1
2
ADALET MÜCADELESİNDE YENİ BİR MEVZİ KURUYORUZ
HALKIN HUKUK BÜROSU
3
BAŞLARKEN Bugün kendimizden emin bir şekilde devrimci avukatlığı savunurken bir geleneğin inşa edildiğini söyleyebiliyoruz. Kendimize olan güvenimizin temellerinden biri ideolojik netliğimiz ise bir diğeri güç koşullarda yaşanan deneyimlerimizdir. Bu deneyimlerin yalnızca Halkın Hukuk Bürosuna değil alanımızda çalışan bütün avukat arkadaşlarımıza ışık tutmakta olduğuna inanıyoruz. Yaşananlar yalnızca tarihsel bir tartışma olarak dahi çok değerlidir. Kitap okunduğunda görülecektir ki emperyalizmin ihtiyaç duyduğu ve asıl olarak devrimci sosyalist ilerici güçlerin tasfiyesini, dönüşümünü hedef alan sözümona demokratikleşme süreci bir görüntü arasından başka bir şey değildir. Bu görüntü arası ülkemizin siyasi, sosyal tahlilinde bir değişiklik yaratmamıştır. İster Avrupa Birliğine uyum süreci deyin ister demokratikleşme süreci ister Uluslar arası neo liberal akımın yansıması olarak görün bu görüntü arası bir turnusol işlevi görmüştür. Aynı zamanda da öğreticidir. Bu arada siyasi tahlillerini, mücadele biçimlerini değiştirenler oldu. Rehavete kapılıp mücadeleye ara verenler oldu. Biz bu süreçte savrulup gitmediysek ve bütün saldırılara karşı, eksiğimiz hatalarımızla, hala umutlu ve dik durabiliyorsak bu tarih sayesindedir. Avrupa birliği fonlarından nemalanmadıysak, bize sunulan medyatik alanlarda çizgimizden sapmamış yalpalamamışsak, devrimci tavır gerektiren meselelerde liberal sol görünümlü çevrelerin ideolojik hegemonyasına kapılmadıysak bu tarihsel deneyim ve ideolojik netlik sayesindedir. Bu arada iktidarın demokratikleşme ve cuntayla hesaplaşma gösterileri oldu. Bu gösterilerde bayrak sallamadık, iktidarın arkasında saf tutmadık. Silivri yargı4
lamalarına müdahil olmak istemiyoruz diye dostlarımız bile bizi topa tuttular. ‘Gelecekte torunlarımıza hesap veremeyecek bir iş yapıyor olmak’ ile itham ettiler. Oligarşi içi bir hesaplaşmada iktidarın gösteri aracı olmayı reddettik. Tarih bizi haklı çıkarmakta gecikmedi. ‘Yetmez Ama Evet’ demediysek faşizmin bize evet diyebileceğimiz bir teklif sunmasının imkansız olduğunu bilmemizdendi. İktidarın siparişiyle kurulan ‘sivil toplum örgütleri’ ile iş yapmadıysak, bedavaya salon bedavaya yayın peşine düşmediysek sırtımızı projelere değil halka dayadıysak sınıf bilinci taşıyor olmamızdandı. Ne genç sivillerle ne yaşlı kurtlarla bir ipte oynamadıysak emperyalizmi iyi tanıyor olmamızdandı. Kurulan masalara ‘çözüm ya da barış süreci’ demediysek halkları savaştıranın ve ilelebet küs kalmalarını isteyenin emperyalizmin ta kendisi olduğunu anlamamızdandı. Emperyalizmin ezilen halklara vereceği tek şey sömürü, kan ve gözyaşıdır. Amerikan Emperyalizmi IŞID İle savaşmaz ancak onları yaratır. Biz diktatörlüğün emperyalist hegemonyanın kendisi olduğunu hiç aklımızdan çıkarmadık. Eğit-Donat projelerine de, İster Kürecik‘te ister İncirlik’te olsun emperyalizmin üslerine de karşı çıktık. ‘Türkiyelileşme’ ye ihtiyacımız yoktu, biz zaten hep birlikte Anadolu’nun kadim halklarıydık. Türkiyelileşmeye ihtiyacı olan emperyalizmin işbirlikçisi iktidardı. Engin Çeber davası “İşkenceye sıfır tolarans” ididasının dayanağı yapılmak istendiğinde işkencenin değil, cezanın münferit olduğunu savunduk. Hasta tutsak Güler Zere’nin tahliyesi için Cumhurbaşkanından af talep etmesini dayattılar. “Af değil hakkım olanı istiyorum” dedi Güler Zere. Cumhurbaşkanından af dilemedi. Tahliyesini merhamet gösterisine çevirmek istediler; “Merhamet Değil Adalet İstiyoruz” dedik. Adalet O’nların tesis edeme5
yecekleri bir idealdi. Bugün hapishanelerde tutsak ya da faşizmin arananlar listesinde olsak da varız. Umutluyuz, güçlüyüz. Haklı olduğumuzu ve kazanacağımızı söylemeye devam ediyoruz. Bu tarihsel haklılık deneyimin vermiş olduğu bilinç ile donanmış siyasi geleneğimiz sayesindedir. Bireylerden kaynaklanan bir hikmet aramıyoruz. İşte bu kitapta bu günün tarihsel sebeplerini bulacaksınız. Savunma hakkının diğer demokratik hak taleplerinden bağımsız olmadığını biliyoruz. Bütün bu vazgeçilmez demokratik hakların yerleştirilmesi ve korunması sorunu iç içe olup, aynı ekonomik ve siyasal nedenlere dayanmaktadır. İşin sadece demokratik mücadele yanı incelenecek olsa dahi, ülkenin siyasal gelişiminden ayrı olarak ele alınamaz. Demokrasi mücadelesini anlamak için yakın tarihimize bir göz atmak ve ülkenin şu anda bulunduğu çelişkilerin gerçek nedenleri üzerinde durmak kaçınılmaz bir zorunluluktur. Adil Yargılama Hakkı ve Bağımsız Yargı konusu da haklar ve özgürlüklerin kurulması, korunması mücadelesi de tam bağımsızlık sorunundan ayrı değildir. Tam bağımsızlığa engel olan düzeni ve bu düzende meselelere bakış açımızı da ayrı bir kitapta ele alacağız. Okuyacağınız bu kitap 1996 yılına kadar olan tarihsel sürecimizi kapsamakta olup o dönem büromuzda çalışan avukat arkadaşlarımız tarafından yazılmıştır. Cunta sonrası demokratik mücadele içinde yer alanlar açısından tarihsel bir değer taşıyacağına inanıyoruz. Bu dönemi hatırlamak bazı siyasi sonuçlar çıkarmaya vesile olabilir. Yetişen genç avukat arkadaşlarımız bu deneyimlerle kendilerini daha güçlü hissedeceklerdir. Faşizmin mezalimine uğrayan avukatların ne ilkiyiz ne de son ola6
cağız. Ama nihai zafere ulaşana kadar var olacağımız kesindir. Aralık 2018 Halkın Hukuk Bürosu
7
HALKIN HUKUK BÜROSU’NUN KURULDUĞU TARİHSEL VE SİYASAL ORTAM 12 EYLÜL CUNTASI DÖNEMİNDE, HUKUK CEPHESİNDE AYDIN SORUMLULUĞUNA NE OLDU ? Halkın Hukuk Bürosu’nun kurulmasını zorunlu bir ihtiyaç haline getiren tabloyu size kısaca anlatmamız gerekir. Öncelikle açıkça söylemeliyiz ki; 12 Eylül Cuntası döneminde, Türkiye solunun genel niteliğine uygun biçimde Türkiyeli aydınlar ve demokratlar da iyi bir sınav veremediler. Kendisine ‘demokratım’ diyenler, generallerin faşist uygulamaları karşısında direnemediler. Demokratlık görevlerini yerine getiremediler. Cunta, demokratik kitle örgütlerini, sendikaları, partileri kapatır, barolar, TMMOB vb. gibi mesleki örgütleri etkisizleştirirken, “demokratlar” hiçbir tepki göstermediler. 1982 Anayasa’sı ile kurumlaştırılan statükoyu aynen kabullendiler. İdamlar, işkenceler, baskı ve terör günlük yaşamın kopmaz bir parçası haline getirilip, tüm solu imha etmenin birer aracı haline getirildiği sıralarda, aydınlarımız, demokratlarımız 12 Eylülcülere sessizce onay vermeyi tercih ettiler. Yasa ve hukuk tanımayan cunta mahkemelerinde ilericiler, yurtseverler ve devrimciler hakkında ağır ceza istemleriyle davalar açıldı. Sorgusuz sualsiz topluca cezalara çarptırıldılar. Tam da bu sırada demokratlığın, demokratik mücadelenin bir parçası olduğu unutulduğu gibi, devrimcilerin ve her türlü halk kesimlerinin yargılandığı bu toplu davaların tarihsel niteliği ve görevi dahi dönemin aydın, demokrat hukukçu geçinen avukatları tarafından kavranamadı. 8
İşte faşist generallerin hüküm sürdüğü bu dönemde, yüzbinlerce insan hakkında davalar açıldığı için avukatlık kurumu önemli bir ihtiyaç haline gelmişti. Ancak ‘devrimci’ veya ‘demokrat’ avukatların bu ihtiyaca hakkı gibi cevap verebildiğini söylemek çok güç. Siyasal davaların sanıklarını savunmak için görev alan bazı meslektaşlarımız, bu davaların siyasal ağırlığını gözetmediler ve bu ağırlığına uymayan tavır ve davranışlar içinde olabildiler. Birçok avukat için bu işler kazanç kapısıydı, o kadar. Ne müvekkilleriyle ne de dosyalarıyla ilgilendiler. Müvekkilleri duruşmalara alınmazken, idam cezalarının verildiği karar duruşmalarında dahi bulunmayan “demokrat” avukatlar vardı. Birkaç istisna dışında avukatlar davaları siyasal içeriğine uygun olarak savunmak yerine, ceza yasalarının dar çerçevesi içinde kalmakla yetindiler. Hukuki anlamda dahi tam bir sınav verebildiklerini söylemek zor. Çoğu avukat l2 Eylül mahkemelerinde müvekkillerinin “suçlu” olduğuna önce kendilerini inandırdılar. Onlar, faşizme, emperyalizme karşı mücadele etmenin meşruluğunu kendi kafalarında çözümleyemedikleri için “suç” ve “suçlu” kavramını burjuva hukukun anlamı dışında değerlendiremediler. Bu kavramlara yeni bir bakış getiremediler. Müvekkillerinin suç işlemiş olduklarını düşünüyorlardı. Yapılabilecek tek şey bu suçlarının cezai müeyyidelerini düşürmeye çalışmaktı. Ellerinden başka bir şey gelmezdi. 12 Eylül mahkemelerinde savunmaları üstlenen avukatların duruşma salonlarındaki tavırları da genelde olumlu olmadı. Siyasal dava savunmanlığının gerektirdiği cesaretten, kararlılıktan uzak olan avukatlar, mahkemelerin ve siyasi polisin tehditleri karşısında müvekkillerini yalnız bırakma pahasına susmayı yeğlediler. Bunun tek sorumlusu elbette ki avukatlar değildi. Avukatları bu 9
tavırlara iten biraz da savunmasını üstlendikleri davalarda, tutsakların mahkemelerdeki tutarsızlıkları, faşist disiplini tanımaları, dava savunmalarını “uyum savunması” şeklinde yapmalarıydı. Avukatları da tutsakların bu olumsuz tutumundan fazlasıyla etkilendiler. Klasik avukat çizgisinden uzaklaşamadılar. Mahkemelerde bu tür “uyum” savunması yapan siyasal grupların avukatlarının da yapacakları pek bir şey yoktu doğrusu. Ne var ki, yargılamalar boyunca cunta ile dişe diş çatışan ve siyasal hesaplaşma içine giren, mücadeleyi ve direnişi mahkeme salonlarına taşıyan tutsakların avukatlığı bir hayli sorumluluk gerektirmekteydi. Savunma tarafı olarak mahkeme salonlarında direnişin bir parçası olmak durumundaydılar. Bunun için de, öncelikle burjuva yasallığından, burjuva çizgide meşruiyet arayışından uzaklaşmak gerekiyordu. Ancak, bu yol riskli, bedel isteyen, tutarlılık gerektiren bir yoldu. Ve cuntanın oklarını üzerine çekmeyi göze almayı gerektiriyordu. Ne yazık ki mesleki, demokratik en önemli kurumlarımızdan sayılan barolarımız, istisna örnekler dışında avukatlar, kendilerinden sonra gelecek genç kuşaklara örnek davranış sergileyemediler. 12 Eylül yargılamaları, yüzlerce Dreyfus Davası malzemesi yarattığı halde, yapacakları savunmalar ile tarihe geçecek avukat çıkmadı. 12 Eylül sonrası açılan davaların en büyüklerinden biri olan DEVRİMCİ SOL Ana Davası’nın bir özelliği de sanıkların “kopuş” savunması yapmasıydı. DEVRİMCİ SOL Ana Davası’nı üstlenen bizler davalara bu sorumluluk bilinci ile yaklaştık. Böyle bir davada, uyum peşinde koşan avukatların davanın özüyle çelişecekleri açıkça görülüyordu. Nitekim Devrimci Sol Davası’nda uzun yıllar boyunca davanın ni10
teliğine uygun hareket edecek avukat bulunmaması nedeniyle, mahkemeler karşısında tutsakların davranışları farklı, avukatlarınki ise daha farklı oldu. O dönem davanın tutsakları, savunmanlığı üstlenen avukatların süreç içinde olumlu yönde gelişecekleri düşüncesiyle sabırlı ve olgun davrandılarsa da, sonunda savunmalar yapılmaya başlandığında avukatların, tutsaklarla ortaklaşamamaları nedeniyle topluca azli gündeme geldi. Ortak tutsak savunmasının 600’üncü sayfalarına gelindiğinde dava neredeyse avukatsız sürmeye başlamıştı. Mahkeme ile uyum arayan avukatlar bu tür savunmadan irkmişlerdi veya savunmaları önemsemez görünerek duruşmalara dahi gelmiyorlardı. Devrimci Sol tutsakları mahkeme ile uzlaşmayı reddediyor, burjuva yasallığına sığınmaya çalışmıyorlardı. “Emperyalizmin İşbirlikçisi Faşist Devleti Yıkacağız” diyor, eylemlerini savunuyorlardı. Gelecekte de aynı şeyleri yapacaklarını mahkeme kürsülerinden ilan ediyorlardı. Bu tarz bir mücadele avukatlar tarafından meşru görülmüyordu. Böyle bir savunmanın mümkün olamayacağı düşünülüyordu. Bunun sonucu olarak en büyük toplu davalardan biri olan bu dava “demokrat” avukatlar tarafından görmezden geliniyordu. Sorumluluk almak tehlikeliydi. Mafyanın, kaçakçıların, uyuşturucu tüccarlarının, hayali ihracatçıların vs. davalarını almaktan geri durmayan ve bunu meslek onuruyla bağdaştıran bazı “demokrat” hukukçular, hukuk profesörleri, Marksist-Leninistler’in davasından titizlikle uzak durmuşlardı. Kendilerine “Aydın”, “Demokrat” misyonunu yükleyen avukatların durumu maalesef böylesine geri bir tablo ortaya çıkarmıştır. BİR AYDIN OLARAK HUKUKÇU 11
Bu konu tamamen mesleğimizi ilgilendiren bir sorun olması nedeniyle önemlidir. “Aydın kişiliği ve sorumluluğu” sorununu birlikte ele alacağız. Hukukçularda aydındır. Ancak hukukçular diğer aydın kesimlerinden farklı olarak, ülkenin bütün yasal, siyasal, toplumsal olaylarına vakıf olmaları gerekir. Ülkemizde kapitalizmin tarihsel gelişimi doğal bir seyir izlememiştir. Kapitalizmin gelişim şekli güçlü bir burjuvazisinin de oluşmasını da engellemiştir. Batıdaki kapitalistleşme sürecinin başlangıcıyla birlikte düşünce, sanat ve edebiyat alanında çağa damgasını vuran “burjuva aydın tipine” ülkemizde rastlanmaz. Bu tarihsel, sosyal kültürel şartların sonucu olarak da burjuvazi ve aydın tarihsel misyonundan kopuktur. Güdük haldeki ülke burjuvazisi güçlü aydınları yaratamadı. Doğallıkla da ülkemizde toplumsal grup olarak burjuva aydın kategorisinden bahsedemiyoruz. Batının burjuva aydını misyonu bizde küçük-burjuva aydın kesimi üstlenmiştir. Yakın tarihimizdeki bütün sosyal hareketlerin başını da bu kesim çekmiştir. Osmanlı Devletinin gerilemeye başlamasıyla “geçmişe özlem” duyguları ve batı hayranlığından kaynağını alan asker ve sivil küçük-burjuva devlet görevlilerinin Osmanlı aydınının öznel temelini oluşturduğunu görürüz. Özellikle Askeri Tıbbiye, Mülkiye ve Harbiye’deki genç öğrenciler Osmanlı aydınının en dinamik kesimi olmuşlardır. Bu okullardaki öğrenciler hızlıca politikleşmiştir. Halktan kopuk olan bu öğrenciler aşağıdan bir örgütlenme gayretinden çok darbeci bir Jön Türk geleneği yaratmışlar. Halka güvenmeyen, kendi dışındaki güçlere bel bağlayan bu hareket darbecilik ve batı taklitçiliğine savrulmuştur. Bu anlayış cumhuriyet sonrası kendine sosyalist diyen birçok siyasi harekette ve aydında da varlığını sürdürmüş12
tür. Osmanlı aydınları ve onun günümüzdeki taklitçileri halkımızın yarattığı kültür öğelerinden yararlanmak yerine batı kültürünü tarihsel seyri farklı olan toplumumuza aşılamaya kalkmışlardır. Bütün bu eksik ve yanlışlarına karşın meşruiyeti getiren zorlayıcı güç, asker sivil aydın kesim olmuştur. Osmanlı’nın son yıllarında da var olan tüm sosyal hareketlenmelerin arkasında hep bu aydınlar vardır. Ekim Devrimi›nin bütün dünyada yarattığı prestijden ülkemiz aydınları da etkilenmiş, bir dönem Bolşevizm adeta moda olmuştur. O tarihlerde bu olgu aydınları TKP›ye yöneltmişse de, Kemalizm bunu önleyerek kendi ideologlarını dahi TKP içinden devşirmeyi başarabilmiştir. O dönem aydınların Kemalizme yanaşmalarındaki nedenlerden biri de «zor»dur. Baskı ve demagojik yaklaşımlar sonucu Kemalizm, aydınları «devletçilik» tercihine zorlamış ve bunu başarmıştır. Aydınlara yönelik baskılar özellikle 1940›larda artış göstermiştir. Nazım Hikmet o süreçleri, şöyle değerlendirmektedir: “... Aşağıya doğru giden bazı derebey yahut eski bürokrat yahut küçük-burjuva yahut küçük memur sınıf ve tabakalarından gelen münevverler; iradesizdirler, süratle ruh haleti değiştirirler, ümitten ümitsizliğe, neşeden yeise süratle geçerler, zora gelemezler...” İşte o zamanlar sayın üstadımız, bugünkü «aydın» tanımlamasını bu detayla vermektedir. Aydınların bu durumda olmalarının nedenini kimliksizlikte aramak doğru olacaktır. Çarpık gelişen toplumsal yapı aydını da etkilemektedir. Aydınımızın halkına yabancılaşması olgusunun tarihsel nedenini açıklamıştık. Yabancılaşma ve yalnızlık sarmalı aydını kendi içine kapatmış ve “halk anlamaz” yargısı ile giderek halktan daha da uzaklaşmasına ne13
den olmuştur. Bu yargı hem halka güvensizliği hem de kendine güvensizliği getirmiştir. Oysa sorun, halkın zekasıyla ilgili değildir. Aydınlar halk ile kuracakları iletişim araçlarını yaratamamış ve kendi birikimlerini, halka aktaracak, birikimlerini halkla birlikte zenginleştirecek örgütlenmeleri oluşturmamışlardır. Halktan, üretimden, halkın hak mücadelesinden uzaklaşmanın sonucu olarak aydınlar da bencillik, nihilizm, kendini beğenmişlik gibi özellikler gelişmiştir. Aydın gerçek kimliğine halktan yana tavır koymaya başlamasıyla kavuşacaktır. Bazı olumlu örnekler hariç, aydınlarımızın eğilimi genellikle düzenle uzlaşma yönünde olmuştur. 1950’lerden sonrasında yeni-sömürgecilik ilişkilerinin gelişmesiyle küçük-burjuva radikalizminin tasfiyesine paralel olarak aydınların çizgileri de iki ayrım ortaya çıktı; Oligarşiden ya da halktan yana olmak. Sermayenin yok oluşa zorladığı bu sınıf karakteristik yapısını mevcut nesnellikten almaktadır. 1960’lar sonrasında sola fırlayan, 12 Mart ve 12 Eylül yenilgisiyle birlikte ise oligarşiye boyun eğen kararsızlık ve kayıtsızlığın nedeni bu yapının üretim içindeki yeridir. 12 Mart Balyoz Hareketi aydınları da kapsamış ve çoğunun “adam” olmasını sağlamıştır. 12 Eylül’de ise zaten çoğu “tarafsızlığı”nı ilan etmiş aydınlar sınavı önceden kaybetmişlerdi. 12 Eylül öncesi faşist terör bütün aydınları da tehdit ettiği o zamandan ikircikli bir duruş başlamıştı. 12 Mart Balyoz Hareketinin faturasını devrimcilere çıkarıp onlara küfreden aydınlar bu ikinci saldırı ile tavrını aldı ve oligarşiye yanaşmaya başladı. Elbette büyük baskılar altındaydılar, ancak baskı taraf değiştirmek için bir gerekçe olamaz. Aydın olmak bedel 14
gerektirecekti. Dünya tarihinde saygınlığa ulaşan bütün ilerici aydınlar da durup bekledikleri için değil, neye mal olursa olsun doğrudan yana oldukları ve bedeller ödedikleri için saygınlaştılar ve tarihteki yerlerini aldılar. Bizim aydınlarımız da gerçekte özgürlüklerin kazanımında ne kadar aktif, inatçı ve kararlı olurlarsa saygınlıkları da o kadar artacakken, baskıları göğüsleyemediler. Geleneksel aydınlarımız devrimci mücadelenin büyüklüğünden korkmuş, bedel ödemekten çekinmişlerdir. Aydınlar iç hesaplaşmalarını 12 Eylül öncesindeki sivil faşist saldırılar zamanında yapmışlardır. O zamandan yenilgiyi kabul edegelmiştir. 12 Eylül de bu yenilginin sadece onaylanması olmuştur. l2 Eylül hayalleri, tuz ile buz etmiş, işkence ile tanışanlar ise ideolojik olarak törpülenerek çıkmışlardı. Eskiden sosyalizmi savunanlar tekrar yüzlerini burjuvaziye dönmüşlerdir. Aydınların bu süreçteki edilgenliği tarihsel bir kara tablodur. Bu tabloyu bir kısmı sineye çekmiş, önemli bir kısmı ise bugünlerde olduğu gibi dönekliği tercih etmiştir. Bu kesimler 12 Eylül öncesinde aydınların hatta CHP’lilerin dahi can güvenliklerini üstlenen devrimcileri yalnız bıraktılar. Devrimcileri, işkence, operasyon, açlık grevi, idamlar, ölüm oruçları sürecinde sahiplenmediler. Devrimciler avukatsız kaldılar. O dönemin mezalimini de birkaç istisna dışında kimse yazmadı anlatmadı bile. Aydınlarımızın bu kavşakta iyi sınav vermedikleri görüyoruz. 12 Eylül aydınlarımız için yılgınlık, ihanet, burjuvaziye övgü, felsefi idealizmi yeniden keşfetme ve kendini koruma içgüdüsüyle bir kenara sinme ve kaçışın egemen olduğu bir dönemdir. AYDINIMIZ PROLETARYANIN AYDINI OLMALIDIR Fransız uçakları bağımsızlık savaşı veren Cezayir 15
halkının üzerine ölüm kusarken, Paris’te bir hukuk profesörü ağır adımlarla kürsüye çıktı ve çok sevdiği öğrencilerine; “Bağımsızlıklarını isteyen Cezayirlilere işkence eden böyle bir yönetim altında profesörlük cüppesini giymekten utanıyorum” dedikten sonra, soyduğu cüppesini kürsüye bırakıp anfiden çıkıp gitti. Bu olaydan 30 yıl sonra ülkemizde 12 Eylül’ün çocuğu YÖK; öğretim üyelerine kılık-kıyafetlerinden, nasıl bıyık bırakacaklarına, sakal uzatıp uzatamayacaklarına kadar her konuda kışla talimnamesi yayınladı. Bu durum üniversite öğretim görevlileri tarafından benimsediği gibi utanmazca, halka “hukuk ve adalet” dersi vermeye çalıştılar. Halen daha bu aymazlıklarına sessizce devam edenler vardır. 12 Mart’lardan, 12 Eylül’lerden ve kontrgerillanın hakimiyet kazandığı günümüze kadar (l980-l997) dizginsiz bir sömürünün olması, yüzbinlerce insanın işkenceden geçirilmesi, ülkenin esir kampına dönüştürülmesi, on binlerce insanın katledilmesi, yüzlerce insanın gözaltında kaybedilmesi, binlerce faili meçhul cinayet halen bu aydınların büyük çoğunluğunu hiç mi hiç ilgilendirmemektedir. Oysa aydın, ülkedeki hak ihlallerine, işkencelere, baskı ve sömürüye karşı tavır alan, nesnel durumun değişmesi için mücadele eden olmalıdır. Nasıl? Proleteryanın aydını olarak; 1) Aydın Sorununa Sınıfsal Açıdan Yaklaşılmalıdır; Faşizmin egemen olduğu her ülkede olduğu gibi, ülkemizde de açık bir aydın düşmanlığı vardır. Bu durum aydınlarımızın çok cüretli ve dava adamı olmasından dolayı değildir. Faşizmin hüküm sürdüğü ülkelerde iktidar kendine güvensizdir. Aydınlarımız egemenleri geriletecek cürette olmayı başaramamışlardır. Çoğu zaman aydınlarımız ordusuz generaller olagelmiş ve bunu ma16
haret saymışlardır. Faşizm, zararsız aydın yaratma çabasına girmiştir. Sokağa çıkmayan, suya sabuna dokunmayan, ‘sanat sanat içindir’ anlayışını savunan bir aydın tipi yaratmaya çalıştı. Ülkemizdeki örgütsüz aydınlar da düzenin bu baskıları ile mücadele etmek yerine sınırı çizilmiş aydın olmayı kabul ettiler. Aydınların mücadele çerçevesini “düşünce özgürlüğü” çizmektedir. Bu kavramın da içi boşaltılmıştır. Düşünce özgürlüğü “bir şeyler söyleyebilme” veya “söyleyememe” ile sınırlandırılmıştır. Düşünce özgürlüğü söyleyip içini boşaltmak için değil tartışıp doğruyu bulmak, hayata geçirmek için değerlidir. Oysa düşüncenin eyleme dökülmesi aydının kendisi tarafından da meşru görülmemekte ve daha ilerisi suçlanmaktadır. Köle olduğunu söyleyeceksin ama köle olmaya karşı mücadele etmeyecek, rıza göstereceksin. Aydınlar ile devlet arasındaki çatışma da yıllardır bu çizgide devam edegelmektedir. Entelektüel seviyede iyi olarak bilinen ve savunulan Curie’ler, notalarından ödün vermeyen Victor Jaralar, Bedreddinler gibi tavır almak bugünün aydınları için neredeyse ütopik bir hayaldir. Bu içler acısı durumdan uzaklaşmalı ve aydınımızın gerektiği misyonu kazanmasında sorumluluk yüklenmeliyiz. Olumluluklarıyla tarihte yer alan bu aydınlara şu anda en fazla bizlerin ihtiyacı vardır. Varsın bizlere “anarşi”, “terör”, “bölücülük” yakıştırmacası ve çığlıkları atsınlar. Hiçbir tarihte egemenler halkın önderlerini savunmamış ve hoş görmemiştir, bugün de görmeyecekler. O halde, çekinmeyecek, ve kimseden icazet almayacağız. 2 )Aydın Gelecekten Yana Olandır; Her mürekkep yalayan aydın olamayacağı gibi, “ile17
ricilik”, “solculuk” gibi nitelemeler de aydın olmaya yetmemektedir. Aydın tarihsel bir kategoridir. O nedenle de misyonunu, yaşamakta olduğu kuşak ve sorunlar belirler. Çağını algılama, toplumu bu doğrultuda aydınlatma, tarihsel kesitin gerçeklerinden yana olmaya iter aydını. Aydının işi bir alanda uzmanlaşmak ve bilgi üretmek değildir. Aydın birikimini ise çağını çözümlemede kullanmalıdır. Aydın, sanatçı veya kültür üreticilerinden farklıdır. Tek başına bilim ile uğraşanlardan da farklıdır. Öncülük misyonu, sadece şairlere, yazarlara, ressamlara da hasredilmemiştir. Aydın bilimi, insanlığın hizmetinde kullanabilmeli, bunun için üretebilmeli ve yol göstermelidir. Emperyalist çağda, günümüzde üretilen emeğin kime hizmet edeceği çok fazla önem kazanmıştır. Bu nedenle de tek başına “aydın” veya “aydınlanmış” kişi soyut ve tarifsizdir. Aydının misyonunu sınıflarla olan ilişkisi belirler. Sınıfların var olduğu ve mücadelenin devam ettiği bizim gibi toplumlarda, aydın misyonu gereği köhnemiş yapıyı değil, doğacak yeni toplumsal yapıyı savunmak zorundadır. Düşünce ve eylemi ile bu faaliyet içinde olacak ve sonuçta geleceği yaratacak olan sınıfın yanında yer alacaktır. Ancak, bu şekilde aydın misyonunun ve gücünün farkına varacaktır. 3) Aydın Çağının Öncüsüdür; Aydın, toplumsal gelişmenin öncülüğünü yapan sınıfın, bilinçli öncüsü ve müttefikidir. Dolayısıyla da öncü olabilmenin cesaretine de sahip olandır. Her çağın aydını o an var olan en ileri sınıfın sözcülüğünü yapmıştır. Bugün de bu görevi vardır. İlkel toplulukların doğal işbölümünde ortaya çıkan büyücüler, bilgeler topluluğunun moral önderiydiler. Giderek yönetici sınıflar olarak karşımıza çıktılar. 18
Dil, astroloji ve kölelik sistemi bu bilgi adamlarını o günkü üstün konumlarına ulaştırdı. Yine köleliğin yıkılışında rol alan, feodalizmin ilk habercileri de aydınlardı. Hıristiyan rahipler dönemin öncü habercileriydiler. Burjuvazinin aydınları da feodalizmin yıkılmasından önce seslerini duyurdular. Rönesans’ın yükselişini burjuva aydınlar ilan ettiler. Burjuvazi henüz iktidara oturmadan aydınları bütün dünyayı adeta fethetti. Aydınlar çağının tanığıdır. Görevini salt pasif bir gözlemci olarak sınırlayamaz. Gelişmeleri önceden görebilme, olaylara yön verme, anında tepki gösterebilme konusunda öncülük onun görevidir. Bu öncülük, ancak çağının en ileri düşüncesine sahip olmakla ve bu düşüncenin inançlı ve kararlı savunucusu olmakla gerçekleşir. Çağımızda burjuvazinin devrimci barutunu yitirmesiyle, sıra öncü güç olarak proletaryaya gelmiştir. Ve yeni çağın sözcüsü olan aydınlar artık burjuva aydınları değildir. Çağını dönüştürmek isteyen aydınlar, proletaryanın misyonu ile özdeşleşmiştir. Bu saptama proleter devrimler çağının yüz yıla varan uzun bir tecrübesinden çıkmıştır. Çağdaş aydını küçük-burjuva aydından ayırt eden en önemli kriter de budur. Çağının ileri sınıfının önderi olabilmek. PROLETARYA AYDINI olmak gerekir. Çağımızın gerektirdiği misyon da budur. 4) Çağımızın Aydını Burjuva Geçmişinden Artık Kurtulmalıdır; Giriş bölümünde uzun uzadıya açıkladığımız geleneksel aydın tipinin bu hastalıktan kurtulması artık zorunludur. Çağının gerektirdiği evrimleşmeyi bir an önce yaşamaya başlamalıdırlar. On yıllara varan tutsaklığı göze alan, olumlu geleneğe imza atan aydın örneklerimiz çoğalmaya başlamıştır. Bizler, naçizane gayretimiz 19
ile bu misyonu zorlamakta ve hak etmekte çalışmaktayız. Bu nedenledir ki, geleneksel tiplemeden ayrı olarak devrimci düşünce ve kimliğimizi cüretlice savunucusu ve eylemcisiyiz. Bu nedenledir ki, safımızı halktan yana belirledik. Ezilen, baskı altında tutulan, sömürülen halk kesimlerinin öncülüğüne soyunmak, sorunlarını sahiplenmek önümüze koyduğumuz hedeftir. Kolektif yaşam içinde dayanışma ve paylaşmayı, gerekli disipline uymayı, duyarlı yanlarımızı geliştirip düzenin pisliğinden arınmayı ve devrimci cüreti sürekli arttırıp hiç taviz vermemeyi, bunun gerekleri olan örgütlü yaşamı önümüze koymamızın nedeni bundandır. Burjuva geçmişimizi mahkum etmek, çağın gerçeklerine kucak açmak, ileri sınıfın öncülüğüne soyunmak görevlerimizdir. 5) Aydın Yansız Olamaz; “YANSIZLIK”, burjuva ikiyüzlülüğünü yansıtan bir tanımdır. Yoksa ezen ve ezilenlerin bu kadar saflaştığı ve berraklaştığı bir dönemde yansız olmak diye bir şey yoktur. Yansızlık sadece egemenlere hizmet edecektir. Yansız olmak “Özgür” ve “objektif” olmak değildir. Aydın, objektif gözlemi ile haksızlıkları ortaya koyacak, haksızlıklara karşı bir tarafta olmak zorunda kalacaktır. “Yansızlık” ideolojisi, tarihe, yaşama, doğaya aykırıdır. Tarafsızlık egemenlerin baskısının yoğunlaşmasından ortaya çıkmıştır. Egemen ideolojinin etkisinde kalan aydın, sınıfların değil, tüm insanların sözcülüğünü yaptığını söyler. Tarihten bu yana saygıyla andığımız aydınlar ise çağının ileri sınıfının yanında olabilmeyi becerebilmiştir. Aydın toplumun öncüsü olmazsa bunalımlarıyla, halktan kopuk, halka ve kendine güvenmeyen, gecelerin ve barların adamı, yalnız ve yağmur adam rolleri devam 20
edip gidecektir. Sınıflar çatışmasının şiddeti, katliamlar, on binlerce köy boşaltma, binlerce işkence ve kayıp olayları, yüzbinlerce tutuklamalar ülkemizde aydına etkilemiştir. Korkan ve kafasını kuma gömen aydınlar. 6) Aydın Kendisini Yalnızca Düşünmekle Sınırlayamaz; Aydın, sadece kalemiyle savaşan bir kişi midir ? Toplumlar tarihi öyle olmadığını anlatır bize. Ancak eyleme geçmek istemeyenler kendini buna inandırmaya, sınırlara hapsetmeye çalışıyorlar. Büyük çoğunluk bunu bile yapmıyor. Kalemiyle kavga ettiğini söyleyenler neyin kavgası vermektedir? Sosyalizm ve demokrasi kavgası mı ? Barış kavgası, sanat kavgası, silahsızlanma kavgası, birey olma kavgası veriyorlar. Verilmesi gereken asıl kavgadan uzaklaşıp duruyorlar. Aydınlar halkın militan sesi olmalıdırlar. Militan aydın kendisini düşünmekle sınırlamaz. Aynı zamanda eylem adamıdır. Düşüncelerini militanca savunmaktan geri durmaz. Aydın kaleminin yetmediği yerde her türlü eyleme başvurmaktan da çekinmez. Örneğin Kurtuluş savaşının küçük-burjuva aydını silahtan sakınmamıştır. Bugün ise bağımsızlık yeniden yok olduğuna göre, gerektiğinde silahın kullanmamasını gerektiren bir sınır da olamaz. Özetleyecek olursak aydının, teorik çalışmasını düşünsel ve sanatsal faaliyetlerini sosyal pratik ile bütünleştiren, birlikte ele alandır. Söyleyen, yapan, örgütleyen, örgütlenen, geleceği haykıran, direngen, kavgacı aydın çağın gerçek aydınıdır. 7) Aydın İnsanlığın Geleceğini Yaratacak Disiplini Red Edemez; 21
Emperyalizm kültürünün hakim olduğu, faşizmin baskılarının var olduğu koşullarda örgütlenmek ve örgütlü davranmak dışında bir seçenek yoktur. Sivil toplumcu anlayışlar da bunu red etmezler. Toplumsal güzelliği yaratacak olan araçlardan en önemlisini yani örgütlenme ve disiplini aydın redetmemelidir. Birçok ülkede olduğu gibi proletarya aydınları da burjuva veya küçük-burjuva çevrelerinden çıkmaktadır. Bu noktada artık aydının sınıf kökeninin bir önemi olmamaktadır. Eğer insan kendisini çağın gereklerine adamışsa, çağın aydını doğallığı içinde proletaryanın öncülüğüne soyunmak zorunda kalmaktadır. Proletarya aydınının bu süreçteki en temel işlevi halka dışarıdan bilinç taşımaktır. Çağımızın aydını bilgi sahibidir ancak bunu “bilgi satmak” için değil, dünyayı, toplumu yorumlamak çözüm üretmek için kullanır. Aydın, birikimini sınıfın mücadelesinde en ön saflarda yer alarak kullanır. “Biz yaparız kitle peşimizden gelir” yanılsamasına düşmeden, kitlelere bilinç taşımanın bütün gereklerini araştırır, bulur, içinde yer alır. Yılmadan bu görevini sürdürür. Görevlerini yazmak ile sınırlamaz. Entelektüel birikim her zaman yazarak-okuyarak kazanılmaz. Gözle görerek, içinde olarak gerçekleri saptamak her zaman daha kavratıcı ve kolay olmuştur. Bu nedenle de aydın kendisini yazmakla sınırlayamaz. Emperyalist yoz kültürü kovacak olan proleter kültür ve halkımızın tarihsel ilerici değerleridir. Bağımsızlığı anti emperyalist, anti faşist mücadele ile sağlayabiliriz. Bu ancak örgütlü bir halk ile mümkündür. Aydın için örgütlülüğü savunmak ve öncüsü olmak bir yaşam tarzı olmalıdır. Örgütlü yaşamın temelinde disiplin vardır. Kolektif disiplin sosyal cüreti arttıran, doğruları ortaya çıkartan 22
ve ortaklaştıran, yanlışların en aza indiren, dayanışma ve paylaşmanın asaletini gösteren, duyarlılığı yaratan ve yaşatan tek güçtür. Bu güçten kendilerini yoksun edenler, yalnız olmaya, korkularıyla yaşamaya devam edecektir. Çağını yakalayan, gereklerini içine sindiren proleter aydını tarih saygıyla alıp, gerektiği yerine oturtacaktır. Buna hiç kimsenin kuşkusu olmamalıdır. Bu boş bir avuntu değil, tarihsel ve Marksist tespitlerin üzerine kurulmuş, pratiğiyle daha şimdiden tarihte yerini almış yeni bir gelenektir. Sonuna kadar götürmek, bizlerin vazgeçilmez görevidir. Örgütlü mücadele, hiçbir emeği küçümsemeyen, korkularıyla, kaygılarıyla insanı kabullenen, kişisel yaratıcılığı geliştiren, popülizmini törpüleyen, doğruları ortaklaştıran, duyarlılığı en üst dereceye yükselten, dayanışma ve paylaşmayı erdem haline getiren, insana değer veren, örgütlülüğün yarattığı gücü en verimli şekilde kullanabilen, üretim ve yönetim sorumluluğunu paylaşan, kişisel hazzı yaşatan, demokratik katılımı güçlendiren, pratik içinde şekillenen, vicdani duyarlılığı, toplumsal önderliğe yönlendiren zenginlikler bütünüdür. AYDINLARIN GÖREVLERİ Ulusal bağımsızlığı vurgulamak, baskı ve zor, milliyetçilik duygularının körüklenmesi, emperyalist kültür bombardımanı altında faşist bir daireye dönüşen anlayışı yıkmak, demokrasi, haklılık ve meşruiyet bilincini yaratabilmek.Kitleler için çekim merkezi olabilecek, güvenilir, kendisinin içinde bir güç olarak hissedebileceği demokratik meşru örgütlenmeler yaratabilmek.Kendini meşru görmeyen ve haklılığına inanmayan hiçbir halk kesimi ne bütünsel olarak ne de lokal olarak harekete geçmezler, geçmekten çekinirler. Bütün ekonomik ve buna bağlı di23
ğer haksızlığa rağmen rahatsızlık edebiyatı yapar dururlar.
24
AYDIN MISIN? Kilim gibi dokumada mutsuzluğu gidip gelen kara kuşlar havada saflar tutulmuş top sesleri gerilerden Tabanında depremi kara güllerin Duymuyor musun? Kaldır başını kan uykulardan Böyle yürek böyle atardamar Atmaz olsun Ses ol, ışık ol, yumruk ol Karayeller başına indirmeden çatını Sel suları bastığın toprağı dönüm dönüm Alıp götürmeden büyük denizlere Çabuk ol Tam çağı işe başlamanın doğan günle Bul içine tükürdüğün kitapları yeniden Her satırında buram buram alınteri Her sayfası günlük güneşlik Utanma suçun tümü senin değil Yırt otuzunda aldığın diplomayı Alfabelik çocuk ol Yollar kesilmiş alanlar sarılmış Tel örgüler çevirmiş yöreni Fırıl fırıl alıcı kuşlar tepende Benden geçti mi demek istiyorsun Aç iki kolunu iki yanına KORKULUK OL 1968/Rıfat Ilgaz 25
ÖĞRENCİ GENÇLİĞİN DEVRİMCİ MÜCADELESİNİN MEYVESİ; GENÇ DEVRİMCİ HUKUKÇULAR Öğrenci gençliğin mücadelesinin yükseldiği bu yıllarda yetişen genç hukukçular olarak bizler vardık. Deneyimsizdik, gençtik ama 12 Eylül döneminde meslektaşlarımızın iyi bir sınav vermediklerini gözleyebilmiştik. Cuntanın yaratmak istediği tek tip öğrenci olmaya karşı çıkarak ilerliyorduk. Mesleğimizi seviyorduk ve Marksist-Leninistleri savunacak cesarete, kararlılığa ve inanca sahiptik. İşte duyarlı genç insanlar olarak Devrimci Mücadelede Avukatlar geleneğini başlatanlar oluyorduk. Yeni bir geleneği kurumlaştırıp, bugünlere taşımayı başaracaktık. 12 Eylül hukukunda, avukatlara ve savunmaya pek yer yoktu. -DGM’lerde olduğu gibi- Bu yargılamalarda avukatlar sonucu pek etkileyemeyecekti belki. Ama yine de bu davaları ahlaki, sosyal, hukuki, siyasi boyutuyla, sahiplenilmesi ve yeni bir gelenek yaratılması gerekiyordu. Devrimci Sol tutsakları, davanın savunmasını bu duyarlı genç ve deneyimsiz avukatlara bırakmakta bir an bile tereddüt etmediler. Böylece devrimci avukat geleneğinin oluşumunun ilk emeğini ve fedakarlığı yapmış oldular. Tutsaklar da vekaletlerini verirlerken, “yanlış yapabilirler, eksikleri olabilir, deneyimsizlikleri yüzünden hukuki açıdan bize faydaları da olmayabilir; ama hiç olmazsa böyle büyük bir davada savunmayı üstlenmekle işe başlayarak, bu eksikliklerini aşar, kendilerine güvenleri artar, mevcut statükoları parçalarlar” görüşündeydiler. Hiçbir kaygıya kapılmadan yeni bir gelenek yaratmak uğruna böylesi bir fedakarlıkta bulunan tutsaklarının bu manevi desteğiyle işe başladık. Olgunlaştık. Birlikte başladığımız çoğu avukat arkadaşımız daha sonra bu çizgi26
de mücadele etmeyi kaldıramayıp aramızdan ayrılsa da, yaratılan değerler ve bakış açısı büromuzun kurumlaşmasını sağladı. Bu gelenek halkın devrimci avukatlarını yarattı. Ve her şeye rağmen kendini kabul ettirdi. SAVUNMANIN ONURU Halkın Hukuk Bürosunun kurucularımızdan Avukat Esin Kulaç, 305 sayfalık ortak savunmasını okumaya şu sözlerle başlıyordu; “... Devrimci Sol Davası’nın savunmasını üstlenmekten onur duyuyoruz.” (...) “ Biliyoruz ki, tarih her zaman meşru ve haklı olanı aklar. Yaşanan gerçeklerin ışığında, bugün darağaçlarının gölgesinde yapılan sorgulamalara gelecekte hiçbir kimse itibar etmeyecektir.” (...) “Bugün sanık sandalyesine oturtulmak istenenler; tıpkı l2 Eylül öncesinde sivil faşist katillerin halka gözdağı vermek için katliamlara yöneldiği dönemde, halkın can güvenliğini koruma ve faşizme karşı direnme onuruna sahip oldukları gibi, 12 Eylül sonrasında da açık bir faşist diktatoryanın gerçekleştiği uygulamalara karşı direnme onuruna sahiptirler. Bugün sanık sandalyesine oturtulanlar, gerçekte faşizmi yargılayan kürsülerde oturmuşlardır hep.” (...) “12 Eylül döneminin yasa ve hukuk tanımayan uygulamalarına karşı direnmek, en başta biz hukukçuların görevi olmalıydı. Ne yazık ki, hukukçular olarak iyi bir sınav veremedik...” “Sayın yargıçlar, suçluları bu salonda aramayın.Suçlular bu salonun dışındadır. Onlar yasaların ve Anayasanın ardına sığınarak ortalıkta dolaşıyorlar. Onlar devletin gücü ve otoritesine dayanarak, bu halka kendilerini zorla kabul ettirmişlerdir.” 27
“Suçlu olan baskı, işkence, zulüm, açlık, sefalet üreten düzen savunucularıdır. SUÇLU OLAN 12 EYLÜL’ÜN KENDİSİ VE 12 EYLÜLCÜLERDİR.” İşte savunmadan aldığımız bu alıntı, o sürece ve geleceği olan bugünlere bakış açımızı basit ve öz olarak ortaya koyuyor. Gerçekten de her yanıyla hukuk ve savunma tarihimizde bir ilke imza atmıştır. Bu nedenle de o dönem mahkemeler sırasında yargıçların tepkisini çekmiş, olmadık bahanelerle avukat arkadaşlarımızın ya savunmalarına ya söz haklarına ya da kişiliklerine saldırmaya çalışılmıştır. Her defasında da cevabı fazlasıyla verilerek, savunulan davanın siyasi niteliğine paralel ciddi bir savunma ortaya konulmuştur. Mahkeme Başkanı Talip Orhan’ın ilk tepkisi; “Ne yapıyorsunuz, avukatlar müvekkillerinin yapmadığını, etmediğini savunur, siz ise yaptıklarının doğru olduğunu savunuyorsunuz, farkında mısınız?” şeklinde olmuştur. Statüler daha baştan sarsılmış, 12 Eylül’ün mahkemeleri rahatsızlığını hemen göstermişti. Sayı bir iken iki, iki iken onu aşan avukatların savunmasından rahatsız olan mahkeme, bu huzursuzluğunu her fırsatta hissettirdi. Bu rahatsızlık gösterilerinden birkaç örnek vermek istiyoruz. Bir duruşmada, ön sıralarda oturan stajyer avukat arkadaşlarımıza, “Siz arkaya oturun, avukatlara yer kalmıyor” dediğinde, aslında orada 20 kişilik yer vardı. Zaten bu sataşmanın altında yatan neden, yerin olmaması değildi. Çünkü o anda o yeri dolduracak avukat dahi yoktu. Üstelik stajyer avukatların sayısı da dörttü. Bundan sonraki süreçte Yargıç Talip Orhan, devrimci avukatlara sataşmaktan, onları ezme manevralarından vazgeçmedi. Ama her defasında aldığı yanıtla daha da küçüldü. 28
Duruşma yargıcının ön sıralarda dahi oturmalarına tahammül edemediği stajyer avukatlar, kısa aralıklarla stajlarını bitirip mahkemedeki yerlerini aldıkça, heyet şaşkınlık içinde kalıyordu. Avukatlık cübbelerini giyer giymez tutsaklardan birinin avukatı olarak savunmasını üstlenen avukatlara, otuz yıllık Talip Orhan nasıl tahammül etsindi. Bu nedenle sürekli olarak bu genç insanları ezmek, bir açığını yakalamak ve hukuk dersi vermek istiyorlardı. Davranışları tümüyle tepkisel gibi gözükse de, onların aldığı tavrın özünde statükoları sarsan, yeni devrimci geleneğe olan tahammülsüzlük yatıyordu. Bir oturumda, 30 müvekkil hakkında hazırlanan 8 sayfalık tahliye dilekçesini dahi okutmak istememişlerdi. Konuşmalar aynen şu ilginçlikte gelişiyordu: “Hayır efendim, olmaz. Otuz sayfalık tahliye dilekçesi olmaz, okutamam.” “Sayın yargıç, 30 sayfalık değil, 30 müvekkil için 8 sayfalık bir dilekçe.” “Fark etmez efendim. Sekiz sayfalık da olsa okutmam. İstiyorsanız özetleyebilirsiniz ya da doğrudan mahkememize verin, biz okuruz.” “Sayın yargıç, bu dava 8 senedir sürüyor. Her duruşmada tahliye için söz almıyoruz ve uzun zamandır da tahliye talebinde bulunmadık. Mahkemede tahliyesini isteyeceğimiz 30 kişinin her birinin bir avukatı olsa ve her biri için bir sayfalık tahliye dilekçesi okusa, bu otuz sayfa ederdi. Oysa biz sadece 8 sayfalık bir tahliye dilekçesi okumak istiyoruz. Buna rağmen okutmam diyorsunuz. Ayrıca hangi yasada böyle bir usul var? Tahliye dilekçesinin okutulmayacağı nerede yazıyor?” Arkadaşın yargıca hukuk dersi vermesi yargıcı iyice sinirlendiriyor. Tepkiselliği daha da artıyordu. “Hayır efendim, olmaz. Yasada yazması gerekmez. 29
Mahkemenin işleyişi de var. 1050 sayfa da olsa okutacak mıyım?” Bu sözler üzerine müvekkillerimizden Dursun Karataş söz alarak konuşuyor: ‘’Heyetinizin avukatlarımıza yönelik sürekli olarak olumsuz bir tavır içinde olduğunu görüyoruz. Bu olumsuzluk o dereceye gelmiştir ki, sekiz sayfalık bir dilekçe dahi okutulmak istenmemekte ve bunu haklı çıkarmak için demagojiye başvurulmaktadır. Dilekçe 1050 değil sadece 8 sayfadır. Eğer onu dinlemeye gerek yok, tahliye talebinde bulunmanıza da gerek yok diyorsanız ve her şeyi biz yaparız havasındaysanız, bu davayı sürdürmenize de gerek yoktur. Zaten bakanlık sürgün edilmemizi istiyor. Bari olmuşken hepimizi sevk ettirin, böylece mahkemenizi bizsiz tamamlama şansına kavuşmuş olursunuz.Tekrar belirtmek istiyoruz. Avukatlarımıza yönelik bu tepkiselliğinizi anlamak mümkün değildir.’’ Bu çıkışmaya hiçbir yanıt vermiyor, veremiyor. Çünkü yasadışı bir uygulama dayattığını kurt gibi biliyor. Bu keyfiliği kabul etmeyen avukat arkadaşlarımız, tahliye dilekçelerini okumadan vermeyi ve özetlemeyi redderek tepkilerini dile getiriyorlar. Her şeye rağmen halkın hukukçuları kendilerini kabul ettirmişlerdir. 2 Şubat 1990 günlü oturumda Avukat Cemal Yücel, müvekkili İbrahim Erdoğan’ın savunmasını okumaya başladı. İbrahim Erdoğan eşi ve henüz iki yaşındaki kızıyla birlikte siyasi şubede işkenceden geçirilmişti. Avukat arkadaşımız olayın vahametini anlatmaya çalışırken, Talip Orhan sözünü keserek “bunları geçin efendim, bunları defalarca dinledik” diye müdahale etmişti. İşkence lafının edilmesine dahi tahammül edemiyorlardı. Oysa yargıcın tam da tepki gösterdiği bu sırada, iki yaşındaki bir çocuğa işkence edilmesini yüreği kaldıramayan mah30
keme sekreteri gözyaşlarını tutamıyordu. Mahkemenin bu engellemesine de tutsaklar müdahale etmişti. “Tepkinizi işkenceleri dinlerken değil, işkenceler yapılırken göstermeliydiniz.” Tutsak müvekkillerimizin bu tür yanıtları karşısında birçok kez zor durumda kalan Yargıç Orhan ne edip edip bir fırsatı ile bu sözlere cevap vermeye çalışırdı hep. Tutsak müvekkiller ile bizler arasındaki savunmaya bakış ve politikalar arasındaki uyum, her ne kadar yargıçların tepkisini halen çekmeye devam etse de tarihsel özelliği olan bir davadan başlamak üzere bir gelenek yarattı ve bugünlere taşıdı. Bu davada, bize duyulan güveni boşa çıkarmadığımız görüşündeyiz. Bütün deneyimsizliklerimize karşın, Türkiye’de benzeri belki de hiç olmayan bir savunma örneğini yarattığımıza inanıyoruz. Tıpkı müvekkillerimiz gibi, savunma kürsüsünde faşizmi, emperyalizmi yargılayıp, faşizme karşı mücadelemizin bir suç olamayacağını, tam tersine görevimiz olduğunu anlatmıştık. Toplam 1243 kişinin yargılanmakta olduğu Devrimci Sol Ana Davası’nın savunmanlığını bireysel gayret ile yerine getirmeye çalışmak gerçekten güç olacaktı. Stajyer arkadaşlarımızla birlikte yaklaşık on kişiyle kolektif çalışmanın, dayanışmanın gücünü ve zenginliğini bu süreçte kavradık. Paylaşmayı, fedakar olabilmeyi bu süreçte öğrendik. İnsan sayımız değişti ancak ilkelerimiz sağlam ve kalıcı oldu. Kazandığımız değerlerimizle yolumuza devam ediyoruz. Yürütülen bu mücadeleden sonra, bir gün tamamımızın başına bir şey gelse veya tamamımız tutuklansak bile mesleğe kazandırdığımız değerlerle, yeniden toparlanacağımızdan ve yaygınlaşacağımızdan kimse endişe etmemelidir. DGM’lerde dahi, birçok ilkleri bizler başlat31
mıştık. Bugün sevinerek görüyoruz ki, kendilerine misyon biçen meslektaşlarımız en azından biraz daha olması gerektiği gibi davranmaya çalışıyor. Olumsuzluklar yok değil. Elbette ki bedel gerektiren mücadeleyi göze almakta zorlananlar şimdilik çoğunlukta. Ne var ki, onurlu yaşamanın, “aydın sorumluluğunu” taşıyabilmenin de tarihin her döneminde olduğu gibi bugün de bedeli var. Bu bedeli ödemeye razı olmamız, zorunluluk artık. Konuya başlarken de belirttiğimiz üzere, tutsak müvekkillerimizin bizlerin olgunlaşmasına, daha geniş ve net bir bakış açısı kazanmamıza verdikleri emek ve fedakarlık bizim için önemliydi. Böylesine tarihsel öneme haiz bir davayı hiçbir hukuki endişe duymadan bizlere emanet etmeleri başlı başına fedakarlık sayılmalıdır. Müvekkillerimizin sosyalizm inançlarına bağlı olduklarını, her koşulda bunları çekinmeden savunduklarına tanık olduk. Bunun en açık örneği yargılamalar boyunca sözcülüğü üstlenip, dilekçe okuyan toplam 22 kişiden her birine; sadece dilekçeleri okudukları için 29 yıl ile 2 yıl 8 ay arasında olmak üzere toplam 266 yıl hapis cezası verilmesidir. Bu yaptırımların hiçbiri müvekkillerinizin geri adım atmasını sağlayamadı. Onlar siyasal davaların, sürmekte olan sınıf mücadelesinin bir siyasal hesaplaşma aracı olarak mahkeme kürsüsüne taşınması gerektiği anlayışıyla hareket ettiler. Yargılananlar ile yargılayanlar, gerçekte, toplumda çatışma içinde bulunan sınıfların temsilcileri olarak mahkeme salonlarında mevzilenmişlerdir. Egemen sınıflar, halkın mücadelesine ve örgütlü gücüne son vermek için mahkemeleri birer araç olarak kullanırken, ezilen sınıfların temsilcileri, tarihsel olarak meşru görmedikleri bu mahkemeleri, onların teşhir edildiği bir kürsü haline getirirler. 32
En büyük siyasi dava olmasının yanında, bu davada, TKP’den beri süregelen emekçi halkın haklarını savunma cesaretinden yoksunluk, gizli ya da açık pişmanlık, mahkemelerdeki teslimiyetçi, reformist davranışın izine rastlamamaktayız. Her oturum yeni bir heyecandı adeta. Elbette ki, bütün bu mücadelenin ağır bedelleri oldu. Yaşamların yitirilmesi pahasına, kan ve can bedeli yıllarca süren mücadelede, duruşma salonlarında coplanmak, yerlerde sürüklenmek, kıyasıya dövülerek duruşmadan atılmak, tek tip elbise giymedikleri için duruşmalardan iki buçuk yıl uzak kalmak, mahkeme gidiş gelişlerinde zorla, ahlak dışı ve onur kırıcı aramalardan geçirilmek, don-atlet ile saatlerce soğukta ve mahkeme arabalarında bekletilmek vardı bedelin içinde. Devrimci tutsaklar, mahkemeleri proletaryanın ve emekçi halkın devrim davasının ödünsüz savunulduğu, egemen sınıfların yargılandığı birer kürsü haline getirdiler. Dediklerini yapan, yaptıklarını her koşulda savunan Marksist-Leninistler halkı, cuntanın temsilcilerine yargılatmadılar. 12 Eylül’ü, işkencecilerini ve halk düşmanlarını savunmak zorunda kalan mahkeme yargıçlarından birinin “Herkesi suçluyorsunuz, siz mi yargılanıyorsunuz, başkaları mı?” sözcüğü bunu çok iyi ifade ediyor. Müvekkiller 12 Eylül’ün neden olduğu olumsuzlukların gerçek sorumlularını açıklayan bir karşı iddianame hazırlamış ve okumuşlardı. Bugün neredeyse bütün ezilen ve emekçi halkın dilinden düşmeyen HAKLIYIZ KAZANACAĞIZ sözcüğü o zamanlar kullanıldı. Haklı olanların kazanma inancını simgeleştirdi. 15 Mart 1982’de başlayan Devrimci Sol Ana Davası, kuşkusuz Türkiye siyasal davalar tarihinde şimdiden 33
önemli bir yer edindi. Bizler de bu tarihin içinde yer aldığımız ve olgunlaştığımız için kıvançlıyız. TARİHİ DİRENENLER YAZAR 12 Eylül’ün sessizliğini zindanlardan başlayarak bozan müvekkillerimizin, hapishane ve mahkeme kürsüsünde gösterdikleri örnek tavır ve yarattıkları geleneklere değinmeden geçmenin haksızlık olacağını düşünüyoruz. Çünkü dünyanın çeşitli köşelerinde yaşananları yazmayı, onları desteklemeyi, bunlar üzerine kahramanlık öyküleri anlatmayı pek seven aydınlarımızın, sanatçılarımızın böyle bir işe soyunacakları yok gibi görünüyor. Çünkü onlar daha önceden de değindiğimiz gibi devletin baskı ve terör politikasından, ideolojik saldırı ve demagojilerinden etkilenerek, devrimci çevrelerden uzak durmaya titizlikle devam ediyorlar. Dreyfus’tan, Sokrat’tan, Bruno’dan ve onların tarihteki onurlu tutumlarından övgüyle söz etmeyi ihmal etmeyen ve bu konularda kalem oynatmayı entelektüellik olarak kavrayan aydınlarımız, ne yazık ki kendi ülkelerinde kan ve ateşle yaratılan değerlere sırtlarını döndüler. Aydın sorumluluğu konusuna önem veriyoruz. Nasıl kavradığımızı ileride ayrı bir başlık altında inceleyeceğiz. 12 Eylül Cunta günlerinde gerçek yönleriyle bilinmeyen bir yığın olay yaşandı. Hala da yaşanıyor. Faşizm gerçekleri büyük bir çaba ile gizlemeye çalışırken, bu olayları yaşayanlar kimi zaman gerçekleri yazmanın gerekliliğini ve deneyim aktarımı gibi bir görevleri olduğunu unutuyorlar. Bu olayları yazmak, yaşayanların görevleridir. İşte Halkın Hukuk Bürosu avukatları olarak bu davada yaşananları unutmamak ve unutturmamak bizim de görevimizdir. Tanık olduklarımızı imkan bulduğumuz her yerde anlatmaya, yazmaya çalışacağız. Üstelik bu dava34
yı anlatmadan Halkın Hukuk Bürosu’nun neden ve nasıl kurulduğunu da anlatamayız. 15 Mart 1982’de başlayan yargılamalar, her oturumu neredeyse mahkemeyi cuntacılara dar eden eylemliliklerle geçmiş ve nihayet 1988 yılının Ağustos Ayında sıra son savunmanın okunmasına gelmişti. Davanın tutsakları 1573 sayfalık bir siyasi savunma hazırlamışlardı. Bu savunma metni, onlarca sürgün ve sevk, operasyon ve talanlardan can pahasına korunabilmişti. Zira haftada en az bir defa taciz araması yapılıp, bütün kitaplar talan ediliyor, koğuşlara operasyon adı altında coplu, kalaslı saldırılar düzenleniyordu. Özel aranan eşyalardan biri de yazılı belgelerdi. Özellikle okunan kitaplara ve dergilere el konulmaktaydı. Hapishanenden üretilen yazılı notlar, mektup veya savunma belgelerine idare özellikle dikkat ediliyordu. 27 Ekim 1988 sabahı, Baştabya’daki spor salonundan bozma Sıkıyönetim Mahkemesi duruşma salonunda müvekkillerimizden Dursun Karataş savunma dilekçesini okunmaya başladı. İlk okunacak olan 1573 sayfalık “HAKLIYIZ KAZANACAĞIZ” başlıklı ortak siyasi içerikli savunmaydı. Kişisel savunmalar ayrı ayrı yapılacaktı. “Haklıyız Kazanacağız” ismini verdikleri savunmaya müvekkillerimiz şöyle başlıyorlardı: “Biz yeni bir dünya için yola çıktık ve onu mutlaka kuracağız.” “Verin kararınızı... Egemen güçler adına kalemlerinizi kırarken eliniz titreyecek, diliniz sözcükleri telaffuz edemeyecek... Verin kararınızı, verin ki, bu ülkenin efendileri emperyalistler, tekelci burjuvalar, büyük toprak ağaları, tefeci-tüccarlar, onların uşaklığını yapan işkenceciler, zindancılar, satılmış kalemler ve satılmış beyinler kaldırsın kadehlerini. Halkın adaletinin uygulanacağı günler 35
gelecektir. İşçilerin, köylülerin hesap soracağı günler de gelecektir.” “Savcılar, yargıçlar, bizi mahkum etmeye çalışan egemen sınıflar rahatlayın.” Evet, biz suçların en büyüğünü işledik. İTİRAF EDİYORUZ; Emperyalistleri, ayak izlerine varıncaya kadar ülkemizden silmek için, bağımsızlık şiarını haykırma suçunu işledik “ “Beşikteki bebekten evdeki emekliye kadar, halkımızın kanını kene gibi emenlerin korkulu rüyası olma suçunu işledik. “ ... “Faşist devleti yıkıp her türlü güzelliğin boy vereceği, devrimci halk iktidarını kurmak için savaşmak suçunu işledik. “ ... “Halkı canından, yurdundan, evinden, okulundan eden CIA uşaklarını, sermayenin faşist sürülerini cezalandırma suçunu işledik.” ... “Çürümenin, yozlaşmanın, kokuşmanın karşısında olma, emeği en yüce değer sayma suçunu işledik.” ... “Biz halkız, sırtımıza saplanan 12 Eylül hançerine karşı direnme suçunu işledik.” ... “Ana karnındaki bebekten, ak sakallı dedelere kadar elektrik verenlerden hesap sorma suçunu işledik. “İŞTE SUÇLARIMIZ... “TÜM DÜNYAYA İLAN EDİYORUZ Kİ, BU SUÇLARI İŞLEMEYE DEVAM EDECEĞİZ... “ Diğer toplu davalardan farklı olarak savunmadan çok yargılayan, suçlayan ve saldıran bu içerik duruşmalar boyunca da çeşitli eylemliliklerle devam etmişti. Savunmanın okunmaya başlandığı ilk duruşma, sürecin en canlı geçen oturumuydu. 500 civarında izleyici her duruşmada hazır olur, çok fazla medya mensubu teşrif ederdi. Hürriyet gazetesi çeşitli fotoğrafların altını aspa36
ragas haberlerle doldururdu. Kamuoyu sürekli ve düzenli olarak yanıltılmaya çalışılırdı. Savunmanın saldırı niteliği taşıyan yanları da vardı ki, “Hitler’in beş çocuğu...” başlığı altında cunta generallerinin suçlarını sıralamaya gelindiğinde mahkeme başkanı endişe ederek önce duruşmayı kesti ve “suç unsuru taşıyan yerlerin çıkarılması kaydıyla” oturumu bir başka güne aldı. O başka gün geldiğinde başkan Yargıç Talip Orhan merakla beklerken müvekkilimiz, hiçbir noktayı çıkarmadıklarını ve çıkarmayacaklarını, hepsinin iddianamenin tersine belgeleri olduğunu ve belgeleri ise bir valiz halinde getirdiklerini söyleyince, oturuma yeniden ara verildi. Bu defa işleri zorlaşmıştı. Bundan önceki yaklaşık 6.5 sene boyunca, bunları savunmada söylersiniz bahanesiyle sürekli engelleme gerekçesine sığınılıyordu. Ne var ki savunma gelmiş çatmış, ama yargıç bu sıkıntılı durumu nasıl atlatacağına çare bulamamıştı. Bu yeni ara ise 2.5 saat sürdü. Oturumlar boyunca verilen en uzun duruşma arasıydı. Sonuçta “sanıklar hakaret amacı taşımadığını söylediklerinden savunmaya devam edilmesine...” karar vermek zorunda kalmışlardı. Cuntacıların suçları içinde askeri mahkeme ve savcıların suçları da okunmaktaydı. Hepsi dikkat kesilmiş, kendi isimlerinin ne zaman okunacağını bekliyorlardı. Basın da bu suçluların isim listesine büyük önem vermekteydi. Ayrıca savunmada bir karşı iddianame bölümü dahi vardı. Dava tutsaklarının bu tutumu 12 Eylül’ün baskı koşullarından başlayarak aralıksız yürütmeleri bakımından anlamlıdır. O dönem yargılamalar ve hapishaneler işkence alanlarıydı. Ancak işkence onların işkenceye karşı verdikleri mücadele ile moral olarak daha da güçlendiler. Duruşma salonundan bir anı aktarmak isteriz: 37
İzleyiciler sırasında bir genç kız, duruşma arasında tutsaklarla konuşuyor: “Anlamıyorum... Sizler oldukça rahat tavırlar içindesiniz. Sanki siz dışarıdasınız biz içerideyiz. Sekiz yıldır içerde olduğunuza inanmak zor” diyor ve şu cevabı alıyor; “Anlamayacak bir yanı yok. Direnmek insanı özgürleştirir, yüceltir. İnsan özgürleştikçe, moral kaynaklarını korudukça sağlıklı yaşar, güçlü olur. Bu sadece tutsaklar için değil, dışarıda mücadele edenler için de geçerlidir.” Savunmanın okunması sırasında mahkeme başkanının konuşmasından alınmış paragraf: “Peki, tamam haklısınız, bu kelimenin bir bilimselliği olabilir. SİZ BURADA KENDİNİZİ SAVUNMAKTAN ÇOK BAŞKALARINI YARGILIYORSUNUZ. Şuna saldırıyorsunuz, buna saldırıyorsunuz...” Yine bir duruşma arasında, tutsaklar yakınlarıyla ilgilenirken subayın biri de merakla savunma kürsüsüne sessizce yaklaşıp dosyayı karıştırmaya başlıyor. Bunu fark eden müvekkilimiz yüksek sesle soruyor: - Ne o, adını mı arıyorsun listede? Subay elini ateşe değmişçesine geri çekiyor. Ne diyeceğini bilemiyor; - Henüz adın oraya geçecek kadar büyümedin. Bu sözler karşısında rahatlayan subay, sahteci bir tavırla;”Yarın bu devlet yıkılsa, sizin devletiniz kurulsa, yine görev yaparım. Benim kimseye düşmanlığım yok” şeklinde cevap veriyor. Savunmanın son kısmı; “VERİN KARARINIZI, SIRA BİZE GELSİN” “BİZ HALKIZ VE HAKLIYIZ, “HAKLIYIZ KAZANACAĞIZ” (...) “YAŞASIN TÜRK VE KÜRT HALKLARININ KARDEŞ38
LİĞİ, YAŞASIN MARKSİZM-LENİNİZM” şeklindeydi. (...) Ara duruşmalardan birinde okunan Hasan Hüseyin’in şiirinden dizeler: “Onlar için her şey bitti her şey bitti onlar için Değilmi ki kırdılar bu fidanları Değilmi ki ağlatılar bu anaları onlar için her şey bitti Ne bir tutunacak dal Ne bir dayanacak duvar Bir kara haberin ölü yankısıdır onlar gözlerimizde Demir parmaklıklar arkasından bakar gibi bakan gözlerimizde” İşte tam bu dizeler bittiğinde tribün bütün anaların, bacıların ve diğer bütün izleyicilerin gözlerindeki yaşlar ta uzaktan fark ediliyor. Bir astsubay tutsaklardan birine yanaşıp, “bu kadar insanı parayla mı getiriyorsunuz” diye soruyor. Salonu en son terk etmek üzere olan yaşlıca bir anaya tutsaklardan biri soruyor: -Savunmayı nasıl buldun ana? -Ne gerekiyorsa söylemişsiniz, herhalde dışarı çıkmaya niyetiniz yok. İşte sekiz yılı aşan, her günü işkence olan tutukluluk, 1984 yılında Ölüm Orucu Direnişinde yitirilen 4 can ve haksız şiddete karşı aynı cürette direnişin sürekli kılınmasıyla O’nlar Türkiye Halklarına demokrasi ve özgürlük mücadelesi yolunda önder olmayı başardılar. “Haklıyız Kazanacağız” sloganı, daha sonraki yıllarda bütün ezilenlerin, emekçilerin ortak dili oldu. 39
Ve bizler de bu süreçte sistemin yozluğundan, çirkefliğinden çıkıp, duyarlı ve saygın birer devrimci, demokrat, aydın olabilme yolunda olumlu mesafeler kat ettik. Sıkıyönetim Askeri Mahkemesi Devrimci Sol Ana Davasını 1 Kasım 1991 tarihinde karara bağladı. Sıkıyönetim Askeri Mahkemeleri Turgut Özal döneminde çıkarılan 3713 sayılı Terörle Mücadele Yasası’nın şartlı tahliye ve diğer özel hükümleri gereğince tarihe karıştı. Devam eden sıkıyönetim dosyaları bölgelerindeki Ağır Ceza Mahkemelerine devrediliyordu. 1989-90-91 yılları halkın, özgürlük istekleriyle kitlesel biçimde sokaklara, meydanlara akmaya başladığı yıllar olacaktı. DGM’ler ise Askeri Mahkemelerin yerini çoktan doldurmaya başlamıştı. Devrimcilere yönelik yargılamalar bu davalarda devam ediyordu. Askeri Mahkemelerin 10 yılda sonuçlandırıp, gerekçesini dahi yazamadığı kararları DGM’ler birkaç ayda tamamlıyor, kararlar Yargıtay tarafından onaylanıp kesinleşiyordu. Devlet DGM’lerde aradığını-amaçladığını bulmaya başlamıştı. Örnekleriyle açıklayacağımız üzere DGM’ler Askeri Mahkemelere çoktan rahmet okutur olmuştu.
40
ÇAĞDAŞ HUKUKÇULAR DERNEĞİNİN ÖRGÜTLENMESİNDE BÜROMUZUN ROLÜ Kolektif dayanışma ve çalışma bizlere çok şey öğretmişti. Hukuk alanındaki örgütsüzlük ve tarihsel durağanlık devam ediyordu. O tarihte artık İstanbul Barosu’nun yönetimi de 12 Eylül öncesinde olduğu gibi Çağdaş Avukatlar Grubu’nun eline geçmişti. Ancak, neredeyse bütün sorunlarımızda baronun bize yardımcı olmasını sağlamak için bin bir dil dökmek gerekiyordu. Buna rağmen yardımlar daha çok manevi boyutta kalıyordu. İstanbul Barosu yönetimine hakim olan eski alışkanlıklara 12 Eylül’ün getirdiği korku ve meşruiyet sorunu eklendi. Bu olumsuzluklara bir de Baro’nun rutin işleri ve hantallığı eklendiğinde yönetimden verim almak neredeyse mümkün değildi. Adı “çağdaş” olsa da aslında gerici bir anlayışla yürütülüyordu işler. Dönemin İstanbul Baro Başkanı Turgut Kazan’dı. Önceden de belirttiğimiz üzere, “aydın, hukukçu sorumluluğu” ile “meslek onuru ve ahlakı” gibi önemli kavramların içeriği doldurulamadığı için ortak bir mücadele hattı yaratılamıyordu. Bunun sonucu olarak her mesleki ya da insan hakları ihlali sorununda Baronun desteğini alabilmek için ayrıca gayret göstermek, yönetimcilerin her biri ile tartışmak gerekiyordu. Süreç sıcaktı. 1 Mayıslarda halk bütün yasaklamalara rağmen alanları dolduruyor, tank, top, silah, kurt köpekleri ve boyalı-tazyikli sulara karşın “1 Mayıs Yasallaşmalıdır” sloganları atılıyordu. Mahkemelerde dahi hak ve özgürlüklerin meşruiyeti savunuluyordu. 12 Eylül ile kurumlaştırılan anti-demokratik engellerin kaldırılması için mücadeleler veriliyordu. Yani, süreç yasaların çerçevesini zorluyor, meşru olan hakların savunulması gerekiyordu. Dönemin iktidarları da elbette ki baskı ve terörünü 41
arttırmaya devam ediyordu. Bu nedenledir ki, 1989 yılında hapishanelerde yeniden hak gaspları başlatıldı. Adalet Bakanı Mehmet Topaç 1 Ağustos Genelgesini yayınladı ve bununla birlikte hapishanelerde siyasi tutuklulara yönelik saldırılar başladı. Bütün hapishanelerde buna tepki olarak direnişler örgütlendi ve açlık grevleri yapıldı. Bu süreçte Eskişehir Özel Tip Hapishanesi, Adalet Bakanlığı’nın kararı ile kapatıldı ve oradaki bütün tutuklular sürgün edildi. Eskişehir’den Aydın’a sürgün sevk sırasında, adeta bir ölüm tabutuna dönüştürülmüş nakil aracının içine sıkıştırılmış PKK tutsaklarından ikisi kapılar açılmadığı için havasızlıktan yaşamlarını yitirdi. Bu süreçte Devrimci Demokrat Avukatlar (DDA) bir araya gelmeyi başarabilmiş, böylesi sorunlarda birlikte hareket etmenin teamülünü de yavaş yavaş yerleştirmeye başlamışlardı. ÇHD örgütlenmesinin gerekliliği tam da bu ortamda büromuz tarafından ısrarla savunulmaya başlandı. Avukatlık mesleğinin öznelliği de gözetilerek kapsayıcı olabilmesi için onlarca kez tartışma toplantıları düzenlendi. Her zaman olduğu gibi birtakım siyasi çevreler bu öneriye hemen karşı çıktılar. Kimisi ÇHD’ye alternatifmiş gibi Baro örgütlenmesini savundular. Mesleği yeni yeni tanıyan duyarlı insanlar bu tartışmalardan etkilendiler. ÇHD’nin yeniden kurulması çabası için yapılan tartışmalar tam 2.5 yıl devam etti. ÇHD’ye gerek olmadığını ileri süren grup bugünkü Emek Partisi çevresi olup, kuruluştan sonra bile yönetimde yer almak için yarışa girdiler. Tartışmaların en yoğun olduğu il İstanbul’du.Ankara ise kısa bir tartışma sürecinden sonra kapsayıcı olamadan alelacele kuruldu. Daha başlangıçta ortaya çıkan siyasi kaygılar ÇHD’nin kapsayıcı olamamasının bugünlere taşınan nedenlerin42
den en önemlisi olmaya devam ediyor. O dönem tartışmanın önemli bir boyutu da Kürt sorunu idi. Uzun tartışmalardan sonra dernek tüzüğüne “Ulusların kendi kaderini tayin hakkını kayıtsız şartsız kabul eder” şeklinde geçirilmesine karar verilerek bu sorun da çözümlendi. Tartışmaların ikinci önemli boyutunda ise örgütlülüğün hangi birlik anlayışına dayalı olacağı, kimler ile birlikte hareket edilmesinin hedefleneceğiydi. Biz Aydınlık görüşü (Doğu Perinçek taraftarları) savunucularının bu birlikte yer almamaları gerektiğini savunuyorduk. Zira, Aydınlıkçılar 12 Eylül’den önce aynı isimli gazetelerinde birçok devrimcinin isim ve adreslerini gazetelerinde deşifre edip, faşistlere ve devlete muhbirlik yapmışlardı. Bu sebeple biz bu görüş savunucularını karşı-devrimci olarak görüyoruz. Doğu Perinçek ve taraftarları 12 Eylül mahkemelerinde devlete yaranabilmek için bu faaliyetlerini savunmalarında dile getirerek ne kadar “masum” olduklarını ispatlamaya çalışmışlardı. Halen daha da bu yüz kızartıcı tutumun özeleştirisini vermeyip, bilakis doğruluğunu savunmaktadırlar. Bizler araya kalın bir mesafe koyarak, ilkeli tutum ile bu yanlış görüş yanlılarını meşrulaştırmamayı amaçlıyoruz. Bunu tarihsel sorumluluğumuz olarak görüyoruz. İP’liler bugün dahi tecrit edilmeye devam edilmeli, yanlışın özeleştirisini vermeye zorlanmalıdır. Bilmeden bu görüşü savunan duyarlı insanların da durumu bütün gerçekliğiyle görüp bu örgütlenmeyi terk etmesini sağlamak olması gereken bir görevdir. Tartışmalar ilginç biçimde seyrediyordu. Öncelikle bir kısım insanlar söylemlerinin iddia olduğunu sanmışlardı. Bunu tahmin ettiğimiz için hazırlıklı gitmiştik. Faydacı, sol ve yurtsever grupları utandırıp doğru mücadele çizgisine çekmek için uğraş veriyorduk. Tartışmaların sıcak 43
bir bölümünde gazeteleri ortaya çıkardık ve okuduk. D. Perinçek’in savunmalarından alıntılar yaptık. Politikadan uzak, samimi insanlar şaşırmıştı. Geçmişte böylesi şeylerin yaşanmış olduğuna inanmak istemiyorlardı. Diğer sol gruplar içinse bir hafıza tazelemesi etkisi yaptı. Onlar da herhalde bu boyutu ile hatırlamıyorlardı. Bizler bu tartışmalar sırasında politik ilkemize uygun olarak çizgimizi “Aydınlık görüşünün yönetime alınmaması, üyelikleri konusunda ise çok fazla sorun çıkarmamak” şeklinde belirledik. Bizim dışımızdaki bütün sol çevreler buna rağmen ilkeli tutumumuzu kavrayamadı, bir kısmı ise kavramak istemedi. Onlar daha çok “ilkeli” değil, “kalabalık” bir birlikten yana idiler. Bu nedenle de faydacı bakılıyordu. Yurtsever çevre ise bütün tarihini unutuvermiş, Aydınlık görüşü ile 2000’e Doğru dergisinde “kardeş, kardeş” fotoğrafları yayınlanıyordu. İlkeli olan tutumumuz “tamam ama bu sorun geride kaldı” gerekçesiyle eleştiri alıyordu. Yaklaşımımız her zamanki gibi “sekter” bulunmuştu. 2.5 sene süren birlik ısrarımıza rağmen bu ilkemiz gerekçe edilerek bir toplantıda mahkum edildik. “Aydınlık görüşü yönetime girerse bizler yönetimde olmayız” demek zorunda kaldık. ÇHD’nin kurulması için 2.5 yıldır zorladığımız aynı sol çevreler, hiçbir vicdani rahatsızlık duymadan, “ O halde siz olmayın” deyiverdiler. Aydınlık görüşünü bize tercih etmiş oldular. O tarihlerde çalışmalarda Aydınlık görüşüne sahip bir veya iki kişi vardı. Bizler ise yakın çevremizdeki avukatlar arkadaşlar dışında yalnızca büro olarak 7 avukat çalışıyorduk. ÇHD’nin kurulması için çalışmalar tamamlanmış, kuruluş işlemleri için gerekenler yapılıyordu. Aydınlık ekibinin sahiplenilmesi nedeniyle biz yönetimden çekildik ancak üye olarak komisyonlarda çalışmalarımıza devam 44
ettik. İlkesiz ve zaaflı tutum ÇHD’nin kuruluşundan itibaren etkili oldu, olmaya da devam ediyor. Fiilen olmayan Aydınlıkçılar şu anda sorun olmaktan çıkmış durumdadır. Ancak sorun ilkesel olarak bir karara bağlanmamıştır. ÇHD çalışmaları istenen, amaçlanan boyuta ulaşamadı. Bunda bizlerin de kusuru vardır. Zira kurulduğundan bir süre sonra başlamak üzere başkanlık olmasa da yönetim düzeyinde çalıştık. 1990’LI YILLAR 12 EYLÜL’ÜN KORKU PERDESİ İYİCE ARALANIYOR KİTLELER ÖZGÜRLÜK İSTEKLERİYLE ALANLARA KOŞUYOR MÜCADELE ALANLARIMIZ GENİŞLİYOR
Bu yıllarda demokratik mücadele daha çok 1 Mayıs ve üniversiteler ekseninde sürüyordu. Zira 1 Mayıs’ın yasallaşması isteniyor, üniversitelerden YÖK boyunduruğunun kaldırılması talep ediliyordu. 6 Kasım boykotları ve üniversite işgalleri ile 1 Mayıslarda alanların doldurulması ile sokağın özgürleşmesi talep ediliyordu. Bu süreçte biz de kimi zaman gözaltı izlemeleri yaptık kimi zaman da bizzat sokak eylemlerinin içinde bulunduk. Mahkemelerde ise eylemlerin meşruluğunu savunduk. Hatırlanacağı üzere 89 1 Mayıs eylemlerinde Mehmet Akif Dalcı isimli bir genç devrimci işçi katledilmiş, bir sonraki yıl ise Gülay Beceren isimli bir öğrenci polis kurşunu ile felç olmuştu. Polisin helikopterden kitleyi taramaktan çekinmediği bu yıllarda 1 Mayıs’ın meşruluğu da kabul edildi. Bu dönemde toplu gösteriler DGM’lerde yargılanıyordu. ‘89, ‘90 ve ‘91 1 Mayıs eylemleri, İTÜ ve Yıldız Üniversitesi işgalleri gibi toplu davalarında savunmanlık görevlerini üstlendik. Bu yıllarda DGM’lerde örgüt davaları henüz yoğun değildi. Demokratik kitlesel eylemler Körfez Savaşı ile birlikte 45
“Emperyalist Savaşa Hayır” içeriğine büründü. Dönemin medyatik davası 17 yaşındaki Nermin Alkan isimli liseli öğrencinin “Savaşa Hayır” pankartını astıktan sonra işkence görüp tutuklanması ve DGM’de on yıllarca ceza istenmesi olayı idi. Tarihe N.A davası olarak geçti. Her politik dönüm noktasında olduğu gibi Körfez Savaşı sırasında da baro “meslek örgütü” olduğu bahanesiyle tavırsız kaldı. Günlerce çalışıp hazırladığımız “savaşa hayır” afişinin de pek politik bulunmasından ötürü panolara asılması engellendi. Bir yandan DDA otonom örgütlenmesini ÇHD çatısı altında daha organize hale getirmeye çalışırken, diğer yandan İstanbul Barosu’nun da insan hakları mücadelesine katılması ve eski köhnemiş durumundan kurtulabilmesi için haftalık olarak yazılı etkinlik önerilerinde bulunuyorduk. Önerilerimizi ciddiye alan yönetici arkadaşlarımız da vardı. Ne var ki Turgut Kazan karizması karşısında etkisiz ve edilgen kalıyorlardı. Turgut Kazan da her hafta HHB’den gelen önerileri Yönetim Kurulunda görüşmekten sıkılmıştı doğrusu. Belki de tedirgin olmaya başlamıştı. Zira öneriler güncele uygun ve meslek örgütümüzün alması gereken tavırlardı. Ayda yılda bir çift laf edip “ağır taş” olmasını beceren Kazan ise bu statik durumunu bozmak istemiyordu. Kazan ve ekibinin bu durumu kendilerinin çürümelerine ve iki dönem sonra ise yine çağdaş avukatlar tarafından ezici bir çoğunlukla siyaset arenasından uzaklaştırmalarını getirdi. (1996 İstanbul Barosu Seçimleri) Bugünlerde DGM salonlarında duruşmalar sırasında sıkça rastlanan tutukluların kıyasıya dövülmesi olayları o tarihlerde ilk ve kapsamlı olarak N.A’nın yargılandığı ilk oturumda meydana geldi. Biz avukatlar da bu saldırıdan nasibimizi aldık. Mahkeme başkanı Osman Şen ve “eki46
bi” salonu terk edip kaçtı. Bizler de cüppelerimizi sanık sandalyesine bırakma şeklinde protestomuz ve basın açıklamamızdan sonra duruşma salonunu terk ettik. GÜNDEMİMİZİ YENİ İNSAN HAKLARI İHLALLERİ DOLDURMAYA BAŞLIYOR; İŞKENCE, KAYIP VE KATLİAM Dünyanın her yerinde ve tarihin her döneminde hak alma mücadelesi yükseldikçe iktidarlar kontrolü kaybederler. İktidarı kaybetme korkusu ile kitlelere yok edici bir saldırıya geçerler. Günümüzde de tüm demokrasi ve insan hakları söylemlerine rağmen iktidarların tepkileri hiç değişmemiştir. Sözkonusu olan menfaatleri olduğunda ne hukuk ne insanlık ne vicdan ne de etik estetik bir kaygı taşırlar. Doksanlı yılların ayırıcı özelliği kontrgerilla yöntemlerin neredeyse bütünüyle yok etmeye yönelmiş olması ve en üst düzeyde sahipleniliyor olmasıdır. İşkence ülkemizde gerek siyasi gerekse adli soruşturma yöntemlerinde yerleşmiş yöntem olup, devlet politikası olarak uygulanmaktadır. Çağdaş insan hakları karşısında işkencenin savunulması mümkün olmadığı için, göstermelik olarak da yasaklanmıştır. İşkence eğitimi polis okullarında pratik derslerin işlendiği yıllarda uygulamalı ders olarak verilmektedir. Polislerin görev aldıktan sonra çalışmaya başladıkları yerlerde halktan gizli olarak bu faaliyetler gerçekleştirilmektedir. İlk başlarda kafa karışıklığı yaşayan yeni memur zamanla bunu kanıksamakta, görev duygusuyla ince yöntemlerine kadar işkenceyi öğrenmektedir. Siyasi şubelerdeki polisler ise özel olarak seçilmişlerdir. İşkenceciyi tezgâhtan öğrenen de vardır. Olanak varsa eğitim yıllarında uygulamalı ders olarak verildiği olmuştur. İşkence yöntemleri, acı veren eylemler, psiko47
lojik etki altında bırakan veya tehdit içeren sözler olabilmektedir. Cinsel taciz gibi hem psikolojik hem de biyolojik yanı ağır basan saldırılar da olabilmektedir. İşkence soruşturmalarda temel delil oluşturma yöntemi olduğu için de resmi olarak görmezden gelinir. Küçük karakollar da dahi bir hırsızın 15-2O suç işlediğini işkence ile itiraf ettirir. Çoğu zaman biri beşi ne fark eder diyerek bölgelerdeki bütün olaylar komplo yoluyla aynı kişiye yüklenerek dosya kapatma yolunu seçtikleri olmuştur. Gerek adli gerekse siyasi dosyalarda görev alan savcı ve yargıçlarda işkence olayını her boyutuyla bilmektedirler. Bazı savcıların, işkencenin sürdürülmesi için “bak polise geri gönderirim” şeklinde tehditleri olağan hale gelmiştir. İşkencenin kaynağı ABD ve CIA’dır. Bir kontr faaliyettir. Sistemin bekası için bunun zorunlu olduğu düşünülmüştür. Bizim gibi yeni-sömürge ülkelerin tümünde de farklı şiddette işkence yapılmaktadır. İşkence metodları ABD’de veya seçilen pilot bölgelerde ABD’li uzmanlar tarafından öğretilmektedir. Yeni sömürge ülkelerde işkence Emniyet Müdürlerinin tümüne öğretilmiştir. Bugünlerde bizzat Başbakan Yardımcısı Çiller (Mart l997) işkencenin varlığını itiraf etmiştir. Fakat işkencenin bir devlet politikası olmadığı, münferit olay olduğu anlatılır. JİTEM veya benzeri örgütlenmeler de, bu işkence ve katliam olaylarını düzenleyen kontra örgütlenmelerdir. Devlet tarafından kurulmuş gizli yapılanmalardır. Susurluk kazasından sonra, devletin kontrgerilla yapısı net olarak ortaya çıkmıştır. Kontrgerilla üyeleri kafatasçı milliyetçiler ya da şantaj yoluyla kuyruğu kıstırılan itirafçı veya benzeri zayıf kişilikli insanlardan oluşturulmaktadır. İtirafçı Murat İpek gibilerinin itiraflarından da anlaşıldı48
ğı üzere, devlet kontra örgütlenmesini iyice futursuzlaştırmıştır. Zira, her uğradıkları bölgenin valisi veya kaymakamı veya emniyet müdürü bölgesinde öldürülecek insanların isim listelerini çıkarıp, bu tetikçilere görev verebilmekteymiş. Bunlar daha yeni yeni anlaşılıyor. Devletler teşhir olmayı göze alarak, işkence veya katliam yapmaktadırlar. Bir yandan muhalif güçlere olağanüstü darbe vurabilmekte, diğer yandan destekçilerine güven verebilmektedirler. Katliamın şiddeti iyice arttığında ancak teşhir oluyorlardı .Latin Amerika ülkelerinin bir çoğunda iktidarlar aynı yöntemleri uygulamıştır. Gözaltında 2O bin insanı kaybetmeyi göze almış iyice teşhir olduğunda ise karşısındaki güce iyice kan kaybettirmeyi başardığından tavizler vermeye başlamıştır. İşkence bazı insanların ifade ettiği gibi psikolojisi bozuk kişilerin işi olmayıp, sistemli bir devlet politikası olduğundan, işkenceye karşı mücadele yürütmek zorunludur. Etkili bir teşhir devlete ister istemez geri adım attıracaktır. Yasaların uygulanmasını sağlayacaktır. Gözaltı sürelerinin siyasi soruşturmalarda 15 günden 1 haftaya indirilmesi bir geri adımdır. Bu nedenledir ki, işkence ile mücadele demokratik mücadelenin sadece bir parçasıdır. İşkence ile mücadele etmek için adli kolluk önerisi getirilmiştir. Gözaltı izleme birimleri kurulması, yakalama gerçekleşir gerçekleşmez bu birimlere bildirme zorunluluğu, gözaltındaki kişinin bağımsız hekimlerce takibi, nezarethanelerin şeffaf olması ve ayrı bir birim tarafından idaresi, kişinin avukatı ile her zaman görüşebilmesinin sağlanması gibi önlemler alınabilir. İşkencenin soruşturulması ve sorumluların cezalandırılması durumunda işkence vakaları büyük oranda azalacaktır. Ancak işkence bir devlet politikası olduğunda bu tedbirler zaten hayata 49
geçirilmeyecektir. Bunlar iktidarın yapması gerekenler. Ancak önemli olan bizlerin işkence karşısında ne yapacağıdır. İŞKENCE GERÇEĞİNE KARŞI İRADİ DİRENME HAKKI-SUSMA HAKKI Uluslararası belgelerde geçen susma hakkı, dışarıdan gelecek işkence, psikolojik baskı veya başka bir nedenden ötürü kişinin kendisini suçlamanın engellemek içindir. Masumiyet karinesini koruyan bir ilkedir. Anayasa, yasa ve yönetmelikler hatta genelgeler de işkence eylemini yasaklanmıştır. Ancak bütün anayasal ve yasal düzenlemeler ülkemiz gerçeği karşısında etkisizdir. İşkence bir devlet politikası olarak 7O yıldır uygulanmaktadır. Biz burada yasal mevzuattaki yerine değinmekten çok buna karşı neden ve nasıl mücadele etmek gerektiğini anlatmak istiyoruz. Çünkü yasal düzenlemeler ve tedbirler insanların işkence görmesine engel olamamaktadır. Hak ve özgürlük mücadelesini ciddi bir biçimde yürüten bir avukat devlet için her zaman büyük tehlike olarak görülmüştür. Devlet bu kişileri yıldırmak veya tutuklatmak için sürekli fırsat kollar. Bir devlet politikası olan işkence gerçeği karşısında, yasal hakların kullanılabilmesini sağlamak bile bedel ödemeyi gerekli kılmaktadır. Avukatlık Yasası, mesleğin ve savunma kurumunun güçlendirilmesi, güvence altına alınması amacıyla, bir avukat hakkındaki soruşturmanın ancak Adalet Bakanlığı izniyle yürütülebileceğini düzenlemektedir. Aynı gerekçelerle avukatlar hakkındaki davalar ancak Ağır Ceza mahkemelerinde görülebilmekte, soruşturmalar ise mutlak olarak Cumhuriyet Savcıları tarafından yürütülmektedir. Polisin avukatı sorgulamaya 50
hakkı bulunmamaktadır. CMUK hükümlerine göre bir suçüstü halinde dahi en geç 24 saat içinde avukat savcı önüne çıkarılmalıdır. Savcı gözetim izni vermeye yetkili olmayıp, elindeki delilleri derhal değerlendirmek ve işlemi tamamlamak durumundadır. Durum böyle iken, siyasi soruşturmalarda hatta adli soruşturmalarda dahi yasanın avukata tanımış olduğu bu güvenceler sürekli olarak ihlal edilmektedir. Yasanın böyle düzenlenmiş olması avukata güvence sağlamamaktadır. Faşizm bildiğini okuyor. Büromuz avukatlarının neredeyse tamamının başından on günlere varan gözaltı ve işkence vakıası geçmiştir. Savcının hukuktan anlayıp anlamaması, demokrat veya faşist olmasıyla da ilgisi bulunmamaktadır. En demokrat geçinen İst. Başsavcısı Ahmet Köksal da diğer bütün savcılar ile başta Ankara DGM Başsavcısı Nusret Demiral ve ekibi bu hukuka aykırı uygulamanın mimarları durumundadır. Polisin eylemleri karşısında edilgen kalanlar da vardır, Nusret Demiral gibi bu işi keyiflice yapanlar da. Pratikte sonuç değişmez. Her kim başsavcı olursa olsun, avukatlarla ilgili maddeyi işletmek ve avukatları güvenceye almak söz konusu değildir. O halde ne yapmalıdır? İşkenceye boyun mu eğilmelidir? Elbette ki hayır. Yasal düzenlemeler işkenceye karşı mücadelede işe yaramıyor, komploları engelleyemiyorsa gözaltına alınan kişilerin susma hakkını daha gür savunmak, susma hakkının bir direnme biçimi olduğunu anlatmak, halka yönelik bilgilendirme toplantıları örgütlemek, broşürler hazırlamak gerekir. Devrimci, demokrat veya duyarlı bir aydının insan hakları savunucusunun kendi misyonunu koruyabilmek için işkence konusunda tavrı net olmalıdır. 51
Siyasi şube katliamlar, köy yakmalar, gözaltında kayıp, işkence karşısında harekete geçen aydınlardan rahatsız olacak ve onları engellemek için bir çok yönteme başvuracaktır. Tehdit, gözaltı ve işkence karşımıza çıkacak ilk uygulamalardır. Aydınlarımızın karşılaşacakları bu gibi durumlar karşısında tavrı net, bilinci açık, savunduklarında kararlı olmaları gereklidir. Açıkça izlediğimiz üzere devlet kitle gösterileri veya mezarlık anmalarında dahi büyük işkenceler yaptırmakta, hatta Metin Göktepe örneğinde olduğu gibi insanları öldürebilmektedir. Her kitlesel olayda, görevli çevik polislerinin ne kadar hunharca davrandığına tanık olmuşsunuzdur. Bununla da yetinmeyip tarihsel öneme sahip Gazi yada 1 Mayıs gibi kitlesel eylemlerde eylemcilere gözdağı vermek için katliamlar yapabilmektedir. Bu ülkemizdeki faşizmin görünen açık yüzüdür. Biz geri adım attık diye faşizm vazgeçmeyecektir. Tam tersine bu yöntemlerle sonuç alabildiğini görerek daha da azıtacaktır. Direnme hakkı iktidara bu yöntemlerle sonuç alamayacağını gösterecektir. İşkenceciler yaptıklarının yanlarına kar kalmayacağını bilmelidirler. Faşizme karşı mücadelenin tek yolu örgütlülüklerimizi büyütmek, direnişleri güçlendirmektir. Elbette ki bir demokratik eyleme dahi giderken, neler olabileceğini önceden kestirememekte ve endişeli bir durum ile karşı karşıya kalabilmekteyiz. Endişe, korku insana has duygulardır. Korkmayan insan ise yok gibidir. Ancak bu doğal gerçek de bizi çaresiz duruma düşürmemelidir. Sıradan hak alma eylemlerine her şeyi göze alıp katılanlar da emin olunuz ki kahraman değillerdir. Ama bu yaşam tarzını sonuçlarıyla birlikte benimsemiş olan insanlardır. İşte sosyal, siyasal cüretin ortaya çıkarılmasının tek bir yolu vardır. Fedakarlık, paylaşımcılık, örgütlü yaşa52
mın içselleştirilmesi ve hak alma bilincidir. Kolektif yaşamı benimsemiş veya benimsemeye başlamış olan insanların daha fedakar olabildiğini, sorumluluk duygusunun arttığını gördük. Baskıların olabildiğine arttığı koşullarda insanın tek başına onurunu korumaya gücü yetmeyebilir. Siyasal güç, tarihsel ve siyasal haklılıktan kaynaklanır. Bu haklı olma bilinci örgütlülük içerisinde somutlanır. Gerçekten de insanların ne kadar bilinçli veya ne kadar kahraman olursa olsun sürekli baskı, tehdit ve işkenceye hatta ölüm tehlikesiyle her an karşı karşıya olmaya tek başlarına güçleri yetmeyecektir. Hukuk dilindeki susma hakkı: Kişinin mahkeme hükmü olmaksızın önyargılı yaptırımdan uzaklaştırılması ve kendini suçlamaya zorlanmamasına ilişkin kişi güvenliğine yönelik yasal haklardan biridir. Ancak gözaltındaki kişinin susma hakkını kullanması “örgüt üyesi tavrı” olarak aleyhine kullanılacağı tehdidi susma hakkının kullanılması önündeki engellerden bir tanesidir. Soruşturma altındaki kişi ancak yüksek bir bilince sahipse bu hakkını kullanabiliyor. Bizim bu konudaki ilkemiz, ister siyasi ister adli soruşturma olsun avukatın polise ifade vermemesi, bundan şiddetle kaçınması şeklindedir. Bu ilke kararını uygulamak onun onlarca kez işkencelerden geçmek durumunda kaldık. Tarihsel bir hakkı ülkemiz koşullarında uygulamanın bedeli olacaktır. Ancak mesleki onurumuzu da başka türlü koruyamazdık. Direnme görevinin sadece devrimcilere has olduğunu düşünülmemelidir. Gerek örnek bir aydın olabilmek ve insanlık onurunun yüceliğini gösterebilmek, gerekse olası bir komploya kurban gitmemek için, şimdilik işkence olaylarının yaşanmadığı, baskının olmadığı savcı veya hakim önünde hakkımızdaki isnatlara cevap verebiliriz. 53
Hakkınızda herhangi bir suçlama olmasa dahi fişleme amacıyla ya parmak izinizi, ya fotoğrafınızı ya da özgeçmişinizi yazmak isteyecektir. Asgari güvenlik duygusunun sağlanmadığı yer ister emniyet ister adliye olsun aleyhe kullanılabilecek hiç bir delili vermemeliyiz. Buna parmak izi, fotoğraf ve imza örneği de dahildir. Özellikle siyasi polisin karşısında daha uyanık olmalıyız. İnsanların işkenceye karşı protesto için yaptıkları açlık grevi eylemi tutanağını dahi örgüt tavrının kanıtı olarak mahkemelere delil olarak sürmektedir. Hakimler ise çoğu zaman bu tutanakları gördükleri zaman sanığı uzun uzun baştan aşağı süzmektedirler. İşkenceye karşı direneni daha baştan suçlamaya çalışmaktadırlar. İnsan kişiliğinin ayaklar altına alındığı bu kurallaşmış işkence ve devamındaki hukuksuzluklar için özellikle biz hukukçular, bu hakların kullanılması doğrultusunda eğitici olmalı, insanlara hakları için direnmesini öğretmeliyiz. Direnme hakkı örgüt üyeliğinin delili değil, insanlık onurunun delilidir. Bu önyargıyı dahi silmek, saygınlığı yaygınlaştırmak bizlere de fiili bir karşı çözümü yaygınlaştırma görevimiz olacaktır. İşkencenin temelinde ya gerçek bilgi almak ya da komplo kurmak yatmaktadır. Polisin başarısı için de mutlak olarak karşısındaki kişinin iradesinin yenilmesi gerekir. İşkenceye boyun eğilmeyince, zaten yasal açıdan yasaklanmış olan her iki amaç da gerçekleşemeyecek, demokrasi mücadelesi daha dirençli ve daha kesintisiz olacaktır. Bu küçük göreve de kendimizi hazırlamak bir iradi görev olmaktadır. GÖZALTINDA KAYIP OLAYI NEDİR ? DEVLET BUNUNLA NE AMAÇLAMAKTADIR? Gözaltında kayıp olayı yeni bir olgu olmayıp, Cumhu54
riyet tarihimizle aynı yaştadır. Bildiğimiz ilk kayıp olayı da bir komünist bir düşünür olan Salih Bozışık’tır. 1936 yılında meydana gelmiştir. Gözaltında kayıp olayı bir kontrgerilla taktiği olarak geliştirilmiş olup ABD ve CIA denetimindeki bütün yeni-sömürge veya sömürge ülkelerde kurumsallaşmışdır. Ana teması, devletin güvenlik güçleriyle muhalif halk hareketlerinin önlenememesi durumunda, gayrı yasal örgütlendirilmiş faaliyetlerin veya yasal güçlerin bizzat yasa dışı davranması emredilerek devreye sokulmasıdır. Kayıplar da devlet politikası olup, en yetkili makamların da bu örgütlenmeden haberi vardır. Gözaltında Kayıp Eyleminin amaçları: 1- Gözaltına alınan kişiyi ölümle tehdit ettikleri için, sistematik işkenceye gerek kalmadan kısa süre içinde sonuç alabilmektedirler. 2-Gözaltına alınan kişinin öldüğü mü, itirafçı mı olduğu bilinmeyip şaibe yaratıp moral bozmayı hedeflerler. 3-Kayıp eylemiyle devlet korku dağı oluşturur ve, bunu dalga dalga yayar. Ülkemizdeki gözaltındaki kayıpların önemli bir kısmı ise, özellikle Olağanüstü Hal Bölgesinde Kürt halkına yöneltilen kaba saba yok etme savaşına dönmüştür. ABD ve CIA’nın kendilerine vermiş olduğu kursları dahi aşacak şekilde onlarca kişinin gözü önünde gözaltına alınan kişilerin cesetleri birkaç gün sonra ortalığa atılabilmektedir. Gözaltında kayıp eylemleri her ülkede farklı şekilde veya sayıda yaşanabilir. Örneğin Arjantin’de askeri cunta döneminde kayıp sayısı 2O bindir. Bizdeki şu andaki sayı 7OO civarındadır. Bunların 65O’si Kürt halkına yönelik kayıp eylemleridir. Büromuzun takip ettiği ilk Kayıp Vakası 199l Yılında 55
Topkapı Bölgesinde Gözaltına Alınan Yusuf Erişti olayıdır. Halen hiçbir iz bulunmamış olup mensubu olduğu Devrimci Sol örgütü, bölgesinden kaynaklı hiçbir zarar meydana gelmediği için gözaltında katledilmiş olabileceği açıklamasında bulunmuştur. Takip ettiğimiz ikinci Kayıp İse Tuğrul Özbek Vakıasıdır. Bu kişinin gözaltında olduğuna dair epeyce kanıt vardı. Gözaltındaki iki arkadaşı, onun da alınmış olduğunu söylediler. Ayrıca Kadıköy Acıbadem’de birlikte kalmakta olduğu Sultan Canik isimli bayanın polis tarafından katledilmesi üzerine komşularıyla yaptığımız görüşmelerde operasyona bu kişinin getirildiğini, ensesinin bantlı olduğunu, kapıya getirilip “Ben teslim oldum sen de teslim ol” diye bağırdığını, bunun üzerine içerde bulunan bayanın önce Tuğrul’a ateş ederek çatışmaya girdiğini söylediler. Hapishanendeki arkadaşlarının verdiği bilgilere göre, randevu yeri olan Yeniköy Sarmaşık Kafe’de yaptığımız araştırmada da oranın garsonu gösterdiğimiz fotoğraflardan kendisini tanıdı. Şüpheli ve tedirgin davranışlar göstermesi üzerine orada pusu kurmuş sivil polisler tarafından gözaltına alındığını bizzat gördüğünü ifade etti. Bütün bu delilleri gizlice görüntülü olarak kayıt da etmiştik. Elde ettiğimiz bilgilerden ailesine bahsetmek ve kamuoyuna açıklamada bulunmak için annesini aradığımızda bir gariplik hissettik. İlk günlerde yana yakıla kapı kapı dolaşan anne büroya gelmek istemiyordu. Biz onun gelmesini beklerken, Tuğrul’un polis noktalarında tanıyan birileri tarafından görüldüğünü öğrendik. Annesi bu arada evini değiştirerek bizimle bir daha bağlantı kurmadı. Mensubu olduğu örgüt Devrimci Sol bu kişinin ajanlaşmış olduğunu ve halen polis olarak çalıştığını açıkladı. Biz de takibatın peşini o noktada bıraktık. Bu somut 56
ve çok delilli bir vaka olup, operasyon dosyasında bu kişi halen firarda gözükmektedir. Bu kadar delile rağmen bu olay kamuoyundan gizlenmiştir. Bu kişinin durumuna dikkat edilecek olursa evini gösterdiği kadın katledildiği için kendisinin de örgütü tarafından öldürülme kaygısı ile şantaj yapılarak ajanlaştırılmıştır. Bu şahsın durumu halen şaibelidir. Muhtemelen Susurluk çetesi ile işbirliği devam etmektedir. Ortaya çıkarılması gerekmektedir. Üçüncü Kayıp İsmail Bahçeci Vakıasıdır. İsmail ailesinden ayrı yaşamakta ve devrimcilik yapmaktadır. Bu arada ailesi ile manevi bağ kurabilmek içinde çocukluk arkadaşının işyerinin telefonunu haberleşme olarak kullanmaktadır. İsmail’in günü ve saatinde randevu yerine gitmemesi üzerine mensubu olduğu örgüt hemen ailesine haber verir ve gözaltına alındığını bildirir. Bu arada, İsmail’in üzerinde bulunan telefon numarasından arkadaşının işyeri basılmıştır. Arkadaşı orada bulunmadığından ağabeyi gözaltına alınır. Ağabeyi sorgulanırken, “Sizin bu telefonunuz örgüt mensupların üzerinde ne arıyor?” diye sorulur. Ağabeyi ise kendisinin bilgisinin olmadığını, kardeşine sormaları gerektiğini söyler. Bunun üzerine serbest bırakılır. Ancak, kardeşini şubeye getirmesi istenir. Kayıp vakası araştırılırken, bu telefonların hangi operasyondan soruşturulduğunu hem DGM hem de sivil Savcılık aracılığıyla soruşturduk. Hiçbir cevap alamadık. Daha sonra, bahsi geçen market sahibinin kardeşini istedikleri gibi şubeye götürmeye çalıştık. O zaman da olayı kökten inkar edip, bu kişiyi dinlemeyeceklerini bildirdiler. Olay gayet açık ortadaydı. İsmail’in üzerindeki telefon ailesi ile görüşmesi içindi. Ele geçirilmiş ve soruşturma yürütülmekteydi. Tam da bu arada İsmail’in kaybolması tesadüf olmayıp, gözaltına alınmış olduğunu gösteriyordu. Halen bu soruşturmadan da bir 57
sonuç çıkmış değil. Bu kayıp vakası için Uluslararası İnsan Hakları Komisyonu’na başvuruda bulunduk. Devlet ile yapılacak yazışmaların içeriğinin ne olduğunu merakla bekliyoruz. Daha sonra 1994 Yılında Serhan Dehmen isminde bir kayıp olayını takip ettik.Devrimci Sol milis örgütlenmesine yönelik bir operasyonda 2O civarında insan yakalanmıştı. Hepsinin ortak görüşü yakalandıkları sırada minibüste battaniye ile gizlenen kişinin Serhan olduğu yolundaydı. Uzun zaman konuyu araştırdık. Daha sonra babası gelerek, güvenli bir emniyet mensubundan Serhan’ın yaşamakta olduğunu öğrendiğini söyleyerek takibatı durdurmamızı istedi. Çok sorular sorduysak da dolaylı cevaplar ile geçiştirdi. Bu durumu tutanak ile imza altına alıp takibatı durdurduk. Bu olay da tam olarak açıklanamayan bir vakıa olarak kalmaya devam ediyor. Büromuzun en son bizzat takibatını sürdürdüğü kayıp Düzgün Tekin oldu. 21 Ekim 1995’te İstanbul Güneşli Evren Mahallesinde iş yerine gitmek için evden çıktıktan sonra kendisinden bir daha haber alınamadı. Kaybedilmeden önce bir hafta boyunca sürekli sivil polis tarafından takip edildi. İzine rastlanılmadı, daha sonra polisin itiraflarıyla kontrgerilla tarafından katledildiği öğrenildi. Ayrıca ÇHD ve İHD kanalı ile vakıf olduğumuz bir çok kayıp olayı oldu. Bursa’da yaşayan bir ailenin iki çocuğu Ayhan ve Ali Efeoğlu bir yıl arayla ikisi birden kaybedildi. Üniversite öğrencisi iki kardeşten 1967 doğumlu Ayhan Efeoğlu 6 Ekim 1992’de, 1965 doğumlu Ali Efeoğlu da 5 Ocak 1994’te gözaltına alındı, kendilerinden bir daha haber alınamadı. Ailesi bu duruma halen inanamıyor. Kayıp olaylarının yanında kayıp teşebbüsleri de oldu. Bu olaylarda bazen bilinçli olarak serbest bırakıyor ve korku yaymasını sağlamaya çalışıyorlardı. Bunların en 58
önemli örnekleri arşivimizde kayıtlıdır. Kaçırılan kişiler tekrar bırakıldığı için daha fazla bilgi edinmiş olduk. KONRGERİLLA’NIN YENİ AKTÖRÜ JİTEM Çindemir Ailesi Olayı 1995 yılında, İstanbul’da Eyüp ilçesi Emniyeti, Kaymakamlığı ve bir kısım resmi binalar ciddi bir silahlı güç ile DHKP-C taraftarları tarafından basılmıştı. Şehirlerde ilk defa böylesine bir baskın oluyordu. Tam da bu sıralarda Orhan Taşanlar İstanbul Emniyet Müdürlüğü’ne getirilmiş, eski müdür Nejdet Menzir ise İstanbul’da terörün kökünü kazımakla övünerek yerini Taşanlar’a bırakmıştı. Derhal kontr güçler devreye sokuldu. Ellerindeki birkaç bilgiyi değerlendirmek istediler. Esenyurt Bölgesinde seyyar börekçilikle uğraşan Çindemir ailesinden üç kardeş gündüz, üç araçlı, elleri telsizli siviller tarafından gözaltına alındı. Evleri de rıza dışı zorla arandı. 9 gün bunların gözaltında oldukları kabul edilmedi. Tam da kamuoyunun ilgisi bu noktada toplanmıştı ki, bir gece vakti her biri başka bir yerde bırakıldı. Bu kişiler yaptıkları açıklamalarında DHKP-C’nin Alibeyköy eylemi ile ilgilerinin olup olmadığı konusunda sorgulandıklarını anlattılar. Bir askeri tesiste tutulmuşlardı. Yemek saatlerinde yemek duası okunuyordu. Bunu duyabiliyorlarmış. Muhtemelen de Maslak Bölgesi’nde bir askeri tesiste tutulduklarını ifade ettiler. Çok yoğun işkence görmüşlerdi. İşkenceye rağmen bunların eylemle ilgilerinin olmadığı anlaşılınca bu kişiler fütursuzca işkenceden sonra hesabı da verilmeye gerek görülmeden serbest bırakılmışlardı. Bu olayın bütün yasal başvurularını yaptık. Yaptığımız başvurulardan hiçbir sonuç alamadık. Olay göstermektedir ki, ciddi olaylarda JİTEM devreye sokulmaktadır. 59
Çiftlikte Sorgu; Ali İhsan Ay ve Rohe Harman Polis Alibeyköy eyleminin talimatlarının Bayrampaşa Hapishanesi’nden verildiğine inandığı için, JİTEM aynı süreçte Bayrampaşa Hapishanesi’nin önünde kamp kurdu. Aynı günlerde 9 gün arayla önce Ali İhsan Ay isimli, sonra ise Rohe Harman isimli bir müvekkilimiz JİTEM mensupları tarafından bu hapishanenin önünde kaçırılıp, yaklaşık 4 saat uzaklıktaki Tekirdağ bölgesinde bir çiftlik evinde sorgulandılar. Onlara da yapılan işkence öldürme hissi verilmesi şeklindeydi. Ali İhsan’ın dizinden aşağısında derin bir jilet yarası açmışlardı. Bırakıldığında mikrop kapmak üzereydi. Bu iki kişiye de Eyüp eylemi ile hapishanedeki bağlantının ne olduğu sorulmuştu. Yine yanlış bilgilerle hareket ettikleri için bu iki kaçırmadan da sonuç alamamışlardı. Her nasılsa bu iki kişiyi birkaç gün arayla bıraktılar. Belli ki, bu defa hem gözdağı vermek istiyorlardı. Ne kadar fütursuz olduklarını anlatmaya çalışıyorlardı. Bu arada ilgisi bulunmayan bu kişileri öldürüp atmayı göze alamamışlardı. Görüldüğü gibi siyasi polis elindeki bilgi ve tahminleri JİTEM’E vermekte onun devreye girmesini sağlayarak ve işbirliği yapmaktadır. Zaten adam kaçırma olayları yaşandığı günlerde Bayrampaşa Hapishane önünde yoğun gözaltılar yaşanmaya başlamıştı. JİTEM de yasal kuruluş olan siyasi polis de iç içe çalışmaktaydı. Ciddi bir soruşturma halinde bu durum rahatlıkla ortaya çıkarılabilir. O zaman ki, tip tarifleri bugün varlığı tartışma konusu olan Yeşil ve arkadaşlarını gösteriyordu. İşte devletin bütün kurumları böylesine yasa dışı faaliyetlerle iç içe ve bu bir devlet politikası İstanbul Emniyet Müdürü Taşanlar ve Menzir de bizzat kontra elemanlarının başı durumundadır. Devlet bu olayı gizlemeye dahi gerek duymamakta60
dır. Buna bir örnek daha vermek istiyoruz. Hatırlanacağı üzere l994 yıllarında Dersim- Köy muhtarlarının köy yakma olaylarını Meclis’e taşımaları ile o tarihe kadar yaklaşık iki binin üzerinde Kürt köyünün yakılarak, boşaltmaya zorlandıklarını bütün kamuoyu öğrenmişti. İnsan hakları raporları yıllardır bunu söylüyordu. Ne var ki, hiçbir zaman böylesine etkili olamamış, böylesine güçlü kamuoyu oluşturamamıştı. Dönemin Başbakanı Tansu Çiiler’i iyice köşeye sıkıştırıp “PKK’lilerin de Helikopteri var, köylerinizi onlar yakıyordu.” gibi gülünç söylemlere iten bu olaydan sonra bir araya gelen 21 Dersimli Muhtar köylerine geri döndüklerinde ikisi gözaltına alınıp kaybedildiler. Kamuoyunun bu konu üzerinde en hassas olduğu süreçlerde bu kayıp vakıalarının yaşanması, devletin kaba saba bir politika güttüğünü, demokratik görünme çabasının dahi olmadığını göstermiştir. Bu iki muhtarın akıbeti daha bilinmemektedir. Kürt illerindeki gözaltında kayıp olaylarının çoğu bu şekilde fütursuzdur. Hatta daha ileri gidilerek, tetikçiler insanları öldürdükten sonra Emniyet binalarına kaçıp sığınmaktaydılar. Kürt illerinde devletin çivisi çıkmış, Nazi Almanyası’ndan daha da ileriye gidilmiş vaziyettedir. Kayıp politikasıyla mücadele etme yolları ve yöntemleri de diğerlerinden farklı değildir. Baskı gücü olabilmenin koşul ve örgütlenmelerini yaratma, devleti ve gerçekleri teşhir etme, bunu süreklileştirme. Kayıp annelerinin Galatasaray Lisesi önündeki bu eylemi fazla emek istemeyen ancak çok güçlü bir eylem çeşididir. Daha da katılımı sağlamak, bu konuya endeksli yeni etkili kurumlar oluşturmak, bunların etki gücünü uluslararası düzeye yaymak yani, halk güçlerin örgütlenmesi ile bu olaylara önlem alınabilir. Kayıp annelerinin bu sade eylemi devleti köşeye sıkıştırmış olup, kamuoyu desteğini sağlamıştır. 61
KATLİAMLAR Siyasi cinayetler, yargısız infazlar ya da faili meçhuller şeklinde nitelenerek kamuoyunda konuşulan olayları biz doğrudan katliam olarak adlandıracağız. 1990’lı yılların başlarında 1984’ten bu yana sürdürülen Kürt Ulusal Hareketinin silahlı mücadelesinin etkileri en üst noktalara varmıştı. İki yıl gizlendikten sonra Körfez Savaşı ile birlikte açığa çıkan 5 bin kişinin kimyasal silah ile katledildiği Saddam’ın Halepçe Katliamı ve Körfez Savaşı’nın etkisiyle dünyanın gözleri Ortadoğu’ya çevrilmiş ve böylece Kürt Ulusal Meselesi haklılık ve meşruiyet kazanmıştı. Kürt Ulusal Hareketi PKK (Kürdistan İşçi Köylü Partisi) ülke içinde de yoğun destek bulmuş vaziyetteydi. Ayrıca duyarlı demokrat kesimde de ciddiye alınan bir sempati yaratmıştı. Kürt illerinde gerilla cenazeleri halktan binlerce insan tarafından sahipleniliyor, Newrozlarda “Serhıldan”lar yaşanıyordu. Devlet de bütün gücüyle bu destek ve sempatiyi kırmaya çalışıyordu. Kontra faaliyetlerin yoğun olduğu bir süreç Turgut Özal dönemi yani ANAP’ın iktidar olduğu süreçtir. Hatta kontrgerilla Turgut Özal’a yönelmiştir. Bütün burjuva partileri bu pisliğe batmış durumdadır. Ecevit ilk fark edenlerden birisidir ancak bilinçli olarak bu yapının üzerine gitmemiştir. İktidarı isteyen tüm siyasi partilerin bu faaliyeti onaylaması gerekmektedir. Aksi halde iktidarda kalamazlar.REFAH-YOL Hükümetinin de bu pisliklere aynen icazet ve onay vermesinin, hatta ileri gidip üstünü örtmeye çalışmasının nedeni budur. Birkaç örnek olayı daha anlatmak istiyoruz.Bazı cinayetler kaba ve fütürsuzca işleniyorken bazıları da ciddiyetle ele alınıyordu. Kürt illerinde işlenen cinayetlerden incelikle işlenenler de mevcuttu.Kürt düşünürü Musa Anter›in, Kürt Milletvekili Mehmet Sincar’ın, Elazığ’da katledilen biri doktor biri avukat iki insan 62
hakları savunucusu Hasan Kaya ve Metin Can’ın öldürülmeleri eylemleri kontrgerilla eylemleridir. Örneğin Musa Anter ve Dr. Hasan Kaya cinayetinde belirli bir istihbarattan hareket edildiği için benzerlikler görülmektedir. Cinayet yerine götürülmek için bu kişiler kendi tanıdıkları birileri tarafından götürüldü senaryosu oluşturmaya çalışmışlardır. Bu yöntem ile hem şaibe yaratılabilmekte hem de devlet kendisini daha iyi gizleyebilmektedir. Örneğin “PKK öldürmüştür” demiş olsa dahi kendisini destekleyecek medya organları bulabilecektir. Vedat Aydın cinayeti ve devamında devlet tarafından açıkça tertiplenen mezarlık töreni cinayeti de merkezi cinayetlerdir. Vedat Aydın kaçırıldıktan sonra öldürülmeden önceki işkence sesleri ses kasetine kaydedilerek uzun zaman ailesine ve özellikle de HEP taraftarlarına dinlettirilmiş, bu şekilde korku yaymaya çalışılmıştır. Vedat Aydın’ın cenazesinin çok katılımlı ve görkemli olacağı önceden hesap edildiği için cenaze törenine provokasyon tezgahlanmıştır. Onlarca insan mezarlığın yanındaki uçurumdan aşağı atılmaya çalışılarak katledilmiştir. Milletvekili Mehmet Sincar cinayeti ise tam bir fütursuzluk taşımaktadır. Bir gün önce Başbakan Çiller saldırının startını vermiştir. Dönemin en ünlü tetikçisine, hapishanende olması gereken Kürt itirafçısı Alaattin Kanat ve ekibine görev verilmiştir. Kürt hareketin ulusal motifine tepki olarak devletin “vatanın bölünmez “ demagojisi yapılmış, bilinçsiz yığınlar medyanın kışkırtması ile karşı milliyetçiliği geliştirmiştir. Bu ortam içerisinde Kürt illerinde güvenlik güçleri Naziler gibi çalışmasına başlamıştır. Kürdistan illerinde Kürtler kendi demokratik örgütlenmelerini de yeterlince geliştirememiş ve meşrulaştıramamış olduklarından, devletin demagojisi işe yaramıştır. Kontrgerilla devleti her türlü fütursuzluğu yapabilecek 63
ortamı ve desteği bulabilmiştir. Bu nedenledir ki, işlenen cinayetlerin sayısını dahi bilmemektedir. Öylesine çaresiz bir ortam yaşanmıştır ki, köylerin yakılması ve boşaltılması olayı ancak yıllar sonra Tunceli’nin muhtarları tarafından dillendirilmiş ve Meclise getirilmiştir. PKK’ye katılımların en yoğun olduğu Batman ve Diyarbakır illerinde binlerce insan tetikçiler tarafından katledilmiştir. Bu eylemlerle amaçlanan halk kesimleri üzerinde kitlesel bir korku yaymaktır. Hedeflerin özel seçilmesine gerek yoktur. l2 Eylül öncesi sivil faşist hareket olan MHP’li ülkücülere verilen görevler, bu yıllarda direkt olarak görevlendirilen tetikçilere verilebilmiştir. Ancak bu arada, ne olur ne olmaz diye yeni bir sivil faşist hareketin daha yaratılmasına çalışılmıştır. İşte Hizbullah olarak ismi duyulan örgütlenme de devlet kaynaklıdır. Bu örgütün asıl bulunduğu ülkedeki Hizbullah yetkilileri Türkiye’de de faaliyet göstermediklerini açıklamak zorunda kalmışlardır. Sözde İslam devletini savunan bu örgütlenme ne hikmetse sadece Kürtleri hedef almış durumdadır. Büyükşehirlerde de kontra faaliyetler gerçekleşmiştir; Gazeteci Uğur Mumcu ve Abdi İpekçi cinayetleri, Turan Dursun, Bahriye Üçok gibi aydınlara yönelik cinayetler ve devrimci örgütlere karşı ise daha çok kayıp ve kaçırma şeklinde kendini göstermiştir. Bu cinayetlerde bazen bir takım bilgilerin kamuoyuna yansımaması amaçlanmıştır. İlk iki cinayetin bu amaçla işlendiği anlaşılmaktadır, diğerleri ise klasik yıldırma, ortamı bulandırma ve terörize etme hareketleridir. Bu eylemlere karşı demokratik haberleşme ve tepki koyma araçlarıyla mücadele edilmesi gerekir. Binlerce Kürt köyü ve ormanı askerler tarafından yakılıp yıkıldığı sıralarda, “biz de onların ormanlarını yakarız” tehdidiyle İstanbul’daki Belgrat ormanlarına misilleme yapılma64
sı yerine doğru demokratik örgütlenmeler oluşturulmuş olsaydı, Kürt halkı böylesine sahipsiz kalmayacaktı. Kitlesel hareketler kendi demokratik tepkilerini oluşturacak kurumlarını yaratamazlarsa kendiliğinden halk hareketlenmeyecektir. Örneğin köy yakma saldırısını 21 köy muhtarı biraraya gelerek gündeme getirmiş ve halka duyurulmasını sağlamıştır. Gözaltında kayıp olaylarının sayısı onu bulmayan annenin feryadı sayesinde gündem haline getirilmiş. Devleti köşeye sıkıştırabilmişlerdir. Haklı değerler için yola çıkanların darbe alması mümkündür ancak yenilmesi mümkün değildir. Sonuç olarak her türlü kontrgerilla faaliyeti bu düzen var oldukça değişik boyutlarda sürecektir. Susurluk Kazası ülkemizin geleceği açısından büyük bir fırsat kabul edilmelidir. Devletin siyasi açıdan büyük yaralar aldığı bir olaydır. Uzun yıllardır besleyip büyüttüğü “bozkurtlarını” şimdi harcamaya başlamış olmanın çaresizliğini ve çelişkisini yaşamaktadır. Siyasi çelişkileri derinleştirmeliyiz. Yeni muhalif kurumlaşmalar yaratmalı, bu kurumlaşmaları geniş bir tabanı kucaklayacak şekillerde örgütlemeliyiz. Misyonu ortaya çıkmış olan parlamentoyu aklayacak veya halkın umutlarını yeniden oraya yönlendirebilecek faaliyetlerden kaçınmalıyız. Katliamlarda ve açık hukuksuzluklarda gördüğümüz gibi parlamento etkisizdir. Öyle ki bazı konuları değil önlemek tartışmak bile olanaksızdır. Burjuva parlamentosunu umut olmaktan çıkaran, devletin gerçek yapısını ortak koyan, kitleleri yeni bir halk anayasası tartışması çerçevesinde birleştiren veya baskı yasalarının kaldırılması, tutsaklara özgürlük gibi hak ve özgürlük taleplerinin öne çıkarıldığı talepleri dile getiren örgütlenmeler yaratabiliriz. Ciddi ve güven verici, yasallık endişesinden uzak, meşruiyet temeli üzerinde yükselen örgütlenmele65
rin oluşturulması ve bunların süreklileştirilmesi mümkündür. Halk mafya, kontrgerilla, devlet işbirliğini görmüş ve öfkesini yansıtmıştır. Susurluk trafik kazasıyla ortaya çıkan ülkücü mafya, siyasetçi, polis işbirliği ilginç bir tesadüf olmayıp, devletin süregelen içyüzüdür.Meclis Susurluk Komisyon raporundaki itiraflarından da anlaşılacağı üzere devlet içinde yasadışı çalışan çeteler bizzat konuşlandırılmıştır. Böyle ortaya çıkmasının asıl nedeni ise önceleri devlet için adam öldürürken çetenin denetimden çıkıp, menfaat odaklarına yönelmesidir. Bürokratlara ve Sorumlulara Yönelen Eylemler; Baskı ve terör gün geçtikçe boyutlandırılıyordu. Kontrgerilla katliamlarını arttırdı. Batman ve Diyarbakır bölgesinde ağırlıklı olmak üzere günde birkaç “faili meçhul cinayet” ve adam kaçırma, gözaltında kaybetme olayları yaşanmaya başladı. Tam da aynı süreçte şehirlerdeki kitle hareketlerinin ardından İstanbul başta olmak üzere Ankara ve İzmir illeri gibi metropollerde cezalandırma eylemlerinde büyük bir artış gözlenmeye başlanmıştı. Çeşitli devrimci örgütler bu süreçte rekabet eylemleri sürdürmekteydi. Ancak eylemlerin büyük bir kısmı Devrimci Sol tarafından gerçekleştiriliyordu. O dönemin ses getiren eylemlerinden ilki 1 Mayıs’ta katledilen Mehmet Akif Dalcı’nın katili trafik polisi Kazım Çakmakçı’nın “ölümle cezalandırılması” eylemi idi. Daha sonra sırasıyla, Bayrampaşa Hapishane’nin işkenceci savcısı Niyazi Fikret Aygen, İstanbul Emniyet Müdür Yardımcısı Şakir Koç, işkenceci doktor Musa Duman, ‘Kürdistan Kasabı’ adıyla anılan emekli general Adalet Hulusi Sayın, işkence ile tutsakların ölümüne sebebiyet veren bir başka hapishane savcısı Nural Uçurum, MİT yetkilisi Hiram Abas, 1989’da iki tutsağın ölümünden sorumlu Adalet Bakanı Mehmet Topaç, İstanbul ilindeki gözaltında kayıplar dö66
neminin DGM başsavcısı Yaşar Günaydın ve Sabancılar’ın ölümle cezalandırılmalarına kadar vardı. Emniyet kayıtlarına göre de l00 civarında güvenlik polisinin öldürülmesi, 5 generalin, 3 MİT görevlisinin, 1 Adalet Bakanı’nın dahil olduğu iki yıldaki şiddet eylemi sayısının 300’ü geçtiği anlaşılmaktadır. Daha çok polisi hedef alan devrimci şiddet eylemleri, devletinde şiddetinin devrimcilere ve sempatizanlarına yoğunlaşmasına yol açacak, yoğun insan hakları ihlalleri ile karşı karşıya kalacaktık. Devletin şiddeti o kadar artış göstermişti ki, bu olaylar sırasında yaşamını yitiren devrimcilerin aileleri cenazelerini almaya dahi çekinir olmuşlardı. 1 Mayıs şehidi Mehmet Akif Dalcı’nın cenaze töreninden itibaren devlet bütün devrimci cenazelerine saldırmış, toplumda büyük bir tedirginlik yaratmayı başarmıştı. 1991 yılında DMO’da bulunan polis otolarının bombalanması eyleminde yaşamını yitiren iki müvekkilimiz Ferit Eliuygun ve Hamdi Aygül’ün cenazelerinin morgdan itibaren takibi ve mezarlıkta defnine kadar uğradığımız baskı ve tehdit daha sonraki yıllarda da artarak devam etti. Şehirlerdeki devrimci şiddet eylemlerinin kamuoyunda sempati yaratması üzerine devlet ölüm mangalarını devreye soktu. Niteliği ve örgütlenmesi daha sonra ortaya çıkan Özel Harekat Dairesi’nin yasadışı faaliyetleri o günlerde yoğunluk kazanmaya başlamıştı. Bugün bu suçları dolayısıyla tutuklu bulunan Ayhan Çarkın 1991 yılında İstanbul’da 10 kişinin 4 ayrı evde katledilmesi olayına, Özel Harekat Müdür Yardımcısı İbrahim Şahin ise 1992 yılında Devrimci Sol önderlerinden Sabahat Karataş›ın da içinde bulunduğu 10 devrimcinin gene 4 ayrı yerde katledilmesi olayına bizzat karışmışlardır. Katliamlar devletin en yüksek mercileri tarafından kutlanıyor, para 67
ödülleri dağıtılıyordu. DEMOKRATİK HAK EYLEMLERİNDE MEŞRUİYET ÇİZGİSİ NEDİR? Meşru Bir Demokratik Hak Alma Eylemi Örneği; Sibel Yalçın’ın Cenaze Töreni Demokratik hakları kazanmasın yolu hep tartışmalı olmuştur. Demokratik mücadelede“çok keskinlik” veya “sekterlik” ile “pasiflik”, “kitle kuyrukçuluğu” gibi suçlamaları belirli olayda yeniden kendini göstermesi ve genellikle devrimciler ile daha duyarlı bir hava çizen insanlar arasındaki tartışmanın yeniden alevlenmesinin nedeni, meşruiyet çizgisinin tam olarak kavranamamasından ileri gelir. Ana kaynağı devlet yapısının tahlilindeki yanlışlıklardır. İşte bu tür tartışmalara örnek oluşturacak bir olayı anlatmak istiyoruz. Müvekkilimiz Ali Yalçın’ın kız kardeşi Sibel Yalçın’ın cenaze töreni sırasındaki engellerden hafızalarda kalan kısımlarını aktarmaya çalışacağız. Sibel Yalçın, Bayrampaşa hapishanesinde tutuklu bulunan müvekkilimiz Ali Yalçın’ın 17 yaşındaki kız kardeşiydi. Herkesin hatırında birazcık olsun kalacağı üzere, 1995 yılında Şişli’deki DYP binasının önünde nöbet bekleyen polislere yönelik silahlı eylem yaptıktan sonra kaçmak isterlerken, polis takibine yakalanmışlardı. Bu takip sırasında diğer eylemci arkadaşlarını koruyabilmek için kendini polisle çatışmaya girmiş ve kaçmaya fırsat bulamadan bir gecekonduya sığınmıştı. Polisin bu evi de kuşatması üzerine, evdeki aileyi de dışarıya gönderip, kendisi orada çatışmaya girip birkaç dakika içinde katledilmişti. İşte bu genç insan, önce arkadaşlarını korumuş, sonra evine sığınmak zorunda kaldığı aileyi korumuş, kendisi ise yaşamını yitirmekten kurtulamamıştı. Bütün 68
bu olaylar ise neredeyse birkaç on dakika içinde gerçekleşmişti. Cenazesinde polisin intikamcı davranacağı baştan belli olmuştu. Polis, kendilerinin de birinin ölmesini bahane edip cenazeye daha cüretli bir biçimde saldıracaktı. Cenazesinin arkadaşları ve ailesinin istediği biçiminde gerçekleşmesine izin vermeyecekleri belliydi. Sibel Yalçın’ın katledilmesi olayı televizyonlarda ayrıntılı olarak görüntülenmişti. Önce yoldaşlarını sonra ise halkını nasıl korumaya çalıştığı, kendisinin teslim olmayıp, çatışmayı seçtiği bütün medyada ayrıntılı olarak yer alıyordu. Ne kadar yerilmeye çalışılsa da Sibel’in insan seven duygularından bahsetmeden geçemiyorlardı. Ayrıca, elinde küçük bir silahı vardı. Bir saat fazladan beklenilse kurşunları tükenecek ve rahatlıkla sağ yakalanabilecekti. Dönemin emniyet müdürü Necdet Menzir’in de bu tip olaylardaki telkiniyle “sağ yakalayıp beslenmedi” katledildi. Sibel caniane his ve duygularla o polislere karşı eylem yapmamıştı. Onun inancına göre amacı, mücadelenin önündeki engellerden birini yok etmek bu arada zulüm altındaki halkına adalet hissi tattırmak, zulüm aygıtına da gözdağı vermekti. Asıl amacı ise devrime hizmet etmek, ezilen, sömürülen, baskı altında tutulan bütün Türkiye halklarına yeni bir adaletli düzen vaat etmekti. Sibel faili meçhul bir şekilde ya da ev kuşatmalarında öldürülmemişti. Polise yönelik bir eylem sonrası çatışmada öldürülmüştü. Katliamdan sonra biz avukatlar da olay yerine gitmiştik. Ardından da otopsinin yapılacağı Cerrahpaşa Morguna. O saatlerde daha kimin cenazesi veya kimin eylemi olduğu dahi belirli değildi. Her katliamda olduğu gibi ayrım gözetmeden daha başlangıcında olay yerine gitmeye çalışmış, ancak çatışma bittikten 69
sonra olay yerine varabilmiştik. Vardığımız anda gerginlik başladı. O gün akşama doğru veya sabahı ailesinin haberi olmuştu. Zira, ailesiyle birlikte kalmaktaymış. O gün eve gelmemiş, kız kardeşi ve eniştesinde kalmaktaymış. Ağabeylerinin de avukatı olmamız dolayısıyla vakit geçirmeden aile bize ulaştı. Devrimci düşüncelere sahip bir aileydi. Ona layık ve taraftarlarının istediği gibi bir tören yapmak istiyorlardı. Ancak olayın hemen sonrasında bütün devlet yetkilileri ateş püskürerek, tehditler savuruyorlardı. O nedenle morga girip ailenin cenazeyi görmesi bile problem olmuştu. Otopsi işleminden sonra, mezarlıklar müdürlüğüne gittiğimizde polislerin oraya kamp kurmuş olduğunu gördük. Ailesi, yoksul halkın yoğunlukta olduğu güvenli bir yerde defnedilmesini istiyordu. Alibeyköy’de kiralık tutmak üzereydiler. Aile Alibeyköy veya Gazi mezarlığına defnetmek niyetindeydi. Bizimle birlikte mezarlıklar müdürlüğünde durumu görünce, cenazenin verilmeyeceğini anlamışlardı. Devlet, Kanarya’daki kimsesizler mezarlığına gömme izni verilebileceğini bildirmişlerdi. Bu devletin bilinen politikasıydı. Devrimcilerin cenazelerinin anılmasını, tören ile binlerce kişi tarafından defnedilmelerini istemiyorlardı. Buna izin verilirse, cenazeyi binlerce kişi sahipleniyor ve ölünün kendisi yeni taraftarlar kazanılmasına neden oluyordu. Devlet olayı böyle nitelendiriyordu. O nedenle cenaze bile korkulacak bir eylem veya etkinlik olarak değerlendirmekteydiler. Sibel Alevi bir ailenin çocuğu idi. Doğal olarak da cemevinden kaldırılması gerekiyordu. O nedenle de Gazi veya Alibeyköy’de cemevleri de dini törenden sonra defnedilebilirdi. İzin verilmemesinden sonra oturup yeniden durum değerlendirmesi yaptık. Aile Yenibosna’da oturmaktaydı. Bu nedenledir ki, polis o bölgedeki Kanarya 70
mezarlığına kaçırarak gömmek niyetindeydi. Böylece kamuoyunun gözünden de birçok şey kaçırabilecekti. Cenazeyi daha almadan aile bu durumu basına açıklamak istedi. Kamuoyunun olayı duyması bizlere de makul geldi. Basın toplantısı düzenlenecekti ancak cenazeyi almıyoruz diye değil, “cenazemizi vermiyorlar, alana kadar mücadele edeceğiz” içeriğinde olacaktı. Basın toplantısı için de en doğru yerin cenaze evi olacağına birlikte karar verdik. Ailelerin mağdur olmaması için ziyaretçileri de uğrak yeri olan cenaze taziye evi basın toplantısı ve bekleme eylemi için nokta olarak belirlenmiş oldu. Düşünüldüğü gibi, taziye evinde bir basın toplantısı düzenlendi. Sibel’in eylemine olan ilgi ve sempati, ayrıca bir polisin de ölmüş olması dolayısıyla İstanbul Emniyeti’nin takınacağı tavır medya tarafından da merak edilmekteydi. Bu nedenle de toplantıya basının ilgisi yoğundu. Bu açıklamadan sonra bir süre beklenecek, valiliğin tavrına göre davranılacaktı. Evde cenaze bekleme olayı bir eyleme dönüşmeye başlamıştı. Bütün devrimci demokratik duyarlı insanlar bir bir eve ziyarete geliyor, onlar da beklemeye koyuluyordu. Sayı öylesine arttı ki, insanlar sokakta bekleşmeye başladılar. Zira artık eve sığmak mümkün değildi. Bu dayanışmayı gören ailenin morali iyice düzelmiş, acılarını unutmuş ve cenazesini nasıl alacağını konusuna yoğunlaşmaya başlamışlardı. Cenaze evine gelen gençlerin yardımıyla bir pankart yazıldı. Pankartın içeriği yalın ve anlaşılır idi. “CENAZEMİZİ VERMİYORLAR” pankartı epeyce büyük ve bütün mahallenin görebileceği şekilde balkona asıldı. Daha sonra Sibel’in arkadaşları onun poster ve afişlerini yapıp astılar. İşte ne olduysa ondan sonra başladı. İnsanlar gece de gitmek istemedi. Herhangi bir gözaltı saldırısı ihtimaline karşı da sokağın iki başına önce nöbetçiler di71
kildi, sonraki günlerde valiliğin olumlu adım atmaması ile olayı sahiplenen insanlardan oluşan bir cenaze komitesi kuruldu. Komitenin kurulmasından sonra günler geçtikçe direnişin boyutu da orantılı olarak artıyordu. Öyle bir duruma gelindi ki sokak başı nöbetçileri işi büyüttüler her iki sokak başına barikatlar kuruldu. Filistin’de olduğu gibi cephane yerine atımlık taş yığınağı yaptılar, bütün sokakları başta DHKP-C olmak üzere bütün devrimci örgütlerin pankartlarıyla donattılar, medya ve Türkiye halkları bu cenaze krizine kilitlenmiş duruma geldi. Ailenin günde yaklaşık olarak bir sabah bir de gelişmelerden sonra akşam yaptığı açıklamalar bütün kanalların en ilginç haberleri oluyordu. Cenazenin verilmemesi o kadar büyük bir tepki ve meşruiyet yarattı ki devlet de köşeye sıkıştı ama geri adım da atmak istemiyor. İşin ilginç yanı, tam da bu ortamda basın sözcülüğü işi her zaman olduğu gibi hukukçulara düştü. Avukat arkadaşımız A. Düzgün basın açıklaması yaparken arkası önü, yüzleri bayraklarla örtülmüş genç insanlarla doluyor, adeta onların sözcülüğü yapılıyor gibiydi. Büromuzun bütün elamanları işlerini bırakmış, bir kişiyi büroya nöbete bırakıyoruz, geceli gündüzlü biz de orada sokaklarda yatıyoruz. Her an devlet şiddet kullanabilirdi. O takdirde orada olmak, uzlaşma girişimi içinde olmak zorunlu bir görev avukatlar için. Saldırı endişesi içinde olduğumuz için eve gidip elbise dahi değiştiremiyoruz. Ziyaretçiler dolup dolup taşıyor. Polis de valilik de şaşkın, ne yapacağını bilemiyor. Cenaze evinde oturarak beklemenin bu kadar ses getireceğini aklından geçirmemişti. İşte bu görkemli direnişin üçüncü gününe gelinmişti. Valilik halen suskunluğunu sürdürmekteydi. Bir ara çevredeki panzerlerin hareketlendiği görüldü. Bir gözdağı veya saldırı hazırlığı olabilirdi. Bu sebeple, oraya görevli 72
olarak gönderilen «merhum» Hüseyin Kocadağ ile telefonlaşıp, bir görüşelim diye düşündük. Hem ailenin merhum hem de kurulan komitenin görüşünü ve önerisini alarak, barikatın dışında bir alanda Hüseyin Kocadağ ile görüştük. O basının yanında görüşmek istemiyordu. Bizler ise, verilen sözlerden vazgeçilebileceği veya tehditler savrulma ihtimaline karşı basının yanında görüşmek istedik. Sonuçta basının yanında ancak biraz uzağında görüşme gerçekleşti. Kocadağ, konuşmaya tehditle başlamıştı. «Bu barikat ne oluyor. Onu alır başınıza yıkarım» diyerek ilk önce tehdidini savurdu. Görüşmeyi yapan arkadaşımız ise, o barikatın kamuoyuna mal olduğunu hatırlattı. Artık o barikat birkaç tahta veya bidon parçasından ibaret değildi. Kamuya mal olmuş ve meşruiyetiyle varlığını sürdürmekteydi. Yoksa, elbette ki barikata panzer ile saldırıp, dağıtmaktan daha kolay bir şey olamazdı. Sonrasında çıkacak olayları ise göze almaları gerekiyordu. Kaldı ki barikatı yıksalar bile bekleme eylemine devam edilecekti. Yani barikatın yıkılması da durumu değiştirmeyecek, sonuç alınamayacaktı. En fazla birkaç gözaltı, kafa patlatma, karşılıklı küçük bir çatışma yaşanabilirdi. “Merhum’ şov tehditlerini savurup, cenazenin istendiği gibi gömülmesine hiçbir şekilde razı olmayacağını son sözleri olarak belirttikten sonra da etrafındakilere el işareti yaptı. Tabi ki bizlere de yapacak bir şey kalmamıştı. Barikatın içine dönüp beklemeye başladık. Son sözünü söylediğine göre saldıracaktı. Biz de direnecektik elbette. Eve girip, durumu basına telefonlarla bildiriyoruz. Zaten çoğu da sabahtan beri beklemede. Panzerler bir ara manevra yaptı ve yakına doğru geldiler. Barikat daha da sağlamlaştırılıp, savunma durumu alındı. Biz evin balkonundan izliyoruz olacakları. Panzerler biraz yaklaştıktan sonra yeniden durdu. Ara73
dan on dakika filan geçmişti ki, cep telefonu yeniden çaldı. Kocadağ arıyordu. Tekrar görüşmeye çağırıyordu. Tekrar gidildi. Sonuçta, cenazeyi vereceklerini açıkladı. Direniş kazanım ile kimsenin de burnu kanamadan kazanılmıştı. Herkes hatırlayacaktır. Alibeyköy cemevindeki dini törenden sonra yaklaşık 5 bin kişinin katılımı ile üç kilometrelik bir yol da yürünmek suretiyle Alibeyköy mezarlığına görkemli bir şekilde defnedildi. Daha cemevinden hareket etmeden ise Sibel’in sığındığı evi muhbir eden bakkalın öldürülmüş olduğu anonsu radyolardan duyulmuştu. Sonradan öğrendik ki, valilik de arayış içindeymiş. Büromuzun avukatlarını bulmak için bir polis timi görevlendirilmiş. Uzlaşmayla sonuçlandırmak istiyorlarmış. Kocadağ ise bize olay yerinde blöf yapıyormuş. ÇHD li arkadaşlarımızın vali ile yaptığı görüşmeleri ise sonradan öğrendik. Güvenlikten sorumlu Vali, büromuzdan bir avukat da gitmeden görüşmelere dahi yanaşmamış. İşte gerçekten de yasal hiçbir endişeyi taşımayan, topun, tankın, silahın kullanılmadığı, en mazlum ve aynı zamanda en saldırgan bir demokratik hak alma eylemi. Sibel’in çatışmaya girmiş olması veya hatta bir polis öldürdükten sonra ölmüş olması onun cenazesini sahiplenmek ve vasiyetine göre defnedilmek hakkını gölgelememelidir. Bizler devrimci veya demokrat düşünce ve eylem biçimlerine saygı duyuyorsak, devletin hiçbir baskısının da bizi yanlış yönde etkilememesi gerekir. Bu olay bütün devrimci ve demokrat çevreleri şaşırtmıştı. Üç gün boyunca adım adım, radikal şekilde demokratik bir eylemlilik ile ciddi bir hak alınmıştı. İşte bu ciddi direnişin içinde avukatlar ve büro olarak gene yalnızdık. Sayısı ikiyi geçmeyen yakın çevremiz dışında, o 74
direniş sahasında yalnız kalmıştık. Avukat böylesi bir olayın tam da merkezin olur mu, hatta sözcülüğünü üstlenebilir miydi? Bizim kafamız çok açıktı. “Endişeli, tedirgin” arkadaşlarımız, olaydan çok sonra biraz utangaç ve çekingenlikle, “Evet ama arkadaşları bu tür olaylar içinde bir avukatın olması doğru mudur, tartışmak istiyorum” vb. gibi söylemler ile bizlerin bu örnek hak alma mücadelesindeki katkımızı gereksiz olarak nitelendirilmeye çalıştı. Bir ÇHD toplantısında, bu görüş her zamanki gibi Emek Partili avukat arkadaşlar tarafından ortaya atıldı. “En sivil” adaylar da, “bence de” veya “bizce de” sözleriyle tartışmayı onayladılar. İşte Sibel›in cenazesinin devletin elinden koparılıp, ailesinin ve arkadaşlarının isteği doğrultusunda gömülmesi mücadelesi demokratik mücadelenin radikal çizgisinden, meşruiyetten ne anlamak gerektiğinden, hak alma mücadelelerinde «uzlaşma”dan değil, dize getirilecek bir hakkın elde edilebilirliğinden; birden fazla olaya ve endişeye cevap bulmaya yetmektedir. Bu örgütlü güçün ve dayanışmanın bir kazanımıdır. Bütün hak alma mücadelelerine örnek olmalıdır. Bu eylem sırasında da elbette birçok olumsuzluklar ve sekter tutumlara tanık olunmuştur. Burayı bir propaganda aracı gören faydacı siyasi yapılardan tutunuz da eylemi cılız olarak değerlendirip en şiddetli eylemin Gazi cemevine gidip açlık grevi yapılması olacağını savunanlara kadar, hatta bu yolda ısrarcı olup küsüp gittikten sonra dönüp gelmek zorunda kalanlar oldu. Birinciye örnek Alınteri isimli sosyalist gazete okurlarının astığı konuyla ilgi siz “....’da örgütlen” pankartı. İkinciye örnek ise Atılım sosyalist gazete okurlarının bu eylemi pasif bulup, Gazi cemevinde «şiddetli» bir AG eylemi konulması önerisiydi. Komitede tartışılırken tanık olunmuş ve hayretler içinde kalmıştık. 75
Önerisi beğenilmeyen bazı çevreler, eylemi terk edip sonradan gelmek zorunda kalmışlardır. Devlet, öldürülen Kürt milletvekili Mehmet Sincar ve etkili Kürt aydını Musa Anter’in cenazesini de kaçırımıştı. Büyükşehirlerde onlarca devrimci cenazesinin de polis tarafından zorla kaçırılıp, inançları doğrultusunda layıkıyla tören yapılmasına fırsat vermediğine defalarca tanık olmuştuk. Ancak her cenaze kaçırma olayının altında mutlak olarak devrimci-demokrat güçlerin eksik kalışı, yanlış bakış açısı yatmaktadır. Bu yanlış bakış her çevrede farklı olabilmektedir. Bizler sadece M. Sincar’ın cenazesinin durumu buna iyi bir örnek oluşturduğu için bu örneği karşılaştırmalı olarak vermek istiyoruz. Mehmet Sincar, bir gün önce başbakan Çiller’in saldırı işareti verilmesi üzerine Kürt illerinden birinde, itirafçı tetikçi devlet güçleri tarafından katledilmişti. Katliamı devletin yaptığını zaten kimse inkar edemiyordu. İşte bu meşruiyet içinde, HEP’li partili arkadaşlar meşruiyetin verdiği saldırganlığa sarılacakları yerde meşruiyeti daha da arttırabilmek gayesiyle “mazlum” pozlarına bürünmüşlerdi. Türkiye halklarına “hep katledildiklerini” ispatlamak arayışına girdiler. Cenazeye yüzbinlerce insanın katılacağı ve devleti lanetleyeceği gün gibi ortadaydı. Devlet bu törene izin vermeyecekti. Kürt kardeşlerimiz en kutsal hakları olan son vazife haklarını kullanabilmek için, her türlü demokratik direnişi örgütleyecekleri yerde, aman meşruiyetimiz bozulmasın kaygısıyla veya daha da ilerisi günlerce devletin yetkili organlarıyla görüşmeye çalışıp, uzlaşma arayışına girdiler. Dönemin etkili isimlerinden Yaşar Türk’ün bu yoldaki açıklamaları ilginçtir. Aynen şöyleydi: “Cenazemizi istediğimiz gibi gömmemize izin vermezlerse biz de cenazeyi almayız” dediler. Bu açıklamanın içinde hem duygusallık hem tepkisellik 76
yatıyordu. Mehmet Sincar’ı kucaklayabilecek on binlerce Kürt insanının, mücadelesine güvenilmiyor, devletten duygusal bekleyişler içine giriliyordu. Her zaman belirttiğimiz gibi hiçbir mazlum poz, meşruiyeti arttırmayacaktır. Tam tersine devleti daha da saldırganlığa teşvik edecek ve cüretli kılacaktır. Bu olayda da takınılan poz ve duruş, önceki birkaç gün için ne yapacağını pek bilemeyen devleti cüretlendirmiş, psikolojinin bozuk olduğuna iyice kanaat getirdikten sonra cenazeyi gözler önünde kaçırıp, köyünün ücra bir köşesine katil özel timciler tarafından gömdürmüştür. Sıradan bir tören dahi düzenlenememiş. Devlet işi bitirdikten sonra, “yine ne kadar haksızlığa uğradıklarını” ispat edip, aslında ne kadar mazlum olduklarını anlatmaya koyulmuşlardır. Bir duyarlı hareketi kötülemek için anlatmıyoruz bu olayı, içine düşülen aciz durumun nedenlerini ortaya koymaya çalışıyoruz. Yanlış kendi halkına güvensizlikte yatıyor. Halkın ve devrimci-demokrat güçlerin gücü yerine, devlet ile uzlaşmaya “bürokrasiyi” işletmeye çalışmak yanlıştı. Bu katliamla ilgili olarak; devleti dize getirmek için ne yapıldı. Hiçbir şey. Ne meşruiyetin ne de mazlum durumda olmak devletin hakkını vermesini sağlayamamaktadır. Kürt milletvekili Mehmet Sincar’ın katledilmiş olması meşru bir ortam yaratmaktaydı. Hem de daha duyarlı olan on binlerce Kürt kitlesinin sahiplenmesi söz konusuydu. Buna rağmen yanlış davranışlardan devlet faydalanarak katlettiği gibi bir de götürüp o kanlı elleriyle gömmeyi başardı. Bu örnek hepimizin içinde uhde olarak kalmalıdır. Sibel Yalçın olayı ise daha misillemeci bir ortam içinden alınıp, en meşru çizgiye çekildi. Neyle? Bakış açısının sağlamlığı ile. Unutulmasın ki, demokratik mücadelenin tek zırhı meşruiyeti olmasına radikal olarak ele alınmaz 77
ve edilgen kalınırsa, artık o hak kullanılamaz hale gelecektir.. “Mazlum” hal, “mağdur” hale dönüşecektir. Tekrar etmek istiyoruz ki, birilerini yermek için değil, iyi bir örnek olduğu için Sincar’ın katilinden sonra başına gelenlerin içimizde bir uhde yaratmasından dolayı, bu örneği diğeri ile karşılaştırmalı olarak vermek istedik. Sibel’in cenazesindeki hak alma gerçeği öğreticidir. Avukat olmamız artık kendi kendimizi sınırlamamızı gerektirmemektedir. Kimden yana tavır koyacağımız ortadadır. Gazi’deki halk ayaklanmasından, cezaevlerindeki barikatlara kadar hepsi duyarlı bir avukatın çalışma ve mücadele alanlarıdır. Her ikisi de zulme başkaldırı ve adalet arayışıdır. Biz bu tür hak alma eylemlerinin içinde yer alıyor ve örnek yaratıyoruz. Bu örnekler insanlarda rahatsızlık yaratabilir, bu nedenle de tavır ve davranışlarımıza saldırabilirler. Örneğin müdahale ettiğimiz olayda bir saldırı olsaydı biz de mağdur olsaydık, avukat arkadaşlarımızın ne kadar haklı olduklarını, bir avukatın orada olmaması gerektiği tezini cüretli olarak savunabileceklerdi. Maraş, Çorum katliamlarının sahibi Alpaslan Türkeş en fütursuz şekilde sahiplenilip gömülüyor. Devlet de önderi oluyor. İşte devletin anlayışı bu. Artık kimden yana olduğunu dahi Susurluk olayından sonra gizlemeye gerek duymuyor. Böylesi bir devlet ile mücadelede baz alınması gereken ölçüler elbette ki burjuva hukuku veya adaleti artık olamayacaktır. Olmamalıdır. Yüzlerce insanın katlinden baş sorumlu adam, devlet büyüğü muamelesi görüyor, halkın duyarlı öncüleri, devrimciler terörist ilan ediliyor. Bu çelişki içinde tarafımızı iyi belirlemeli, belirlediğimiz tarafı desteklemekte de kendimizi hiçbir düzen yasası ile bağlı saymamalıyız. Bu toplu katliamlar kamuoyunda tepki yaratmış, yer 78
yer kitle eylemliliklerinde artış gözlenmekte idi. Devrimcilerin cenazelerini binlerce kişi sahipleniyordu. Sonuçta bu durum da devlette rahatsızlık yarattı. Zira kendi deyimleriyle “teröristlerin cenazelerinin ortada kalmasını” istiyorlardı. 1991 yılındaki toplu katliam cenazelerinin kitlesel bir şekilde sahiplenilmesi ve bu durumun meşruluk ortamı yaratması üzerine devlet bu tarihten sonra bütün devrimci cenazelerini terör ile engellemeye çalıştı. 16-17 Nisan 1992’de katledilen Sabahat Karataş’ların cenaze töreninde yaklaşık 1000 kişiyi gözaltına alarak, coplarla, kalaslarla linç edercesine işkence yaptı. Daha sonraları bugünlerde kamuoyunun yoğun ilgisini toplayan gazeteci Metin Göktepe de yine bir cenaze töreninde gözaltına alınmış binlerce insandan sadece biriydi. Devlet son süreçte terörünü iyice arttırmış, cenaze törenlerine gelen halkı öldürecek boyutta işkence yapmaya başlamıştı. Bu tavrı halen devam ediyor. Devletin bu baskı ve terörüne karşı devrimci demokrat hukukçu sorumluluğumuzu aksatmadan yerine getirmeye çalıştık. Operasyon bölgesindeki katliam araştırmasından başlayarak, otopsi işlemleri ve defin işlemlerine kadar bütün devrimcilerin cenazelerinde bulunmaya çalıştık. Hemen hemen hepsine de yetişebildik. Bu insani yardımı yaparken de hiçbir ayrım gözetmeden bütün mağdur ailelere yardımcı olmaya çalıştık. Bu mücadele içinde 300’ün üzerinde devrimcinin otopsisi dahil bütün defin işlemlerinde bulunduk. 20›yi aşkın gözaltında kayıp olayının araştırma faaliyetlerini yürüttük, suç duyurusu işlemlerini yaptık ve katil polisler aleyhine açılan bütün katliam davalarında mağdurların avukatlığını yaptık. Bu faaliyetlerimiz ile olumlu bir geleneği mesleğimiz alanında benimsettik. Bütün demokratik destek faaliyetlerini 8 bin 500›ü bizzat vekaletli, 10 79
binin üzerinde siyasi tutsağı savunurken yerine getirdik. Elbette ki bunları yalnız başımıza gerçekleştirmedik. Duyarlı meslektaşlarımız ile birlikte dayanışmalı olarak yerine getirdik. Tam da yeterli olabildiğimizi iddia etmiyoruz. Ancak, sanıyoruz ki, en çaresiz hallerde bile halkımıza manen güç katabilecek sıcak bir dost kapısı olmayı başardık. Hukuk ve insan hakları alanında yeni bir bakış açısıyla mesleğimize saygınlık kazandırabildik.
80
MÜCADELEMİZİN GÜCÜ DEVLETİ RAHATSIZ EDİYOR. DEVLET TERÖRÜ BİZLERE YÖNELMEYE BAŞLIYOR; GÖZALTI, İŞKENCE KATLİAM VE KOMPLO DAVALARI Cüretli bir biçimde yürüttüğümüz hukuk ve insan hakları mücadelemiz kısa sürede kamuoyunda hissedilir bir güce ulaşmıştı. Bugünlerde “Susurluk Skandalı” ile ortaya çıkan devlet organizasyonu o günlerde de hızla işliyordu. Günde en azından birkaç kez telefon tehdidi alıyorduk. Bu tehditler o kadar rutinleşmişti ki, belirli küfür veya tümceler bir kağıda yazılıymışçasına hızla okunur ve telefon kapatılırdı. Zira, halen tek tek de olsa bu tür telefonlar alıyoruz. Ancak, şimdilerde daha çok devlete karşı yapılan eylemlerden hemen sonra veya bir devrimci katliamından sonra oluyor. Örneğin, bir polis öldürülmüşse veya bir ajan cezalandırılmışsa telefon açılıp olanca küfürler sıralanır, intikamının muhakkak alınacağı hatırlatılır. Yok, bir devrimci katledilmişse o taktirde telefon yine açılır ancak, “sonunuz onlar gibi olacak” diye tehdit savurulur. Telefon tehditleriyle yetinmeyen devlet görevlileri birkaç defa da büromuzun kapısını gece zorlayarak içeri girmiş, ortalığı karıştırmışlardı. Telefon tehdidinin bir devamı olarak bizi baskı ile yıldırmaya çalışıyorlardı. Bu tehditler bazen etkili olmuyor da değildi. Örneğin büromuzda çalışmaya ve duyarlılık göstermeye hevesli genç meslektaşlarımızın bir kısmı bu olaylardan sonra çekinerek büromuzdan ayrıldılar. İstanbul büromuzu oturttuktan sonra Ankara’ya da bir büro açmıştık. Daha büromuz yerleşmeye fırsat bulamadan Ankara Polisi harekete geçmişti. Sürekli telefon tehdidi, takip ve taciz alıyorduk. İstanbul büromuz ise başın81
da nöbetçi bekleyen bir santral memurumuz tarafından sürekli dinleniyordu. Bu telefon dinleme halen devam ediyor. Ayrıca sokağımızın iki başındaki kameralı veya fotoğraf makinalı siviller ile simitçiler, seyyar satıcılar hiç eksik olmaz. Her taşındığımızda o sokağın yeni bir simitçisi olduğu için mahalleli bayram ediyor. 24 saat dinledikten sonra bürodan kaçta çıktığımızı anlayabilmek için akşam saatlerinde karşılıksız telefonlar sürekli gelir. Bir defasında, müvekkilimiz olan Kurtuluş Gazete bürosuna ACELE bir telefon açarak bir kişinin vekaletini istemiştik. Acar dinleyici bunun bir parola olabileceğini düşünerek vekalet için yola çıkan gazete çalışanını kaçırmış, bir inşaata götürerek çırılçıplak soyup ince aradıktan sonra, gerçekten vekalet için geldiğini anlayınca da kızarak üzerindeki 1 milyon civarında paraya el koymuş ve döverek serbest bırakmışlardı. Buna benzer birçok olay yaşadık. Bu nedenledir ki, büromuz telefonlarının MİT santral memuru tarafından 24 saat dinlendiğine eminiz. DGM savunmalarında ise Askeri Mahkemelerdeki anlayışımızı güçlendirerek devam ettiriyorduk. Bu sebepledir ki, bu durum onlarda rahatsızlık yaratıyordu ve yargıçlar tarafından da pek sevilmiyorduk. Haklılığımızı savunuyorduk. Haklılık üzerine ve statüleri sarsan bir savunma yöntemi geliştirdiğimiz için yargıçlar bir şey de yapamamanın acizliği ile saldırganlaşıyorlardı. Hemen her dosyada işkence raporu mevcuttu. Yargıçlar ise bunu görmezden gelerek suçlamaları öne çıkarmaya çalışıyorlardı. Bu nedenle her duruşmada kavga çıkıyor, gerilimli bir hava esiyordu. Çoğu zaman duruşmaları “nazikçe” dinledikten sonra asıl işlerine koyuluveriyorlardı. Demek ki geçmişte biraz daha hamdılar. İddialarımızı dahi dinlemeye tahammülleri yoktu. Zamanla bizi daha dikkatli dinlemeye başladılar. 82
KATLİAMLAR ARTIYOR Şehirlerdeki eylemler devam ediyor ancak tek bir “fail” bile yakalanamıyordu. Polisi hedef alan bu tür eylemler, polisin moralini bozmuş, sağırlar, dilsizler, asker kaçakları, su satıcıları, oto hırsızları veya ne sebeple olursa olsun “dur ihtarına uymayanlar” sokak ortasında katledilmeye başlanmıştı. Polisin psikolojisini düzeltmek ve kamuoyunda imaj tazelemek gerekiyordu. Bu nedenle siyasi polis derneklerden tanıdığı tanınmış isimleri “eylem faili” olarak lanse etmeye başladı. Ellerinde fotoğraf olduğu için önce bu kişilere benzer uydurma bir robot resim çiziliyor, ardından fotoğrafları “ele geçirilmiş” gibi basına verilerek bu insanlar hedef yapılmaya çalışılıyordu. Buna sessiz kalamazdık. Medyanın olumsuz tutumunu değiştirmek ve polisin oyununu bozmak gerekiyordu. Örneğin bir tarihte müvekkillerimizden Filiz Tarakçı isimli bir dernek çalışanının robot resmi Hürriyet gazetesinde yayınlanmıştı. İstanbul polisinin başında o tarihte Mehmet Ağar olduğu için bu tür komplo girişimleri normal sayılabilirdi. İstanbul polisi daha sonra gerçek ipuçları bulacak ve bu komplolara gerek duymayacaktı. Bulduğu bütün ipuçlarını ise katliamla sonuçlandırıyordu. Daha sonraları, gerçek ipucu da gözetmeden hedef seçtiği insanları imha etmeye başladı. İnsanları katlettikten sonra yanına bir iki silah koyuyor, “çatışma çıktı” süsü vererek kamuoyunu yanıltıyordu. Bu durum halen daha devam edegelmektedir. Bu dönemde Kadıköy Moda’da Uğur Yaşar Kılıç ve Şengül Yıldıran isimli iki öğrenci katledilmişti. Ergül Uzundiz isimli öğrenci ise çatıdan atlayarak katliamdan kurtulabilmişti. Bu katliamı Hasköy’de Erol Yalçın ve evin kızı Selma Doğan’ın katledilmesi, Mahmutbey’de üç gen83
cin katledilmesi, Hasanpaşa’da çocuklarının gözü önünde Hatice Dilek Aslan ve İsmail Oral’ın katledilmeleri gibi katliamlar izledi. En son dönemlerde Kurtuluş Gazetesi dağıtımcılarından İrfan Ağdaş’ın katli, Alibeyköy’de bir gecekonduda Senem ve Muhammet’in katli toplumda bilinen çarpıcı birkaç örnek sadece. 12 Temmuz ve 16-17 Nisan’da katledilen Devrimci Sol önder kadrolarından hiçbirinin evinde çatışma çıkmamıştı. Tiyatro sanatçısı Ayşe Gülen ve Ayşe Nil Ergen banyoda iken infaz edilmişlerdir. Çatışma çıkan evlerden biri Sabahat Karataş ve iki arkadaşının bulunduğu Çiftehavuzlar’daki ev olup, sabaha kadar süren çatışmayı zaten bütün televizyonlar görüntülemişti.
HALKIN AVUKTALARINA KARŞI KOMPLO DAVASI
Devletin bu komplo olaylarından birisinde büromuz avukatları da gözaltına alınmış, işkence görmüş ve 8 ay tutuklu kalmışlardır. Olay Emekli General Adalet Hulusi Sayın’ın Ankara’da öldürülmesiyle gündeme geldi. Hulusi Sayın Olağanüstü Hal Bölgesi’nde görev yapmış bir komutandı ve Kürt halkı tarafından “Kürdistan Kasabı” olarak anılmaktaydı. Bu sebeple eylem olağanüstü ses yapmıştı.Siyasi polisin elinde eylemi gerçekleştirenler hakkında ciddiye alınacak ipuçları bulunmamaktaydı. Bu nedenle de 12 Eylül öncesi edindiği tecrübelerini gözönüne alarak, derneklerden tanıdığı üç ismin önce robot resimleri basına verildi. Oysa polisin elinde zaten bu kişilerin fotoğrafları vardı ve resimleri de bu fotoğraflara bakarak yaptırmıştı. Nitekim elindeki fotoğrafları birkaç gün sonra basına verildi. Bu bir infaz demekti. Polis böylece hem örgüt sempatizanlarına gözdağı verecek, hem de bu kişiler ortadan kaldırıldığında meşruluk 84
sağlanacaktı. Eylemler de bu kişilerin üzerine atılacak polis başarılı bir operasyon gerçekleştirmiş sayılacaktı. Basına lanse edilen kişilerin başında Erol Özpolat geliyordu. Diğer iki isim ise Altan Berdan Kerimgiller ve Birtan Altunbaş’tı. Erol bu teşhir olayından sonra kendi başına gazetelere koşmuş ve bunun bir komplo olduğunu açıklamaya çalışmıştı. Panik halini atlattıktan sonra ise bir akrabasının evine sığınıp, avukatları olan Ankara büromuz çalışanı Murat Demir’e haber göndererek yardım talep etmişti. Biz de bir basın toplantısı düzenleyerek “Erol’u Ankara DGM savcılığına teslim edeceğimizi, olayın bir komplo olduğunu” duyurduk. Kamuoyu teslim gününü merakla bekledi. Polis de bu olaydan endişe duymaya başladı. Sonuçta bir grup avukat arkadaşımızla Ankara Savcılığına gittik. Savcı müvekkilimiz hakkında gözaltı kararı verdi. Polis böylesi bir sonuca hazır değildi. 15 günlük işkence ile durumu kurtaramayınca Nusret Demiral’ın da katkısıyla gözaltı süresini 30 güne, yani iki katına çıkarttı. Görgü tanıkları yönlendirildi. 30 gün işkenceye dayanamayan Erol önüne ne konulduysa imzalamak durumunda kaldı. Yer göstermeyi doğal olarak beceremeyen Erol Özpolat ikinci defa yer göstermeye götürüldü. Bu arada olay anlatılıp ezberletildi. Birtan Altunbaş gördüğü işkenceye dayanamayarak gözaltında yaşamını yitirdi. Komploya dahil edilmek istenen İbrahim Bingöl gördüğü bütün işkencelere rağmen komployu kabullenmedi. Altan Berdan Kerimgiller ise Erol’un ve İbrahim Bingöl’ün bir senaryo ile tutuklanmasından sonra teslim olmayı ret etti. Ve gizlendi. 30 günlük “sıkı çalışmaya” rağmen dosya bir şeye benzememişti. Komplo endişesi basına da yansımaya başladı. İnsanlar merakla duruşmaları bekler oldular. Önceden tutuklanmış iki müvekkilimiz Alpaslan ve Alişan Turan 85
ile birlikte son iki kişinin tutuklanmasıyla 4 sanıkla dava başlamış oldu. Sanıklara Dr. Musa Duman, Astsubay Halil Çetin ve Hulusi Sayın’ın öldürülmeleri eylemi yüklenmişti. Dosyanın tek delili Hulusi Sayın’ın eşi ile kızının müvekkil Erol’u “teşhisiydi”. Diğer tutanakların sahte olduğu yargılamalar sırasında anlaşıldı. Sahte tutanak düzenlemekten Savcı Ülkü Coşkun hakkında suç duyurusunda bulunduk ancak takipsizlik kararı verildi. Hulusi Sayın’ın eşi ve kızı teşhislerinde ısrar ettiler. Esas görgü tanığı eşiydi ancak onun da gözleri bozuktu. Gözlük kullandığını mahkemede inkar etti. Kızı ise farkında olmadan annesini yalanladı. Bu iki kadın teşhislerinden dönmesin diye uzun zaman polis gözetiminde tutuldular. Sürekli olarak da “sizi de öldürecekler” tehdidinde bulunuyorlardı. Eşi ve kızı bu psikoloji içinde kin ve nefret ile hareket ederek teşhislerini sürdürdüler. Önceden kendileri ile konuşulduğu ve yönlendirildiği anlaşılıyordu. Savunma makamını dahi eylem ile suçlayacak kadar duygusallaşmışlardı. İlk teşhis sırasında başkalarını gösterdiler. Bu olaya aynalı odada birlikte teşhise çıkanlar da tanıktı. Bu tanıklıklarını daha sonradan mahkemede de anlattılar. Başkalarını göstermişlerdi. Ancak Nusret Demiral “bir de buna bakın, bu suçu kabul etti” diyerek olay tanıklarını açıkça yönlendirmişti. Ankara 1 Nolu DGM, polisin prestijini korumak amacıyla Erol Özpolat hakkında iki eylemden “beraat”, Hulusi Sayın eyleminden ise “idam” cezası verdi. Oysa olayın çelişkili yanları, sahte tutanaklar yargılama sırasında ortaya çıkmıştı.İddia edilen iki eylemden müvekkiller aklanmışı, eylem silahlarının nereye gittiği ise anlaşılamamıştı. Erol Özpolat gerçekte böyle bir olaya karışmadığı için yer göstermeyi yapamamıştı ancak Nustert Demiral emriyle emniyette iyice öğretilerek tekrar getirilmesi 86
için talimat verdi. İlk yer göstermede tutanaktutulmamıştı ve bu durum tamamen inkar edildi. Nusret Demiral’ın işkence odasına sorguya katıldığı müvekkil Erol tarafından göz bandının arasından görüldü. «Eylem faili» olarak aranan Altan Berdan Kerimgiller’in İzmir ilinde başka bir suçtan tutuklanması sonucu bu kişinin eylemle ilgisinin olmadığının açıkça anlaşıldı. Neticede olayın komplo olduğu açıkça ortaya çıkmıştı. Buna rağmen O tarihte 3713 sayılı yasanın şartlı tahliye hükümleri bu eylemleri de kapsamakta olduğu için “nasılsa idam edilmeyecek” rahatlığıyla iddialara inanmadan bu kararın verildiğini biliyoruz. Mahkeme Başkanı Muammer Ünsoy›du. Bu olay DGM’ler tarihinde sonuna kadar sürdürülen önemli bir komplo davası olması bakımından yer verdik. Komployu bozmaya çalışan bizler de bu süreçte iyice düşman ilan edildik. Bu olaydan hemen sonra büromuz avukatlarına yönelik gözaltı furyası başlatıldı. Av. B. Y. ve M. D. Ankara’dan, Av. F. P. ise İstanbul’dan kaçırılarak gözaltına alındı. Meşhur DAL’da (Derin Araştırma Labaratuar) 15 gün süreyle işkence gördüler. M. Demir ve B. Yarayıcı tutuklanarak Ankara Merkez Kapalı Hapishane’ne kondu. Cinsel taciz dahil bütün işkenceler yapılmıştı. Tutuklandıktan sonra hapishanede dahi geçmeyen işkence izleri İstanbul Baro Başkanı Turgut Kazan ve Meclis İnsan Hakları Komisyonu tarafından belgelendi. Kamuoyuna açıklama yapıldı. Elde herhangi bir delil olmadığı için dava 8 ay sonra açıldı. 8 ay sonra ilk duruşmada iki arkadaşımız tahliye oldu.
87
GÖZALTINA ALARAK MESLEKİ FAALİYETLERİMİZİ ENGELLEMEYE ÇALIŞIYORLAR
Büromuza yönelik baskı ve tehditler sürekli hale gelmişti. Telefon tehditlerinden yılmayacağımız anlaşılınca bu eylemlerini hafifletmişlerdi. Fırsat buldukça gözaltına alıyorlardı. Bunlardan önemli gördüğümüz birkaçından bahsedeceğiz. 1994 yılında büromuzun ilk müvekkillerinden hapishane firarisi Dursun Karataş büromuzun eski avukatlarından Zerrin Sarı ile birlikte Fransa’da tutuklanmıştı. Türkiye’ye iadesi söz konusuydu. Elbette ki bizlere düşen iade edilmesini önlemekti. Bizler de vekâletnamesi olduğu gibi ağabeyi Reşat Karataş’ta bu konuda büromuza başvurmuştu. Zerrin Sarı da büromuzdan yeni ayrılmış bir avukat arkadaşımızdı. İade edilmeleri halinde Dursun Karataş’ın sonunun ne olacağı dahi meçhuldü. Diğer arkadaşımıza ise onlarca yıl ceza verilmesi ve her ikisinin de işkence görme tehlikesi vardı. Dönemin medyası da ağzından salyalar akarcasına “Çakal Karlos” benzetmesiyle “nasıl iade alınacağını” tartışıyorlardı. Uluslararası hukuka göre bu iade mümkün değildi. Ancak emperyalist Fransa devletine güvenmek saflık olurdu. Bu nedenle ciddi bir kampanya yapılması şarttı. Büromuzda bir basın toplantısı düzenleyerek “iade edilmemeleri” konusunda çalışma başlattığımızı duyurarak devleti ve medyayı şaşırttık. Bu arada ailenin yakınları, sevenleri de bir eylem kampanyası başlatmışlardı. Büro olarak; müvekkilimizin iade edilmesi durumunda işkence göreceğini, hangi koşullarda tutsak edileceğini, yargılama sonunda ise idam cezası verileceğini ülkedeki insan hakları ihlalleri örnekleriyle izah eden bir dilekçe hazırladık. Müvekkilimizin iade edilmemesi gerektiğini 88
anlatan dilekçemizi ve ekinde bulunan belgeleri Fransa Büyükelçisi kanalıyla Fransa’daki mahkemeye gönderecektik. Dilekçemiz 30 sayfadan oluşmaktaydı. Talebimizi, hukuki gerekçemizi, talebimizi destekleyen insan hakları raporlarını, işkence raporlarını ve gazete kupürlerini, diğer yazıların tümünü tercüme ettirerek toplam 3 klasör ve 2 bin 500 sayfadan ibaret bir dosya ve delil listesini hazırladık. Teslim edeceğimiz gün ve saati de basına duyurduk. Ankara büromuzda elçilikten aldığımız randevu saatini beklerken büromuz DGM savcısı Nuh Mete Yüksel eşliğinde siyasi polisler tarafından basıldı. Dosyalara el konuldu. Avukat arkadaşlarımız A. D. Yüksel ve M. D. ve büroda bulunan iki kadın müvekkilimiz gözaltına alındı. Sonradan anlaşıldığı üzere operasyon, dosyaların teslimini engellemek için gerçekleştirilmişti. Bu arada bürodaki bütün dosya ve kitaplar tutanak listesi dahi yapılmaksızın büyük çöp poşetlerine dolduruldu. Büronun bilgisayarı ve diğer önemli kayıt defterleriyle birlikte talan edildi. Eşyalar savcının nezaretinde şubeye taşındı. Hazırladığımız dosya devleti rahatsız etmişti. Bu operasyonla dosyanın Fransız Elçiliğine taşınmasını engellemeye çalıştılar. Büromuza yönelik bu saldırı gerçekten savunma tarihi ve savunma hakkı açısından büyük bir saldırıdır. Direkt olarak mesleki haklarımıza müdahale edilmiş, dosyalarımıza el konulmuştur. Bununla da yetinilmemiş, avukat arkadaşlarımız 15 gün gözaltında tutulmuşlardır. Bu gözaltı sürecini avukat arkadaşlarımızdan birinin anlatımıyla aktarıyoruz: “...Büroda bulunan biz iki avukat ve iki kadın müvekkilimizle birlikte apar topar tartaklanarak gözaltına alınmış ve işkencehaneye varmıştık. Savcı Nuh Mete’de duruma 89
nezaret ediyordu. Diğer arkadaşım M. D. bu işkencehanede daha önce 15 gün gözaltında kalmış, bu sürenin 10 gününde cinsel tacize varan ağır bir işkence görmüştü. Ben ise DAL’a ilk defa “düşmüştüm”. Savunduğum yüzlerce insanın anlatımlarında birçok işkence olayını dinlemiştim. Ancak kendim hiç işkence görmemiştim. Bu nedenle merak içindeydim. Buradaki sıkı işkenceyi iki sene önce gözaltına alınan ve 15 gün işkence gören avukat arkadaşım Fuat Erdoğan’ın anlatımları ve direngenliğini anımsadım. M ile B’nin gördüğü işkence ise halen hafızamızda taze idi. İşkence dehlizine girdiğimizde bayağı şaşırmıştım. Ücra ve izbe, pis kokulu bir bodrum. Hele ismi gibi bir bilimsel laboratuvar hiç değildi. Işık ve ses geçirmeyecek şekilde düzenlenmiş bir yatak boyu küçük odaları vardı. Kapılar demirdi. Kapının üzerinde bilek kalınlığında bulunan yuvarlak bir delikten havalandırma sağlanıyordu. Hücreler eski ahşap ve sidik kokuluydu. Bazı hücrelerde muşamba yataklar vardı. İki ucunda tuvalet, ortasında banyodan bozma işkencehane olan koridorun bir yanında sırayla dizilmiş hücreler yer alıyordu. Koridorun her iki ucunda kamera vardı. Hücrelere atıldığımızda akşam olmuştu. Biz yalnız değildik. Her siyasi grupla ayrı bir işkence “tim”i ilgileniyordu. Alabildiğimiz seslerden anlaşıldığı kadarıyla bu saatte iki ayrı işkence timi hızla çalışmaya koyulmuştu. Bağırma, küfür ve tartaklamalar, içleri ürperten işkence sesleri, birbirine karışıyordu. Bizimle DS işkence timi ilgileniyordu. “Bizim TİM” bizleri hücrelerimize yerleştirdikten sonra pek tanışık oldukları iki kadın müvekkilimizi bekletmeden işkenceye aldılar. İşkence odası, banyodan bozma yer tam karşımda olduğu için konuşma ve bağrışmaları ve diğer gürültüleri duyabiliyordum. İşkenceciler birbirlerine karşı nazik, mağdurlara karşı ise hunharca olabilmeyi 90
becerebiliyorlardı. İki «tezgah” kurmaları gerekiyor. Bir timin, adı neyse bir aleti eksik. Diğerinden rica ile alarak tamamlıyor. “..... uyumuz eksik abi verebilir misiniz?” gibi de nazikler birbirlerine karşı. İşkenceciler hücrenin demir kapısını “LANK” diye bir sesle açıp hep birlikte içeri dalıyorlardı. Kaptıkları kişileri karga tulumba tekme, tokat, küfürlerle sürükleyerek işkence odasına taşımaları en büyük zevkleriydi. Hele bir de hücreden çıkardıkları kişi direngenlik gösteriyorsa daha çabuk havaya giriyor, böyle daha rahat “tahrik” oluyorlardı. Kendi ayağıyla işkenceye gidenler onları sevindirse de harekete geçmelerini zorlaştırıyordu. Müvekkillerimizden ikisi de daha hücreden çıkarıldıklarından itibaren “İnsanlık Onuru İşkenceyi Yenecek” sloganlarıyla direnmişlerdi. Yarım saat kadar karşı odada işkence gördüler. Herhangi bir soru da sormuyorlardı. Dernek ve sendikadan tanıdıkları bu kadınları yediklerinden içtiklerine kadar biliyorlardı. Sadece yıldırmak için işkence yapıyorlardı. Yarım veya bir saat sonra hücrelerine geri getirdiler. Döndüklerinde hırpalandıkları seslerinden anlaşılıyordu. Biraz kısık da olsa aynı sloganı atarak hücrelerine girdiler. Herhalde sıra bizde diye bekliyordum. Aradan iki üç gün geçti ancak ne gelen ne giden oldu. Elbette ki bu ortamın zaten kendisi de işkenceydi. Sabahlara kadar bir insandan çıktığına inanamayacağınız korkunçlukta çığlıklar içinde günleriniz geceleriniz geçiyor. Biz açlık grevi yapıyorduk. Gözaltına alındığımda tüberküloz tedavimin yanılmıyorsam 6’ncı ayındaydım. Gözaltındakiler sabah 07.00 tuvalet arası sonrasında yarım veya çeyrek ekmek ile su veriliyordu. Saat 09’da ise işkence timi geliyor ve “mesai” başlıyordu. Ondan sonra malum işkence çığlıkları yorulurlarsa 91
bir çay veya sigara molası, yok o gün zindelikleri yerindeyse tuvalet molası ve öğlen yemeği arasına kadar işkenceye devam ediyorlardı. Öğlen tuvalet molasından sonra yeniden mesai başlıyor. Akşam tuvalet ve çeyrek ekmek molasına kadar. Her defasında hücrelerin kapıları aynı gürültü ve hışım ile açılıyor. Bu sesler, kendi kapısının açılacağı anı hatırlatıyor insana hep. Günler geçtikçe işkence seslerine de alışıveriyor insan. Şubeye geldiğimizden itibaren yaklaşık 5 gün boyunca geceleri de olmak üzere, erkek olduğu çığlığından anlaşılan bir kişiye işkence yaptılar. Beşinci günden sonra ses kesildi. Biz gözaltındayken iki operasyon daha yaptılar. Biri PKK diğeri ise TDKP operasyonu idi. Avukat arkadaşım M.D.’in hücresinin yanında öğretmen olduğunu söyleyen Kenan Bilgin isminde bir kişi «TDKP operasyonundan alındığını, kendisini kaybetmek istediklerini, çıkınca bu olayı kamuoyuna duyurmasını» istemişti. Bilindiği üzere bu olayı savcılık aşamasından sonra kamuoyuna duyurduk. Gerçekten de dışarıda da bu kişinin yakınları tarafından aranmakta olduğunu öğrenmiştik. Kenan Bilgin o gün bu gündür bulunamıyor. Bir avukatın tanıklığına rağmen fütursuzca kaybedildi. Bir kadın ise üç gündür geceli gündüzlü gördüğü işkencelere rağmen direnmeye devam ediyordu. Gece saat 03:00 sıralarıydı. Tam hücremin kapısının önünde bir fısıldaşma. “Amirim bu kızı konuşturamıyoruz. Bütün yöntemleri denedik.”Amirden fısıltı halinde bir emir, “araziye götürün orospuyu”. Hemen ardından koşuşturmalar. Yaklaşık iki saat sonra geri geldiler. Gelen ekibin sesi duyuldu; -Kız konuştu, operasyon başladı. Herkes hazırlansın. Belli ki üç gündür kıyasıya direnen kadın arazide kendisini yalnız hissetmişti. Öldürülüp bir köşeye atılmayı 92
göze alamamıştı. İşkencehanenin bir de doktoru vardı ki halen görsem tanırım. İşkenceden rahatsızlananlar olursa bu “doktor” çağrılıyordu. Muhtemelen orada görev yapıyordu. Çağrıldıktan kısa bir süre sonra “doktor” incelemeye geliyordu. Kendisine anlatılan şikayetleri nazikçe dinledikten sonra birtakım iyileştirici kremlerin sürülmesini gardiyana söylüyor, sonra da “bir şeyi yok, devam edebilirsiniz” diyerek çekip gidiyordu. Bütün tanık olduklarım bu süreçte yaşanan katliam, işkence ve kaybetmeler daha da anlaşılır olmuştu. Bu tür olayları yüzlerce kez dinlemiştim. Ne var ki hiç biri yüz yüze tanık olduklarım kadar etkili olmamıştı. Öylesi bir duyguya kapıldım ki, yıllardır bu mücadelenin içinde olan kendimi kanıksamış buldum ve duyarsızlıkla suçlamadım. “Ben bu durumdaysam, baskı ve tehdit ile yıldırılan halkımız, devletin cenderesinden ürperen yargıç ve savcılar ne durumdadır?” diye kendime sordum durdum. DAL adı altında açık bir işkence merkezi geceli gündüzlü Ankara’nın göbeğinde tıkır tıkır işliyordu. Kimsenin bir şeyi gizleme endişesi yoktu. İşkenceciler «istersek savcıyı ayağımıza çağırırız» diye bir de güçlerini kanıtlamaya çalışıyorlardı. Üç gün geçtiği halde halen bize sıra gelmemişti. Arada tuvalete çıkarken diğer arkadaşım ve müvekkillerimizle görüşme fırsatımız oluyordu. 3›üncü günün gecesi saat 22.00 sıraları, zayıfça bir kişi hücremin kapısını açarak «kibarca» yukarı çıkmamız gerektiğini söyledi. «Demek beklenen gün geldi» diye düşünürken, anlamış gibi yaparak «yanlış anlama, sohbet edeceğiz. Amirlerimiz çağırıyor» dedi. Belli ki önce küçük bir havamız yoklanacak, ondan sonra ne yapılacağına karar verilecekti. Gözlerim bağlı halde bir üst kata çıktık. Burası modern hazırlanmış, televizyonlarda da gördüğümüz ünlü aynalı sorgu oda93
sıydı. Aynalı camdan birileri içeriyi gözlemliyordu ancak onun kim olduğunu biz göremiyorduk. Beklediğimiz psikolojik sorgulama başladı. Ortada bir suçlama da olmadığı için ne konuşacaklarını onlar da bilmiyorlardı. O nedenle de “Bırakın bu işleri, kuzu kuzu herkes gibi avukatlık yapın” dediler. “Sizin yerinizde Tansu Hanım’ın oğlunun olmasını beklerdim. Sizin bu işten ne çıkarınız var” şeklinde soru yönelttim. Böylesi sorulara pek alışık olmalılar ki her biri pişkince cevap verdiler. Sonuçta sohbet uzadıkça onların talebi “bırakın bu işleri” ben ise “Yaptığımız işlerin bilincindeyiz. Bir bedeli olduğunu da biliyoruz. Bunu her koşulda ödemeye hazırım” dedim. Bu noktadan sonra sohbet her nasılsa havadan sudan konulara geçti. Bu arada birbirinden ilginç fikirleri vardı. Bir yandan sermayenin kendilerini kullandığının farkında olduklarını anlatmaya çalışırken, diğer yandan aslında kendilerinin her şeye kadir ve vatan millet için yaptıklarını söylemeye çalışıyorlardı. Yine “vatan”, “millet” tartışılırken Anayasa Mahkemesi Başkanı Yekta Güngör Özden’in bahsi geçti. Bunun üzerine amir konumunda olan kişi “zaten ne çıkıyorsa o orospu çocuğunun başının altından çıkıyor” çıkışması ile hiddetlendi. Diğerleri de değişik söylemlerle onu tasdik ettiler. Bu kadar ideolojik birlik içinde olmaları ilginçti doğrusu. Kendilerini milliyetçi olarak adlandırıyorlardı ama aynı gruptan bir kişi olan Yekta Güngör’e dahi tahammülleri yoktu. Bu “ilginç” insanlar 24 saat pis kokulu “laboratuvar”da görev yapmaktan müthiş zevk alıyorlardı. Ara verdikleri zaman ise bu izbe yerin en kötü kokulu tuvaletinin karşısındaki bankta oturup orada şakalaşıyor ve çaylarını içiyorlardı. O bölgeden gelen koku o kadar kötüydü ki, uyurken burnumun dibinden o keskin koku geçtiğinde uykum kaçar, kalkıp otururdum. Pislik içinde 94
yaşamaktan zevk alan bir mahluk üretmek de ülkemizin “ başarısıydı” herhalde. Psikolojik sorgu “nabız iyice alınıncaya kadar” devam etti. Sonlarına doğru ise “aslında bu işleri hiç sevmediklerini, çocuklarının yüzlerini dahi göremediklerini” söylüyor, kısaca günah çıkartıyorlardı. Daha sonra “Tabi dışarıdan haberiniz yok. Dışarıda bir kamyon adamı öldürdük. Avukat Fuat’ı da öldürdük”. Dediler. Önce psikolojik bir tehdit sandım. Daha sonra gazetenin bir bölümünü saklayarak gösterdiler. Fuat gerçekten de katledilmişti. Bu habere elbette ki içim burkulmuştu. Ancak hissettirmemeye çalıştım. Gece saat 02.00 sıralarında tekrar hücreme döndüm. Artık başka bir şey düşünmüyordum. “Biraz işkence görsem daha ‘adil’ olacakmış gibi” geldi. O günden sonra sadece açlık grevine devam edip etmediğimi öğrenmek için geliyorlardı. Merakla ne zaman bırakacağımı bekleyip durdular. Bazen gelip “sen neden AG yapıyorsun. Avukat adamsın. Sana kebap getirelim” dedikleri oluyordu. Ben de onlara “madem o kadar düşüncelisiniz yandaki yemek yiyenlere neden kebap getirmiyorsunuz” diye onlara soruyordum. Bu işkence laboratuvarından önemli bir sonuç çıkarmıştım. İnsanın iradesi hiçbir zaman rehavete düşmemeliydi. Aksi halde, kanıksama, duyarsızlaşma, bencilleşme, yılma belirtileri hemen etkisini gösterebilirdi. İlk iki günden sonra işkence sesleri içinde uyumayı başarmak gerçekte insan işi değildi. Ne var ki, ikinci günden sonra bu seslere de alışmıştım, aklıma geldikçe kendimi suçlar olmuştum...” Bu işkence sonrası arkadaşlarımızın deneyimlerinden çıkarttığımız dersler şunlardı; İşkence, duyarlı insanlarımız üzerinde bir tehdit, genel avukatlar üzerinde ise, bilince çıkarılmamış olması nedeniyle, hukuk mücadelesinin önündeki engel, bir 95
insanlık suçudur. Sürekli olarak gündemde tutulmadığı takdirde kanıksamak ve duyarsızlaşmak her zaman mümkündür. Ayrıca da işkence tehdidi bizzat kişiye yönelmedikçe istenilen duyarlılığı yakalamak veya gerçeği kavramak mümkün olmamaktadır. Bugün birçok meslektaşımızın işkence gerçeğinden bihaber olması ve kendi içine kapanmasının altında yatan gerçeklerden biri de budur. Unutulmasın ki, siyasi bilinç olmadan bu meslek gereği gibi yapılamaz. İsmi “avukatlık” olur belki ancak, içeriğinin ne olduğu belirsizdir. 15’inci gün iki avukat arkadaşımız savcılığa çıkarıldı. A. D. serbest bırakıldı, diğer arkadaşımız M. ise aynı yerde daha önceden de görmüş olduğu işkencenin psikolojik etkisiyle kendini suçlayıcı evrakları imzaladığı için tutuklandı. İşkence sonucu bu tutanakları imzaladığının ispatı için de zamanında İlhan Selçuk’un yaptığı gibi (işkence sözcüğünü) fark ettirmeden kendi el yazılı metnine geçirdi. Kısa bir süre sonra tahliye edildi. Ne var ki, bu işkenceli tutanaklara dayalı olarak 12.5 sene ceza aldı. Halen ülke dışında yaşamak durumunda. İşkencecilerin bahsettiği gibi dışarıda da “sıcak günler” yaşanmıştı. Beşiktaş Arzum Kafe’de avukat arkadaşımız Fuat Erdoğan, İsmet ve Elmas isimli arkadaşlarıyla birlikte gündüz gözü katledilmişlerdi. Ankara’daki gözaltı süreci sebebiyle dışarıdaki avukat arkadaşlarımız İstanbul Barosu içinde 8 gün boyunca AG eylemi gerçekleştirmişti. Ancak ne meslek örgütümüz ne de diğer meslektaşlarımız bizlerin bu durumunu yeterince sahiplenmemişlerdi. Baronun durumu zaten malumdu. Kendilerine şu veya bu şekilde misyon biçen duyarlı olduklarını iddia eden avukatlar basın açıklaması yapmak dışında gerekli desteği sunmamışlardı. Gözaltına alınmamızdan kısa bir süre önce Mücadele 96
Gazetesi’nde DDA’lı avukatların bir kısmını hedef alan bir yazı yayınlamıştı. Bu yazı bahane edilerek bizlere tavır almışlardı. Bu tavır üzücüdür ki devletin zulmü karşısında bize yönelmişti. Bu konuyu ayrıca ele alacağız. İstanbul Barosu yönetimindeki “koca koca” adamlar endişelerinden dolayı bir şey yapmamışlardı. Öylesine bir kaygı ki devletin baskısı mesleki meşruiyetlerini unutturuvermişti. Ankara büroya operasyon yapıldığında Fransa Büyükelçiliği’ne vereceğimiz dosyayı Baroya göndermiş ve bizim adımıza dosyayı teslim etmelerini istemiştik. Ancak Baro dosyayı teslim etmekten çekinmişti. Baronun bu tavrı pek şaşırtıcı değildi. Meslek bilincinin eksik olduğunu hep söylüyorduk. Bu olayda ise devletin baskısının etkili olduğunu kabul etmek gerekir. Korku gözleri kör etmişti. Ankara’daki işkenceciler bile “bu dosyaların götürülmesi suç değil, bunu biz de biliyoruz” diyebilmişlerdi. İstanbul Baro Başkanı ve yöneticilerinin buna cüret edememiş olmaları korkularının büyüklüğündendi. Korkunun temelinde bilinçsizlik vardır. Meslek bilinci’nin yerleştirilmesi ve yaygınlaştırılması sorunun bu nedenle ayrıca ele alacağız.
AVUKAT FUAT ERDOĞAN KATLEDİLDİ; O’NUNLA ONUR DUYUYORUZ
28 Eylül 1993 günü Fuat, İsmet ve Elmas isimli arkadaşlarıyla Beşiktaş Arzum Kafe’de İstanbul polisi tarafından katledildiler. Fuat’ı katledenler İstanbul siyasi polis işkence tim amiri Şefik Kul ve arkadaşlarıydı. Bu kişiler Fuat’ı DGM’lerden ve sanık olarak yargılandıkları infaz davalarından çok iyi tanıyorlardı. “Çatışma” süsü altında büyük bir kin ve nefretle katlettiler. Bu durum infaz dosyası ve otopsi tutanaklarından da açıkça anlaşılıyor. 97
Fuat, fakülte yıllarında devrimcilikle tanışmıştı. Bürodan ayrılmasına neden olan Ankara DGM’deki yargılaması ve ceza almasıydı. Bu dava fakülte yıllarındaki isnatlara dayanıyordu. Daha avukatlığa başlamadan Ankara DAL’da 15 gün kalmış ve sıkı işkencelerden geçtiği halde iradesini güçlendirerek çıkmıştı. Bu direngen yanıyla da örnek aldığımız bir kişilikti. 9 ay tutuklu kaldıktan sonra tahliye edilmiş, bu tarihten sonra ise İstanbul büromuzda çalışmaya başlamıştı. Hukuk mücadelesini yaklaşık iki yıl yürütebildi. Bu sürenin sonucunda yargılandığı davadan 10 yıl «hüküm giydi.›› Bir yıl yatması gerekiyordu. Ancak, hiçbir güç onu tutsak edemeyecekti. Cezası kesinleştiğinde bizlere yurtdışına çıkacağını söylemişti. Büroyla ilişkisini kestikten yaklaşık 1.5 yıl sonra katledildiğini öğrendik. 28.09.1994 tarihinde Beşiktaş Arzum Kafe’de Makine Mühendisi ismet ERDOĞAN, BEM-SEN Genel Başkanı Elmas YALÇIN ile birlikte otururken; işkenceci siyasi şube polisleri tarafından yere yatırılıp ensesinden vurularak katledildi. Fuat, devrimci kişiliği olgun, sabırlı, alçak gönüllü neredeyse bütün güzellikleri üzerinde toplamış bir insandı. 98
Küçük ile küçük, büyük ile büyük olmayı becerirdi. Hiçbir olumsuzluktan şikayet ettiğini, hiçbir görev için itiraz veya bahane ürettiğine tanık olmadık. Emeği ve ruhu ile mücadeleye motive olmuştu. En sıkıntılı anlarımızda bile onu asık suratlı olarak görmedik. Sürekli gülen yüzüyle, moral ve güven kaynağımız olurdu. En “ciooi” (masum) “zaaflarından” biri ise “abim bugün canım PTT yapmak istiyor” dediği anlardı. (Pijama, terlik, televizyon) Büromuza başvuran sorunlu insanları sabırla dinler, onları teskin ederdi. Bir müvekkilimiz fazlaca vaktimizi aldığında onu Fuat’a “satıp” kurtulmaya çalışırdık. Yüzlerce kiracısıyla kavgalı, geçimsizliği ile ün yapmış Sıdıka Batu Han’ın sahibi Sıdıka Hanım ile dahi saatlerce sohbet etmeyi becerebilirdi. DGM’lerde ise “kalem faresi” gibiydi. Bütün çalışanların gönlünü kazanmasını becermişti. En büyük “rüşveti” ise en yüksek miktarlı KDV fişlerinden vermekti. Kalem müdiresi “Ah Fuat beyciğim, avukat dediğiniz sizin gibi olur. Buraya ne terörist avukatlar geliyor bir bilseniz...” sözünü sıkça anlatır gülerdik. Fuat’la birlikte onlarca dava, onlarca kayıp vakası, onlarca katliam, onlarca otopsiye katılmıştık. Onlarca müvekkilinin otopsisine katıldığı Cerrahpaşa Morgundan şimdi onu başı dik uğurluyorduk. Dava adamı, güzel insan Fuat Erdoğan örnek mücadelesi ve fedakar kişiliğiyle yolumuzu aydınlatmaya devam edecek. Onunla onur duyuyoruz. Katillerinden er geç hesabını soracağız.
99
HAPİSHANELERDE BASKI VE KATLİAMLAR DEVAM EDİYOR HÜCRE TİPİ HAPİSHANELERİNE İLK SEVKLER
Ankara Hapishane’nden iki siyasi tutsağın firar etmesi bahane edilerek Eskişehir tabutluğu açıldı. Eskişehir Hapishanesi hücre tipi halinde inşa edilmişti. Ülkenin bütün hapishanelerindeki eski- yeni bütün tutuklu ve hükümlüler bu hapishaneye sevk edilmeye başlandı. Hapishanelerde toplu direniş başladı. 32 gün süren demokratik eylemler ve AG eyleminden sonra bu hapishane kapatıldı ve müze olacağı ilan edildi. Bilindiği üzere daha sonra revize edilerek Mehmet Ağar döneminde yeniden açıldı. Ve Ölüm oruçlarında 12 tutsağın yaşamını yitirmesine neden oldu. Eskişehir Hapishanesi o yıllarda gizliden gizliye tamamlanmış bir tecrit ve işkence merkeziydi. Buraya getirilen kişilerin saçı hemen kesiliyor, işkence odalarına alınıyor, daha sonra direnişinin kırılması için hücrelere atılıyordu. Hapishanenin hücrelerden başka ortak bölmesi de yoktu. Havalandırması dahi toplam bir yatak uzunluğundaki demir kafeslerden oluşmaktaydı. Kadrolu işkencecileri vardı. Her şey tecrite uygun planlanmıştı. Bu hapishane tutsakların direnişi nedeniyle uygulamaya sokulamadı. Yukarıda anlattığımız komplo davasından tutuklu olan avukat arkadaşlarımız kaldıkları bu süre içinde direnişe de katıldılar. Savunma kürsüsünde yürüttüğümüz mücadeleyi bu defa omuz omuza hapishane direnişiyle devam ettiriyorduk. Devletin avukatlar üzerindeki bu baskıcı politikaları sürekli devam etti. Her görevimizde karşımıza çıktı. Sıradan gözaltılar da dahi bizlere özel muamele yapılıyordu. İyice “ıslatılmadan” bırakılmaz 100
oluyorduk. İşkencecilerle sürekli karşılaşıyorduk. O dönemlerde gözaltında avukat görüşü mümkündü. Daha sonraları avukat görüşü yasaklandı. 1990-1996 yılları arası ülkedeki bütün hapishanelerde Kürt yurtseverleriyle birlikte yaklaşık 10 bin tutsak vardı. Kısa süreli gözaltı ve tutuklamalar da sayılacak olursa bu sayı 20 bini aşacaktır. Kısacası, 12 Eylül’ün toplu tutuklamalarını aratmayacak bir durum yaşamaktaydık. Bu nedenle, devlet bilinen hapishane politikasını yeniden başlatıyordu. 12 Eylül hapishane politikası siyasi tutsakları teslim almaya dönüktü. Bu nedenle, büyük hapishanelere insanlar topluca dolduruluyor, baskı ve işkence ile “itaat” etmeleri isteniyordu. 1989 yılına gelindiğinde devlet bu politikasını taktik değiştirerek devam ettiriyordu. İnsanları topluca teslim almak zordu. Bu sebeple, tecrit hapishanelerini devreye sokmaya çalıştı. Ülkemizin hapishane sorunlarını anlamak ve çözüm yöntemleri geliştirmek için hapishane tarihini iyi bilmemiz gerekiyor. Türk sinemalarında “Keşanlı Ali”leriyle anımsayacağımız hapishane sorunu çok eskilere dayanır. Türkiye hapishane politikası “dam” veya “delik” olarak halka gözdağı ve tehdit unsuru olarak ele alınmıştır. Hapishanelerdeki insanların temel hak ve özgürlükleri, iletişim, sosyal ihtiyaçları, gelişim ve eğitim hakları yok sayılmıştır. 12 Eylül’ün toplu tutuklamalarıyla hapishaneler birer işkence merkezi haline dönüştürülmüştü. Hapishane içine askerleri sokarak «emret komutanım» şeklinde cevap vermeleri istenmiş böylece «itaatkar» hale getirilip topluca teslim alınmaları planlanmıştır. Devlet bu politikalarıyla önemli başarılar sağlamış, Mamak ve önemli diğer bir kısım hapishanelerde siyasi tutsakları, sabahları istiklal marşıyla spor yapan, her şeye boyun eğen birer asker 101
durumuna getirmişti. Dönemin kitlesel hareketlerinden Devrimci Yol önder ve taraftarları bu politikayla tasfiye olmuştur. Devlet Metris Hapishanesi’nde aynı başarıyı sağlayamamıştır. İstanbul’da başta Metris Hapishanesi olmak üzere büyük direnmeler gündeme geldi. Bu direniş 1984 yılında yapılan ve 4 kişinin ölümüyle sonuçlanan ölüm orucu eylemiyle boyutlandı. Eylem sonrasında hapishanelerde adım adım kazanımlar başladı. Toplu tutuklamalar, büyük koğuş uygulaması, tek tip elbise dayatması ile beklenen sonuç elde edilememişti. Direniş hapishane politikasının teşhirini de sağlamıştı. 12 Eylül hapishaneleri birer askeri kışla gibi yönetilmişti. “Operasyon” adı altında günlerce işkenceli dayaklar, uzun sürence yayılan açlık grevleri ve direnişler 5 yıl boyunca devam etmiştir. 1981 yılında Diyarbakır Hapishane’ndeki kendini yakma eylemi, 1982 yılında aynı hapishanende PKK’li tutsaklar tarafından sürdürülen Ölüm Orucu eylemi, İstanbul hapishanelerinde 4 yıl süren sürekli ve fiili direnişler, tek tip elbiseni dayatmasına karşı 1984 yılında Metris merkezli Ölüm Orucu eylemi1 devleti hapishane politikasını değiştirmeye zorlamıştır. Hapishane direnişleri 1981’den sonra yaşama geçirmeye çalıştıkları demokrasiye geçiş sürecinin sahte olduğunu göstermiştir. 90 yıllarla birlikte hapishanede yaşama geçirmeye çalıştıkları politikanın adı tecrit idi. Tecrit, insanları birbirinden yalıtılarak, sosyalliğin sağladığı manevi ve maddi güçleri ortadan kaldırılarak daha kolay “itaat” etmeleri sağlanacaktı. 1991 yılında Eskişehir Hapishanesi açıldı. 1 Ağustos tarihinde yayınlanan genelge ile 1989 yılında gündeme 1-Bu eylemde 3 DS tutsağı, 1 de TİKB tutsağı yaşamını yitirmişti
102
gelen tek tip elbise uygulaması tekrar gündemdeydi. Tecrit politikası tekrar devreye sokuluyordu. İktidar siyasi tutsakları düşüncelerinden vazgeçirmek ve böylece kişiliksizleştirmek istiyordu. 1989 ile 1996 yılları arasında hapishane saldırılarında onlarca insan yaralanmış, katledilmişti. 1989 yılında 1 Ağustos Genelgesine karşı başlatılan açlık grevindeki tutsakların işkence ile sevk edilmeleri sırasında iki tutsak yaşamını yitirmişti. 1995 yılında ise Buca Hapishane’nde demir çubuklarla tutsakların kafalarına vurularak gerçekleşen saldırıda 3 tutsak katledildi. 100 tutsak başlarından ağır şekilde yaralandı. Aynı yıl Ümraniye Hapishane’nde aynı yöntemle 4 tutsak katledildi. 40 civarında tutsak başlarından ağır darbelerle yaralandı. 1996 yılında Eskişehir Hapishane’nin yeniden açılmasının gündeme gelmesi ile Ölüm Orucu eylemi başladı, eylem 12 devrimcinin kaybı ile 69 gün sürdü. Aynı yıl içinde Diyarbakır Hapishane’nde yine başlarına demir çubuklarla vurulması sonucunda 10 tutsak yaşamını yitirdi ve onlarcasının ağır biçimde yaralandı. Hapishane saldırıları kendiliğinden ortaya çıkmamış önceden planlanmıştı. Hükümetler değişiyor ancak hapishane politikaları değişmiyordu. Eskişehir Hapishanesini 1991 yılında ortadan kaldırılıp bu hapishanenin “müze haline getirileceğini” söyleyen SHP’nin Adalet Bakanıydı. 1994 yılında ise CHP’nin Adalet Bakanlığı koltuğunda oturan Mehmet Moğultay Eskişehir Hapishaneni yeniden revize ederek planlı bir şekilde yürürlüğe sokmaya çalıştı. Bu hükümetin ömrü yetmediği için dönemin koalisyon hükümetinin DYP’li Adalet Bakanı Mehmet Ağar’ın yayınladığı genelge ile l996 yılında bu hapishane yeniden açılmıştı. 96 103
ölüm oruçları direnişi böylece gündeme gelmiştir. İster CHP, İster SHP yada DYP olsun hepsi ortak bir politikayı yaşama geçirmeye çalıştılar. MGK’nın denetimde olan bir ülkede başka türlü olması da mümkün değildir. MGK emrindeki kontrgerilla güçleri Buca, Ümraniye Hapishane’nde, Diyarbakır Hapishane’ndeki gibi askerleri kullanarak katliamlar düzenlemiş, suni gerilim ve provokasyonlarla hapishanelerde terör estirmiş, tutsakları yıldırmaya çalışmışlardır. Siyasi dava avukatları, hukukun, insan haklarının savunucusu olan meslektaşlarımız bu gerçeği göz önüne almalılar. Ülke gerçeğini göz ardı ederek sosyal demokrat ismi taşıyan partilere güvenmek, onlara umut bağlamak boşuna bir çaba olacaktır. Hak ve özgürlükler, adalet mücadelesi halkın ortak mücadelesi ile genişletilebilir, savunmayı ve hukuku, alanda yaratacağımız güçlü örgütlenmelerle koruyabiliriz. Ümraniye ve Buca Hapishane katliamları sosyal demokratların hükümette olduğu bir zamanda gerçekleşmişti. Bu hükümetler kontrgerillanın katliamlarını da savunmuşlardı. Adalet Bakanlığı’nın CHP koalisyon kanadında olduğu süreçte hapishanelerde yaşananları özetlemek isteriz: Dönemin Adalet Bakanı Mehmet Moğultay Eskişehir Hapishane tabutluğunu açmak için çalışmalar başlattı. Kamuoyuna “Cezaevleri terörist yuvası, hükmedemiyoruz” şeklindeki beyanlarda bulundu ve hapishaneleri sık sık hedef gösterdi. Bu açıklamalar hapishanelere yeni bir saldırının örgütlendiğini gösteriyordu. Bayrampaşa Hapishane’ni tutukevi olmaktan çıkaran ve Ümraniye Hapishane’ni açan yine bu hükümet idi. İzmir Buca Hapishane katliamı bu dönemde yapıldı. Buca da 3 müvekkilimiz yaşamını yitirdi. Sözde isyan 104
çıkmıştı. Yaralıların hepsi başından demir çubuklarla yaralanmışlardı. Koğuşlara gaz bombalarıyla giren askerler yarı baygın tutsakları bir jandarma koridoru içinden geçirerek başlarına özel yapılmış demir çubuklarla vurdular. Katledilenler başlarındaki çökükler nedeniyle öldüler. Yaralıların ise başlarını korumak istedikleri elleri kırılmış, elleri kırılıp başlarına geldiği yerler ise aynı şekilde kafatasları kırılarak çökükler meydana gelmişti. 50 civarında da ağır yaralı vardı. Yaralananlar hastaneye dahi götürülmedi, kendi imkanlarıyla tedavi olmaya çalıştılar. Bu katliamdan sonra bütün hapishanelerde müvekkillerimizin öncülüğünde AG eylemi başladı. 45 gün devam etti. Bu direniş sonucunda Buca Hapishane savcısı görevden alındı. Personeli değişti. Hapishane koşullarında belirli düzenlemeler isteyen tutsakların bu talepleri kabul edildi. Bu arada bütün hapishaneler kendi öznel sorunlarını da dile getirerek önemli bir kısım taleplerini kabul ettirdiler. Kabul edilen ortak talepler şunlardı. Ancak hatırlatmak isteriz ki bu haklar kalıcı haklar değildir ve sık sık gasp edilmektedir. 1) Buca katliamının sorumluları ortaya çıkarılıp yargılanmalı, sorumlu savcı ve personel derhal görevden alınmalıdır. Görevden alma işlemi gerçekleşmişti ancak, sorumlular ortaya çıkarılmadı. Müvekkillerimize ise olaydan bir iki ay sonra hapishane idaresine isyan davası açıldı. 2) Duruşmaya ve hastaneye götürülürken işkence yapılmaması, ayrıca çift kelepçe uygulamasından vazgeçilmesi. 3) Can güvenliğinin sağlanabilmesi için koğuşlar arasında temsilci düzeyinde haberleşme ve ayrıca belirli gün ve zamanlar için sosyal ilişki hakkı tanınmalıdır. Bu talebin kabulü ile belirli sayıda tutsak bir koğuştan 105
diğerine gardiyan nezaretinde gidebiliyor. Tencere, tabak vb. gibi ihtiyaçlarını karşılayabiliyorlar. Futbol turnuvası veya anma günlerinde bir araya gelebiliyorlar. 4) Arkadaş veya yakınlarıyla kapalı görüş hakkına sınırlama getirilmemesi. 5) Yayın hakkı. Yasaklanmış olsa dahi her yayından bir adetinin arşiv mahiyetinde bulundurulmasına izin verilmesi. 6) Hapishane koşullarında iyileştirme. Yukarıda sayılan haklar temel insani haklardır. Bu haklarını alabilmek için tutsakların direniyor olması asıl düşünülmesi gereken noktadır. Devlet ise bu hakları tanımak yerine katliam örgütlemeyi planlamaktadır. Buca katliamından önce asıl hedef Bayrampaşa Hapishanesiydi. Ümraniye Hapishanesi de aynı süreçte açılmıştı. Direniş sonrasında Ümraniye için aşağıda ki gibi yeni bir yönetmelik düzenlendi. 1) Bayrampaşa tutuklu evi olmaya devam edecek. 2) Kapasitesi dolduğunda belirli sayıda tutuklu (hüküm alanlar veya hükümlülüğü yaklaşanlar) Ümraniye Hapishane’ne kendi istekleriyle sevk edilecekti. ÜMRANİYE HAPİSHANESİNİN AÇILMASI ve KATLİAM Ümraniye Hapishane açıldı. Burası da tecrit hapishanesi olacaktı. Ancak devlet tutsakların direnişi ile karşılaştı. Burası tecrit hapishanesi yapılamadı. Bayrampaşa Hapishane’nin tutuklu hapishanesi olarak kalmaya devam etmesi MGK’yı olağanüstü rahatsız etti. Ümraniye Hapishanesi’ne sevkler başladı. Ümraniye Hapishanesi’nin tüm personeli kontrgerilla elemanlarından seçilmişti. Tutsaklar ise kendi can güvenliklerini sağlayabilecek biçimde hapishaneye yerleşmeye çalıştı106
lar. Anlaşma gereği önemli sayıda hükümlü veya hüküm özlü tutsak Ümraniye Hapishane’ne sevk edilmişti. Ancak, Ümraniye Hapishane idaresi başlarında teğmen ve sivil kontra müdür Hüseyin Atakan (Şebekoğlu) tutsaklara yönelik saldırılara ve tehditlere devam etti. Sürekli gerilim ve saldırı tehdidi vardı. Duruşmaya götürülürken tutsaklara linç edercesine dayak atılıyordu. Tutsaklar saldırıları ve haksızlıkları protesto etmek için bütün hapishane kapılarını kırıp, ortak mutfak bölümüne barikat kurup haklarını talep ettiler. Bu direnişe İslami hareket İBDA-C tutukluları da katılmıştı. PKK tutsakları katılmayıp, kendi koğuşlarında kaldılar. Direniş üç gün sürdü. Dönemin İstanbul Emniyet Müdürü Orhan Taşanlar’ın talimatı ile polisler de de operasyona katıldı. Barikat sökülemedi. 3. Günün sonunda idare, tutsaklarla anlaşma görüşmelerine başladı. Devlet gülünç duruma düşmemek için koğuşlarında bulunan PKK tutsaklarına operasyon yaptı. Tamamını linç edercesine dayaktan geçirdiler. Sonra tutsakları hastaneye taşıdılar. Bu operasyonu dışarıdan çaresizce izlemiştik. Üsküdar Savcısı da kontrgerilla ile işbirliği yapmış, görüşmelerden kaçınmış ve katliam girişimine eşlik etmişti. Barikat eylemi sırasında, tutsaklar hapishanenin bazı odalarına girdiklerinde tutsakların örgütlenmesine yönelik istihbarat raporları ve fotoğraflar bulunan bir arşivi ele geçirmişlerdi. Bu bulgular, buranın bir JİTEM üssü olduğunun kanıtıydı. Bu tür direnişlerde yapılmaması gereken meslek hataları vardır. Bu meslek hataları daha sonra katliamlara dahi zemin hazırlayabilir. Önemi nedeniyle değinmek istiyoruz. Eylemin üçüncü günü CHP’nin Genel Müdürü Zeki 107
Güngör sorunun çözümü için Ankara’dan İstanbul’a gelmişti. Büromuz avukatlarını çok iyi tanıdığı halde Buca ve Ümraniye direnişi sırasında tutsakların haklarını savunduğumuz için anlaşma esnasında bizim bulunmamızı istemiyordu. Bizim yerimize kendince yönlendirebileceğini düşündüğü avukat arkadaşlarımızı Ümraniye›de yapılacak görüşmelere yardımcı olması için içeriye aldırdı. Bu arkadaşlarımız dönemin ÇHD İstanbul Şube Başkanı Levent Tüzel ile duyarlılığıyla tanınan devrimci avukat arkadaşımız Muharrem Çöpür idi. Genel Müdürlük öncelikle barikatın kaldırılmasını hakların ondan sonra tartışılacağını söyledi. Öncülüğünü bizim müvekkillerimizin çektiği tutsaklar ise ağırlıklı olarak önce taleplerinin kabul edilmesini, ondan sonra barikatın kaldırılmasını istiyorlardı. Zeki Güngör barikatın oraya gidemediğinden bu iki arkadaşımız taleplere aracı oluyordu. Genel Müdür “önce barikatlar kalkacak ve koğuşlara yerleştireceğiz” görüşünde diretmiş, bunu da iki avukat arkadaşımıza da benimsetmişti. Levent başta olmak üzere tutsaklar ile tartışmalarda adeta tutsaklara baskı yaparak, ya da onları «ikna»ya zorlayarak taleplerin tartışılmadan barikatın kaldırılmasını, idarenin göstereceği koğuşlara yerleşilmesi gerektiğini kabul ettirmişlerdi. Müvekkillerimiz bu tavrın karşısında olmuşlardı. Ancak, direnişe katılan çok sayıda tutsak olduğu için genel çoğunluğun kararına uydular. Barikat kaldırıldı ve tutsaklar ayrı ayrı 6 koğuşa yerleştirildi. Tutsaklar birbirlerinden yalıtıldılar. Bir gün sonra anlaşma yapacağını söyleyen Genel Müdür Ankara’ya kaçtı ve bir daha gelmedi. Böylece tutsakları oyalamaya çalıştılar. Üsküdar sorumlu savcısıyla olayı çözmeye çalıştık. Savcı önce tamam dedi. Buluşma günü ise görüşmeden 108
kaçtı. Bu belirsiz durum bir ay sürdü. Belirsizlik yeni bir saldırının habercisiydi. Katliam ‘geliyorum’ diyordu. Arama bahanesiyle ayrı koğuşlara dağıtılarak yalıtılmış ve güçleri zayıflatılmış olan tutsaklardan yine bizim müvekkillerimizin bulunduğu iki koğuşa saldırı düzenlendi. Demir çubuklarla 5 tutsak katledildi. 40 tutsak ağır yaralandı. Bu saldırı da planlı yapılmıştı. İdare ele başı olarak gördüğü DHKP-C tutsaklarını hedef almış, askerlerin eline öldürülmesi gereken müvekkillerimizin fotoğraflarını dağıtmış, birkaç gün önceden provalar yapılmıştı. JİTEM emrindeki askerlerin ellerindeki demir çubukları avukat görüş günü olması dolayısıyla bizzat gördük. Av. A. Düzgün, Av. Levent Tüzel, Av. Sevim Akat olayın tanığıdır. Öğlen arası hapishanene geldiğimizde uçlarından kan damlayan demir çubuklar duvarın altına dizilmişti. Askerler kumanyalarını yemeye bile başlamışlardı. Daha önce söylediğimiz gibi hapishanenin askerleri dahi özel seçilmiş kontrgerilla elemanlarıydı. Bu katliamdan sonra meslektaşımız Muharrem Çöpür yaptığı hatayı anlayarak vicdan azabı duyduğunu ifade etti. Av. Levent Tüzel ise yanlış yaptığını kabul etmedi. Devletin hapishane politikalarını bilen birisi devlete güvenmemek gerektiğini bilir. Tutsakların direnişi kamuoyuna mal olmuşken, avantaj tutsakların elindeyken barikat kaldırılmadan anlaşmayı zorlamak ve bunun için ne gerekiyorsa yapmak gerekiyordu. Genel Müdürün hoş sohbetinden etkilenip, onu bir “meslektaş” gibi algılamak tam anlamıyla cahilliktir. Ümraniye katliamından hemen sonra hapishanelerde bu defa daha ciddi eylemler oldu. Başta Ankara Merkez, Bursa, Çanakkale, Bartın, Buca ve Bayrampaşa hapishanelerinde rehin alma ve barikat eylemleri yapıldı. Bu eylem bir hafta devam etti. Sonuçta Genel Müdür 109
Bayrampaşa›ya geldi. Ümraniye Hapishane›ne yönelik talepler kabul edildikten sonra anlaşma ile noktalandı. Ümraniye›nin Müdürü görevden alındı. Savcısı değişti. Talepler kabul edildi ama Ümraniye Hapishanesi’nde hukuksuzluk ve zulüm hiç son bulmadı. Katliam davası uzun süre açılmadı. Tutsakların aleyhine ise hemen “İsyan” davası açıldı ve yargılamalara hızlı DEVLET, HAPİSHANELERDEKİ SALDIRI POLİTİKASINI TIRMANDIRIYOR ve ÖLÜM ORUÇLARI GÜNDEME GELİYOR 1996 yılında koalisyon yeni bir hükümet yapılanmasına gitti. Adalet Bakanlığı’nı DYP aldı ve başına da kontra şefi Mehmet Ağar’ı getirdi. Hapishanelerdeki yeni saldırı politikasının mimarı Mehmet Ağar, Moğultay döneminde hazırlanan Eskişehir Tabutluğunu derhal faaliyete geçirdi. Bayrampaşa ve Buca Hapishanelerinin kapatılacağını, dağıtılacağını açıkladı. Bu açıklamanın çok büyük bir katliamın habercisi olduğu konusunda bütün tutsaklar hemfikirdi. Kürt Ulusal Hareketinden tutsakların bulunduğu hapishanelerde itirafçılık dayatması zulüm halini almıştı. Önce Diyarbakır merkezli olmak üzere PKK tutsakları AG eylemi başlattı. Daha sonra bütün tutsaklar Bayrampaşa merkezli olmak üzere süresiz AG eylemine başladı. çok Sonradan direnişe başlayan devrimci tutsakların açlık grevi 21 günü doldurmuştu ki PKK tutsakları anlaştıklarını söyleyerek açlık grevlerinin 58. gününde eylemlerini sonlandırdılar. Bu durumda PKK dışındaki Siyasi Tutsaklar açlık grevine devam edecekti.2000 civarında siyasi tutsağın birlikte sürdürdükleri eylemin talepleri şunlardı: 1) Eskişehir Tabutluğu kapatılsın. 110
2) Bayrampaşa ve Buca’da eski uygulamaya devam edilsin. 3) Tutsaklara ve ziyaretçilerine işkence olayına son verilsin, can güvenliği sağlansın. 4) İtirafçılık politikalarına son verilsin. Bu taleplerle sürdürülen AG eylemi 45’inci gününe geldiğinde koalisyon hükümetinde değişiklik olmuş ve Adalet Bakanlığı yeniden el değiştirmişti. Adalet Bakanı bu defa Refah Partili Şevket Kazan olmuştu. Açlık grevinin 45’inci gününde eylem ortak karar ile Ölüm Orucu’na dönüştürüldü. Bilindiği üzere bu eylem sonucunda 12 tutsak yaşamını yitirdi. Bunlardan beşi büromuzun müvekkiliydi. 1500 tutsağın tamamı SAG eylemine, 150 tutsak l.grup Ölüm Orucu ekibine, üç grup toplam 300 kişi Ölüm Orucu eylemine katıldılar. Direniş kazanımla sonuçlandı. 1996 ÖLÜM ORUCU EYLEMİNİN SONUÇLARI Direnişin Ölüm Orucu eylemine dönüşmesi sürecin kaçınılmaz sonucu idi. MGK hapishanelerden istediği sonucu alamıyordu. Bu nedenle her şeyi göze alarak kontra şefi Mehmet Ağar’ı Adalet Bakanı yaptı. İşin garip tarafı birkaç sözlü açıklamanın dışında hukuk kurumlarından dahi bu duruma ses çıkarmadı. ÇHD kendi gücü oranında imza kampanyaları gibi etkinlikleriyle durumu protesto etmeye çalıştı. Daha direnişin yarısında Ağar bu koltuğu Refah’ın bakanı Şevket Kazan’a bırakmak durumunda kaldı. Kazan ise Ağar’ı hiç aratmadı. Ağar’ın dahi cüret edemeyeceği yalanlarla kamuoyunu kandırmaya çalıştı. Süreci uzatarak direnişi kırmaya çalıştı. Bu arada operasyon tehditlerini de sürekli dile getiriyordu. 111
96 Ölüm Orucu Direnişinin Kazanımları; 1) Siyasi tutsaklara karşı sürekli bir tehdit unsuru olarak kullanılmaya çalışılan Eskişehir Hapishanesi kapatılmıştır. 2) Önemli bir katliam bu direniş ile engellenmiş, gasp edilmeye çalışılan haklar yeniden güvenceye alınmıştır. 3) Devletin yıllardır sürdürdüğü “terörist” demagojisi etkisizleşmiş, devrimci tutsaklık kamuoyu önünde meşrulaşmış, devrimcilik gerçek anlamıyla kamuoyuna yansımaya başlamıştır. 4) Direniş, bütün yılgın “demokratları” harekete geçirerek, ülke sorunlarını sahiplenmeye zorladı. 5) Tutsakların direnci ülkemizdeki güçlü bir sosyalizm inancını ortaya koymuş, halkımız ve dünya halkları için güven kaynağı olmuştur. Direnişin etkisi dünyayı ayağa kaldırmıştır. 6) Tutsaklar devletle uzlaşmamış, devleti dize getirmiştir. Devletin hükümetler tarafından değil, MGK güdümündeki kontra güçler tarafından yönetilmekte olduğunu, Susurluk skandalından önce ortaya koymuşlardır. Sürecin Öğrettikleri; Bu süreçte biz de eksik ve yanlışlarımızı gördük, hatalarımızdan öğrendik. Yeni deneyimler edindik. 1. Örgütlü bir birlik oluşturamamak sorunu yaşandı. Başta İHD olmak üzere sivil toplum örgütleri yanlış bir bakış açısına sahipti. Meşruluk yerine yasallık sınırlarına sığınmaya çalışıyorlardı. Her kriz döneminde olduğu gibi bu dönemde de destek sunulması amacıyla İHD ve ÇHD’nin çağrısıyla Tabipler Odası’nda DKÖ ve platformlar toplantısı yapıldı. 112
Bu sürece müdahale edebilecek bir örgütlemeye ihtiyaç olduğu ortaydı. Ancak İHD yasa önünde tüzel kişilik sahibi olmayan mücadele platformları ve HP- HB gibi kurumlarla her defasında birlikte olmaktan çekindi. Bunun sonucu olarak olumlu bir birlik oluşturamadı ve dağınıklık nedeniyle ciddi bir kitle desteği sağlanamadı. İHD gene bu toplantıda da “böylesi bir birliğin içinde olmayacağını, böylesi bir birliğe gerek olmadığını” savundu. Sonuçta, bizlerin de zorlamasıyla eylemler takvime bağlanıp, paylaşılarak eylem birliği oluşturulmaya çalışıldı. İHD direnişin bir Ölüm Oruç’una dönüşeceğini hesaplamamıştı. Sürecin zor olacağına inanmadılar, ikna olmadılar. Bu nedenle sürece örgütsüz ve dağınık girildi. Kısa süreli bir örgütlenme dahi kurulamadı. 2. Sürecin tahlilinde yanılgıya düşüldü. Bu sürecin ağır ve zorlu olacağı tahmin edilemedi. Halkın gücüne ve haklılık bilincine güvenmek yerine hükümetteki bazı unsurlara güvenildi onların sorunu çözebileceği düşünüldü. Ölüm orucu eyleminin sesi dünyada duyulduğu günlerde Bakanlar Kurulu, MGK bu konu üzerine toplantılar yapıyordu. Şevket Kazan MGK toplantısından çıktığı gibi operasyon tehdidin de bulundu. Ancak bu tehdit bir blöften ibaretti. Artık hükümetin dayanacak gücü kalmamıştı. Bugünlerde daha da iyi görüldüğü üzere Refah din sömürüsü yapan bezirgan bir partiydi. MGK’nın bütün kararlarını imzalamış, İmam Hatip Okulları konusundaki yeni uygulamalara dahi sözde karşı çıkmıştı. Oysa MGK politikasını aynen uygulamaktan geri durmuyordu. O süreçte Şevket Kazan MGK’ya şirin görünmek için umulmayacak şiddette bir kontra bakan olmuştu. Her açıklamasında yalan vardı. “Eylemciler yemeklerini yi113
yor”, “Örgüt liderleri diğerlerini zorla ölüme götürüyor”, “Eylemciler itirafçılardan seçiliyor” vb yalanlardı bunlar. 3. Tutsakların taleplerini sahiplenmek yerine eylem biçimlerini tartışmak yanlıştır. Devlet bu sürecin başlangıcında hapishanelerde katliam planları hazırlıyordu. Katliamdan sonra tecrit politikasına başlayacaklardı. Ölüm Orucu yüzlerce tutsağın katledilmesini önledi diyebiliriz. Devamında baskı ve işkence ile itiraflaştırma politikası gelecekti. Bu süreçte bir takım sivil toplum örgütleri devletin harekete geçmesini sağlayacak baskı mekanizmalarını oluşturmak yerine tutsaklara yöneldiler. Yaklaşık 30 sivil örgütün imzasını toplayarak “ölmeyin, direnişi bırakın” içerikli bir çağrı metni yayınladılar. Talepleri destekleyecek yerde tutsakların geri adım atmaları için çalışmalara başladılar. 4. Talepler konusundaki belirsizlik yaşanması PKK’li tutsakların talepleri arasında “savaş esirliği statüsü kabul edilsin” şeklinde bir talep vardı. Süreç içerisinde PKK eylemi bıraktı. Ancak talep tüm tutsakların talebi gibi gösterildi ve demagoji yapıldı. Eylem devam ederken talepler somutlaştırılmamıştı. Büromuzun gayreti ile tutsaklar eylemin taleplerini netleştirdi. Tutsakların talepleri netleştikten sonra kamuoyunda daha sık gündeme gelmeye başladı. Talepler aydınlar tarafından da benimsendi. 5. Direnişin bölünmesi Yaklaşık 10 .000 siyasi tutsaktan 8000’ini PKK tutsakları oluşturmaktaydı. Diyarbakır Hapishanesinden başlamak üzere PKK tutsakları eyleme daha erken başladılar 114
ve ölüm orucu eyleminin 59’uncu gününde “uzlaşmaya vardıklarını” açıklayarak direnişe son verdiler. İki başlı mücadele tutsaklara çok zaman ve cok can kaybettirdi. PKK’li tutsaklar da bu yanlışın bedelini çok ağır ödediler. Diyarbakır Hapishanesinde 10 tutsak zalimce katledildi. Oysaki bütün tutsakların yapacağı direniş, hem ciddi anlamda kitlesel destek kazanabilecek, hem de uluslararası alanda da zulmün sesini daha güçlü duyurabilecekti. Diyarbakır Hapishane koşulları da kamuoyunun denetimine daha açık hale getirilebilecekti. 6. Avukatların sürecin dışında kalması: Her kriz sürecinde olduğu gibi gene 24 saat büroyu açık tuttuk. Tutsak ailelerine cevap vermeye, kamuoyunu bilgilendirmeye, sahiplenmeyi arttırmaya ve bütün hapishaneleri dolaşarak, tutsakların sağlık durumları hakkındaki gelişmelere ulaşmaya çalışıyorduk. DDA grubu dahi bu direnişte çok atıl kaldı. Avukat arkadaşlarımızın birçoğu ise duyarlı oldukları halde ne yapacaklarını bilmez haldeydiler. Özel müvekkili olanların dışında hiçbir meslektaşımız bu süreçte sıradan işlerini geri plana bırakıp, en azından bir veya iki hapishanenin sorumluluğunu almak istemedi. O kadar iş yükünün içinde bir de koşturup, etkinliklere örgütlemeye ve etkinlere katılım sağlamaya çalıştık. Elbette ki duyarlı olan ve sayıları 10’u geçmeyen meslektaşlarımız bunların dışındadır. İstanbul Barosu ise bu süre içinde olaylara karşı sorumluluk duymadı ve gelişmeleri izlemekle yetindi. Turgut Kazan ve ekibi tarihsel sorumluluğunu yerine getiremedi. Bu tür olaylarda duyarlı olan ancak ne yapacağını bilemeyen meslektaşlarımız en azından, ÇHD’nin veya bizlerin çalışma programına katılabilir, bu gibi zamanlar115
da desteklerini biraz daha fazla hissettirebilirlerse çok şey yapmış olacaklardır. 7) Siyasi kazanımları hayata geçirememek: Direnişin büyük kazanımlarla sonuçlanmasına karşılık bu kazanımların önemli bir kısmı siyasi kaygılarla etkisiz kılındı. Direnişin son günü, anlaşmaya aracılık eden Yaşar Kemal, Zülfü Livaneli, Eşber Yağmurdereli, Ferhat Tunç gibi aydınların önerisi ile CEZAEVİ İZLEME KOMİTESİ kurulmasına karar verilmişti. Bu komitede direnişe aracılık eden aydınlar gönüllü olarak katılacak ve hapishanedeki bütün sorunlara sürekli olarak müdahale edebilecekti. Bu komite kurulabilseydi hapishane sorunlarını dışarıya yansıtacaktı. Demokratik bir işleyişle etkin bir komite olacaktı. Cezaevi İzleme Komitesi kurulamadı. Belli siyasi çevreler, tutsak yakınlarının komite içinde yer almasını istemedikleri için komitenin içini boşalttılar. Tutsakların bütününün oyu ile seçilmiş iki avukat aynı endişeyle bu komiteye alınmadı. Uluslararası destek sağlanabilmesi için ülke dışından yapılan yazılı başvurulara cevap verilmedi. Bu konunun ise komite içinde “ülke dışından üye alırsak, devleti şikayet ediyoruz pozisyonuna düşeriz” şeklinde tartışmaların yaşandığını duyduk. Bütün bu kaygılar her zamanki gibi “en sivil” görünümlü insan hakları savunucusu Ercan Kanar’ın komitede tek etkili kişi olmasını getirdi. Önceleri, bu işe gönül saran Kanar, günü geçtiği için bu işi de boşladı. Direnişin ciddi bir kazanımı olması gereken, ülke içinde ve dışında etkili destek kollarının gelişmesiyle bu sorunun sahiplenilmesini kolaylaştıracak Cezaevleri İzleme Komitesini heba etti. Gelişimini bizzat engelledi. Israrlarımıza rağmen toplantı günlerini dahi bizlere haber 116
vermeyerek, siyasi ahlaka sığmayacak davranışlarda bulundu. “Cezaevleri İzleme” Komitesinin kurumlaştırılmaması, tarihsel bir kayıptır. 8. Anlaşma hükümlerinin yazılı bir tutanağa geçirilmemesi: Anlaşma hükümleri yazılı bir tutanağa geçirilmemiştir. Bu konu ihmal edilmiştir. Tam da bu sırada, büromuzun görevlendirdiği avukat arkadaşımız, sabah üzeri yaşamını yitiren müvekkilimiz Yemliha Kaya’nın ölü muayene işlemleriyle uğraşmak üzere mecburen ayrılmış olduğu için, tutanak yapılması gereken anda görüşme odasından ayrılmak zorunda kalmıştır. Yazılı bir anlaşmanın olmaması, Adalet Bakanı Şevket Kazan’a yeni yalanlar üretebilme olanağı sağlamıştır. Herhangi bir anlaşmanın olmadığını, tutukluların eylemi kendilerinin sonlandırdığını kamuoyuna açıkladı. Bu tip olaylarda arabulucu olan avukatın ilk işi müvekkilinin bu haklarını yazılı olarak güvence altına almaktır. Devlet görevlileri anlaşma metnini imzalamak istemeyebilirler. Bu durum bizim tutanak tutmamızı engellemez. Kazan’ın bu açıklamaları üzerine herkes anlaşma metnini merak etmeye başladı. Her zamanki gibi elde derli toplu bir metin yoktu. Büromuzun gayreti ile birkaç gün önce kamuoyuna duyurulan talepler tutanağı ve son gün yapılan anlaşma yeniden tutanak altına alındı. Basın kurumlarına ve halka açıklama yapıldı. Yeteri kadar etkili olmasa da, Hürriyet gazetesinde tam metni yayınlanarak kamuoyunun bu merakı da giderilmiş oldu. 9. En kritik dönemde, direnişçilerin iradesini değiştirmeyecek tartışmalara girmek; Ölümlerin en sıcak anında tartışılan önemli konular117
dan biri de “ölüm orucu eyleminin kişinin bir hakkı olup olmadığı, eğer hakkı ise dahi bilincini yitirip iradesini kaybettiğinde bir müdahale hakkı doğup doğmadığı?” tartışması idi. “Ölüm orucu” eylemcisi, direnme hakkını kullanmaktadır. Ölüm orucu eylemcisi mevcut hukuk düzeninden “adalet istememekte”, mevcut hukuk düzeniyle “uzlaşı talep etmemekte”, temelden haksız olan sisteme karşı direnme hakkını kullanmaktadır. En çok tartışılan konu, açlık grevi ile intiharın benzerliği ya da benzemezliği idi. İntihar, kelimenin tam anlamıyla, isteğe ya da depresyona bağlı dürtüye dayalı olarak alınan ve yaşama son vermeyi amaçlayan bir eylemdir. Oysa, yemek yemeyerek bir eylem yapan eylemciler, genel olarak ölmeyi değil, istemedikleri bir politikayı/uygulamayı değiştirmeyi amaçlamakta, bu eylemleri ile ilgililer üzerinde bir baskı oluşturmayı hedeflemektedirler. Açlık grevi sırasında ölümler olmakla birlikte, amaç ölüm değildir! Zulme karşı ölümüne direniş, kişinin kendi bedeni üzerinde olmak kaydıyla bir hak ve özgürlüktür. Uluslararası belgeler de bu hakkın varlığını kabul etmiştir. Yaşama hakkı kutsaldır diyerek ölüm orucu eylemine karşı çıkanlar bu eylemi körükleyen sistemin şiddetini, sebeplerini, ölüme mahkum eden tahakkümü kolayca unutuveriyorlar. Yaşama hakkını savunma onuru, direnme hakkına saygıyı, onun yaşama hakkının devlet karşısında savunulmasını içerir. Bu saygıyı gösterebilmek için de, eylemcilerin çağrısını doğru anlamak, yaşama hakkının kutsallığı yalanına sığınarak tutsakların sesini boğmaya çalışan, devleti güçlendirmektedir. Yaşama hakkı kişilere aittir, devletçe mülk edinilemez. 118
Bir yandan yaşam hakkının kutsallığı konuşularak, grevcinin yaşama hakkının, düşünceyi açıklama ve yayma hakkının devlet tarafından gaspına da sessiz kalınamaz. Yaşam her şeyin ötesindedir tabi ki, yaşamak gülmek kadar güçlü bir şeyken, inadına yaşamı en çokta bedenini devlet karşısında ölüme yatıranlar savunmaktadır. Yaşamı savunmak gerekir, ama korunaklı oldukları sanılan alanlardan, sorumluluk almadan konuşmak faydasızdır. Yaşam, bedenin hapsedildiği şiddet ahlakı karşısında dirençle iç içedir, siyasal sorumluluk bu anlamıyla dayanışmayı büyütmekle mümkündür. Açlık grevi ya da ölüm orucu sırasında yapılan “zorla besleme”, etik olmadığı gibi, tıbbi olarak da başarılı olmayan bir yöntemdir. Özellikle Johannes Wier Enstitüsü’nün gösterdiği örneklerde, zorla beslemenin sağlık durumlarını iyileştirmediği, hatta ölümlere yol açabildiği ifade edilmiştir. Zorla beslenen açlık grevcilerinin bir bölümü nefes alma güçlüğü, oksijensiz kalma, aritmi ve gastrite bağlı olarak yaşamlarını yitirmişlerdir. Zorla beslenmeden sonra “kurtarılanlar” ise, tam olarak düzelememiş, çok zayıf ve bitap kalmışlar, çoğu da zorla beslendikten bir süre sonra, yeniden açlık grevine başlamışlardır. (Smeulers 1995) Türkiye’de 1981 yılında Diyarbakır Cezaevinde açlık grevi yapan Ali Erek zorla besleme sırasında, soluk borusuna kaçan ekmek parçası nedeni ile yaşamını yitirmiştir. Açıkça söyleyebiliriz ki, iradeye aykırı biçimde eylemciye yönelecek her türden şiddet biçimi suçtur; onun özgür tercihi dışında ona müdahale edecek her kamu yetkilisi, doktor, polis, asker vb. suç işlemiş olacaktır.
119
HAPİSHANEDE SÜREN ÖLÜM ORUCUNUN HAPİSHANEDEKİ TANIĞI BİR AVUKAT DİRENİŞİN İÇİNDEN Direnişi birebir gözlemleme ve aynı havayı soluma fırsatı bulan arkadaşımız A. Düzgün Yüksel’in gözlemlerine ilişkin anlatımına yer vererek bu konuyu bitirmek istiyoruz. “... Günlerimiz çok yoğun geçiyordu. Direnişe 1100 (?) müvekkilimiz katılmış, bunların 78’i birinci Ölüm Orucu ekibindeydi. (71 DHKP-C, 7 TKEP-L olmak üzere ilk ekipte 78 tutsak) Büromuz 24 saat açık olmak zorundaydı. Gece saat 03:00 civarında dahi normal mesai saatlerindeki sayıda telefon ve haberleşme olmaktaydı.’’ Direniş daha başladığında durumun ciddi olduğunun bilinceydik. Bu nedenledir ki gerek demokratik güçleri bu ciddi sınava hazırlamayı, gerekse süreci göğüsleyebilecek geçici de olsa bir kurumlaşmayı oluşturma amacındaydık. Özellikle İHD’nin tavrı nedeniyle bu girişim daha baştan yara aldı. İHD’nin öncülüğünü yaptığı bazı DKÖ’ler demokratik mücadele platformları ile aynı organizasyon içine girmeye korkuyorlardı. Veya işlerine gelmiyordu. Bu tavırlarını “prensip kararımız” olarak bir de cüretlice savunuyorlardı. Uzun sürecek mücadelenin ciddiyetinin demokratik güçler tarafından kavranamamış olduğu daha baştan anlaşılmıştı. Bu sebepledir ki, kendi gücümüz oranında birtakım girişimlerde bulunmaya çalıştık. Israrla süren çalışmalarımız sonucunda Avrupa ülkelerinden duyarlı insanların desteğinin alınmasına varıncaya kadar irili ufaklı birçok faaliyet gerçekleştirdik. Bu arada, hapishanelerin sürekli olarak dolaşılması tutsakların sağlık durumlarının öğrenilmesi, büronun 24 saat açık tutulması, bütün ihtiyaçlara geceli gündüzlü müdahale edilmeye ve cevap verilmeye çalışılması so120
nucunda epeyce yorgun düştük. Yorgunluğumuz daha çok maneviydi. Zira, demokratik güçleri olması gerektiği gibi bir araya getirmeyi sağlayamamıştık. Çalışmalarımıza yalnız devam ediyorduk. Süreç ilerledikçe ihtiyaçlar yoğunlaştı, birkaç önemli noktaya kilitlenmek zorunda kaldı. Planladığımız takvim iyi kötü etkili veya etkisiz eylemlerle tamamlanmıştı. 45’inci günlerden sonraki Ölüm Orucu eyleminin ölüme en yakın günlerini yaşıyorduk. Artık aileler saat başı ölüm haberi bekliyordu. Hükümetin Refah kanadı ise daha yeni bakanlık koltuğuna oturuyordu. Kalem müdürleri dahi ne iş yapacaklarını halen kavramış değildi. Bu sırada yeni bakan ile başbaşa sorunları tartışmak için görüşme gerekliliğini hissetmiştik. Bakanlık yollarını iki gün boyunca arşınladıktan sonra 10 dakika görüşme için randevu alabildik. Görüşmede süresi kısa olduğu için ayrıca özet halinde bir dilekçe de hazırladık. Dilekçemiz özet olarak, ülke hapishane tarihini, direnişlerin hangi nedenlerden meydana geldiğini, tutsakların blöf yapmadıklarını, hükümetin yeni olması bakımından durumun kavranmasında eksiklik olduğunu, genelgenin şimdilik askıya alınarak eskiye dönülmesi halinde direnişin sonuçlanacağını, taleplerin nelerden ibaret olduğunu ve hapishane merkezi koordinasyonunun görüşmeden haberinin olduğunu, bu görüşmede dahi önemli konularda mutabakata varılabileceğini vurgulamıştık. Bunların büyük bir kısmını sözlü olarak anlattık. Görüşmeye Ankara büromuz avukatı Z. R. ile birlikte katılmıştık. Bakan Kazan söz sırası kendisine geldiğinde “Vallahi suç duyurusunda bulunurum, dava açtırırım” dedi. Bir an için ne olduğunu anlayamadık. Bizden önceki görüşmecilere de aynı tehdidi savurmuş, bu meslektaşlarımız kendilerini tehdit ediyor sanmışlar. Sözlerine 121
devam ederek, Bunun son görüşme olduğunu, artık kimseyi kabul etmeyeceğini, hiçbir yeni değişikliğe de gitmeyeceğini belirterek, bizlere kapıyı gösterdi. Dava açma hikayesinin ne olduğu da direniş sonuçlandıktan sonra anlaşılabildi. Bakan Kazan Bayrampaşa’daki hapishane temsilcilerine “direnişin sorumluları” oldukları için soruşturma başlatmıştı. Dava açarım diyerek meğerse temsilcileri tehdit etmeye çalışıyormuş. Bu olumsuz görüşmeyi üç nüsha halinde tutanak edip, birini Bayrampaşa, birini bir itirazı varsa bildirmesi için Şevket Kazan’a, diğerini ise kamuoyuna açıkladık. Artık adım adım ölümlerin yaşanacağı anlaşılmıştı. İstanbul’a dönerek kamuoyu çalışmalarına koyulduk. İlk ölüm haberi Ümraniye Hapishanesinden geldi.62. Günden sonra peş peşe birçok ölümün yaşanacağı belli oldu. Ümraniye şehidi Aygün Uğur’u bir akşam vakti alıp ailesine teslim ettikten bir gün sonra müvekkillerimizden Altan Berdan Kerimgiller Bayrampaşa Hapishanende yaşamını yitirdi. Ondan sonra aynı hapishanende sırayla müvekkillerimizden İlginç Özkeskin yaşamını yitirdi. Direnişin son günü ise Yemliha Kaya’yı almak için Bayrampaşa Hapishane’ne girmiş, direnişin coşkusunu gözlemleme şansına erişmiştim. Eyüp savcısı Erol Canözkan hapishanene girmeye korkuyordu. Bu nedenle, ölü muayenelerini hapishane koğuşu dışında yalnız yapmak istiyordu. Tutsaklar ise Bakan Kazan’ın “Grev yapmıyorlar, yemek yiyorlar” yalanının açığa çıkması için tutsakların öldükleri yerde bizzat muayenesinin yapılmasını talep ediyorlardı. Az kalsın savcı çekip gidecekti, ölü muayenesinin avukatların görüş yaptığı ara yerde yapılmasını istedik. İki taraf da kabul etti, yaşamlarını yitiren tutsaklar savunmaları için avukatlarıyla görüştükleri bu alandan bu defa halkın 122
gönlüne uğurlandılar. Müvekkillerimizden İlginç, hapishanende hukuk işlerinden sorumlu idi, yeni gelen arkadaşlarının savunmalarına yardımcı olurdu. Bu nedenle en az bizim kadar bazen de bizden iyi savunmalar hazırladığı olmuştu. Her gün karşılıklı şakalaştığımız bu insanın bir gün buradan cenazesini almak ağır gelmişti doğrusu. Berdan’ın ölümünden itibaren koğuşlara üç defa girdim. Son girdiğimde gece direniş de sonuçlanmıştı. Burada, yaşadıklarımın ve etkilendiğim anların kısa bir bölümünü aktarmaya çalışacağım. Bayrampaşa Hapishanende Ölüm Orucu direnişi sırasında hapishanene ilk olarak Berdan’ı almaya gitmiştim. Avukat görüş yerinden masaların üzerinden atlayarak ana koridora girdik. Bu hapishanene daha önceleri de girmiştim. O zamanlar da ya açlık grevi direnişi, ya barikat eylemi veya olaylı başka bir olaylar sonrasında mümkün olabilmişti. Olağan zamanlardaki havanın ne olduğuna pek tanık olamadım doğrusu. Berdan’ı erken kaybetmiştik. O tarihte, sonraları yaşamını yitirecek müvekkillerimin sağlık durumlarının kötü olduğu anlaşılıyordu. Ancak, şuurları ve gözlerinin sıcak bakışları henüz yerindeydi. Berdan’dan sonra İlginç kötülemişti. İlginç ile yüz yüze görüşme fırsatım olmuştu. Birkaç gün daha dayanmasını istedim. Direnişin yakında sonuçlanacağı görüşümü açıkladım. Ne var ki Ölüm Orucu’nun birinci ekibi kendilerini ölüme kilitlemiş gibiydiler. Her biri diğerinden önce ölmeye adaydı. İlginç her zamanki tebessümü ile başını sallamıştı. Ellerini tuttuğumda ateşler içinde olduğunu gördüm. Artık sıvı alamıyormuş, bu nedenle göz damlalığıyla ancak ağzını ıslatıyorlardı. Bu arada bütün müvekkillerimi tek tek gezdim. İhtiyar delikanlı Mehmet abi, şaşılacak derecede iyi görünüyordu. Sadece artık eskisi gibi sigara içememekten şikayet etti. Son gün 123
şehit olan müvekkilim Yemliha Kaya (Yemo diye anılırdı) ise her zamanki dalgacılığıyla, yatağına yaslanmış elindeki tespihin taşlarını usanmadan sırayla çekiyordu. Beni görünce, alaylı sözlerini sürdürdü; “Avukat biz daha ölmeyeceğiz merak etme”. Sağlığının pek iyi olmadığını arkadaşları söylemişti. Sıvı almada zorlanıyormuş. Elini tuttuğumda, İlginç gibi ateşlenmiş olduğunu hissettim. Yemliha bir gün daha dayanamamıştı. Anlaşma görüşmelerinin sürdüğü son gün sabahından akşama kadar hapishanede bekledik. Direnişin bittiğini müjdeleyen sloganlar patladığında Yemliha bulunduğu katafalktan törenle hapishane idaresine teslim edilmişti. Koridorun başında açlığın ağır kokusu hissediliyordu. Bütün tutsaklar direnişteydi. Uzun koridorun girişten itibaren sol yanda demir koğuş kapıları sıralanıyor. Duvarın her iki yanında ise direnişin sloganları dövizlerle yazılarak asılmıştı. Kendi müvekkillerimiz dahil, bütün siyasi tutsakları her defasında kısa da olsa ziyaret ediyordum. Ki, ziyaretin kısa olması gerekiyordu. Son günlerde en küçük çıtırtıdan bile olağanüstü rahatsız olmaya başlamışlardı. Direnişin ilk ekibindekilerin artık hepsi rahatsızlanmıştı. Sağlık durumlarına göre farklı gruplara ayrılmışlardı. Biraz iyi olanlar havalandırmalara çıkarılan yataklarda uzanıyor, daha iyi olanlar farklı mekanlarda az da olsa gezinebiliyorlardı. İyice ağırlaşanlar ise yatakhanede, arkadaşlarının özel bakımı altındaydılar. Müvekkilim H. A. direnişin son günü halen ısrarla yatmıyor, havalandırmada sandalye üzerinde oturuyordu. Ancak gözünün biri artık açılmıyor, göz kapağını kontrol edemiyordu. Bazı tutsaklar da bu şekilde “TİK” görülür olmuştu. O kötü durumlarına rağmen şehitlerinin yorucu ve uzun törenlerine katılmışlardı. Hatta arkadaşlarının naaşı başında ayakta 124
saygı duruşunda dahi bulunabilecek kadar ısrarcı idiler. Bütün sağlık sorunlarına rağmen avukatları olan bizleri misafir gibi karşılayıp, enerjilerini son ana kadar esirgememeleri etkileyici bir inceliktir. Yaşamlar bir bir yitmeye başladığında bizim de artık yediklerimiz boğazımızda düğümlenmeye başlamıştı. Müvekkillerimiz hücre hücre ölüme giderken acıkmak ve yemek yemek suç gibi gelmeye başladı. Ortak bir karar ile süresiz açlık grevine başladık. Daha direnişin ortalarında avukat arkadaşlarımızdan bazıları dışarıdan destek için ölüm orucu gönüllüsü olmuştu. Dışarıda çok fazla emek gücüne ihtiyaç vardı. O nedenle müvekkillerimizin de itirazıyla, bu eylem gerçekleşmemişti. Tutsaklar yoldaşından önce şehit olmak için yarışıyor adeta. Yaşamın son saatlerinde direnişçi ölüm kararını dahi kendisi veriyor. Bu karardan döndürmek için arkadaşları olağanüstü uğraş veriyorlar. Bu olaya kendim de tanık olduğum için her defasında onları rahatsız etmeyi de göze alarak ısrarlı konuşmalarımı sürdürüyordum. Dışarıdaki gelişmeleri aktararak, yeni bir gelişme varmış gibi ballandırarak anlatmaya çalışıyordum. Hapishanende hüznüm yok oluyordu. Ölümü gülerek kucaklayan bu ortamdan etkilenmemek mümkün değildi. Zaman zaman kendini onların yerine koyuyorsun, ölüm bir tehdit olmaktan çıkıveriyor. Şehitler için ayrı bir oda hazırlanmış. Yatakhanelerin altında girişteki boşlukta bir katafalk kurulmuş, Şehit tutsağın parti bayrağına sarılı, başı kırmızı bantlı. Çenesinin altından başının üstüne doğru, törelerde olduğu gibi beyaz tülbent sarılı. Üzerinde karanfil ağırlıklı kır çiçekleri serpiştirilmiş. Başının iki yanında vantilatörler ile soğutma yapılıyor. Katafalkın baş kısmında tutsaklar sırayla saygı nöbeti tutuyor. Üzerine serpilen gül suyu 125
ile daha girişte ortam insanı sarıyor, etkiliyor. Bu görüntüye direnişin son günü Yaşar Kemal ve Zülfü Livaneli de tanık oldular. Yaşar Kemal gözyaşlarını tutamamıştı. Livaneli ise uzun uzun sessizce izlemişti. (Daha sonra bir televizyona yaptığı açıklamalardan, Livaneli’nin katafalktan çok şehidin üstündeki sembollere takılmış olduğu, duvarlardaki diğer sembollerle birlikte “bunlar devlet için kabul edilemez” gördüğü için, sessizce izlediği anlaşılabilmişti.) Yaşamını yitiren tutsaklar, katafalkta saygı duruşu, avukatların ve ailelerin haberdar olup gelmesi, savcının Eyüp’ten gelmesi için makul bir süre bekliyor, daha sonra ise omuzlar üzerinde sloganlarla ve marşlarla ölü muayenesinin yapılacağı avukat görüş yerine doğru yola çıkılıyordu. Üç müvekkilimin de cenaze töreninde Grup Ekin’in “BİZE ÖLÜM YOK” marşı ile uğurlanmasına tanık oldum. Tutsakların uğurlama sırasında hep bir ağızdan söyledikleri dizeler kilise korosu gibi hüzünlü, ama daha çok coşku ağırlıklıydı. Onlarca kez devrimci cenazelerinde bu marşı dinledim. Tutsakların 69’lu günlere varan açlığa rağmen tutsakların ağzından dökülüşünü anlatmak mümkün değil. Ancak yaşamak gerekir. Koridorun başında önce kendim de katılmaya çalıştım. Ancak sürdüremedim. Sonrasında ise ağır ağır söylenen bu ağıtsı marşı ayrıntılarıyla dinledim. Sanki, ölüm orucu direnişçilerine adanmış gibiydi. “ BU YÜREK HİÇ SUSMAYACAK,” BİZE ÖLÜM YOK’’ OPERASYON HAZIRLIĞI HABERİ GELDİ ‘‘69’uncu gün. Sabah üzeri hapishanenden aradılar. Beklediğimiz gibi. Yemliha da şehit düşmüştü. Akşam ise TİKB tutsağı Hicabi Küçük’ün ölüm haberi gelmişti. 126
Saat 11.00 civarında avukat görüş alanına vardığımda TİKB şehidinin töreni tamamlanmış, muayene işlemi başlamıştı. Avukat arkadaşlardan Yüksel Hoş müvekkilinin muayene işlemlerini tamamladıktan sonra cenazeyle birlikte hapishanenden ayrıldı. Yemliha içinse içeride tören düzenleneceğini, bu nedenle öğlenden sonra cenazeyi teslim edeceklerini bildirdiler. Bu işlemler sürerken, müvekkillerimle Şevket Kazan’ın MGK toplantısından çıktıktan sonra “Operasyon yapacağız” açıklamasını değerlendiriyorduk. Bakan Kazan operasyona sebep olacak iki neden gösteriyordu. “1- Bayrampaşa’da arama dahi yapılamıyor. Altı aydır arama yapılmadı.” “2- Hapishanendeki örgüt liderleri diğerlerini zorla ölüme götürüyor.” Bu iki yalanın bertaraf edilmesi gerekiyordu. Her ne kadar bunun böyle olmadığı bilinse de oyunun bozulup, kamuoyuna yansıtılması gerekliydi. Müvekkillerimizle tartışma sonucunda, “Bakanlık sağlık görevlileri ve savcıları koğuşlara alalım. İzin verirlerse basınla birlikte içeriyi gezsinler, eğer direnişten dönen olursa alıp hastaneye götürsünler. Eğer içeriye girmeye çekiniyorlarsa avukatlarımız gözetiminde diğerlerinden yalıtılmış odalarda görüşsünler. Gerekirse yalnız başlarına dahi görüşebilirler. Ayrıca Bayrampaşa Hapishanesinde düzenli arama yapıldığına dair tutanak örneklerini hapishane savcısından isteyip, Bakan Kazan’ın yalanını ortaya koyalım” görüşü ağırlık kazandı. Diğer bütün tutsaklar da bu öneriyi kabul etti. Bu arada İHD başkanı Ercan Kanar, ÇHD Başkanı Mustafa Üçdere, Av. Muharrem Çöpür, Av. Kemal Yılmaz ve Av. Eşber Yağmurdereli ile Av. Mihriban Kırdök de hapishanene gelmişlerdi. Başsavcı Ferzan Çitici’nin ise operasyon hazırlığı için hapishanene geldiği söylenmişti. Tam da bu sıralarda PKK temsilcileriyle görüşmekteydi. 127
Hemen yazılı bir talep dilekçesi hazırlayıp, başsavcının gelmesini istedik. Bu arada başsavcının da anlaşma yapmak için birtakım hazırlıklar içine girdiğini öğrendik. Zülfü Livaneli ile Yaşar Kemal’in de gelmesini istemiş. Bütün bu tartışmalar öğlenden sonra saat 16.00’ya kadar devam etmişti. Hazırladığımız talepnameyi başsavcıya uzattığımızda “buna gerek yok, biz zaten bu durumu biliyoruz. Bakanın açıklamaları kendisini ilgilendirir” şeklinde cevap verdi. Ayrıca, Bakanlığın kendisini operasyona zorladığını, ancak kendisinin tarihe katliam ile hatırlanacak bir savcı olarak geçmek istemediğini bakana bildirdiğini ifade etti. PKK temsilcisiyle görüştüğümüzde ise “Siz nasılsa direnişe katılmıyorsunuz, operasyondan boş yere etkilenmeyin, sizi başka hapishaneye sevk edelim” diye pazarlığa oturmuş olduğunu öğrenmiştik. Başsavcı ayrıca bir Refah milletvekilinin geleceğini de duyurdu. Tehditlere rağmen hükümetin de uzlaşmak için çare arayışı içinde olduğu anlaşılıyordu. Refahlı milletvekilinin gelmesinden önce başsavcı Çitici, bu işi mutlak olarak uzlaşmayla çözmek istediğini, bir an önce tartışmalara başlamak istediğini ifade etti. Refah’ı temsilen gelen Mukadder Başeğmez’in birtakım ara teklifler sunacağını öğrendik. O gün görüşmeler yaklaşık 5-6 saat civarında sürdü. Tutsakların taleplerinin bir kısmı ise güya Şevket Kazan atlanarak bizzat Necmettin Erbakan’ın sözleriyle kabul edildi. Görüşmelerin sürdürüldüğü yaklaşık 6 saat boyunca yeni kayıpların yaşanması ihtimaline rağmen tutsakların ısrarlı, kararlı tutumlarına tanık olduk. Hiçbir tehdit onları etkilemedi. Zaten Onlar hakları için ölüme yatmıştı. İnançlı insanların ne kadar güçlü olabileceğine bir kez daha tanık oldum. Etkilendiğim bir başka anı şuydu. Bir ara teklif daha 128
yapılmıştı. Bu teklifi bütün siyasi gruplar kendi içinde tartışmak için ayrıldılar. Müvekkillerimizin tartışmasını merakla izlemek için ben de koğuşa girdim. Tartışmaya katılanlardan birisi de direnişin birinci ekibinden (F)’di. Artık yatağından kalkamıyor. Önünde bir şerbet tabağı, elinde bir göz damlalığı, sıvı alamadığı için damla damla ağzını ıslatmaya çalışıyor. Atletiyle yatıyor. Kolları öylesine incelmiş ki, damlalığı dahi titreyerek kaldırabiliyordu. Görünüşü sorulduğun da: “Bizim beynimizde küçülme olmuş olabilir. Çok fazla kulak asmayın, ama bence şu şekilde olsun...” diyerek ölüme alayla yaklaştığına tanık oldum. O anda dahi yoldaşlarına olan güvenine ve alçak gönüllülüğüne tanık oldum. Sanki pazarlık içinde kendi yaşamı yokmuş gibi davranıyordu. Bu inançlı davranış Türkiye halklarının önünü açacak güçte olduğuna bizzat tanık olmak başka bir duygu. Sonuçta anlaşma sağlandı. Anlaşmaya göre, Buca ve Bayrampaşa hapishaneleri kapatılmayacak, Eskişehir kapatılıp, tutsaklar Ümraniye hapishanene getirilecek, hapishane koşulları iyileştirilecek, eski kazanılmış haklar gasp edilmeyecek, tutsak aileleri hapishane çıkışında baskı ve işkence görmeyecek, baskı ve işkenceye son verilecekti. Son madde olan Ümraniye Hapishanesi’nin tutuklu hapishanesi olması yolundaki önerimiz için Başbakan aranmış, cevabı beklenmekteydi. Bu arada saat geç olmuştu. Sabahtan bu yana katafalkta bekleyen şehit müvekkilim Yemliha’nın işlemlerinin tamamlanıp, morga götürülmesi gerekiyordu. Bu işlemler için görüşme alanından ayrılmak durumunda kalmıştım. Cenaze töreni ve devamındaki ölü muayenesi işleminden sonra cenazeyi idareye teslim edip geri dönüyordum ki, zafer sloganları yükseldi. Direnişin kazanımla sonuçlandığı, son 129
talebin de kabul edilmiş olduğu anlaşılıyordu. Bir telaştır kapladı hepimizi. Yeni ölümlerin yaşanması an meselesiydi. Kaldı ki, birçok hapishanende direniş vardı. Hepsine ulaşıp eylemin bittiğini duyurmak gerekiyordu. Aksi halde eylemi bırakmayabilirler, yeni canlar kaybedebilirdik. Dışarıda bütün medyanın beklemekte olduğunu biliyorduk. Canlı yayın vesilesiyle bütün hapishanelere ulaşmalıydık. Çünkü göndereceğimiz fakslar ve telefonlar gecikebilir, veya haberleşme aksayabilirdi. Bu düşünceyle ilk açıklamanın bütün tutsakların kabul edeceği bir avukat tarafından yapılmasını önerdim. Bu ÇHD başkanı, İHD başkanı veya ben olabilirdim. Zira tutsaklar bizlerin açıklamaları karşısında hiçbir tereddüt göstermeden eylemin tamamlanmış olduğunu anlayabilirlerdi. Bu düşüncemi tutsaklara açtım. Tutsakların ortak kararıyla ilk özet konuşmacı olarak bana görev verildi. Aracı olarak gelen sanatçı ve aydınların kırılmaması için bu düşüncemizi onlara da açtık. Onlar da, bu görüşü makul buldular. Sayın Yaşar Kemal ile birlikte, koluna girmiş vaziyette ilerlerken sayın Yaşar Kemal birden güçlü bir basın ordusunu fark etmiş, telaşla fırlayıp koşmaya başlamıştı. Bu arada ben ise kimliklerimi iade almak ile meşguldüm. Dışarı çıktığımda ise bir kısım televizyonların canlı yayın yapmakta olduğunu fark ettim. Bu güzel bir fırsattı. Aracı aydınlarımız çoktan yerlerini almışlardı. Bizlere verdikleri sözleri unutmuş, medyatik tutkularını gidermeye çalışıyorlardı. Bütün kamuoyuna bu şekilde “nasıl bir anlaşmayla çözüldüğü” ilan edildi. İngilizce anlatımlar dahi ihmal edilmemesine rağmen, tutsakların bu anlatımlar ile yetinip eylemi bitirmeleri bizce şüpheliydi. Valinin korumalarını aşıp bir açıklama da biz avukatlar yapmaya çalıştıysak da medya ordusu aydınların peşine düşmüş 130
medyatik ayrıntı konuşuyorlardı. Açıklamalarımız medyanın ilgisini pek çekmedi. Mecburen apar topar büroya gidip sabaha kadar bütün hapishanelere fakslar gönderdik. Telefonlarla ulaşmaya çalıştık. Gerçekten de bazı hapishanelerdeki müvekkillerimiz halen ikna olmamış ve direnişi sürdürmekteydiler. Sabaha doğru bütün hapishanelere ulaşmayı başarmış ve rahat bir uyku için ayrılmıştık. Anlaşma akdedildiğinde ben dışarıda olduğum için, içeri geri dönerken yazılı metnin nerede olduğunu sormuştum. Fotokopi için gönderildiğini söylemişlerdi. Sabah ilgili arkadaşı aradığımda ise anlaşma metninin sadece iki madde ile ele alındığını ayrıntılı tutanak yapılmadığını hayretler içinde öğrendim. Bu zaaf günlerce Şevket Kazan tarafından kullanılmaya çalışıldı. “Herhangi bir anlaşma yapmadık” diyecek kadar alçaldı. Küçüldü. bu fırsatı ona bizler vermiştik. Anlaşma metninin ayrıntılarını derhal kaleme alıp basına verdik. Hürriyet gazetesinde tam metni çıktı. Kamuoyu böylece biraz olsun merakını giderdi...” Avukat arkadaşımızın tanıklığını kısaca duygularıyla anlatmaya çalıştık.Görüldüğü üzere, insanlar hücre hücre ölmeyi göze aldıklarında dahi bir takım misyona sahip insanlar siyasi kariyerlerini veya kişisel duygularını bir yana koyamıyordu. Verilen sözleri, kariyerist duygularıyla unutabiliyorlar. Önemli bir grup arkadaşımız ise devletin her türlü tehdidinden olağanüstü etkileniyor, tutsaklara moral güç olacağı yerde, endişeleriyle yük oluyordu. “Direniş bitsin de nasıl biterse bitsin” yaklaşımıyla kazanımlar güvenceye alınmıyor, tutanak yapılmıyordu. Tam da bu anda gereken avukatlık görevi unutuluveriyor. Tutanak olmayınca da ‘koca bakan’ çıkıp rahatlıkla yalan söyleyebiliyor. Bakanın veya diğer devlet görevlilerinin 131
bu yaklaşımı yeni değil. Elbette ki dize geldiklerini kabul etmek istemeyecekler. Altına imza attıkları hükümleri bile yerine getirmek istemeyeceklerdi. Mahkeme kararlarını dahi işine gelmediğinde uygulamayan bu devlet protokolleri de uygulamayabilirdi. O halde dünyaya tozpembe gözle bakılmasının nedeni nedir? Devletin siyasi yapısını yanlış değerlendirmeye düşerseniz, her yeni olayda yeni bir yanılgıya saplanırız. 69 gündür insanlara eza çektiren bu devletin sözüne güvenmek elbette ki saflık olacaktır. Bu nedenle belirsizlikleri, boşluklara izin verilmemeli ve manevra alanı bırakılmamalıdır. Devlet söz verdiği halde Eskişehir Hapishanesi’nden Ümraniye’ye sevk yapmak istemedi. Bu hak bile yeni bir direnişle gerçekleştirildi. Bizler bu gibi şeylerin olabileceğini tahmin etmiştik. O süreçte bazı meslektaşlarımız, kazanılmış haklardan feragat etmeye neden olacak yaklaşımlar içinde oldular. Eskişehir hapishanenden sevk edilecek kişi sayısı için pazarlığına girişmeye çalıştılar. Oysa anlaşmada sayı belirtilmemişti. Tüm siyasi tutsaklar sevk edilecekti. Eskişehir Hapishanesine bizlerin ziyareti ve yazılı toplu başvuruyla bu sorunu da çözdük. Operasyon tehdidine rağmen talebimizde ısrarlı olduk. ikinci kez gittiğimizde arkadaşımızı hapishanene sokmadılar. Hapishane savcısıyla karşılıklı tehditler oldu. Uzun mücadeleden sonra devlet kabul ettiği koşulları yerine getirdi ve sevki yaptı. Israrımız ve geri adımımız olsaydı sevkler elbette gerçekleşmeyecekti. Olumluluk ve olumsuzluklarımızla sürece destek sunmaya çalıştık, bütün duyarlı insanlar da bizler gibi desteğini sunmaya çalıştı. Bu süreçten öğrendiklerimiz: 132
• Devletin yapısı ve hapishane politikası anlaşılmadan, tutsakların direnişlerini anlamadan onlara nasıl destek olunması gerektiği de anlaşılmaz. • Tutsak veya tutsaklar grubunun siyasi eğilimleri ve tepkileri anlaşılmaya çalışılmadan, soruna sağlıklı yaklaşılamaz. • Tutsakların yıllar süren mücadele sonucunda oluşturmuş bulundukları merkezi örgütlenmeler meşrudur ve savunulması gerekmektedir. • Tutsakların da hakları vardır. Bu haklar temel haklardır. Büyük bir kısmı da uluslararası belgelerle korunmuştur. Kişinin siyasi kimliğini koruma ve kollama, tutsaklık koşullarında dahi düşüncelerinden ödün vermeme, vazgeçilmez haklarındandır. Siyasi suçlamalarda “rehabilitasyon” veya “topluma kazandırma” kuralları uygulanamaz. Kimseyi sosyalist düşüncelerinden vazgeçirip kapitalist düzenin savunucusu olmaya zorlayamazsınız. • Susurluk “skandalı” devlet yapısına güvenemeyeceğimizi göstermiştir. Devlet sömürü sisteminin bekası için her türlü zulme başvurulmak üzere kendi halkına karşı örgütlenmiştir. Devlet zor durumda kalmadıkça siyasi tutsakların kazandığı hakları uygulamaz. Hapishaneler politikasını değiştirmez. Devletin tutsaklara yönelik saldırılarını en aza 133
indirmek için mücadele yöntemlerini sürekli geliştirecek kurumlaşmalara ve bilinçlenmeye ihtiyaç vardır. Siyasilerden veya parlamentodan bir şeyler bekleme anlayışı, mücadeleyi geriletmekte, katliamlara seyirci kalınmasına neden olmakta, çaresizlik hissi yaratmaktadır. • Devlet halkı teslim alabilmek için onların önderlerini, siyasi tutsakları “terörist” demagojisi ile yanıltmaya, tecrit etmeye ve zulmünü meşrulaştırmaya çalışmaktadır. Bu nedenle kavramları doğru kullanmak çok önemlidir. Örneğin biz düzeni değiştirmek için tutsak düşenlere “siyasi tutuklu”, onlarla mücadele eden işkence eden, kayıp ve infaz eden polise “siyasi polis” diyoruz. Önceleri, silahlı eylemleri yapanlar “terörist” olarak ilan edilirken sonrasında baskı ve zulme karşı sesini yükselten bütün duyarlı insanlara “terörist” demeye başladılar. Yazarları, çizerleri, hak mücadelesi için direnenleri “terörist” damgasıyla rahatlıkla hapishanelere “terör” bölümüne tıkabiliyor. Devrimci şiddet eylemi ile zulmün devamı için yapılan katliamı ve şiddeti birbirinden ayırt edemeyen “her türlü şiddete karşıyım, her türlü şiddet eylemi terördür” vb. yaklaşımlar sınıf bakış açısından uzak, sap ile samanı karıştıran, kendini meşru bir biçimde ifade edememenin sonucu olarak ortaya çıkan yaklaşımlardır. Haklı savaş, haksız savaş ayrımını yapmadan, neden sonuç ilişkisi kurulmadan yapılan tahliller en çok hak ve adalet mücadelesine zarar vermektedir. Sonuçta zulme hizmet eden bir sonuç doğurur. O halde düşünce suçu ve siyasi suç ayrımı gibi politikalar, devrimcileri tecrit etmeye çalışan devlet rahatlatmaktan başka bir sonuç doğurmaz. Örneğin “düşünceye özgürlük” yerine “siyasi 134
tutsaklara, devrimcilere, Kürt yurtseverlerine özgürlük” diyebilmeliyiz. • “Mazlum Duruş” tutsakların meşruluklarını arttırmaz. Tam tersine devleti saldırıda cüretli kılar. Bu nedenle tarihsel anlayış olan “mahpus” bakış açısı yerine, hapishane sorununa “tutsaklık” ya da “özgür tutsaklık” anlayışı ile yaklaşılmalıdır. Tutsakları edilgen davranmaya çağırmak, devletin planını veya şiddetini onlara yönelmesini engellemez. Tutsakları ise güçsüz ve yılgınlığa sürükler. Unutulmasın ki bütün haklar direnerek alınır. Meşruluğu ise aynı cüretle savunulur. • Hapishane sorunları ile mücadele edebilmek için mutlak olarak bu alanda çalışan güçlü örgütlenmelere ihtiyaç vardır. TAYAD, TİYAD, DETUDAP ve TUAD bu konuda önemli örgütlenmeler olup, tamamen yeterli olamamışlardır. • Sistem sürdükçe, zulüm düzenine karşı onun karşısında olanlar olacaktır. Bu mücadelede tutsak düşenler devletçe suçlu sayılacaktır. Sürekli olarak “Tutsaklara Özgürlük” talebi gündemde tutulabilir. • Siyasi tutsakların hak alma mücadelesi için kendi yaşamlarını ortaya koyan irade eylemi olan ölüm orucu ve açlık grevi eylemleri temel hak ve özgürlüklerden olup, kişiye sıkı sıkıya bağlıdır. • Ölüm Orucu veya süresiz açlık grevi eylemleri sonrası yeterli sayıda sağlık tedavi merkezleri olmadığı, olanların da yeterli duyarlılıkları göstere135
medikleri gibi, Bursa, Sakarya vb. birçok Devlet Hastanesi görevlilerinin birer işkenceci edasıyla tedaviden kasten kaçındıklarına tanık olunmuştur. İstanbul Tabip Odası ve Türkiye Tabipler Birliği’nin gayretiyle İstanbul merkezli bir sağlık rehabilite merkezi geçici olarak oluşturulmuş, ancak burada hizmet veren birkaç duyarlı sağlık emekçisinin dışında, ciddi anlamda yaralar sarılamamıştır. Bu alanı da boş bırakmayıp, duyarlı sağlık emekçisi dostlarımıza yardımcı olabilmeli, koordineli bir çalışma yöntemi bulmalıyız. • Siyasi tutsakları ıslah etmeyi amaçlayan, baskı yasaları, ceza infaz tüzüğü ve diğer genelgelerin kaldırılması talepleri sürekli olarak gündemde tutulmalıdır. • Adaletsizlik ve yoksulluk devam ettikçe siyasi tutuklamalar artarak devam edecektir. Hapishanelerde tutsaklara daha iyi yaşam koşullarının oluşturulması ve can güvenliklerinin sağlanması için yasal değişiklik çalışmalarının yapılmasını istemeliyiz. Tutsakların kendilerinin çıkarttıkları dersler: 1. Birlikte olmanın getirdiği güç hak gasplarını engellemektedir. 2. Küçültülmüş ve azaltılmış, yalıtılmış mekanlar baskı ve işkenceyi kolaylaştırmaktadır. 3. Hapishanelerde hukukun egemen olabilmesi için bir savcının veya yargıcın sorumluluğuna verilmelidir. Adli görevlilerden başka, işkenceci veya askerlerin hiçbir surette hapishane içine alınmaması 136
gerekir. 4. Duruşmaya veya hastaneye sevklerde işkencenin önlenebilmesi için buralara da özel eğitilmiş Adalet Bakanlığı görevlilerinin yerleştirilmesi, 5. Tutsaklar arasındaki sosyal ilişkinin güvenceye alınması, 6. Avukat ve aile görüşü sağlıklı iletişimin yapılacağı bir mekanda yerine getirilmesi, 7. Hapishane koşullarının düzeltilmesi, 8. Siyasi düşünce özgürlüğünün gereği olarak yayınların yasaklanmaması, 9. Açık görüş yapma hakkı kısıtlanmaması. Her kriz döneminde, bütün yasalar nasıl çöpe atılıyor, yasağa rağmen işkence yapılıyor meşru ve olağan hale geliyorsa kazanılan yeni demokratik haklar da aynı sonuçları yaşar. Aslolan bu yasaları hatta var olanları dahi işletebilecek, bu hakları kullanabilecek demokratik örgütlenmeleri yaratabilmektir.
137
DEMOKRATİK HAK MÜCADELESİNDE YAŞADIĞIMIZ BAZI OLUMSUZLUKLAR AV. NEBİ BARLAS OLAYI Av. Nebi Barlas olayı ile büromuzun doğrudan bir ilgisi yoktur aslında.Ancak bu olay tutsaklarla bir kısım demokrat avukatlar arasındaki gerilime neden olmuştur. Avukat Nebi Barlas Devrimci Sol Ana Davasına bakmakta iken azledilmiş ve dosyalarını iade etmediği için de bürosuna izni ve onayı olmadan girilerek dosyalar bürosundan alınmıştır. Sonrasında bu konu avukatlar arası tartışmalara neden olmuştur. Avukat Nebi Barlas 1980 yılından sonra Devrimci Sol Ana Dava yargılamaları sırasında bu örgütlenmenin lideri konumundaki Dursun Karataş, Sinan Kukul ve Niyazi Aydın gibi önemli isimlerin avukatlığını yapmıştır. Bu davanın ana omurgasını bu meslektaşımızın omuzladığı bir gerçektir. Ne var ki, uzun süren yargılamanın sonlarına gelindiğinde bu meslektaşımız avukat kimliğini öne çıkaran ve müvekkili olan tutsakların içişlerine müdahale sayılabilecek şekilde, kişilik sürtüşmeleri nedeniyle davadan toplu olarak azil edilme durumuna gelmişti. Azil edilmenin doğal sonucu olarak tutsaklar o dönem örgütün neredeyse “arşivi” sayılabilecek sayıdaki dosyalarını geri almak istemişlerdi. Bu meslektaşımız ise sürecin gerçekliğini göz ardı edecek şekilde avukatlık yasasının ilgili maddesine dayanarak dosyalarını vermeyeceğini açıklamıştır. İşte o zaman istenmeyen olay yaşandı. Bürosuna giren örgüt taraftarları bu dosyaları bürodan zorla aldılar. Bu olay Baroya sıçradı. Demokrat avukatlar çevresinde de tepki buldu. 17 avukat meslektaşımız bu örgütlenmeye ve tutsak grubuna karşı adeta kampanya başlattılar. 138
Bizler bu sorundan kendimize dersler çıkardık; 1- Öncelikle siyasi bir davada avukatın müvekkilin siyasi düşüncelerine nüfuz eden dayatmacı yaklaşımı yanlıştır. Savunmanlık hiçbir şekilde müvekkilinin görüşleriyle uyuşma gerektirmediği gibi, kişilik yarıştırmasına varabilecek sürtüşmeye neden olmamalıdır. Avukatlık kimseye üstünlük payesi vermemeli, bilakis alçak gönüllü olmayı gerektirmelidir. 2- Kendine “savunma” tutukluya ise “mahpus” yaklaşımının her zaman böylesi gereksiz sürtüşmelere yol açacağı kanaatindeyiz. Avukat ve müvekkil ‘savunma’ yı birlikte oluştururlar. Ve mutlaka kolektif bir biçimde çalışmalıdırlar. Savunma üstünlüğünü bahşedilen “hak”lardan değil, görev anlayışından, tarihsel haklılığından, güçlü sosyal adalet duygusundan ve cüretinden alacaktır. Diğer bütün yaklaşımlar boş bir gösteriş, popülizmdir. 3- 1243 sanıklı ciddi bir siyasi davada, kendisine duyulan güvenin yitirilmişken, dosyaları iade etmeme doğru bir yaklaşım değildir. Bu kadar insanın ailelerinden dahi gizli tuttuğu tamamen özel hayatlarıyla ilgili belgeleri elinde bulundurmayı bir hak sayma, avukatlık yasasının ilgili maddesiyle açıklanabilir mi? Ülke gerçeği ile uyuşmakta mıdır? Ayrıca töhmet altında kalmamanın bir gereği olarak da bu belgelerin iadesi gerekmez mi? Maddi açıdan ise, o kadar belgenin yeniden kopyalanmasının, düzenlenmesinin istenmesi “insan hakları savunucusu” bir avukata yakışmakta mıdır? 4- Dosyalar verilmeyince tutsaklar kendi yöntemlerince aldılar. Avukatlar da bunu eleştirebilir. İlgili metni ya139
yınlayan avukatların tümü bu eleştirileri yüz yüze yapabilecek durumdadır. Devlet tarafında hedef haline gelen tutsakları kampanya biçiminde eleştirmek doğru mudur? Bir kampanya dahilinde sahiplenilen bu kişi, bugünlerde ne bir insan hakları sorunu ne de bir savunma sorununda ortalarda görünmemektedir. Alanda görev üstlenmemesine “Bu sorundan kaynaklandı” demek gerekçe yaratmaktır. Avukatla müvekkil arasında karşılıklı ciddi eleştiriler yapılabilir. Av. Nebi Barlas ilk eleştiri alan kişi de değildir. Aydın hukukçu sorumluluğu bu yaklaşımlarla terk edilemez. Bu meslektaşımız yanlışlığını özenle korudu. Fakat diğer meslektaşlarımız da bu durumunu meşrulaştırdı ve O’nu mağdur ezilmiş durumuna sokarak savrulmasına yardımcı oldular. Tutsaklar hedef alındığı kadar bu meslektaşımız da eleştirilebilmeli ve doğrular ortaya konulup yanlışlar mahkum edilebilmeliydi. Belki o zaman yaşanan bu olumsuzluk olumlu sonuçlar doğurabilirdi. Savunmanın asli unsuru olan tutsakları esas almayan, kendini ön plana çıkaran, kendisine üstünlük biçen bu anlayış sonraki yıllarda da sorumsuzca davranışlar içine girmiştir. Her farklı olayda, demokratik hukuk mücadelesinin asli güçleri arasında suni gerilimlere yol açmıştır. BÜRODA SAHTE BİR AVUKAT; MEHMET GÜRKUT GÜRSOY Bu olay gerçekten de büro tarihimizde karşılaşmak durumunda kaldığımız en ilginç “vakıa”dır. İnanılmayacak bir durum ama gerçek. Bu kişi avukat olmadığı halde bizleri, ailesini, bütün arkadaş çevresini avukat olduğuna ikna etti ve kısa bir süre için de olsa Halkın Hukuk Bürosu’nda çalışmayı başardı. Hapishane direnişlerinde önemli görevler üstlendi. Birkaçı hariç diğer görevlerini 140
de yerine getirdi sayılır. M. Gürkut Gürsoy, yaklaşık bir yıl önce sanatçı müvekkillerimizle dayanışmak amacıyla Anadolu Kültür ve Sanat Merkezi›nde grafik ve benzeri diğer işlerinde yardımcı olmaktaymış. Bu süre içinde ise bir yıl sonra avukat olacağını sürekli söyler dururmuş. Duyarlı bir kişi olduğu düşüncesiyle sanatçı dostlarımız, bu kişiye HHB’de çalışmasını önermişler. Bu kişi bizlerle görüştü. “Stajının tamamladığını, kimliğini almak üzere olduğunu, Rize Barosu’na bağlı çalışan babasının avukatının yanında sigortalı görüneceğini” belirtti. Büroya gelmeyi vaat ettiği sürenin üzerinden fazlaca zaman geçince, “herhalde baskılardan çekiniyor” diye düşündük. Bir sonraki görüşmemizde ise zaten devretmek istediğimiz Cağaloğlu’ndaki hukuk bürosunu kendisine o zamanın parası 100 milyon liraya devretmeyi teklif ettik. Bu teklif çok hoşuna gitti. Bizim büroya gelmeyecekti ancak, bir kısım davalarımızı alacak, yükümüzü hafifletecekti. Çok sonraları anladığımız üzere, büroya gelmemesinin asıl nedeni avukat olmamasıymış. Bu arada kendisine bir sahte kimlik ayarlamaya çalışıyormuş. Yoksa çekindiğinden değil. Bilakis HHB’de çalışmak düşüncesi O’nu bayağı heyecanlandırmıştı. Her türlü tavır ve davranışından bunu gözlemleyebilirdiniz. Biz ise “endişelerini süreç içinde attı” diye iyi niyetle yorumlamıştık. cağaloğlu’nda ki büroyu Mehmet Gürkut Gürsoy’a devrettik. Ne var ki, bu adam yukarı büroya gitmez oldu. Bir sekreter de tutup yerleştirdi ama sekreter de kısa bir süre sonra işten ayrıldı. Yalnız başına kalmaktan sıkılmıştı. M. Gürkut, Buca Hapishane katliamı sürecinden başlamak üzere bayağı koşturur, mesleği sahiplenir olmuştu. 45 günlük ilk AG direnişinde Konya ve Kayseri cezaevlerindeki görüşmelere, barikat eylemleri sürecinde 141
ise Buca Hapishane’ndeki arabuluculuk görüşmelerinde bizzat yer almıştı. Acemiliğini atması için verdiğimiz savunma dosyalarının ise hakkını veriyordu doğrusu. Bu nedenledir ki bu insanın, avukat olmadığını anlamak mümkün değildi. Ayrıca, ailesi günde en az 8-10 defa büroyu arar, kendisiyle görüşürdü. Bir ara CHP gençlik kollarında çalışmıştı, çevresi de geniş bir insandı, hiçbiri onun nasıl avukat olduğunu yadırgamıyordu. Bilakis sorunlarını çözmeleri için büroya danışmaya geliyorlardı. Epeyce bir süre sonra bu kişinin çok uçarı, olduğunu bazen de küçük yalanlar atmakta olduğunu fark ettik. Yalanlarının tamamında da kendini ispat ettirme gayreti seziliyordu. İlk önceleri “olur bu kadar, zamanla olgunlaşacaktır” düşüncesindeydik. Ne var ki, birkaç olaydan sonra yalanlarının pek de “masum” olmadığı anlaşıldı. Duruşmalara gitmediği halde gittiğini söylemesi, kendisine verilen bir miktar emanet paranın şaibeli bir şekilde “kaybolduğunu” söylemesi iyice şüphemizi çekti. Bir gece tertip edeceğini söyleyip bizlerden aldığı 185 milyonluk teminat çekini bozdurmak üzereyken fark etmemiz üzerine, endişemiz büyüdü, kendisine teslim ettiğimiz Cağaloğlu’ndaki büronun anahtarını geri aldık. Zaten o tarihten beri de oyalamak suretiyle halen vaat ettiği devir parasını vermemişti. Israrlarımıza rağmen, “bugün-yarın” diye oyalayarak Rize’de olduğunu söylediği Baro kaydını bir türlü İstanbul’a aldırmıyordu. Kendi içimizde bu arkadaşın garip durumunu değerlendirme tartışmasında bir arkadaşımız, bu kişinin avukat olmadığıyla ilgili bir yazılı notun Aydın Hapishane defteri arasında gördüğünü, gardiyana “bunun ne anlama geldiğini” sorduğunda ise gardiyanın notu gizlemeye çalışarak bu konudaki cevabını geçiştirdiğini hatırladı. Buna herhangi bir anlam da veremediği için, bu konuyu 142
büroda açmadığını ifade etti. Endişelerimiz büyümüştü. Kilitlediği çekmecesinde üç adet sahte kimlik örneği olduğunu gördük ve iyice şaşırdık. Rize Barosu’nu aradığımızda ise gerçekten de böylesi bir avukat olmadığı iyice aydınlığa kavuştu. Ne yapacağımızı şaşırmıştık. Hiçbir anlam da vermek mümkün değildi. Elbette ki herkesin aklına gelebileceği üzere, ilk olarak bir “MİT ajanı” olabileceğini düşündük. Yoksa aylarca büromuzda çalışan bir kişinin gözaltına da alınmış olduğu halde avukat olmadığını siyasi polisin bilmemesi mümkün değildi. Bu arada hatırlatalım. Bu sahtekar ne yapıp edip, avukat pasaportu da alıvermişti. Kendisini bulduk ve olanları anlatmasını istedik. Her defasında biraz yalan söylüyordu. Biz her söylediğini araştırıyor veya şaşırarak böyle olmadığını anlıyorduk. Bu zatın aslında, Adalet Meslek Yüksekokulu öğrencisi olduğunu, ailesini ve arkadaşlarını “hukuk fakültesine yatay geçiş yaptım” diyerek kandırmış olduğunu, gerçekten de hukuk anfisinde bazı dersleri takip ederek bu havayı pekiştirdiğini, yıllar sonra da “avukat oldum” diyince bütün çevresinin buna ikna olmuş olduğunu anladık. Bizde ajan olduğu düşüncesinden çok, uçarı bir çocuk olduğu kanaati uyandırmıştı. Bu karışık durumu polis de biliyordu. Zira bir defasında büronun önünden kaçırılıp gözaltına alınmış ve alelacele bırakılmıştı. Diğer taraftan Aydın Hapishane defterinde «bu adam avukat değil, bir daha gelirse hapishanene sokmayın» şeklinde ki not bulunmasına rağmen hakkında hiçbir soruşturma başlatılmamıştı. Bu kayıt da gizli tutuluyordu. Bunları da geçelim. Bizim büromuzda çalışmaya başlayan her kim olursa olsun, hakkında siyasi polisçe bilgi toplandığına eminiz. Bu kişinin avukat olmadığının bilinmediğine ihtimal vermedik. Siyasi 143
polisin bu durumu bildiği çok sonraları ortaya çıktı. Polis bu durumu aleyhimize kullanmak istemişti. Bereket ki önceden fark edip büromuzdan uzaklaştırmıştık. Şimdi bu kişiyi bildirmek durumundaydık. En azından Baro’ya karşı böylesi bir sorumluluğumuz vardı. Diğer yandan bu kişinin hemen siyasi polise verilip, aleyhimize kullanılacağını gün gibi biliyorduk. Sonuçta ne olursa olsun her şeyi göze alarak durumu bildireceğimizi ailesine söyledik. Ailesi bir şey diyemedi. Sadece birkaç gün süre istedi. Birkaç gün sonra gittiğimizde ise « O’nu yurtdışına kaçırmak istediklerini, şu anda ise Macaristan›da İngiltere vizesi beklediğini» babası açıkladı. Epey bir zaman sonra ise bu kişinin polis tarafından yakalandığını öğrendik. Tahmin ettiğimiz “itiraflarını” televizyonlardan izledik. Bu tarihten sonra ailesi bizden sürekli kaçtı. Uçarı, zayıf kişilikli bu zat bu defa tahliye olabilmek için bir sürü yalan yanlış ifade verdi ve ifadeleri büromuz aleyhine kullanılmaya çalışıldı. Dönemin İstanbul Barosu Başkanı Turgut Kazan’ın bu olay duyulduğunda “şimdi ben onları Baro’dan silmem mi?” diye ellerini oğuşturduğunu, bir arkadaşımızdan duyduk. Bu arkadaşımız “başkan devlet sürekli onlarla uğraşıyor, siz de aynı şeyi mi yapacaksınız? Önce bir durumu anlayalım bakalım” demesi üzerine sesini kestiğini anlatmıştı. Durumun ciddi olduğu anlaşılıyordu. Olayın direkt muhatabı olan avukat arkadaşımız Av. A. Düzgün Yüksel ise tam da o tarihlerde bir savunma görevi için Almanya’da bulunmaktaydı. Zira, bu kişiye devrettiğimiz büro onun adınaydı. O tarihlerde bu kişiyle Av. A. Düzgün Yüksel muhatap olmuştu. Baronun tutumunu da öğrenince olayı açıkça anlatan 4 sayfa savunmasını kaleme alarak Almanya’dan Baro’ya faksladı. Her şeyi ayrıntılarıyla yazmıştı. O tarihten sonra bu konuda her144
hangi bir disiplin soruşturması yürütülmedi. Sayın Kazan herhalde bu defa da aradığı “fırsatı” bulamamıştı. Devrimciliğe merak sarmış, uçarı bu kişilik, yanlış ama cüretli bir girişim ile büromuzda bir dönem faaliyet göstermeyi başarmıştır. “Ajan” olma ihtimali düşük olmamakla birlikte her zaman “şaibeli” bu durumu iyiye yormak doğru değildir. Büromuzun çizgisinin netliği ve samimi çalışmalarımız nedeniyle, bu tür olaylar mücadelemize kara çalmaya yetecek güçte olamamıştır. Sorguyu yapan DGM savcısı dahi, “Bu arkadaşları çağıralım, belki şikayetçi olurlar” şeklindeki yaklaşımıyla siyasi polisin tepkisini çekmiştir. Siyasi polis planlı bir şekilde bu durumdan faydalanmaya çalışmışsa da başarılı olamamıştır. Şunu ifade etmek isteriz ki, bugüne kadarki teamülü davranışımız kimseye kimlik sormak boyutunda olmamıştır. Hele bu insan avukat olduğunu söylüyorsa bu takdirde hiçbir şekilde kimlik sormayız. Ancak, bu olay biraz daha dikkatli olmamız gerektiğini kötü bir tecrübeyle bizlere öğretmiş oldu. Sahte avukat DGM’de yargılandığı davadan örgüte yardım ve yataklık ettiği gerekçesiyle ceza aldı. Sadece kendi beyanlarına göre. Kimin örgüt kimin ise yardımcı olduğunun tayinini yapmayı başaran DGM’yi takdir etmek gerekir doğrusu. Yakalandığında serbest bırakılma taahhüdüyle o dönem Bayrampaşa’daki tutsaklar aleyhine ifade almaya çalışmışlardı. “İstediğim her şeyi hapishaneye sokuyordum” şeklindeki yalan ifadesi ile siyasi polisten bırakılacağı sözü almıştı. Ancak sonuç öyle olmadı. Kendi beyanlarını mahkeme aşamasında geri aldıysa da sadece polis beyanlarına dayanılarak ceza verildi. Devlet ele geçirdiği bu kozu da istediği gibi kullana145
mamıştı ama elbette ki fırsat kollamaya devam edecekti. Bu olay bize şunu öğretti. Sürekli devlet takibi altında olduğumuzu ve siyasi polisin hakkımızda komplo kurmak için fırsat kolladığını unutmamalıydık. Hiçbir yalan, zaaf masum değildir çünkü siyasi polis tarafından kullanılabilir. Bu da büromuza mücadelemize zarar verebilir. Şüphe ile yaşamamılı ve hiç bir zaafın üstünü öretmemeliyiz. Şüpheler hızla bertaraf edilmeli zaaflar gizli kalmamalı ve en azından mücadele edilmelidir DGM’LER, SİYASAL DAVALAR, SİYASAL SAVUNMALAR İlk sınıflı toplumdan beri mevcut iktidar yapısına karşı işlenen suçlar tehlikeli görülmüş ve dikkatle yargılama yapılmıştır. Putlara, kiliseye, halifeye yerleşmiş toplumsal inanışlara veya yargılara yönelen eleştiriler veya bunların etki gücünü kıracak karşı düşünceler zararlı bulunmuş ve hemen yok edilmek istenmiştir. DGM lerin (Devlet Güvenlik Mahkemesi) hayata geçirilmesi karşısında büyüyen mücadele tarihsel öneme sahiptir. Bugünkü mücadelemizi anlatmadan önce tarihsel sürecine kısaca bir gözatmakta fayda vardır. DGM’LER VE ÜLKEMİZDEKİ KISA GELİŞİM TARİHi Bugünkü DGM’lerin geçmişini Roma imparatorluğuna dayandırabiliriz. Oktavius’tan itibaren imparatorluğun kutsal sayılması, Arcadius zamanından itibaren siyasal suçlara daha acımasız davranılması, ‘Lex Varıa’ ile bu suçlamalar için olağanüstü mahkemeler kurulması ve Sylla döneminde ise verilen kararlara karşı halka başvuru yolunun kapatılması dönemin egemen sınıfını korumaya yönelik tedbirlerdi. Bu siyasal mahkemelerin kronolojik 146
seyrinden çok, hangi ihtiyaçlardan kaynaklandığı ve kime hizmet ettiği ve daha çok hangi dönemlerde yürürlüğe konulduğuna dikkat etmek gereklidir. Mevzilendikleri yere yani halka mı yoksa egemenlere mi hizmet ettiklerine bakmak gerekir. Yüzyılımızda bu mahkemelerin örnekleri 1926 Mussolini faşist rejimi İtalya’sında görebiliriz. İtalya’da (La Tribunahe Specialeşer La Difesa Dello Stato) Devletin Korunması İçin Özel Mahkeme evvela beş sene için, yani “geçici mahkeme” olarak kuruldu. 1926 tarihinde 2008 sayılı kanunla kurulan bu mahkemenin kuruluş sebebi kanun gerekçesinde şöylece açıklanmıştı: “Fertlerin hayatında olduğu gibi devletin hayatında da zaruret bahis konusudur. Zaruret hali bahis konusu olunca güvenlik mahkemelerini izah kabildir. Antifaşist davranışlar, suç haline dönüşmüşler, bu suretle istisnai sert tedbirlerin alınmasını gerekli hale getirmişlerdir.” 2008 sayılı kanun hem usul hükümleri getiriyor, hem de 1889 tarihli Zanardelli Kanununda ( Türk Ceza Kanunu’nun alındığı örnek) yer almayan yeni bazı suçlar yaratıyordu. Bu konu memleketimiz için de ilginçtir. Çünkü bu kanundan sonra 1930 İtalyan Ceza Kanunu yapıldı ve o kanunun hükümleri 3036 Sayılı Kanunla bir bütün olarak Ceza Kanunumuz’un ikinci kitabının birinci babına aktarıldı. (bkz. De Mauro, G.B. Tribunaie Speciale Per La Difesa Dello Stato, Nuovo Digesto Iraliano, 1940, Torino, s,487) Özel Mahkemeler Fransa’da ise 1963 yılında kanunla kurulmuştur. De Gaulle’ün Cumhurbaşkanlığı döneminde kurulan bu mahkeme l98l’de F. Mitterand döneminde kaldırılmıştır. Bir Fransız yazarı, Yves-Frederic Jaffre, (Les Tribunaux D’exception, 1940-1962, Paris 1963). “olağan dışı 147
mahkeme” kavramını şöyle tanımlar: “Olağan dışı mahkeme, geleneksel adli düzende bir yıkıntıyı gerektirir ve genel mahkemelerden, kuruluşları, üyelerinin iktidarca seçilmesi savunma hakkını kısıtlamaları, kararlarına karşı kanun yolunun kapalı oluşu ile ayrılırlar.” Yukarıda yapıtına değindiğimiz Fransız yazarının iddası şudur: “Fransa yetmiş yıldır, istisnai adaletten uzak kalmıştır. Üçüncü Cumhuriyet hiçbir dönemde, genel mahkemelerden ayrılmamakla övünecektir. İstisnai mahkemeye Vichy Hükümeti›nde rastlandı. Bu hükümetin «yüksek adalet divanı», siyasal bir mahkeme idi. Bu dönemin kapandığını sanmıştık. Fakat Cezayir olaylarından sonra 1961 yılında durum değişti. Yirmi yıldan beri on bine yakın Fransız vatandaşı yargılanmıştır. Bu Fransız tarihinde emsali olmayan bir olaydır. İstisnai mahkemeyi uygarlık tarihimizde tesadüfi bir olay, bir (kaza) saymıştık halbuki uygarlığımızın ürünü “adalet fikri”ni yaratan ilkelerin pek ağır ihlali ile karşılaştık. Tarih bunu Fransız uygarlığının aleyhine kaydedecektir.” Gerek DGM’lerin kuruluşunda gerekse günümüzde olağanüstü yönetim ve yargılama usulleri sebebiyle ülkemizde Fransa örnekleri sıkça tartışılmaya devam etmektedir. Gerçekten de ne Fransa’da ne İtalya’da ne de Türkiye’de olağanüstü yargılama usulleri ne kazadır ne de geçici bir durumdur. Onları ortadan kaldıracak olan yanlızca mücadelenin gücüdür. Ülkemizde olağanüstü mahkeme örneklerine çokça rastlanmakla birlikte olağanüstü yargılama usulünün olağanlaştırılarak DGM adı altında yasalaşması 15.3.1973 tarihinde gündeme gelmiştir. 1961 Anayasası’nda “geleneksel kurallara aykırı olarak” yapılan değişiklik sonunda, DGM yargı sistemimize sokuldu. Anayasa’nın 136. 148
maddesine eklenen 6. fıkra ile yapılan bu değişiklik, Anayasa’nın yargı sisteminde bir uyumsuzluk yaratmıştı ve temel yasayı çelişkili bir hale getirmişti. Anayasa’nın genel esaslar bölümünde “mahkemelerin bağımsızlığı” ilke olarak dile getirilirken, DGM’nin asker ve sivil hakimleri hükümetçe atanıyor, Yüksek Hakimler Kurulunun atamalardaki rolü biçimsellikten öteye gidemiyordu. Hakimler üç yıl için atanıyor ve hükümet atamadan üç yıl sonra onları görevden alabiliyordu. Bu hükümlerin bağımsızlık ilkesiyle bağdaşması olanaksızdı. Böylece hakimlerin güvenceleri de ortadan kalkmış oluyordu. Anayasa›nın 32. Maddesi tabii Hakim ilkesini benimsediği halde, DGM yasası bu ilkeyi de bozuyordu. Anayasa olağanüstü yargı yerlerinin kurulmasını yasaklarken ve 1876 Kanuni Esasi’ye 89. Maddesi ile olağanüstü mahkemelerin kurulmasını engellerken DGM yargı sistemini 1876 Anayasa’nın da gerisine götürüyordu. Siyasal suçları yargılayan bu mahkemelerin, “siyasal nitelikte özel mahkemeler” olduğu açıktır. DGM’lerin kuruluş yasası, hiçbir yargılama usulü yasasında görülmeyen hükümler getiriyor ve reddedilen hakime red istemini inceleme yetkisi veriyordu. Öte yandan, DGM yasası savunma hakkını da kısıtlıyor, hakime “duruşmanın inzibatını sağlama” gibi gerekçelerle sanığı ve avukatını duruşmadan tamamen uzaklaştırma yetkisi tanıyordu. Bütün bu hükümler hukuka, Anayasa’ya ve ceza hukuku kurallarına ters düşmekteydi. DGM’ler yürürlüğe girdiği zamanlarda mahkemelerde sanık ve savunucuları tarafından sayısız itirazlar yapıldı. Kanunun Anayasa Mahkemesi’ne götürülmesi istendi. Mahkemeler, bu itirazları reddetti. Ancak Diyarbakır Devlet Güvenlik Mahkemesi görmekte olduğu bir davada yapılan Anayasaya aykırılık itirazını ciddi görerek konuyu 149
Anayasa Mahkemesi’ ne götürme kararı aldı. Anayasa Mahkemesi yaptığı inceleme sonucunda yasanın biçim yönünden Anayasaya ve TBMM iç tüzüğüne aykırı olduğunu saptadı. 6.5.1975 gününde yasanın biçim yönünden iptaline karar verdi. Bu karar, 11.10. 1975 günlü Resmi Gazete ‘de yayınlandı. Ancak, Yüksek Mahkeme, kararın yürürlüğe girmesini bir yıl sonraya erteliyordu. Daha özgürlükçü kabul edilen 1961 Anayasası, Anayasa Mahkemesi’nin verdiği kararda DGM’leri bağımsız mahkeme kabul etmektedir. Dönemin Cumhuriyet Senatosu’nun başvurusu üzerine Anayasa Mahkemesi’nin 15.4.1975 günlü kararının gerekçesi şöyleydi: “... DGM’leri uzman bir mahkeme olarak kurulup hukuk sistemimizde kabul edilen özel mahkemelerden biri olduğu ve olağanüstü bir niteliğin bulunmadığı, yeni bir suç türü yaratılmadığı, yeni bir ceza konmadığı, askeri hakimlerin de görevlendirilmesi ile ilgili olarak iki ayrı bağımsız yargı yerinden hakim atanmasının Cumhuriyetin Anayasa’da gösterilen niteliklerine aykırı düşmediği...” (Anayasa Dergisi sayı 13 S.403) Bu tanımlamadan da anlaşılacağı üzere 1961 Anayasası’na göre askeri yargıçlar da bağımsız sayılmaktadır. Bir kısım solcu-demokrat kesimler yargı bağımsızlığın önündeki en büyük engel olarak DGM’lerdeki askeri yargıç ve savcılar olarak gördüler. Asker yargıç ve savcılar olmasa hukukun işlemeye başlayacağını iddia etmeleri büyük bir yanılgıdır. Yıllardır sadece askerleri baskı odağı olarak gördükleri için “askerler gitsin de ne olursa olsun” yanılgısı içindedirler. Oysa özel yargılamalar, özel mahkemeler ve soruşturma sistemi aynı kaldıkça değişim olmayacaktır. Yine her rüzgara göre eğilen tir tir titreyen yargıçlar olup çıkacaklardır. 150
DGM Yasası daha sonra 6.5.1976 tarihinde tekrar meclis gündemine gelmiş ancak, kanunlaşmamıştır. TEPKİLER SAYESİNDE DGM’NİN YASAL HALE GELMESİ UZUN SÜRE ENGELLENMİŞTİR Anayasa’da DGM’ye ilişkin değişiklik önerisi henüz tasarı halindeyken, sert tepkilerle karşılaşmış ve bu değişikliğin Anayasa’nın yargıyla ilgili temel ilkelerini bozduğu ve Anayasa’da bir çelişki doğurduğu ileri sürülmüştü. Ülkemizin önde gelen hukukçuları, üniversite öğretim üyeleri yaptıkları yayınlarla DGM’ye karşı çıkmışlardı. Çağdaş Hukukçular Derneği Ankara’da DGM üzerine bir açık oturum düzenledi. T.B.B. bir bildiri yayınladı. Bildiri’de DGM yasasına göre kurulan mahkemelerin “mahkeme” niteliği kazanamayacağını ileri sürüyor, bu mahkemelerin kaldırılmasını savunuyordu. İstanbul, İzmir, Van Baroları yayınladıkları bildiri ile bu mahkemelerin yeniden kurulmasına karşı çıkıyor ve kuruluş yasasının, yargının bağımsızlığı ilkesi ile bağdaşmadığını bildiriyordu. Ankara Barosu, ÇHD’nin çağrısı üzerine bir açık oturup düzenleyip DGM’lere karşı çıkıyordu. Tasarının yasallaşması için Meclisin olağanüstü olarak toplantıya çağırılması üzerine DGM’ ye karşı tepkiler daha da yoğunlaştı. T.B.B üyelerini olağanüstü toplantıya çağırıldı ve yapılan toplantı sonunda yasanın çıkarılmasının önlenmesi için kararlar aldı ve bu amaçla bir yürüyüş yapılması kararlaştırıldı. DGM’ye karşı DİSK, Genel Yas ilan etti ve direniş konusunda üyelerini serbest bıraktı. Büyük kentlerde 350 bin olarak tahmin edilen DİSK’e bağlı işçi işi bıraktılar. Birçok fabrikalarda üretim durdu. Adana’da, Mersin’de ve Malatya’ da birçok işçi tutuklandı. 14 Eylül günü olağanüstü olarak toplanan meclis, 151
23.9.1976 gününde çoğunluk sağlanamadığından yeniden tatile girdi. Bu dönemde Odalar, Türkiye Barolar Birliği ve Barolar, ilerici basın, üniversite öğretim üyeleri, tanınmış hukukçular DGM’ye karşı çıkarak toplantılar, bildiriler ve yayınlarla kamuoyunu aydınlatmışlardır. İşçi ve emekçi, aydınlar DGM’nin siyasi bir mahkeme olduğunu, egemen sınıflar tarafından halkımız üzerinde bir baskı aracı olarak kullanılacağının bilincine varmışlar ve ona karşı eyleme geçmişlerdi. CUNTA DÖNEMİ YENİDEN DGM 12 Eylül Cuntası ile birlikte hazırlanan Anayasa’da DGM’lere özel bir yer ayrılmıştı. 1961 Anayasa’sının değişik 136. Maddesi aynen 1982 Anayasa’nın 143. Maddesi olarak aktarılıyor. Madde başlığı da aynen “Devlet Güvenlik Mahkemeleri” olarak yeni Anayasaya aktarılıyor. DGM yasası, 16.06.1983 tarih ve 2845 sayılı ile kabul edilerek, 18.06.1983 tarihinde Resmi Gazete’de yayımlanıp yürürlüğe giriyor. DGM’lerden ayrılıp giden bazı dosyaları DGM’nin tasdikcisi gibi karara bağladıklarını, polislerin yargılandığı cinayet davalarını ise polisin avukatlığını üstlenerek yaptıklarına onlarca kez tanık olmuşsunuzdur. Bu yargıçların birçoğu utancından içi içini yese de devletin bu kadar fütursuzca öne çıkardığı polisine karşı karar verebilme cüreti hiçbir zaman olmayacaktır. Onlar da polis fezlekelerinin tasdik mercii olmaktan kurtulamayacaklardır. DGM’LER NEDEN KALDIRILMALIDIR 1- DGM’nin kuruluş yasası ile, Anayasa’nın “ doğal yargıç “ kavramının öz anlamı bağdaşmamaktadırlar. 2- Bu yasa, savunma hakkının özününe ay152
kırıdır. 3- DGM yasasının yargıç atamasına ilişkin hükümleri, mahkemelerin bağımsızlığı ilkesi ile bağdaşmamaktadır. Bu yasa, “mutemet hakim-mutemet olmayan hakim” ayrımını getirmiştir ki yargının bağımsızlığını yaralamıştır. Oysa, temel hak ve özgürlüklerin son güvencesi, bağımsız mahkemelerdir. DGM yasası, bunu ortadan kaldırmıştır. 4- Bu yasa, “süreli atama” biçimini getirmektedir. Bütün çok ciddi sakıncaları vardır. Süre bitimine yaklaşıldığında, yeniden seçilme olanağı için yollar aranması olasıdır. TBMM’nde -incelenen tasarı yasalaşırsa, 30 gün içinde yargıç atamaları yapılacaktır. Bu, bir “tasfiye yasası” olacaktır. 5- DGM yasası “yargıç güvencesi”ni ortadan kaldırmıştır. Bu güvencenin objektif kurallarla sağlanması ve korunması zorunludur. Hukukun bu ilkesi, kişisel erdemleri reddetme anlamına gelmez 6- Bu yasa, güçler ayrılığı ilkesini de bir kenara itmiştir. 7- DGM yasası, uluslararası antlaşmalara ve bu arada altında imzamız bulunan insan Hakları Evrensel Bildirisi’ne ve Roma Sözleşmesine aykırı düşmektedir. Çünkü, bu antlaşmalara göre herkesin “bağımsız mahkemelerde yargılanma hakkı” kabul edilmiştir. 8- Örnek olarak gösterilen Fransa ile Türkiye’yi hiçbir yönden karşılaştırmak mümkün değildir. 1789 devrimini gerçekleştirmiş, güçlü ve bilinçli bir örgütlü toplumun varlığıdır bu fark. Özgürlüklere saygılı, demokratik rejimi işler halde olduğu Fransa›yı ülkemiz için örnek göstermek 153
olanaksızdır. Bütün bunlar Fransa›da özgürlüklerin güvencesidir. Bize gelince, yetersiz de olsa özgürlüklerin güvencesi ancak Anayasa›nın ilkeleride aranmaktadır. Bu ilkelerin tahrip edilmesi özgürlükleri güvenceden yoksun bırakır. DGM yasası, bu güvenceyi bozmaktadır. DGM’LERDE SAVUNMA ANLAYIŞIMIZ Avukatlık mesleği savunma hakkının bir gereğidir fakat avukatlık mesleği ceza davalarında savunmanlık ile sınırlı değildir. Ancak Avukatlık teknik olarak diğer alanlarda da savunmanlık özünde savunmanlıktır. Düzenin yarattığı sorunlar karşısında müvekkilin hakkını hem devlete hem de kişilere karşı savunur. Siyasi dava DGM davaları ile sınırlı tutulanaz. Kan davası sonucu adam öldürme de, kadınların feodal düzenin kuralları sonucu öldürülmesi de, aile kavgaları da, işçi davaları da, kamulaştırma davaları da hatta miras meseleleri de politiktir. Ancak bu bölümde özel olarak günümüzde DGM lerde süren siyasal yargılamalardan sözedeceğiz. Tarih boyu görülen siyasi davalara bakıldığında görülecektir ki siyasi davalarda savunma diğer ceza davalarında yapıldığı gibi yapılamaz. Siyasi davaların asıl amacı dava üzerinden halka mesaj vermektir. Bu tür davaların kolluğu da , iddia makamı da, yargı makamı da siyasidir ve diğerlerinden farklıdır. Siyasi iktidar bu tür davalarda görev yapan avukatı da şekillendirmek isteyecek üzerinde baskı kuracak ve müvekkilinin iradesi dışında davranmaya zorlayacaktır. Yani avukat siyasi iktidar ile işbirliği yapmaya zorlanacaktır. Bu kimi zaman doğrudan açıkça avukattan talep edilir,baskı ve tehdit kullanılır. Kimi zaman da bu düzene uygun avukatlar 154
özel olarak yetiştirilir. Öyle ya da böyle bu tür davalarda görev yapan avukatlar sürekli gözönünde olacak ve en azından psikolojik baskı göreceklerdir. Bugün mesleğimize hakim olan savunma anlayışı ile siyasi davalarda avukatlık yapılamaz. Zaten büromuzun kurulmasının yolunu açan “devrimci-proleter aydın-avukat” anlayışı ve adımının zorunlu olduğunun görülmesidir. Günümüzdeki siyasi baskı ve terör uygulamaları Hitler faşizmine rahmet okutacak niteliktedir.Türkiye Devletinin son 10 yılda gözaltında kaybettiği insan sayısı 1000’e yaklaşmaktadır. İşkencesiz sorgu yoktur. 50 bine yakın insan sorgulanmıştır. 10 bine yakın insan halen tutukludur. 2 bini aşkın köy devlet tarafından yıkılmıştır. Katledilen insan sayısı 20 bini aşmıştır. Bu katliamların yanında DGM’lere düşmek artık şans sayılmaya başlanmıştır. Hapishanelerde itirafçılık dayatması, sürekli işkence, daha da ilerisi katliam artık normal hale gelmiştir. Bu kadar mezalim “terör” demagojisi altında yapılmaktadır. Hapishaneler tarihi incelendiğinde görüleceği üzere, ülkemizde binlerce olay yaşanmıştır. Bugün biz savunman hukukçulara büyük görevler düşmektedir. Bunlardan en önemlisi ise yardımımıza ihtiyaç duyan insanlara Hitler faşizminin Dr. Teichert gibi yaklaşmamaktır. Onları anlayarak ve proleter aydın olmanın gerektirdiği gibi davranarak yardımcı olabiliriz. Bizler 12 Eylül’ün sıkıyönetim askeri mahkemelerinde yaptığımız gibi, DGM’lerde de benzeri bir strateji yürütmekteyiz. Günün ihtiyaçlarına göre farklılaşmalar olmaktadır. Ancak, ana strateji aynıdır. Dimitrov davasından farklı olarak savunmanlık makamı daha eleştireldir. Savunma saldırı kürsüsü haline getirmiş ve siyasi içeriğiyle kopmaz bağlar kurmak maharetini de göstermiştir. 155
Ülkemizde siyasal savunmaların en saldırgan olanı 12 Eylül cuntasının mahkemelerinde yargılanmak istenen Devrimci Sol davasının yıllar süren savunmalarıdır. Bu yargılamaların içinde işkence, operasyon, her duruşmaya getirilişte cop, tek tip zorlaması sonucu soğukta aç-çıplak duruşma bekleme, iki yılı aşkın duruşmalara getirilmeme, gaz bombalı hapishane operasyonu, kontrol adı altında bütün savunmaların düzenli yırtılması, “hazır ol” zapturaptı ve ölüm orucu derken bu dava da akla gelebilecek her zulüm, saldırı vardır. Savunmalarda her saldırı ve zulüm teşhir edilmiştir. Kürt yurtseverleri de Diyarbakır zindanlarından bu direnişe ses vermişlerdir. Orada ek olarak zulme karşı kendini yakan direnişçiler olmuştur. Bugün hiçbir devlet faşist ve ırkçı olduğunu veya sadece zenginleri kolladığını elbette ki kabul etmemektedir. Ülkemiz de dahil bütün burjuva demokrasileri göstermelik insan hakları savunucusu kesilmiştir. Ülkenin asıl özgürlükçüleri ise topluca «terörist» ilan edilmeye çalışılmaktadır. Devletin bütün faşist uygulamaları artık halk tarafından görülmeye başlanmışsa da, yeni-sömürgecilik ilişkilerinin gizli kuşatması, emperyalist yoz kültür bombardımanı, devletin katliamcı ve tehditkar baskısı karşısında bugün savunmanın işi daha da zordur. Birçok yasal madde, savunmanın lehine olmasına rağmen onları uygulayabilecek yasal kurumlar yoktur. DGM’ler de lehe olan hiçbir maddeyi uygulamaz, aleyhe olanları da katlayarak uygular. Uluslararası belgelerde bulunan düzenlemeler de sanki ülkemiz yargıçları açısından “merih” gezegenine aitmiş gibi yorumlanmaktadır. Biliyoruz ki, ekonomik, siyasi istikrarsızlık devam ettiği sürece, burjuva demokratik haklar dahi verilmeyecektir. 156
Bu nedenle de dürüst yargılanma hakkı “Faır Trıal” veya diğer insani hakları uygulatmak bir yana, var olan kısmi uygulamalar dahi zamanla kaybolmakta, faşist baskılar bu mahkemelerde açıkça ortaya konulmaktan çekinilmemektedir. Yargının bağımsızlığı da hiçbir siyasi parti tarafından veya “sivil darbe” tarafından sağlanamaz. Bu koşullar içinde sadece bir devrim ile adalet bağımsızlaştırılabilir. Ancak bu durum “bir şey yapılamaz” anlamına gelmemektedir. Ülkemiz gerçeğine uyan siyasal savunmanlık mücadelesinde bizler bu olaylar bütününden çıkan sonuca göre hareket etmeye çalışmaktayız. Siyasal Savunma Stratejimiz Şöyle Özetlenebilir: 1) Müvekkilin mücadelesini açığa çıkaran ve haklılığını ortaya koyan; 2) Dava ile ülkenin siyasal gelişimi arasında gerekli bağı kuran -siyasi3) Hukukun adilce uygulanmasına zorlayan bütün etkinlikleri meşru gören;burjuva basının desteğinden, halkın sahiplenmesine kadar hiçbir etkiyi küçümsememeli ve siyasal davayı bir eleştiri kampanyasına dönüştürmeye çalışmalıyız. DGM’LER VE SİYASAL SAVUNMA MÜCADELEMİZ DGM’lerde ilk yargılamalar doğal olarak toplu gösteriler oldu. Bu yıllarda örgütlü mücadele cılızdı. 12 Eylül’ün yargılamaları neredeyse bütün örgütleri çökertmiş gibiydi. Sadece, 1984 yılından başlamak üzere PKK’nin özellikle kırsal bölgelerdeki gerilla mücadelesi vardı. İşte 1985’lerden 1990’lara kadar daha çok “1 Mayıs yasallaşsın”, “YÖK ‘e hayır” vb. temel taleplerle, kitlesel özgürlük istekleriyle alanlarda mücadele söz konusuydu. Bu nedenle yukarıda da anlattığımız gibi DGM’lerdeki 157
ilk davalarımız 1 Mayıs gösterileri, üniversite işgalleri ve körfez savaşı sırasında “emperyalist savaşa hayır” talepli toplu gösterilerdi. Hatırlanacağı üzere 1 Mayıslarda insanların üzerine ateş açılmış, Mehmet Akif Dalcı isimli genç hayatını yitirmiş, Gülay Beceren isimli genç öğrenci felç olmuştu. Her 1 Mayıs’da binlerce insan gözaltına alınır, birçoğu tutuklanır ve toplu işkence görürlerdi. O dönemin devlet politikası, alanları hiçbir şekilde halka açmamak şeklindeydi. 1 Mayıslarda o günden kalma alışkanlıktır, halen Taksim Meydanı adeta işgal ordusuymuş gibi tıka basa tank, köpek, polis doldurulur. O dönemin önemli toplu davaları 1989-1990-1991 1 Mayıs’ları, 6 Kasım YÖK boykotları ve alternatif açılışlar, Yıldız ve İTÜ üniversite işgali öğrenci eylemleri ve Körfez Savaşı sırasında masum görüldüğü için kamuoyu desteği bulan N.A. davasıydı. 17 yaşındaki DLMK’lı bir öğrenci olan müvekkilimiz olan Nermin Alkan “Savaşa Hayır” pankartı açtığı için çok yoğun işkence görmüş ve işkence olayı medyaya yansımıştı. Manisalı Çocukların davası gibi de kamuoyu desteği bulmuştu. DGM’lerdeki savunma çizgimiz de Askeri Mahkemeler’den farklı değildir. Ölçüsü, yasallıkla değil, meşruiyetle çevrilidir. Savunmakta olduğumuz insanların fikir ve eylemlerinin temelinde yatan, yani asıl kasıtları olan eşitlik, adalet, sömürüsüz bir düzen isteği ve arayışının yol ve yöntemlerinin ancak düzenin yasalarına göre suç olduğu, gerçekte ise zulme karşı direnmenin bir hak ve özgürlük olduğu anlayışına dayanan meşruiyet kriterimiz vardır. Bu çizgide ısrar etmemizin iki ana önemi vardır: 1) Baskıcı ve adaletsiz olan düzeni teşhir etmek. Halkta bu şekilde doğru bir bilinç oluşturmak. 2) Baskı ve kamuoyu gücüyle, DGM’lerin adaletsiz 158
olan soruşturma ve yargı yöntemlerini az da olsa geriletmek, hukuka uygun davranmaya zorlamak. Gerçekten de bu konudaki neredeyse tek çözüm, teşhir gücü yaratmak ve bunu süreklileştirmektir. Bu güç hiçbir zaman azımsanmasın. Nusret Demiral gibi zulüm sahipleri görevdeyken bu teşhir çalışmalarına aldırmaz görünüyorlardı. Ancak bugün, MHP’nin kapısından kovulacak derecede, sahiplendikleri insanlar tarafından dahi dışlanmış durumdadırlar. Halkın içine karışıp, insan gibi yaşamaktan endişe etmektedirler. Bütün yaşamları dört duvar arasında korumalarıyla geçmektedir. Bilindiği üzere o tarihten bu yana bir sürü DGM hakimi ve savcısı emekli oldu. Teşhir nedeniyle Nusret Demiral halkın içine çıkamayacak duruma gelmiştir. Bugün burjuva medya dahi, eğer dalga geçilecek bir konu varsa, O’nun görüşünü alıyor. Yani, kurt kocamış önce kendi müttefiklerinin maskarası olmuş. Bu duruma nasıl geldi. Baskıcı, katliamcı tutumlarıyla. Onun sorumluluğunda Birtan Altunbaş isimli öğrenci gözaltında işkencede öldü. Demiral soruşturma dosyasını yıllarca sakladı. Sivil savcılığa vermedi. Komplo mahkumu Erol Özpolat’ın işkence odasına bizzat girdi. Onlarca infaz olayının bizzat başında bulundu. Hırsını alabilmek için görevli olmadığı halde otopsilerine dahi kendisi katıldı. O dönemlerde kamuoyunda küçük de olsa yer alan teşhir faaliyetlerimiz, bugünlerde bu zatı kapı önüne çıkamaz duruma getirdi. Bu durum ülkemizin bir gerçeğidir. Bütün DGM yargıçları ve savcıları da bu ülke gerçeğini bir ölçü olarak içten içe kabul etmek durumundadırlar. Dikkat edilecek olursa, kimse Demiral’ın konumuna düşmek istememektedir. - Tabii ki işkenceciliği içselleştirmiş faşistler hariçO halde, Demiral’ın bu durumu baskıcı, duyarsız, işken159
ceye onay veren bütün yargıç ve savcılara yaşatılmalı, insan yüzüne çıkamaz hale getirilmelidirler. Aksi halde DGM’ler de hiçbir şekilde yasaların işlemediğini, bu kürsülerde savunmanlık yapan bütün meslektaşlarımız bilmektedir. İşkencesiz hiçbir soruşturma olmamasına rağmen, işkence ile toplanan deliller kural olarak sanık aleyhine kullanılmakta, diğer haller istisna olmaktadır. Hatta, çoğu zaman, polis fezlekesi aynen karara gerekçe olarak geçirilmektedir. İşkence iddiaları ise “geç bunları” dercesine dinlenilmektedir. Teşhir kampanyasının diğer bir yanı daha var ki, bazen kamuoyunu rahatlatmak için yargıçlar hukuku uygulamak zorunda kalırlar, bazen de hukuku uygulamak istedikleri zamanlarda kendilerini yeterince bağımsız görmedikleri, iktidarın her türlü baskı ve söyleminden etkilenmeleri, sabah akşam korunma güdüleri nedeniyle siyasi polise muhtaç olmaları dolayısıyla, rahat karar verebilmeleri için de bu teşhir kampanyaları olumlu sonuçlar doğurabilmektedir. En azından, bazı korkularını atıp, “Ne yapalım bu kadar da olmaz ki, böyle karar vermek zorunda kaldık” gibi masum gerekçelere sığınmak istedikleri olmuştur. Eğer bir hukuka aykırılık kamuoyu desteği bulursa, muhatabı yargıçlar eğer görevini bilerek isteyerek zevk alarak yapan faşist kişilerden değilse, daha rahat karar verebilecektir. Ülkede yargıçlar bağımsız değildir. Ama DGM yargıçları onun da ötesinde, korunma güdüsünün getirdiği bir ek bağımlılıkları söz konusudur. DGM’ler kurum olarak teşhir olduğu için hasbelkader dahi olsa buralarda görev alanlar, korunma güdüsüne kapılmaktadırlar. Bu korunma endişesi de onları iyice polisin oyuncağı yapmaktadır. Bir “sadakat” gereği olarak, birbirlerini idare etmek durumuna gelirler. 160
Bu sebepledir ki, bir müddet buralarda görev yapanlar kaçmanın yollarını ararlar. Eğer bir şekilde görev süresi uzamışsa, önceleri bazen hukuka uygun kararları görünen bu insanlar, bir müddet sonra, neredeyse siyasi polisin ağzına bakar olurlar. Bütün kişiliklerini yitirir, polis ne derse onu aynen yaparlar. DGM’lere demokrat olarak gelenlerin bir numaralı faşist, kendini sağcı zannedenlerin ise gerçekleri gördükten sonra mahmurlaşması veya daha “insani” olmaya başlaması kimseyi şaşırtmamalıdır. Ülke gerçeklerini bilmeden kendini milliyetçi sananlar da eğer biraz vicdan varsa, işkence ve zulmü gördükten sonra, apar topar buralardan uzaklaşması ve son derece kibar davranmaya çalışması, kendini sosyal demokrat sananların ise bir müddet sonra, en baskıcı faşist olup çıkıvermesi işten bile değildir. DGM’ler iki ucu kapan olan kurumlardır. Kurt kapanıdır. Pir Sultan’ın Hızırpaşa’ya tavsiyesi gibi bu kurumlarda görev alan mutlak olarak baskı ve işkenceyi zulüm düzenini korumak ve kollamak durumunda kalmaktadır. “Kimin ekmeğini yiyorsa onun kılıcını sallamak”. En demokrat söylemlerle çoğu zaman günah çıkarmaya çalışan, bazı yargıçların ise zayıf kişilikleri en fazla birkaç ay dayanabilmektedir. Bir numaralı zulüm sahibi oluvermektedirler. Bazı yargıçlar vardır ki, ciddi, somut deliller yoksa hukuki davranmayı her şeye rağmen sürdürmeye çalışmaktadır. Yargıçların bu tutumu kendi çevrelerinde eleştiriye almakta, kararları ise meşhur Yargıtay 9. Dairesinden sürekli olarak bozularak iade edilmektedir. Bir DGM yargıcı, DGM’lerin kurum olarak teşhir olması dolayısıyla korunma endişesi artmaktadır. Emniyet Müdürü bu korkuyu kullanmaktadırlar. 161
Çok yakın zamanda tanık olunduğu üzere, Necdet Menzir dönemin başsavcısı Ahmet Köksal’ı tehdit etmiş, O’nu korumayacaklarını açıklamış ve korumalarını bir süre kaldırabilmiştir. Özel Mahkemeler DGM’ler ile de sınırlı değildir. Baskı Yargıtay dairesi içinde örgütlenmiş olan 9. CD ile tamamlanmaktadır. Yargıtay 9.CD’si DGM’lerin örgütlerle ilgili verdiği kararları inceleyen bir ceza dairesidir. DGM’lerin olumlu kararları Yargıtay tarafından çok sık bozulmaktadır. Bozulan kararlar, Yargıçların sicilini etkilediği için hakimler, kararımız bozulacak baskısı altında inandıkları kararları değil, kendilerinden beklenen kararlara imza atmaktadırlar. Mesleğe yeni başlayan veya DGM’lerde ilk defa savunmanlık üstlenen meslektaşlarımız, ilk davalarında işkence olaylarını kıyasıya anlatır, daha sonra yasanın ilgili maddesine göre delillerin geçersiz olduğunu ısrarla savunurlar. Buralarda yasaların uygulanması sağlayamayan meslektaşlarımız umutsuzluğa kapılıp, DGM davalarına bir daha katılmamak gibi kararlar alabiliyorlar. Oysa doğrusu kaçıp, görmezden gelmek değil, hukukun işlemesi için mücadele etmektir. Hukukun işlemediğini, keyfiyetin yaygın olduğunu, kararların zulmü geliştirdiğini gören meslektaşlarımız, avukatlık adı altında yapılmakta olan evrak takipçiliği yerine, onurlu bir hukuk mücadelesi görevi üstlenmeli, bu hak gasplarını, adaletsizliği mesleğin, savunmanın önemli bir sorunu olarak görmelidir. Sorumluluk duymalı, bu sorumluluk ile bir hak ve özgürlük savunucusu olmalıdır. Çoğu zaman hukuki sonuç alınamazsa da, buralardaki savunmanlık görevi her zaman onurludur, hukuka ve mesleğe sahip çıkılmaktadır. Ülkemizin en önemli sorunu olan hak ve özgürlük mücadelesi sorununa kendi 162
cephemizden destek sunma imkanı vardır. Her halükarda da evrak takipçiliğinden üstündür. Bazı meslektaşlarımızın, bu şekilde yılgınlığa düşmelerindeki etkenler, yaşadığı kaygılar ve mücadele yöntemlerini bilmemelerinden ileri gelmektedir. Yeterli bir bilinç donanmamış insan elbette ki çabucak yılgınlığa düşebilir. Veya bu zulme dayanamaz. Kendini avutarak yaşamayı seçer. Acizliğe düşer. Bu nedenle deneyimlerimizi, bakış açımızı ve pratiğin bize öğrettiklerini aktarmayı önemli buluyoruz. Sonuç olarak DGM’lerdeki hukuk mücadelesinde haklılık üzerine oturan teşhir mekanizmalarından başka hiçbir yöntemin sonuç alıcı olmadığını rahatlıkla söylüyoruz. Bu tespit savunma makamının da rahatlatacak, “aman yargıcı kızdırmayalım”, “aman şiddetleri üzerimize çekmeyelim”, “aman müvekkilimin diğerlerinden farklı olduğu havası yaratmaya gayret edeyim”, “aman efendim...” vb. gibi “aman ha aman”lar endişeler uzayıp gittikçe, savunma da güçsüzleşecek, kürsünün önünde el pençe durmaktan başka bir işe yaramayacaktır. Savunma hiçbir zaman el pençe durmamalıdır. Buna neden olacak bütün eylem ve işlemlerden kaçınmalıdır. Savunduğumuz olayın kökündeki haklılığa inanmalı, bu inançla adalet, eşitlik arayışı ile kendini güçlü görmelidir. Hukukçuların latifeyle karışık iddia ettikleri gibi, iddia savunmadan “marangoz hatası” sonucunda eşitsiz kalmamıştır. Savunma hiçbir zaman gücünü kürsü yüksekliğinden almayacaktır. Bu kürsülerde hukuk bilinçli olarak ayağa düşürülmüştür. Kürsüdeki iddia makamı polis fezlekesini aynen tekrar eden kukladır. Yargıçların daha önce açıkladığımız gibi bağımsızlıkları yok edilmiş, kapana kısılmış kişilerdir. Savunma ise müvekkiline en yakın kişi ve düzene düşman olarak görülmektedir. 163
Yargının bağımsız olmadığı bir ülkede, savunma da hiçbir şekilde bağımsız olmayacaktır. Savunmayı bağımsızlaştırmak ise ancak bizlerin mücadelesi, fedakarlığı, sosyal cüreti ve kararlılığıyla mümkündür. Sömürge bir ülkede hiçbir yasal değişiklik savunmayı bağımsız kılmaz, savunmanın bağımsızlığı iradi güç ve bunu koruyan-kollayan kamu örgütlenmeleriyle mümkündür. Demek ki savunma makamının iddia makamının yanı başına yükseltmek ve buraya oturtmak çözüm değildir. İddia makamı da durumundan çok mu memnun? Polisin talimatlarından bir adım dışarı çıkabiliyorlar mı? Hayır. O halde öykünülmesi gereken, görünür irtifa yüksekliği değil, “haklılık” olmalıdır. En büyük güç haklılıktadır, haklıdan yana olmaktadır. Bizler bu bilinçte olduğumuz için, devletin bütün baskılarını hiçe sayıyoruz. Müvekkillerimizle birlikte işkence görmekten, tutuklanmaktan, gerekirse hakkaniyet yoluna canımızı vermekten çekinmiyor, onur duyuyoruz. İşte devleti korkutan da bu tarz mücadeledir. Haklı olanın zamanla daha da güçleneceğinin bilincinde olduğu için, sayımız birkaç da olsa devleti korkutmakta, devletin en üst yapısı olan MGK’da büromuz aleyhine tedbirler görüşme konusu olmaktadır. Mesleğe, hak alma bilinci oluşturmaya, özgürlük mücadelesine sahip çıkmak hepimizin sorunu. Savunmaya sahip çıkmak, mesleğimize gereken saygınlığı kazandırmak, halkın gönlünü kazanmak bu mücadeleden geçiyor. Bütün yargılamalarda savunma mevcut yasalara hakim olmalı, siyasi ve hukuki açıdan her zaman daha güçlü olmaktadır. DGM soruşturmalarında işkenceden başka yöntem yoktur. Ancak modern hukuk bu delilleri geçersiz saymaktadır. Bu durum bizlerin teşhir ve sahiplenme 164
mekanizmalarını savunma kürsüsü dışına taşımamızı gerektirmektedir. DGM’leri ve işkenceyi, katliamları, kayıpları içine alan bir kampanya süreklileştirilmelidir. Bütün baskı yasalarının kaynağı olan cunta “Anayasası”nın kökten değiştirilmesi gibi somut hedefler öne konularak, halkın desteği süreklileştirilmelidir. Hukuk kurumları, demokratik kurumlar bu somut taleplerle birleşmeli, büyük bir güç ortaya çıkarılmalıdır. Halkın gücü bölük-parça durumdadır. Savunmanın yaşadığı sorunlar ile ülkenin genel sorunları ile iç içedir. Hukuksuzluğun teşhiri ancak geniş halk desteğiyle sağlanabilir. DGM kürsüsünden haykırmak yeterli değildir. Halk örgütlendikçe güç haline gelecektir. O halde örgütlü yaşamaya, var olan mesleki ve diğer demokratik örgütlülüklere işlerlik kazandırmaya, yeni yeni örgütlülükler yaratmaya çalışmalıyız. Hukuk ve adalet mücadelesi hiçbir zaman “teori” ile gerçekleşmez. Tenkit etmek mücadele yöntemlerinden sadece biridir. Eksiklikler ortaya konulduğu gibi, nasıl ortadan kaldırılacağı da planlanmalı gerekli halk gücü de aynı zamanda yaratılmalıdır. Bu mücadele süreklilik arz eden hassas bir mücadele olup, “şu siyasal partinin” iktidara getirilmesiyle ilgisi bulunmamaktadır. Gerekli halk desteği sağlanırsa en gerici iktidarlar bile geri adım atmak durumunda kalırlar. (Dimitrov davasındaki sahiplenme Hitler faşizminin komplosunu boşa çıkarmıştır) Yeterli destek olmadığında ise “sosyal demokrat” olduğunu söyleyen hükümetler dahi, MGK’nın ağzına bakarlar. Bugünlerde kimin kimi yönettiği az çok görülür olmuştur. Parlamento, kapkaççı ve çetelerle doludur. Çıkar odaklarının halk yararına davranması beklenemez. Ancak, onları hakların verilmesi doğrultusunda zorlarsanız gücünüz oranında hakkınızı almış olursunuz. 165
Savunmamızın gücü haklılıktan gelir.Hukuki kanıtlara dayalı olanı arar. Hukuka aykırı toplanmış delilleri reddeder.İşkenceyi ve adaletsizliği teşhir eder.Ülke gündemi ile dosya arasında ilişki kurar.Hukuku uygulamaya davet eder. Olması gerekeni gösterir. Savunmamızın karakterini somutlamak gerekirse; - Gözaltında kayıplar gündeme geldiğinde, bu konuları ele alan teşhir eden, Toplu katliamlar, infazlar gündeme geldiğinde, bunların dava üzerinde toplum üzerindeki baskı ve terörünü, direnme hakkını ele alan bir savunma, - Köy yakmalar ve toplu göçe zorlamalar gündeme geldiğinde, davayı bu konu ile ilişkilendiren ve teşhir eden, Hapishane katliamları meydana geldiğinde sürece uygun olarak savunmanın tehdit altında nasıl tutulmakta olduğunu ele alan, Kontrgerilla ve faşizmi işleyen bir savunma, - İdam istemleri gündeme geldiğinde, idam cezasının ancak halk düşmanlarına verilmesi gerekli bir ceza olduğunu savunan, halkın neredeyse kendi başına sisteme isyan ettiğini gösteren (Gazi ve diğer yerlerde olduğu gibi) “hangi düzen için idam cezası verileceğini” sorgulayan bir savunma, - Yargıçtan sanığın itaat etmesini beklememesini isteyen bir savunma, - 1 Mayıs eylemlerinde “1 Mayıs Hak Ve Özgürlüktür, Yasallaşmalıdır”,Üniversite işgalleri ve 6 Kasım boykotunda “Üniversitelerin Özerkliği Sağlanmalıdır. Yök Kaldırılmalıdır.” Körfez Savaşı sırasındaki N.A. davasında “Emperyalist Savaşa Hayır. Irak Halkının Yanındayız” -Burası yanlış anlaşılmasın, Saddam’ın yanında değil, Irak halkının yanındayız- diyen bir savunma, Eski Adalet Bakanı Mehmet Topaç’ın öldürülmesi vb. 166
gibi önemli davalarda, yargıcı ülke gündemi ve gerçeğine uygun davranmaya davet eden bir savunma hattı izledik. Bu davada, işkence ve infaz provaları dahi denenmiş, sanıklar suçlamayı kabul etmemişti, ancak Mehmet Topaç’ın kişiliği gereği İDAM cezası kararı verecekleri her hallerinden belli oluyordu. Bu dosyada savunmamızın oturduğu yer “asıl olan adalet hakkaniyeti” bulma önerisiydi. Ölçüsünün de yasalarda olmadığını “halkın gönlünde” olduğunu savunduk. Kriterinin ise “emekli olduktan sonra Demiral gibi delik delik saklanmayıp, halkın arasına karışabilme gönül rahatlığı olduğunu ifade ederek mahkemeyi adil davranmaya çağırdık. Ankara 2 Nolu DGM yargıcı, savunmayı sessizce dinledi. Etkilendiği her halinden belli oluyordu. Kararın İDAM olacağı önceden belirlenmişti zaten. Sadece kararı okurken, tedirgin ve bir gözünü “tiik” kapladığını herkes fark etti. Bu savunmayı okuyan avukat arkadaşımız aynı mahkemede, ciddi isnatlarla yargılanmaktaydı. Şunu demek istiyoruz ki, haklılık üzerine oturan, cüretli bir savunma herkesi etkileyebilir. Birçok savunmamızda da sonuç aldığımızı söyleyebiliriz. Ankara DGM bu konuda fazlaca tescilli bir mahkeme. Devletin çarklarının en acımasız işlediği engizisyon mahkemelerinden biri. Ayrıca, bu ilimizde demokratik muhalif güçlerin de zayıf ve etkisiz olmasının bunda payı çoktur. Pankart asan kişilere bu mahkemede 20 yıla varan cezalar verildiği görülmektedir. İşte savunma yöntemlerimiz de örneklediğimiz gibi, aynı ölçüler üzerine kurulmuş, davayı ülke gündeminden ayırt etmeyen içerikte olmuştur. Böyle de devam edecektir. Bu tarz savunma yöntemlerine ilk defa tanık olanlar, kimi yargıçların yakıştırdıkları gibi olayı bir “şovmenlik” 167
gibi algılamaktadırlar. Amacımızı anlattığımızda, bunun böyle olmadığı açıkça anlaşılacak ve bu yöntemimiz benimsenecektir. DGM’lerin ilk yıllarında, savunmaların etkili, iddialı bir biçimde yapılmasına daha fazla önem verilebilmekte daha iyi sonuçlar alınabilmekteydi. Bugünlerde ise fiilen yetişememenin verdiği eksikliği yaşıyoruz. Ayrıca bazı meslektaşlarımızın, klasik savunma yöntemlerinde ısrarlı olmaları, “deve kuşu politikası” savunmaları ile kendi müvekkillerini haklılık çizgisine taşıyacaklarını sanmaları, DGM’lerin tam da istedikleri bir ortamı yaratmıştır. Bugünler de sadece büromuzun takip ettiği tutuklu müvekkil sayısı “bin”i aşmış durumdadır. Tutuksuz dosyaların takibini buraya eklediğimizde bu sayı bir kat daha artacaktır. Bu kadar kişiyi bizlerin savunmasında elbette ki eksiklikler yaşanmaktadır. Meslektaşlarımızdan bu sorumluluğun paylaşılmaması beklemekteyiz. DGM’lerdeki savunman sayısının artması sevindiricidir. Ancak DGM’ler yeni bir “rant kapısı” olarak görülmemelidir. DGM’lerdeki savunman sayısının ihtiyaca paralel olarak artmasıyla, sürdürülen mücadelenin nitelik olarak erozyona uğradığını ifade etmiştik. Kronikleşmiş yöntem yeniden hakimiyet kazanmıştır. Bu yöntem biraz önce anlatmaya çalıştığımız “aman efendim”li yöntem olup, sonuç almayan, mesleği işlevsizleştiren, hukuki mücadeleye katkısı olmayan bir yöntemdir. Bu durum yargıçları da rahatlatmıştır. DGM’nin kendisi haksız ve adaletsizdir. 0 koltukta oturan yargıç da hiçbir zaman rahat edememeli, diken üzerinde durmalıdır. Aksi halde, adaletsiz uygulamalar meşruluk kazanır, savunma iyice köle haline gelir. Bu yanıyla DGM’de savunmanlık görevi üstlenen meslektaşlarımızın sorumlu davranmalarını bekliyoruz. 168
Bizler şovmen olduğumuz için değil, hak alma mücadelesine inandığımız, hak alma mücadelesinin teşhir ve örgütlenmekten geçtiğini gördüğümüz, inandığımız değerlere sahip çıkmazsak mesleğe yabancılaşacağımızı bildiğimiz için sesimizi yükseltiyoruz. Savunmanlık cüret işidir. Bedel gerektirir. Köylü kurnazlığı ile sonuç almaya kalkmak sadece kendini kandırmaktır. Bazı «uyanık» yargıçlar, bu manevra alanı içinde politik davranıp, «aman efendim”cilere daha “kibar” davranabilirler ama bu kimseye bir şey kazandırmaz. Aslolan parçayı kollamak değil, bütünü korumaktır. Savunmanın cüretinde haklılığında geriye düşmemektir. Savunmanın haklılığına inanmayanlar, savunmayı güçsüz kılacaktır. Susurluk skandalı ile devletin kontrgerilla egemenliğinde olduğunun anlaşılmasıyla birlikte bazı yargıç ve savcılar yarım ağız da olsa yargının bağımsız olmadığını itiraf edebilmişlerdir. İstanbul DGM savcısı Mete Göktürk ile Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu üyesi Zuhal Çokar›ın davranışı bu açıdan önemli ve anlamlıdır. Özetlemek gerekirse, mevcut düzenin tanımladığı siyasal suçlular burjuva ideologlarının da inkar edemediği gibi toplumun ileriye gitmesini sağlayacak unsurlardır. Caniane hırs ve menfaat için hareket etmedikleri gibi, idealleri uğruna dünya nimetleriyle de ilgilenmeyen şahsiyetli kişiliklerdir. Mevcut düzenin tanımladığı siyasal suçlular burjuva ideologlarının da inkar edemediği gibi toplumun ileriye gitmesini sağlayacak unsurlardır. Caniane hırs ve menfaat için hareket etmedikleri gibi, idealleri uğruna dünya nimetleriyle de ilgilenmeyen şahsiyetli kişiliklerdir. O halde cüretlice savunabiliriz ki, siyasal davalarda, siyasal suçlamalarda olumlu sonuçlar almak davaya 169
yaklaşım tarzınıza bağlıdır. Her duruşma bir hukuk savaşımıdır. O davalarda iki sınıf ideolojik olarak çatışır. Siyasi, hukuki, teknik, felsefi yönleri ile dava ele alındığında başarı mutlaka sağlanacaktır. Siyasi davalarda bu anlayışını kurmak ve yaygınlaştırmak da proleter hukukçu aydınlara, bizlere düşmektedir. Bir yargıca, “neye göre idam cezasına hükmedip de, işkencenin hesabının sormamasının” hesabını sormalıyız. Kelleci devlet çetelerini serbest bırakıp, gencecik çocuklara zulüm ve işkence olarak onlarca yıl acımasızca hapis cezasının verilmesinin neden ve sonuçlarını tartışmalıyız. Ancak bu yöntemle sonuç alabiliriz. Aldığımızda oluyor. Örneğin İstanbul 2 Devlet Güvenlik Mahkemesi en radikal devrimcilerin yargılandığı ve mahkemeye de hiç boyun eğmedikleri bir davada kendine göre bulduğu utangaç gerekçelerle TCK’nın 59. maddesini uygulayarak idam cezalarına hükmetmekten kaçınmıştır. Toplumsal baskının mı, korkunun mu yoksa insani duyguların mı hakim olduğu bilmiyoruz. Ancak bu sonucu savunma tarzımızla yarattığımızı biliyoruz.
170
HHB AVUKATI’NIN MESLEK AHLAKI Meslek ahlakı/etiği/kuralları olarak isimlendirilen bu kuralları, o mesleğin kendisi ve mensupları üretir. O mesleği seçen ve yürüten herkesi bağlayan bu nitelikteki kurallar, genel ahlaki ilkeye, yani mesleğinde olabildiğince iyi olma ilkesine dayanır. Mesleğin onurunu korumak amacıyla kuralları çiğneyen, bu bağlamda temsil ettiği genel çıkarların yerine, kendi çıkarlarını koyan meslek mensubu, sadece kendi toplumsal ve mesleki prestijini yitirmekle kalmaz, aynı zamanda mesleğin kendisine de zarar verir. Bu nedenle meslek ahlakını korumak bireysel bir sorun değildir. Dava alırken haksız rekabeti önlemek amacıyla bilinen “simsar kullanmama”, “komisyon vermeme” vb. gibi, çok klasik ve artık korumacılık etkilerini yitirmiş, kurallar dışında, belirlenebilmiş, kabul gören bir kriterler demeti bulunmaktadır. Ancak bu kurallar bugün ne yazik ki erozyona uğramaktadır. Örneğin Avukatlık Yasası’nda yer alan “stajer avukat ücret alamaz” kuralı, maddi geçim koşulları nedeniyle yozlaşan ve ahlak ölçüleri içinde sömürüye uğramaktadır. Ahlaklı olduğu iddiasında olan, çevresinde de böyle bilinen avukatların bir çoğu maalesef tam bir tezgahtar, kendi küçük dünyasından başka hiçbir gelişmeye açık olmayan birer tüccar oluverip, çıkabilmektedirler. Bu kesimi piyasa avukatı olarak tanımlıyoruz. Halkımızın, mesleğimize güvenilmez gözle bakmasının önemli nedenlerinden biri bu kesimin varlığını ağırlıklı olarak hissettirmesidir. Öğrenci idealiyle çalışmak isteyen meslektaşlarımızın çoğu, maalesef bu grubun kuralsız piyasa yöntemleriyle rekabet edememekte, geçimini sağlayamazsa bir kamu kurumu veya şirkete kapağı atmaya çalışmaktadır. Giderek yaygınlaşan rüşvet ilişkileri itibar ve meşrui171
yet kazanmış, dava simsarlığı bu ilişkilerin yanında çok masum kalmaya başlamıştır. Örneğin Adli Ceza davalarının çoğu bu simsar gardiyan ve başkaları eliyle belirli sayıdaki avukatlara gidebilmektedir. Günümüz “iş bölümü” ve “uzmanlaşma” ancak bu şekilde gerçekleşebiliyor. Simsarlık olayları çeşitli eşitsizlik ortamlarında, bazen siyasi itibarın etkisi, bazen “acaip rüşvetçi, işbitirici” isminin yaygınlaşması, bazen hakkedilmeyen isimlerin propaganda ile yayılmaya çalışılması, emekli polis vs. gibi bazı mesleklerden gelen avukatların bu itibarlarını kullanarak “iz sürücülük, dedektiflik” gibi dallara “uzmanlık” oluşturmaları, sendika başlarını tutan bazı avukatların buradaki bütün işçi çevrelerini kendine bağlayabilecek düzenlemeler ile bir çeşit simsarlık koordinasyonu oluşturması, Üniversite hocalarının ister istemez isimleri dolayısıyla çoğu zaman emekleriyle hakketmedikleri kadar yüklü davaları ele geçirmeleri, hatta bir kısmının daha da ileri giderek pratikte çalışan diğer avukatlarla ortaklık veya komisyon ilişkileri kurarak haksız rekabet ortamını devam ettirdikleri bilinmektedir. Araba bağlatabilmek için trafik polisiyle işbirliği yapmadan tutunuz da adli sorunlarını yasadışı yollardan çözmek için polis ile veya mafya ile ilişkiye girmek de artık kanıksanmıştır. Bu tür ilişkiler içine girmek istemeyen meslektaşlarımız da yaptıklarının onurlu bir davranış mı, yoksa enayilik mi konusunda net olmayan çelişkili bir ruh hali içindedirler. Belirli siyasi donanımları olan meslektaşlarımız, bu yozluğu reddedip, devrimci, demokrat veya insan hakları savunuculuğuna mücadelesinde kendi gelişlerini sağlayabilmektedir. Ancak bugün için bu alanda çalışanların sayısı çok düşüktür. 172
Siyasi bilince sahip ancak; • İnfaz ve diğer cinayetlere ses çıkarmayan, • Eğlence yemeklerinden başka hiçbir sorun için bir araya gelmek istemeyen, • En küçük örgütlenme girişimine gülüp, geçen, “biz eskiden...” edasıyla geldiği sınıfı reddeden, • Çeşitli sol söylemlerle yanına aldığı stajerinin emeğini sömürenler. • Türlü yoz ilişkiler içinde olup, iş kapmak için el etek öpenler, • Zulüm ve sömürü altında inleyen bu halk için tek kelime laf etmeyenler • Adalet işlemez olduğu halde, bu sistemden midesi bulanmayanlar • Kendisini umut kapısı gören emekçi halkı sömürenler Mesleğinin daha da yozlaşmasının aracı olanlardır. Mesleğimiz tarihten gelen “Şeref mesleği” unvanını yitirmeden derhal acil ve keskin dönüşlerin yaşatılmasının zorunluluğu ortadadır. Faaliyetlerimiz yozlaşmayı en aza indirmeyi, hukuka sahip çıkmayı, ülke insanımıza sahip çıkmayı amaçlayan zenginlikte olabilmelidir. Adli sistemin çökmesiyle mesleğimiz de içten çökmüş durumdadır. Bir onur mesleği olması gerekirken, sıradan bir serbest meslek ahlakına sahip olmaktan yoksun hale gelmiştir. Sorumluluğumuz ortaktır. Adaletin bütün mekanizmalarının çöktüğü ve kokuştuğu ülkemizde elbette ki, mesleğimizde fazlasıyla etkilemiş, onurlu savunma tarihimiz yozlaşmış, her türlü mafya ilişkisine bulaşarak para hırsı ile iktidar olma peşindedir. Meslekteki yozlaşmanın sistemdeki işleyişin sonucu olduğunu daha önce bahsetmiştik. Sömürünün derinliği, 173
devlet baskısı, bağımsızlığın olmayışı bu sonucu yaratmıştır. Sonucu değiştirmek için asıl nedenleri ile mücadele etmeliyiz. “Ezilen, baskı altında tutulan, sömürülen halk kesiminden yana” olmak en birinci politikamız olmalıdır. Taraf olmak duyarlılığımızı, paylaşımcılığımızı arttıracak ve mesleğin onurunu yükseltmemize neden olacaktır. O halde; Homo sum: humani nihil a me alienum puto Ben insanım: insanla ilgili olan hiçbir şeye kayıtsız kalamam. Terentius (Romalı şair, M.Ö. 19O-159) demeliyiz. Bize düşen görevleri şu şekilde özetleyebiliriz: 1. Ülkenin bağımsızlığını, yargının bağımsızlığını, mesleğin bağımsızlığını savunmak. 2. Ezilen, baskı altına alınan, katledilen, sömürülen, köylerinden edilen en geniş halklar kesiminin çıkarları doğrultusunda tavır almak. 3. Bugünün en büyük hukuk sorunu olan, hak ve özgürlük mücadelesinin içinde olmak. Bu yolda gerektiği kadar emek verebilmek. Sorumluluk üstlenmek. Doğabilecek olumsuz sonuçlardan yılmamak. 4. Kişisel çabalarla ile bütün bunların yapılmasının zor olacağı bilindiğinden, bu faaliyetleri örgütleyecek meslek örgütümüz Baro ve ÇHD veya diğer avukat veya hukukçu örgütlenmelerinden emeğini sakınmamak. 5. DGM’lere karşı olmak. Bu ağır cenderede ezilen insanların sorunlarına sahip çıkmak. Bu görevi hak ve özgürlük sorunu olarak, görüp, bu alana tacir gözüyle bakmamak. 174
6. Mesleğin ekonomik sorunlarını göz ardı etmemek, gelen kuşağın iyice yozluğa batmaması için, mesleki dayanışma kanalları yaratmak (kendi büromuzu buna güzel bir örnek olarak verebiliriz. Bu sayılan ölçüleri içine sindiren her duyarlı meslektaşımızı kendimizden sayar ve ona bütün olanaklarımızı açarız.) 7. Mesleğin itibar kazanması ve sürdürülmesi için, bilinçlendirme ve özendirme faaliyetlerinin bizzat içinde olmak. Aktif bir kaynaşmanın yol ve yöntemini mutlaka bulmak. 8. Hukuk ve adalet kavramının siyaset ile göbek bağı içinde olduğu göz ardı etmeden, ülkenin siyasi gelişmeleri karşısında tavır almak, görüş bildirmek, yönlendirici olmak. (Bazı Baro yönetimleri kitlenin tepkisini çekmemek için politik gelişmelerden uzak durmaya, fincancı katırını ürkütmemeye çalışırlar.) 9. Uyuşturucu, ırza tecavüz, nüfuzunu kullanarak halkın parasını gasp eden devlet görevlileri, kadın tacirleri vs. gibi hemen ilk başta, onursuzluğu yüze çarpan suç tiplemelerinde; tamamen masum olduğuna inandıklarımız dışında davalarını hiçbir şekilde üstlenmemeliyiz. Bu basit gibi görünen ölçü, aslında en önemli kriterlerden olup, bir avukatın “davayı reddedebilme hakkı”nın gerçek anlamda işlerliğe kavuşturacak koşullardan biridir. Avukatlık yasasında belirlenen bu kural şekil olarak algılanmamalıdır. Bugün ekonomik kaygılarla bu dava tipleri reddedilmek şöyle dursun, uyuşturucu davası alabilmek için simsarlar tutulmakta veya “en iyi iş bitirici” propagandası yaptırılmaktadır. Yukarıdaki örnek meslek onurunu kazanabilmek 175
için önce kendimizden özveriye başlamamızın somut örneklerindendir. Bizler bu kuralı uyguluyoruz. Bu tip davaları hiç almıyoruz. Düzenin yarattığı suç tipleri olan, küçük çaplı olaylar veya geri kalmışlığın etkisiyle işlenen adli suçlar bu kuraldan istisnadır. Örneğin, bir kan davasında haklı veya haksızı ayırt etmek çok zordur. İki taraftan birinin davasını almak da doğal bir olaydır. Asıl haklıyı bulmak için, tarihsel araştırma yapmak gereksizdir. Suçlu sosyalleşemeyen düzendir. 10. İşkenceci, infazcı gibi halka düşman devlet görevlilerinin davalarını hiçbir şekilde almamak, savunmanlıklarını hiçbir şekilde üstlenmemek. 11. Kafatasçı sivil faşistlerin de savunmanlığı üstlenilmemelidir. 12. “Hükme kadar herkes masumdur” karinesi sanıklar için düşünülmüş bir kişi özgürlüğü gibi haktır. Avukatlara değil. Her meslektaşımız haklılığına inanmadığı her davayı bütün gönül rahatlığıyla redde bilmelidir. Bunun için hukuki deliller değil, vicdani kanaatimizle bağlı olmalıyız. Zira, hukuk ve soruşturma sistemimiz gelişkin olmadığından veya belirli çevreler menfaat grupları için korumacı olduğundan hukuki delil bulunmaması bizi bağlamamalı, gerçekten de masum olup olmadığını avukat olmamız dolayısıyla bizlerin daha erken öğrenme şansımız olduğundan, mahkumiyet için yeterli olmayan bu bilgi ile dahi davayı redde bilmeliyiz. Bahşiş kabili/dahil hiçbir rüşvet ilişkisine girilmemelidir. Mesleğin en bilinen kurallarından biri olmasına rağmen, yozlaşma bu ilişkiyi meşrulaştırmıştır. Bahşişi kabilinden dahi olsa bu tür yaklaşımlar içinde olmamak gerekir. Zira bu ilişkiler insanı hemen yozlaş176
tırmakta, artık rüşvetin küçüğü büyüğü kalmamaktadır Yeni stajyerliğe başlayan idealist bir hukukçunun bu küçük bahşişleri verirken ne kadar zorlandığını, utanç duyduğunu bir anımsayınız, yeni bir memuru da aynı şekilde düşününüz. Bir de birkaç yıl sonrasını bir düşleyiniz. İşte, ilk tepkimiz bizim olumlu ahlakımızı yansıtmakta iken bu ilişki bir maharet gibi öğretilen o yoz ilişkilerle yıpranmakta, yolsuzluğun her nevi mübah hale gelmektedir. Eğer insanların emeğini karşılamak istiyorsak onların onuruyla oynamamalı, ya bu davranış tarzını yasal bir kurala bağlamalı, yani denetimli ve ölçülü bir dayanışma haline getirmeli ki, bunun daha fazla sakıncaları olacaktır. Ya da o insanlara onurunu çiğnetmeyi değil, hakkını alabilmek için mücadele etmesi doğrultusunda aydınlatmalı, gerekirse örgütlenmesinin önderi olabilmeliyiz. Bizler ilk olarak DGM kalemlerinde bu uygulamayı başlattık. Memurlar, eroin davası avukatlarından bahşiş alabilip, bizden alamayınca önce bir tepki gösterenler oldu, ama sonra kabullendiler. Bizler bu durumu yıllarca ısrarcı olarak yerleştirdik. Birlikte çalıştığımız o insanların onursuzluk içine itilmesine içimiz hiçbir zaman razı olmaz. “VEKİL/MÜVEKKİL” İLİŞKİSİNE BAKIŞ AÇIMIZ Önceleri de açıkladığımız üzere, amaçlarımızdan biri de, savunma mesleğini bir rant mesleği -piyasa avukatlığı- anlayışından uzaklaştırıp, devrimci bir içerik kazandırmaktır. 12 Eylül yargılamaları sırasında bu sorunun çok yakıcı olduğunu kısaca izah etmiştik. Varını yoğunu avukatlara vermek zorunda kalan aileler, para gözetmedikleri halde avukatların neredeyse mesleki görevlerini dahi yerine getirmediklerini görüyorlardı. Büromuzun 177
oluşturma nedenlerinden biri de işte bu sorundu. Piyasa ekonomisine dayalı vekillik mesleği içeriğinden uzaklaştıracak, bir savunmanlık görevinden çok «serbest meslek» haline getirecekti. Bu mesleki yozlaşmanın önüne geçmek her zaman birinci amaçlarımızdan olmuştur. Zira, ülkemizde halkın güven duymadığı üç insan ve meslek topluluğundan birini avukatlar oluşturmaktadır. Kabul etsek de etmesek de ne yazık ki gerçek bu. (Siyasetçiler, Emlakçılar, ve avukatlar) Halkımız çok mecbur olmadıkça avukata gitmemektedir. Gittiği zamanlarda da avukata “üçkağıtçı olabileceği” endişesiyle açık olamamaktadır. Halkın bu yaklaşımı kof bir endişe olmayıp, meslektaşlarımız da birbirlerine aynı güvensizlik içindedir. Kuyumcular piyasasındaki senetsiz alış-veriş teamülü dahi, avukatlar arasındaki birbirine karşı davranış teamülünden üstündür. Meslektaşlarımız maalesef, birbirlerini kazıklamak için fırsat arayan güvenilmez bir imaja sahiptir. Halk dahi kendi arasında güvene dayalı ilişkiler yaratabilmişken, avukatlar arasında bu mümkün değildir. Küçük illerimizde nispeten daha iyi olan ilişkiler, büyük şehirlerde tamamen yozlaşmış durumdadır. En küçük disiplin soruşturmasından ödleri kopan bu insanlar, hukuki birtakım hileler ardında, inanılmaz derecede cüretli haksızlıkları-hukuksuzlukları bizzat planlamakta, ya da alet olabilmektedirler. Bu “iş bitirici” zihniyet artık halk arasında da maharet sayılır olmuş, örneğin, en iyi iflas avukatı veya en iyi “alacaklıdan mal kaçırma” girişimcisi avukat ticari çevrelerde “yaman avukat” olarak benimsenmiş durumdadır. Bu yozlaşmanın içine atılan tecrübesiz genç insanlar birkaç yıl içinde ne olduklarını hatırlayamaz hale gelmektedirler. İşte mesleğimizin bu kadar yozlaştığı bir ortamda savunmaya yeniden saygınlığını kazandıracak bir faaliyet 178
içine girmeyi sorumluluk saydık. Gerek müvekkillerimizin, gerekse ailelerinin, gerekse etki edebildiğimiz bütün halk kesimlerinin yeniden güvenini kazandık. Bu davranışımız örneksenerek farklı kişiler altında, aynı ölçülere yaklaşık çalışan bürolar oluşturuldu. Müvekkillerimiz-aileleri ve bizler arasındaki ekonomik ilişkiler hiçbir zaman sömürü boyutunda olmamıştır, olmayacaktır. Hiçbir ekonomik sebep, üstlendiğimiz bir davayı hiçbir zaman savsaklamayı gerektirmez. Savunmasız bırakmaz. Müvekkil ilişkimiz, ülkemiz ve hapishane gerçeğine uygun olarak insani ve siyasi çerçevededir. Bu ilişki, kişinin tutukluluk veya hükümlülüğü sürdüğü sürece, iradi olmayan bir sebep nedeniyle son bulmaz. Ya vekaletten azil veya istifa şeklinde iradi bir son bulma yaşanır. Şu anda tutuklu ve hükümlü bulunan yaklaşık 1100 müvekkilimiz, Çanakkale’den Erzurum Hapishanelerine kadar dağınık halde bulunmalarına rağmen hepsiyle rutin ve planlı görüşmelerimiz sürmektedir. Bunun sebebi, ülkemiz gerçeğinden kaynaklıdır. Hapishanelerde katliam boyutunda sürekli olarak devlet baskısı söz konusudur. Tutsakların ihtiyaçlarının devlet tarafından genellikle karşılanmaması, sürekli sağlık sorunları yaşamaları, hükümlülükten sonra hak gasplarının yaşanması nedeniyle onları sahiplenmeyi bırakmıyoruz. Bizlerin bu sorumluluk anlayışı, ilişkileri daha bir güvenli, daha bir sıcak hale getirmiş olup, müvekkillerimiz karşılaşmış oldukları sorunlarda ailelerinden önce bizlere başvurmaktadırlar. Bu durum da bizler için bir sıkıntı değil, mutluluk nedeni olmaktadır. Bu şekilde davranışlarımız, piyasa avukatlığı anlayışına karşı yeni bir akım geliştirmiş, gerek aileler içinde gerekse halk arasında olumlu bir hava yaratmıştır. 179
Siyasi dava savunmanlığını artık, ülke gerçeklerine uygun olarak, hak alma mücadelesi olarak görme anlayışı yaygınlaşmıştır. Azımsanmayacak sayıda arkadaşımız, bu anlayışla sorumlu davranış içindedirler. Rüşvet ve kayırmacılık anlayışı, bütün halkımızda etkisini bulduğu için, herhangi bir siyasi gözaltı veya tutuklama ile karşı karşıya kalan aileler genellikle rüşvet vermeyi düşünüyorlar. Siyasi davalarda rüşvetin işe yaramadığını, haksızlığa uğrayan çocuğunu sahiplenerek, onunla birlikte mücadele ederek ona yardım edeceğini zamanla anlamaktadır. Sonuç olarak bakış açımız ve pratiğimiz bir meslek ahlakı yaratmıştır. Faaliyet alanlarımız genişledikçe de, bizi daha çok kişi örnek alacak ve daha kişiyi etkileyebileceğimizi düşünüyoruz. Bugün için vekalet ücret ilişkimizin kaba ölçüleri şu şekildedir. Bu belirlenim sürece ve ihtiyaca göre değişmektedir. * Günün ekonomik koşulları * Ailenin ekonomik durumu * Her davadaki müvekkil sayısı (Sayı arttıkça kişi başına ücret azalacak şekilde.) Bilindiği gibi davalar on yıllar sürebilmekte, özellikle hüküm alındıktan sonra da ilişkilerimiz devam etmektedir. Bu nedenledir ki, her dönemin ihtiyacına göre bir ücret ilişkisi gelişmektedir. Bu güzel dayanışmanın temelinde siyasal bilinci geliştirme amacı yatmaktadır. Paylaşmak siyasal bir tercihtir. Tercihi yapmamızı sağlayan şey ise, sahip olduğumuz bilinç, var ettiğimiz değerlerdir. Paylaşmayı bilemeyen kişi duyarlılığını tamamen yitirecek, sıradan, değerlerini yitiren, bireyselleşmiş birisi olarak karşımıza çıkacaktır. Yabancılaşma ve yozlaş180
ma mesleğimizi de bir sömürü aracı yapacaktır. Bunun önüne geçmek için önce kendi aramızda paylaşmayı ve dayanışmayı örgütlememiz gerekmektedir. Bu şekilde yaşamaktan mutluluk duymayan kişi hiçbir şekilde bu onur mücadelesini sürdüremeyecektir. Bu sebepledir ki, ekonomik olanakların bir sömürü aracı olarak değil, bir dayanışma aracı olduğu konusundaki prensibimiz vazgeçilmezdir. Avukatların hak ve özgürlük mücadelesinden uzaklaşmalarının temelinde sistemin körüklediği bencillik ve kar hırsı yatmaktadır. Halbuki, 1995 yılında Antalya’da gerçekleşen mesleğin sorunlarına ilişkin sempozyumda sunulan tebliğlerden de görüleceği üzere, mesleğimiz genellikle dar gelirli aile çocukları tarafından tercih edilmekte, sınıf itibarıyla duyarlı olmaya müsait bir sosyal kesimden oluşmaktadır. Bu yanıyla da aslında, Cumhuriyet tarihinden itibaren mesleki öncülerimiz, demokrasiyi, hakkaniyeti, çağdaşlığı söylemde de olsa savunmayı başarabilmişlerdir, Mesleğin güvenilmezliğinin ilanı ve insanlarımızın bir bir çoğu zaman da farkında olmadan içten içe çürümelerinin, yozlaşmalarının nedeni, kapitalist ilişkilerin piyasa ekonomisinin hakimiyet kazanmasıyla meydana gelmiştir. Küçük barolarda siyasi etkileri olmasa da en azından feodal anlamda halen birbirlerine güven içinde olan meslektaşlarımızın ise henüz bu hakim ilişkiler içine girememiş olmaları nedeniyledir ki, temiz yanları sağlam kalabilmiştir. İşte tam da bu noktada, üzerimize daha büyük bir sorumluluk düşmektedir. Meslektaşlarımız düzen ilişkilerine girdikçe, zengin olma umuduyla mesleğe yabancılaşıyorlar. Buna fırsat vermeden mesleğe yeni başlayan arkadaşlarımızın bu duyarlılığını geliştirmek bizim emeğimize bağlıdır. 181
Duruşma aralarındaki sohbetlerde çoğu zaman tanık oluruz ki ‘68 kuşağı meslektaşlarımız o eski onurlu günlerini özlemle anmaktadırlar. Diğer yandan, mesleğin ekonomik sorunları, aile yükü, devletin baskısı, ekonomik kaygılar nedeniyle ilkelerden vazgeçme, insanları içten içe yozlaştırmıştır. Zamanla mesleki sorumluluklarına duyarsız kalma olağan bir sonuç olarak karşımıza çıkmıştır. Onurlu günler, içki masasında sadece meze olabilmektedir. Bu durumu değiştirmek mümkün ve zorunludur. Ancak önce kendimizden başlamamız gerekmektedir. Baskıların katliam boyutuna yükseldiği, ekonomik çıkmazların diz boyu olduğu bu süreçte, dayanışma ve paylaşma olmaksızın, örgütlenme olmaksızın küçücük bir büroyu dahi onurluca işletebilmek mümkün değildir. Deneyenler bilirler, bu bakış açısı ile işe başlamayan çeşitli girişimler yılgınlıkla sonuçlanmış, hizmet alanını doğru seçemeyen çoğu duyarlı meslektaşlarımız, bu defa farklı kişiler tarafından sömürülüp, halka güvenemez hale gelmişlerdir. Yılgınlığa sürüklenmiş düzen içi yeni arayışlara yönelmişlerdir. Bu sorunlarla mücadele etmenin yolu, kendi emeğimizle yarattığımız olanakları paylaşıma ve dayanışma ile geliştirme çabasıdır. Özcesi kolektif çalışma ve üretim ile sorunları aşabiliriz. Bu çaba yaşam kişiliğimizi geliştirecek, fedakarlığımızı arttıracak, mesleki alanda da bütün yokluklara ve baskılara rağmen güçlü bir mücadele morali yaratacaktır. Paylaşma ve dayanışmanın herhangi bir ölçüsü yoktur. Önce kendi büromuz içinde, daha sonra en yakın ilişkilerimizde, müvekkil ve aile ilişkilerimizde, ezilen bütün ülke halkları ile ilişkilerimizde olması gerekir. Mücadele içinde yaşanan sorunlara duyarlı olabilmek 182
için hümanist burjuva anlayışına sahip olmak yetmiyor, aydın kişiliğimizi daha da geliştirmek, derinleştirmek gerekmektedir. Bu anlattıklarımız çok zorlu bir mücadele gibi görünse de, yaratılacak örnekler ve örgütlülükler sonrasında aslında, gücün ve olanakların ne kadar da sonsuz olduğu rahatlıkla anlaşılacaktır. Bugünkü yaşadığımız sorunların büyüklüğünün temel nedeni bireyselliktir. En kısa zamanda bunu yok edebilecek örgütlenmeleri oluşturmamız gerekmektedir. Bu sorumluluğu duyan arkadaşlar gecesini gündüzüne katıp, daha fedakar davranmalıdırlar. Vekil-müvekkil ilişkisindeki bir başka önemli konu ise onların siyasi düşüncelerine saygılı olmaktır. Bu düşünce genel kabul görmekle birlikte tam olarak çerçevesi çizilmemiş, ilkeler belirlenmemişse suni gerilimler, olumsuz sonuçlara ile karşılaşabilmekteyiz. Yanlış anlamalar sonucunda “alınganlık”lar ortaya çıkabilmektedir. Bu yanıyla konuyu önemli görüyor, bu konuya bakışımızı aktarmak istiyoruz. 1 - Görüşü ne olursa olsun müvekkilimizin siyasi bakışına saygı göstermeliyiz. Bu konu savunmalar sırasında kendisini gösterir. Düşündüğümüz savunma yöntem ve içeriği, müvekkile açıklanarak onun rızası olmayan yol-yöntemlerden uzak durmaktayız. Sanığın avukat seçme hakkı olduğu gibi avukatın da müvekkil seçme hakkı vardır. Müvekkilin kendisi için düşündüğü savunma yöntemine hiçbir zaman müdahale etmiyoruz. Yapılacak savunmanın bütün sonuçlarını kendisine hatırlatmamız ise mesleki bir sorumluluktur. Seçim hakkı tamamen kendisinindir. 183
Müvekkil siyasi savunmak yapmak isteyebilir. Bu onun kişiliğine sıkı sıkıya bağlı hak ve özgürlüktür. Kimi zaman örgüt üyesi olduğu kabul edilir, ancak isnat edilen eylemler kabul edilmez. Böylesi durumlarda da müvekkilin savunmasına paralel bir savunma çizgisi tutturabilmek gereklidir. “Siz onun dediğine bakmayın” tarzı bir savunma ilkel ve müvekkiline ciddi anlamda saygısızlıktır. 2- İtirafçıların savunmanlığını kural olarak üstlenmiyoruz. Eğer müvekkil sonradan itirafçı olmak isterse tereddüt etmeden vekaletinden istifa etmekteyiz. Çünkü menfaat çelişkisi ortaya çıkmaktadır. Bir dosyada tek bir kişiyi temsil ediyorsak, kendini kurtarmak için, şaibeli iftiralarda bulunduğu varsayılan bu kişinin savunulması ilkelerimize aykırıdır. Hukuka aykırı delil toplamanın bir aracı olmaktan şiddetle kaçınmalıyız. “Herkesin savunma hakkı vardır” gibi soyut burjuva kavramlara sığınarak, insani değerlerin yıpratılmasına hizmet etmemeliyiz diye düşünüyoruz. 3 - Savunmanlığını üstlendiğimiz müvekkiller siyasi olgunluğa sahip kişilerdir. Birtakım usulü kuralları onlara aktarmaktan başka, onların bazı davranışlarını mahkeme karşısında dahi eleştirel tarzda ele almak, o kişiyi menfaatlerini korumak ilkesi ile çelişmektedir. Bu tür müdahaleler savunmayı güçsüzleştirmekten, hukuksuzluğu ve saldırıyı meşrulaştırmaktan başka hiçbir şeye hizmet etmiyor. Müvekkilin tavır ve davranışlarından olumsuz etkilenen savunman, bu durumunu eleştiri ile çözemiyorsa asgari ilkelerde ortaklaşamamıştır demektir. Zaman geçirmeden, bu dosyadan çekilmek durumundadır. 4 - Siyasi dosyalardaki bilgilerin büyük bir kısmı özel hayatıyla ilgili olup, bu konuda ailesi dahil kimseye bilgi veya belge verilmemelidir. Bu bilgilerin aktarılması veya aktarılma yöntemi kendisine bırakılmalıdır. Bilgilerin 184
mahkeme dosyasına aksetmiş olması, onların teşhir olduğu anlamına gelmez. Kişinin özel hayatına ilişkin bilgiler, meslek sırrı kapsamı altındadır. 5 - Siyasi tutsak, düzene muhalif olduğu için tutsaktır. Bu yanıyla ülkedeki bütün siyasal gelişmeler onun savunma durumuyla ilgili olabilmektedir. Hapishanelerdeki baskı ve katliamlar ise savunmayı tamamen ortadan kaldırır şekildedir. Tutsaklar, yaşadıkları sorunları, savunma hakkı ihlallerini, tutsaklık koşullarını, adaletsizlikleri süren yargılamalar sırasında teşhir etmektedirler. Bu onların en doğal hakkıdır. Bizlerin de savunmalarımızda bunu gözetmekteyiz. Örneğin «Susurluk skandalı» ile ortaya çıkan devlet çetesi, bütün soruşturmaların yasadışı ve meşru olmadığını ortaya koymuş ciddi bir olgudur. Bunu dile getirmek de tutsaklara ve bizlere düşmektedir. Savunma sırasında dile getirilen bu olgular, genellikle yargıçlar tarafından “ne ilgisi var” çıkışmasıyla baskı altına alınmaya çalışılmakta, çoğu zaman tutsakların işkence görüp, duruşma salonundan atılmalarına neden olmaktadır. Biz de ne ilgisi var diyerek tartışmakta, savunmanın özgürce ve kapsamlı bir biçimde yapılması için çaba göstermekteyiz. Savunma saldırılara karşı müvekkillerimizin gibi gerekirse fiili tavır alıyoruz. DGM yargıçları haklı olan bu tepkileri, sonuna kadar engellemeye baskı altına almaya çalışmaktadırlar. Zira, onlar meşru olmayan bir makamda diken üzerinde oturmaktadırlar. Bütün soruşturmalar işkence ve katliama dayalıdır ve bu nedenle hukuksuzdur. Kayıplar, işkenceler, gözaltında ölümler, toplu katliamlar, hapishanelerdeki zulümler ve katliamlar teşhir edildikçe meşrulukları zayıflamaktadır. Bu sebepledir ki, bu tür eleştiriler “şov” gibi gösteril185
meye çalışılarak, “olayımızla ne ilgisi var” sözleriyle kapatmaya çalışmaktadırlar. Savunma hakkını kullanmak konusunda ısrarcı olan müvekkillerimiz Yargıcın dışarı atma tehdidi ile karşılaşırlar. Bu tehdidin arkasından jandarmanın tutsaklara saldırı gelir. Hakimlerle bu konu tartışmaya açıldığında “ne yapalım, onlar bizim emrimizde değil” gerekçesi ardına sığınmaya çalışmaktadırlar. Bu davranış samimi değildir. Duruşma salonu içinde, hiç kimse ne jandarma ne de polis, mahkemenin isteğini aşan davranış içinde bulunamaz. “Duruşma inzibatı” adı altında hotzotçu davranış tarzını kabul edilebilir değildir. Duruşma inzibatı savunma koşullarının sağlanması, baskının en aza indirilmesinin sağlanmasıdır. Duruşma inzibatını sağlamak gerekçesi ile duruşma aleniyeti yok edilmekte, saldırıların, hak ihlallerinin gerekçesi haline getirilmektedir. DGM yargılamaları “A”dan “Z”ye adaletsizlik üzerine oturmakta olup, hemen her duruşmasında bir gerginlik yaşanmaktadır. Örneğin, işkenceciler, komplo davalarını hazırlayanlar bu mahkemelerde tanık olarak dinlenirler. Gözaltılardı cinsel tacize uğrayan veya ciddi anlamda baskı ve işkence gören müvekkillerin bu kişilere tepki göstermesi normaldir. Müvekkillerin onunla aynı mekanı yeniden paylaşması yeni bir ızdırap, yeni bir baskıdır. İnsanların işkencecilerine tahammül etmeleri beklenemez. İşkenceciler her defasında farklı bir komplo kurdukları için, dosyalardaki komplo senaryolarını unutup, bazen olayın gerçeğini anlatabiliyorlar. Bu nedenle kimi zaman tanık olarak sorgulamak için duruşmaya getirilmelerini istiyoruz. Sorduğumuz sorularla, komplolar açığa çıkabiliyoruz. Zira, DGM soruşturmalarında çok fazla yönteminiz yoktur. 186
DGM’ler ilk kurulduğunda daha sivil görünmeye çalışıyorlardı. Duruşma sırasında ortaya çıkan gerçekleri sanık lehine değerlendirebiliyorlardı. Son süreçte ise devletin baskılarının iyice artması ve DGM’lerin de politik anlamda iyice uzmanlaşıp saflaşmasıyla bu olanak da ortadan kalkmış oldu. Çok büyük bir çelişki olmadıktan sonra tanıklar bizzat mahkeme başkanı tarafından yönlendirilmekte, gerekirse önceki ifadelerin aynısı zapta geçirilmektedir. Tanıklar usulen dinlenmektedirler. Bu durum DGM’lere karşı sürdürülen teşhir mücadelesinde eksik kalınmasının sonucudur. Eskiden demokrat olarak bilinen çoğu yargıç bugün amansız bir işkence savunucusu oldu. Parmak kadar çocuklara 20 yıllara varan ceza vermekten geri durmuyorlar. MÜVEKKİLLERİMİZİN AİLELERİYLE OLAN İLİŞKİLERİMİZ ve AİLE İLİŞKİLERİNE BAKIŞ AÇIMIZ Tutsak aileleriyle ilişkiler, yalnızca müvekkillerin ailesi ile sınırlandırılmamalıdır. Aileler sırası geldiğinde savunmanın asli gücü olma misyonuna adaydırlar. Ülkemizde, hukuk işlemediği için, yapılan yasal başvurulardan sonuç alınamamaktadır. Örneğin bir kayıp vakası için savcılıklara yapılan başvurunda günlerce bu evrakın akıbeti için koşuşturmaktan başka hiçbir iş yapılmamasına rağmen sonuç alınamaz. Bir infaz olayı için de aynı şeyler söylenebilir. Gazi katliamı gibi halk ayaklanmasında dahi durum böyledir. İşkence görüp tutuklanan insanlar için yapılan başvurulardan da hiçbir sonuç alınamaz. Son beş yılda, insan hakları raporlarına dahi geçmemiş binlerce işkence vakıası vardır. Hepsi doktor raporları ile sabittir. DGM dos187
yalarının içinde çoğuna hiçbir işlem yapılmadan durmaktadır. Durum böyle olunca, işkence mağduru kişinin ailesi, katliama uğrayan kişinin ailesi, kayıp edilenin ailesi olayın kamuoyu nezdinde sahiplenilmesinin temel güçleri oluvermektedir. En yoğun baskının yaşandığı dönemlerde dahi, kayıp aileleri, burjuva medya önünde meşruluklarını, haklılıklarını, evlatlarının haklarını arayarak, hesap sorarak, önemli görevler üstlenmişlerdir. On binlerin tutsak olduğu, en az 20 bin insanın katledildiği ülkemizde, hesap soran aileler kendi gerçeklerini dahi halen farkında değillerdir. 1996 Ölüm Orucu direnişi sırasında yaklaşık 1700 kişi direnişe katılmışken, haklarını arayan aile sayısı 200-300 civarında olmuştur. Demek ki, devletin baskısı veya demagojisi, ekonomik nedenler tutsakların ailelerini içe dönük yaşamaya, evlatlarının hayatlarının hesabını soramaz duruma düşürmüştür. Biz savunmanlar, elbette ki bu gibi süreçlerde ailelerin mücadelesini önemsiyoruz. Bu mücadele azımsanamaz. Bu süreçte, on binlerce aile aynı mücadele içinde olsaydı, onlara destek verecek kamuoyu gücü de bir o kadar etkili olacaktı. Bu mücadele insanların canlarını yitirmeden haklarını almalarını sağlayacaktı. Hukuk ve hak arayışı mücadelesinde tutsak aileleri veya şehit ailelerinin önemi burada kendisini göstermektedir. Hiçbir duyarlı çalışmalar bir kayıp annesinin haykırışından daha güçlü olamayacaktır. Buna rağmen onlarca kayıp ailesi bunun bilincinde olmayıp, biçare gözlerle evinde yaş dökmekte, içine kapanıp umutsuzluğa sürüklenmektedir. Ağlamak, çaresizlik içinde kıvranmak, halka ve dünyaya küsmek yerine mücadelenin gerekliliğini anlatmak bize düşebilmektedir. Ki o çaresiz aileler bir umut kapısı olarak bizlere gelip, 188
bel bağlayabiliyorlar. Böyle durumlarda hak alma mücadelesi konusundaki tüm deneyimlerimizi ve bilgilerimizi ailelerimize aktarmamız duyduğumuz sorumluluk gereğidir. Demokratik bir ülkede yaşasaydık bütün bunlara hiç gerek olmayacak, o takdirde sadece yasal başvuru ile yetinmemiz gerekirdi. İşte bizler bu anlayışla hareket ediyoruz çünkü en pasif ailenin bile süreç içinde bir hak arayıcısı olduğuna tanık olduk. Çoğu zaman insanlara haklarından bahsetmek bile yeterli olabiliyor. Evlatları katledilen bazı analar, önceleri, cenazesine bile halkın katılmasından endişe ederken, süreç içinde haklarını öğrendikçe, hesap soran bir çizgi izlediğine tanık olabiliyoruz. Ailelerin mücadele tarihi içinde hafızalarda yer etmiş TAYAD,TİYAD, ÖZGÜR-DER gibi örgütlenme çalışmaları içinde yer almamızın nedeni de budur. İnsanları kendi sorunları etrafından örgütlemek ve demokrasi mücadelesine kazandırmak vazgeçilmez, ihmal edilmemesi gereken en önemli görevlerdir. Devlet de aile örgütlenmesi gücünün farkında olup, bu örgütlenmeleri sürekli taciz etmeye çalışmaktadır. Ailelerle çalışmamız nedeniyle de en fazla bizlerden nefret etmekte, çeşitli demagojilerle bizleri yıpratmaya çalışmaktadır. ÜLKEMİZDE «ADLİ YARGI» SORUNUNA NASIL BAKILMALI? Halkın ve hukuk çevrelerinin genel olarak kabul ettiği üzere adli yargı, adaletsiz uygulamaların yozluğu, rüşvet ve kayırmacılığın etkisi altındadır. Ekonomideki kötüye gidişin bir sonucu olarak ekonomik suç tiplerinde olağanüstü artışlar yaşanmış, iş bitiri189
ci anlayış ise bizzat devlet tarafından, “liberal ekonomi” adına teşvik edilmesinin de etkisiyle halkı ve ülke servetini dolandırmak adeta maharet halini almıştır. Ülke yönetiminde mihenk noktalarda oturan dolandırıcılar, edindikleri paranın ve makamın sağladığı güç ile özenilecek insanlar haline gelmiş durumdadırlar. Bağımsız ve sömürüsüz anlayışın değil de dolandırıcılığın uzun yıllardır özendirilmesi üzerine, ortalığı küçüklü, büyüklü milyonu aşan dolandırıcı doldurmuş, alacaklısından en iyi mal kaçıran kişi, en takdir toplayan, bu işleri en iyi kotaran avukat veya hukukçular da “en yaman-büyük” avukat oluvermiştir. Adli yargının bütün mekanizmaları bağımlıdır. Yargıçların dahi bağımsızlıkları kalmamıştır. Yargıçların ekonomik gücü zayıftır, bundan daha da önemlisi, bürokratik konum itibarıyla da adeta bir kıskaç altındadırlar. Yargıçlar, iktidarın ağzına bakarak, onlardan etkilenerek, özellikle devletin son yıllardaki baskısından etkilenerek görev yapmaktadır. Ülkenin politik veya ekonomik ortamına etki edemeyecek derecede küçük olan (tahliye, boşanma, küçük toprak veya alacak uyuşmazlıkları vb.) halk tipi davalar hariç diğer bütün davalardan iyi sonuç almak için ekonomik veya siyasi gücün olması neredeyse zorunlu hale gelmiştir. Adli yargıçlık veya savcılık o kadar ayağa düşürülmüştür ki, emeklilikten sonra edinilecek bir iş çevresi veya bir çocuğunu veya yakınını banka veya büyük şirketlerde işe koyabilme beklentisi ile hareket etmektedirler. Bunun sonucunda hakimler zenginlerin taraf oldukları davalarda yargıçları kendi lehleri hareket etmeye zorlayabilmektedir. Ne kadar haklı olursanız olun zenginlere karşı tazminat davalarında hakkınızı koruyamıyorsunuz. 190
Adli yargı da ekonomik ve siyasi gücü elinde bulunduran bu adli güce de rahatlıkla yön verebilmektedir. Halkımızın adalet mekanizmasına hiçbir güveni kalmamıştır. Bu nedenledir ki sorunları küçük de olsa adalete başvurmak yerine ya kendi yöntemleriyle çözmeye çalışmakta ya mafyaya müracaat etmekte, mafya gibi çalışan güvenlik güçleri veya diğer yasal olduğu halde menfaat karşılığı çalışmayı alışkanlık haline getirmiş diğer yasal kurumlara başvurmaktadır. Örneğin, bir alacağı için kişi mafyaya veya polise başvurabilir. Her ikisine de “komisyon” adı altında haraç ödemek zorundadır. Aksi halde, polis -mali veya diğer olabilir- alacaklının başvurusunu onun aleyhinde kullanarak, karşı taraftan haraç alabilir, bu şekilde oyalama yolu ile menfaat karşılığında borçluya yardımcı olabilir. Bu tip olaylar en yaygınları olup, genellikle mali şubeye veya küçük karakolları ilgilendiren ekonomik takibatlarda meydana gelmektedir. Büyük çaplı bir dolandırıcılık, mesela bir devlet hizmetinde geniş çaplı bir yolsuzluk olayı ortaya çıksa bile mevcut sisteme göre ispatı neredeyse mümkün olmamaktadır. Yolsuzluk ispat edildiğinde ise 6 aydan başlayan gülünç cezalara çarptırılmaktadırlar. Bu durumda yasal açıdan da dolandırıcılığın teşviki anlamına gelmektedir. Biz bunu bir iddia olsun diye söylemiyoruz, gerçekten de siyasi iktidarların sahipleri veya yanı başındaki menfaat odaklarının tamamı bu yolsuzluk olaylarının içine karışmış, halini vaktini düzeltmiştir. Bu nedenle de ekonomik suçlara yaptırımı ağırlaştırmak da bu düzende mümkün değildir. Halbuki halkın -hukukun- ekonomik değerlerini sömürmek bağımsız devletin yaptırım sisteminde en ağır suçlardan bir tanesidir. Sosyalist bir ülkede, ekonomik çıkar sağlamak suçlarından idam edilenlere tanık olun191
muştur. Diğer en ağır suç da ırza yönelik suçlardır. Yargıçların ekonomik bağımlılığına küçük bir örnek vermek istiyoruz.Taşra görevini tamamladıktan sonra 1’nci sınıf yargıç olarak Eyüp Adliyesinde görevini yapmakta olan bir yargıç, Özal’ın iktidarı sürecinde Özal’ın bir yakınının aleyhine vermiş olduğu karar nedeniyle bir hafta içinde İzmit iline sürgün edildi. Yargıç ile karşılaştığımızda çocuk gibi ağlamakta idi. E tabi o ağlamasın da kim ağlasındı. Lojmanı elinden alınmış ve kiraya çıkmak zorunda kalmıştı. Yaşlandığı halde İzmit’te ailesinden ayrı yaşayacaktı. Zira, çocukları okul kazanmış okumaktaydılar. Ailece göç etse bu defa çocukları okuyamayacaktı. Bu küçük bir örnekti. Dürüst davranmaya çalışan bir yargıcın ne duruma düşeceğini gösteren bir örnektir. Bu yargıç şimdi onurunu nasıl korusun. Ekonomik olarak daha güçlü insanlara karşı nasıl sempatik durmasın? Bunun imkanı her şeye rağmen değerlerini korumaktır. Adli soruşturmalarda da siyasilerde olduğu gibi işkence uygulanır. Burada da işkence sonucunda ölüm gerçekleşmişse polisler bunu örtbas etmekte pek zorlanmazlar. Son beş yılda onlarca hırsızlık soruşturması infazla sonuçlandı. Polisler aleyhine neredeyse dava bile açılmadı. CMUK 135/a maddesinde yapılan değişiklik ile adli soruşturmalarda avukat bulundurabilme hakkı getirildi. (1997 yılında getirilen bu yeni düzenleme ile siyasi suçlamalarda da avukat ile görüşme hakkı olabilecek) Avukatların soruşturma aşamasına dahil olması işkence olayının azalmasına neden oldu. Ancak ilk aşamalarda yerleşik ticarileşmiş avukat anlayışı ile hareket eden bir kısım avukatın “karakol avukatlığı” yapması, yani polisin düzenlediği ifadeleri avukatın gidip imzalayarak barodan 192
ücretinin karşılığını alması şeklindeki tarz nedeniyle sorunlar aynen devam etti. Barodaki duyarlı meslektaşlarımızın gayretiyle bu gibi davranışlar en aza indirildi. Ancak, polis karşısında avukatın haklarının korunmaması, karakollarda ayrı bir avukat görüş yerinin bulunmaması, avukatın görevini etkili olarak yürütmesini engellemiştir. Görevli avukatın yaptığı suç duyurusundan da sonuç alınmaması nedeniyle polis işkenceye bütün şiddetiyle devam etmektedir. Adli polisin elinde işkenceden başka hiçbir yöntem bulunmamaktadır. Adli savcı veya yargıçlar da bu durumu kanıksamış olup, işkenceyi gerekli sayan ve onaylayan tavır ve davranış içindedirler. Bir kişi savcının asabını bozarsa onun “iyice bir ıslatılması” için karakola geri gönderilmesi işten bile değildir. Yani, adli yargıda çoğu savcı da bu haldedir. İşkenceyi iyice içlerine sindirmişlerdir. İşkencenin illegal bir soruşturma yöntemi olduğunu herkes bilir ama saklamak durumundadır. DGM’ler kaldırılsın derken adli yargıyı tercih ettiğimiz anlamına gelmemelidir. Adli yargı da kötü durumdadır. Onların hukuki davranmasını sağlayabilmek için DGM’lerde verilen mücadele kadar emek harcamak gerekir. Örneğin, adli yargıdan DGM’ye yeni atanmış yargıç ve savcılar bizlerin savunmalarını duyunca saldırgan davranır ve her sözü devlete laf kabul ederler. Bizleri susturmaya ya da duruşmadan atmaya çalışırlar. Bir adli soruşturmada işkence nedeniyle suç duyurusunda bulunursanız, hem savcının hem de yargıcın hiddetten kürsüde zıp zıp zıpladığına tanık olabilirsiniz. Adli yargı görevlileri de halka karşı acımasız, zenginlere karşı ise zafiyet içindedirler. Bu sebeple konumlarını hiçbir şekilde sarsılmaması için diken üzerinde otururlar. İnfaz davaları sırasında bolca tanık olduk. Siyasi po193
lisler sanık olarak ifadeye geldiklerinde, yargıçlarının bir kısmının korkudan dizlerinin titrediğini, onların kızmaması, rahatsızlanmaması için çoğu zaman sorularımızın sorulmasına dahi müdahale edip, “ben de sizden yanayım” havası içine girmeye çalıştığına tanık olduk. DGM’ler kötü de adli yargı iyi değil. Adli yargı her türlü ekonomik ilişkinin içinde ve adaletsizliğin ta göbeğindedir. Metin Göktepe davasında gördüğümüz üzere, gözler önünde öldürülmüş, tanık ifadesiyle de infaz edildiği açık olan dava oradan oraya kaçırılmaktadır. Davanın oradan oraya kaçırılmasının nedeni gerçeğin üstünün örtünmesidir. Adli yargı tarafsız değildir. Hakimler ve savcılar her gün birlikte çalıştığı işkence yapan polisi korumaya çalışırlar. Yargıçlar ya koruma güdüsüyle ya da devletin şiddetini üzerine çekmemek için sürekli olarak halkın aleyhine kararlar verirler. Kavga, şahsi adam öldürme vb. gibi küçük dava tiplerinde böylesi bir baskılanmaya çoğu zaman gerek kalmaz, bu hallerde bazen adil kararlar verildiği olur. Bu tip davalara sistemin yarattığı suç tipi olarak görülmez. Amansızca insanları “damlarda” çürütecek cezalar verilebilir. İdare ve Vergi Mahkemeleri ise tamamen tezgah gibi çalışan para mekanizmalarıdır. Buralarda görev alan yargıçların ekonomik ilişki içine girmemesi mümkün değildir. Enayilik olarak görülmektedir. Adli yargı bu yargının yanında gerçekten de sütten çıkmış ak kaşık sayılmalıdır. Dava miktarları ve sayısı tahmin edilemeyecek kadar yüksek olan bu yargı tipinde, artık hangi işin hangi kanaldan, hangi yüzde komisyonla hallolabileceği bütün ticari çevreler tarafından bilinmektedir. Hemen hepsi menfaat ilişkisi içinde olduğu için işin 194
kokusu hiç de soruşturma konusu olmaz. Kaldı ki çepeçevre bütün ilişkileri bu ağın içine almışlardır. Ayrıca binlerce yasal boşluğun ardında bulunması imkansız dolap çevirmede de ustalaşmışlardır. Bu yargı tipinde halk tipi davalar bolca mevcuttur. Küçük uyuşmazlıklarda çoğu zaman adaletsizlik yapmaya gerek yoktur. Ancak, yargıçlar buralardan da ayağının kaymaması için devlet aleyhine açılan siyasi davalarda çoğunlukla devlet lehine karar veriyorlar. Bu menfaat ilişkilerine gömülen idari yargının hiçbir elemanı hakkaniyet lehine sesini yükseltmez. Bir hukuk öğrencisinin bu ders kolundan sınıf geçebilmesi için adeta kök söktüğü, hocalarımızın bu kadar üzerinde hassasiyetle durduğu yargı kolunun durumu maalesef en kötü durumdadır. Buralarda onurunu korumak ise mümkün değildir. Devlet içindeki hukuka aykırılıkları önlemesi gereken idari yargıda yukarıda anlattığımız nedenlerle adil kararlar çıkmaz. Bir mahkeme gibi değil, ticari işletme gibi çalışmaktadır. İşten haksız çıkarılma, disiplin cezası gibi küçük ve ülke gündemini ilgilendirmeyen davalarda adli sonuçlar almak mümkün olmaktadır. On da çok geç olur. En önemli yargı kolu olması gereken idari yargının bu kadar gölgede kalması, hukuk öğrencileri tarafından da ilk başlarda tercih edilmemesi, halkın sorunlarına uzak durmasındandır. Gerek adli gerekse idari yargı içinde çalışan avukatlarda, çalıştığı alanın kirli yanlarından etkilenmekte, mesleğin ticarileşmesine, değer kaybına uğramasına neden olmaktadır. Yukarıda sayılan sorunlar sistemin yarattığı sonuçlardır. Yargının bağımsızlığı için verilen mücadeleler bu sorunu da kısmen çözecektir. Ülkemiz bağımsız ve de195
mokratik hale gelmeden yargının sorunlarının tümden çözümü mümkün değildir. Bugün verilmesi gereken mücadele, siyasi iktidar üzerinde baskı oluşturabilecek örgütlenmeler yaratmak ve hukukçuların buralarda örgütlemektir. Bu örgütlenme yasal düzenlemelerin uygulanmasını sağlayacaktır. Açıktır ki, mafya ve kontrgerillanın meclis içinde açıktan cirit attığı bir mekanizmada, şu veya bu partiden umut bekleyerek, siyasi partilerin desteklenmesi ile sonuç alınmasını beklemek mümkün değildir. Sistem bütün kurumlarıyla yozlaşmış ve çökmüştür. Sosyalist olduğunu söyleyen parlamenter mücadele grupları da gündemi dolduramayacak kadar etkisiz durumdadır. Ekonomik ve siyasi bağımsızlığı olmayan bir devletin bütün kurumları da ona paralel olarak bağımlılaşmaktadır. AF TARTIŞMALARI ÜZERİNE Türkiye’de ekonomik ve siyasi kriz adli suçlarda daha fazla artış ve çözümsüzlük getirecektir. Dolayısıyla adli suçlular her dönem siyasi suçlulardan fazla olacaktır. Devletin “af” çalışması tutsak sayısının çok fazla arttığını gösterir. Ki bu sayı 50 bin sınırına ulaşmış demektir. Sistemin kendi ürettiği suçluları hapishaneler de “ıslah” etmesi mümkün olmadığı için her dolduğunda biraz da siyasi kazanım yaratmak için şartlı tahliye” veya benzeri yasalarla “af” gündeme getirilir. Devletin son dönemlerde siyasi tutsaklara AF getirmeye niyeti ve gücü bulunmamaktadır. Kendisine muhalif binlerce insanı tutuklamışken serbest bırakmayı düşünmez. Anayasadaki eşitlik prensibine rağmen siyasi iktidarlar siyasi tutuklular ile Kürt yurtseverlerini kapsamayan 196
bir af çalışma içinde olabilecektir. Soruna doğru yaklaşılmazsa, sadece adli mahkumlara af çıkarılıp, apolitik kitleler beklenti içine sokularak, bu çevrenin de desteğiyle eşit olmayan af çalışmalarını başarıya ulaştıramaması için köktenci bir politik mücadele içinde olmalıyız. Bugün hala, siyasi tutsaklara açık görüş hakkı dahi verilmemesi ve bu durumun meşrulaşması, “ne yapalım kaçıyorlar” demagojisi ile kamuoyuna rahatlıkla yutturabiliyorlar. Halbuki en fazla sayıda firar olayı adli tutuklular arasında yaşanmaktadır. Ancak bu sayılar kamuoyuna açıklanmaktadır. Onlar için önemli olan siyasi tutsakların durumudur. Adli tutukluların firarı onları hiç mi hiç üzmez, devletin prestiji zedelenmez. Çoğu zaman yetkililerin de para karşılığı bu firarlara yardımcı olduğu görülmüştür. Diğer bir sorun daha vardır ki, genel af tespitine, halk düşmanlarını ve şu anki toplum yapısının dahi meydan vermediği ırz düşmanlarını da kapsaması bakımından karşı olunmak gerekir. Halk düşmanları, işkenceciler, infazcılar, devlet eliyle bulduğu makamı kullanarak halkı dolandıranlar, bu yolda servet edinenler hiçbir şekilde af edilmemelidir. Onların en ağır cezalara çarptırılmasını sonuna kadar savunabilmeliyiz.
197
ÖNÜMÜZE GELEN HER UYUŞMAZLIĞA ‘PARA’ GÖZÜYLE BAKAMAYIZ HALK USULÜ UZLAŞTIRMA (HAKEMLİK) Düzen içinde avukatlık toplum içindeki sorunlardan beslenir. Aslında büyük oranda kapitalist düzenin çıkmazı kişiler üzerinde somutlanır. Sonra da kişilerden para verip avukat tutması, masraf yapıp vergi harç ödeyip mahkemelerde sorunun çözülmesinin beklenmesi istenir. Bu hem masraflı hem uzun hem de kişileri birbirine yabancılaştıran bir yöntemdir. Bize güvenerek çözüm bulmamızı isteyen insanlara ve kendi çevremize önerdiğimiz yöntem halk tipi uzlaştırma yöntemidir. Genellikle çağdaş insanlar, birbiri ile sorun yaşadığında sorunları bizlere taşıyabiliyorlar. Çoğu zaman da her iki taraf da aynı görüşü paylaşan insanlar olabiliyor. İşte bu gibi durumlarda o insanları, mahkeme kapılarından süründürmektense, bir ikisini veya varsa avukatlarıyla birlikte görüşüp, haklılık oranlarına göre bir uzlaşma yolu seçiyoruz. Hakemliğimizi baştan kabul eden taraflardan elbette ki birinin menfaatine aykırı sonuçlar çıkıyor taraflarda ona uyuyorlar. Ve durumu kabulleniyorlar. Halkımızın kendi arasında geliştirmiş olduğu bu yöntem geçmiş tarihten beri etkilidir. Bu görev geçmişte genellikle din adamlarına verilmekteydi. Özellikle Alevi Dedesi’nin böyle bir yükümlülüğü de vardır. Diğer kesimler ise genellikle köyünün ve çevresinin saygın insanlarını devreye sokarak uzlaşma aranırdı. Dini etkiyle bazı tarikatlarda sorunlar halen bu yolla çözülmektedir. İşte yasalarımızda Tahkimlik olup da hiçbir uygulaması görülmeyen bu mekanizmayı halk tipi uyuşmazlıklara taşıyabiliriz. Adaletli davranılması halinde de insanlar alıştıkları bu yöntemi uygulamaya devam edecektir. Ücretini 198
de bir danışmanlık ücreti veya yasaya uygunsa hakemlik ücreti olarak daha az emek verildiği için biraz daha düşük olmak üzere pekala alabiliriz. Buna hiçbir yasal engel de bulunmaktadır. Bu tür uyuşmazlık örnekleri büromuzun olağan olayları haline gelebilmiştir. Sayısı çok fazla olmamaktadır. Ancak, böylesi çözüm yöntemlerinden sonra olumlu bir gelenek kulaktan kulağa yayılmaktadır. Müvekkilin avukata, avukatın müvekkiline ve tarafların birbirine güveni tazelenmektedir. Taraflar sonucu içine adaletli olduğu derecede sindirebilmektedir. Ve hiçbir şekilde de sonuçlarından kaçınmamaktadır. Büromuza yapılan üç başvuruda ilk başvuran kişi bütün delillerin değerlendirilmesinden sonra haksız olduğu anlaşıldı. Haksız olduğu oranda da sonuçlarını yerine getirmekten çekinmedi. Yani, kendi müvekkilimizi hiç çekinmeden alınan karara uymaya zorladık. Müvekkil kaybetme endişesine de kapılmadık. Zira, doğrudan yana tavır almak her zaman yeni bir ahlak yeni bir güç yaratır. Belki uzun zaman alır ama daha kalıcı olur. KİŞİLER GEÇİCİ İLKELER KALICIDIR İşte hiçbir ekonomik kaygıya kapılmadan kendi müvekkilimiz olsa dahi haklıdan yana tavır alabilmek cüreti bizi güçlendiriyor. Halkın onayını alabilen, saygınlığını kazanabilen bir aydın hukukçu olabilmemiz için bütün faaliyetlerimizde kurum ciddiyetimizle önce kendimiz güven verici olmayı başarabilmeliyiz. Bunun vazgeçilmez koşulu ise; fedakar, paylaşımcı, disiplinli, duyarlı, hiç bir menfaat ilişkisine boyun eğmeyen, özlem duymayan, hukuk insanları yetiştirebilmektedir. Bizim en önemli amacımız budur. Bu nedenledir ki, devletin bütün saldırısına rağmen ayakta kalabilmekte, görev ve sorumluluklarımızı devra199
lacak yeni insanlar yetiştirebilmekteyiz. Popülist kişiliklerin yerine, onurlu ilkelerin hakim olduğu kurumumuzun adını öne çıkararak güvenin sürekliliğini sağlamaya çalışmaktayız. Kişiler geçici olabilmektedir. İnsanlar kendi zaaflarına yenilebilirler. Bencilliklerini süreç içinde aşamayabilirler. Bu ağır yükü kaldıramayabilir veya devletin baskısından etkilenip, içine kapanabilirler. İşte bütün bu normal olayların kurumu manevi olarak sarsmaması için kişiler değil, ilkeler öne çıkarılarak mücadelemizi sürdürmekteyiz. Doğru olanın da bu olduğunu tecrübelerimiz ile kanıtlamış bulunuyoruz. Zira, büromuzdan onlarca insan, bazı kişisel zaaflarına yenilerek, bazen bu disiplini kaldıramayarak, bazen devlet baskısından etkilenerek ayrılabilmiştir. Ki, bunların birçoğu da ilk süreçlerinden sonra belirli aşamalar kaydedenler, hatta on günlerce en ağır işkencelere boyun eğmeyecek kadar gelişme sağlayabilmiş insanlardı. Ağır faşizm koşullarında, diğer yandan sistemin bütün yoz nimetleri kişiyi elbette ki, kendi içinde sürekli bir çatışmaya sürüklemektedir. Bu nedenle kişilere ağır misyonlar yükleyerek bu mücadeleyi sürdürmeye çalışmak, mücadelenin sert çizgilerini erozyona uğratabilir. Örneğin, halkın çok saygı duyduğu bir insan hakları savunucusunun zamanla tehditlerden yılarak içine kapanması, bir de utanmazca eski onurlu günlerini yermeye çalışması durumunda, halkımız manevi olarak bu sonuçtan etkilenmekte, aydınlara güvenini yitirmektedir. İyice bir yozluğa saplanıp dinci gericiliğin dahi etkisine girebilmekte, umudu başka kapılarda aramaya koyulmaktadır. İşte bu durumda önlenemeyen zarar tiplemesinden sadece biridir. Bu yüzden onurlu hukuk mücadelesinin en radikal çizgide yürütebilmenin koşulu: «İlkeler bütünün aksatmadan uygulanacağı bir örgütlenme yaratmaktır.» Zira, örgütlülüğün bu gücünü aynı 200
zamanda kolektif zenginlik ve dayanışmanın duyarlılığı arttırması, ilkelerin süreklileştirilmesini sağlayacaktır. Bu tespitlerimizden kişisel aydın mücadelesini reddettiğimiz anlamı çıkmamalıdır. Kişisel yeterlilik ile zor koşullarda ileri adım atılamayacağını, kolektif zenginliğinden faydalanma şansının olamayacağını, tek bir kişinin devlet tehditine daha açık olduğunu, ağır ekonomik yaşam koşulları içinde, hukuk mücadelesine zaman ayırmada zorlanacağını, süreç içinde farkında olmadan, çoğu zamanda yılarak yozlaşacağını ifade etmek istiyoruz. Sonuç olarak; Meslek ahlakına sahip kişi “ Hukukçu Aydın Sorumluluğu” olan sistemin zulmünden kaynaklı insan hakları sorununa duyarlı, sömürüye ve baskıya karşı duran, ulusların bağımsızlık hakkı dahil bütün ulusal taleplerine sahip çıkan. ülkenin emperyalizme karşı bağımsızlığını savunan ve bu yolda aktif mücadele veren kişidir. Kendi paylaşımcı, fedakar ve disiplinli kişiliği ile halka örnek olmayı başarmalıdır. Haklar ve özgürlükler arayışının önderi olmalı, mücadelenin yol ve yöntemini halka ısrarla öğretmeye çalışmalıdır. Kendini yasalarla sınırlamamalı, gerçek hak ve özgürlükleri ölçü almalı, insanın insan olmaktan kaynaklı sahip olduğu hakları kısacası meşruiyeti ile kendini bağlı saymalıdır. Diğer bütün gerekçeleri, düzenin yozluğu ve nimetlerinden faydalanmayı, ikiyüzlülük olarak gören, şahsiyetli bir kişilik olarak tanımlanmalıdır.
ÖRGÜTLENME SORUNU Kitabın başından itibaren aslında ilkeli hedefli bir örgütlülüğün şart olduğunu anlatmaya çalışıyoruz, birey201
sel duruş elbette önemlidir ancak yeterli değildir. Çünkü biz değiştirmek istiyoruz. MESLEKİ ÖRGÜTLENMELER 1. Çekirdek Örgütlenmeler; (Büro ve benzeri birlikler) 2. Demokratik Kitle Örgütlenmeleri: (ÇHD-TOHAV ve Diğer Hukuk Örgütlenmeleri 3. Avukatlık Meslek Örgütlerimiz - BAROLAR 4. Taban Örgütlenmeleri; (DMA, DDA, Çağdaş Avukatlar grubu vb.) 5. Bütün Örgütlenmeleri Kapsayacak Bir Uzman Üst Yapı. (Meclis türü) Bu örgütlenmelerin hiçbiri diğerinin alternatifi olmayıp, bilakis bazen atıl ve yetersiz örgütlenmeler olabilmektedirler. Bu nedenle bu örgütlenmelerin içini dolduracak, demokratik katılımını sağlayacak, işlevli hale getirecek, politika üretebilecek ve bir çekim merkezi olabilecek kurumlar haline getirmeliyiz. İşte her demokrasi kandırmacasının halkın geniş yığınlarının oyunu alması, halkımızın özgürlük özlemlerinden kaynaklıdır. Bugün vicdanlı olan herkes bu adaletsiz düzene veryansın etmektedir. Bu nedenledir ki, kastlaşmış ve halkın dini düşünceleriyle veya nasırına basan politikalar terkedilip, daha esnek yeni örgütlenmelere ihtiyaç vardır. İnsanlar kendi sorunları etrafından örgütlendirilirse suni sapmalar ve yanılgılardan kurtulup gerçek emek verdikleri haklarının sahipliğine soyunacak ve politikleşeceklerdir. Çekirdek Örgütlenmeler : Bu örgütlenmeler bazen siyasi bazen ise ekonomik 202
nedenlerden ötürü genellikle de aynı büroyu paylaşma şeklinde gerçekleşen aile örgütlenmeleridir. Ekonomik sebeplerle kurulanların sayısı pek fazla olmasına rağmen, hem ekonomik hem de ülke ve siyasal idealler sorununa el atmak için oluşturulan aile örgütlenmelerinin sayısı pek fazla değildir. Benzeri birçok büro oluşturulmasına rağmen en istikrarlı, disiplinli, cüretli ve sürekliliğini ispatlamış ve belirli bir saygınlığı yakalamış olan büromuz bu örgütlenmelerin en somut ve olması gereken örneğidir. Çalışma yöntemi ilkeler üzerine dayalı kolektif bir işleyiştir. Denetim mekanizması ise eleştiri- özeleştiri faaliyetinden oluşmaktadır. Kişiler değil ilkeler ve değerler öne çıkarılır. Kendi içinde adil ve eşitlikçi bir iş ve olanak dağılımı söz konusudur. Ekonomik girdiler de aynı adaletli paylaşım ile dağıtılır. Ne var ki, ekonomik girdiler sürekli olarak başkaca amaçlara -örneğin olanağımız varsa Afrika’daki aç insanlara dahi yardım ederiz- ayrıldığı için normal geçim için gerekli olan paradan başkası klasik büro ortaklığındaki gibi paylaşılmaz. Zaten somut durum içinde böylesi arta kalan bir para da olmaz, kıt kanaat geçinilir. Halk düşmanı olmadığı sürece insanların düşünce özgürlüklerine karışılmaz ve birlikte çalışmanın önünde bir engel oluşturmaz. Ülkenin siyasal ve hukuksal sorunlarına göre acil çalışma alanları belirlenir. Çalışanları, genel olarak ezilen, baskı altında tutulan, sömürülen en geniş halk kesiminin safında olduğunu kabul eden proleter aydın olarak tarafını belirlemişlerdir. Tarafsız değillerdir. Her yeni insana kapısı açıktır. Zira hedeflerinden biri de onurlu ve sorumlu hukukçu yetiştirmektir. Bu örgütlenme türü, örgütlülüğün gücünü açığa çıkaran, birlik ve beraberlik ruhunu aşılayan ve geliştiren, birliğin verdiği manevi güç ve maddi güç ile işlere daha ko203
lay yetişebilen, insanların paylaşımcılığını, fedakarlığını arttıran ve cüret kazandıran, pratik mücadelesiyle ülke sorunlarını kavratan ciddi ve disiplinli örgütlenmelerdir. Bireyci yaşamı reddeden bu disiplinli yaşam, insanlara zorla dayatılan değil, gönüllülük ve sorumluluk anlayışıyla gelişen bir çalışmadır. Ekonomik ve siyasi olarak korkmadan mücadele edebilmenin vazgeçilmez ön koşullarından biridir. Aile ve çekirdek örgütlenmeler olarak ifade ettiğimiz bu örgütlenme sayesindedir ki, savunma kişiye değil kuruma bağlı bir ciddiyete kavuşmaktadır. Kolektif çalışmanın zenginliği doğruları ortaklaştırmakta ve hatalı yanları azaltmaktadır. En doğru savunma biçimi bu zenginlik içinde bulunabilmektedir. Bu örgütlenmeler biri diğerinin alternatifi değildir. Geliştirilebilir. HHB gibi çekirdek büro örgütlenmeleri, hukuk örgütleri ve yapılara göre daha aktif olabilmekte kazanılan tecrübe ve dinamizm ile bir çok ülkesel olaylara yetişebildiği gibi, alternatif doktrin konusunda dahi çalışmalar yürütebilmektedir. Biri diğerinin alternatifi değildir dedik. Gerçekten de çoğu zaman biri diğerinin ilk basamağı veya mesleğin öznelliği gereği, çeşitli ve renkli kişilikleri bir araya getirebilmenin, çekim merkezi olabilmenin aracı ve örgütlenmeleri durumundadır. Örneklemek gerekir ise, ÇHD içine sadece devrimci ve demokrat bir kesimi çekebilirken, grup şeklindeki (Çağdaş grup) otonom bir yapıya işlerlik kazandırılıp, kurumlaştırılabilirse daha katılımcı daha özendirici olur. İnsanlar kendilerini de içinde görmek isterler. Dernek yönetim kurullarının çoğu zaman zenginlikleri tıkadığı, kurumu işlevsizleştirdiği bir gerçektir. Katılımı coşkulandırmak için gerekirse grubun ismini dahi yeniden tartışmaya açarak, bir meclis katılımcılığı 204
sağlayabilecek, insanların kendini içinde bulabildiği daha esnek kurumlaşmalar oluşturmanın vakti çoktan gelmiş bulunmaktadır. Bu örgütlenme tipleri yere ve zamana göre de farklılıklar arz edebilir. Liberali, çağdaşı, inançlısı hepsi birden düzenden ve adalet mekanizmasından şikayet eder durumdadır. Bütün bu çevrelerin ortak paydaları örgütlenirse, suni ayrılıkların iyice keskinleşmesinin önüne geçilecektir. Otonom bir yapı meslektaşlarımızın geneline de sempatik gelecektir. Sadece seçim zamanları belirli kaygılarla bir araya gelen bu insanlar, bu tür faaliyetler ile bu defa mesleğin sorunları için bir araya getirilebilir. Ülkenin de sorunlarına müdahale edebilecek bir potansiyel açığa çıkarılabilir. Üç bin civarında taraftarı olduğu tahmin edilen ÇAĞDAŞ Grubun bu potansiyeli daha dinamik hale getirilebilirse tahmin edilenden fazla bir güç yaratacaktır. Belirli dönemlerde bir dernek örgütlenmesi çok gerekli iken belirli zamanlarda ise daha otonom geniş yapıları oluşturmak önemli olabilir. Veya her ikisi birden gerekebilir. Baro gibi meslek örgütlerinin ise daha etkin hale getirilebilmesi için, katılımı canlandırabilecek, özendirici politik çalışmaların ihmal edilmemelidir. Çekirdek hukuk büroları için kendi büromuzu örnek göstermek istiyoruz. Benzeri denemeler sürekli olmuştur.Bu tür örgütlenmeler hem ekonomik açıdan bir dayanışma sağlayacak, hem de birliğin ortaya çıkardığı güç ile kolektif yaratıcılık zenginliğini yakalayacak, devletin baskılarına ve tehditlerine karşı cüreti artıracaktır. Militan bir hukuk mücadelesi için şu an vazgeçilmez bir tecrübedir. Birlikteliğin getirdiği sorumluluklar, insanların paylaşmasını öğrenmesini ve daha duyarlı hale gelmesini sağlamaktadır. Bu tür çekirdek örgütlenmelerde, kişiler değil ilkeler öne çıkarılmalı, o ilkelerle bu yapı benimsenmeli205
dir. Aksi halde devletin baskısı altında dayanması mümkün değildir. Örneğin, o büroda değişik nedenlerle tek bir kişi kalmamış olsa bile yerlerine tecrübelerini aktarabilecekleri bir ilkeler bütünü yerleşmiş ve oturmuş olmalıdır. Kişilerden Oluşan Platform Türü Yapılar: DMA - Bizlerin de içinde bulunduğu militan çözümleri savunan ve uygulamak isteyen devrimci kimlikli avukatlar grubudur. Büromuzun ilk yıllarında belirli bir işlerliği olmuştu. Şimdi ÇHD veya diğer çalışmalar nedeniyle bu yapı aktif olarak çalışmıyor. ÇHD’nin en dinamik yapılarından. DDA- Gene bizlerin de içinde olduğu daha geniş bir kişi platformudur. Daha çok 12 Eylül döneminden sonra meslektaşlarımızın bir araya gelerek sorunlara sahip çıkmaya çalıştıkları bir yapılanmadır. ÇHD’nin oluşumundan sonra bu yapı genellikle bu dernek ile kurumlaşmış oldu. ÇHD’nin aktif gücü bu insanlardan oluşuyor. Geleneksel bir yapı olup, devrimci ve demokrat avukatlardan oluşmaktaydı. Şu anda işlerliği yok. Çağdaş Avukatlar Grubu: Bu örgütlenme de bu ismi kabullenmiş meslektaşlarımızın kendini içinde saydığı en büyük platformdur. İşlerliği zayıf olmasına rağmen bir meclis türü örgütlenmedir. Şimdiye kadar genellikle seçim amacıyla toplanabildi. Gelenekselleşmiş isimlerin çağrısı dışında toplanması zor, hantal bir yapılanma olmasına rağmen toplantılarda genel eğilime göre karar alındığı için demokrasi geleneği olan bir yapılanma. Her seçimden önce kendi içinde geliştirdiği ön seçim ile aday belirleme çalışması da örnek bir gelenek sayılabilir. Bu yapılanma şu anki haliyle ismini dahi hak edemeyecek gerilikte olup, ciddi anlamda 206
kurumlaştırılmasının yolları aranmalıdır. İktidar olduğu dönemlerde ise Baro faaliyetleriyle canlı hale getirilmesi hep sorun olmaktadır. Bu ciddi sorunun önüne geçilmelidir. Demokratik Kitle Örgütlenmeleri: ÇHD, HHB’nin ısrarlı olarak savunduğu ve yaklaşık 2,5 yıl ikna sürecinin yaşandığı bir örgütlenmedir. İlk tartışmaların yapıldığı andan itibaren önemi kavranamamıştır. Yaklaşık iki buçuk yıl süren tartışmalar, onlarca genç meslektaşımızı canından bezdirmiş ve daha ilk süreçte yılgınlığa düşürmüştür. Sürekli olarak siyasi kaygılar nedeniyle kurumlaşmasının önüne geçilmiştir. Tartışmalarda öne sürülen kaygılardan bir tanesi bu tür bir örgütlenmenin sekter ve devletin şiddetini üzerine çekebilecek olması ihtimalidir. Bu kaygıya sahip olanlar dernek yapılanmasının Baroya alternatif olduğunu ileri sürüp karşı çıkmışlardır. Mücadeleyi yalnızlaştıracağı fikrini ileri sürmüşlerdir. Kurulduktan sonra ise gücünü aşan bir niteliğe kavuşunca bu defa da dernek yönetimde temsil için büyük gayret harcamaktadırlar. (Emek Partisi çevresi avukatlar) İlk faaliyet yıllarında 3OO civarında üye kaydı yapılmış olup, daha sonraları yeni üye çalışmasına yoğunlaşamamıştır ve var olan üyelerin çalışmalara katılımı tam olarak sağlanabilmiştir. İsmi büyük ancak, pratiği ismini hak edemeyen bir durumdadır. Kurulduktan bu yana oluşan yönetim kurulları da, katılımın önünü açacağı yerde daha atıl kalmışlardır. Kendimizden kaynaklanan nedenleri elbette ki vardır. Ne var ki çoğu zaman öneri ve politikalarımızı tam olarak taşıyamadığımız süreçler de yaşanmıştır. TOHAV: Yurtsever avukat meslektaşlarımızın, ulusal bakış açılarına göre kurmuş oldukları bir örgütlenmedir. 207
Ulusal motifli olma iddiasına rağmen, çok geniş olan Kürt yurtsever hukukçu çevresini toplayamadığı gibi, dinamizme bir yapılanma da kuramamıştır. Kürt hukukçular çevresi için has olmak üzere, ÇHD’nin yaşadığı sorunlara benzer sorunları aynen yaşamaktadırlar. Kendi sorunlarına yoğunlaşma adı altında, içine kapanmış, var olan gücünü ortaya çıkaramamış ve aynı zaafları da bağrında büyütmüş bir yapılanmadır. MESLEK ÖRGÜTLERİMİZ - BAROLAR Tarihten ve yasadan gelen nitelikleri gereği ciddi baskı grupları olması gereken avukat meslek örgütlenmelerinin durumu da aynı şekilde içler acısı durumdadır. Baro yönetimleri iyi niyetli insanların elinde olsa da, bakış açılarındaki eksiklikler ve demokratik katılımın bir türlü sağlanamaması kendilerinden beklenen görevlerini yerine getiremiyorlar. Bugüne kadar maalesef etkili, mücadeleci, hak ve özgürlükler için mücadele eden bir baro yönetimi oluşamamıştır. İlkeli hukuk büroları, kişi platformları, dernek örgütlenmeleri ve meslek örgütlenmeleri şeklinde sıralanan kurumların hepsinin ortak sorunu icelik ve nitelik olarak yetersizlik, katılımı sağlayamama, yönetim tıkanıklığı, pratiğe boğulma, devlet ve kitle tepkisinden etkilenme, sonuç olarak da beklenen hizmeti verememek şeklinde somutlamaktadır. Bu konudaki önerilerimiz: 1 - DGM’ler haklarını almak isteyenlere karşı kurulmuş siyasi yapılardır. Gözaltında kayıplar, binlerce köyün yakılıp yıkılması, infazlar ve işkenceler temelinde bunlar vardır. Faşizmin her şeyi planlı ve programlıdır. Faşizmin baskısı tüm halka yönelmiştir. 208
2 - Hak ve özgürlüklerin savunulmasında esas alacağımız unsurların merkezinde sürekli olarak ezilen, sömürülen, baskı altında tutulan halk kesimleri olmalıdır. Bu mücadele tarzı, bütün adaletsizliklere ve haksızlıklara karşı duran her kesimi birleştirecektir. Olaylara sınıf bakış açısıyla yaklaşılmadığında ya da ülkenin siyasi durumunu doğru tespit edilmediğinde siyasi ve demokratik mücadele hattında zig zaklar çizer ve sonuç alamayız. 3 - Mesleğimizi yozlaştırmaktan çekip çıkarmanın, duyarlılığı ve katılımı arttırmanın diğer formülü endişe edildiğinin tersine, mücadeleyi siyasallaştırmaktır. Siyasallaşmak, tarafını doğru tespit etmek, günlük hayattaki sorunların çözümünün ülkedeki diğer sorunlardan bağımsız olmadığını kavramak ve her türlü sorunun çözümünün ortak mücadele içinde çözüleceğine inanmaktır. Ülkemizin temel sorunları Kürt ulusal sorunu, devlet şiddetinin artması, emekçilerin haklarının sürekli saldırı altında olmasıdır. Bu hakları sahiplenmek ise insan olmanın verdiği sorumluluktan kaynaklanmaktadır. Avukatlar mesleklerini gereği olarak daha fazla sahip çıkmalıdırlar. 4 - Tarih ve sınıf bilincini geliştirmek gereklidir Tarih ve sınıf bilinci haklarımızı daha bilmemizi, kavramımızı ve bunun için neden ve nasıl mücadele edeceğimizi gösterecektir. Avukatlar haklarını iyi bilen kişilerdir diye düşünenler olmuştur. Gerçek öyle değildir. Çünkü biz temel haklarımızı bilmeyen baro başkanları da gördük. 12 Eylül sürecinden müvekkilimiz olan Dursun Karataş ve avukat arkadaşımız Zerrin Sarı 1993 yılında Fransa’da tutuklanmıştı. Türkiye’ye iadesini engellemek için Türkiye’deki insan hakları ihlallerini ve yasal mevzuatı anlatan 3 klasör, 2 bin 500 sayfadan oluşan savunma 209
dosyasını, Ankara’daki Fransız Elçiliği kanalıyla yargılamanın yapılacağı mahkemeye göndermek isterken, elçilik randevu saatinden birkaç saat önce Ankara’da savcı N. Demiral tarafından dosyalarımız ile birlikte gözaltına alınmıştık. İşte bu gözaltı sırasında dışarıda bulunan arkadaşlarımız, bir örnek nüshayı İstanbul Barosu eliyle elçiliğe gönderilmesini rica etmişler. Baro da kabul etmek zorunda kalmış. Yaklaşık bir ay geçmesine rağmen dosyalar bir türlü teslim edilmiyordu. Bunun üzerine dosyaları geri alıp elçiliğe kendimiz götürdük. Çok sonraları öğrendik ki, “eğer biz bu dosyaları götürürlerse, baro yöneticilerini örgüte yardım etmekten gözaltına alıp tutuklayabilirler” kaygısı yönetimde ağırlık kazanmış ve bu nedenle dosyaları vermemişlerdi. Bizlere de utandıkları için söyleyemiyorlarmış. Bir Baro başkanı ve yönetiminin endişe ettiği şeye bakınız. Ne yasada ne de hakkaniyete sığan bir anlayış. Daha kendi haklarını bilmeyen bir baro. Oysa Baro başkanı ve yöneticileri radikal söylemlerle yönetime seçilmişlerdi. Tam da bu noktada mesleki bilinçlenmeye fazlasıyla ihtiyacımız olduğu görüşündeyiz. Çokça örneği yaşandığı üzere, meslektaşlarımız yargıç, savcı, polis karşısındaki haklarını bilmemektedirler. Bu nedenledir ki baskıdan olağanüstü etkilenip, adeta kişiliklerini yitirme noktasına gelmektedirler. Mesleki eğitim de teorik bilgi ile birlikte pratik uygulamaya içerisinde yapılmalıdır. Eğitim staj programlarından başlayarak düzenlenmelidir. Eğitimi tamamlayan bir çok etkinlik, çalışma ve faaliyet örgütlenmelidir. Örneğin İstanbul Barosu’nun son yıllardaki CMUK faaliyeti meslektaşların haklarını bilince çıkarmasına, devletin yapılanması konusunda fikir edinmesine ve duyarlı210
lığının artmasına neden olmuştur. Örneğin işkencenin münferit bir olay olmayıp, devletin bir politikası olduğu ancak pratik içerisinde kavranabilecektir. Hukuka aykırı uygulamalar ile karşı karşıya gelen idealist genç arkadaşlar olumlu yönde gelişecek, hukuka ve hak ihlallerine daha duyarlı olacaklardır. 5 - Faaliyetlerde demokratik katılım sağlanmalıdır Demokratik katılımın sağlanabilmesinin yolu siyasi kaygılardan uzak, emeğe saygılı bir davranış tarzının hakim kılınması ve bu kuralın ahlaki olarak benimsenmesidir. Bu sağlanamadan sahiplenme olmayacak ve örgütlerin geleceği de tehlikeye girecektir 6 - Demokratik örgütlenmeleri dinamikleştirebilecek, katılımı canlandırabilecek Meclis türü örgütlenmeleri oluşturmak hedeflenmelidir. Avukat örgütlenmeleri için de Meclis türü yapılanmaların katılımı sağlayacağı suni ayrılıkları ortadan kaldıracağı görüşündeyiz. Örneğin “Çağdaş” ismi sadece belirli bir kesimi ifade etmektedir. Ülkemizdeki adil olmayan düzen ve eşitsizlik, insan hakları sorunları bugün daha farklı kesimlerin sorunu haline gelmiş bulunmaktadır. Örneğin, din bezirganı RP dahi bu duyarlı oyları çekebilmek için insan hakları söylemli propagandaya ağırlık vermiştir. Meclis türü örgütlenmelerden kastımız, suni ayrılıkları ortadan kaldırabilen, ortak sorunlarda ortak mücadele olanağı yaratabilen, oluşacak güçle üst yapıları etkileyip sonuç alan, demokratik katılımın olanaklarını yaratan taban örgütlenmeleridir. Yıllardır, İstanbul Barosu bölgelerde meclis çalışmasını örgütlenmeye çalışmış, ancak, bu bakış açısıyla olaya yaklaşmadığı ve yönetime katmaktan çok destekçi aradığı için başarılı olamamıştır. Avukat kitlesinin gelenekselleşmiş isimlerinin dışında bu çalışmalara birkaç toplantıdan sonra kimse itibar etmemiştir. 211
Çağdaş Avukatlar Grubunun toplanma karar mekanizmaları kısmen Meclis çalışmasıdır. Ancak bir devamlılığı olmaması, bütün üyelerine ulaşma ve politikalarını tanıtıp benimsetebilme olanakları yaratılmamış olduğu nedeniyle işlevli olamamıştır. Meclis tarzı örgütlenme, mücadeleye emek vermek isteyenleri bir araya getirecek, insanların birbirlerini tanıma fırsatı bulacağı, önyargılarından uzaklaşarak, bu çekim merkezi olabilecektir. Bugüne kadar ülkemizin insan hakları ve diğer hukuksal haksızlıklar sorunu çağdaş grubun göreviymiş gibi savunuldu. Elbette ki böyle olmalı. Ne var ki, bu grup Baro seçimleri dışında hiçbir sosyal gelişmeye ilgi gösteremeyen, geleneksel içeriğinden uzaklaşıp, kültürel ve siyasi organizasyona sahip olmadı. Örneğin, bu yapıyı kimin toplama yetkisinin olduğu dahi belli değildir. Gelenekselleşmiş kişilerin dışında bu yapı toplayabilen olmamıştır. Çağdaş grup Baro dışı örgütlenmelerden öcü gibi ürkmektedir. Baro içinde de faaliyeti, “iyi bir yönetim belirlemek” şeklindedir. Hak ve özgürlükler sorunu, geniş bir kesimi ilgilendirmektedir. Liberaller de, inançlılar da, adaletin içinde bulunduğu acizlikten şikayetçi hale gelmişlerdir. O halde çağdaş ismi altında geniş bir birliktelik oluşturabilmenin mümkün olmaya yetmediğini bir kez daha ortadır. Baskı aracı olabilecek daha geniş çevrelerin duyarlı kesimlerini bir araya getirmeyi başaracak yapılanmalara gerek olduğu görüşündeyiz. Devletin planlı bir yapılanması çalışması sonucunda, halkımız ekonomik ve siyasi çıkmazlar, dini oyalamalara kapılmıştır. Bu inkar edilemez. Halkın önemli bir kesimi umut arayışlarını dinde aramaktadır. Bu arayışlar yaratı212
lan maddi olanaklar ile de ödüllendirilince elbette ki, dini gericilik çığ gibi büyümektedir. Ancak, bu umuda direk karşı olunarak karşı koyulamaz. Mutlak olarak demokratik hak alma mücadelesinin içine çekilmelidirler. Bir dönemler Alevi-Sünni çelişkisiyle insanlar uzun zaman oyalandı. Birbirine kırdırıldı. Bugün ise bir devlet politikası olarak Alevilere, Kürt ulusal mücadelesinin en yüksek olduğu süreçlerde “bir hoş görüymüş” gibi ibadet olanakları sunulmaya çalışıldı. Bunların hiçbiri samimi değildir. Maraş ile Çorum Alevi katliamını yapan da dönemin devleti olup, bugün bu suçlar Susurluk olayıyla ortaya çıkmıştır. Devlet ekonomik çıkmazlarını katliamcı ve suni gündemleriyle doldurmakta iken bizler daha politik bir program ile her kesimden meslektaşımızı ortak bir çatı altında birleştirmeliyiz. Avukat kitlesi içinde duyarlı, sorumluk sahibi geniş bir kesim mevcuttur. Liberal görüşlü olduğu halde çoğu çağdaştan daha duyarlı olabilen insanlar çıkabilecektir. “Demokrasi”nin olmadığı yerde, “Laiklik” onun garantisi olamaz. Bizim devlet dairelerinde dahi başörtüsünün takılmasına tavrımız olumsuz değildir. Din bezirgânlığı ve etkisindeki gericiliği engellemenin yol ve yöntemine herkesten fazla kafa yormakta ve mücadele etmekteyiz. İnsanların ekonomik ve demokratik talepleri etrafından örgütlendirilmesi veya mücadele ve destek sunulması bu etkiyi önleyebilecektir. 7- Örgütlenme faaliyetleri, fakültelerden, öğretim üyelerine, bütün adaylar veya meslektaşlarımızı kapsayacak şekilde temellendirilmeli, ayrıca uluslararası boyutu da hiçbir şekilde ihmal edilmemelidir. Ekonomik ve siyasi krizler devletin biraz daha şiddetini arttırasına neden olacaktır. Bu da var olan bir kı213
sım hakların da iyice ortadan kalkması anlamına gelir. Can pahasına kazanılmış haklarımızı elde tutmanın en önemli yollarından biri örgütlenmelerin pekiştirilip, uluslararası boyutta güçlendirilmesi ile mümkün olacaktır. Avrupa ülkelerindeki duyarlı meslektaşlarımız ile sürekli bir ilişki halinin sürdürülmesi ve yakınlaşmanın sağlanması kaçınılmaz görevlerden biri olmaktadır. Ayrıca, küçük ve tüketime yönelik sanayinin gelişimi hatırı sayılır bir küçük burjuva kitlesinin oluşmasına neden olur. Küçük burjuva kitlesinin oluşumunda, yoksul insanların çocuklarını meslek ve iş sahibi etmek için okutmalarının da etkisi büyüktür. Kapitalist gelişim bununla bitmemektedir. Kitlelerin düşünce ve psikolojisinde de yaptığı önemli değişiklikler vardır. Bu özellikler; çelişkilerin görünüşte yumuşaması; birçok alternatifin sunulması dolayısıyla umutların bitmez tükenmez bir hal alması ve sürekli diri tutulabilmesi; sınıf atlama tutkusunun artması; tüketim kültürünün oluşması -yiyeceği yok iken renkli televizyonu bulan aileler buna örnektir- boş umutların “şükür” edebiyatı ile süreklileşmesi; devletin güçlülük imajı ve son bulmayan baskı ve katliamların etkisi; -devletin zorba yapısı, kapitalizmin yukarıdan aşağıya gelişim izlemesi olgusu ile birleştiğinde devletin her faaliyetinin nimet olarak algılanmaktadır. Devlet kitlenin gözünde bir elinde sopa, diğer elinde havuç olan bir organizasyon olarak şekillenmektedir. Kitleler örgütsüz ve idealist bakış açısına hakim olup, bu statüden memnun olmamakla birlikte günlük geçim derdini düşünerek, devlet ile çatışmayıp verilen havuç ile yetinmektedir. Sürekli olarak sefaletten dem vurulup sonrasında “bananeci” bir eylem tarzının kökünde bu maddi ve manevi olgular yatmaktadır. Önceden de belirttiğimiz gibi ülke214
miz bir küçük burjuvalar ülkesidir. Adeta herkes yaşamı değiştirecek sihirli bir değnek beklemektedir. Sınıf atlama özlemi ile yanıp tutuşmaktadır. Bu beklenti kitleleri düzen sınırları içine hapsetmiştir. Politik olaylara kayıtsızlığın nedeni budur. Demokratik mücadele bu gerçekleri dikkate alarak ilerlemek ve buna uygun bir tarz benimsemek zorundadır. Demokratik mücadele ülke gerçeklerinden kopuk olamaz. Siyasi gelişmeler ile iç içedir. Bu da, bizi yasallıkla değil meşru mücadele güçlerinin paralelinde bir tavır almaya zorlar. Proletarya devrim yapmaya karar verirse, proleter aydınları olarak bizler de onun öncüleri ve destekçileri olmak zorundayız. Hatta, bu kararı güçlendirmek görevi bizlere düşmektedir. Halkın öncüsü olarak halka gerçekleri açıklayıp doğru tavır almalarını sağlayabiliriz. Devletin sınıfsal niteliğini anlatmak, faşist örgütlenmesinin ifşa etmek, kontrgerillaya ağırlık verilmesi sonucu oluşan Susurluk olayında gördüğümüz üzere çeteleşme şeklindeki iç çelişkileri dışa vurmasını sağlamak elimizdedir. Katliamlar, köy boşaltmaları, kayıplar politikası, Kürt halkı üzerindeki acımasız kıyım ve asimilasyon faaliyetleri, ulusal baskı, sosyal güvencesizlik, adaletsizliğin gün gün artması, bütün anayasal ve demokratik ve anayasal hakların gasp edilmesi, güvencelerin kaybolması, sendikal güvenceler ve grev hakkı vb. gibi sayamadığımız daha onlarca sorun bizlerin demokrasi mücadelesinin öncüsü olmamızı ve müdahale etmemizi gerektirmektedir. Önemli bir kısım hukukçu aydınımızın hak ve özgürlükler savunucusu olarak gündemi doldurması zorunludur. 215
MEŞRUİYET ANLAYIŞI VE HAKLILIĞIN GÜCÜ Demokrasi mücadesinde hangi tür örgüt olursa olsun meşruluk bilincine sahip olmalıdır çünkü demokrasi mücadelesi bir hak alma mücadelesidir. Hak alma mücadelesi sömüren ve sömürülen ile ezen ve ezilen sınıflar var oldukça haklı mücadele sürecektir. Hak kimden talep edilir? Öncelikle egemen olandan talep edilir. Devletten, patrondan,ağadan aile reisinden.... Peki neye dayanarak? Yasaya dayanadak mı? Elbette yasada var ise onu dillendirirsin. Mesela dilekçeye yazarsın ? Ya da o kanun maddesine dayanarak dava açarsın, Ya yoksa? İnsan olarak, işçi olarak, kadın olarak ya da vatardaş olarak doğallığında sahip olmamız gereken haklar yasada yazmıyorsa ne yapacağız? Hadi daha da ileri gidelim; Yasada yazdığı halde uygulanmıyorsa ne yapacagız. a) ‘Vermiyorsa bir bildiği vardır’ Hakkımızda hayırlı bir şeyse mevlam verir zaten. b) Ne yapalım vermesi gerektiği halde vermiyor;Kendi düşünmesi gerekir. c) İstedim ama vermiyor. ne yapayım devlete karşı mı çıkayım? Zorla alamam ya! d) Bak falancalar istedi aldı. Tabi O’nların sendikası var. e) Yapalım diyorum kimse oralı olmuyor. Söze gelince ‘tamam’ ama kimse öne çıkmıyor. Alemin delisi ben miyim? Herkes yaparsa yaparım. Toplumumuzda hangi düşünme biçimi hakim? Sırasıyla bütün şıklar değil mi? Bir de f şıkkı var, 216
Meşruluk yasada yazsa da yazmasa da talebinin hak olduğunu bilmektir. Başkaları ne düşünürse düşünsün hakkını talep etmektir. Hakkın yerine getirilmesi için egemeni her düzeyde zorlamaktır. Bu zor teşhiri de, örgütlenmeyi de, iş bırakmayı da, işgali de, zor alımı da kapsar. Egemen şiddete başvurduğunda, hakkını istemek için eylem yapmaya izin vermediğinde, işkence ettiğinde, tutukladığında hakkını istemekten vazgeçmemektir. Hak bilincini yaymaktır. Amacımız meşru bir hak olanı yasal hale getirmek,yasal olanı uygulatmak olmalıdır. Halkın aydını halkın avukatı da kendini yasallıkla sınırlamaz. Oysa maalesef ülkemizde çoğunlukla ilk beş şık hayata geçiyor. Bu yüzden halkımızı suçlamıyoruz. Bu durumun tarihsel sebepleri var biliyoruz. Siyasal, ekonomik, sosyal gerekçeleri var, farkındayız. İşte bizim görevimiz tam da bunu değiştirmektir Osmanlı’da herşey padişahın malıydı. Halk, vatandaş değil kul idi. Padişah Allah’ın yeryüzündeki gölgesi olup, iradesi fermandı. Ve onun yetki verdiği valilerin, paşaların, beylerin de astığı astık, kestiği kestik idi. Kadıya herkes ulaşamazdı. Ulaşsa da şeriata uygun hüküm verdiği düşünüldügünden iradesi sorgulanamazdı. Kur’an okuyan şeriatı bilen o kadar az insan vardı ki neye göre ölçüp tartsın bilmek zordu. Zulme karşı durmak padişa isyan, padişaha isyan Allah’a isyan gibiydi. Bütün bunlara karşın halk kendi inanç değerlerini, kendi yargısını kendi edebiyatını, kendi sanatını yaratmayı bilmiştir. Kendi mahkemelerini oluşturmuş ve yürütmüştür. Ve yüzlerce kez büyüklü küçüklü isyanlar yaşanmıştır. Cumhuriyet’ in ilanı ile birlikte çok önemli yasal ve ku217
rumsal değişiklikler yapıldı. Örneğin harf devrimi yapılmış, okullar açılmış, halk arasında okuma yazma bilenler giderek artmıştı. Seçme seçilme hakkı tanınmış yasalar çıkmış ve mahkemeler açılmıştı. Ancak Cumhuriyet de kuruluşundan itibaren yapısal sorunlar taşıyordu. 1923’lerden itibaren yukarıdan aşağıya doğru inşa edilmeye çalışılan bir milli egemenlik anlayışı vardır. Bağımsızlık ise milli sermaye, tabir yerinde ise ancak milli kapitalizm ile mümkün olabilirdi. Oysa daha Osmanlı zamanında kapitalizm serbest karakterini yitirmiş tekelleşmeye başlamıştı. Bunun sonucu olarak da Çin’den Afrika’ya dünya pazarlarına yayılmıştı. Osmanlı’nın yıkılıp dağılmasına sebep olan savaş ise gerçekte emperyalistlerin dürya pazarlarını paylaşmasından başka bir şey değildi. Böylece genç Cumhuriyet Milli bir sermaye sınıfı yetiştirmek ve böylece kapitalist gelişimini gerçekleştirmek amacıyla, ülkede var olan sermayeyi; girişimci komprador sınıfı koruma ve kollamaya almıştır. Bunun sonucu olarak da kitleler yoksulluğa itilmiştir. Yoksulluğun tepkiye dönüşmesini engellemek için halka karşı baskı ve zor kullanmaya devam etmişlerdir. Bu dönemde Bolşevizm ve Avrupa ülkelerindeki burjuva demokratik devrimleri ülkemiz aydın kesimini etkilemiş ve coşkulandırmıştır. Gelişen bilinç Kemalist diktatörlük tarafından da zorla bastırılmıştır. Bu arada toprak zenginleri giderek güçlenmiş ve devlet yönetiminde giderek daha etkili hale gelmişlerdir. Örneğin cumhuriyet rejiminin bekası için başından beri gerekli görülen toprak reformu, yasası da hazır olduğu halde hiç bir zaman uygulanamamıştır. 195O’li yıllara gelindiğinde ise, özenle korunan işbirlikçi sınıf güçlenmiş, palazlanmış ve devlet erkini ele geçirmiştir. Bu tarihten sonra aşama aşama, 218
siyasi ve yönetimsel açıdan da ABD ve CIA denetiminde kontr-güçler yetiştirilmeye başlanmıştır. 1961 Politik Devrimiyle Kemalistler son barutu da tüketmiştir. Ekonomide hiçbir açılım yapamazken demokratik politik bazı hakları Anayasa’ya taşımıştır. Ancak 1961 yılında bile hala sınıf gerçeğini görmezden geliyorlardı. Oysa ya emekçi halk kitlelerine dayanacak ve halkı üretim araçlarının sahibi olmasını kabul edeceklerdi ya da üretim araçlarının sahibi sermaye sınıfına boyun eğeceklerdi. Gerek halktan duyulan korku, siyasi gelenekler ve içinde bulundukları ideolojik karmaşa nedeniyle gerekse işbirlikçi sermaye sınıfıyla kurdukları bağlar sebebiyle ikincisini seçtiler. 1961 politik devrimi yaklaşık iki yıl sonra, bütün uygulana bilirliliğini yitirmeye başlasa da bu gelişme kitlelerin demokratik hak arama bilincini geliştirmiştir. DEV-GENÇ hareketi bu dönemde doğmuştur. Kağıt üzerinde var olan hak ve özgürlükler duyarlı kamuoyu bilincinin gelişmesini sağlamıştır. 1961 Anayasasından önce hak ve özgürlükler alanında gelişmeler olsa da daha kapsamlı ve bütün olarak 61 Anayasında yerini almıştır. 2O yıl sonra 12 Eylül açık faşizmi ile bu hak ve özgürlüklerin bütününü ortadan kaldırmıştır. Uzun süren baskı yıllarının korku perdesi 1984’lerden sonra hapishanelerde başlayan devrimci mücadele ile aralamaya başlamış, 199O’lara gelindiğinde ise alanlar ve sokaklara taşarak bu korku perdesi nihayet yırtılabilmiştir. Ancak yırtılan sadece korku perdesidir. 90 yıllardan sonra hak ve özgürlükler mücadelesi halkın mücadelesi ile ilerlemiştir. Ne Kemalizm ne de başkası bir hak bahşetmemiş aksine mücadeleyi baştırmaya çalışmışlardır. 1 Mayıs alanları kan ve can bedeli kazanılabilmiştir.Kanla alınan 1 Mayıs meydanları reformist ve 219
sarı sendikalar tarafından gasp edilmeye çalışılmaktadır. Ülkemizde gerek aydınların gerekse emekçi kesimlerin zayıf oluşları sebebiyle demokratik mücadele de ekonomik mücadele de devrimci güçlerinin önderliğinde devam etmektedir. Küçük burjuva aydın sınıfın zayıf olması ne anlama gelmektedir? - Birincisi büyük oranda örgütsüz olmaları anlamına gelmektedir. - İkincisi ideolojik karmaşa içinde olmaları ve geleneğe sahip olmamaları anlamına gelmektedir. Bir gelenekten söz edebilirsek o da iktidara karşı hak alma mücadelesini değil iktidar mekanizmalarını darbeyle ya da siyaset oyunlarıyla ele geçirme ya da devlet içinde söz sahibi olabilme mücadelesidir. Ya da bilgi ve donanımını devleti yönlendirmek için kullanmak istemektedirler. Halka dayanmamaktadırlar. Oysa halk için ve halkla birlikte mücadele etmiyorsanız aydın değil teknokrat ya da entelektüel olabilirsiniz. - Üçünçüsü de meşruluk bilincine sahip olmamaları anlamına gelmektedir. Zulme karşı ayaklanmak meşrudur. Biz istesek de istemesek de bizim dışımızda sınıf savaşımı devam ediyor. Peki bunun karşısında Devrimci-demokrat aydın hukukçular olarak bizler nasıl düşünmeliyiz? - Bu mücadeleyi belirlenen tarihsel ve sınıfsal haklılıktır. Bu mücadele yasallık değil meşruluk sınırları içerisinde sürdürülmelidir. Meşruluk bilinci olmadan hak kazanmak mümkün değildir. Çünkü bizim gibi yeni sömürge ülkelerde halka karşı örgütlendirilmiş militarist bir yapı bulunur. Her hak talebi zor ve kanla bastırabilir. - Taraf olduğumuzu kabul etmeliyiz. Tarafsız değiliz. Tarafsız olabilmek için öncelikle tarafların olmaması ge220
rekir. Herkesin birey özgürlüğü ile yaşayabildiği ortamda ancak bu tarafsızlık mümkün olabilir. Bu da ancak komünizmde mümkündür. Bu yüzden tarafımızı secmeli ve tüm bilgi beceri ve olanagımızı halktan yana kullanmalıyız. Sürekli bir milli krizin varlığı, halkın düzenden sürekli olarak şikayetçi olmasına rağmen suskunluğu seçmesi suni dengenin sonucudur. Ancak suni dengeye rağmen halkımız haklı olduğunu bildiği zamanlarda hakkını aramak için gerek bireysel olarak gerekse de birlik olarak ayaklanır. Ve kıyasıya bir mücadele başlar. Birkaç örnek verelim. 1995 GAZİ İSYANI: Bu isyan halkın adalet talebi arayışına yöneliktir. Bölge halkının yoksul olması, yıllardır bu bölgede devrimci mücadelenin gelişkin olması, kendiliğinden gelişen isyanın daha sonra, önderliğini devrimcilerin yapması, halkı gerçek hedefine yöneltmiştir. Devlet isyan boyunca 2l kişiyi katletse de korkuyla değil, halk taleplerini kabul ettirdiği için isyana son vermiştir. Bu isyandaki meşruiyet çizgisi, haklılık bilinci, adalet isteği ve birlik-bütünlük içinde hareket edilmiş olması başarıyı sağlamıştır. Alevi halkına yönelik bir saldırı söz konusudur. Saldırının kontrgerilla tarafından örgütlendiği bilinmektedir. ELBİSTAN VE ÇORLU HALK İSYANLARI: Bu iki isyan da aynı yıl içinde, benzer nedenlerle ortaya çıkmıştır. Elbistan sağın kalesi olarak bilinmesine rağmen namusuna dolanan polislerden hesap sormak için isyan etmiştir. Kadın-erkek ilişkileri açısından çok “hoşgörülü” olarak bilinen Çorlu halkı da aynı gerekçe ile subaylara karşı isyan etmiş ve askeri tesisi taşlamıştı. Her iki isyan da 221
geniş katılımlarla gerçekleşmiştir. Bu üç isyanın da nedenleri aynıdır. Adaletsizlik, inançlara saygısızlık ve yok sayma. Gazi ayaklanması tarihsel ve sosyal koşullar nedeniyle daha devrimci nitelik taşımaktadır. Bütün bu isyan hareketleri halkın öfkesinin dışa vurumudur. Halk ayaklanmış burda avukat ne yapabilir ki demeyin! 1 - Öncelikle neden sorusunu sormalı ve sordurmalıyız. Burjuvazi tartışmayı asıl mecrasından çıkarmaya çalışacaktır. Yok birileri çiçekleri kopardı. Birileri bankamatiğe zarar verdi. Şunlar yüzünü kapattı....vb....vb.. Oysa asıl mesele konrgerillanın infazıdır. Bir bakarsınız ki basbaşka şeyler konuşuluyor. Tartışmayı ana halkasından ayırmamak bizim görevimizdir. Bunu prapaganda araçladını kullanarak ya da bire bir konuşarak yapacağız. Basını ve halkı bilgilendiren açıklamalar yapacağız. İlgili DKÖ lerin gerçeği açıklamalarını sağlayacağız. Raporlar hazırlayacağız. Kitaplar yazacağız. 2 - Halkın ve emekçilerin haklı taleplerini destekleyeceğiz. Ve taleplerinin yerine gelmesi için canla başla çalışacağız. Olayların sıcaklığı ile sözler verilir vaadlerde bulunulur. Bu sözlerin yerine getirilmesinin takibini bizler yaparız. Halka karşı işlenen suçlar varsa bunun takibini yapacak olan da bizden başkası değildir. 3 - Toplumsal olaylar sırasında polis milletvekillerinden ya da aydın sanatçılardan yardım isteyebileceği gibi özellikle avukatlardan yardım istemektedir. Burada iktidar bizleri toplumsal olayı bastırmak ya da dağıtmak için kullanmak istemektedir. Oysa hak talep eden kitlelere dağılın demek avukatın işi değildir. Bir hak arama mesleği icra eden avukattan bunu beklemek saçmadır. Bir 222
toplumsal olayı dağıtmak idari organların işidir. Bu demek değildir ki bizler bu tip olaylarda rol almayacağız, eylemcilerin taleplerine cevap vermeyeceğiz ya da idari organların arabuluculuk tekliflerini reddedeceğiz. Bizler hem tecrubemiz hem de teknik bilgimizle meselelerin içinde yer almalıyız. Bize güvenen emekçilerin, öğrencilerin, tutsakların hakkı gasp edilmiş insanlarımızın taleplerinin nasıl yerine getirilebileceğinin yollarını araştıracağız. Bunun nasıl mümkün olacağını anlatacağız. Verilen sözler olursa da bunu güvence altına alacağız. Daha önce anlatmış olduğumuz gibi örneğin anlaşmayı tutanak altına almak önemlidir. Ya da verilen sözün fiilen yerine getirilemez olduğunu söylemek ve fiilen imkansız sözler verilmesini engellemek bize düşer. Eğer anlaşma yoluna gidilmeyecek ise de dağılma çağrısı yapmak avukatın işi değildir. Ayaklanan ya da eylem yapan kitlenin canına tak demiş bir kitle olduğunu unutmamalıyız. Büyüm ihtimal ile daha önce her yolu denemiş ve sonuç alamamışlardır. İnsanlar bedel ödemeyi göze alarak harekete geçmişler ise istekleri çok güçlüdür. Eğer sonuç alamazlarsa sizi sorumlu tutacaklardır. Onları geldikleri bu noktadan caydırmak hem tarihsel bir sorumluluk hem de haksızlıktır. Zaman zaman kitle eylemlerinde polisin objektif ajanlığını yapan avukatlara da rastlıyoruz. Niyetlerinden bağımsız olarak bu kişiler halka karşı iktidar ile, zayıfa karşı güçlü ile birlikte hareket etmektedirler. Onlar polis saldırısına karşı kitleyi korumak istemektedirler. Oysa köpekleri, jopları, silahları ile kitlenin karşısında durmaktadır polisler ya da askerler. Kitle de onların neler yapabileceğini bilmektedir. Zaten şiddet kullanmaları kitleyi taleplerinden caydırmak içindir. Onların şiddet araçlarıyla orada bulunması bile caydırıcılık içindir. İşte avukattan polisin 223
bu caydırıcılık gücünü arttırma görevi görmesini isterler. Meşruluk bilinci burada kendini gösterir. Avukattan kitleye, yaptıklarının yasal olmadığını biraz sonra korkunç bir saldırı gerçekleşeceğini, haklarını dava açarak aramalarını söylemesi istenmiştir. Meşruluğu olmayan avukat söyleneni fazlasıyla yapar. Meşruluk bilinci olan ise polisi saldırıdan vazgeçirmeye çalışır. O’ na eylemcilerin fiili ve hukuksal haklılıklarını anlatır, müdahalenin haksız ve hukuksuz olduğunu gösterir. Polisin ya da jandarmanın anayasaya uydukları pek görülmemiştir. Onlar yasaya hukuka ya da adalete vicdana göre değil talimatlara göre hareket ederler. Aynı şekilde savcılar da bu tip meselelerde büyük oranda polis gibi hareket ederler. Yani kararı veren aslında siyasi iradedir. Yargı bağımsız olsaydı bile ancak cezalandırma ya da tazmin yönünde iş görebilirdi. O iş işten geçtikten sonra. Yoksa olayların seyrine etki etme gücü çok zayıftır. Örneğin Bergama’da siyanürle altın arayan eurogold şirketine karşı dava 1994 yılında açıldı ancak hala bu konuda bir karar verilmedi. Şirket ise ağaçları kesmeye ve doğayı zehirlemeye devam ediyor. Öyle bazı haksızlıklar var ki Mahkeme iyi bir karar verecek olsa bile adaletin yerine gelmesi için mahkemelerin karar almasını beklemek bir yıllar sürer. davacının bunu görmeye ömrü vefa etmez, Demokratik mücadele devrimci mücadeleye bağlı olarak gelişmektedir. Bazen demokratik eylemler devrimci bir niteliğe dönüşebilir. Örneğin Susurluk’taki devletten hesap sormak için, “Sürekli Aydınlık İçin 1 Dakika Karanlık” eylemlerinde, kitlelerin rahatlıkla katılabileceği, kitlesel ve adım adım mücadele yükselen devrimci mücadeleler basit demokratik eylemlerle başlamıştır. Aynı şekilde meselenin şu partinin ya da şu kesimin 224
iktidara gelmesi ile çözüleceğini söylemek de kitleleri aldatmaktır. Ülmesizde bir çok sorunun çözümü ancak devrimle mümkündür. Bağımsızlım ve halk egemenliği de buna dahildir, hatta trafik sorununu bile çözemez bu düzen, çözüyorum diyerek sermayeye yeni kazanç kapıları ve halka yeni külfetler açar. Bu nedenle de bütün umutlar sahte söylemlere değil gerçeğe ve devrime yöneltilmelidir. Parlamentoyu hedef ve umut haline getirecek politikalardan özenle kaçınılmalıdır. Bundan Parlementer mücadelenin red edildiği anlamı çıkmamalıdır. Sadece parlementer mücadeleye endekslenen demokrasi mücadelesinin ülkemiz açısından yanılgı ve kitlelere sahte ve kısa vadeli umut aşılayan, düzenin kanallarına taze kan taşıyan faaliyetler bütünü olarak görmek gerekir. Devletin zoru ve baskısı, sosyalist yapılanmalardaki geriye gidiş, emperyalist kültürün bombardımanı, ulusal hareketin avantajı yanında getirdiği milliyetçiliği körükleyici dezavantaj nedeniyle, demokratik haklılık bilincinde yıpranmalar meydana gelmektedir. Öyle ki 12 Eylül Cuntası döneminde hapishanendeki tutsaklara bir gaz bombası atılması tepkilere neden olmuşken, 1995’lere gelindiğinde hapishanelerdeki katliam meşru hale getirilebiliyor. 198O’li yıllarda, devlet köylerin çevresini bombalarken dahi bunu gizliyordu. Bugünlerde böbürlenerek kaç köyü ne için yaktıklarını ve kendi topraklarını bombaladığını gurur verici bir operasyon olarak sunmaya başlamıştır. İşte bu tahribat ve zor ister istemez demokratik bilinçleri de etkilemiş ve yeni bir baskı halkası oluşturmuştur. Haklılık inancının yeniden yükseltilmesi sabırlı bir mücadeleyi gerektirmektedir. Demokratik mücadeleyi sarp zirveleri olan bir dağa 225
tırmanmaya benzetirsek, her vardığımız aşamada sarıldığımız ipi iyice bir perçinlemek ve sabitleştirmek sağlıklı yürüyüşün kazanımlarını yaratacaktır. Her aşamada daha ileri adımlar atabilmek için örgütlü bir güce, icazetsiz halk örgütlenmelerine ve hepsi için de meşruluk bilincine ihtiyacımız vardır.
226
Bugün kendimizden emin bir şekilde devrimci avukatlığı savunurken bir geleneğin inşa edildiğini söyleyebiliyoruz. Kendimize olan güvenimizin temellerinden biri ideolojik netliğimiz ise bir diğeri güç koşullarda yaşanan deneyimlerimizdir. Bu deneyimlerin yalnızca Halkın Hukuk Bürosuna değil alanımızda çalışan bütün avukat arkadaşlarımıza ışık tutmakta olduğuna inanıyoruz. Yaşananlar yalnızca tarihsel bir tartışma olarak dahi çok değerlidir. Kitap okunduğunda görülecektir ki emperyalizmin ihtiyaç duyduğu ve asıl olarak devrimci sosyalist ilerici güçlerin tasfiyesini, dönüşümünü hedef alan sözümona demokratikleşme süreci bir görüntü arasından başka bir şey değildir. Bu görüntü arası ülkemizin siyasi, sosyal tahlilinde bir değişiklik yaratmamıştır... Okuyacağınız bu k itap 1996 yılına kadar olan tarihsel sürecimizi kapsamakta olup o dönem büromuzda çalışan avukat arkadaşlarımız tarafından yazılmıştır. Cunta sonrası demokratik: mücadele içinde yer alanlar açısından tarihsel bir değer taşıyacağına inanıyoruz. Bu dönemi hatırlamak bazı siyasi sonuçlar çıkarmaya vesile olabilir. Yetişen genç avukat arkadaşlarımız bu deneyimlerle kendilerini daha güçlü hissedeceklerdir. Faşizmin mezalimine uğrayan avukatların ne ilkiyiz ne de son olacağız. Ama nihai zafere ulaşana kadar var olacağımız kesindir.
•