤ini" iddia etmekte; “lümpen proletaryay› kendisi için s›n›f olarak örgütlemek” gibi söylemler kullanmaktad›r! Enternasyonal, “Güneyli ülkelerin ihtiyac› halk›n yönetiflim süreçleri-


Barınma hakkı hareketi bu yüzden kentin bütününü hedefleyen; örgütlü olmayan mahallelerde oluşan çabalara ciddi destek sunan; kentsel neo-liberal dönüşümün etki alanında bulunan bütün emekçilerle ilişki kurup birlikte hareket ede-

bilecek zeminler oluşturan bir hareket olmalıdır. Giderek tüm mahalli örgütlerin, demokratik kitle örgütlerinin, sendikaların, emekçilerin yanında yer alan akademisyenlerin ve meslek odalarının birlikte oluşturacağı halkçı ve demok-

ne kat›lmas› de¤il, yönetimin halk taraf›ndan oluflturulan süreçlere kat›lmas›d›r” derken müdahale niyetini de aç›kça belli etmektedir. Güney Afrika gecekonducular hareketi Abahlali baseMjondolo'nun yak›n zaman önce u¤rad›¤› ölümlü sald›r›lar müdahalenin basit projecilikle s›n›rl› olmad›¤›n› an›msatmaktad›r: “Bize, hükümetle masaya oturacaksak Enternasyonale kat›lmam›z gerekti¤ini söylediler. Reddettik ve bunu radyodan aç›klad›k. Birkaç gün sonra sald›r›lar ve tutuklamalar bafllad›.” Enternasyonal, Cities Alliance (Kentler ‹ttifak›) isimli Birleflmifl MilletlerHabitat ‹nsan Yerleflimleri Program› ve DB konsorsiyumu niteli¤indeki kuruma da üyedir. Türkiye’de TOK‹-HAB‹TAT resmi iliflkisi d›fl›nda henüz “sivil” bir aya¤› olmayan bu karmafl›k a¤›n, ilk kez bu y›l Çin Gayr› Menkul Ticaret Odas› sponsorlu¤unda verilmeye bafllanan Habitat ‹fl Ödülleri kapsam›nda, TOK‹ ve Ankara Büyükflehir Belediyesi ortakl›¤›yla yürütülen Kuzey Ankara Girifli Kentsel Dönüflüm Projesi’ni, 2009 En ‹yi 20 uygulamas›ndan birisi olarak ödüllendirmesi de flafl›rt›c› de¤ildir. BM ödül verme gerekçesini yeni konseptle tutarl› biçimde flöyle izah etmektedir: “Bölge halk›n›n evlerinin y›k›lmas›na kendi iste¤iyle r›za göstermesiyle elde etti¤i kazan›m.” Kentlerin sürdürülebilir olmas› için, “yaflanabilir, rekabet edebilir, iyi idare edilir ve yönetilir, bankalarca muteber say›labilir" olmas› gerekti¤ini; yoksullar›n servet ve iktidardan d›fllanmas› sorununun küçük ve “enformal sektör giriflimcili¤i” desteklenerek çözümlenebilece¤ini ileri süren DB a¤z›ndaki baklay› sonra ç›kartmaktad›r: "Enformal ve marjinal topluluklar›n vergi ödeyen, kamu hizmetlerden yararlanan tam kentli vatandafllar olarak topluma dahil edilmesi önemli bir

hedeftir. ‹yi bir kentsel finansal yönetim, kentlerin hizmet ve idari fonksiyonlar›na yönelik ticari bir yaklafl›m›n benimsenmesini gerektirir. Ticari bir yaklafl›m ayn› zamanda kentsel hizmetlere özel sektörün kat›l›m›n›n ya da bu hizmetlerin özellefltirilmesinin ön gere¤idir”. Güvencesiz art›k nüfus kitlelerini “insan sermayesi” diye adland›rarak “giriflimciye” dönüfltürmek, burjuva iktisad›n›n en eski simyac›l›k gösterilerindendir. Ancak bu gösteri her seferinde ayn› engele tak›lmaktad›r: “Emek gücünden baflka satacak fleyi olmad›¤› için emek gücünü kapitalistlere satan, sözde de¤il gerçekten de mülksüz bir s›n›f›n varl›¤›, kapitalist üretim tarz›n›n kaç›n›lmaz temel kofluludur”. Ancak “insan sermayesi” yaratma siyaseti, art›k nüfus yönetme siyasetidir. Neo-liberal ekonominin “sosyal altyap›s›n›” oluflturacak örgütler olarak, özellikle sa¤l›k hizmetlerinin örgütlenmesi, konut yap›m› ve “topluluk inflas›” gibi alanlar›nda görevlendirilmek üzere, bir dönem öncesinin sivil toplum örgütlerinin (stk) yerine inanç temelli örgütler olarak adland›r›lan cemaat örgütlenmelerini önerilmektedir. Parçalanan kent toplumunda yurttafll›k haklar› iyice daralt›lan emekçiye neo-liberal yurttafll›¤›n tek olas› biçimi olarak cemaat yurttafll›¤› önerilmektedir. Ayn› yaklafl›m burjuva “çok kültürcülük” yaklafl›mlar›n›n da deste¤ini alarak kendisini “demokratikleflme” olarak sunmaktad›r. Piyasa iliflkileriyle uyumlulaflt›r›lm›fl, etnik-dinsel temele dayal› cemaat yap›lar›yla, kentin tehlikeli mülksüz s›n›flar›n› denetim alt›nda tutmay› öngören yeni himayecilik biçimlerinin temelleri at›lmaktad›r.

57


DOSYA

BARINMA HAKKI

ratik kent örgütlenmelerinin yaratılmasını hedeflemelidir. Halkın bütününü örgütlemeli ve giderek büyüyen bir kitle mücadelesini yürütmeli; militan ve meşru kitle mücadelesi ile sermayeye geri adımlar attırmayı sağlamalıdır. Barınma hakkı mücadelesinin konut ve arsa gibi mülkiyet konusu olan kentsel varlıklar ekseninde biçimlenmesi ve kentsel dönüşüm projelerine hedef olan mekanlardaki rant değerinin yüksekliği, halkın arasında zaten yaygın olan bireysel kurtuluşu hedef alan pazarlıkçılık bilincini beslemektedir. Hukuksal mücadele alanının kimi kazanımların önünü açan olanaklar sunmasıyla birlikte bu durum, solun kimi kesimlerinin mücadelenin ufkunu bireysel pazarlık çıtasının yükseltilmesiyle sınırlandırma eğilimine yol açmaktadır. Mülkiyetin söz konusu olması ise kimi sol kesimlerin bu alandaki mücadeleden uzak durmasına zemin oluşturmaktadır. Barınma hakkı mücadelesi hukuksal mücadele olanaklarına dayalı kazanımları görmezden gelmemeli, ancak hak alma yaklaşımını bu alanla sınırlı tutmamalı; mücadelenin hedeflerini, mağdurların kendiliğinden bilincinde zaten hâkim olan bireysel küçük çıkar mücadelesine indir-

geyen yaklaşımlara prim vermemelidir. Kolektif direniş daha geniş bir ufukla yürütüldüğünde alınabilecek hakların daha azına razı olunması anlamına gelen dar, pazarlıkçı yaklaşım, barınma hakkı mücadelesinin iç birliğinin en alttakileri, belgesizleri ve kiracıları esas alan bir emekçi birliği olarak kurulması açısından da sorunludur. Barınma hakkının henüz kazanılmış olan (ruhsatlı konut, kaçak tapulu konut, tapu tahsisli ve tapusuz konut) hakların korunması üzerinden yürümesinin yarattığı çıkar çeşitliliğinin yol açtığı sıkıntılar, bu özelliğin halk arasında var olan ve aslında gerçekleşme şansı da pek bulunmayan rantçı eğilimleri kaşıyan hatalı siyasetlerle birleşmesi halinde bozucu etkilere yol açmaktadır. Emekçi ailelerin, kentsel değeri yükselen mahallelerdeki evlerini korumak istemeleri, gecekondularını aile apartmanına dönüştürmek istemeleri, genel yaşam koşullarının iyileştirilmesini talep etmeleri, bir emekçi sınıf hareketi olarak barınma hakkı mücadelesinin meşru taleplerdir. Emekçi ailesinin doğal olarak güvence gibi gördüğü tapu hakkı, kullanım hakkını içeren bir konut güvencesi belgesi olarak toplumsal bir programın da parçası-

Neoliberal kentte bir iflgalci: Brezilya Çat›s›zlar Hareketi Brezilya’n›n Sao Paolo, Rio ve Brazil gibi küresel kentleri, 1990'lar›n sonlar›nda yayg›nlaflan arazi spekülasyonu ve geleneksel emekçi mahallelerinin “soylulaflt›r›lma” sald›r›s›yla bir evsizlik salg›n› yaflamaya bafllad›. Asgari ücretin 200 dolar oldu¤u bir ortamda kiralar›n afl›r› yükselmesiyle yayg›nlaflan evsizlik, eylem çizgisinde Topraks›z K›r ‹flçileri’nden (MST) ilham alan kentli bir arazi iflgalcisi hareketini, Çat›s›z ‹flçiler Örgütü’nü (MTST) yaratt›. ‹fl, konut, g›da, sa¤l›k, dinlenme ve kültür haklar›ndan yoksunlu¤un “yurttafl olman›n” tam tersi bir durumu yans›tt›¤›n› savunan MTST, temel amac›n› “kent merkezinde konumlanan yoksulluk üretim ayg›t›n›” yenilgiye u¤ratmak olarak aç›kl›yor. Temel mücadele yöntemi ise sermaye taraf›ndan spekülasyon için ayr›lan bofl özel arazi ve binalar›n evsiz aileler taraf›ndan kitlesel biçimde iflgal edilmesinden olufluyor. ‹flgal edilen yer bazen Volkswagen fabrikas›n›n bahçesi, bazen kent merkezindeki bofl büyük binalar oluyor. Latin Amerika solunun önemli figürlerinin adlar›n› tafl›yan MTST iflgallerinden baz›lar› evsiz aileler için sürekli ortak hayat alanlar›na dönüfltürülürken, baz› iflgaller de hükümeti kamu konutlar› infla etmeye zorlama arac› olarak kullan›l›yor. Temel slogan› “‹flgal et, diren, çal›fl ve infla et” olan MTST, iflgal alanlar›nda ortak bir yaflam kültürü yarat›yor.

58


dır. Ancak rant değeri yükselen konutu ya da araziyi, başkalarının emeğine kira olarak el koymaya yönelik bir sömürü ve birikim aracı olarak gören gerici beklentiler, ortak toplumsal çıkar yaklaşımı yaygınlaştırılıp öne çıkartılarak geriletmelidir. Barınma hakkı mücadelesini, mağdurların bireysel çıkarlarını azamileştirmek amacıyla bir araya gelerek oluşturdukları pragmatik ve mekanik birliklere ya da ufku belirsiz kör barikat savaşlarına indirgeyen eğilimlere karşı, mücadelenin emekçilerin kolektif çıkarlarını azamileştirmeyi amaçlayan, toplumsallıktan yana politik ufku, gündelik bir yaklaşım olarak savunulmalı ve derinleştirilmelidir. Barınma hakkı mücadelesinde müzakare çizgisi, ancak mahallenin ortak toplumsal bir dava ve proje haline getirilen kolektif çıkarları uğruna yapılan siyasal bir toplu pazarlık olarak meşrudur. Barınma hakkı hareketi, toplumsallık ilkesini halkın bilincinde yaygınlaştırdığı; yoksul mahalledeki küçük mülk sahibini belgesizlerin çıkarlarını güvence altına alan kolektif bir çözüme taraf edebildiği ölçüde, neo-liberal kente karşı yeni politik mücadelelenin yatağı haline gelebilecek; toplumsallaştırılmış bir hayatı savunan yeni bir tarihsel blokun kurucu zeminlerinden birine dönüşebilecektir. Emekçilerin kolektif hayatını insanlaştırma hakkının bir parçası olan barınma hakkı, tanım gereği, konutun ötesinde insanca bir yaşam için gereken kentsel, çevresel ve insani koşullarla; temel yaşamsal hizmetler ve insani ilişkilerle birlikte tanımlanmalıdır. Örneğin bu yaklaşımdan hareket eden Bolivarcı Venezüella Anayasası’nda barınma hakkı, “Herkesin aile, komşuluk ve toplumsal ilişkilerini insanca sürdürebileceği yaşam alanları dahil, temel yaşamsal hizmetlere sahip yeterli, güvenli, konforlu ve sağlıklı koşullarda barınma hakkı vardır” biçiminde tanımlanmaktadır. Barınma hakkı mücadelesi insanlaştırıcı bir mücadele de olmalıdır. Farklı mezhep ve etnik kökenlerden emekçiler arasında yeniden kardeşleşme köprüleri kuran, evrenselci demokratik bir mücadele olarak, en geniş kitlenin ve özellikle “sesi olmayanların” (örneğin sokak mücadelesinde en önde yer almakla birlikte toplantılarda geri plana çekilen kadınların) söz ve karar süreçlerine etkin katılımını sağlamalıdır. Doğrudan demokratik forum ve toplantılarla karar alma süreçlerini yaygınlaştırmalıdır. Mücadele örgütünün iradesini giderek mahallenin bütün sokaklarından gelen temsilcilerin iradesi ile bütünleştirmeli, mahallenin genel ihtiyaçları kadar daha özel kolektif ihtiyaçların da ifade edilebileceği mekanizmalar oluşturmalı; bürokrasiye izin vermemelidir. Tüm karar alma ve eylem süreçleri düzenden, sermaye fonlarından, sermaye fonları tarafından desteklenen oluşumlardan ve hükümetlerden bağımsız olmalıdır. Barınma hakkı mücadelesinin kentsel dönüşüm projelerinin tüm mağdurlarını militan, meşru ve kitlesel bir mücadele

çizgisiyle; düzenden ve sermayeden bağımsız demokratik örgütlenme mekanizmalarıyla ve toplumsallaştırıcı bir perspektifle birleştirerek; emekçilerin diğer sosyal hak talepleri ve mücadeleleriyle kaynaştıran bir hareket niteliğini kazanması, emekçi sınıfların devrimci-dönüştürücü gücünün açığa çıkartılmasında çok önemli bir eşik olacaktır. Projecilik, pazarlıkçılık gibi sağ pragmatist ve mücadeleyi salt kolluk kuvvetleriyle çatışmaktan ibaret gören dar çizgiler karşısında, barınma hakkı mücadelesi devrimci kitlesel bir mücadele çizgisiyle örgütlenmelidir.

Kent kimin hakk›? Kamu kim? Barınma hakkı hareketi, mücadele talepleriyle doğrudan ilintili olan “kent kimin hakkı ve kamu kim” sorularını yüksek sesle sormaya başladığı andan itibaren, diğer sosyal hak hareketleriyle tek bir politik program altında birleşme kanalı da açılmaktadır. Ancak bugün siyasallaşan sosyal hak hareketlerinin önünde önemli siyasal sorun alanlarının durduğu açıktır. Bu sorunlardan ilki, sosyal hak hareketlerinin “yeni Fabiancılık” olarak da adlandırılan “sosyal dışlamayla mücadele” stratejilerinden ve sosyal-liberal siyasetten net biçimde ayrıştırılmasıdır. Sosyal hak hareketlerinin “post-modern savunma hareketleri”9 özelliğini aşamadığı; barınma hakkı alanındaki tipik örneklerin mikro-kredici projecilikle sosyalizme açık radikal hareketler arasında salındığı bir dönemde, emekçi hareketlerini “yönetişim ve yerel kalkınmacılık mekanizmalarının paydaşı” haline getirmek için seferber edilen yeni Fabiancı siyasetlerin orijinalinden birkaç gömlek aşağıda olması normaldir. Orijinal Fabiancılık10 (İngiliz küçük burjuva sosyalizmi çizgisi), Troçki tarafından, “kapitalizmin kendisini işçi sınıfından koruma girişimi” olarak nitelenmişti. Fabiancılık, 20.yüzyıl başlarında gündeme getirdiği sosyal reform önerileriyle İngiliz tipi sosyal refah devletinin kurucu zeminine dönüştü ve başta Hindistan, bağımsızlaşan eski İngiliz sömürgelerindeki iktidarların "sosyal dayanışmacılık” siyasetinde belirleyici rol oynadı. İngiliz işçi sınıfının reformcu hareket çizgisinin kaynağını oluşturan Fabiancılar, asgari ücret uygulamasının başlatılması, evrensel sağlık sisteminin kurulması ve kentlerdeki yoksulluk-çöküntü alanlarının ıslah edilmesi önerilerini emperyalist dış siyasetin parçası olarak da savundular. Webb’lerin önderliğindeki Fabiancı sosyalistlerin odaklandığı London School of Economics (LSE), “sosyal yurttaşlıkla” ifade edilen sosyal-liberal tezlerin sahibi Marshall’ın da mekanıydı. Fabian Cemiyeti, daha sonra İngiliz İşçi Partisi’nin “üçüncü yol" adı verilen ve Brezilya başkanı Lula gibi merkez-sol iktidarların neoliberal sosyal siyasetlerine kaynaklık eden en büyük resmi düşünce kuruluşuna dönüştü. Keynesci “sosyal yurttaşlık rejimleri” sınıf mücadelesinde-

59


DOSYA

BARINMA HAKKI

ki büyük gerilemenin ardından tasfiye edilirken, metalaşmanın sonuçları emekçileri bireysel-teslimiyetçi korunma eğilimlerinden kolektif-direnişçi eğilimlere zorlamaktadır. Eşitlik talebi dolaysız ve ileri güncel ifadesini sosyal hak mücadelelerinde bulmaktadır. Ancak emekçi sınıflar, sınıflar mücadelesindeki güçsüzlüklerinden dolayı, eşitlik taleplerine kutuplaşmanın kökenlerini yıkmayı öngören devrimci kurtuluş hareketleri olarak değil, sonuçlarını sınırlandırmaya çalışan reform talepleriyle ulaşmaya yatkınlık göstermektedir. Emekçi sınıfların dönüşüm taleplerinin ufku, tasfiye edilen “sosyal yurttaşlık” sınırı tarafından belirlenmektedir. Temsil ettiği “devrimci içgüdüye” karşın, emekçi sınıfların kendiliğinden bilinci, eğitimden, sağlığa, barınmadan ulaşıma sosyal haklar toplamının, metalaşmanın gerçek kökenleri ortadan kaldırılmadan elde edilebileceği beklentisini üretmektedir. Sosyal hakların güvence altında olması istemi, elbette emekçilerin sosyal hakları kolektif siyasal eylemle garanti altına alma bilincinin ilerici bir biçimidir. Ama emekle kapitalist mülkiyet arasındaki ilişkinin köklü biçimde altüst edilmesini öngörmeyen hiçbir yeni yurttaşlık rejimi önerisi gerçekçi değildir. Emeğin bugünkü ihtiyaçlarını karşılayabilecek yeni proleter haklar rejimi, yeniden bölüşüm ilişkileriyle sınırlı bir mücadele olarak tanımlanamaz. Kentlerde büyük artık nüfus kitleleri olarak yığılan emekçilerin sosyal haklar bütünü, büyük mülkiyete dokunulmadan, sermayenin daha fazla vergilendirilmesi gibi yeniden bölüşümcü önlemlerle güvence altına alınamaz. Sermayenin metalaşma süreci paralelinde dönüşen egemenlik aygıtı, devlet, devrimci süreçlerle bir emekçi devleti olarak yeniden kurulmadan, emekçilerin sosyal haklarının koruyucusu olamaz. Günümüz proletaryasının ihtiyaçlarına karşılık düşen yeni bir yurttaşlık rejimi, düzen içi bir reform talebi olarak değil, kapitalist mülkiyet ve devlete karşı devrimci bir talep olarak savunulabilir. Öte yandan böyle bir rejim üretim ve siyasetin iktidarından yoksunlaştıran kitleler için önerilen bir “sosyal siyaset” değildir; proletaryanın üretim, yeniden üretim ve siyaset alanlarındaki haklarının bütününü kapsayan yeni bir kamusallık önerisidir. Sadece basit yaşamsal ihtiyaç uğruna değil, emekçinin kendisini insan olarak gerçekleştirme hakkını tam olarak kullanabilmesi uğruna, emek karşısında sermayeyi, toplumsallık karşısında özel mülkiyete dayalı özel çıkarı gerileten devrimci bir yurttaşlık rejimi önerisidir.11 Neo-liberal kentte verilen sosyal hak mücadelelerinin gerçek devrimci değeri bu köklü değişimi gerçekleştirecek yeni bir “tarihsel blokun” oluşum zemini olmasından kaynaklanmaktadır. Yeni tarihsel blok, mücadelenin basit çıkar bilinci evresinden ortak sınıfsal çıkar bilincine ilerletilmesiyle olgunlaşacaktır.

60

Barınma hakkı hareketi, toplumsal çözümler öneren bir hareket olarak, yeni devrimci öznenin önemli bir oluşum kanalıdır. Temel bir üretim aracı olan kentsel toprak üzerinde verilen bir mücadele olarak, büyük kapitalist mülkiyetten zarar gören emekçi kesimlerin ortak bir yurttaşlık programının formüle edebilmesi için önemli fırsatlar sunmaktadır. Devrimci özneyi, emperyalist ekonominin kumanda merkezlerindeki güvenlik gediklerini oluşturan yoksul kent mekanında yoğunlaştırarak olgunlaştırmaktadır. Aynı yerde yaşayan ve az çok aynı geçim koşullarına sahip halkın, sadece barınma değil, sağlık, eğitim, ulaşım, su gibi birçok hakkın da mağduru olması, barınma hakkı mücadelesinin verildiği bölgelerde daha şimdiden diğer hak mücadelelerinin de gelişmesini kolaylaştırmaktadır. Barınma hakkının kentin bütününe yönelik her türlü sermaye saldırısından dolaysız etkilenmesi, kentin sermayenin malı olmaktan çıkartılmasını talep eden diğer mücadele alanlarıyla sağlam ilişkiler kurma olanağı sunmaktadır. Bu ilişkiler kurulabildiği ölçüde, emekçi sınıf hareketi “kent kimin hakkı, kamu kim?” sorusuna kentin yaşam ve üretim alanlarında devrimci bir yanıt verebilecektir. Kent rantının toplum yararına kullanılması, kentin emekçiler yararına planlanması, kentin emekçiye ait olması, kent topraklarının metalaşması ve kapitalist özel mülkiyete ko-


Konut sorununa sosyalist bir çözüm: KÜBA Sosyalist Küba, konut güvencesine iliflkin toplumsal bir program örne¤i olarak önem tafl›maktad›r. Bar›nma hakk› alan›nda, di¤er sosyal haklar, örne¤in sa¤l›k hakk› kadar büyük ilerleme kaydedememifl ve sosyalist blokun y›k›lmas›ndan sonra yaflad›¤› yal›t›lm›fll›k içinde konut alan›ndaki politikas›nda k›smi de¤iflikliklere gitmifl olsa da, Küba, özellikle devrimi hemen izleyen y›llarda konut alan›nda özgün bir örnek sunmufltur. Bu örnek konut alan›nda ideal de¤il, ekonomik abluka ve mali zorluklara karfl›n uygulanan gerçek bir sosyalist deneyimi yans›tmaktad›r. 1959’daki devrimin ard›ndan Küba hükümeti kirac›lar› ev sahiplerine dönüfltüren, arazi spekülasyonuna son veren uygulamalar› bir dizi k›rsal ve kentsel inflaat program›yla destekledi. Büyük arazi sahiplerinin Küba’n›n varl›klar› üzerindeki hakimiyetini ortadan kald›rmay› amaçlayan 1960 tarihli kentsel reform yasas› kirac›lara oturduklar› evleri düflük maliyetlerle sat›n alma olana¤› sundu ve devleti konut sunumundan sorumlu k›ld›. Birçok kirac›ya uzun vadeli kiras›z oturma hakk› tan›nd›. 1961 sonras›nda devlet taraf›ndan infla edilen ya da da¤›t›lan konutlardan yararlanan kirac›lar içinse, gelirin %10’unu aflmayan miktarlarla ve 5-20 y›ll›k ödeme süreleriyle ev sahibi olma hakk› tan›nd›. Ev sahiplerinin evlerini satmas›n› ya da mülk sat›n almas›n›; konutun hepsini ya da bir bölümünü kiraya vermesini yasaklayan yasa, bu bi-

çimde arazi spekülasyonunu engellemeye çal›fl›rken, gecekondu bölgelerinde devrimden önce var olan büyük arazi sahiplerinin topraklar› bedel ödenmeden kamulaflt›r›ld›. Yasa, sürekli ikamet edilen konutla bir yazl›k konuttan fazla ev sahibi olunmas›n› da yasaklad›. Birden fazla konuta sahip olma hakk›n›n s›n›rland›r›lmas› ve gecekondu mahallesinde oturan emekçilerin normal konutlara tafl›nmas›yla birlikte gecekondular y›k›ld› ve devlet temel hizmetler, elektrik ve di¤er kentsel altyap› hizmetleriyle birlikte tuvalet ve yap› malzemesi harcamalar›n› karfl›layarak halk› kendi konutunu infla etmeye teflvik etti. Küba devleti 1971’de k›t konut stokunu art›rmak için mikro-müfrezeler ad› verilen ve hükümet yat›r›mlar›yla desteklenen bir imece uygulamas› bafllatt›. Mikro-müfrezeler sistemi, belirli iflyerlerinde gönüllü inflaat müfrezeleri oluflturan iflçilerin, ayn› iflyerindeki iflçiler için konut infla etmek üzere belirli bir süre üretimden ayr›larak inflaat seferberli¤ine kat›lmas› ve infla edilen konutlar›n iflçiler aras›nda da¤›t›lmas›ndan olufluyordu. 1971-75 aras›nda mikromüfrezeler konut sunumunu üç kat art›rd›lar. Küba 1980’li y›llardan sonra yaflanan abluka ve krizle birlikte, yasad›fl› biçimde yayg›nlaflan arazi spekülasyonu ve konut karaborsas› ile tamirinden belediyelerin sorumlu oldu¤u binalar›n kaynak yetersizli¤i nedeniyle afl›r› bak›ms›z kalmas› gibi birçok sorun yaflamaya bafllad›.

61


DOSYA

BARINMA HAKKI

nu olması sınırlandırılmadan olanaksızdır. Kentsel arazi mülkiyeti ve kentin insana yakışır biçimde planlanması ise, tarımsal topraklar üzerindeki büyük kapitalist mülkiyetin ve tarım politikalarının da tartışma konusu haline getirilmesi demektir. “Kentler kimin sorusu”, bu ülke kimin sorusudur. Kapitalist kent ortaya çıktığı ilk andan itibaren emekle sermaye arasındaki mekânsal, sınıfsal ve politik mücadeleye sahne oldu. Neoliberal kentte mücadele büyük bir artık sermaye kitlesi olarak kapitalistler ve artık nüfus kitlesi olarak emekçiler arasında yeniden tırmanıyor. Kenti, feodal sınıflara karşı kendi “demokratik kamusal alanının” merkezi gücü haline getiren sermaye sınıfı, emekçileri neoliberal kentin mekânsal parçalanmışlığıyla kamusal alanın dışına atıyor. Kenti, kamusal alanı ve siyaseti kendi çıkarlarına daraltıyor. Bu dışlama insan hayatının, değişim değerinin yasalarına tabi kılınması ölçüsünde, insanın kendi eylemiyle kendi hayatını yönetme hakkını vahşice gasp ediyor. Demokrasiyi ve cumhuriyeti kuran burjuvazi, hayatını bilinçli eylemiyle belirleyen özgür insanın yerine, malların yasalarına tabi kılınan ücretli köleyi koyarak cumhuriyetin ve demokrasinin bütün gerçek temellerini imha ediyor. Yerine sınıflar arasındaki statü hiyerarşisini güçlendiren neo-liberal etnik ya da dinsel cemaat yapılarını koyuyor. Böyle bir çağda, bütün etnik ve ulusal kökenlerden emekçilerin kendi kaderlerini ve hayatlarını belirleme hakkı, ancak sermayenin toplumu parçalayan yeni yurttaşlık rejiminin karşısına, toplumu yeniden kuran yeni bir evrensel proleter haklar rejiminin dikilmesiyle mümkün. İşçinin yurttaş katına yükselmesi ancak devrimci bilinçli eylemle mümkün. Kamu sadece maddi kaynaklar değil, maddi kaynakları insan için yöneterek insani potansiyelimizi gerçekleştirdiğimiz alansa, emekçi halk hayatını kolektif siyasal eylemiyle değiştirebildiği ölçüde “kamu” haline gelecek.

Dipnotlar: 1 ‹lkel birikimcili¤e dayal› birikim stratejisi topra¤›n metalaflt›r›lmas› ve özellefltirilmesini; tar›m›n daha fazla kapitalistlefltirilerek köylü topluluklar›n›n zorla kente sürülmesini; ortak, kolektif, devlet mülkiyeti gibi çeflitli mülkiyet haklar›n›n özel mülkiyet haklar›na dönüfltürülmesini; ortak mallarla ilgili haklar›n ortadan kald›r›lmas›n›; emek gücünün metalaflt›r›lmas›n›n önündeki tüm engellerin yok edilmesini; kapitalist üretim ve tüketim biçimlerinden farkl› biçimlerin yok edilmesini; insan ticaretini ve kredi sisteminin hayat›n bütününü kapsayan bir biçimde yayg›nlaflt›r›lmas›n› içerir. (David Harvey, Spaces of Neoliberalization, Towards a Theory of Uneven Geografical Development). 2 Marx’›n “iflgünü nedir ve uzunlu¤u nas›l belirlenir” sorunu hakk›nda yapt›¤› tart›flma günümüzün hak tart›flmalar› için de aynen geçerlidir: “… iflgünü sabit de¤il, de¤iflebilir bir niteliktir... Kapitalist, iflgününü mümkün oldu¤u kadar uzatmaya ve mümkün oldu¤unda, bir iflgününden iki iflgücü ç›karmaya çal›flt›¤› zaman, [emek gücünün] al›c›s› olarak, kendi haklar›n› savunur. Öte yandan, sat›n ald›¤› metan›n [emek gücünün] özgün niteli¤i bu metan›n al›c› taraf›ndan tüketilmesine belirli s›n›rlar dayat›r ve emekçi, iflgününü belirli normal süreli bir iflgününe indirmeye çal›flt›¤› zaman da [emek gücünün] sat›c›s› olarak kendi haklar›n› savunur. O halde burada, her ikisi de de¤iflim yasalar›n›n mührünü ba¤r›nda ayn› biçimde tafl›yan bir hukuksal ikilik, hakka karfl› hak durumu mevcuttur. Eflit haklar›n hangisinin galip gelece¤ine güç karar verir. Kapitalist üretimin tarihinde de iflgününün ne oldu¤unun belirlenmesi, mücadelenin; kolektif sermaye yani kapi-

62

talistler s›n›f› ile kolektif emek yani iflçi s›n›f› aras›ndaki mücadelenin sonucu olarak ortaya ç›kar”. (Marx, Kapital 1, ‹flgününün S›n›rlar›) 3 “Ortak ya da kamusal mal” kimsenin kullanmaktan d›fllanamayaca¤› ve kimsenin kullan›m›yla azalmayacak olan ekonomik mallard›r ve s›n›f mücadelesine ba¤l› olarak toprak, su ve temiz havadan sosyal hizmetlere dek uzanan bir yelpazeyi kapsayabilir. Herhangi bir ekonomik mal, belirli bir bedel karfl›l›¤›nda sat›n al›nan “özel bir mal” haline dönüfltürüldü¤ü oranda, do¤as› gere¤i baflkalar›n›n kullanmas›yla azalmayacak olsa bile, baflkalar›n› kullanmaktan d›fllamak da mal›n sahibinin hakk› haline gelir. 4 Kentsel mekan ya da arazi üzerindeki kapitalist mülkiyet ya da kent arazisinin kapitalist birikim içinde mülk edinilmesi, emekçinin oturdu¤u konutun mülkiyetine sahip olmas›yla ilgisiz bir durumdur: “Sermaye, baflkalar›n›n ödenmemifl eme¤inin kumanda edilmesidir. ‹flçinin evi yaln›zca onu üçüncü bir kifliye kiralamas› ve bu üçüncü kiflinin emek ürününün bir parças›na kira biçiminde el koymas›yla sermaye haline dönüflür. T›pk› paltonun, onu terziden al›p giydi¤im andan itibaren sermaye olmaktan ç›kmas› gibi, evin sermaye haline gelmesi de, iflçinin evin içinde yaflamas› gerçe¤i taraf›ndan engellenir. (…) Belirli bir sanayi alan›nda her iflçinin kendi evinin sahibi olmas›n›n kural haline geldi¤ini varsayal›m. Bu durumda o bölgedeki iflçi s›n›f› kira ödemeden yaflar; kira harcamalar› art›k emek gücünün de¤erine dâhil olmaz. Emek gücünün üretim maliyetindeki her azalma, yani, iflçinin yaflamsal ihtiyaçlar›n›n fiyat›ndaki her kal›c› düflüfl, ‘politik iktisad›n demir kurallar› temelinde’ emek gücünün de¤erindeki bir düflüfle eflde¤erdir ve bu nedenle de nihayetinde ücretlerde buna denk düflen bir düflüflle sonuçlanacakt›r. Ücretler kira olarak tasarruf edilen ortalama tutara denk bir ortalamayla düfler, yani iflçi bu durumda da kendi evi için kira ödeyecektir, ama kiray› eskiden oldu¤u gibi, para olarak ev sahibine de¤il, çal›flt›¤› fabrikan›n sahibine karfl›l›¤› ödenmemifl emek olarak ödeyecektir. Bu yolla iflçinin küçük evinde yat›r›ma dönüflen tasarruflar› elbette bir ölçüde sermayeye dönüflür, ama kendi sermayesine de¤il, onu çal›flt›ran kapitalistin sermayesine.” (Engels, Konut Sorunu Üzerine) 5 Saskia Sassen, The global city: strategic site/ new frontier, http://www.rrojasdatabank.info/sassen01.htm 6 Hisse senedinde oldu¤u gibi arazi rant›nda da de¤er art›fl›n›n sanki havadan elde edilen bir de¤er art›fl› gibi alg›lanmas› burjuva iktisat teorisinin gündelik zihin üzerindeki hakimiyetinden kaynaklanan son derece yayg›n bir hatad›r. Oysa t›pk› faizde ve hisse senedi getirisinde oldu¤u gibi, arazi rant› da havadan de¤il, art› de¤er sömürüsünden beslenir. Kapitalistin iflçiden elde etti¤i art› de¤er daha sonra farkl› kapitalist sektörler aras›nda arazi (toprak) rant›, ticari kar, faiz, vergi olarak bölüflülür. Bu durumda kentsel rant›n halk yarar›na kullan›lmas› talebi, baflta toprak üzerindeki kapitalist özel mülkiyet olmak üzere bütün üretim araçlar› üzerindeki kapitalist özel mülkiyet tart›flma konusu yap›lm›yorsa yaln›zca art›ktan sermaye s›n›flar›na ayr›lan pay›n biraz daha s›n›rland›r›lmas› anlam›na gelir. 7 Kent merkezinin ve bütün ana artellerinin Haliç, Cibali, Bayrampafla, Topkap›, Levent, fiiflli, Beykoz, Kazl›çeflme gibi merkezi say›labilecek bölgelerden gelen tersane, metal, g›da, cam, deri iflçilerinin eylemleriyle, “iflçi kenti” olman›n toplumsal politik anlam›n› idrak etti¤i 1989 Bahar Eylemlerinin ‹stanbul’u ile günümüz ‹stanbul’unun karfl›laflt›r›lmas› bu durumun yaratt›¤› sonuçlar› göstermektedir. 8 Alexandre Apsan Frediani, “The World Bank Urban Policies, From Housing Sector to ‘Sustainable Cities’- The Urban Poor of Salvador da Bahai, Brazil” ve “Amartya Sen, the World Bank and the Redress of Urban Poverty”. 9 Post-modern tezler, sosyal haklar› talep eden toplumsal hareketleri, sahip olduklar› proleter s›n›fsal iç dinamizmleri ile düzen-d›fl› ve düzen karfl›t› devrimci bir politik hareketin kurucu zeminlerine dönüflülerek afl›lacak geçici bir tarihsel durumeflik olarak kavramay›p, genel nüfus içinde sahip olunan “muhalif kimlik ç›karlar›n›” ifade eden geçici ve gevflek radikal demokrasi koalisyonlar›n›n bileflenleri olarak ideallefltirmektedir. Ancak bu tezler, gerçekte tarihsel mücadelenin iflçi s›n›f› hareketinin politik yenilgisi sonras›nda ortaya ç›kan koflullar›n› normallefltirmeyi amaçlamaktad›r ve bu anlamda yap›lan “minareye k›l›f” uydurmaktan ibarettir. 10 Devrimci dönüflümler yerine reformcu ad›mlar› savunan Cemiyetin ismi, Kartaca ordusuyla do¤rudan çat›flmak yerine kand›rma taktiklerine baflvuran Romal› general Fabius Maximus’tan ilhamla türetilmifltir. Yeni-Fabianc›l›¤›n yeni kavramsal çerçevesinin Nobel ödüllü Hintli iktisatç› ve ‹ngiltere merkezli Oxfam isimli hay›rseverlik örgütünün onursal genel baflkan› Amarytra Sen’in yeni “refah” ve yurttafll›k teorilerine dayand›r›lmas› ve Gecekonducular Enternasyonali örgütünün kurucu hareketinin Hindistan kökenli olmas› da flafl›rt›c› de¤ildir. 11 Böyle bir yurttafll›k rejimine “sosyal yurttafll›k” denip denilmeyece¤i önemli de¤ildir. Üretim iliflkilerinin zaten sosyal iliflkilerden baflka bir fley olmad›¤› düflünüldü¤ünde, “sosyal yurttafll›k” sözünün de burjuva hilesi oldu¤u anlafl›labilir. Sosyal sorunlar› çözemeyen, tersine muazzam sosyal sorunlara neden olan kapitalist üretim iliflkileri, 19. yüzy›ldan beri üretti¤i “sosyal siyasetlerle” tehlikeli s›n›flara karfl› kalkanlar oluflturmaya çal›flmaktad›r.


Eflitlik üzerine I Friedrich Engels

...Frans›z burjuvazisi büyük devrimden bu yana sivil eflitli¤i ön plana ç›kartt›¤› için Frans›z proletaryas› yumru¤a yumrukla, eflitlik talebine toplumsal ve ekonomik eflitlik talebiyle yan›t verdi. Ve eflitlik özellikle Frans›z proletaryas›n›n savafl 盤l›¤›na dönüfltü.

63


DOSYA

BARINMA HAKKI

(...)

Bütün insanların, insanlar olarak, ortak bir niteliğe sahip oldukları ve bu ölçüde de eşit oldukları fikri, kuşkusuz çok eskilere dayanan bir fikirdir. Ama modern eşitlik talebi bundan bütünüyle farklı bir şeydir; bu talep, daha ziyade, bu insan olma ortak niteliğinden, insanların insanlar olarak sahip oldukları bu eşitlikten, bütün insanlar ya da en azından devletin bütün yurttaşları ya da toplumun bütün üyeleri için eşit bir siyasal ve toplumsal statü talebinin çıkarsanmasından meydana gelir. Bu ilk göreli eşitlik fikrinin, insanların devlet ve toplum içinde eşit haklara sahip olması gerektiği sonucuna yol açmasından önce, bu sonucun doğal ve kendinden menkul bir sonuç gibi bile görülebilmesinden önce binlerce yıl geçmesi gerekiyordu ve nitekim geçti de. En antik, ilkel toplulukların çoğunda, hak eşitliği, olsa olsa topluluk için geçerli olabiliyordu; kadınlar, köleler ve yabancılar elbette bu eşitlikten dışlanmışlardı. Yunanlılar ve Romalılarda insanlar arasındaki eşitsizlikler herhangi bir eşitlikten çok daha büyük bir öneme sahipti. Antik dönem insanları açısından, Yunanlılarla barbarların, özgür kişilerle kölelerin, yurttaşlarla yurttaş olmayanların, Roma yurttaşlarıyla (kapsamlı bir deyim kullanmak gerekirse) Roma tebaalarının eşit siyasal statü talebinde bulunmaları muhakkak ki delilik gibi görünürdü. Roma İmparatorluğu çağında, özgür kişilerle köleler arasındaki farklılıklar dışındaki bu farklılıkların tümü yavaş yavaş ortadan kalktı; bu yolla da, en azından özgür kişiler bakımından, özel mülkiyete dayalı hukukun bildiğimiz en yetkin biçimi olan Roma hukukunun üzerinde geliştiği, eşitliğin özel bireyler arasındaki biçimi doğdu. Ama özgür kişilerle köleler arasındaki antitez varlığını devam ettirdiği sürece, insanların genel anlamdaki eşitliğiyle ilgili hukuksal sonuçlar çıkarmak söz konusu bile olamazdı; bu durumu daha yakın bir dönemde bile, Kuzey Amerikan Birliği’nin köleci eyaletlerinde gördük. Hıristiyanlıksa, bütün insanların eşit olduğu sadece tek bir durumu kabul etti: O da, hepsinin eşit ölçüde bir ilk günahla doğmuş olmalarıydı ki bu durum Hıristiyanlığın kölelerin ve ezilenlerin dini olarak sahip olduğu karaktere bütünüyle uygundur. Hıristiyanlık bunun dışında, en fazla, seçilmişlerin eşitliğini kabul etti ancak bu da yalnızca ilk başlarda vurgulandı. Gene yeni dinin ilk evrelerinde görülen mal ortaklığının izleri de, gerçek eşitlikçi fikirlerden ziyade, lanetlenmişler arasındaki dayanışmaya bağlanabilir. Çok kısa bir zaman içinde rahiplerle rahip olmayanlar arasındaki farklılaşmanın kurumsallaştırılması bu başlangıç halindeki Hıristiyan eşitliğinin bile sonunu getirdi. Batı Avrupa'nın Germenler tarafından istilası, daha önce asla var olmayan son derece karmaşık bir toplumsal ve politik hiyerarşiyi yavaş yavaş inşa ederek, her türlü eşitlik fikrini yüzyıllar boyunca ortadan kaldırdı. An-

64

cak istila aynı zamanda, Batı ve Orta Avrupa’yı tarihsel gelişme seyrinin içine çekti, ilk kez yoğunlaştırılmış bir kültürel alan ve bu alan içinde de ilk kez birbirleri üzerinde karşılıklı etkide bulunan ve birbirlerini karşılıklı denetim altında tutan ağırlıkla ulusal bir devletler sistemini yarattı. Bu biçimde de, daha sonraki bir dönemde, üzerinde insanların eşit statüsü meselesinin, insan hakları meselesinin ortaya atılabileceği benzersiz bir zemini hazırladı. Feodal ortaçağ ayrıca rahminde, sonraki gelişimi içinde modern eşitlik talebinin standart temsilcisi haline gelmeye yazgılı olan sınıfı da geliştirdi: Burjuvaziyi. Başlangıçta kendisi de feodal bir zümre olan burjuvazi, büyük deniz keşiflerinin kendisine daha geniş ölçekli bir kariyerin yolunu açtığı bir dönemde, feodal toplumdaki ağırlıkla zanaata dayalı sanayii ve ürün mübadelesini görece yüksek bir düzeye taşıdı. Önceden yalnızca İtalya ile Doğu Akdeniz arasında yürütülen Avrupa sınırları ötesi ticaret, artık Amerika ve Hindistan’a yayılacak ve kısa sürede de önem bakımından hem çeşitli Avrupa ülkeleri arasındaki karşılıklı mübadeleyi hem de her bir ülkenin kendi içindeki iç ticareti aşacaktı. Amerikan altını ve gümüşü Avrupa’ya aktı ve çözücü bir element gibi feodal toplumun bütün çatlaklarına, yarıklarına ve gözeneklerine sızdı. Zanaata dayalı sanayi artık yükselen talebi karşılayamazdı, ileri ülkelerin çoğunun önde gelen sanayilerinde zanaata dayalı sanayinin yerini manüfaktür aldı. Ama toplumun ekonomik yaşam koşullarındaki bu güçlü devrimi, siyasal yapısında buna denk düşen herhangi bir değişim hemen izlemedi. Toplum giderek daha da burjuva bir nitelik kazanırken, siyasal düzen feodal kaldı. Büyük ölçekli ticaret, yani özellikle uluslararası ve daha da önemlisi dünya ticareti, hareket kısıtı olmayan ve bu anlamda eşit haklardan yararlanan; sahip oldukları metaları, en azından belirli alanların her birinde, hepsi açısından eşit yasalar temelinde mübadele edebilen özgür meta sahiplerini gerekli kılar. Zanaata dayalı sanayiden manüfaktüre geçiş -bir yandan loncaların engelleri ve öte yandan kendi emek güçlerini kendilerinin kullanmalarını sağlayacak olan araçlardan özgür olan- özgür işçinin, emek güçlerini kiralamak üzere manüfaktür sahibiyle sözleşme yapabilen ve bu nedenle de sözleşmenin tarafları olarak onunla eşit haklara sahip olan işçilerin varlığını ön gerektirir. Nihayet, insan emeği olması nedeniyle ve öyle olduğu ölçüde bütün insan emeğinin eşitliği ve eşit statüye sahip olması, bilinçsiz ancak en keskin ifadesini modern burjuva politik ekonomisinin değer yasasında bulur ki bu yasa uyarınca belirli bir metanın değeri barındırdığı toplumsal bakımdan gerekli emekle ölçülür. Ancak, ekonomik ilişkilerin eşitlik ve hak eşitliğini gerekli kıldığı yerde, politik sistem bunlara her adımda lonca engelleri ve özel ayrıcalıklarla karşı çıktı. Yerel ayrıcalıklar, farklılaştırılmış gümrükler, her türlü istisna yasası yalnızca yabancıların ve sömürgelerde yaşayanların yaptık-


ları ticareti değil, çoğunlukla ilgili ülke uyrukluların tamamını da yeterli ölçüde etkiliyordu; her yerde ve sürekli olarak yenilenen lonca ayrıcalıkları manüfaktürün gelişimini engelliyordu. Burjuva rakipler açısından yol hiçbir yerde açık, fırsatlar hiçbir yerde eşit değildi - ancak yolun açılması ve fırsatların eşit olması birincil ve daha da yakıcılaşan talepti. Feodal engellerden kurtulmak ve hak eşitliğinin feodal eşitsizliklerin ortadan kaldırılması yoluyla tesis edilmesi, toplumun ekonomik ilerlemesi tarafından bir kez gündeme sokulduktan sonra, kısa sürede daha geniş boyutlar kazanmak zorundaydı. Bu talepler sanayinin ve ticaretin çıkarları adına ortaya atıldılarsa da, aynı hak eşitliğinin, emek zamanlarının en büyük bölümünü, gerçek bir serflikten başlayan türlü bağımlılık dereceleri içinde merhametli feodal toprak sahiplerine hiçbir karşılık almadan vermeye ve ek olarak ona ve devlete sayısız başka vergiler de ödemeye zorlanan büyük bir köylü kitlesi için de talep edilmesi gerekliydi. Öte yandan, feodal ayrıcalıkların, soylulara tanınan vergi muafiyetinin ve farklı zümrelerin politik ayrıcalıklarının da ortadan kaldırılmasının talep edilmesi gerekiyordu. İnsanlar artık Roma İmparatorluğu gibi bir dünya imparatorluğunda değil, birbirleriyle eşit temelde ve yaklaşık olarak benzer bir burjuva gelişkinliği düzeyinde ilişki kuran bağımsız bir devletler sisteminde yaşadıkları için, eşitlik talebinin tek tek devletlerin sınırlarını aşan genel bir karakter kazanması; özgürlük ve eşitliğin insan hakları olarak ilan edilmesi de doğal bir şeydi. İnsan haklarını ilk tanıyan anayasa olan Amerikan anayasasının, bununla aynı anda Amerika'da varlığını sürdüren renkli ırkların köleliğini teyit etmesi, bu insan haklarının özgül burjuva karakterini açıkça gösteren bir durumdur: Sınıf ayrıcalıkları lanetlendi, ırk ayrıcalıkları kutsandı. Ancak, gayet iyi bilindiği gibi, burjuvazi feodal orta sınıf olmaktan çıktığı andan, Orta Çağların bu zümresi modern bir sınıfa doğru geliştiği andan itibaren, ona daima ve kaçınılmaz bir biçimde gölgesi, yani proletarya da eşlik etti. Benzer bir biçimde burjuva eşitlik taleplerine proleter eşitlik talepleri eşlik etti. Sınıf ayrıcalıklarının ortadan kaldırılmasına yönelik burjuva talebi ortaya ilk atıldığı andan itibaren, bunun hemen yanı başında sınıfların kendilerinin ortadan kaldırılmasına yönelik proleter talep boy gösterdi; önce dinsel bir formda, ilkel Hıristiyanlığa eğilim göstererek ve daha sonra burjuva eşitlikçi teorilerin kendilerinden destek alarak. Proleterler burjuvazinin sözünü doğru saydılar: eşitlik sadece görünüşte olmamalı, sadece devlet alanı için geçerli olmamalıdır, aynı zamanda gerçek olmalıdır, aynı zamanda toplumsal ve ekonomik alanlara da uzanmalıdır. Ve özellikle Fransız burjuvazisi, büyük devrimden bu yana, sivil eşitliği ön plana çıkarttığı için, Fransız proletaryası yumruğa yumrukla, eşitlik talebine toplumsal ve ekonomik eşitlik talebiyle yanıt verdi ve eşitlik özellikle Fransız proletaryasının savaş çığlığına dönüştü.

O halde eşitlik talebi proletaryanın ağzında ikili bir anlam taşımaktadır. Bu talep ya, özellikle ilk başlarda, örneğin Köylü Savaşları’nda olduğu gibi, apaçık toplumsal eşitsizliklere, zenginle yoksul, feodal toprak sahibi ile onun serfleri, tıka basa yiyenlerle açlıktan ölenler arasındaki çelişkiye karşı kendiliğinden bir tepkidir; bu biçimiyle sadece devrimci içgüdünün bir ifadesidir ve meşruluğunu da yalnızca böyle olmasından alır. Ya da, öte yandan, bu talep, burjuva eşitlik talebinden az çok daha doğru ve daha ileriye giden talepler türeterek ve işçileri kapitalistlere karşı kapitalistlerin kendi kabullerinin yardımıyla ayaklandırmak için bir ajitasyon aracı olarak, burjuva eşitlik talebine karşı bir tepki olarak ortaya çıkar. Her iki durumda da proletaryanın eşitlik talebinin gerçek içeriği sınıfların ortadan kaldırılması talebidir. (…) O halde, eşitlik talebinin kendisinin de, hem burjuva hem de proleter biçimleri içinde ortaya çıkabilmesi, kendileri de uzun bir ön tarihi gerektirmiş olan belirli tarihsel koşulları zorunlu kılan tarihsel bir üründür. Yani hiç de ezeli bir hakikat değildir. Bugün şu ya da bu biçimde genel kamuoyu tarafından verili kabul ediliyorsa, Marx’ın dediği gibi, “çoktan sabit bir popüler önyargı haline geldiyse”, bu hiç de kabul edilmiş bir gerçeklik yüzünden değil, on sekizinci yüzyıl düşüncelerinin genele yayılması ve güncelliğini koruması yüzündendir. (…) Anti-Dühring - 10. Bölüm

“Eflitlik talebinin kendisinin de, hem burjuva hem de proleter biçimleri içinde ortaya ç›kabilmesi, kendileri de uzun bir ön tarihi gerektirmifl olan belirli tarihsel koflullar›n ürünüdür. Yani hiç de ezeli bir hakikat de¤ildir.”

65


DOSYA

BARINMA HAKKI

Neoliberal otoriter kent, eme¤e karfl›

Metalaflt›r›c› küreselleflme, hizmetleflme ve finanslaflma taarruzunun merkezinde bulunan kentlerde, devlet-sermaye ortakl›¤›yla eme¤e karfl› büyük ve organize bir sald›r› yürütülmektedir. Kentsel mekanlar›n metalaflt›r›lmas›na karfl› direnifl, iktisadi bir bölüflüm mücadelesi de¤il, sermayenin s›n›r tan›mayan egemenli¤ine karfl› politik bir mücadeledir 66


Günümüzde kentsel mekânlar kapitalizmin yaşadığı krizin etkisini giderek daha fazla hissediyor. 1970’lerden beri sistemin içinden çıkamadığı aşırı birikim sorunlarına dair gelişen her eğilim (hizmetleşme, finanslaşma, küreselleşme) kentsel mekânlarda karşılığını buluyor. Bu eğilimlerin başında, sermayenin, hizmetler başta olmak üzere yeni birikim alanlarına yönelmesi geliyor. Eğitim, sağlık gibi bir dönemin kamusal hizmetlerinin yanı sıra inşaat da sermayenin gözde sektörlerinden biri haline dönüşüyor. Türkiye’de 2001 krizinin ardından bu sektör ortalama yüzde 20 büyüyerek dönemin büyüme oranlarına damgasını vurmuştur. Bu dönemde daha önceden sanayi üretimiyle yıldızı parlayan Ülker, Alarko veya perakendeden ve gıdadan yükselen Kiler ve Tadım gibi birçok sermaye grubu gayrimenkul sektörüne girmiştir. İnşaat sektörüne yönelik sermaye yönelimi, ilgili diğer sektörleri de parlatmaktadır. Örneğin Sabancı Holding’in 10 yıllık yatırım stratejisinde çimento sanayi temel sektörlerden biri olarak ilan edilmiştir.

K

apitalist toplumun egemen sınıfı, ismini “kent” (“bourge”) kavramından alan burjuvazidir. Kapitalist toplumsal ilişkilerin kurulduğu mekanlar olan kentler, sermayenin biriktiği, yeniden üretiminin gerçekleştiği ve bölüşüldüğü alanlardır. Bu kilit önemi nedeniyle emperyalistkapitalist sistemin tüm sorunlarının, krizlerinin, krizlere karşı getirilen yeniden yapılanma stratejilerinin kentlerde önemli karşılıkları bulunmaktadır.

Krize karşı sermayenin ikinci eğilimi finanslaşmanın son balonu mortgage (ipotekli konut kredisi) olarak öne çıkmaktadır. Aşırı birikmiş sermaye, konut kredisi sistemleriyle, konut sahipliğine dayalı kredi dağıtma “olanakları”yla ve metropol mekanlarına ait kağıtların borsada alınıp satılmasıyla yeni değerlenme alanları bulmaktadır. Böylece gayrimenkulün menkulleşmesi süreci işlemekte, kent arazileri hisse senedi olarak alınıp satılmaktadır. Gayrimenkulün menkulleşmesiyle birlikte, özellikle metropol kentlerdeki arazi ve binaların tamamı finans piyasalarının konusu haline gelmektedir. Örneğin İstanbul Büyükşehir Belediyesi'ne ait tüm gayrimenkuller Gayrimenkul Yatırım Ortaklığı'nda birleştirilmekte, kentin arazi ve bina portföyü borsada işlem gören bir kağıda dönüşmektedir. Türkiye’de toplam kredi kullanımının içinde konut kredilerinin oranının üçte bire yaklaşması, finans piyasası için kentsel mekanın artan önemini gösteren bir başka örnektir. Bu krediler finansal sermayenin değerlenmesi için önemli bir olanak yaratmakta, ancak bununla da yetinmeyen finansal tekeller, bu mortgage kredi alacaklarını menkul kıymetler olarak paketleyip pazarlamaktadır. Son dönemde Türkiye’de Akbank, İş Bankası, Garanti Bankası, Vakıfbank, Yapı Kredi Bankası, TSKB gibi finans devlerinin çok ciddi sermayelerle, Gayrimenkul Yatırım Ortaklıkları ile sektöre girişi, finans kesiminin iştahını göstermektedir. Finans piyasalarının konusu olan arazilerde ve binalarda halkın yerinin olmadığı açıktır. 1970’lerdeki krizin yarattığı bir diğer eğilim olan “küreselleşme”nin de bu alanda ciddi etkileri bulunmaktadır. Uzun bir süredir küresel finans oligarşisinin fonları, Arap sermayesinin petro-dolarları, hatta sanayi ve çeşitli hizmetlerden elde edilen karlar, gayrimenkul yatırım ortaklıkları ve bankalar eliyle hızla “küresel kentler”deki, “cazibe merkezleri”ndeki inşaat yatırımlarına kaymaktadır. Kapitalizmin krizi karşısında belirgin-

67


DOSYA

BARINMA HAKKI

leşen bu üç eğilimin (hizmetleşme, finanslaşma, küreselleşme) kesiştiği noktada kent mekanları hızla sermayenin değersizleşmesini bir süre erteleyen alanlar haline gelmekte, Harvey’in ifadesiyle bir küresel kentleşme patlaması yaşanmaktadır. Çin’de yüz kentten fazlası son 10 yılda bir milyon nüfus çizgisini geçerken, Hindistan’da Mumbai, Güney Afrika’da Johannesburg, Ortadoğu’da Dubai, Rusya’da Moskova gibi kentler bu gelişmenin örnekleri olarak sıralanmaktadır. İstanbul Finans Merkezi gibi projeler, emlak ve kredi balonlarını şişirecek bu yönelim üzerine kurulmakta, yılda 10 milyar dolarlık yabancı sermayenin Türkiye’ye çekilmesi planlanmaktadır. Dubai’nin emlak balonu büyük bir krizle sönerken, İstanbul patlamaya hazır yeni balon olarak ileriye sürülmektedir.1

De¤iflim de¤eri kullan›m de¤erine karfl› Küresel kentleşme patlamasıyla yükselen, nüfusun büyük bir bölümünü ilgilendiren kentin “kullanım değerleri” değil, inşaatından, finansına, perakendesinden, hizmetlerine kadar piyasaları ilgilendiren “değişim değerleri”dir. Bir başka ifadeyle, kentsel mekanların hızla metalaşması, bu mekanların sermaye birikimine katkısı ölçüsünde önem kazanmasına yol açmaktadır. Birikimin nesnesi haline gelen kentlerde değişim değerinin egemenliği, iki tip kullanım değerini hiçe saymaktadır. Bunlardan birincisi, daha önceden halkın kullanımına açık parkların, oyun-spor alanlarının, korulukların, okulların, hastanelerin, engelli merkezlerinin toplum için ifade ettiği kullanım değeridir. İkinci olarak da, eski sanayi merkezlerinin etrafında kümelenmiş emekçi mahallelerinin sadece barınma işlevi gören konutlarının kullanım değeri hiçe sayılmaktadır. Sanayinin kent çeperlerine ve düşük maliyetli başka kentlere/ülkelere taşındığı kentlerde, bu tip kentsel araziler sermayenin yeniden değerlenme alanı olarak daha fazla öne çıkabilmektedir.2 1980’lerden önce Türkiye’de emeğin yeniden üretim maliyetlerini düşürerek, büyüyen sanayi için “sınırsız emek arzı” yatağı olarak göz yumulan “metadışı” alanların sermaye için anlamı farklılaşmıştır. 1980’lerle birlikte önce gecekonduların ticarileşmesi süreci yaşanmış, bu süreçte yoksul mahallelerdeki küçük mülk sahipleri de büyüyen rantlardan pay alabilmişlerdir. Bu rant payları, devletin sosyal güvence mekanizmalarının yarattığı açığı bir nebze de olsa telafi etmiştir. Ancak sanayinin kent dışlarına göçmesiyle, gecekonduların sermaye için emek maliyetlerini, devlet için sosyal harcama maliyetlerini düşürücü etkisinin önemini yitirdiği merkezlerde sermayenin cüreti ve saldırıları tırmanmaktadır. Bu mekanlar, eski toplumsal mutabakatların en kolay yıkıldığı ve kentsel dönüşümün en vahşi yöntemlerle ilerletildiği alanlar olmaktadır. Sadece doğrudan bir kullanım değeri ifade eden mekanlar de-

68

ğil “boş” araziler de “sermayenin mekansal istilası”ndan nasibini almaktadır. 3. Köprü vasıtasıyla veya çeşitli çevre yolları projeleriyle rantlandırılan alanlar aslında boş değildir, üzerindeki ormanlar, su kaynakları, tarlalar vs. yani doğa yok sayılmaktadır. Yeni düzende, iş merkezlerine yakın, ulaşım olanakları gelişmiş, tarihi dokusu olan, manzarası cazip mekanlarda yoksulun ve kamusal mekanların var olma hakkı yoktur. “Seçkinleştirilen/soylulaştırılan” eski “çöküntü alanları”na nezih insanlar yerleştirilecek, rezidanslarda seçkin komşuluk ilişkileri kurulacak, yıkılan geleneksel sosyal ilişkilerin yerine alışveriş üzerinden sosyalleşmeye çağıran AVM’ler dikilecektir. Tarihi ve turistik bölgelerde tüm açık alanlar, sokaklar, toplumun tamamına açık kamusal alanlar işletme haline getirilecek; buralarda bırakın yaşamayı oturup soluklanmak bile piyasa ilişkileri üzerinden gerçekleşebilecektir.3 Sermayenin hücum ettiği kentsel mekanlarda, emlak vergileri ve kiralar yükselmekte, temel ihtiyaçlar pahalılaşmakta, fiyat mekanizması soylulaştırma/seçkinleştirme operasyonları için etkin bir rol oynamaktadır.

Devlet sermayenin hizmetinde Bununla birlikte, kentsel dönüşüm için kullanılan tek araç fiyat mekanizması değildir. Sermayeyi cezbeden kentsel mekanların geleneksel sahiplerinden temizlenmesi sadece piyasaya bırakılmamaktadır. Neoliberal dönemde “sivil toplum” karşısında küçüldüğü iddia edilen devlet, sınıfsal karakterini gizleyen tüm örtülerinden sıyrılarak devreye girmektedir.


Dünyadaki pek çok kentsel dönüşüm pratiği doğrudan devlet tarafından finanse edilmektedir. Ulaşım ve altyapı yatırımlarıyla devlet, sermayenin yöneldiği bölgeleri rantlandırmaktadır. Hatta dönem dönem sermayenin zararları da devlet tarafından üstlenilerek buralar sermaye lehine kamulaştırılmaktadır. Kentin uluslararası finans oligarşisi için cazibe merkezi haline getirilmesi önem kazanırken belediyeler çeşitli projelerini aktif olarak uluslararası emlak piyasalarında pazarlamaya girişmektedir. Türkiye’de de belediyeler, kentsel mekanları aktif olarak pazarlama stratejisinin bir parçası olarak bünyelerinde KİPTAŞ (İstanbul Konut İmar Plan Sanayi ve Ticaret A.Ş), BİMTAŞ (Boğaziçi İnşaat Müşavirlik AŞ) gibi şirketler kurmaktadırlar. Örneğin İstanbul’a dair tüm çevre ve strateji planlarının hazırlandığı İstanbul Metropoliten Planlama ve Kentsel Tasarım Merkezi, belediyeden ihale usulü iş alan bir “Belediye İktisadi Teşekkülü” olan BİMTAŞ bünyesinde faaliyetlerini sürdürmektedir. Böylece planlamanın kamusal işlevi tamamen yok sayılmakta, şirketleşen planlama faaliyetleriyle kentler tamamıyla pazarlanacak metaya dönüştürülmektedir. Hızlı metalaştırma sürecinde devletin aktif müdahalesi pazarlamadan ibaret değildir. Devletin ‘zor’unun kentsel dönüşümdeki rolünü ifade eden bir kamu-özel ortaklığı projesi olarak TOKİ, neoliberal dönüşümün otoriter özünün en yalın ifadesidir.

Kentler emek düflmanl›¤›yla rekabet gücü kazan›yor AKP iktidarı döneminde hazırlanan IX. Kalkınma Planı’nda

ilk kez yer alan “metropollerin küresel rekabette öne çıkacak iş ve yaşam ortamının sağlanması” ifadesi, kentsel dönüşüm pratiklerinin gündelik-pragmatik hedeflerin ötesini ifade ettiğini göstermektedir. Önceden ulus devletler ölçeğinde baskısını hissettiren küresel rekabet bugün kentleri yarıştırma noktasına gelmektedir. Kentlerin rekabet gücü, emeğin yeniden üretiminin sermeye birikiminin konusu haline getirilmesi ve emeğin değersizleştirilmesi üzerinden, emeğe saldırarak sağlanmaktadır. Küresel rekabette öne çıkacak yaşam ortamıyla kastedilen “küresel kent”in üzerindeki tüm mekanları ve üretilen hizmetleriyle tepeden tırnağa metalaşması, iş ortamıyla kastedilen ise “yarışan kent”in emek gücünün denetim altına alınarak ucuzlatılmasıdır. Emekçilerin barınma güvencesinin tamamen ellerinden alınması, sermayenin emek üzerindeki egemenliğini pekiştirerek emeğin değersizleşmesine karşı direnişi de kıracak bir etken olarak kullanılmak istenmektedir. ABD’de ipotekli konut çılgınlığını keşfedenlerin mutlulukla tespit ettikleri gibi “borçla yüklü ev sahiplerinin greve gitmesi daha az olası”dır. Konserve kutusu evlerde, devletin/bankaların kiracısı haline getirilmiş, kentle tüm mekansal, politik bağı koparılmış emekçiler, kendilerini eski mahallelerinde olduğundan daha güçsüz hissedeceklerdir. Kentsel mekanların metalaştırılmasına karşı mücadele ile emeğin değersizleştirilmesine karşı mücadele sınıf mücadelesinin farklı tezahürlerdir ve en başından itibaren bu perspektifle örgütlenmelidir. Emeğin yeniden üretimine dair her şeyin sermaye birikiminin konusu olması sadece iktisadi bir konu değil, sermaye egemenliğine işaret eden politik bir mücadele konusudur. Eğitim, sağlık, barınma gibi hizmetlerin üretildiği kent mekanında, sermayenin çeşitli metalaştırma saldırılarına karşı direnişi halkın hakları mücadelesi etrafında bütünleştirme hedefi, sermaye egemenliğine karşı, devrimci bir alternatif yaratma yolundaki en önemli dönemeçtir.

Dipnotlar: Tüm kamusal mekanlar›n özellefltirildi¤i neoliberal otoriter kentte her istedi¤imiz sokaktan geçemez, deniz kenar›nda para ödemeden soluklanamaz, al›flverifl merkezleri haricinde kenti yaflayamaz, tüketmeden var olamay›z. Bu durumda kent sadece ve sadece belirli bir tüketim gücü olanlar için mekanlar sunar. Di¤erleri ise var ettikleri kentte ad›m ad›m mültecileflirler.

1

2

3

Birleflik Arap Emirlikleri’ni oluflturan 7 emirlikten biri olan Dubai san›lan›n aksine petrol zengini de¤il, gelirinin büyük bir bölümünü finans, emlak ve turizmden sa¤layan bir ülkedir. Bu aç›dan Dubai modeli, emlak ve finans birlikteli¤i ile ekonomik büyümeye verilen örneklerden biri olmufl ve AKP iktidar›n›n rol modellerinden biri olarak öne ç›km›flt›r. Korkunç sefalet koflullar›nda çal›flan göçmen eme¤i bu balonun fliflmesindeki en önemli etkenlerdendir. Kas›m ay› sonunda patlayan Dubai krizi, “Yabanc› sermaye ve dev inflaat projelerine dayanan gösteriflli büyüme modelinin sonu” olarak tart›fl›l›rken AKP’nin bu rotada ›srar› artmaktad›r. “Dünyan›n en zengin 5. soylusu” say›lan Dubai Emiri Maktum, Ali Babacan ile yak›n iliflkileri ve Levent’teki ‹ETT arazisinin peflkefl çekilmesi çabalar› ile Türkiye’de de gündem olmufltu. Ertu¤rul Günay’›n sel felaketini yorumlarken sarf etti¤i sözler “mutabakat feshi”nin ilan› gibidir: “‹stanbul, daha çok bilim, kültür-sanat merkezi, belki finans merkezi ama kesin olarak sanayi merkezi de¤il. Sanayiden kaynaklanan nüfus ve konut yo¤unlu¤unu bir uzun vadeli planlama yaparak mutlaka ‹stanbul'un d›fl›na ç›karmak gerekiyor. Bunu yapmazsak, ‹stanbul hala yorgan›n› s›rt›na sar›p Anadolu'dan gelenlerin fabrikalarda asgari ücretle ekmek arad›¤› bir umut bölgesi halinde kal›rsa, biz önümüzdeki y›llarda da bu s›k›nt›lar› ne yaz›k ki yaflar›z… ‹stanbul'un ismiyle birlikte bu ac›lar›n, altyap› s›k›nt›lar›n›n gündeme gelmesi do¤rusu çok büyük bir talihsizlik oldu ” Bu tarzdaki soylulaflt›rma uygulamalarn›n en bilinen örneklerinden biri, Beyo¤lu’nda özellefltirilerek girifline ç›k›fl›na arama noktalar› ve badigardlar yerlefltirilen Cezayir Soka¤›’d›r. Halktan ar›nd›r›larak “nezih” bir e¤lence mekan›na çevrilen soka¤›n isminin trajik biçimde Frans›z Soka¤› olarak de¤ifltirilmesi tesadüf de¤il, sermayenin sömürgeci içgüdülerinin sonucu olarak de¤erlendirilebilir.

69


DOSYA

BARINMA HAKKI

Metalaflt›r›c› zor ayg›t› olarak TOK‹ AKP iktidar›n›n kentsel rekabete dayal› sermaye çekme stratejisinin kritik kurumlar›ndan birisi olan Toplu Konut ‹daresi, neoliberal dönüflümün bafllar›nda Özellefltirme ‹daresi’nin oynad›¤› rolü bugün kentler üzerinden üstlenmekte, sonsuz yetkilerle donat›lmaktad›r

“Biz devlete tabiyiz, vatandafla tabi de¤iliz, vatandafl devlete uyacak, devlet vatandafl›n zarar›na ifl yapmaz” (TOK‹ Baflkan› Erdo¤an Bayraktar’›n CNN Türk’teki bir konuflmas›ndan)


S

on dönemde kentsel dönüşüm pratiklerinin neredeyse tamamının altından Toplu Konut İdaresi (TOKİ) çıkmaktadır. Amacı “nüfus artışı ve hızlı kentleşme sebebiyle oluşan konut ve kentleşme sorunlarının çözülmesi” olarak tanımlanan TOKİ, çok sayıda yıkım, yağma ve yolsuzluk haberlerinde boy göstermektedir. 2000’li yıllarda AKP iktidarının en kritik kurumlarından biri haline gelen TOKİ, 1990’lı yıllarda Özelleştirme İdaresi’nin neoliberal dönüşüm için oynadığı işlevsel rolü bugün kentler üzerinde oynamaktadır. 1984 yılında kurulan ve uzun süre işlevsiz bir kurum olan TOKİ, AKP iktidarı ile beraber, 2000’li yıllarda çıkartılan yasalarla güçlendirilmiş ve işletmeleştirilmiştir.

Baflbakanl›k Toplu Talan ‹flletmesi AKP iktidarı döneminde TOKİ, Arsa Ofisi Genel Müdürlüğü’ne ve yerel yönetimlere ait olan yetkilerin ve arsaların önemli bir bölümünü devralmış, tüm ölçeklerde planlar yapmaya, yapılmış planları değiştirmeye ve daha da önemlisi onaylamaya dair yetkilendirilmiştir. Gecekondu alanlarında Bayındırlık ve İskan Bakanlığı’nın tüm yetkileri 2007 yılında, belediyeler ve il özel idarelerinin yetkileri de 2008 yılında TOKİ’ye bırakılmıştır. Böylece TOKİ’ye, yerel ve merkezi iktidardan “bağımsız” bir kurum görüntüsü kazandırı-

lırken, gerçekte neoliberal kapitalizmin anti-demokratik özünü yansıtan yönetim mekanizması devreye sokulmaktadır. Kentler ve kentlerde yaşayanların yaşamı hakkında alınan çok ciddi kararlar, Başbakan’a bağlı TOKİ bürokrasisi ile inşaat ve finans tekellerinin oluşturduğu oligarşik yapı tarafından alınmaktadır. Kısacası bu oligarşik yapı planlama, inşaat, satış gibi arazi kullanımı ile ilgili Türkiye’deki en yetkili organ konumuna yükseltilmiştir. Karar mekanizmasının siyasi hesap sorma mekanizmalarından arındırılması yetmemiş, TOKİ yargı karşısında da güçlendirilmiştir. TOKİ faaliyetlerinin, Kamu İhale Kanunu kapsamı dışına çıkartılması ile Sayıştay’ın denetiminden uzak tutulmasına dair düzenlemelere, kurumun yapı denetimine dair kanunlardan da muaf tutulması eklenmiştir. AKP iktidarıyla, Hazine’ye ait tüm arazileri bedelsiz alabilme olanağı verilen TOKİ, hükümet tarafından 13 Ekim 2009’da Meclis’e gönderilen bir kararname ile, sadece arsalara değil üzerinde bina bulunan Hazine mülklerine de el koyabilecek şekilde güçlendirilmek istenmektedir. Tasarıda TOKİ’ye devredilmiş arsa ve arazilerden de ebediyen Emlak Vergisi alınmaması öngörülmekte, böylece kurum tam manasıyla kentsel dönüşümün neoliberal terminatörüne dönüştürülmek istenmektedir. Bir taraftan görülmemiş yetkilerle donatılan TOKİ öte taraftan da hızla işletmeleştirilmiştir. 2002 yılında kurumun ipotekli konut kredisi devralmasına, menkul kıymet (finansal kağıtlar) ihraç etmesine ve hizmet satın almasına dair düzenlemeler yapılmıştır. 2003 yılında çıkartılan bir kanunla bu kuruma kar amacı güden projeler geliştirme hakkı verilmesinin ve bunun için de çeşitli ortaklıklar kurulmasına izin verilmesinin TOKİ’nin işletmeleştirilmesi sürecine katkısı büyüktür. Bu düzenlemelerle birlikte TOKİ, eski yoksul mahalleler üzerine inşa ettiği uydu-kentlerle, akıllı-evlerle, girdiği finansal ortaklıklarla girişimci kamu kuruluşu olarak anılmaya başlanmıştır. TOKİ, Groupama International ve Axa Group gibi uluslararası tekellerin yanı sıra Vakıf Gayrimenkul Yatırım Ortaklığı AŞ, Vakıf İnşaat Restorasyon ve Ticaret AŞ’nin de ortağı olmuştur. Başbakanlığa bağlı TOKİ’nin, Deniz Feneri yolsuzluğunda para nakillerinin gerçekleştiği ve ATV-Sabah grubunu satın alan Çalık Grubu’nu fonlayan Vakıfbank ile ortaklığı da manidardır. Devletin kentsel dönüşüm bağlamında artan rolü farklı sermaye grupları arasındaki mücadeleye bağlı olarak, kayırmacılık, yolsuzluk gibi iddiaları da gündeme taşımaktadır.1 İnşaat Mühendisleri Odası’nın bir araştırmasına göre TOKİ’nin ihale ettiği işlerin yüzde 68'lik bir bölümünü AKP hükümetine “yandaş” şirketler almıştır. 2002–2007 yılları arasında kurumun yaptığı 700 civarında ihaleden dağıttığı 16 milyar liranın çok büyük bir bölümünün Müstakil Sanayici ve İşadamları Derneği (MÜSİAD), Anadolu Aslanları

71


DOSYA

BARINMA HAKKI

İşadamları Derneği (ASKON), Türkiye Sanayici ve İşadamı Dernekleri Konfederasyonu (TUSKON) üyesi şirketlerin kasasına akması diğer sermaye grupları arasında da şikâyetlere neden olmuştur.2 Bu tablo AKP açısından kentsel dönüşümün anlamını özetlemektedir: AKP kentsel mekanların pazarlanması üzerinden hem uluslararası tekelci mali sermayeyle hem de yerel yandaş sermaye gruplarıyla bağlarını kuvvetlendirmektedir. Tayyip Erdoğan’ın TOKİ Başkanlığı’na, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin konut yapım şirketi KİPTAŞ’ın başkanlığını yürüten Erdoğan Bayraktar’ı ataması bu bağların sürekliliğine verdiği önemi göstermektedir. Son dönemlerde TOKİ müteahhitliğin anlamını da değiştirmiştir. Kentlerde rantı en yüksek arazilerin TOKİ aracılığıyla değerleniyor oluşu, sermaye birikimi büyük şirketlerin inşaat sektöründeki egemenliğini ilerletmiştir. Birikime en uygun arazilerdeki inşaatlar için TOKİ ihalelerine giriş, ciddi bir finansal güç gerektirdiğinden Türkiye’de inşaat sektörünün simgesi “Laz müteahhit”ler olmaktan çıkmakta, büyük inşaat tekelleri, yatırım ortaklıkları, konsorsiyumlar, sektörü daha da oligopol bir piyasa haline getirmektedir. Hem giderek yükselen finansman ihtiyacı hem de inşaat sektörünün ürününün, konutun piyasada satılıp karın realize edilmesi için kredi mekanizmasına duyulan ihtiyaç, finans tekellerinin sektördeki konumunu oldukça güçlendirmiştir ve bu süreçte TOKİ’nin katkısı oldukça önemlidir. TOKİ’nin müteahhitlerinin finansal profilinin yükselmesi, TOKİ inşaatlarında çalışan yüz binlerce inşaat işçisinin çalışma koşullarını yükseltmemiş, aksine TOKİ ihalelerinde sertleşen rekabet koşulları, parasız çalıştırmaya kadar varan emek sömürüsü biçimlerini gündeme getirmiştir. 2009 yılında neredeyse her ay TOKİ inşaatlarında çalışan işçilerin ücretlerini alamadıkları için yaptıkları iş bırakmadan, çatıya çıkmaya ve inşaatı bloke etmeye varan eylemleri gündeme gelmiştir.

TOK‹’den yoksula ne düfler “Teorik olarak” alt gelir gruplarına yönelik ucuza konut üretmeyi hedefleyen bir kurum olan TOKİ’nin ürettiği konutların yüzde 56’sı üst gelir gruplarına hitap eden lüks konutlardır ve kurumun kaynaklarının sadece yüzde 22’si emekçilere yönelik konut üretiminde kullanılmaktadır. Maliye Bakanlığı’nın onayı ile Milli Emlak Genel Müdürlüğü’ne bağlı kıyı şeritleri ve kaplıca bölgelerindeki arazilerin TOKİ’ye bedelsiz devri ve yoksula ev yapmakla görevli bu kurumun zenginler için villa tipi ikinci konut üretme kararı alması önemli bir örnektir. Bu sınıfsal tercihin oldukça göze batar bir hale gelmesinin, yıllar geçtikçe daha belirginleşmesi TOKİ tarafından da gayet iyi bilindiği içindir ki, seçim öncesi 2010 yılı TOKİ Başkanı Erdoğan Bayraktar tarafın-

72

dan “alt gelir grupları ve yoksullar için konut üretimi yılı” ilan edilmiştir. TOKİ’nin evlerinden ettiği yoksullar için, çoğunlukla kentin en dış çeperlerinde yer alan TOKİ Kentsel Dönüşüm Blokları’na taşınmak da bir kurtuluş olmamaktadır. 20-30 seneliğine memur maaşlarına endeksli olarak artan “Barınma vergisi”ne bağlanan aileler, konut kredilerinin taksitlerinin yanı sıra aidatlarını ve faturalarını ödeyememekte, ödese dahi diğer temel hizmetlerden ve ihtiyaçlardan kısarak daha da yoksullaşmaktadır. Bu ailelerde çocukların çalıştırılma oranı artmakta, borç batağına düşen aileler icra ile karşılaşmakta ya da evlerini borçlarıyla beraber satıp yeniden göç etmektedir. Sadece Ayazma Blokları’nda yerleşmelerinin üzerinden daha 2 sene geçmeden evlerini satanların oranı yüzde 30'a yükselmiştir. İstanbul Taşoluk’ta ise durum daha vahimdir, kentsel dönüşüm projesiyle TOKİ konutlarına sürülen 300 aileden sadece 27’si mahallede kalmıştır. Evlerinde oturmayı sürdürenler açısından da durum çok parlak değildir. Lüks konutlar için “hiçbir masraftan kaçınmayan” TOKİ’nin “sürgün evleri”nin neredeyse inşaat halinde kullanıcılara teslim edildiği, çatılarının aktığı, 2 yıl içinde çürümeye başladığı İnşaat Mühendisleri Odası’nın bir değerlendirme raporuyla da belgelenmiştir.3

TOK‹ müteahhitlerinde çal›flan tafleron iflçiler s›k s›k yapt›klar› eylemlerle gündeme geliyor. TOK‹ iflçilerinin en önemli sorunu paralar›n›n ödenmemesi olarak öne ç›k›yor. TOK‹’nin ihya etti¤i müteahhitler, kar›n toklu¤una ve flantiyede yatma karfl›l›¤› iflçi çal›flt›r›rken artan iflçi eylemleriyle ilgili olarak “üst iflveren” TOK‹’nin tavr› genelde umursamazl›k oluyor. ‹flçilerin müteahhitlerden ücretlerini alamamalar› halinde üst iflvereni ve ürettikleri inflaatlar› hedef alan eylemlere de bafllad›klar› gözlemleniyor.


Ancak her şeye rağmen AKP iktidarı, tıpkı diğer dilencileştirme politikalarında olduğu gibi, geniş bir hak ihlalini, seçmeci ve sınırlı bir ulufe dağıtımıyla beraber yürüterek, hem belirli bir kitle desteği sağlamakta, hem de “fakir fukara-garip guraba”ya “bir gün sana da çıkabilir” umudunu yaymaktadır. Bu açıdan TOKİ, sosyal politikaların yerini sadakanın aldığı neoliberal dönemde, iktidar için önemli bir siyasi patronaj aracı olarak varlığını sürdürmektedir.

Kullan›m de¤erinin güvencesi olarak küçük mülkiyet ifllevsizlefliyor Kentsel dönüşüm mekanlarındaki kiracılara dair, işyerlerinden çok uzakta 40 metrekare konutların alıcısı olmak için kura çekmek dışında hiçbir gerçekçi çözüm önermeyen TOKİ4, küçük mülk sahibi emekçileri mekânlarından çıkartabilmek için havuç-sopa yöntemini kullanmaktadır. Mülk sahiplerine enkaz bedeli ve uzun vadeli borçlanma karşılığı ev “öneren” TOKİ, bunun kabul edilmemesi durumunda da acele kamulaştırma yetkisi sopasını çıkarmaktadır. Sadece afet ve savunma gibi olağanüstü durumlarda Bakanlar Kurulu kararı olmaksızın kullanılabilen “acele kamulaştırma” yetkisinin kentsel dönüşüm projeleri için kullanılabilmesine dair AKP iktidarı döneminde

yapılan yasal düzenlemeler, durumun ciddiyetini göstermektedir. Anayasa’ya göre sadece kamu yararına kısıtlanabilecek “mülkiyet hakkı” kentsel dönüşüm için emekçi sınıflar aleyhine kısıtlanarak, neoliberalizmin sadece büyük sermayeden ibaret kamu ütopyasını yansıtmaktadır. Liberalizmin tüm hakların üzerinde gördüğü “mülkiyet hakkı”, piyasaya yönelik değişim değerinin karşısında mülk sahipleri için kullanım değerini ifade ettiği ölçüde kutsallığını yitirmektedir. Kentleri değişim değerinin, yani sermayenin tam egemenliği altına almak adına “acele kamulaştırma” silahı dışında çeşitli yıldırma yöntemleri de geliştirilmektedir. TOKİ’nin ilgi alanına giren bölgelerde altyapı, ulaşım, eğitim, sağlık hizmetleri aksatılmakta, böylece bir taraftan mahalle “değersizleştirilirken” bir taraftan da mahallenin sakinleri teslim alınmaya çalışılmaktadır. TOKİ’nin kentsel dönüşümü savunurken kullandığı argümanlara rengini veren sadece piyasanın soğuk rasyonel dili değil, aynı zamanda buna eşlik eden yoksul düşmanı bir normatif dildir. TOKİ Başkanı Erdoğan Bayraktar “terörün, uyuşturucunun, devlete çarpık bakmanın arkasında gecekondulaşma var” demekte ve açıkça

73


DOSYA

BARINMA HAKKI

Kim bu Erdo¤an Bayraktar? TOK‹ Baflkan› Erdo¤an Bayraktar her dönem Tayyip Erdo¤an’›n as kadrolar› aras›nda yer ald›. Erdo¤an ‹stanbul Büyükflehir Belediye Baflkan› iken belediye flirketi olan K‹PTAfi’›n Genel Müdürlü¤ü’ne getirilen Bayraktar, o dönemde Milli Görüfl’te temsil edilen sermaye kesimleri aç›s›ndan önemli projelere imza att›. Refah Partisi’nin sembollerinden ismini alan Baflakflehir ve Hilalflehir projeleri, AKP’nin üzerinde yükseldi¤i sermaye birikim modelinin de ilk sembolleri oldu. AKP’nin iktidara gelmesinin ard›ndan Bayraktar 2002 y›l›nda TOK‹ Baflkanl›¤›’na getirildi. Bir baflka ifadeyle “kasa sa¤lama al›nd›”. 81 ilde ve 370 ilçede 500 bine yak›n konut inflaat› yapt›ran ve Türkiye’deki kamuya ait arsa/arazi/bina stoku üzerinde büyük bir söz hakk› bulunan TOK‹’nin bafl›nda olan Bayraktar, Türkiye’nin “en güçlü” isimlerinden bir oldu. Ad› Ankara Belediye Baflkanl›¤› için geçen Bayraktar’›n milletvekili aday› olmas› da gündeme geldi ancak TOK‹’nin kritik konumu nedeniyle bu kurumun bafl›nda kald›. Erdo¤an Bayraktar’›n o¤lu ‹stanbul II Numaral› Kültür ve Tabiat Varl›klar›n› Koruma Kurulu’nda raportörlük yaparken, babas›n›n isminin Eskiflehir’de bir okula, day›s›n›n isminin de Çorum’da bir parka verilmesi tart›flma yaratt›. Teorik olarak “dar gelirlilere” ev yapmakla sorumlu olan bir kurumun bafl›na “Paras› pulu olmayan insanlar›n ‹stanbul’da yo¤unlaflmas›n›n engellenmesi için birtak›m tedbirler al›nmas› gerekiyor” diyen Bayraktar’›n getirilmesi, hem TOK‹’nin hem de onun yürüttü¤ü kentsel dönüflüm projelerinin ruhunu gayet net biçimde a盤a ç›kar›yor. “Paras› pulu” olmayan insanlar›n ‹stanbul için güvenlik sorunu oluflturdu¤unu savunan Bayraktar’›n, “Bu insanlar›n ‹stanbul’da bar›nmas›n› engelleyerek, kentsel dönüflümü yapabiliriz” fleklindeki sözleri AKP’nin yoksullara nas›l bakt›¤›n›n en net göstergesi. Bayraktar’›n ‹stanbul Hac›hüsrev mahallesindeki dönüflüm projelerini savunurken bölgede yaflayan “siyah, esmer vatandafllar”›n, “yasak al›m sat›mlar” yapt›¤›na dikkat çekmesi ve “bunlar›n elden geçirilmesi” gerekti¤ini vurgulamas› yoksullu¤u kriminalize eden neoliberal otoriter yaklafl›m›n bir örne¤i olarak de¤erlendirilebilir. Sadece bu ifadeler ›fl›¤›nda dahi, TOK‹’nin gecekondulular› sefil bir yaflam ve kötü konutlardan kurtarma iddias›, 30 tutsa¤›n hayat›n› kaybetti¤i “Hayata Dönüfl Operasyonu” pervas›zl›¤›nda bir sald›r› söylemidir.

74

yoksulların İstanbul’dan sürülmesini önerebilmektedir. “Suç merkezlerinin temizlenmesi” ve güvenlik sorunu söylemleri etrafında emekçi semtleri sürekli olarak soylulaştırma/seçkinleştirme ve küçük mülk sahipleri mülksüzleştirme operasyonlarının hedefi haline getirilmektedir

Neoliberal otoriter kent ve alternatif Bir dönem emekçilerin barınma sorununu piyasa-dışı kanallardan kendi kendilerine çözmesini (gecekonduları) engellemeyen, daha sonraları özellikle 80’lerde kentsel rantın yaratılması sürecinde tekelci sermaye dışında belirli küçük mülk sahibi kesimlere de ranttan pay veren kapitalizmin neoliberal aşamasında kentsel mekanlar artık tekelci mali sermayenin tam egemenliği altına alınmak istenmektedir. TOKİ gibi otoriter kurumlarla sağlanmaya çalışılan bu egemenlik karşısında küçük mülkiyet savunusuyla direnmek güçleşmekte, barınma hakkı için küçük mülkiyet işlevsizleştirilmektedir. Soylulaştırılan/seçkinleştirilen mekanlardan uzaklaştırılarak görünmez hale getirilmek istenen emekçiler, sadece ekonomik zarara uğramamakta, bu süreç yoksul emekçilerin politikaya müdahalesinin geleneksel bağlarının dparçalanmasını da beraberinde getirmektedir. Emekçi sınıfların mahalleleriyle birlikte kentlerdeki politik temsil bağları da yok edilmektedir. Tüm karar verme, onaylama, uygulama yetkisinin TOKİ gibi doğrudan Başbakanlığa bağlı, işletmeleştirilmiş, merkezi bir üst-kurulda toplanması, halkın kentsel siyasetten tam anlamıyla dışlanması anlamına gelmektedir. Bu yüzden kentin neoliberal dönüşümüne karşı mücadelenin aynı zamanda bir demokrasi mücadelesi olarak örgütlenmesi, yeni demokratik, fiili politik temsil biçimleri yaratılması zorunludur. Bu açıdan barınma hakkı, devletçe kolayca işlevsizleştirilebilen bireysel mülkiyet sahipliğini aşan, sağlıklı bir yaşam ortamında kamusal bir barınma hakkı olarak tanımlanmalıdır. Böylesi bir tanımlama etrafında büyütülecek mücadele, yoksul mahallelerdeki emekçilerin, tapulu/tapusuz, ev sahibi/kiracı gibi, aslında kalıcı hiçbir güvence sağlamayan kategoriler ile bölünmesini de engelleyebilecektir. Bu kavga sermayenin kendi suretinden yarattığı neoliberal otoriter kente karşı demokratik bir emekçi kamusallığı kurma kavgasıdır.

Dipnotlar: 1

2 3 4

Türkiye Kent Kooperatifleri Merkez Birli¤i Genel Baflkan› Mehmet Aksoy’un TOK‹ projelerini elefltirirken kulland›¤› ifadeler sermaye içi mücadelelerde devletin artan önemine dair çarp›c› bir örnektir: “Hükümetimiz birçok alanda özellefltirmeye giderken, ne hikmetse konutta devletlefliyor.'' ‹nflaat Mühendisleri Odas›, “TOK‹ De¤erlendirme Raporu”, http://politeknik.org.tr/site/indir/imo-toki%20raporu.pdf Ad› geçen rapor ‹stanbul Ayazma’da yaflananlar TOK‹ projelerinin kirac›lar için yaratt›¤› büyük y›k›m› göstermek aç›s›ndan çarp›c› bir örnektir. TOK‹’ye kira ödeyemedikleri için y›k›mlar›n ard›ndan 3 y›l bar›naklarda ve çad›rlarda yaflamak zorunda kalan Ayazmal›lar, mücadeleleri sonucu geçen y›l 2008 y›l›nda belediyeden kira yard›m› ödene¤i alm›flt›. Ancak Belediye, bir y›l›n ard›ndan kira yard›m›n› karfl›lamayaca¤›n›, konut tahsisinin de TOK‹’nin yetkisinde oldu¤unu gerekçe gösterince, 18 aileye mesken olarak yine sokaklar kald›.


Haussmannc›l›k ve yeni biçimleri “Gerçekte, burjuvazi bar›nma sorununu kendi usulüne göre yaln›z tek bir çözme yöntemine sahiptir –yani onu öyle bir flekilde çözer ki çözüm sürekli olarak sorunu yeniden üretir. Bu yönteme ‘Haussmann’ denir... Nedenler ne denli de¤iflik olursa olsun sonuç hep ayn›d›r; rezil geçitler ve fleritler bu büyük baflar›dan dolay› burjuvazinin savurgan kendini be¤enmiflli¤i eflli¤inde yok olur ancak hemen baflka bir yerde yine ortaya ç›kar... Onlar› ilk anda üreten ayn› ekonomik gereklilik, bir sonraki yerde de üretir.” (F.Engels)

Haussman’›n 1850’lerde uygulad›¤› Paris plan›, büyük meydanlarda birleflen genifl ve uzun bulvarlardan olufluyordu. Genelde devlet binalar›n›n bulundu¤u büyük meydanlar iktidar› temsil ediyordu. Bu plan ilk bak›flta kente düzenli bir kent görünümü verse de, asl›nda büyük meydanlara dikilecek top arabalar› ile olas› bir kalk›flmay› bast›racak batarya mevziine dönüflüyordu

75


DOSYA

BARINMA HAKKI

1830

Temmuz Devrimiyle barikatları sokaklara inşa eden işçi sınıfı, 1848 özgürlük ateşini yine Paris’te yakıyordu. Paris’teki isyan Avrupa’da devrimlere dönüşüyordu. Devlet ise Paris’in varoşlarındaki direnişi kıramıyordu. Paris’in bir at arabasının bile geçmekte zorlanacağı dar sokaklarında binadan binaya kurulan barikatlar, direnişin simgesi oluyordu. Üç katlı bir bina yüksekliğine varan barikatlar, devlet kuvvetlerince aşılamıyor, devlet yoksulların isyanını kontrol altına alamıyordu. Aynı yıllarda Fransa, etkileri durgunluk, enflasyon ve işsizlik olarak ortaya çıkan büyük bir kriz içerisindeydi. Yeni değerlenme, emilim alanları yaratılarak sermaye krizden kurtarılmalı, işsizlik sorununa ise yeni emek sahaları yaratılarak çözüm aranmalıydı. Bu öyle bir “çözüm” olmalıydı ki aynı zamanda işçi sınıfının isyanı da bastırılmalıydı. Bu dönemde başa geçen 3. Napolyon, Avrupa çapındaki demiryolu ağları, Süveyş Kanalı’nın inşası gibi yatırım alanları yarattı. 1850’li yıllarda 3. Napolyon döneminde Paris valiliğine getirilen Georges Eugéne Haussmann ise iki sorunu bir arada çözecek formülü buldu. Paris’i yıkıp yeniden inşa ederek hem “baldırıçıplak” isyanlarının askeri olarak denetim altına alınabileceği bir kent yaratacak ve hem de bu sayede sermaye yatırıma dönüşerek krizden, değersizleşmeden kurtarılacaktı. Haussmann, devletin kentteki en ücra köşelere, tüm varoşa

Haussman’›n hem sermayenin krizini çözmek hem de isyan bast›rmak için yapt›¤› plan Paris’e sadece 15 y›ll›¤›na “huzur” sa¤lad›. ‹ktidar›n müdahalesini kolaylaflt›ran düzenek, iktidar›n düflmesini de kolaylaflt›racak, Paris Komünü Haussman’›n plan›n› bozacakt›. Plan daha sonra ard›llar› taraf›ndan yayg›nlaflt›r›larak gelifltiriliyordu ama Haussman’›n isyan bast›r›ls›n diye yapt›¤› plan “yeni sorunlar” yarat›yordu. Büyük meydanlar ve genifl bulvarlar “68 barikatlar›na” ev sahipli¤i yap›yor, Haussman’›n plan› bir kez daha yenilgiyi tad›yordu.

76

sorunsuz biçimde ulaşıp olası bir kalkışmayı bastırması ve vergi toplamanın kolaylaştırılması için sokakları genişletti, uzun bulvarları büyük meydanlarda birleştirdi. Barikatlarla daracık sokakların kapatılmasına izin verilmemeli, büyük alanlara dikilen top arabaları 360 derece döndüğünde, kilometreler boyunca dümdüz uzanan bulvarları net görebilmeli ve isyan, hükümet konağına ulaşamadan bastırılmalıydı. Bu plan aynı zamanda büyük bir emek gücünü gerektiriyordu. Sonuçta 20 yıl süren Paris’in yeniden inşasında yüzbinlerce işçi çalıştı. Ne var ki, 20 yıl kadar istihdam sorununu dindiren ve sermayeye yeni yatırım alanları açan Haussmann’ın planı yeni bir kültür yaratacak ve yeni isyan dinamiklerine zemin hazırlayarak ilk yenilgisini Paris Komünü ile tadacaktı. Haussmann’ın planı, sermaye için yeni birikim alanları yaratmak için değişik biçimlerde ve sanayi burjuvazisinin koçbaşı olduğu dönemde, işçi nüfusunun yoğun olduğu New York’ta 1942 yılında bir kez daha uygulandı. Ancak “burjuvazinin savurgan kendini beğenmişliği”, tıpkı Paris’te olduğu gibi sorunu erteledi ve “çözüm sürekli olarak sorunu yeniden üretti”. New York rüyası, yeni bir isyan dalgasıyla, 68 hareketiyle çöktü. Neoliberal dönemde de bu plan birçok kentte değişik biçimlerde “kentsel dönüşüm” adı altında uygulandı. Dubai, bu dönemin en çarpıcı sembollerinden biri oldu ve bu model birçok “küresel kent”e de sirayet etti. Büyük gökdelenlerin yaygınlaşması olarak görünüme yansıyan planlar, Çin’deki Shenzhen, Şangay ve günümüzde nüfus bakımından hızla büyüyen,


Mumbai, Mexico City, Lima gibi kentler başta olmak üzere dünyanın neredeyse bütün büyük metropollerinde “finans merkezi ya da Dubai yaratma” iddiasıyla hayata geçirildi. Hausmann planının ekonomik yönüne uygun olarak, devletler tüm bu projelerde sermaye adına yağma, talan ve birikim alanları yarattı. Yoksulları sürdüğü alanları, kamu kaynaklarını ve arsalarını sermayeye açtı, küçük mülkleri de yine sermaye adına özelleştirilmek üzere “kamulaştırdı”. Tekelci sermayenin değerleneceği yekpare camlı gökdelenler, rezidanslar ve AVM’ler inşa etmek için tüm kamusal alanları ve yoksul emekçilerin yaşam alanlarını yıkarak harekete geçen, Hausmann’ın dozerleriydi. Haussmann planının askeri yönü ise günümüzde “mekansal dışlama, kimliksizleştirme, ötekileştirme” biçimlerinde yeniden hayat buldu. Bu planda yoksullar tıpkı kentsel gelirin yeniden bölüşümünde yaşadıkları dışlanma gibi kentsel mekânlardan da ustaca saf dışı bırakıldı. Bu dönemde sermayenin akışının önem kazanması, kentin ağırlık noktasını birikimin aktarıldığı arterlere doğru yöneltti. Ana arterler, ister demiryolu, ister su yolu, ister karayolu viyadükleri olsun, sermaye akışını sağladığı gibi, yoksulla zengin arasında duvar işlevi görmeye başladı. Yoksullarla dip dibe oturmak “zorunda kalan” zenginlerin ultra güvenlik önlemleriyle “yalıtım” önlemleri, yoksul semtlerden kent merkezine gelen otobüslerin zengin muhitlerden sıkça geçirilmemesi de engellemenin diğer boyutları oldu. Yoksul mahallelerde devlet denilince kolluk kuvvetlerinin operasyonlarının hatırlandığı kriminalizasyon

süreci de bu mekânsal ayrımcılığın bir başka boyutu oldu. “Her türlü tehlikenin boy gösterdiği iflah olmaz yoksul mahalleler” kentteki tüm olumsuzlukların odağı olma suçlamasıyla yargılandı ve cezaları devlet şiddetiyle ve medyanın ırkçı yoksul düşmanı diliyle kesildi. Devletin bu bölgelere hizmet götürmemesiyle birlikte, aydınlatılmayan sokaklar kadınları, yüksek ve gelişigüzel yapılan ve ilk yağmurda dökülen rampasız kaldırımlar engellileri, uzaklara yapılan parklar çocukları evlere hapsederken; işsizlik ve pahalı yaşam koşulları, sosyal merkez yetersizliğiyle birleşince gençler kahve ya da kafelere hapsoldu. Yoksulları kent yaşantısından ve nimetlerinden koparmayı hedefleyen, zengin ve yoksul arasına görünmez duvarlar örme politikalarının çelişkisini üretim sürecinin çıplak gerçekleri gözler önüne seriyor: Yoksul mahallelerde kentin olanaklarından tecrit edilmek istenenler, zenginlerin oturdukları akıllı evleri inşa edenler, konutların güvenliğini sağlayan güvenlikçiler, evlerini temizleyen ve çocuklarına bakan gündelikçiler ve bakıcılar çöplerini toplayan çöpçüler… Kent, kenti inşa edenlerce, kentsel hizmetleri yaratanlarca yönetilmediği sürece hiçbir dönüşüm düzenin sorunlarını ilelebet çözmüyor, her çözüm yeni sorun ve sıkıntılarla yeni isyan hareketlerini gündeme getiriyor. Yoksullar kendileri için hapishane duvarına dönen büyük otoyolları kesmeye, bu hapishanenin duvarını yıkmaya ve kendi çeperinden dışarı taşmaya hergün daha da yaklaşıyor. Hausmann’ın hayaleti kentlerde dolaşıyorsa da onu Paris Komünü’nün hayaleti kovalıyor.

77


DOSYA

BARINMA HAKKI

Bar›nma hakk› ve kad›n Gecekondu y›k›mlar›nda en çok onlar görünür. Bazen ellerinde sopalarla ba¤›r›r, y›k›mc›lara kafa tutarlar. Bazen inmemecesine ç›kt›klar› bir binan›n tepesinde bedenlerini ortaya koyarak savunurlar evlerini. Tehdide, sald›r›ya papuç b›rakmazlar. Gecekondulardan kurulu mahallelerin kavgac› kad›nlar›d›r onlar.

M

ekânların cinsiyeti vardır. Kent ve sokak erkeğin, ev ve kapı önleri kadının izini taşır. “İşçi olan, çalışan” erkektir. Kendisi de dışarıda çalışsa bile ailenin bakımı “görevini” üstlenen kadın. Mekanlara cinsiyetini veren ne doğa, ne de biyoloji değil, toplumsal cinsiyet rolleridir. Yuvayı kuranın dişi kuş olması, dişi kuşun doğanın aksine toplumda ekonomik, sosyal, cinsiyetçi koşullar yüzünden yuvaya hapisliği yüzündendir. Kadının aleyhine kurulan erkek egemen-kapitalist düzen, kadını çeşitli denetim ve yoksunlaştırma mekanizmalarıyla kentin olanaklarından ve kaynaklarından mahrum bırakır. Maddi külfet, okumaz-yazmazlık, şiddet, dinsel baskılar durumu daha da ağırlaştırır. Kent, kadınlar için güvenliksiz ve ulaşılmazdır. “Aile bütçesine katkı” olsun diye girdikleri işler düşük ücretli ve sınırlı olduğu; evden uzakta çalışmaları meşru sayılmadığı; çocuklarını bırakacak kreşleri

olmadığı için, çoğunlukla evlerinde çalışmayı tercih ederler. Evin işleri, çocukların ve yaşlıların bakımı da aynı mekanda gerçekleştirilir. İşte bu yüzden kadınlar yaşamlarının çoğunu mahallelerinde veya kendi ilçe sınırları içerisinde sürdürürler. Kadını eve bağlayan görünür-görünmez bağlar, kadının yerinin evi, işinin ailesi olmasını öğütleyen dini buyruklarla ve televizyon reklamlarıyla her fırsatta güvence altına alınır. Emekçi ailesinin kadını, emeğin yeniden üretimi için sokulduğu cenderede bir ömrü eviyle geçirir. Ev, dışarıda da çalışsa bile kadının hem üretim alanı, hem de ömürlük emeğinin ürünüdür. Mahkûmiyetin sürdüğü yer çoğunlukla sağlıklı koşullara sahip değildir. Her rüzgârda soba zehirlenmesine yol açan, ilk yağmurda su içinde kalan, çoğu zaman nem alan evler, kadınların hastalıklarının ve sıkıntılarının da kaynağıdır. Kireçlenme, akciğer hastalıkları, iskelet bozuklukları gibi hastalıklar daha çok sağlıksız ortamda sürekli yaşayan ka-


dınlarda görülür. Yoksulun evi yoksulluğun yarattığı sıkıntıların biriktirildiği bir kabuğa dönüşür; yoksulluğun en derin mekânsal tecrübesini yaşayansa kadınlardır. Ama yoktan yonga yapmanın ustası kadınlar, zaman içinde bu yoksul kabuklara yerleşir, onları içinde biraz olsun rahat ettikleri yuvalara dönüştürürler. Düzenlerini bozacak her şeye düşman kesilirler. Kadın için evin dışı demek, kapı önü, bahçe ya da balkon demektir. Bunlarsa evin dışı olmaktan çok uzantısıdır; dışarıya dahil olmanın ara mekanlarıdır. Kadınlar için en önemli sosyal alan kapı önlerindeki komşuluk ve sosyal dayanışma ilişkilerinin alanıdır. Gecekondu mahallesinin komşuluk ilişkilerinden güç alan sosyal, “eke” kadını, apartmanlaşmış yoksul mahallede yalıtıldığında depresifleşir, güçsüz düşer. Yoksul kadınlar için yakın komşuluk ilişkilerinin kaybı, genellikle bütün sosyal alanın ve onunla birlikte birçok avantajın da kaybıdır. Ev komşu, komşu ev demektir. Fakat kent, hem kadının hem de komşularının yaşam akışını değiştirecek gelişmelere gebedir. Sermayenin kentlerde yeni rant alanları yaratma isteği, kadınların bir ömürlük emek ürünlerini yağmalamaya; kadınları bütün sosyal ilişkilerini kurdukları, çocuklarını komşularıyla birlikte büyütüp baktıkları mahallelerden sürmeye yöneldiğinde, kent merkezleri ve imkânları kadınlara daha da uzaklaşmaktadır. Kent merkezlerinden uzaklaştırılan kadınların sosyal yaşama ve çalışma hayatına katılabilmeleri ve eğitim- sağlık hizmetlerine erişebilmeleri çok daha zorlaşmaktadır. Bir yandan kentsel dönüşümle ötelendikleri yeni çevreye uyum sağlayamamak, bir yandan da ulaşım olanaklarının kısıtlılığı ve pahalılığı gibi etmenler kadınları kentsel dönüşüm projeleri sonucunda daha fazla eve hapsetmektedir. Bu nedenle kentsel dönüşüm projeleriyle beraber insan onuruna yaraşır bir barınma hakkı savunmanın kadınlar için anlamı büyüktür. Yaşamını özdeşleştirdiği evine yapılan saldırıyı durdurmaya çalışan kadın, evi yaparken sırtında taşıdığı tuğlanın; katlandığı onca fedakarlıkların; “elinin duvarın sıvasında hala duran izlerinin” ve komşusunun in-

şaata getirdiği bir bardak çayın hakkını savunmaktadır. Evin ve mahallenin simgelediği birikmiş emekle böylesine yakından özdeşleşmeleri, evlerini koruma güdüsüyle harekete geçen kadınların barınma hakkı mücadelesinde kararlılıkla yer alıp hızla siyasallaşmalarının temel nedenidir. Barınma hakkı mücadelesi, mekânsal örgütlenme koşulları açısından kadının mücadeleye katılımını kolaylaştıran olanaklar sunmaktadır. Kentin farklı yerlerine kolaylıkla erişemeyen kadın, mahallesinde doğmuş ve yerleşmiş olan ve doğrudan risk altında olan kendi yaşam alanına dair politikalar üreten bir örgütlenmeye daha kolay dahil olabilmektedir. Günün her anı yanı başında bulduğu komşusuyla mücadeleye de yan yana katılabilmekte, kendisini komşularından oluşan bu yeni kavga örgütüne daha rahatça ait hissetmektedir. Ev bağımlılığı simgelese de, barınma hakkı mücadelesinin kadınlar için evlerden sokaklara doğru açtığı kapı, eşit yurttaş olma mücadelesine doğru ilerlemektedir. Bir kez sokağa çıkan ve sesini yükselten kadın, evine bir daha eskisi gibi dönmemektedir. Kamusal alanda, demokrasi esaslı bir birlikteliğin içinde söz söylemenin özgürleştirici gücüyle tanışan kadının, ev içinde ve dışındaki geleneksel cinsiyetçi rolleri sarsmak yönünde adımlar atabilmesinin önü açılmaktadır. Kadın evini korumak için bile olsa sokağa, erkeğin iktidar alanına çıkınca kendisine biçilen rolleri de parçalamaya başlamış demektir. Barınma hakkı mücadelesi veren kadınların, yaşadıkları diğer sorunlara da müdahale edebilme gücünü kazanıp, ev içinde de söz sahibi olmaya başladıklarını Dikmen Vadisi’nden kadınlar en iyi şekilde göstermektedir. Önceleri evinden çıkmak için kocasından izin alan kadınlar, zaman içerisinde kocasından bağımsız biçimde yıkım ekiplerine karşı en önde durma iradesini sergilemektedir. Kadını sokağa çıkaran hak mücadelesi, sokağın, kamusal alanın her unsuru gibi erkeğe ait görünen militan eyleminin kadınlaştırılmasını sağlamaktadır. Katılımcılarını ağırlıkla kadınların oluşturduğu barınma hakkı eylemlerinde karşılaşılan manzaralar ezber bozacak türdendir. Emekçi ailelerinin “feda-

79


DOSYA

BARINMA HAKKI

kar kadınları, özverili anneleri” olarak tanımlanan; sessizlik, çilekeşlik, mazlumluk gibi özellikler yakıştırılan onlarca kadın kitle gösterilerinde olanca öfkeleriyle yer almakta, toplantı kürsülerinden kükreyerek tüm mahallenin insanca yaşama hakkını savunmaktadır. İnsanca yaşanabilir konutlar için yola çıkan, sokaklarla tanışan, korkulardan, baskıdan, utangaçlıktan sıyrılan ve böylece yeniden var eden kadın, yaşamda, sokakta, kentte tüm kadınların ‘var olma’ kavgası için verilen mücadeleyle buluşmaktadır. Kadın mücadelesinin bu yeni dinamiği, ‘evin erkeği’ne barikatta öğrendiği gibi direnebilmekte, yok sayılmaya ve susturulmaya karşı yıkımcılara bağırabildiği gibi sesini yükseltebilmektedir.

Hak mücadeleleri içinde yükselen kadın militanlığını örgütlü bir kadın hareketinin ve halkın hakları mücadelesinin temel itkisi haline getirmek mümkündür. Barınma hakkı mücadelesi yürütülen mahallerdeki kadınların kentsel haklara yönelik diğer taleplerini; sağlık ocaklarını, sokakların aydınlatılmasını, parasız kamu kreşlerini, sığınma evlerini ve güvenceli iş olanaklarını talep etmek kadar; ortak çamaşırhane, mutfak, çocuk bakımı, tiyatro çalışması gibi ortak yaşam pratiklerini sürekli ve düzenli biçimde hayata geçirmek; barikatta polise karşı cesaretle direnen kadınların mahallerdeki karar alma, toplantı süreçlerine aktif biçimde katılmasını cesaretlendirecek çalışmalar yapmak; kadınları neo-liberalizme karşı mücadelenin kurucu öznesi olarak geliştirecek süreçler yaratacaktır. “Barınma haktır” diye haykıran kadınlar, yalnızca kendilerine ait konutun derdine düşmekten çıkarak, komşuları ve tüm mağdur emekçilerle dayanışma içinde ortak bir yaşam alanını ve kültürünü savunmaya başlamaktadır. Ortak ve ortaklaşmacı bir yaşam kültürü ise herkesten çok kadınların yararınadır. Barınma hakkının mülkiyete bağlı olmayan, herkesi kapsayan sosyal bir hak olmasından en fazla yararlanacak olanlar çoğunlukla mülkün sahibi olmayan kadınlardır. Barınma hakkı mücadelesinin direngen kadınlarının, ezilen cinsin özgürleşme hareketine ve insana yakışır bir toplumsal hayatın yaratılmasına katacağı dinamizmi düşünmek bile umudu beslemektedir.




Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.