HUKUK NE İŞE YARAR

Page 1





Halkın Hukuk Bürosu Tarafından Hazırlanmıştır



halkın avukatlarının gözünden



“Toplum, önce yapısını kurar, egemenler belirir, hukuk ondan sonra bu egemenlerin haksız isteklerini kurala bağlayarak haklı gösterir. Daha açık söylemek gerekirse, hukuk, egemenin haksızlıklarını haklı gösterme aracıdır. Örneğin, bir insanın ötekini öldürmesi, insanlığa aykırıdır... Ama, egemenin isteğiyle hukuk, iki insandan birini efendi, ötekini köle sayanda, efendinin köleyi öldürmesi hukuka aykırı olmamaktadır.” (Erol Toy, Azap Ortakları, 2. Cilt, Syf. 149)



Giriş Hukuk… En çok duyduğumuz, günlük yaşamımızda en sık karşılaştığımız kavramlardan biri. Akademik yaşamdan gündelik yaşama, siyasetten sanata, edebiyata, hayatın her alanında izine rastladığımız; burjuva siyasetçilerden sokaktaki seyyar satıcıya, köşe yazarından bakkala, manava kadar mesleği, eğitim seviyesi, gelir düzeyi ne olursa olsun herkesin gündeminde bir şekilde kendine yer bulan bir kavram. TV programlarından gazetelere, meclisten çarşıya, pazara, kahvehanelere kadar her yerde -farklı sebeplerle ve farklı açılardan da olsa- konuşulmaya ve yaşamımızda önemli bir yer işgal etmeye devam ediyor… Elbette siyasetçiyle seyyar satıcının, köşe yazarıyla bakkalın, manavın; zenginle yoksulun, “babacan hakim”le gecekondulu Fatma Teyzenin; kısaca iktidardakiyle çarşı pazardakinin, sokaktakinin… yani bizim, yani milyonların ondan aynı şeyi anlamadığımız kesin… Bunun nedeni gayet açık: Hukuk karşısında aynı konumda değiliz. Bir yanda hukuku yaratanlar var ve gerçekte bir avuçlar. Öbür yanda ise onun sadece muhatabı olanlar, sorgusuz sualsiz ona uyması istenen milyonlar, yani biz varız…


Oliver Goldsmith, “Yasalar fakiri ezer ve zenginler ise yasaları yönetir.” derken işte bu gerçeği ifade etmektedir. Peki, hukuk neden yaşamımızın içinde bu kadar yer tutuyor? Onu bu kadar önemli yapan şey ne? Çok basit: Hukukun evimizde soframıza giren ekmekten fabrikada patronla olan ilişkimize; dedemizden kalan mirastan üst kat komşumuzun banyosundan sızan suyun evimize verdiği zarara kadar hemen her şeyle ilgili olması. Kredi kartı borcumuz nedeniyle kapıya dayanan haciz memurundan, sıkışmış trafikte can sıkıntısından ettiğimiz kavgaya; komşumuzun tarlasının sınırlarının “yanlışlıkla” bizimkiyle karışmasından eşimizle yaşadığımız aile sorunlarına kadar yaşamımızın her alanına el atan ve ikide bir bizi derme çatma kondumuzdan çıkarıp adına “saray” denilen devasa mahkeme kapılarına götüren bir yapıda olmasıdır. Yasayı yapanlar orada adalet dağıtıldığına bizi inandırmaya çalışsa da mahkeme kapılarının gerçekte “kavga ettiğimiz komşumuzu sürüm sürüm süründüreceğimiz” yer olmasıdır… Elbette hukuk sadece gündelik yaşamla ilgili bir kavram değil. Eğer öyle olsaydı hukuku anlamak, onu yerli yerine oturtmak daha kolay olurdu belki. Öyle olmadığı içindir ki, hukukun ne olduğu konusunda ortak bir tanımı bir türlü bulamıyoruz. Neyin hukuka uygun olduğu, neyin suç olduğu konusunda aramızda ciddi ayrılıklar var. Bizim “hak” dediğimize onlar (hukuku yaratanlar, yasayı yapanlar, bizi yönetenler) “suç” diyor. Onların kendilerine hak gördükleri (mesela sömürü) bize göre suçların en büyüğü… Onlara göre mahkeme kapıları adalet kapısı, bize göre o


halkın avukatlarının gözünden...

kapılar tavuğumuza kış diyen komşumuzu sürüm sürüm süründüreceğimiz yer… Yani esasında aramızda aşılmaz sıra dağlar var. Bu dağları aşmaya çalışmak ise beyhude bir çaba. Yapılması gereken şey açık; Nazım Usta'nın da dediği gibi, “devirmek dağları el birliğiyle…” Broşürümüzde üzerinde ayrıntılarıyla duracağımız gibi, hukukun “sınıfsal bir niteliğe sahip olması”, ekonomik, sosyal, siyasal koşullarla doğrudan ilgili oluşu nedeniyle “biz ve onlar”ın tanımda ve kavramlaştırmalarda ortaklaşmamız pek de mümkün değil zaten. Çünkü biz, hukukun yalnızca muhatabı olanlar, yalnızca sorgusuz sualsiz ona uyması istenenler, onu yaratanlarla, bizi yönetenlerle “ayrı dünyaların insanlarıyız”. Aynı gezegende yaşıyoruz, aynı havayı soluyoruz belki, ama asla (bizi inandırmaya çalıştıkları gibi) onlarla aynı gemide değiliz. Elbette bu, hep böyle sürüp gideceği anlamına gelmiyor. Tarih ve bilim bize “eskiyen, çürüyen ne varsa yerini yenisine bırakacaktır” diyor. İnsanın insana kulluğu üzerine, sömürü üzerine kurulu bu düzen eskimiştir, çürümüştür; yerini yeni olana, sosyalizme bırakacaktır. Ama en azından uzunca bir süre daha, bugünkü anlamıyla devleti ve hukuku yaratan koşullar ortadan kalkana dek, bu ayrı gayrılığın devam etmesi gerektiğine inanıyoruz. Avukatsız bir geleceğe doğru yol alırken… Elbette bu ayrı gayrılığa son verecek toplumsal alt üst oluş gününü, yani devrimi yakınlaştırmak da bizim elimizde. Halkın avukatları olarak -kendi varlığımızla çelişkili olacak belki ama öyle- uğruna büyük mücadeleler verdiğimiz o günlere ulaştığımız zaman, yalnızca bu ayrı gayrılığa


son verilmiş olmakla kalmayacağına, bugün birçoklarına “dünyanın en saygın mesleklerinden biri” gibi görünen, ama aslında “dünyanın en gereksiz mesleği” olan avukatlığa da gerek kalmayacağına inanıyoruz. Çevremize şöyle bir baktığımızda; yasalarla veya onların daha alt kademedeki ifadeleri olan tüzük, yönetmelik, genelge vb. ile kuşatıldığımızı görüyoruz. Tacitus, “Bir devletin yıkılışından önce yasaları çoğalır” demiş zamanın birinde. Yasalar o kadar çok ki şimdi, ne yana dönsek yasaya tosluyoruz. Adeta örümcek ağı gibi her yanımızı yasalar kaplamış. Balzac, “Kanunlar örümcek ağları gibidir: zayıfları ağa yakalanır, güçlülerse ağı delip geçer” diyor. Gerçekten, çevremizi sarmalayan o örümcek ağlarına ne hikmetse sadece zayıflar yani yoksullar takılıyor. Zenginler ise delip geçiyor. Eğer Tacitus haklı ise, ki buna şüphemiz yok, o zaman kurtuluş yakındır. Bize düşen o örümcek ağlarını geldikleri yere, tarihin çöplüğüne göndermek… O örümcek ağlarını parçalayıp attığımız zaman, işte o gün bize yani avukatlara da ihtiyaç kalmayacak. Neden derseniz; buna Şeyh Bedreddin şöyle cevap veriyor: “Haksızlığın olmadığı yerde, haklılar da olamaz. Herkes eşit, herkes ürettiğinin tam karşılığını alanda, haksızlık söz konusu olamaz. Olmayanda, haklının, haksızın ayrılması gereği duyulmaz.” Haklının ve haksızın ayrılmasına gerek duyulmadığı yerde avukata da gerek olmaz. Hiçbirimizin avukata ihtiyacımızın kalmayacağı ve ulaşılmasının tarihsel olarak kaçınılmaz olduğuna inandığımız günlere özlemle…


Ne zaman dara düşse halk Önce döşünü döver biçare Döver ha döver Döver ha döver Sonra kaldırıp başını Örgütler yumruğunu Ve o yıldızın şavkında Çekip adaletin kılıcını Vurur ha vurur Vurur ha vurur Kırana dek bahtının zincirini... Ümit İLTER



- $+&% ", +- !'-#&" ,#, )-&+*)#)- , '(



halkın avukatlarının gözünden...

GJ=<CR-F:RD/G9JDJR(ER /C@EDER9J <9,:0$R Esas konumuz bu değil elbette. O nedenle uzun uzun teorik tahliller, tespitler, yapmayacağız. Emperyalizm, kapitalizm, faşizm, sömürge, yeni sömürgecilik… Bu kavramlar konuyla ilgilli olduğu ölçüde broşürümüzde yer alacak elbette. Ve yine konuyla ilgili olduğu ölçüde ana hatlarıyla açıklamaya çalışacağız; ama bizim asıl olarak anlatmak istediğimiz hukukun ne olduğu, ne işe yaradığı ve nasıl kullanıldığıdır. Şunu söylemekle başlayabiliriz o halde: Hukukun ne olduğu ya da olmadığı konusunda akıl yürütebilmek, bir fikir sahibi olabilmek için öncelikle nasıl bir dünyada ve ülkede yaşadığımızın; bu dünyada ve ülkede yaşanan her olayın, ilişkinin temelinde yatan sınıf çelişkilerinin bilgisine de vakıf olmak gerekiyor. Çünkü hukuk dediğimiz şey içinde bulunduğumuz toplumun sınıf çelişkilerinden; sürecin ekonomik, sosyal ve siyasal koşullarından bağımsız olarak ele alınamaz. Bu nedenle öncelikle bu tabloya kabaca da olsa bakmakta yarar var. Dünya genelinde başını ABD'nin çektiği emperyalizmin ve işbirlikçi iktidarların ülkemizde de işbirlikçi Türkiye oligarşisinin halklara yönelik ideolojik, ekonomik, sosyal, siyasal her açıdan saldırılarının arttığı bir dönemden geçiyoruz. Artan baskı ve sömürünün doğal sonucu olarak ada


letsizliklerin de en yoğun olduğu dönemlerden birini yaşıyoruz. Dünya nufusunun % 6'sını oluşturan ABD, dünya gelirlerinin yarısına el koyuyor. Buna karşılık dünyada 4 milyar insan yoksullukla, 1 milyardan fazla insan ise açlıkla boğuşuyor, her 5 saniyede 1 çocuk açlıktan ölüyor. “Dünyanın jandarması” ABD'nin 5 kıtada, 157 ülkede askeri varlığı olduğu, 63 ülkede 800'den fazla askeri üslerinin bulunduğu, bu üslerde 350 bin askerin “görev” yaptığı biliniyor. ABD'nin askeri varlığının bulunmadığı ülke sayısı yalnızca 43. Amerika'nın yurtdışındaki üslerinin toplam yüzölçümü, Türkiye'nin yüzölçümünün yaklaşık olarak yüzde 15'ine denk düşüyor. Dünya’nın en zengin yüzde 1’i gelirin yüzde 14’ünü alırken en yoksul yüzde 20’ye sadece yüzde 1’i düşüyor. En zengin 200 kişinin 2.7 trilyon dolarlık serveti var, bu miktar 3.5 milyar insanın gelirinden fazla… 3.5 milyar insanın toplam geliri 2.2 trilyon dolar… Dünya’daki dolar milyarderi sayısı 1226, dolar milyoneri sayısı ise 29 milyon. Milyarderlerin 425’i, milyonerlerin de yüzde 42’si [12 milyon 160 bin] ABD’de. En zengin %1'lik kesimi, dünya nüfusunun yaklaşık yüzde 10’unu oluşturan zengin orta sınıf takip ediyor. Orta sınıf da dünya nüfusunun yaklaşık yüzde 25’ini oluşturuyor. Çoğu Güney’de [Asya, Afrika, Latin Amerika] olmak üzere, yoksullar dünya nüfusunun yüzde 45’ini oluşturuyor ki, bu neredeyse her iki kişiden birinin yoksulluk içinde yaşıyor olması demek… Zengini daha da zenginleştiren, yoksulu daha da yok


halkın avukatlarının gözünden...

sullaştıran kapitalizm sayesinde milyonlarca insan açlık, susuzluk ve hastalıklarla boğuşuyor. Mesela oluşan bu tablo nedeniyle dünyada her 5 dakikada 265 çocuk, açlıktan ve tedavi edilebilir hastalıklardan dolayı ölüyor. Her 5 dakikada 265 çocuk; saatte 3.180, günde 80.000 çocuk demek… 1.2 milyar insan temiz, içilebilir su kaynaklarına hayatı boyunca ulaşamıyor. Hatta doğadaki yağma böyle devam ederse önümüzdeki 30 yıl içinde her bir dakikada ekilebilir arazinin 27 hektarını kaybedeceğiz, 2 milyar insan su kıtlığı yaşayacak. Bu tablonun nedeni elbette emperyalist kapitalizmin şu ünlü tespitte ifadesini bulan sermaye terörüdür: “Nasıl ki doğa boşluktan nefret ederse, sermaye de karsızlıktan ya da az kâr elde etmekten nefret eder. Kâr elverişli oldu mu sermaye yürekli olur. %10 garanti kârla her yerde kullanılabilir. %20’de kızışır, %50’de delice bir cesarete gelir. %100’de bütün insani değerleri ayaklar altına alır. %300’de ise işlemeyeceği hiçbir cinayet yoktur.” (Kapitalist Toplum, Zubritski, Mitropolski, Kerov, Syf: 19) Bir tarafta bu “sermaye terörü”nün yarattığı aşırı zenginlik ve israf, diğer tarafta yine bu terörden doğan devasa yoksulluk, sefalet ve açlık… Basitçe “eşitsizlik” olarak ifade edilen bu tablonun binlerce yıldır halkların isyanına, egemenleri sarsan büyük ayaklanmalara neden olan, kan ve barut kokan bir sorunu resmettiği açık: ADALETSİZLİK! Dünyanın siyasi tablosu da, eşyanın tabiatı gereği, ekonomik tablodan farlı değil. Bu tabloya baktığımızda gördüğümüz emperyalist kapitalizmin; yarattığı adaletsiz


liği, daha fazla kar, daha fazla sömürü için daha büyük adaletsizliklerle, savaş, işgal, kitlesel imha ve katliamlarla süreklileştirmeye çalıştığıdır. Bugün emperyalist saldırganlığın en uç noktaya vardığı, açık işgal politikalarının en yoğun yaşandığı, ulusal iktidarların binlerce kilometre öteden müdahale ile yeniden şekillendirildiği bir dönemde ve coğrafyada yaşıyoruz. Ortadoğu ve Kuzey Afrika'da yaşayan komşularımız, sürekli bir açık işgal, iç savaş veya askeri tehdit altında tutuluyorlar. Yanıbaşımızda, Suriye'de, 7. yılına giren ve yüz binlerce Suriyeli'nin katledildiği emperyalist saldırganlık yeni yeni püskürtülebilmiş durumda. Ülke, emperyalizmin beslemesi silahlı çetelerden yeni yeni temizleniyor, Suriye halkları savaşın yaralarını sarıp bellerini doğrultmaya çalışıyor. İran ise emperyalizmin “şer ekseni”ndeki yerini hiç kaybetmiyor. Dünyanın dört bir yanında yükselen halk hareketleri ve kendi aralarındaki çelişkilerin derinleşmesi, mevcut sömürü alanlarının yeniden paylaşılması konusunda giriştikleri kıyasıya mücadele emperyalizmin yeni saldırı ve savaş tehditlerini de artırıyor. Adına “vekalet savaşları” dedikleri, doğrudan kendi askerlerini kullanmadıkları, kara orduları haline getirdikleri yeni yetme işbirlikçileri aracılığı ile, Ortadoğu'dan başlayarak dünyayı yeniden şekillendirmeye soyunuyorlar. Kendi yarattıkları ve canavarlaştırdıkları IŞİD terörüyle sarsılan Avrupa ve ABD, “göçmen düşmanlığı”ndan “terör hukuku”na boğazına kadar baskı ve saldırganlığa gömülmüş durumda. Hem dünyada hem ülkemizde emperyalist çıkarlara


halkın avukatlarının gözünden...

karşı en küçük bir direnişin kabullenilemediği, direnenin “terör” demagojisiyle yok edilmeye çalışıldığı bir dönemden geçiyoruz. Emperyalizmin kara listelerine alınan ülke ve örgütler “önleyici savaş doktrini”; “anti-terör hukuku” gibi kavramlarla ifade edilen “hukukdışı bir hukuk rejimi” ile sürekli askeri tehdit hedefi haline getiriliyorlar. Bugüne kadar milyonlarca insanın kanına giren, savaş çıkarmadığı coğrafya kalmayan ABD elinde tuttuğu sopayı (devasa askeri gücü) sağa sola savuran, kendisine "dünya barışını koruma" ve topraklarından binlerce kilometre ötedeki "demokrasisi geri kalmış ülkelere demokrasi ihraç etme" görevi vermiş bir "dünya jandarması" olmaya devam ediyor. (Dünyanın 157 ülkesinde askeri varlığı, 63 ülkesinde üsleri ve toplam 800 askeri tesisi bulunduğu düşünülürse; ABD'nin elindeki sopanın yani askeri gücün büyüklüğü daha iyi anlaşılacaktır.) Dünyanın genel tablosunu kısaca özetlemek gerekirse; bu tablonun en göze çarpan yanlarının açlık, yoksulluk, adaletsizlik, kan ve gözyaşı olduğunu söyleyebiliriz. Emperyalizmin dünya halklarına sunabildiği ve zorla kabul ettirmeye çalıştığı tek şey bu çünkü. 37KMO4P >PRDLKLARGP6 Dünyada bunlar yaşanırken, ülkemizde ise, devletin hukuksal alandaki tekelini, mahkemelerini, gümrüklerini, kolluğunu, sembollerini, “siyasi bağımsızlık” sanma hatası son derece yaygın. Oysa en yalın tanımıyla yeni-sömürge bir ülkede yaşıyoruz. Ve tablo yukarıdakinden hiç de farklı değil. Bir tarafta zenginler için sürekli büyüyen ekonomi,


öbür tarafta yoksullar için gün geçtikçe daha da büyüyen açlık, yoksulluk, sefalet… Yeni sömürge ülkelerde devrimin iki temel dinamiğinin yoksulluk ve adaletsizlik olduğu düşünülürse, devrime gebe bir ülkede yaşadığımızı söyleyebiliriz. Bunu biraz daha somutlayabiliriz elbette. Emperyalizm; ülkemizde bir dış tehdit, yahut askeri işgal olmanın ötesinde “içselleşmiş” durumda. 1940'lı yılların sonu, 50'li yılların başından itibaren "Türkiye'yi küçük Amerika yapma" hayaliyle yanıp tutuşan yerli işbirlikçiler eliyle emperyalizm içimize kadar sokulmuştur. Ülkemize Marshall yardımları ve bu yardımların sembolü olan süt tozlarıyla giren emperyalizm; üsleri, askerleri, büyük tekelleri, dev markaları, ikili ya da çok taraflı anlaşmaları ile bir daha çıkmamacasına yerleşmiş, Türkiye'yi açık pazarı, hammadde ve ucuz işgücü kaynağı olarak talan etmiş ve etmektedir. Emperyalizmle girilen ve adına yeni-sömürgecilik denilen bu bağımlılık ilişkilerinin sonucu olarak emperyalizme göbekten bağımlı bir kapitalizm gelişmiştir. "Yollar kralı" Menderes emperyalizmin Amerika'dan Türkiye’ye uzanan yolunu düzlemiştir. Üsleri, askerleri, anlaşmarı, tekelleri, markalarıyla emperyalizm o kadar içselleşmiştir ki; sözde yerel, bağımsız ve “bizim” olan devlet ile (yani faşizmle) mücadele etmeksizin bağımlı olduğu emperyalizmle mücadele etmek artık imkansız hale gelmiştir. Tahsis edilmiş olan askeri üsler, tahkim ve benzeri hukuksal ayrıcalıklar, “sıcak para”ya muhtaç ve piyasa yönlendirmelerine (spekülasyonlara) açık halde tutulan


halkın avukatlarının gözünden...

bağımlı pazar; birçok ülkede olduğu gibi burada da hükümetlerin emperyalizmin kontrolü altında tutulmasına yetiyor. Tamamen bağımlı NATO ordusunun ise, zaten hem içeride hem dışarıda emperyalizmin çıkarlarını korumak dışında işlevi yok. Bağımsız ve ileri yanlarını geliştirmesi engellenmiş halka; tüketim kültürü, bireysellik, fuhuş, kumar, yozlaşma, vurdumduymazlık dayatılmaktadır. Bir tür devlet dini olan ve Diyanet İşleri Başkanlığı kontrolünde iktidarın meşrulaştırılması dışında hiçbir sosyal başarısı bulunmayan İslam modeli, biat etmenin ve razı olmanın yaygın kültürel biçimi haline getirilmiş durumda. Bırakın siyasal örgütlenmeyi, sosyal dayanışmaya bile tahammül edilemediği için, devlet destekli bir cemaat-yardım-sadaka ağı içerisinde yoksulluk örgütlenip kalıcı hale getirilmektedir. İktidarın her türden halk muhalefetini en acımasız biçimde bastırmasına “uluslararası toplum” denilen emperyalizm tarafından -ekonomik pazarı açık tutabilmesinin bir ödülü ve zorunlu sonucu olarak- göz yumulmakta, açık ya da örtülü destek verilmektedir. İşçilerden gecekondu halkına, işsiz yoksullardan üniversite öğrencilerine, memurlardan avukatlara kadar kim mücadeleyi yükseltirse, faşist askeri cuntadan sıkıyönetime, olağanüstü halden sözde “parlamento demokrasisine” kadar her türlü imkân ve görüntü altında bastırmak normal kabul edilmektedir. Son olarak, derinleşen oligarşi içi çelişkilerin 15 Temmuz 2016'daki başarısız darbe girişimiyle dışavurmasının ardından -şimdilik iktidarı elinde bulundurmaya devam eden- AKP durumu fırsata çevirip kendi hukuklarına da


taklalar attırarak inşa ettiği OHAL (Olağanüstü Hal) rejimi ile bütün halk güçlerine yönelik başlattığı kapsamlı devlet terörünü kesintisiz sürdürmektedir. AKP faşizmi yalnızca yasaları değil anayasasını da çiğneyerek, demokrasicilik oyunun en önemli dekorlarından olan meclisi de yok sayarak ülkeyi bir yılı aşkın süredir KHK'larla yönetmektedir. Faşizm bu süreçte yüzündeki bütün maskeleri indirip kurumsallaşmış açık faşizmi (bütün kurumlarını en etkili şekilde kullanarak) en üst boyutta uygulayan capcanlı, diri bir örnek olarak karşımızda durmaktadır. Bir buçuk yıla yakın zamandır devam eden OHAL sürecini ana hatlarıyla özetleyecek olursak, bu süreçte; - Binlerce kişi gözaltına alınmış, işkencelerden geçirilmiş, tutuklanmış; hapishane ve karakollar işkencehaneye çevrilmiştir. - Yüzlerce dernek, vakıf, kültür merkezi ve diğer demokratik kurumlar kapatılmış, kapıları mühürlenmiştir. - Yüzlerce gazete, dergi, yayınevi, televizyon, radyo ve ajansın yayınına son verilmiştir. - Yüz elli bine yakın memur ihraç edilmiş, binlercesi açığa alınmış, açlıkla terbiye edilmeye çalışılmıştır. Ki açlıkla terbiye edilmeye çalışılan kamu emekçilerinden ikisi, Nuriye GÜLMEN ve Semih ÖZAKÇA, yüzlerce gün süren açlık grevi direnişi ile AKP'nin bu silahını tersine çevirmiştir. - Gazeteciler, avukatlar, siyasetçiler, sendikacılar, aydın ve sanatçılar dahil halkın her kesimi saldırılardan


halkın avukatlarının gözünden...

payını düşeni almış, ister devrimci olsun ister reformist, bütün muhalefet susturulmaya çalışılmıştır. - Kürdistan'da ilan edilen sokağa çıkma yasakları eşliğinde katliamlar devam etmiştir. - Türkiye'nin dört bir yanında, onlarca kişi evlerde ya da sokak ortasında, “dur ihtarına uymadığı” gerekçesiyle ya da “çatışma” süsü verilerek katledilmiştir. Faşizmin halka yönelik saldırıları gün geçtikçe artarak devam etmektedir. Saldırıların en üst boyutta yaşandığı yerler ise elbette devrimcilerin örgütlü olduğu, yoksul emekçi halkımızın yaşadığı mahallelerdir. Buralarda tam anlamıyla “devlet terörü” yaşanmaktadır. Bu mahallelere yeni karakollar-kalekollar kurulmuş, ev baskınları, işkenceli gözaltılar sıradan hale gelmiştir. Dahası, AKP'nin katliam birlikleri haline gelen özel harekat polislerinin sokak aralarında kol gezdiği, gözlerini kırpmadan insan öldürdüğü gerçek bir “OHAL” rejimi hüküm sürmeye başlamıştır. Denilebilir ki, birçok kesim OHAL ile birlikte ilk defa faşizmle tanışırken (!) bu mahallelerde yaşanan yalnızca faşizmin biraz daha katmerlenmesidir. Çünkü bu mahallelerden faşizm (faşizmin görünen, somut yüzü olan polis terörü) hiç eksik olmamıştır. Kısaca özetlemek gerekirse; dünya genelinde emperyalist kapitalizmin, ülkemizde ise onun işbirlikçisi Türkiye oligarşisinin ve faşizmin saldırılarının en yoğun olduğu dönemlerden birini yaşıyoruz. Bu saldırıların tek bir amacı var soygun, talan, sömürü düzenlerini devam ettirmek. Bunun için halkları ve onun öncüsü olan devrimcileri ideolojik olarak teslim almak, teslim alamadıklarını fiziksel ola


rak imha etmek istiyorlar. Bunun için her yolu deniyor ve açıkça “teslim olun” diyorlar. Tüm bunlar emperyalizmin “dünyaya demokrasinin hakim olması gerektiği” söylemlerinin olduğu, ülkemizdeki işbirlikçilerinin “hukuk devletiyiz, her şey yasalar çerçevesinde oluyor…” dediği bir süreçte yaşanıyor. Çünkü yüzde 300 karla -ucunda dar ağacı bile olsa- işlemeyeceği cinayet olmayan sermaye böyle emrediyor. İşte "hukuk devleti", "hukukun üstünlüğü", "hukuka uygunluk", "hukuksal meşruluk" gibi kavramlarla yapılmak istenen göz boyamanın, yaratılmak istenen bilinç bulanıklığının arkasında bu tablo vardır. Ve hukukun ne olduğu veya olmadığını anlamak için hukukun üzerinde şekillendiği bu nesnel zemini doğru biçimde ortaya koymak, "somut durumun somut tahlilini yapmak" ve bunun hukukla ilişkisini kurabilmek gerekli ve zorunludur. O halde şimdi yeniden soralım; hukuk nedir?




halkÄąn avukatlarÄąnÄąn gĂśzĂźnden...

&/8CEGFGR80:JD<RD/G9JDJR&EGGE3R S .>PIPAP. J2 REI)OIR '@, C0 HalkÄąn haktan hukuktan anladÄąÄ&#x;Äą ile yasalarÄą yapan ve uygulayanlarÄąn dili bir olmadÄąÄ&#x;Äąndan, halkÄąmÄąz bu hukuk belasÄąndan çok çekegelmiĹ&#x;tir; ki bu yĂźzden genelde bir hukukçuya baĹ&#x;vurma zorunluluÄ&#x;u doÄ&#x;duÄ&#x;unda, arzuhalciden mahkemeye giden yolda en kestirme ve sonuç alÄącÄą yol ne ise onu seçer. Talepleri sade ve açĹktÄąr. GĂźndelik hayatÄąn içindendir. Siz “TemerrĂźde dĂźĹ&#x;ĂźrĂźlmĂźĹ&#x;sĂźnĂźzâ€? dersiniz, o “Borçtan nasÄąl kurtulurum?â€? diye bakar, Siz “davada mĂźtalaa henĂźz verilmediâ€? dersiniz, O “YatarÄą kaç yÄąl?â€? der, onun mahallesindeki gençlerin “arantÄąsÄąâ€? çĹkar. Krediyle bile konut alamaz, ama bir çaÄ&#x;rÄą kaÄ&#x;ÄądÄąyla mahkemeyi alÄąr. “Benim mahkemem var abiâ€? der. Içinizden “hayÄąrlÄą olsun kaça aldÄąn (!)â€? demek geçer mi bilmem, ama halkÄąn ve çocuklarÄąnÄąn kavramlarÄą basit, sade ve bir o kadar da çÜzĂźm beklemektedir. ZamanÄąn birinde Kars Adliyesi’nde AÄ&#x;Äąr Ceza’nÄąn Azeri kĂśkenli baĹ&#x;kanÄą davanÄąn sonunda kararÄą okur: “Oy balam, sana beĹ&#x; yÄąl aÄ&#x;Äąr hapis cezasÄą verdik.â€? SanÄąk olan teyzemiz Ĺ&#x;aĹ&#x;kÄąnlÄąkla sorar; “Ee, balam Ĺ&#x;imdi ben ne yapacam?â€? BaĹ&#x;kan yine Azeri lehçesiyle sanÄąÄ&#x;a cevap verir: â€œĹžimdi temyiz eylersinâ€? BaĹ&#x;kanÄąn ne demek istediÄ&#x;ini tam olarak anlayamayan sanÄąk, Azeri Ĺ&#x;ivesiyle cevap verir: “Ben ne te


mizleyecem? Nasıl pislettiysen öyle temizle.” Doğruya! Teyzemiz haklıdır, düzenin bunca pisliğini teyze nasıl ve neden temizlesin ki? Aslında sanık sandalyesinde olmanız, suçun gerçek faili olduğunuz anlamına gelmez. Ki sistem sömürü ve adaletsizlik üzerine kurulduğu için, siz sadece suç üreten düzenin cezalandırılan kurbanları olursunuz. Nerede nasıl davrandığınız değildir mesele. Çünkü suç ve cezanızın nerede başlayıp biteceğine yine suç üretenler ve onlar adına hareket edenler karar verir. … Bir gün Üsküdar’da bir hırsızlık olur. Polis mağdur kadına sorar: “Şüphelendiğiniz biri var mı?” der. Kadın, “Apartmanda komşularım var, ama bilmiyorum. Dairemin kapısı zorlanmış ve girilmiş” der. Polis alt kata iner ve yukarıdaki daireyle ilgili sorular sorar. Komşusu olan adam, “Valla ben su parasını almak için kapıyı çaldım” yanıtını verir. ‘Çaldım’ lafını duyan polis, adamı alır götürür. İfadesindeki ‘çaldım’ kelimesinin altını çizer, evrakları savcılığa gönderir. Altı çizili kelimeleri okuyan savcı sorar: “Polisteki ifaden doğru mu?” “Evet, Savcı Bey” cevabını veren adam, tutuklamaya sevk edilir, yaptığı hırsızlığı itiraf ettiği gerekçesiyle tutuklanır ve cezaevine gönderilir. Avukat tutukluluğa itiraz eder. Dilekçesini dosyaya bakacak hâkime sunar ve “Dosyayı okur musunuz?” der. Hâkim şöyle bir göz gezdirir. «Eee okudum n’olmuş der” kararını sonra vereceğini avukata söyler. Avukatın odadan çıkmasının ardından dilekçenin üstüne “talebinin reddine” yazıverir. Yandaki kâtibesine de “Zaten bütün avukatlar müvekkillerinin suçsuz olduğuna inanırlar” der. İşte bu ül


halkın avukatlarının gözünden...

kedeki yargılamalardan bir anekdottur yaşanan. Egemenlerin gözünde bizler aptalız, tembeliz, kalın kafalıyız ve korkağız. Onlara göre özünde durumumuz hak ettiğimiz yeri gösteriyor. Her daim adaletsiz yasalar önünde divan durmalı, secdeye varmalıyız. Eğer itaat edersek cenneti kazanırız; eğer itaat etmezsek cehennemlerinde bizleri yakarlar. Seri olarak imal edilen egemenlerin yasaları, kendi gerçek gücünü bilmemesi için halkın belleğini kısırlaştırmayı ve yaratıcılığını öldürmeyi amaçlar. Ve ilk olarak uygulayıcıların üzerinde denenir. Uygulayıcılar; yalan söyledikçe burunları uzayan, ama asla yüzleri kızarmayan, idrak ve muhakemeden yoksun kuklalardır. Peki, kendi kaderimizi; gözleri bizleri görmemeye ayarlanmış, cüzdanları dolu, kalpleri tahtadan olan bu Pinokyoların insafına mı bırakacağız? ASLA! Biz kararımızı çoktan verdik, pazarlık olmaz ulu divanımızda diyoruz. Ve “cümlenin muradını dünyada cennet kılmak” için düşüyoruz adalet yollarına… (*) Adalet ve Direniş Dergisi'nin Kasım 2016 sayısından alınmıştır.



- $+&% (*(*-")#!'



halkın avukatlarının gözünden...

3P+KO>PRBLMLM BLMLMLIR3QIHAH*R,K;Q4QR HMH5H*R GO;PNO"OR2PRF5NP2O .R3QIHA Hukuka dair tanımların en bilineni şudur: "Hukuk; bir toplumun yaşamında, kişilerle devlet arasındaki, devletle çeşitli örgütlenmeler ve kurumlar arasındaki ve kişilerin kendi aralarındaki ilişkileri belirleyen kuralların bütünüdür". Hukukun bu şekildeki tanımı tüm devletler, toplumlar için geçerlidir. İlk bakışta bu tanımda bir gariplik, bir yanlışlık görülmemektedir. Evet, bir gariplik ya da yanlışlık yoktur bu tanımda, doğrudur; ama büyük bir eksiklik vardır: "Sınıf" yoktur bu tanımda. Hukukun sınıfsal niteliği bilinçli olarak gözardı edilmiş, gizlenmiştir. Bu nedenle soyuttur. Hukuk fakültelerinde öğretilen de esas olarak bu soyut bir hukuktur. Soyutluğu şuradan gelir; okullarda öğretilen hukuka göre, onun üretim ilişkileriyle, hangi sınıfın iktidar olduğuyla falan bir ilgisi yoktur. Yasa, yasadır. Yasa iyi veya kötü olabilir, ama yasanın iyiliği veya kötülüğü, o toplumdaki hakim üretim ilişkilerine değil, yöneticilerin, yasaları yapanların iyiliği veya kötülüğüne bağlıdır… Tabii ki bu, sadece “hukuk felsefesi” denilen şey açısından böyledir; yoksa gerçek yaşamda hukuk hiç de öyle soyut de


ğildir. Her hukuk sınıfsal bir niteliktir taşır. Sınıfsal nitelik taşıdığı için sınıflı toplumlardaki hukuk herkesin haklarının savunucusu olamaz. Asla bir "eşitlik" içermez. Asıl olarak egemen sınıfın koruyuculuğunu yapar. Bu nedenle soyut bir hukuk yoktur. Bu nedenle sınıf vurgusunun yapılmadığı bir hukuk tanımı yaptığınızda, hukukun sınıfsal niteliğini gözardı ettiğinizde; aslında bir hukuk tanımı da yapmış olmazsınız. Çünkü binlerce yıllık toplumlar tarihinin belli bir anından; emek sömürüsünün yani artık (ihtiyaç fazlası üretilen) ürüne el koymanın ortaya çıktığı, insan topluluklarının ezen-ezilen, sömüren-sömürülen, yöneten-yönetilen… şeklinde -maddi bir temeli olan- ayrımlara tabi tutulduğu; yani sınıfların ortaya çıktığı andan itibaren insana ait her şey bu olguya yani sınıf ayrımına göre şekillenir. Felsefe-ideoloji, ahlak-etik, sanat-estetik vb. alanlardaki tüm düşünce ve kavramlar gibi hukuk kurumu ve hukuka ilişkin düşünceler de bu temel üzerinde şekillenir. Yani bunların temelinde toplumun maddi yaşam koşulları, üretim ilişkileri ve bundan doğan sınıf karşıtlıkları vardır. Bundan bağımsız hiçbir gerçeklik olamaz. Marksist-Leninist (M-L) bakış açısına göre hukuk, toplumun maddi yaşam koşullarının yani alt yapının, hakim üretim ilişkilerinin bir yansımasıdır. Ancak bu mekanik bir yansıma değildir, hukuk egemen sınıf tarafından kendi çıkarları doğrultusunda bilerek yaratılır. Altyapı ile üstyapı arasındaki bağlantı, egemen sınıf tarafından sağlanır. Bu sınıf, siyasal ve hukuksal kurumlar aracılığıyla kendi çıkar


halkÄąn avukatlarÄąnÄąn gĂśzĂźnden...

larÄąnÄą takip eder. (*) O halde gerçek bir hukuk tanÄąmÄą yapacak olursak kÄąsaca Ĺ&#x;unu sĂśyleyebiliriz: "Hukuk egemen sÄąnÄąfÄąn çĹkarlarÄą doÄ&#x;rultusunda devletçe yaratÄąlan ve kullanÄąlan kurallar bĂźtĂźnĂźdĂźr." Yani hukuk, hakim sÄąnÄąfÄąn "yasa" haline getirilmiĹ&#x; iradesidir. Hukuk ve yasalar, dĂźzeni korumak içindir. Hukuku belirleyen; toplumun maddi yaĹ&#x;am koĹ&#x;ullarÄądÄąr, Ăźretim iliĹ&#x;kileridir. Marx, "Hukuk, toplumun hakim Ăźretim iliĹ&#x;kileri tarafÄąndan belirlenir" diyerek bu gerçekliÄ&#x;i ifade etmiĹ&#x;tir. KÄąsaca; ileride gĂśreceÄ&#x;imiz gibi, bir toplumda hangi sÄąnÄąf egemen durumdaysa, hangi sÄąnÄąfÄąn iktidarÄą sĂśz konusuysa hukuk da onun hukukudur. KĂśleci toplumda kĂśle sahipleri, feodal toplumda feodal aristokrasi (beyler, senyĂśrler vs), kapitalist toplumda burjavizi, sosyalist toplumda proletarya egemen sÄąnÄąftÄąr. Bu yĂźzden hukuk da sÄąrasÄąyla kĂśleci hukuk, feodal hukuk, burjuva hukuku ve sosyalist hukuk olarak tanÄąmlanmalÄądÄąr. Bu nedenle bir hukuktan sĂśz etmek gerektiÄ&#x;inde, hukuka iliĹ&#x;kin tanÄąmlamalarda ya da deÄ&#x;erlendirmelerde bulunurken hangi sÄąnÄąfÄąn hukuku olduÄ&#x;unu da belirtmek gerekir. * Hugh Collins, Marksizm ve Hukuk, Syf. 28

.RBLMLMRGQ?HNR2PRGP>PIRD+"AL5;LK6R Anadolu'da baskÄąya, zulme, sĂśmĂźrĂźye isyan deyince ilk akla gelen isimlerden Ĺžeyh Bedreddin hukukun ne olup olmadÄąÄ&#x;ÄąnÄą araĹ&#x;tÄąrmaya Ĺ&#x;u sorularla baĹ&#x;lÄąyor: “Hukuk‌ Niye gerekmiĹ&#x;tir acaba? Ä°nsanlarÄąn davranÄąĹ&#x;larÄąna yasak koymak zorunluÄ&#x;u nerden doÄ&#x;muĹ&#x;tur? HaklÄą, haksÄąz sĂśz


cükleri neden türetilmiştir? Bizce, asıl yanıtlanması gereken sorunlar bunlardır.” (Erol Toy, Azap Ortakları, syf.146) Bedreddin sorularının cevabını da veriyor: “Haksızlığın olmadığı yerde, haklılar da olamaz. Herkes eşit, herkes ürettiğinin tam karşılığını alanda, haksızlık söz konusu olamaz. Olmayanda, haklının, haksızın ayrılması gereği duyulmaz. Öyleyse, ilk hukukun başlangıcı, ilk sömürgenin ortaya çıkmasıdır… Demek ki, hukuk, ilk haksızlıkla birlikte kendinin gerekli olduğunu duyurmuştur.” (Age, Syf. 147) Şimdi Şeyh Bedreddin'in ne demek istediğini, tarihsel gerçekliği içinde ortaya koymaya çalışalım. İlk insanın ortaya çıkmasından itibaren, ortak yaşamın başlamasıyla birlikte, bu yaşam biçimini doğal akışı içinde düzenleyen, belirleyen kurallar “doğal bir ihtiyacın ürünü olarak” ortaya çıkmıştır. Ancak, bu kurallar iradi biçimde oluşturulan kurallarla aynı değildir. Günlük toplumsal yaşamı düzenleyen, kendiliğinden ortaya çıkan, karşılıklı saygıya, geleneklere bağlı kurallardır bunlar. Bu kurallara uymamanın yaptırımı da genellikle kendiliğinden bir dışlanma, topluluk dışına itilmedir. İşte bu, sosyal yaşamı düzenlemekten başka bir işlevi olmayan kuralların, bugünkü hukukla öz olarak hiçbir benzerliği yoktur. Çünkü bu hukuk, bugün olduğu gibi hukuk yapma gücüne ve imkanına sahip egemen sınıfın iradesinin değil, toplumun ortak iradesinin ürünüdür. Henüz sınıfların ortaya çıkmadığı ilkel komünal toplumda, sömürünün söz konusu olmaması, topluluğun çıkarlarının kişisel çıkarların önünde gelmesi, insanlar


halkın avukatlarının gözünden...

arasındaki ilişkileri de bu muhtevada biçimlendirir. Toplumun ekonomik, sosyal ve siyasal yapısının ihtiyaçlarına göre ortaya çıkan ve toplumsal yaşamı düzenleyen bu kurallar, o süreçteki ortaklaşa yaşamın karakterini taşır. Bu nedenle bu kurallar henüz hukuk olarak adlandırılabilecek bir niteliğe sahip değildir. Toplumsal gelişimin belli bir anından itibaren artık ürünün (üretim fazlasının) ortaya çıkışıyla birlikte, bu artık ürüne el koyarak zamanla üretim araçlarının mülkiyetini de ele geçiren bir ayrıcalıklı zümre, yani sınıf ortaya çıkmıştır. Bunun karşısında ise üretim araçlarının mülkiyetine sahip olmayan sınıf vardır. Bu sınıf kölelerdir. Hatta bu dönemde köleler, temel üretim aracıdırlar. Böylece ilk sınıflı toplum doğmuştur. Bu durum varolan toplumsal yaşamı ve ilişkileri de kendi ihtiyaçlarına göre biçimlendirmiştir. Kölelerle köle sahipleri arasındaki ilişkileri; köle sahiplerinin köleler üzerindeki haklarını ve buna bağlı olarak, köleci toplum yaşamını düzenleyen kurallar oluşturulmuştur. Böylece “ilkel hukuk” tarih sahnesine çıkmıştır. Bu dönemdeki kurallar bütününe “köleci hukuk” denilmektedir. Daha sonra toplumun hakim üretim ilişkilerinin değişmesine paralel olarak sırasıyla feodal hukuk, burjuva hukuku ve sosyalist hukuk ortaya çıkmıştır. Bütün bu hukuk sistemlerinin temel özelliği, ait olduğu dönemin maddi yaşam koşullarını yansıtması ve egemen sınıfın çıkarlarını korumasıdır. İşte hukukun ortaya çıkışı ve geçirdiği tarihsel gelişim bu şekilde olmuştur.


.RBLMLMLIR;PAPNRIO;PNO"ORIP>OK6 “Kaplan adamı öldürmek isterse adı vahşilik, adam kaplanı öldürmek isterse adı spor olur. Suç ile adalet arasındaki fark da bundan büyük değildir.” Hukuk, bir üstyapı kurumu olarak içinde bulunulan toplumsal düzenin sosyo-ekonomik ve siyasal yapısının bir yansımasıdır, bir ifadesidir. İnsanın insan tarafından sömürülmesine dayanan toplumsal düzenin oluşmasıyla birlikte, toplum düzeninin sağlanmasında saygıya dayalı ilişkiler, yerini korkuya, baskıya bırakarak, üretim araçlarına sahip olanların “zora dayalı” egemenliği gündeme geldiğinde ilkel hukuku oluşturan kurallar da bu egemenliğin sürdürülmesine hizmet edecek şekilde bir üstyapı kurumu olarak biçimlenmiştir. Toplumlar tarihi boyunca yaşanan bütün gelişmeler göstermiştir ki, her hukuk sistemi belli bir çıkarı korur. Köleci hukuk köle sahiplerinin, feodal hukuk feodal beylerin, burjuva hukuku da burjuvazinin çıkarlarını korur ve egemenliğinin sürmesine hizmet eder. Bu anlamda “haklar” sözcüğünden gelen hukuktan “objektif”, “gerçek” gibi nitelemelerle söz etmek, bir yanılsamadır. Çünkü onun “gerçek”liği; her toplumsal düzende toplumsal hakları, egemenlerin haklarına göre düzenlediğidir. .RBLMLMRGPRF5PR9QKQK6 “…Toplum önce yapısını kurar, egemenler belirir, hukuk ondan sonra bu egemenlerin haksızlıklarını haklı göstermek aracıdır. Örneğin bir insanın ötekini öldürmesi, insanlığa ay


halkın avukatlarının gözünden...

kırıdır. Ama egemenin isteğiyle hukukun iki insandan birini efendi, ötekini köle sayması ve efendinin köleyi öldürmesi hukuka aykırı olmamaktadır…” (Erol Toy, Azap Ortakları) Egemenler sömürü sistemini hukukla, yaptığı yasalarla “meşru” hale getirir ve baskıyla, yasal zor yoluyla sürekliliğini sağlarlar. Rauter, “Düzene Uygun Kafalar Nasıl Oluşturulur” isimli kitabında şöyle der bu konuda: "Yasalar insanlarca yapılır. Kimse kendine karşı yasa yapmaz. Bir yoksulun aklına, "çalmamalısın" demek gelmez. Zengin, önce kendi varlığıyla hırsızı yaratır, sonra da hırsızlara karşı yasalar yapar. Başkalarının malına yönelen hırsızlıktan korkar. Oyunun kurallarını koyan, kendisini kazançlı çıkaracak kuralları belirler. Bu durumda oyunun kuralını belirleyenlerin kendilerine oyunu kaybettirecek kurallar saptamaları beklenemez." (E. A. Rauter, Düzene Uygun Kafalar Nasıl Oluşturulur, Syf. 29) Rauter'ın oyunun kurallarını belirleyenler olarak tarif ettiği, egemen sınıftır. Egemen sınıfın belirlediği oyun kuralları ise hukuktan başka bir şey değildir. Egemen sınıf mevcut üretim ilişkilerinin sürdürülmesinde hukuku iki biçimde kullanır: Birincisi, hukukun zor (şiddet) yönünü kullanır; çünkü hukuk kurumsallaşmış şiddettir ve sınıf egemenliğinin sağlanmasında silahlı gücün yanısıra işlev görür. İkincisi, hukuka ilişkin "meşruluk" düşüncesinden yararlanarak, yani ideolojik hegemonya (ideolojik üstünlük) yoluyla "makul", "kabul edilebilir" siyasal faaliyetin sınırlarını çizerek yapar. Başka bir deyimle, düzenin mevcut haliyle devamı konusunda rıza üretir.


Q R$+KRJKQ%HR,NQKQMRBLMLM Tarihte baskı uygulamayan herhangi bir devlet türü yoktur. Devlet, bir sınıfın başka bir sınıf üzerindeki baskı ve zor aracıdır. Hukuk da bu gerçeği gizlemek ve baskının daha kolay uygulanmasını sağlamakla görevlidir. Devlet böyle bir yapı olduğundan onun hukuku da kendi karakterine uygun olacaktır. Bir devlette uygulanmakta olan hukuk kurallarını ve bunun tarihsel oluşumunu, gelişimini belirleyen sınıf savaşımının niteliği ve düzeyidir. Kısaca; hukukun da “bir sınıfın başka bir sınıf üzerindeki baskı ve zoru”na hizmet edeceği kesindir. Düzen sahipleri ister ki, kendileri çalıp çırpsın, özgürce halkları katletsin, istediği yasayı istediği zaman değiştirsin, bunların karşılığında kimse ses çıkarmasın, neden böyle oluyor diye sormasın. Böylelikle sömürü düzenleri sonsuza kadar sürsün. Bunun için de hukuku tehdit aracı olarak kullanır. Örneğin bugün ülkemizde, sömürü düzenine karşı çıkanları “F tiplerine atmakla” tehdit eder. İnfazlarla, kaybetmelerle sonuç almak ister. Hiçbir delile dayanmadan onlarca yıl hapis “ceza”sı vermekle tehdit eder. Hak aramaya çalışanları yıllarca mahkeme kapılarında süründürür, yeri gelir bazı davaları zaman aşımına uğratır. Ki bu davalar genellikle halka karşı işlene suçlarla ilgili davalardır. Sonuçta hepsinde aynı şeyi amaçlar: Hukuk aracılığıyla halkları korkutmak ve sindirmek. Kısaca, düzenin yasallığının dışına çıkmak, hukukuna uygun davranmamak ceza ile önlenmeye çalışılır. İşte bu ceza korkusu çoğu zaman düzen karşısında halkların elini kolunu bağlamaktadır.


halkın avukatlarının gözünden...

RD71PIOIRDP2QAHR@+IL?LI>QRFMIQR2PR #K+ Q)QI>QRJKQ%HR,NQKQMRBLMLM Toplumlar tarihi boyunca hep azınlık konumunda olan sömürücü-egemen sınıflar, kendi sömürü düzenlerini devam ettirebilmek için çoğunluğu oluşturan tüm halk kesimlerini sistemlerinin meşruluğuna inandırmaya çalışırlar. Çünkü çoğunluğu sadece baskı ve zor ile denetim altında tutmak, sömürüyü bu şekilde devam ettirmek her zaman mümkün değildir. Bu nedenle azınlığın çoğunluğu yönetebilmesi, sömürü sistemini devam ettirebilmesi için çoğunluğun düzenin mevcut haliyle devam etmesi konusunda ikna edilmesi, çoğunluğun azınlığa tabi kılınması gerekmektedir. İşte hukuk da diğer ideolojik propaganda araçlarıyla birlikte bunu sağlamanın bir aracıdır. Yani hukuk sömürü sisteminin devamına, ezilen çoğunluğun sömüren azınlığa tabi olmasına ilişkin bir çoğunluğu yani halkı ikna etme, razı etme aracıdır. Bu, hukukun ikna aracı olarak kullanılmasının birinci yönüdür. İkinci yönü ise gayrı meşru ilişki ve durumlara “meşruluk” sağlaması, meşruluğu hukuka uygun olmakla bir tutması, hukuka uygun olanın meşru olduğu inancı yaratmasıdır. Bunu nasıl yapar? Bunu iki örnekle açıklamak mümkün. Birinci örneğimiz kölelik ve ücretli kölelik ayrımına ilişkin tarihsel bir olguya ilişkin. Tarihin ilk yazılı yasaları diye nitelenen Hammurabi Kanunlarına baktığımızda, günümüz burjuva hukuk ve yasalarıyla öz bakımından hemen hiç farklılığı olmadığı görülür. Hammurabi Kanunları, köleci devleti koruyup özel mülkiyeti kutsarken, sistemin devamına hizmet


ediyordu. Bugün burjuvazinin hukuku da kapitalist devletin bekasına, burjuvazinin egemenliğinin ve sömürüsünün sürdürülmesine hizmet ediyor. Evet bugün kölelik, burjuvazi de dahil tüm insanlık tarafından lanetleniyor belki ama, aynı kölelik, bugün çok daha çeşitli ve “ince” yöntemlerle hala sürdürülüyor. Bu incelik de köleliğin hukuki bir görünüme kavuşmasında yatıyor. Kölelik gayrı meşrudur, hukuka aykırıdır; ama onun hukuki kılıfa bürünmüş hali “ücretli işçilik-kölelik” -hukuka uygun olduğu için- meşrudur. İşte zihinlerde bu algı bir kez yaratıldı mı, hukuka uygun olana biat etme, onu kabullenme de arkasından gelir. İkinci örneğimiz ise aynı tarihsel süreçte aynı olguya ilişkin iki farklı yorumun geliştirilerek “suç” ve “ceza” kavramının muğlaklaştırılmasına ilişkin. Burjuva demokrasilerinde veya bizim ülkemizin hukukunda “Haksız kazanç elde etmek” gibi suçlardan sözedilir; ama yüzlerce, binlerce işçiyi çalıştırıp onların sırtından artı-değer sömürüsü yapmak, “haksız kazanç” olarak değerlendirilmez, dolayısıyla suç sayılmaz. Yani sömürü suç değildir. Sömürüyle elde edilmiş “mülkiyet” kutsal sayılır bu hukukta. Özel mülkiyet böyle korunurken, özel mülkiyete yönelik suçlar, en büyük cezaları gerektiren suçlar olarak değerlendirilir… Bu iki örnekten de anlaşılacağı üzere, hukukun temel işlevi (hem özel hukuk, hem ceza hukuku boyutuyla) insanın insan tarafından sömürülmesinin, ücretli kölelik düzeninin ve bunların temeli olan özel mülkiyet ilişkilerinin korunmasından ibarettir.


halkın avukatlarının gözünden...

.RBLMLMNQRDP2NP;RJKQ?HI>QR GQ?HNR-OKRFNO5MOR(QK>HK6 Sınıf egemenliğinin bir aracı olarak hukukun ortaya çıkışıyla devlet kavramının ortaya çıkışı neredeyse eş zamanlıdır. Çünkü hukuk, ML (Marksist-Leninist) bakışa göre, “egemen sınıfın yasallaştırılmış iradesi”dir. Devlet de egemen sınıfın bu iradesini yansıtan buyruk, emirname, kanunname, yasa, yönetmelik, tüzük, genelge gibi yazılı veya yazısız kuralları koyan ve bunları diğer sınıfa ya da sınıflara kabul ettirmeye, kendi hukukunu uygulatmaya yarayan bir araçtır. Sınıf egemenliğinin örgütlenmiş biçimi olan devlet; soyut ve yekpare bir yapı değil –“modern devlet”te olduğu gibi- ordusu, polisi, istihbarat teşkilatı, bürokrasisi, eğitim kurumları, medyası ve diğer kurumları kapsayan, çeşitli askeri ve ideolojik aygıtları ve organları olan karmaşık bir yapıdır. Ama üstlendiği tarihsel misyonu ve işlevi hiç de karmaşık değildir; hukuk egemen sınıfın iradesidir, devlet ise bu iradeyi yansıtan kuralları ve bu kurallara uyulmadığında uygulanacak yaptırımları, yani cezaları koyar ve bunları gerektiğinde zor yoluyla uygulatır. Devletin örgütlenmesi ve işleyişi de esasında buna uygun olarak şekillenir. Kısaca hukuk, egemen sınıfın çıkarları doğrultusunda devletçe yaratılır ve kullanılır. Tüm bunlardan şu sonuç çıkar: Her iktidar bir sınıfa dayanır, yani bir sınıf egemenliğidir. Ve her egemen sınıf, her iktidar; elindeki devlet gücünü kullanarak kanunlar çıkarır, kurallar koyar, yaptırımları belirler ve böylelikle kendi hukukunu oluşturur. Devletin niteliği de bu şekilde


kendi hukuk sistemine yansımış olur. Çünkü hukuk, gerçekte, mevcut devletin ve o devleti elinde bulunduran egemen sınıfların varlığını güvence altına almak için yapılmıştır. Hukuk; mevcut üretim ilişkilerinin, mevcut ekonomik ve siyasi sistemi sürdürmenin bir aracıdır. .RBLMLMR@LKQNNQKHR8P5KLRAL>LK6R !8P5KLNLM R@Q4IQ"HIHRGPKP>PIRJNHKNQK6R Egemenler, hukuku; çıkarlarının koruyucusu olarak düzenlediklerinden bunu gizlemek, kendi iradelerini kayıtsız şartsız karşıt sınıfa kabul ettirmek için ilk başta hukuka ilahi bir güç affettiler. Hukuk kurallarının tanrı tarafından iletildiği yalanını söylediler. Böylelikle hem egemen sınıf hem de hukuk kuralları dokunulmaz hale gelmiş oldu. Bundan sonra egemen sınıfın çıkarlarını kollayan hukuk kurallarına karşı çıkmak, tanrıya karşı çıkmakla eş anlama geldi. Ve karşı çıkanlar cezalandırıldı. Burjuvazinin tarih sahnesine çıkmasıyla birlikte hukuka atfedilen bu ilahi güç yerini yavaş yavaş beşeri güce, insan-birey-topluma dayanan bir “meşruluk” zeminine bıraktı. Böylece hukukun meşruluk kaynağı gökyüzünden yeryüzüne indi. Bununla birlikte hukukun işlevinde biçimsel bir değişiklik de oldu. Hukuk yavaş yavaş ahlaki, geleneklere dayanan toplumsal kuralları kapsamaya başladı. Bunun neden ve nasıl olduğu konusuna gelince; egemen ideolojiler başlangıçta, gelenek kurallarında ve ahlaki ölçülerde görünür hale gelir. Hukuksal düzenleme, egemen ideolojinin gereklerinin bir ifadesi olduğu için, zorunlu olarak bu tip davranış kurallarıyla çakışır. Hukukun özelliği,


halkın avukatlarının gözünden...

konulan biçimsel bir kuralın genellikle varolan gelenekleri kapsaması ve toplumun üyelerinin de artık gelenekleri değil de hukuk kurallarını yönlendirici olarak kabul etmeleridir. Böylece egemen ideoloji, hukuk yoluyla, kendini ahlak kurallarının, gelenek-göreneklere dayanan toplumsal kuralların yerine koyarak “sezdirmeden” meşruluğunu kabul ettirir, üstünlük kurar… Bu şekilde hukuka uygun olan meşru hale gelmiş olur. Oysa meşruluğun ölçütü hukuka uygunluk olamaz. Örneğin patronun işçinin emeğini sömürmesi hukuka uygundur, ama bunun meşru olduğunu, burjuvazi dahil, hiç kimse savunamaz. Bu nedenle burjuvazi yasalarına emek sömürüsünü açıkça yazmaz, yasalarını emek sömürüsünü gizleyecek şekilde oluşturur. .RBLMLMRBP RJ4IHRAHR@QNHK6R BO RDP"O5AP1RAO6 Binlerce yıllık toplumlar tarihi, ilkel insanlardan bugüne birbirini takip eden ve her biri kendinden öncekinden ileri olan toplumsal sistemlerin tarihidir. Bu tarih aynı zamanda sınıf mücadelelerinin de tarihidir. Bu tarihte her yeni toplumsal düzen bir önceki toplumsal düzenden daha ileride olmak zorundadır. M-L teori bunu şu şekilde açıklar: Bir toplumsal düzenin temel ifadesi olan üretim ilişkilerinin gelişme düzeyi, o toplumsal düzenin temelini oluşturan maddi yaşam koşullarındaki ve bunlardan en önemlisini oluşturan üretim araçlarındaki gelişme düzeyinin gerisinde -uzun süre- kalamaz. Eğer üretim araçlarının gelişme düzeyi ile üretim ilişkilerinin gelişme düzeyi arasındaki uygunluk bozulursa,


başka bir deyişle üretim araçlarının gelişme düzeyi üretim ilişkilerinin çok ötesinde olursa, üretim ilişkileri üretici güçlerin gelişmesinin önünde engel olmaya başlar. Bu engel olma hali çok uzun süremez ve bu süreç zorunlu olarak bir toplumsal alt üst oluşla yani devrimle sonuçlanır, yeni bir toplumsal düzen kurulur. Bu düzen üretim araçlarının gelişme düzeyine uygun olduğundan, eski toplumsal düzenden daha ileridir. Bu durum, yani toplumsal düzendeki ileriye doğru değişim, hukuk gibi üstyapı kurumlarına da yansır. Örneğin feodal sistemin yıkılmasıyla oluşan kapitalist sistemdeki hukuk, daha önceki toplumsal düzenlerin hukukundan daha ileridir ve kapsamlıdır. Öyle olmak zorundadır. Çünkü hukuk, bir üstyapı kurumu olarak, özünü oluşturan, temel niteliğini veren yanları itibariyle, içinde bulunulan toplumsal düzenin sosyo-ekonomik ve siyasal yapısının bir ifadesi, bir görünümüdür. Burada, M-L teoride toplumsal düzenin, onu oluşturan altyapı ve üstyapı kurumlarıyla birlikte ifade edildiğini, ancak belirleyici olanın, toplumsal düzene niteliğini verenin, üstyapı kurumlarının niteliğini belirleyenin altyapı olduğunu da ekleyelim. Bu teoriye göre altyapı ekonomik ilişkileri, üretim, dağılım, bölüşüm ilkelerini; üstyapı ise hukuk, kültür, ideoloji, din, devlet gibi kavram ve kurumları ifade eder. Değişim ise önce altyapıda gerçekleşir ve ona uygun üstyapı kurumları oluşur. Örneğin burjuva hukuku, burjuva toplumunun (kapitalist toplumun) yaratıcısı değildir. Tersine burjuva toplumun şekillenmesine, burjuvazinin iktidarının pekiştirilmesine paralel olarak burjuva


halkın avukatlarının gözünden...

hukuku doğmuştur. Yani hukuk kurallarını belirleyen, şekillendiren, ona özünü veren ekonomik ilişkilerdir, üretim ilişkileridir. Fakat hukuka yüklenen "toplumu düzenleyen kurallar bütünü" olduğu şeklindeki abartılı anlam ve önemden kaynaklanan bilinç nedeniyle de hukuk, toplumsal yapı (altyapı) üzerinde bazı değişiklikler yaratabilir. Bunlar üretim ilişkilerinde pek değişiklik yaratmayan, kücük değişikliklerdir. Örneğin miras ve mirasçılık feodal, hatta köleci toplumdan beri vardır. Kapitalıst dönemde de köleci toplumdan beri var olan mirasın başka kişilere aktarılacağı ilkesi değişmez; ancak mirasın aileye mi aktarılacağı, aile dışından birine de serbestçe bırakılıp bırakılamayacağı gibi hususlar değişebilir. Ancak unutmamak gerekir ki, altyapı ve üstyapı arasında sürekli bir etkileşim olmakla; hukuk, ahlak, eğitim gibi üstyapı kurumları altyapıda küçük değişikler yaratmakla birlikte, asıl belirleyici olan altyapı yani ekonomik yapıdır. Bugün egemen sınıf olan ve gerici bir nitelik taşıyan burjuvazi, tarih sahnesine çıktığında ilerici bir misyon taşıyordu. Bunun yanı sıra yine o tarihsel süreçte proletarya ve diğer halk kesimleri haklarına sahip çıkıyor, sömürücüegemen sınıfa karşı kararlı bir hak ve özgürlük mücadelesi yürütüyorlardı. Tüm bunlar “temel hak ve özgürlükleri” de içeren bir hukuk sistemini ortaya çıkardı. Ve bu çerçevede kişi hak ve özgürlükleri, örgütlenme hakkı, savunma hakkı, sendika kurma hakkı, grev hakkı, sekiz saatlik iş günü, basın özgürlüğü, işkence yasağı gibi temel hak ve özgürlükler tarih sahnesine çıktı, burjuva hukuk sistemi içinde


yerini aldı. Fakat burjuvazi bunları hemen kabul edip uygulamadı. Uygulanabilmesi için de ayrıca burjuvaziye karşı yüzyıllar süren kanlı mücadeleler verildi. Bugün temel hak ve özgürlükler olarak ifade ettiğimiz burjuva demokratik haklar, işte bu şekilde hukuki ifadesine kavuşturuldu. Bu konuda Marx şöyle diyor: “…Toplum yasaya dayanmaz. Tersi bir görüş bir kuruntu, bir safsata olur. Hukuki düzenin sürekliliğini ileri sürenler, artık geçerliliğini yitirmiş özel çıkarları geçerli kılmak, bu toplumun yaşam ilişkilerince, mülk edinme biçiminde, alışverişinde ve maddi üretiminde mahkum edilmiş olan yasaları topluma dayatmak, salt özel çıkarları ardında koşan yasa koyucularını görev başında tutmak ve azınlığın çıkarlarını çoğunluğun çıkarlarına üstün kılabilmek için devlet gücünü kötüye kullanmak isterler. (…) Bu yüzden de mevcut gereksinimlerle her an çelişkiye düşerler; alışverişi, endüstriyi kösteklerler ve politik devrime yol açarlar, toplumsal bunalımları hazırlarlar…” (Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, Syf: 26) Kısaca; hukuk, esas olarak toplumun maddi altyapısının, yani mevcut üretim ilişkilerinin bir yansımasıdır; ancak bu aynadaki gibi bir yansıma da değildir. Toplumsal mücadelelerin gelişimine bağlı olarak hukuk, tekrar ve tekrar yeniden şekillenir. Sömürücü egemen sınıfın hukukuna emekçi sınıfların çıkarlarına yarayan yasalar da şu veya bu oranda sızar. Sonuç olarak hukuk; olumlu ya da olumsuz değişir, aynı kalmaz.


halkın avukatlarının gözünden...

.RBLMLMLIR=HIH R87%Q>PNP?ORONPRFNO5MO?ORGP>OK6R JKQNQKHI>QRGQ?HNR-OKRFNO5MOR(QK>HK6 Her hukuk sınıfsal bir nitelik taşır. Sınıfsal nitelik taşıdığı için sınıflı toplumlardaki hukuk herkesin haklarının savunucusu olamaz. Asla bir “eşitlik” içermez. Asıl olarak egemen sınıfın koruyuculuğunu yapar. Bu nedenle soyut bir hukuk yoktur. Hukukun sınıfsal içeriği; onun adaleti sağlamanın bir aracı olmasından önce, bir sınıfın çıkarlarını sağlama alma aracı görevini üstlenir. Hukukun bir üstyapı kurumu olduğunu ve üstyapıyı belirleyen şeyin o sistemin üretim ilişkilerinin niteliği olduğunu ifade etmiştik. Marksist teoriye göre altyapı değişmeden üstyapıda köklü bir değişim olmayacağına göre, bugün hakim olan kapitalist üretim ilişkileri yerini sosyalist üretim ilişkilerine bırakmadan, üstyapıda (hukuk, kültür vb.) köklü bir değişim de söz konusu olamaz. Üretim ilişkilerinin niteliğinin değişmesi demek, kapitalist sistemin yok olması demektir. Bu yok oluş da, sınıfsal temelde verilen mücadeleden geçer. Bu mücadele yürütülürken, elbette üstyapı kurumlarından da yararlanılır. Çünkü üstyapı kurumları son kertede altyapıya bağlı olmakla birlikte, belirli koşullarda altyapıdaki değişmeleri hızlandırır ya da yavaşlatır. Hukuk da bunlardan bir tanesidir. Kapitalist sistemin çürümüşlüğünü, adaletlizliğini; hukuk alanında verdiğimiz mücadele ile gösterebiliriz. Bu anlamda hukuk, sınıfsal mücadelenin bir aracıdır. Burjuvazi gericileştikçe hukuk, o noktada çok daha önemli bir mücadele mevzisi haline gelir.


Şunun da altını çizmek gerekir ki; hukuk, sınıflar mücadelesindeki güçler dengesinden doğrudan ve hızla etkilenebilen ve bu anlamda hızla değişebilen bir özelliğe sahiptir. Yani hukuk özünde egemen sınıfın iradesi olmakla birlikte, sınıflar mücadelesindeki güçler dengesine veya egemen sınıfın bileşenleri arasındaki çıkar kavgalarının niteliğine ve şiddetine göre değişik görünümler alabilir; görece olumlu, ileri bir nitelik taşıyabilir. Ama ne olursa olsun, ne kadar ileri görünürse görünsün burjuva hukukunun sınıfsal -burjuvazinin çıkarlarını ifade eden- niteliği değişmez. Zaten hukuktaki görece olumlu bu değişimler de sınıf egemenliğinin ideolojik devamlılığının, yani mevcut üretim ilişkilerinin devamlılığının sağlanması için, egemen ideolojinin bir ürünü olarak ortaya çıkar. Bu değişimin sınırını da -devrim gerçekleşene dek- egemen sınıf belirler.




halkın avukatlarının gözünden...

@,8/G /GR@J:J:<R

Gücünüz güçsüzlüğümüzdendir bizim Yasalarınız bizi köleleştirmek içindir Köle olmaya niyetlenmedik Irgalamaz kanunlarınız bizi Toplar ve tüfeklerle üzerimize geldiğinizde Ölümden değil Hayatın zilletinden korkmayı yeğledik Aç bırakılmışız bir kez Bu han-ı yağmaya nasıl dayanmışız mübarek Ekmek nedir, canımız ne? Bir namus borcumuz kalmış bilelim Bundan böyle Toplar ve tüfeklerle üzerimize geldiğinizde Ölümden değil Hayatın zilletinden korkmayı yeğledik Bundan böyle. Üst üste ve dike dike han hamam Yurtsuz bıraktığınız bizi ve düşünüldüğünde Bizleri yersiz bıraktığınız Ve kovulduklarımız dar geldiğinde bize Verdik kararını, şu han, apartman dediklerine Bir kez de biz oturalım dedik. Toplar ve tüfeklerle üzerimize geldiğinizde Ölümden değil Hayatın zilletinden korkmayı yeğledik.


Ve kömürsüz dona dona gördük biz Kömürü sizlerde tepeleme gördük Yok ısınacağımız böyle giderse Ve el koymaksa kömüre Kararı toptan verdik. Toplar ve tüfeklerle ...... Ve düşündük kahredecek Ücretimizden helalinden ödemek sizi kahredecek Ve düşündük fabrikaları Fabrikaları üstlensek Emeğimiz değil size, hepimize yetecek. Toplar ve tüfeklerle ........ Ve gördük ki döneklerin Dediklerinden dönenlerinmiş hükümet Ve dedik, hayatı kendi ellerimizle kurmaya Ahdetmeliydik. Ve düşündük ki akıllanmadınız Top güllesi tüfek mermisinden gayri laf tanımadınız Topları üstünüze helalinden Bu kez biz çevirmeyi yeğledik. Bertolt BRECHT




halkın avukatlarının gözünden...

.R-L)7IRE)PAPIR,NQIR-LK L2QRBLMLMLILIR <5NP2ORGP>OK6 Bugün egemen sınıf olan burjuvazinin hukuku, en temelde, burjuvazinin sömürü düzeninin (emperyalist kapitalizmin) perdesi işlevini görür. Ki, Engels bu nedenle burjuva hukukunda “sınıf egemenliğinin kaba, uzlaşmaz ve gerçek ifadesi olması halinin çok seyrek görüldüğünü” belirtir. Burjuva demokrasisi aslında bir burjuva diktatörlüğüdür. Burjuva hukuku işte bu yönü gizler. Burjuva hukukuna göre “yasalar önünde herkes eşittir.” Ya da “bir sınıfın öteki sınıflar üzerindeki tahakkümünü savunmak suçtur” denir. Fakat biliriz ki, kendi sistemi, bir sınıfın öteki sınıflar üzerindeki tahakkümünden başka bir şey değildir. Kapitalist sistemde hukuk sisteminin yaratıcılığını ve savunuculuğunu burjuvazi yapmıştır. Buradan bakıldığında bile hukuk önünde herkesin eşit olmadığı anlaşılır. Çünkü burjuvazi kendi çıkarları doğrultusunda hukuk sistemini yaratmıştır. Çıkarları çatışan sınıfların ortak olarak benimseyebilecekleri hukuk kuralları olamaz. Yasalarda yazılana bakılarak eşitliğin olduğunu söyleyemeyiz. Ya da yasalarda yazılanların birer hak olduğunu söyleyemeyiz. Örneğin bugün burjuva hukukunda “seyahat özgürlüğü” var, “eğitim ve sağlık hakkı” var, “tatil ve dinlenme hakkı” var. Ama bu hakları kullanabilmek için belli bir maddi gücün yani paranın olması gerekir. Başka bir ifade ile parası olmayan için bu hakların hiçbir önemi yoktur. Tüm bunlar yine burjuvazinin temsilcilerine haktır.


Bir hakkın olup olmamasını belirleyen, onu kullanma olanağıdır. Eğer o hakkı kullanma olanağı yaratılmamışsa o hak sadece varsayım olarak vardır, gerçekte ise yoktur. .RBLMLMRBPKMP?OIRBLMLMLRAL>LK6R !9Q?QRMQK5H?HI>QRP5O;NOM *R !J>ONR2PR;QKQ ?H1R4QK)HNQAQ *R !BLMLMLIR7?;7IN7"7 R -LINQKR)PK PMR+NQ ONOKRAO6 Burjuvazi hukukun herkesin hukuku olduğunu söyler. Böyle söylemesinin bir nedeni vardır elbette. Burjuvazi böylece hukuku oluşturanın kendisi olmadığını, sınıflar üstü bir gücün oluşturduğunu söyler. Kendisinin sadece uygulamakla yükümlü olduğunu ileri sürer. Bunun böyle olduğuna halkı inandırmak için de hukukun “kişisel hukuk”u ilgilendiren alanlarına, burjuvaziyle halkın eşit olduğuna dair sadece yasalarda var olan, pratikte karşılığı olmayan göstermelik maddeler koyar. Her iki sınıfın da yararlanabileceği bazı biçimsel özgürlüklere yer verir. “Herkes yasa karşısında eşittir” der… Peki, gerçek öyle midir? Elbette hayır. Yasalar önünde herkes eşittir, ama egemenler o “herkes” arasında değildir. Onlar ayrı bir kategoridir. Yasa metninde ifade edilmez, ama o yasaların sahibi olarak ayrı bir koruma kalkanına sahiptirler. Çünkü yasaları yapan onlardır. Onlar için yazılı olmayan özel bir hukuk vardır. İşte yazılı olmayan bu hukuk, hukukun gerçek sınıfsal niteliğine uygun olan hukuktur. Yani egemen sınıfın iradesini, tahakkümünü yansıtan hukuktur. Bu yüzden devletin hukuk alanındaki


halkın avukatlarının gözünden...

tekelini, mahkemelerini, yasalarını vb. çözüm yeri olarak görmek; adil yargılanacağını ve hakkını alabileceğini düşünmek doğru değildir. “Yasa karşısında eşitlik”, “Adil ve tarafsız yargılanma”, “Hukukun üstünlüğü” gibi kavramlar burjuvazinin çıkarlarını her şeyin üstünde tuttuğu, ideolojik propaganda melzemeleridir. “Hukuk herkesin hukuku” söylemi aldatmacadır, “yasalar önünde herkes eşittir” söylemi koca bir yalandır, hukukun gerçek niteliğiyle bağdaşmaz. Hukuk herkesin değil, egemenlerin hukukudur. Yasalar herkesin değil; egemen sınıfın, oligarşinin çıkarlarını korur. Ama hukukun ya da yasaların kendisinden bu olgu kolayca çıkarılamaz. Çünkü burjuvazi sınıf egemenliğini yasalara açıkça yazmaz. Bu yüzden yasalar “herkes”i muhatap alır. “Herkes” ya da “hiçkimse” sözcükleriyle doludur yasa metinleri. Yasaların genel olması, kişiye ya da gruplara özel olmaması, yazılı kural haline de getirilmiştir. “(…) size bir şeyi yapmayı yasaklayan bir yasanın bulunmayışı, sizin onu yapabilecek durumda olduğunuz anlamına gelmez. En yakın havalimanına giderek, New Orleans’a, Hollywood’a ya da New York’a gidecek bir uçağa binme hakkınız olabilir; ama eğer cebinizde bilet alacak paranız yoksa, aslında bunu yapma özgürlüğünüz de yok demektir. Kullanamadıktan sonra hakkınızın olması neye yarar?” (Sosyalizmin Alfabesi, Syf: 78) Öyle ya; yasada yazana bakmamızı istiyorlar. Uygulayamasak da yasalar eşitlik, seyahat özgürlüğü, sağlıkeğitim hakkımızın olduğunu söyler. İşte hukuk burada halkın gözünü boyamaya yarar.


Burada şunun da altını çizmek gerekiyor: Burjuva hukukunda var olan tüm hak ve özgürlükler bir; egemen sınıfların baskı ve sömürüsünü gizlemek içindir, iki; halkın egemen sınıflara karşı verdiği mücadele sonucunda kazandıklarıdır. Örneğin emperyalist ülkelerde 1950 yılından itibaren, halkların ve işçi sınıfının verdiği mücadeleler sonucunda, sosyalist sistemin oluşturduğu baskı sonucunda, burjuva demokratik ve sosyal hakların kullanım alanı genişledi. Bununla birlikte ileri haklar kazanıldı. Esas olarak emperyalist ülkelerde bu haklara sahip olunmasını sağlayan, bu ülke halklarının ülkelerindeki mücadeleleri ve aynı zamanda sosyalist sistemin kazanımlarıdır. Gerçek bundan ibaret olsa da emperyalistler bu kazanımları halkların kazanımları olarak değil, adeta kendi lütuflarıymış gibi gösterir. Emperyalist ülkelerde, burjuva demokrasisinin gereği olarak düşünce özgürlüğü, örgütlenme özgürlüğü gibi haklar vardır. Fakat 1990'larda Sosyalist bloğun çözülmesi, Sovyetler Birliği (SSCB)'nin dağılmasıyla birlikte, gerek burjuva demokrasilerinde gerekse de faşizmin hüküm sürdüğü sömürge-yeni sömürge ülkelerde temel hak ve özgürlüklerin gerilemesine, gasp edilmesine yönelik politikalar artmıştır. .R!BLMLMR>P2NP;O RONPRQINQ;HNQIRIP>OK6 “Hukuk devleti; azınlıktaki sömürücü sınıfın çıkarlarını koruyan devletin, kendi yaptığı hukukla kendini sınırladığını iddia etmektir. Bu, gerçek olsa bile halkın buradaki rolü yok denecek kadar azdır. Çünkü devlet de, devleti sı


halkın avukatlarının gözünden...

nırladığı iddia edilen hukuk da aynı iradenin ürünüdür ve bu irade halkın iradesi değildir, sömürücü azınlığın iradesidir.” Hukuk devleti, “hukukun üstünlüğünün tanındığı, vatandaşlarının yasalardan ileri gelen haklarının güvence altına alındığı ve insan hak ve özgürlüklerinin tanındığı bir devlet” olarak tanımlanmaktadır. Başka bir kaynakta, “Hukuk devleti ilkesi, insan hak ve özgürlüklerini merkeze alan ve bunları korumak amacıyla siyasi iktidarın hukukla sınırlanmasını esas alan bir anlayış” olarak ifade edilir. “Buna göre modern devlet, şiddet tekelini elinde bulundurmakla birlikte, insan hak ve ozgürlüklerini merkeze alan ve bunları korumak amacıyla kendisini hukukla sınırlayan, hukuka bağlı devlet olarak nitelendirilir.” Her iki tanımın da özü hukuk devletinin kendini hukukla sınırlayan devlet olduğu iddiasıdır. Burjuva demokrasileri için bu tanım geçerli olabilir belki, ama faşizmde bu tanımın hiçbir geçerliliği yoktur. Fakat burada temel olan şudur: Herhangi bir devletin “hukuk devleti” olması, tanımdaki gibi kendini hukukla bağlaması da tek başına o devletin meşruluğunun, adaletli olduğunun göstergesi değildir. Çünkü devletin kendisini bağladığı hukuk da zaten devlet tarafından oluşturulmuş, devletin sahibi olan sınıfın çıkarlarını yansıtan bir hukuktur. Kısaca devlet de, devleti sınırladığı iddia edilen hukuk da aynı iradenin ürünüdür ve sömürücü azınlığın iradesini yansıtır. Bu nedenle hukuk devleti de -tıpkı hukukun üstünlüğü, kanun önünde eşitlik vb. kavramlar gibi- özünde bir aldatmacadan, bir maske


den ibarettir. O halde; ister burjuva demokrasilerinde olsun ister faşizmle yönetilen ülkelerde olsun hukukun nasıl şekillendiğini toparlamak açısından şöyle sırala¬yabiliriz: a) Yürürlükteki hukuk, iktidardaki egemen sınıfın hukukudur. b) Ancak bu egemenlik, hukukta çok açık ifade edilmez, tersine yasalar, kitlelerin gözünü boyayacak bir tarzda kaleme alınırlar. c) Hukuk, esas olarak mevcut üretim ilişkilerinin bir yansımasıdır; ancak bu ayna gibi bir yansıma değildir. Toplumsal mücadelelerin gelişimine bağlı olarak hukuk tekrar ve tekrar yeniden şekillenir. Sömürücü egemen sı¬nıfın hukukuna, emekçi sınıfların çıkarlarına yarayan yasalar da şu veya bu oranda sızar.




halkın avukatlarının gözünden...

@EDF*R ECFG&F@R(ER9J(:0R3J( JG

Yavru tavşanındı bu saray. Bir sabah bayan gelincik zaptetti onu hemencecik. Vay kurnaz, vay! Ev sahibi evde bulunmadığından kolay oldu bu iş pek kolay. O gün şafakla çıkıp gitmişti tavşan. Kırlar kekik kokuyordu, mis gibi kekik. Bizimki yiyip içip mahzenine döndüğü zaman gelincik pencereye dayamıştı burnunu. Tavşan orda görünce onu: — Hey, bayan, dedi, çıkınız hemen baba yadigârı evimden. Yoksa haber yollarım bütün farelere ben. Cevap verdi sivri burunlu türedi: — Toprak, onu ele ilk geçirenindir, dedi. Savaşılmağa değerdi doğrusu ya, Tavşanın bile sürünerek girdiği yuva. — Ne tuhaf iş, dedi gelincik, ne tuhaf iş. Burası bir krallık olsa bile, tapusunu şuna, buna, hatta bana değil de filanca oğlu falanca tavşana kim vermiş? Falanca tavşan söz açtı geleneklerden: — Ben, dedi, ben, kanun kuvvetiyle sahibim bu yere.


Burası babadan oğla kalır kanuna göre. Böylelikle filandan kaldı falana falandan da kaldı bana. Sanki 'ele ilk geçirmek' kanunu daha mı iyi? Gelincik dedi ki: — Uzatmayalım hikâyeyi. Davamızı halletsin, gidip görelim de Samur'u. Keşiş gibi inzivada yaşayan bir kediydi bu. Yüzü de gülerdi her zaman. Evliya gibi bir şey, yağlı, tüylü, şişman. Karışık işleri halletmekte de uzman. Teklifi kabul etti tavşan. İşte ikisi de kürklü beyin karşısındadır. — Yaklaşın çocuklarım, yaklaşın, dedi Samur, artık ihtiyarladık da sağır oldum biraz sağır. Yaklaştı ikisi de çekinmeden. Bizim sofu babalık da tam vaktinde doğruldu, attı iki pençesini hemen davacıları yutup aralarını buldu. İşte çok defa böyle hakemlik eder küçüklere büyükler. Nazım Hikmet, La Fontaine'den Masallar




- $+&% ', !*-, #,"- (*(*



halkın avukatlarının gözünden...

BLMLMLIR04)LNQIAQ?H <.REA PK4QNO?;NPKOIRBLMLMLR=+4)LI*R3QNQI*R = A7K7RD71PIOIOIR@QNMQIH>HK Emperyalizmin dünya genelinde saldırılarını arttırdığı bir dönemdeyiz. Çünkü emperyalizm bugün büyük bir kriz içinde. Şüphesiz emperyalizmin krizi yapısaldır ve süreklidir. Bu nedenle yönetme gücü, deneyimi ve yöntemleriyle krizini aşmaya çalışır. Ancak içinden geçtiğimiz şu günlerde bu krizi aşmakta, krizin kendisi için bir yıkım olmasını engellemekte zorlandığı, bunun için daha fazla teröre başvurduğu da bir gerçektir. 21. yüzyılın ayaklanmalar yüzyılı olacağı tespiti emperyalistlere aittir. Bu tespit, soygun, talan, sömürü üzerine kurulu çürümüş, kokuşmuş düzenlerinin sonunun geldiğine ilişkin korkularının ifadesidir. Bu yüzden de emperyalistler, tarihsel olarak sonlarını getireceğinden korktukları ayaklanmaları engellemek için akla gelebilecek, bilindik bilinmedik tüm yöntemleri dener, uygularlar. EA PK4QNO1AOIRF>P+N+ OMR2PR O1OMOR=QN>HKHNQKH Emperyalizm, teslim almak istediği, politikalarının önünde engel olmaktan çıkartmak istediği, ekonomik planlarını istediği gibi uygulayamadığı ülkeleri, örgütleri, halkları teslim almayı hedefler. Bu politikasının temelinde de fiziken imha etmenin yanısıra beyinleri teslim almak yatar.


Bu ideolojik, psikolojik saldırısını edebiyattan sinemaya, müzikten TV dizileri ve reklamlara, sosyal medyadan büyük medya tekellerine kadar her yöntemi, her aracı kullanarak yürütür. Hukuk da bu ideolojik saldırı araçlarından biridir. Ve bunların hepsi iç içe geçmiştir. Bugün bu saldırılarının yoğunlaştığı bir süreçteyiz. Başını ABD'nin çektiği emperyalist blok, '90'lardan itibaren yani Sovyetler'in yıkılmasıyla "Sosyalizm bitti" propagandası yapmaya başladı. Bu süreç "Yeni Dünya Düzeni"ni kurma sürecidir aynı zamanda. Bu süreçte ülkelerin içişleri diye bir şey yoktur artık. "Dünya global bir köydür", "Sınırlar kalkmıştır." Bu ideolojik propaganda öylesine güçlü yapıldı ki, "ulusal sınırlar artık insani müdahalenin önünde engel olmayacak" denilerek ülkeleri işgal etmenin, katliamların, askeri-siyasi her tür müdahalenin ideolojik zemini oluşturuldu. "Emperyalizm barış ve özgürlüğü savunuyor" algısı yaratıldı. Bu propagandayla ABD emperyalizmi diğer devletleri ve uluslararası kurumları yedeğine almayı başardı. “Yeni Dünya Düzeni”nin ilanı ile birlikte ABD'nin “uluslararası hukuk” sosuna bandırılmış “imparatorluk kurma” süreci başlatıldı. Bu sürecin ürünü olarak emperyalist saldırılar gündeme geldi, işgaller ve yeni sömürgeleştirme politikaları artarak sürdürüldü. Bununla eş zamanlı olarak da Latin Amerika'dan Ortadoğu'ya, ülkemize kadar her yerde halklara “barış” adı altında teslimiyet dayatılmaya devam etti. ABD, ekenomik askeri çıkarları için “terörizmle mücadele”, “insani yardım” maskesiyle ekonomik-siyasi plan


halkın avukatlarının gözünden...

larını hayata geçirdi. “İnsani yardım” katil Amerika'nın her dönem en çok kullandığı ve psikolojik savaş yöntemleriyle de desteklediği en büyük şovlarından oldu. Ne zaman bu söylemi duysak, bunun ardında ABD'nin ve diğer emperyalist ülkelerin stratejik plan ve hesapları, yani saldırı ve operasyon hazırlığı içinde olduklarını gördük. İşgalci, katil Amerika'nın “teröre karşı savaştığı” yalanı da bu şovdan farklı değildir. “Diktatörler ülkelerinde baskı ve terör uyguluyor, ülkeyi kaosa sürüklüyor, ülkeyi yeniden selamete ve istikrara kavuşturmak ve demokrasiyi yeniden tesis etmek istiyoruz” denilerek, “uluslararası hukuk” kullanılarak; uluslarası destek yaratılıp saldırı, işgal, yağma ve talan politikaları hayata geçirildi, geçiriliyor… Bu politikanın bir yanı baskı ve zor ile yaratılan korku iken; diğer yanı ülkeleri ekonomik, kültürel ve sosyal olarak kendi ihtiyaçları doğrultusunda şekillendirmek, iktidarları hizaya çekmek, işbirlikçileştirmektir. 0NL?NQKQKQ?HR3+ NLA R2PR 0NL?NQKQKQ?HRBLMLM JN>Q;AQ%Q?H*R BLMLMRDP2NP;O *R BLMLMLIR/?;7IN7"7 9QNQINQKH Emperyalistler ve işbirlikçilerinin hukuku halklara karşı kullanılmasının en önemli biçimi, bütün saldırılarını ulusal ya da “uluslarası hukuk” kılıfına sokmalarıdır. Bu yapılırken de hukukun tüm insanların çıkarlarını temsil ettiği, insanların hak ve özgürlüklerini düzenlediği anlatılır. “Hukukun üstünlüğü”, “Hukuk devleti” propagandası temelini buradan alır. Hukukun her şeyin üstünde ve bu arada sınıflar üstü olduğu da beyinlere işlenir. Bu, egemen


ler için; halkın her koşulda yasalara uymasının, egemenlerin iradesine karşı çıkıp hak ve özgürlük arayışına yönelmesini engellemenin de biricik yoludur. “Yasaların anlam taşıması için onlara uyulması gerekir. Eğer küçük bir topluluğun istekleri yasalaşacaksa, bu küçük topluluk çoğunluğu kendi isteklerine uymaya zorlayabilmelidir. Yasa, güvenliğini şiddetle sağlamışsa yasadır. Küçük bir topluluğun çoğunluğa egemen olması ancak büyük maddi giderlerle sağlanır. Zenginlik baskının bir koşuludur. Zengin olmayan insanlar satın alamaz; parasız silah da üretilemez. Zenginlik; haydutluk, savaş, kölecilik ya da emek sömürüsüyle sağlanabilir.” (Düzene Uygun Kafalar Nasıl Oluşturulur, Syf: 31) Yasaları yapanlar, zenginliklerini koruyabilmek için gerekli kurumları, örgütleri de yaratırlar. Polis, savcı ve hakimler, hapishaneler vb. kurumların hepsi hukukun egemenlik mekanizmasının zorunlu parçalarıdır. Emperyalistler ve işbirlikçileri çıkarları gerektirdiğinde hiçbir kural, gelenek, ahlaki ölçü tanımaz; her yola başvurur ve herşeyi kullanır. Hukuk da bunlardan biridir. Emperyalistler ve işbirlikçileri kendilerine karşı çıkan her kesime, devrimcilere, halklara karşı hukuk silahını pervasızca kullanır. Çoğu zaman kendi yasalarını bile çiğner, kendini hiçbir yasa ve kural ile sınırlamadığı “olağanüstü hal” rejimleri yaratır ve ortaya çıkan fiili durumu, hukuksuzluğu da yine bize “hukuk” olarak yutturmaya çalışır. Egemenlerin sömürüsünün ve yönetmelerinin önünde en ufak bir engel belirince, hukuk onların elinde adeta oyuncağa dönüşür. Hele ki krizlerinin derinleştiği dönem


halkın avukatlarının gözünden...

lerde, devleti bağlayan hiçbir kural ve yasadan sözedilemez. Yeni yasal düzenlemeler hızla yapılır ve temelinde baskı yasak ve terör vardır. Amerika kendisini her şeyin üstünde gördüğü için; saldırılarında, dünyayı çıkarlarına göre yeniden düzenleme planlarında kullandığı en etkili araçlarından biri de hukuktu. Halkların baş düşmanı katil Amerika'nın bu dönemdeki tüm saldırılarının, katliamlarının ve hukuksuzluklarının perdesi HUKUK oldu. Bunu nasıl yaptı? Kendi kararlarını, kendi çıkarlarını Birleşmiş Milletler (BM) veya NATO gibi gerçekte birkaç büyük emperyalist devletin çıkarlarının bekçiliğini yapan kurumların kararı olarak halkların karşısına çıkardı. Başta ABD olmak üzere, birkaç büyük emperyalist devletin kendi çıkarları doğrultusunda gerçekleştirdikleri işgal ve katliamlar; BM şemsiyesi altında veya NATO gibi emperyalist savaş makinesi kullanılarak yapıldı. Burada amaçlanan bu işgal ve katliamların ya da ambargo ve diğer yaptırımların, "uluslararası toplum" tarafından ve uluslararası hukuka göre gerçekleştiği algısı yaratmaktır. Oysa "uluslararası toplum" dedikleri, emperyalizmden başkası değildir. Uluslararası hukuk da emperyalizmin dünya haklarına dayattığı, emperyalist çıkarların savunulmasına hizmet etmekten başka işlevi olmayan hukuktur. BM kararları, uluslararası sözleşmeler, devletlerarası hukuka dair ilkeler vb. Hepsi emperyalist sömürü ve talanın, bu amaçla gerçekleştirdikleri işgallerin, katliamların maskesidir. Bunları dünya halklarına kabul ettirmenin, halkları bunların meşruluğuna inandırmanın aracıdır…


ABD'nin, Filistinliler için de kutsal olan ve İsrail'in işgali altındaki Kudüs'ü İsrail'in başkenti olarak kabul ettiğini ilan etmesiyle yeniden alevlenen Filistin sorunu konusunda yaşanan son gelişmeler, bu konuda oldukça aydınlatıcı ve çarpıcı bir örnektir. ABD'nin Kudüs'ü İsrail'in başkenti olarak kabul etmesinin geçersiz olarak kabul edilmesine ilişkin BM Güvenlik Konseyi'nde alınan karar; ABD'nin red oyu vermesiyle, yani kararı veto etmesiyle hükümsüz kaldı. Yani diğer devletler, dünya halkları ne derse desin ABD'nin dediği oldu. ABD kendi borusunu istediği gibi öttürdü. İşte uluslarası toplum, işte uluslararası hukuk… !@QKQRCO?;PNPK R2PR!3PK KRBLMLML RFNPR#PMO5;OKONPI FA QKQ;+KNLM Sovyetler Birliği'nin dağılması ile birlikte egemenliğini ilan eden emperyalizm, 1990'ların sonu ile 2000'li yılların başlarından itibaren birbiri ardına “kara listeler” yayınladı. “Teröre destek veren ülkeler”, “Terörist ülkeler” listesi yayınlandı. “Uluslararası koalisyon” kuran ABD, Irak'a saldırdı. Emperyalizme boyun eğmeyen, ona karşı savaşan ülkeleri, örgütleri, liderleri, devrimcileri hedef haline getirdi. Kara listelerle silah bıraktırmak ve teslim almak istediği örgütlere yönelik saldırı ve imha politikaları uyguladı. Amaç ülkeleri, örgütleri, kişileri hizaya çekmek, dize getirmekti. Emperyalizm, tüm bu saldırıları için gerekçeye ihtiyaç bile duymadı. Çünkü ABD emperyalizmi tüm ülkelerin, kurumların, hatta sınırların dahi üstündeydi. ABD imparatordu ve insan hakları ve özgürlükler ona bağlıydı.


halkın avukatlarının gözünden...

Böylece, yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, tüm saldırılarının, katliamlarının ve hukuksuzluklarının perdesi olarak hukuku kullandı. Daha doğru bir ifadeyle çıkarları neyi gerektiriyorsa, onu hukuk olarak dayattı. “Nükleer silahları olan ülkeler dünyayı tehdit ediyor” deyip ülkelere saldırdı. Venezuella gibi görece ilerici yönetime sahip ülkelerin, emperyalizmin dünya düzenine boyun eğmeyen Libya, Suriye, İran gibi 22 Ortadoğu ve Afrika ülkesinin yönetimini değiştirme planı, yalan ve demogoji sağanağı altında devreye sokuldu. Emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı direnen anti emperyalist güçler, ML (Marksist-Leninist) örgütler için barış, uzlaşma, teslimiyet politikaları daha da yoğunlaştırıldı.


=J:<&JRJ:<CJ:CJR-JCRJ:<CJ:< İşçi işinde belli olur. Sahipsiz, ortada kalmış bir petek. Sarıca arılar: Bu bize ait, dedi. Bal arıları itiraz etti. Sen karar ver, denildi, eşek arısına gidilerek. Davayı halletmek kolay değildi pek... Dinlenen tanıklara göre: girip çıkmıştı bazı hayvanlar bu peteklere, kanatları vızıltılı, renkleri sarı, yani, belki de bal arıları. Fakat sarıcalar da olabilir, çünkü onlar da aynı biçimdedir. Eşek arısı şaşırdı. Hakkı da var. Yeni tanıklar dinlendi. İncelemeler, araştırmalar, fakat iş aydınlanmadı gitti. Nihayet söz alıp dedi ki bir bal arısı: — Çok rica ederim, bu dava altı aydır sürüyor


halkın avukatlarının gözünden...

ve başlanılan yerdeyiz hâlâ. Halbuki petekte bal çürüyor. Yargıcın da artık işi çabuklaması lazım. Zaten yetişmez mi zıkkımlandığı? Hem boşuna uzatılıyor mesele. Sarıcalar da çalışsın biz de çalışalım, bir görelim hele, o tatlıların tatlısını, o kutu kutuları hangimiz yapabilir mişiz? Sarıca arılar yanaşmadı bu teklife, herhalde bu, anlamadıkları bir iş olmalı. Eşek arısı da karşı tarafa verdi balı. Keşke hep böyle görülse davalar. Türklerin bu işte tecrübesi var. Yani kara kaplı kitap bırakılıp halkın aklı bize mihenk olsaydı eğer, “Bugün git, yarın gel” deyip uzatılmazdı işler: ortada fır dönmezdi para. İstiridyenin içini yargıçlar yeyip kabukları kalmazdı davacılara. Nazım Hikmet- La Fontaine'den Masallar



halkın avukatlarının gözünden...

<< R/NMPAO1>PR Q5O1AOIRBLMLMLRGQ?HNR PMONNPIAO5;OK6 BLMLMRGQ?HNR@LNNQIHNAQM;Q>HK6 Ülkemizin bugünkü tablosuna baktığımızda 12 Eylül askeri faşist yargısının hukuksuzluğunun katbekat aşılmış olduğunu görürüz. Bunun nedeninin de emperyalizm olduğunu söylersek yanlış söylemiş olmayız. Çünkü ülkemiz bir yeni-sömürgedir, yani emperyalizme bağımlı bir ülkedir. Ekonomisi, siyaseti, yargısı, eğitim vs. hepsini belirleyen ABD emperyalizmidir. Ve emperyalizmin bugünkü çıkarları bunu gerektirdiği için Türkiye'nin hukuk tablosu bugün böyledir. Nasıl mı? Emperyalizmin, özellikle ABD emperyalizminin gözü Irak, Suriye, Filistin, Afganistan, Libya ve Türkiye topraklarında… yani Ortadoğu ve Kuzey Afrika topraklarındadır. Emperyalizm on yıllardır gözünü diktiği bu topraklarda halkların kanını akıtmaktadır. ABD'nin ünlü “Ulusal Güvenlik Stratejisi” 1997 tarihlidir. Bu belgede şunlar yazmaktadır: “200 milyar varillik petrol rezerviyle Hazar Denizi Bölgesi yani Türkmenistan, Kazakistan, Özbekistan, Kafkasya, İran, Kuzey Irak, Güney ve Güneydoğu Anadolu dünyanın artan enerji takibini karşılamaya önemli bir adaydır.” Ve bu belge, Ortadoğu'yu kontrol altına almak zorunda olduklarını söylüyor: “Kendi petrol kaynaklarımız tükeneceğinden bu kaynaklara ulaşmak, ABD'nin yaşamsal çıkarlarından biridir.” Emperyalizmin son 15 yılda yaptıkları; Afganistan ve Irak'ın işgali, “Arap Baharı” denilerek Orta


doğu ve Kuzey Afrika'nın kana bulanması; bombalarla, ambargolarla, savaşların yarattığı açlık ve yoksullukla milyonlarca insanın katledilmesi, milyonlarca insanın mülteci yapılması… Hepsi bu çıkarların gereğidir. Dünyada ve ülkemizde hukuk, yasalar, kurallar da bu çıkarlar, bu istek ve hedef için belirlenmiştir. Ülkemizdeki yasalara ruhunu veren, hukukun niteliğini ve işlevini belirleyen de budur. Geçmişten bugüne halka uygulanan her türlü baskı ve şiddetin, işkence, infaz ve katliamların; tüm muhaliflerin “terör” demagojileriyle sindirilmesine olanak sağlayan hukuksal zeminin temelinde bu vardır. “Emperyalizmin ve işbirlikçilerinin çıkarlarını korumak, soygun ve sömürü düzeninin devamını sağlamak için ülkemizde onlarca katliam ve infazlar yapılmıştır. Bunlardan bazıları şunlardır: 16 Şubat 1969 - Kanlı Pazar. 15-16 Haziran 1970. 1 Mayıs '77 Katliamı. 16 Mart 1978 - Beyazıt Katliamı. 24 Aralık 1978 - Maraş Katliamı. Bahçelievler Katliamı; Çorum, Sivas, Gazi Katliamları; polisin ev baskınları ve sokaklarda gerçekleştirdiği katliamlar, gözaltında kayıplar, işkencede ölümler; Buca, Ümraniye, Diyarbakır, Ulucanlar ve 19 Aralık başta olmak üzere hapishane katliamları… Bu katliamların hepsi ABD'nin BOP'u (200 milyar varillik petrol) ve yerli işbirlikçilerin bu paydan alacakları kırıntılar uğrunadır. Sadece bunlar da değil;


halkın avukatlarının gözünden...

- 12 Eylül askeri faşist darbesi bunun için yapıldı. - Sıkıyönetimler, olağanüstü haller, köy yakmalar, boşaltmalar… Hepsi bu amaçla yapıldı. - DGM'ler (Devlet Güvenlik Mahkemeleri) bu amaçla kuruldu. Bu mahkemeler ihtiyaca göre, sürece göre değiştirildi. DGM'ler ÖYM'ye (Özel Yetkili Mahkemeler); ÖYM'ler Bölge Ağır Ceza Mahkemelerine dönüştü. Fakat değişen sadece isimleri oldu. İçerikleri ve işlevleri hiçbir zaman değişmedi. Bu mahkemeler bugün de “ihtisas mahkemeleri” adı altında faaliyetlerini sürdürmektedirler. Bu mahkemeler aracılığıyla emperyalizmin hakimiyetine boyun eğmeyen, soygun ve sömürü düzenine karşı mücadele eden devrimcileri ve tüm muhalifleri hedef alan hukuk terörü estirildi, estirilmeye de devam ediyor. Sendikalar, dernekler, siyasi partiler, avukatlar, gazeteciler, memurlar, öğrenciler, işçiler, çevreciler vb. siyasal iktidara muhalefet eden herkes; bu mahkemeler tarafından yargılama konusu yapılmaktadır. Bu nedenledir ki, Türkiye; dünyanın en fazla “terör” tutuklusu ve hükümlüsünün bulunduğu ülkedir. Bu mahkemeler siyasi iktidarın direktifi sonucunda soruşturma ve kovuşturmalar yürütmektedirler. Hakim bağımsızlığının genel olarak bulunmaması yanında bu mahkemelerde çalışan hakim ve savcıların “hukuk ve adalet”in gereklerinden ziyade devleti koruma refleksiyle hareket ettikleri, alan çalışmalarıyla tespit edilmiştir. Terör mevzuatı nedeniyle, onun sağladığı avantajlarla, delil bulunmaksızın, sadece kanaatle ağır hapis cezaları verilmektedir.” (Savunmalar, Syf: 219-220)


37KMO4P >PRBLMLMLIRGO;PNO"ORGP>OK6 Oligarşinin ve onun yönetim biçimi olan faşizmin hukuku da, sınıfsal niteliği itibari ile kapitalist sistemin hukuku olan burjuva hukukudur. Ama bu tanım yeterli değildir. Çünkü faşizmin hukuku, klasik burjuva hukukundan birçok noktada ayrılır. Onun temel niteliğini belirleyen, doğaldır ki, altyapı ve devletin niteliğidir. Çarpık kapitalist sistem ve faşizm gerçeği, hukukun da belirgin niteliğinin faşizmin hukuku olmasını beraberinde getirmiştir. Oligarşinin hukuku, faşizmi ayakta tutmanın aracıdır. Aslolan bu olduğu için, gerektiğinde - hukuk devleti maskesi takmak için çıkarmak zorunda kaldığı- yazılı kurallarını da hiçe sayar, kendi yasalarını çiğnemekte bir sakınca görmez. 1996 yılında gerçekleşen ve “Susurluk Skandalı” olarak bilinen kaza sonrası kontrgerillaya ilişkin açığa çıkan gerçekler karşısında dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, şu sözleriyle bu durumu açıkça ifade etmiştir: “Devlet halin icabına göre hareket eder. Her zaman rutini takip etmek mecburiyetinde değildir. Yüksek menfaatler icap ettirdiği zaman devlet rutinin dışına çıkabilir.” 'Rutin dışı' diye tarif edilen, mevcut yasaların yok sayılmasından, hukuksuzluktan başka bir şey değildir. Demirel her fırsatta dilinden “Türkiye bir hukuk devletidir” sözünü düşürmese de, kuşkusuz meşru bir hukuk düzenini anlatmıyordu. Onun sözünü ettiği hukuk devleti, başı her sıkıştığında rutin dışına çıkan faşist devletti. 'Yasaları bir kez delmekle bir şey olmayacağını' söyleyen başbakanlarca, “ben bu anayasa mahkemesi kararını tanımıyorum” diyen cumhurbaşkanlarınca yönetilen bir ülkede, hukuk bir vitrindir ve yasalar sadece halkın uyması için vardır, ki bu durum yukarıda yaptığımız hukuk tanımına da uygundur. Böyle bir düzende, yasadışılık rutinleşmiştir. İster adına “Susurluk hukuku”, ister “kontrgerilla hukuku” deyin, ister


halkın avukatlarının gözünden...

faşizmin hukuku… Ne derseniz deyin, nasıl isim koyarsanız koyun; bu hukuk(suzluk) düzeni, burjuva anlamda dahi hukuki bir meşruiyetten yoksundur. Demokrasisi gibi hukuku da göstermeliktir, sahtedir. Bu gerçek kimi zaman, yargı mekanizmasının en tepesinden de dile getirilmek zorunda kalınmaktadır. Örneğin Yargıtay eski başkanı Eraslan Özkaya, 2004 Mart'ında özetle şöyle diyordu: “Türkiye'de yargı bağımsız değildir, yarı bağımsız yargıya da 'bağımsız' denemez… Bir şey ya çürüktür ya sağlamdır, yarı çürük olmaz. Yarım adalet olmayacağı gibi yarı bağımsız yargı da olmaz.” Özkaya, konuşmasının devamında “İdari organın, yargıyı abluka altına almak, yargıyı kullanmak için her türlü hamleyi yaptığını…” Yine şu anki Yargıtay Başkanı İsmail Rüştü Cirit, Anayasa Mahkemesi Başkanı Zühtü Arslan’ın Cumhurbaşkanı Erdoğan önünde eğilerek selam vermesiyle ilgili "son dönemde yargıya güvenin giderek azaldığını belirtirken, yargının bağımsız olması için yürütmeden ayrı olması gerekir" diyor ve ekliyordu: "… temel hak ve özgürlüklerin korunması yargının yürütmeden ve hükümetten ayrı ve bağımsız olmasına bağlıdır”. Aynı İsmail Rüştü Cirit, çok değil bir yıl önce aynı Cumhurbaşkanı ile birlikte çay toplarken kameralara poz veriyordu. Bu 'bürokratik' görünümlü tespitlerin ve tespitlerin ötesindeki somut gerçeğin özü; ülkemizdeki yargının, hukukun savunucusu, adaletin uygulayıcısı değil, sömürü ve zulüm politikaların yürütücüsü olduğudur. Ülkemizdeki hukuk, devlete karşı halkın hakkını, hukukunu korumaz; onun tek işlevi, halka karşı devletin bekasını ve burjuvaların mülkiyetinin korunmasını sağlamaktır. Bunun içindir ki işkenceler, infazlar, kayıplar, kontrgerilla, Susurluk, JİTEM gibi konularda yargı ya yoktur; savcılar, hakimler kör, sağır ve dilsizdir ya da aklayıcı konumundadır. Onlar kara kaplı ceza kitaplarını ancak karşılarına vatanseverler, devrimciler getirildiğinde açarlar.


Denilebilir ki; faşizmin, hukuku tam anlamıyla kullandığı tek alan, halkın mücadelesinin bastırılması için kullandığı "terör hukuku" alanıdır. “Dostlara adil davranılır, düşmana yasa uygulanır” özdeyişi burada hayat bulur. Faşizmin hukuku dostlarına adil davranıken düşman olarak gördüğü halk güçlerine yasaları sonuna kadar kullanır. Burada bir hatırlatma yapmakta fayda var; faşizm dostlarına adil davranır, ancak bu adil davranma hukukun, yasaların ugyulanması olarak algılanmamalıdır. Bilakis çıkarları gerektirdiğinde halka yönelik katliamlar bu mekanizma içinde aklanırken, en ağır hapis cezaları sömürü düzenine karşı mücadele edenlere verilir. Susurluk’ta olduğu gibi hukuksuzluk, bazen 'devlet sırrı' denilerek, bazen 'devlet politikası' denilerek gizlenir. AKP'nin hukuku faşizmin hukukudur. AKP değişse de değişmeyecektir. Değişimin tek koşulu faşizmin yok edilmesidir. Türkiye, 1940'lı yılların sonu, 1950'li yılların başından itibaren Marshall Yardımları, imzalanan bağımlılık anlaşmaları ve NATO'ye girilmesiyle birlikte emperyalizmin yeni sömürgesi olmuş bir ülkedir. Bu yıllarda ABD ile girilen ve gün geçtikçe derinleşen bağımlılık ilişkilerinin doğal sonucu olarak Türkiye'nin (oligarşik diktatörlüğün) yönetim biçimi de sömürge tipi faşizm olmuştur. Bu ne demektir? Türkiye’nin; kendi iç dinamikleriyle gelişmiş bir kapitalizme sahip olmadığı için, sınıf çelişkileri ve sosyal dinamikleri nedeniyle, emperyalist-kapitalist ülkelerin yönetim biçimi olan burjuva demokrasisi ile yönetilmesi mümkün mümkün olmayan bir ülkedir. Bağımlılık ilişkileriyle birlikte gelişen ve sürekli bir nitelik kazanan yönetememe krizi içinde olan olgarşi de çareyi sömürge tipi faşizme başvurmakta bulur. Çünkü burjuva demokrasisinin kurumları ve bunların sağladığı kısmi, göreceli hak ve özgürlükler; yönetememe krizini daha da derinleştirir, yönetimi gittikçe imkansız hale getirir. Bu nedenle bir ter


halkın avukatlarının gözünden...

cih değil, zorunluluk nedeniyle Türkiye sömürge tipi faşizmle yönetilmektedir. Sömürge tipi faşizmde; Almanya'da Hitler, İtalya'da Mussolini dönemininin klasik faşizminden farklı olarak faşizm iki biçimde kendini gösterir. Birincisi darbe-cunta dönemlerindeki açık faşizm, ikincisi ise faşizmi gizleyecek nitelikte parlamento ve seçimlerin de olduğu, demokrasicilik oyununun sürdürüldüğü gizli faşizm. Ancak 12 Eylül 1980'de gerçekleştirilen Amerikancı faşist darbe ile Türkiye'de açık faşizm kurumsallaşmış, süreklileşmiştir. Parlamento ve demokrasicilik oyunun diğer kurumları bu gerçeği değiştirmemektedir. Doğal olarak, faşizmle yönetilen Türkiye'nin hukuku da burjuva demokrasilerinin hukukundan farklıdır, öyle olmak zorundadır. Kısaca Türkiye'nin -ve bugün AKP'nin- hukukuna niteliğini veren faşizmdir. AKP'nin 15 yıllık iktidar döneminin ilk yıllarında estirdiği “demokrasi rüzgarı” da bu gerçeği değiştirmemiştir. AKP iktidarının ilk yıllarında, AB'ye üyelik için müzakerelerin başlamasına yönelik çıkarılan ve adına “demokratikleşme paketi” denilen uyum yasaları ile hukuk ve yargı alanında kısmi ve göreceli bazı “iyişleştirme”ler yapılsa da bunlar kağıt üzerinde kalmış, uygulanması söz konusu olmamıştır. Sonuçta estirilen demokrasi rüzgarları faşizm gerçeğine çarpmış, yaratılan hava kısa sürede dağılmış, “demokratik hukuk devleti”, “bağımsız, tarafsız yargı” vb. balonlar patlamış, AKP faşizminin ve yargısının gerçek yüzü kısa sürede açığa çıkmıştır. Bu dönemde yapılan demagojilerin en büyüğü Devlet Güvenlik Mahkemelerinin (DGM'lerin) kaldırılarak “adil ve bağımsız bir yargı” oluşturulduğu yalanıydı. 2000'li yılların başından itibaren “Avrupa Birliği Uyum Süreci” denilerek Anayasa değişikliği ve DGM'lerin kaldırılması gündeme geldi. DGM'lerin kararları, uygulama ve kararlarındaki adaletsizliğin propagandası yapıldı. Önce 2001 yı


lında yapılan Anayasa değişikliğiyle DGM'lerden asker üyeler çıkarılarak DGM'ler “sivilleştirildi”. 2004 yılında ise DGM'ler tamamen kaldırıldı. Böylece yargı bağımsız ve tarafsız olmuştu (!). Oysa yapılan değişiklik, sadece görüntüden ibaretti. Kaldırılan DGM'lerin yerine aynı yasayla kurulan mahkemelerce (Özel Yetkili Makhemeler-ÖYM'ler) aynı davalara devam edildi. Yani tabela değiştirilmişti sadece. AKP'nin hukuk ve yargı alanındaki düzenlemeleri bununla sınırlı değildi. Kısa süre sonra Türk Ceza Kanunu, Ceza Yargılaması Kanunu ve Ceza İnfaz Kanunu da değiştirildi. Terörle Mücadele Kanununda da değişiklik yapıldı ve paketlerin ardı arkası kesilmedi. 1, 2, 3, 4. Yargı paketleri birbirini kovaladı. Özellikle 4. Yargı Paketi'nin adına “İnsan Hakları ve İfade Özgürlüğü Bağlamında Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun” denildi. Böylece AKP, halkın demokratik hak ve özgürlüklere dair beklenti ve isteğini kendi iktidarını sağlamlaştırmak için kullandı. “Adil yargılama” usullerinin olumsuzluklarının kaldırıldığı görüntüsü yaratıldı. Görüntüsü yaratıldı diyoruz; çünkü gerçekte olumlu anlamda değişen hiçbir şey yoktu. Aksine hukukdışı alanın hukuk haline getirildiği, “istisna hali” olarak tanımlanan halin süreklileştirildiği bir düzen yaratıldı. Bu konuda, 2012 tarihli broşürümüzde şöyle demiştik: “…Öyle ki, (Özel yetkili mahkemeler) devrimcileri, muhalafeti suçlamak ve cazalandırmak için harhangi bir delile dahi ihtiyaç duymamaktadır. Gizli tanıklar, yasadışı dinlenen telefon kayıtları ağır cazaların en önemli delilleri olarak kabul edilmektedir. Tüm demokratik hatta yasal faaliyetleri terör suçu olarak kabul edip ağır cezalara konu yapmaktadırlar. Bu kapsamda yasal dernekler ve örgütler “terör örgütü” olarak kabul edilmektedir. Bu mahkemelerce yürütülen soruşturma ve davalar kapsamında evler, işyerleri, dernekler gece yarısı helikopterlerle, yüzlerce polis eşliğinde basılmaktadır. İnsanlar hakkında suçlamaları dahi bilmeden gözaltına alınmakta, tu


halkın avukatlarının gözünden...

tuklanmakta, hakim karşısına çıkmak için dahi aylarca bekletilmektedir. (…) Bu mahkemelerde klasik savunma hakkından bahsetmek mümkün değildir…” (Halkın Hukuk Bürosu, Mücadelede Devrimci Avukatlar, Syf. 17) 2014 yılında çıkarılan iç güvenlik paketi ile getirilen yeni uygulamalarla bu durum daha da ağırlaştırılmış, insanlar nefes alamaz hale getirilmiştir. İçinden geçtiğimiz OHAL süreci ise bunun en üst boyutta yaşandığı bir dönemdir. “İstisna hali” tam anlamıyla kural haline gelmiş; Olağanüstü Hal, süreklileştirilmiş ve olağanlaştırılmıştır. Daha önce de ifade ettiğimiz gibi, yazılı bir hukuka ihtiyaç duymadan veya ihtiyaçlarının gerektirdiği her şeyi Kanun Hükmünde Kararnamelerle yasa haline getirdikleri bir hukuksuzluk sistemi, hukuk diye karşımıza çıkarılmıştır. Elbette AKP'nin kurduğu hukuksuzluk düzeni, yalnızca muhalefetin bastırılmasıyla sınırlı değildir. İşten atılan, emeklerinin karşılığını almak için direnen işçilerin grevlerinde, çadır direnişlerinde, iş cinayetlerinde, yeraltı yerüstü kaynaklarımızın çok uluslu emperyalist tekellere veya yerli işbirlikçilerine satılmasında, halkın yaşam alanlarının HES'lerle yağmalanıp tahrip edilmesinde, alanların, meydanların halka yasaklanmasında, halkın her geçen gün daha fazla yoksullaşmasında; polisin devrimcileri, halkı sokak ortasında, evlerde katletmesinde… vb. tek gördüğümüz şey soygun ve talan düzeninin bekası yani devamlılığı için hukukun rahatlıkla yok sayıldığı, çiğnendiğidir. Artık yargılamalarda maddi kanıta -12 Eylül Askeri faşist yargısının ihtiyaç duyduğu kadar dahi- ihtiyaç duyulmamakta, yasal olan eylem ve faaliyetlerin siyasal içeriğine yani sadece siyasal düşünceye bakılmaktadır.



halkın avukatlarının gözünden...

J(0@J3 Sayın Yargıç! Gerçeğin ağzını kapatamadıkları için Müvekkilimin ağzını ilaçla, tehditle kapatmaya çalışıyorlar. Yargı makamının saygınlığına gölge düşürüyorlar! Burada adalete “Eller Yukarı!” diyorlar! Kentimiz, bu kanlı haydut çetesine karşı İnleyerek kendini savunmaya başladığından beri Teslim oldu bir haftadan az bir zaman içinde. Şimdi de herkesin gözleri önünde, Baskıyla, tehditle adalet boğazlanıyor, Daha da kötüsü adaletin ırzına geçiliyor. Sayın yargıç! Lütfen bu dava bozuntusunu Reddedin artık! Bertold Brecht



halkÄąn avukatlarÄąnÄąn gĂśzĂźnden...

Q5O1AOIRDP"O5AP4PIRBLMLMR9QNQINQKH R !37KMO4PR-OKRBLMLMRDP2NP;O>OK *R!BLMLMLIR/?;7I. N7"7R(QK>HK *R!9QK)HR-Q"HA?H1>HK *R!8P?PNPR9QK)H4Q FI;OMQNRE;AO5;OK R Ăœlkemizde de egemenler, emperyalist Ăźlkelerdeki gibi, devletin “hukuk devletiâ€? olduÄ&#x;unu, “hukukun ĂźstĂźnlĂźÄ&#x;Ăźâ€?ne inandÄąklarÄąnÄą sĂśyler. “Hukukun ĂźstĂźnlĂźÄ&#x;Ăźâ€?, “Hukuk devletiâ€? propagandasÄąyla halkÄąn her kesiminin, çĹkarÄąlan her yasaya uymasÄą istenir. Bu yalan ve demogojiyi “Herkes yasalar karĹ&#x;ÄąsÄąnda eĹ&#x;ittirâ€? yalanÄą izler. Amaç baskÄą ve terĂśr politikalarÄąnÄą, adaletsizliÄ&#x;i gizlemektir. Ä°stenen, zorunlu kÄąlÄąnan biat etmedir. AslÄąnda bu da yasalarla zorunlu hale getirilmiĹ&#x;tir. 15 yÄąllÄąk AKP iktidarÄą dĂśnemi bunun Ăśrnekleriyle doludur. AKP 15 yÄąllÄąk iktidarÄą boyunca yĂśnetememe krizinin yarattÄąÄ&#x;Äą her sÄąkÄąĹ&#x;mada yargÄą paketlerine baĹ&#x;vurmuĹ&#x;, onlarca yargÄą paketi çĹkartmÄąĹ&#x;tÄąr. Ă–te yandan halkÄąn hak alma mĂźcadelesini baskÄą ve terĂśrle bastÄąrmayÄą ihmal etmemiĹ&#x;, kendisi nefes alÄąrken halkÄą nefessiz bÄąrakmayÄą, yani sesini soluÄ&#x;unu kesmeyi hedeflemiĹ&#x;tir. BĂśylece, çĹkarÄąlan bu paketlerin hiçbiri uzun vadede halkÄąn hak ve ĂśzgĂźrlĂźklerini geliĹ&#x;tirmediÄ&#x;i gibi, gelinen aĹ&#x;amada, hemen her alandaki kazanÄąlmÄąĹ&#x; haklar da gaspedilmiĹ&#x;tir. Son olarak 15 Temmuz 2016 tarihinde gerçekleĹ&#x;en darbe giriĹ&#x;imini bahane edip, yazÄąlÄą bir hukuka ihtiyaç duymadan veya ihtiyaçlarÄąnÄąn gerektirdiÄ&#x;i her Ĺ&#x;eyi Kanun HĂźkmĂźnde Kararnamelerle yasa haline getiren bir hukuksuzluk sistemini, hukuk diye karĹ&#x;ÄąmÄąza çĹkarmÄąĹ&#x;tÄąr.


37KMO4PR-OKRBLMLMRDP2NP;ORAO>OK6 Yukarıdaki alıntılarda anlatıldığı gibi, eğer bir devlet kendi yasalarını çiğniyorsa, o bir hukuk devleti değildir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti de bu devletlerden biridir. Kendi yasalarına uymayan bir devlettir. Kendi yasalarına uymayarak “hukuku” çiğnediğini birkaç örnekle gösterelim. ‘90'lı yıllar boyunca binlerce kişi işkencelerle, sokak ortasında infaz edilerek veya Sivas, Gazi katliamlarında olduğu gibi devlet güçleri tarafından kitlesel olarak katledilmiştir. Bu işkence, infaz ya da katliamlarla ilgili, bunların failleri ya da sorumluları hakkında ya hiç dava açılmamış ya da açılan davaların çok büyük bir bölümü katillerin aklanmasıyla sonuçlanmıştır. Çok küçük bir bölümünde ise katillere göstermelik cezalar verilmiş bunlar da ya ertelenmiş ya da affedilmiştir. Hatta bu suçların failleri cezalandırılmadıkları gibi terfi ettirilerek ödüllendirilmiştir. Oysa bu ülkenin yasalarında işkence suçtur. Insan öldürmek suçtur… Ancak suçun faili devlet, mağduru halk ise bu suç olma hali ortadan kalkar veya “meşru müdafaa” denilerek failler devlet tarfından korunur… Örneğin 19-22 Aralık 2000 tarihlerinde 20 hapishanede birden eş zamanlı başlatılan ve adına “Hayata Dönüş Operasyonu” denen; yaşamlarından devletin sorumlu olduğu, dört duvar arasına hapsedilmiş 28 siyasi tutsağın devlet güçleri tarafından öldürüldüğü katliamın sorumluları halen cezalandırılmamıştır. 2008 yılında Yürüyüş Dergisi dağıtımı yaparken gözaltına alınıp tutuklanan Engin Çeber Metris Hapishane


halkın avukatlarının gözünden...

sinde polis ve gardiyanların yaptığı işkence sonucu katledilmiştir. Yine 2007 yılında bu dergiyi dağıttığı sırada sırtından vurulan 17 yaşındaki Ferhat Gerçek felç bırakılmış, Ferhat Gerçek'e 3 buçuk yıl, onu vurarak felç bırakan polise 2 buçuk yıl ceza verilmiştir. Değişik tarihlerde polis kurşunuyla öldürülen Soner Çankal, Emrah Barlak, Baran Tursun, Festus Okey'in katili polisler ya meşru müdafaa denilerek cezalandırılmamış ya da haksız tahrik, iyi hal vb. indirim hükümleri uygulanarak ödül gibi cezalarla cezalandırılmıştır. Bunun gibi onlarca örnek verilebilir. Örneğin 28 Aralık 2011 tarihinde Roboski'de katırlarla kaçağa giden 34 Kürt köylü bombalarla katledildi. Sorumluları yargılanmadı. Haziran Ayaklanmasında Ethem Sarısülük'ü vuran polis “meşru müdafaa” denilerek korundu. Herkesin gözü önünde, kameraların önünde Ethem'i nasıl katlettiği görülen polis, devlet tarafından bizzat korundu ve görevinde terfi ettirildi. 14 yaşında bir çocuk olan ve evinden ekmek almaya çıkan Berkin Elvan, polisin attığı gaz fişeği ile başından vuruldu. Berkin'i vuran polisler kameralardan tespit edilmesine rağmen bir türlü isimleri açıklanmadı ve yargı önüne çıkarılmadı. Aksine o dönem başbakan olan Erdoğan “Talimatı ben verdim” diyerek Berkin'i katleden polislerini savundu… 20 Temmuz 2015'te Suruç'ta kontrgerillanın IŞİD çeteleri eliyle gerçekleştirdiği katliamdan sonra AKP, ülkede tam anlamıyla terör estirmektedir. Güvenlik zirvesi adıyla


yaptığı toplantıların sonucunda halka karşı savaş kararları alınmıştır. Halka karşı savaş açan AKP, ülkede adeta sıkıyönetim ilan etmiştir. O tarihten beri adı konulmamış bir sıkıyönetim ve OHAL (Olağanüstü Hal) uygulanmaktayken 20 Temmuz 2016 itibariyle resmi olarak da OHAL ilan edilmiştir. Kitlesel gözaltılar, işkence ve katliamlar, günlerce süren operasyonlar, bombalamalar, ev baskınları, ev aramaları ve katliamlar, infazlar… AKP'nin bugünkü “hukuk devleti” tablosu budur işte. Bunlar, adına “hukuk devleti” denen ülkemizde yaşanan hukuksuzluklardan bazılarıdır. Anlattığımız bu örnekler ve daha onlarcası, ülkemizin burjuva hukukuna ait bir kavram olan “hukuk devleti” olarak tanımlanmasının bile doğru olmadığını, aksine hukukun biçimsel gereklerinin dahi yerine getirilmediğini, hukuksuz bir hukuk rejiminin egemen olduğunu göstermektedir. 37KMO4P >PR9QK)HR-Q"HA?H1R,NQ ONOKRAO6 Hukukun tanımından ve bu tanıma uygun biçimde hukuku uygulamak için oluşturulan devletin yargı sisteminin pratiğinden yargının bağımsız olmadığı ve olamayacağı sonucunu rahatlıkla çıkarabiliriz. Yukarıda örneklerine yer verdiğimiz katliamlarda katledilen insanlarımızın ailelerinin adaletsiz bırakılması, katillerin açıkça korunup kollanması bunun en açık göstergesidir. Örneğin Berkin Elvan'ın katillerinin bizzat Tayyip Erdoğan ve mahkemeler tarafından, TÜBİTAK'tan Adli Tıp Kurumuna kadar devletin bütün kurumları tarafından korunması; hukukun kim için ve nasıl kullanıldığını göstermiyor mu? Bir gece yarısı ailesiyle birlikte uyuduğu evinde polis


halkın avukatlarının gözünden...

kurşunu ile öldüren Dilek Doğan için adalet isteyenler tutuklanırken; Dilek Doğan'ı, ailesinin gözlerinin önünde katleden özel harekat polisi Yüksel Moğultay'ın tutuklanmaması, elini kolunu sallayarak gezmesi, her şeye rağmen görevinin başında (!) olması; hukukun neye ve kime hizmet ettiğinin, hukukun kimin hukuku olduğunun açık kanıtı değil midir? Örnekler çoğaltılabir elbette, ama buna gerek görmüyoruz. Şu çok açık ki, düzenin -dolayısıyla AKP'nin- hukuku; yasadışılık ve hukuksuzluk üzerine kuruludur. İşte bu hukuk(suzluk) faşizmin hukukudur. AKP'nin oligarşi içi iktidar mücadelesinde gün geçtikçe güçlenmesi ve devletin önemli noktalarını ele geçirmesiyle birlikte hukukun işlevi, yargı mekanizmasının işleyişi de AKP lehine daha fazla değişmiştir. Bu alandaki her şey -başta Tayyip Erdoğan olmak üzere- AKP'lilerin iki dudağından çıkacak kararlara göre şekillenir hale gelmiştir. Elbette esas belirleyici olan “AKP'nin iki dudağı arasından çıkacak sözleri” de belirleyen emperyalizmin çıkarlarıdır. Yani hukuk, yargı kurumları ve uygulamaları emperyalizmin çıkarları çerçevesinde, emperyalizm ve işbirlikçisi AKP tarafından şekillendirilmekte ve halka, halkın mücadelesine karşı bir silah olarak kullanılmaktadır. Hukuka ilişkin broşürümüzün birinci bölümünde yer verdiğimiz teorik bilgilerimiz ve bu bölümde örnekleriyle ortaya koymaya çalıştığımız pratiğe ilişkin bilgilerimiz ışığında şunu rahatlıkla söyleyebiliriz artık: Yargı bağımsızlığı diye bir şey yoktur, olmamıştır, olamaz. İma yoluyla da olsa yargının bağımsız olduğunu söyleyen, iddia eden kim varsa


yalan söylüyordur, demagoji yapıyordur. Bugün Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin bir “demokratik hukuk devleti” olduğu söylense de gerçeklik devletin faşist olduğudur. “Yargı bağımsızlığı”, “Hukukun üstünlüğü” demogojisi bolca yapılsa da uygulamalar da göstermektedir ki, bunların gerçek hayatta hiçbir karşılığı yoktur, hepsi içi boş söylemlerden ibarettir. Sonuç olarak HUKUK; emperyalistlerin de, işbirlikçilerinin de ellerinde halklara karşı kullandığı bir silahtır. Emperyalizmin krizi yapısaldır, süreklidir. İşbirlikçi oligarşinin yönetememe krizi sürekli derinleşmektedir. Dolayısıyla hukuk, yargı, yasa vb. her şey halkların mücadelesini bastırmaya yönelik etkili birer araçtan başka bir şey değildir. Neden “hukuk devleti”, “yargı bağımsızlığı” söylemi bu kadar fazla kullanılır? Neden “mesele yargıya intikal etti”ğinde susmak gerekir? Ülkemizde yıllardır duyduğumuz, özellikle iktidar tarafından sık tekrarlanan “Türkiye bir hukuk devleti”, “masumiyet karinesi”, “adil yargılama hakkı” … Bu sözleri önce hükümetteki belirli isimler söyler, ardından burjuva medya tekrar eder, ta ki sokakta insan da cümlesini “ama burası bir hukuk devleti değil mi” diyene kadar… Burjuvazinin sözcülerinin sık sık kullandığı “mesele bağımsız yargıya intikal etmiştir, yargı son sözü söyleyecektir” türü ifadeler de yargıya güveni güçlendirmek için kullanılır. Her sömürü düzeni, kendi hukuk sisteminin tartışmasız kabul edilmesini ister. Hukuk devleti söylemi de bunun bir parçasıdır.


halkın avukatlarının gözünden...

Söylenen şudur: İşten mi atıldın? Mahkemeye git, haklılığını ipsat edebilirsen işine geri dönebilirsin. Devlet evini mi yıkacak? Devletle anlaşma yoluna git, olmazsa her konuyla ilgili devletin bir mahkemesi var, git ve itiraz et. Devletin yasalarında hak olarak tanımlanmış olsa bile basın açıklamasına katıldın, polis seni gözaltına aldı, “kötü muamele” mi yaptı? “Mahkemeye git, o polisler hakkında şikayetçi ol, mahkeme gereğini yapar.” Polisler evladını, yakınını mı katletti? “Mahkemeye git!” … Hak aramak, mücadele etmek, alanlara çıkıp eylem yapmak, örgütlenmek, hesap sormak… Bunlar aklının ucundan bile geçmemeli. Halkın yaşadığı tüm sorunlarda yaklaşım budur. Çözüm, mahkemeye başvurmak olarak gösterilir. Yani “adil ve bağımsız” yargıya güven! İşte hukuk devleti ve diğer klişe söylemlerin amacı budur.



halkın avukatlarının gözünden...

8J980G0GRB0$0:0GDJR 3FC@FDEGRDJ(J&<C<@REDEGR@0:3 Soyulduğunu iddia ediyordu kurdun biri, komşusu tilkiydi, ona göre, hırsızlığı yapan; doğrusu ya, sabıkalıydı bu serseri. Kurt davacı oldu. Yargıç maymundu... Huzuruna çıktılar avukatsız filan. Üstat düşündü taşındı, ter döktü, bir hayli zaman, meseleyi soruşturdu moruşturdu, inceledi minceledi. Zaten biliyordu onların ne mal olduğunu nihayet şöyle dedi: “Dostlarım, sizi gayetle iyi tanırım, para cezasına çarpıyorum ikinizi de, çünkü, sen kurt, dava açtın soyulmadığın halde. Sana gelince, tilki, bu hırsızlığı yapmışsındır vallahi.” Pek ilgisi yoksa da bu hükmün hukukla, hakla; yargıç iyi etmişti kötüleri cezalandırmakla.



halkın avukatlarının gözünden...

#PMO*R PK PM;PR,NQIRGP6R Gerçekte olan hukukun sözlük tanımındaki gibi “kişilerle devlet arasındaki, devletle çeşitli örgütlenmeler ve kurumlar arasındaki ve kişilerin kendi aralarındaki ilişkileri belirleyen kuralların bütünü” değil; Marksist Leninist bakış açısının hukuk tanımı olan “sınıf egemenliğinin bir biçimi olma ve aynı zamanda bu egemenliği gizleyen bir rol oynama”nın somutlanmasıdır. Bir örnek vermek gerekirse; "17-25 Aralık rüşvet ve yolsuzluk operasyonu"nu bilen bilir. Bilmeyenler için hatırlatalım. 17-25 Aralık 2013'te gerçekleşen operasyonda açığa çıkan AKP'li bakanların, bürokratların, iş adamlarının da içinde yer aldığı büyük rüşvet ve yolsuzluk çarkı ile ilgili -yapılamayan- yargılama süreci çok çarpıcıdır. Daha sonra ABD'de de yargılanan ve itirafçı olarak 17-25 Aralık dosyasında hasıraltı edilen gerçekleri de anlatan İran asıllı Türk vatandaşı Rıza Sarraf (Reza Zarrap) ,17-25 Aralık rüşvet ve yolsuzluk operasyonunda tutuklanmış, iki ay tutuklu kaldıktan sonra AKP'nin gerçekleştirdiği düzenlemeler ve açık talimatlarıyla serbest bırakılmıştı. Ortaya çıkan rüşvet ve yolsuzluk çarkının, başka bir ifade ile hırsızlığın merkezinde yer alan Sarraf hakkında, AKP'li bakanlara milyonlarca dolar rüşvet verdiği, aynı amaçla dönemin başbakanı Recep Tayyip Erdoğan ve AKP'li bakanlara ve çocuklarına ait vakıflara bağışlarda bulunduğu ve benzeri iddialar yer alıyordu. Buna ilişkin telefon tapeleri ve birçok bilgi ve belge açığa çıkmış, ayakkabı kutularına saklanan rüşvet paraları, yatak odalarından çıkan


ve bu paraları saymakta kullanılan para sayma makineleri hırsızlığın ve yolsuzluğun sembolleri olmuştu. AKP iktidarı, 17-25 Aralık operasyonunu, Gülen Cemaati tarafından hukuk ve yargı organları eliyle gerçekleştirilen, asıl olarak kendisine yönelik bir "sivil darbe" girişimi olarak değerlendirmişti. AKP bu çok ciddi saldırıyı püskürttükten sonra aynı yolla, yani hukuku ve yargıyı kullanarak bütün rüşvet ve yolsuzluk iddialarının üstünü kapatmış ve karşı saldırıya geçmişti. Reza Zarrap da bu süreçte, AKP'nin ilk saldırıyı püskürtmesinden hemen sonra can simidi attığı, hakkındaki iddiaların üzerini kapatarak kurtardığı, sonrasında "hayırsever iş adamı" ünvanı ve bir de ödül verdiği bir kişi olarak tarihe geçmişti. Cemaatin kanlı ellerinden hukuk silahını ustaca kullanarak kıvrak bir hareketle kurtardığı Sarraf'ın ABD'de itirafçı olmasından sonra AKP, Sarraf'a yönelik topyekün saldırıya geçti. Bu ihanet affedilemezdi. Burada üzerinde duracağımız asıl nokta AKP'nin bu topyekün saldırısına, tıpkı 17-25 aralık sürecinde olduğu gibi, sözde bağımsız ve tarafsız yargının da katılması, yargının alenen AKP'nin tetikçiliğini yapmasıdır. Sarraf'ın itirafçı olmasından sonra "bağımsız Türk yargısı"nın, "tarafsız hakimlerin" Sarraf'a yönelik kararlarına ve işlemlerine baktığımızda ne söylemek istediğimiz gayet net biçimde anlaşılacaktır. Konuyla ilgili basında yer alan haberlere göre Sarraf'ın itirafçı olmasından sonra yargının yaptığı ilk iş Sarraf hakkında soruşturma açmak ve mal varlıklarına el koymak oldu. AKP'nin yargısının Sarraf'a yönelik operasyonları ile


halkın avukatlarının gözünden...

ilgili basında yer alan haberlerden bazıları şöyle; "ABD’de dolandırıcılıktan yargılandığı davada tanık konumuna gelen Rıza Sarraf’ın ve yakınlarının Türkiye’deki mal varlığına el konulma kararı veren İstanbul başsavcılığının, bıı karara ilişkin bir yazıyı tapu, banka ve ticaret siciline gönderdiği belirtildi. (…) ABD'de dolandırıcılıktan yargılandığı davada tanık konumuna gelince, Türkiye’deki soruşturmada şüpheli ilan edilen Rıza Sarraf’ın mal varlığının dökümü ortaya çıkmıştı. Mal varlıklarına el konulan isimler arasında Rıza Sarraf ile Ebru Gündeş'in kızı Alara Sarraf ve 21 kişinin ismi geçiyor.” (Birgün, 3 Aralık 2017) Bu kararı veren yargı ile 17-25 Aralık soruşturmasını kapatan, Sarraf dahil rüşvet alan veren, hırsızlık-yolsuzluk yapan bütün şüphelileri "aklayan" yargı aynı "bağımsız" yargıdır. Bunun anlamı şudur: Sözde bağımsız yargı, dün akladığı, hakkındaki iddiaların üzerini örttüğü, el konulan paralarının faiziyle iade edilmesine, el konulan malları nedeniyle uğradığı zararların faiziyle tazmin edilmesine karar verdiği Sarraf'ın mallarına bu kez el koyma kararı vermiştir. Ardından da Sarraf'ın şirketlerine ve çalışanlarına yönelik operasyon yapıldı, 17 çalışanı gözaltına alındı. Bu da yetmedi, ABD'de de Sarraf hakkındaki soruşturmayı yürüten savcılar hakkında soruşturma başlatıldı… Son olarak Sarraf'ın Beykoz'da bulunan villası hakkında İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından, kaçak olduğu gerekçesiyle, yıkım kararı çıkarıldı. Tüm bunlardan çıkan sonuç şudur: AKP yargısıyla, polisiyle, belediyesiyle kısaca bütün kurumlarıyla bir yandan Sarraf'tan intikam


almak istiyor, diğer yandan da Sarraf'ın itirafları karşısında çarpıtmalara başvururak daha baştan kendini "aklamaya" çalışıyor. Yargı da bu süreçte en önemli dayanağı, hukuk ise en etkili silahı oluyor. İşte Türkiye'nin bağımsız yargı tablosunu gösteren çarpıcı bir örnek. Sanırız bu örnek, hukukun ne olduğu ya da ne olmadığı, yargının bağımsız, hakim-savcıların tarafsız olup olamayacakları, hukukun üstünlüğü denen şeyin gerçekte ne olduğunu anlatmaya yeter de artar bile… Bugün faşizm, kendisi gibi düşünmeyen, sömürü düzenlerinin "istikrar"ını bozan, çizdikleri sınırın dışına çıkan tüm halkı "terörist" ilan ediyor; onlara zulmediyor, baskı ve terör uyguluyor. Halklara "benim çizdiğim sınırlar içinde hareket edecek, ben nasıl istiyorsam öyle yaşayacak, benim verdiğimle yetineceksin" diyor. Avukatlığı, doktorluğu, mühendisliği, öğretmenliği, sanatçılığı… Kısaca her mesleği, sosyal-kültürel-sanatsal bütün faaliyetleri "ben nasıl istiyorsam öyle yapacaksın" diyor… Bunu yaparken kullandığı en etkili silah ise elbette hukuk. Faşizmin hukukuna göre de "hukuk karşısında herkes eşittir", zenginler de yoksullar da aynı hak ve özgürlüklere sahiptir. “Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefe, inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayrım gözetmeksizin kanun önünde eşittir.” (1982 Anayasası-madde:10) Böyle der Anayasa, ancak biz biliriz ki payına açlık ve yoksulluk düşenlerle parasını saklayacak yer bulamayanların hukuku hep farklı işlemiştir. Örneğin 1990'lı yıllar boyunca gündemde olan "baklava çalan çocuklar" davasında çocuklara verilen ceza çarpıcıdır. Her türlü hırsızlığın, yolsuzlu


halkın avukatlarının gözünden...

ğun yaşandığı ve kimsenin cezalandırılmadığı bir ülkede, baklava çalan çocukların cezalandırılması hukukun neye ve kime hizmet ettiğini, hukuk önünde kimlerin nasıl eşit olduğunu göstermektedir. Konuyla ilgili basında yer alan güncel bir örneği daha eklemekte fayda var. "Apartmanların içinde kapı önlerinden çaldığı ayakkabıları pazarda satan 3 kişiden biri suçüstü yakalandı. Mahkeme, hırsıza her bir çift ayakkabı karşılığı 6 yıl olmak üzere toplam 39 yıl hapis cezası verdi" Bunun karşısına 17-15 aralık yolsuzluk operasyonuna ilişkin yukarıdaki örneği koyun. Milyonlarca dolarlık rüşvetleri, bununla ilgili çıkan telefon tapelerini, ayakkabı kutularında saklanan paraları, bu paraları saymakta kullanılan para sayma makinelerini gözlerinizin önüne getirin… Şimdi gözlerinizi kapayın ve düşünün… Bu hırsızlara ceza verilmedi. Dava bile açılmadı… Ayakkabı çalan çocuklara 39 yıl ceza, halkın milyonlarca lirasını çalanlara ödül… Şimdi gözlerinizi açın ve tekrar bakın… Hukukun önünde eşitlik, hukukun üstünlüğü, bağımsız yargı, tarafsız hakimsavcı … Bunları görebiliyor musunuz? Göremezsiniz. Çünkü yoktur. Hukukun üzerinde durmak istediğimiz bir diğer yönü ise hak ve özgürlükleri güvenceye aldığı aldatmacasıdır. Yasalarda eğitim ve sağlık hakkından, seyehat özgürlüğünden, ulaşım hakkından vs. bahsedilir, bunların herkesin hakkı olduğu söylenir. Fakat halkın her kesiminin yaşayarak gördüğü gibi, parası olan eğitim ve sağlık hakkıyla birlikte her türlü haktan istediği şekil ve biçimde faydalanabilirken; parası olmayan bakımından bu hakların,


örneğin seyahat özgürlüğünün hiçbir anlamı yoktur. Bir başka yasada ise "düşünce özgürlüğü"nden bahsedilir. Oysa ki ülkemizde düşünmek suçtur. Bu örnekleriyle sabittir. Ülkemizde yazdığı yazıdan, icra ettiği eserden kaynaklı tutuklanan, haklarında dava açılan birçok yazar ve sanatçı; "suç teşkil ettiği için" gösterime girmeyen filmler, yayınlanmayan eserler, müzik albümleri vardır. Yazdığı köşe yazısından, yaptığı haberden kaynaklı tutsak edilen, haklarında yıllara varan cezalar istenen ve bazıları cezalandırılan gazeteciler vardır. Hakları ve özgürlükleri için mücadele ettiği; halkları işsiz, aşsız, evsiz, aç bırakanların, katledenlerin yargılanmasını talep ettiği yani adalet istediği için, ömürlerinin tamamını veya bir bölümünü hapishanelerde geçirecek olan devrimciler var… Sömürücü sınıftan olanların savundukları düşüncelerden ve işledikleri suçlardan dolayı cezalandırıldığını çok istisnai örneklerle biliriz. Ki bu cezalar da çoğu zaman göstermelik olmuştur. Bu örnekler de bize bir kez daha gösteriyor ki, yasalarda yazan "düşünce özgürlüğü", "ifade özgürlüğü", "basın özgürlüğü" sadece kağıt üstünde veya egemenleri rahatsız etmediği sürece var. Yani aslında şunu diyor egemenler: "Ya benim gibi düşeneceksin ya da düşünceni kendine saklayacaksın." Kendinize saklamak kaydıyla her şeyi düşünebilirsiniz. Burjuva hukukunda söz konusu olan özgürlük anlayışı özünde budur. Mao, bu durumu şöyle ifade eder: "Bazı kapitalist ülkelerde burjuvazinin temel çıkarlarını tehlikeye sokmamak şartıyla komünist partilerin kurulmalarına izin verilmiştir. Bu sınırı aştın mı hukuken var olamazlar." (Teori ve Pratik)


halkın avukatlarının gözünden...

Faşizmin hukukunun sınıfsal niteliğini görmek için hapishanelere ve mahkemelere bakmamız yeterlidir. Bugün hapishanelerde tutsak edilenler, yıllara varan cezalar alanlar halktır, bu halkın çocuklarıdır. Egemenlerin kendi aralarındaki çıkar çatışmalarından kaynaklı hapishanelerde olan burjuvalar da vardır. Örneğin bugün hapishanelerde olan generaller, "paralelciler" de bu gerçeği, hapishanelerin kimler için, kimlerin karşısında olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Sonuç olarak; Türkiye'nin hukuku faşizmin hukukudur. Faşizmin hukuku, sömürü düzenini güçlendirmeyi, bu düzene karşı mücadelenin gelişmesini engellemeyi amaç edinir. Faşizmin hukukunda, hukuk sistemini oluşturan düzenlemeler ülkenin sosyo-ekonomik durumuna, egemen sınıfların birbirleri arasındaki dengeye, halkın yükselen veya gerileyen mücadelesine, emperyalizmle bağımlılık ilişkilerine göre değişir; ama bunların özü asla değişmez.



halkın avukatlarının gözünden...

@Q QNHR@Q HR

Pedro ve eşeği Chaparro, Büyük Tunal'ın kayıp köylerinden birinden Meksiko Kenti'ne doğru yola çıktılar. Pedro, Chaparro'nun sırtında gitmekten çok, yürüyerek gidiyordu. Zavallının yorgun sırtına eziyet etmemek için yalnızca bir anlığına biniyordu. Artık ikisinin de yaşı geçmişti ve yolculuk uzundu. Günlerce azar azar yürüyerek, sonunda büyük Zocala Meydanı'na vardılar. Ve iktidarın yaşadığı Ulusal Saray'ın kapısının karşısına yerleştiler. Bir dinleyici bekleyerek orada kaldılar. Pedro ve Chaparro olanları anlatmak ve adalet istemek için geliyorlardı: Onlara yemek olarak fiks mönü, taş ve toz veren taşlık ve tozlu araziyle çevrelenmiş Gran Tunal köylerinin resmi olarak soyu tükenmiş yerlileri istatistiklerde bile görünmüyordu ve oralarda adalet aydan bile uzaktı, çünkü ay hiç değilse görünüyordu. Onları defetmenin yolu yoktu. Meydandan çıkarıyorlardı, ama onlar her seferinde geri dönüyordu. Yolu yoktu. Ne iyilikten, ne de sopadan anlıyorlardı. Chaparro eşek suratı takınıyordu; Pedro, boşuna yorulma, biz beş yüz yıldır buna alışığız, havasındaydı. 1997 yılının sonlarında, Pedro, seksen yedi yaşın


dayken Meksiko Kenti'nin zehirli havasını solumaktan ötürü hayatının ilk iğnesini vurulmayı kabul etmek zorunda kaldı. Sonra da hiçbir şey olmamış gibi kamp yapmaya devam etti. Bu arada Chaparro da kendisine taşıma aracı diyen basının iftiralarına kulak tıkıyordu. Pedro ve Chaparro Ulusal Saray'ın karşısında, açık havada bir yıl, iki ay, beş gün boyunca kaldılar. O zaman dönüş yoluna koyuldular. Kapı açılmadı, ama bu iki inatçı bir şeyi başarmışlardı: Halklarının bitimsiz gözüken görünmezliğine son vermişlerdi. Yiyip bitirici bir yürüyüşün sonunda, eve döndükten kısa bir süre sonra Chaparo öldü. Ya da belki ölüme geçit verdi, çünkü üzgündü, çünkü yolculukta iktidarın kendisinden çok daha eşek olduğunu anlamıştı. O zamandan beri, orada, gökyüzünün yükseklerinde, Emiliano Zapata'nın beyaz atıyla aynı bulutu paylaşıyor. (Eduardo Galeano, Zamanın Ağızları, Syf.161)


halkın avukatlarının gözünden...

<<< RBQMR2PR'1)7KN7MR87%Q>PNP?ORONPR BLMLMRJKQ?HI>QRGQ?HNR-OKRFNO5MOR(QK>HK6 Hukuk, kelime kökeni itibariyle hakkın çoğuludur, haklar anlamına gelmektedir. “Hak” kavramının sözlük anlamı ise hukukça kabul edilmiş, “hukuk tarafından korunan menfaat”tir. Bu yanıyla hak mücadelesi hukukla zorunlu olarak bir ilişki (çoğunlukla karşıtlık ilişkisi) içindedir. Ancak bu ilişki tanıma-içerme ilişkisinden öte bir ilişkidir. Yani birinin diğerini (hukukun hakkı) içermesi veya tanıması, korumasıyla sınırlı değildir. Bir kere, hukuk tarafından korunan veya tanınan “hak”, sınıf egemenliğinin bir aracı olan hukuk tarafından korunmayı veya tanınmayı kendiliğinden elde etmiş değildir. Aksine bunun için hakkın öznesi olan kişiler ya da gruplar tarafından daha doğru ifade ile ezilen halklar tarafından yürütülen mücadele ile kazanmıştır. Köleci toplumdan bugüne, her türlü hak kazanımı ezilen halkların uzun soluklu mücadelesi sonucu gerçekleşmiştir. Hiçbir hak egemenler tarafından bahşedilmemiştir. Yasalarda, anayasalarda, uluslarası sözleşmelerde yer alan haklar verilmiş, bahşedilmiş değil hukukun, o yasa ve sözleşmelerin sahibi olan egemenler tarafından “tanınmış”, “tanınmak zorunda kalınmış” haklardır. Yani bunların hukuksal bir forma kavuşturulması yalnızca şekli bir olaydır. Asıl olan bunların gerek mevcut hukukun sınırları içinde gerekse bu sınırları aşarak sürdürülen haklar ve özgürlükler mücadelesinin sonucunda kazanılmış olduğu gerçeğidir.


Buradan hareketle şunu söyleyebiliriz: hak ve özgürlük mücadelesi ile hukuk arasında doğrudan bir ilişki vardır. Bu ilişki hem hukukun bu mücadelenin bir aracı, bir zemini olması hem de mücadalenin içerdiği hak talebinin muhatabı olması biçimindedir. Yani hukuk hem bir araç, hem de muhatap olarak (çünkü hukuk egemen sınıfın iradesidir) hak ve özgürlük mücadelesi ile ilişkilidir. Her hak talebinin aynı zamanda adalet talebi olduğu düşünülürse (adalet; en kısa tanımıyla, hakkın yerine getirilmesi, hakka uygunluk, hakka riayet edilmesidir), adalet mücadelesi için de aynı şeyleri söyleyebiliriz. Adaleti sağlayabilmek, hakkını kazanmak için nice bedeller ödemiştir halklar. Katliamlardan, kıyımlardan geçmiş; sürgünler, hapislikler yaşamış, işkence edilmiş, katledilmiştir. Halklar, nice bedellerle kazandıkları hakları ellerinde tutmanın da ağır bir sorumluluk ve bedel gerektirdiğini de bilir. Ve bundandır ki, bedeller sonucu kazandığı haklarını tekrar bedel ödeyerek elinde tutmaktadır. Hakkını gaspedenlere karşı tüm gücüyle savaşmaktadır. Adalet ve hukuk mücadelesi veriyoruz. “Adalet İstiyoruz” diyoruz. Katliamlara, işkencelere, işten atmalara, sokak ortasında infazların karşısına adalet talebimizle çıkıyoruz. Bu konuda son sözü Mahir Çayan'a bırakalım: "Dünya proletaryası, burjuva demokrasisi haklarını alabilmek için kan revan içinde kalmıştır ve bu haklarını da elinde tutabilmek için, tabii ki, bütün gücüyle savaşacaktır." (Bütün Yazılar, Syf. 68)




halkın avukatlarının gözünden...

Sosyalizm, yani şu demek ki, dayı kızı, sosyalizm, senin anlayacağın yani, elkapısının yokluğu değil de imkansızlığı. Ekmeğimizde tuz, kitabımızda söz, ocağımızda ateş oluşu hürriyetin, yahut, başkası yel de, sen yaprakmışın gibi titrememek, bunun tersi yahut... Sosyalizm, devirmek dağları elbirliğiyle, ama elimizin öz biçimini, öz sıcaklığını yitirmeden. Yahut, mesela, sevgilimizin bizden ne şan, ne para, vefadan başka bir şey beklemeyişi. Sosyalizm, yani yurttaş ödevi sayılması bahtiyarlığın, yahut, mesela,


-bu seni ilgilendirmez henüz esefsiz, güvenle, emniyetle, gölgeli bir bahçeye girer gibi girebilmek usulcacık ihtiyarlığa, ve hepsinden önemlisi, çocukların, ama bütün çocukların, kırmızı elmalar gibi gülüşü...

Nazım Hikmet




- $+&% ,+! %- )- (*(*



halkın avukatlarının gözünden...

.R=+?4QNO1ARGP>OK6R GQ?HNR-OKR3+ NLA?QNR=O?;PA>OK6 Sosyalist hukukun ne olduğuna geçmeden önce sosyalizmin nasıl bir toplumsal sistem olduğuna; ekonomik, sosyal, siyasal niteliğine ve öngördüğü devlet ve hukuk sistemine kısaca gözatacak olursak, şunları söyleyebiliriz: Sosyalizm, diğer bir ifade ile sosyalist toplum, toplumlar tarihi boyunca görülen beş toplumsal sistemden sonuncusudur. İlk dördü sırasıyla; ilkel komünal toplum, köleci toplum, feodal toplum ve kapitalist toplumdur. İşçi sınıfının (proletarya) egemen sınıf olduğu sosyalizmi, kendisinden önceki diğer dört toplumsal sistemden ayıran en temel özelliği; bir sınıf egemenliği biçimi olmasına rağmen insanın insan tarafından sömürülmediği, emek sömürüsünün olmadığı tek sistem olmasıdır. Bunun nedeni de sosyalizmde üretim araçları üzerinde özel mülkiyetin olmaması, bunlar üzerindeki mülkiyetin bütün topluma ait olması, yani üretim araçları (fabrikalar, tarlalar, madenler, üretimde kullanılan alet-edavat vs.) üzerinde toplumsal-kolektif mülkiyet söz konusudur. Sosyalist toplumu diğer toplumsal sistemlerden ayıran bir diğer özellik ise, ilk defa toplumun çoğunluğunu oluşturan sınıf ve tabakaların (proletarya ve diğer emekçi halk yığınları), azınlık durumundaki sınıf (burjuvazi) üzerinde egemenliği olmasıdır. Sosyalizmin bir diğer ayırıcı özelliği ise toplumsal ürünün üretilmesi sürecinde “herkesten yeteneğine göre” ve


bu Ăźretim sonucu elde edilen ĂźrĂźnĂźn paylaĹ&#x;tÄąrÄąlmasÄąnda ise “herkese emeÄ&#x;ine-Ăźretime katkÄąsÄąna gĂśreâ€? ilkesinin geçerli olmasÄądÄąr. Yani herkes yetenekleri ve gĂźcĂź oranÄąnda Ăźretime katÄąlacak, Ăźretilen ĂźrĂźnden emeÄ&#x;ine gĂśre pay alacaktÄąr. BaĹ&#x;ka bir ifade ile herkes emeÄ&#x;inin karĹ&#x;ÄąlÄąÄ&#x;ÄąnÄą alacaktÄąr. Sosyalizmin ileri aĹ&#x;amasÄą olan komĂźnist toplumda ise “herkesten yeteneÄ&#x;ine gĂśre, herkese ihtiyacÄąna gĂśreâ€? ilkesi geçerli olacaktÄąr. Burada ayÄąrÄącÄą yan ise artÄąk sÄąnÄąflarÄąn ortadan kalkmÄąĹ&#x; olmasÄądÄąr. KomĂźnizmin ilk aĹ&#x;amasÄą olarak sosyalist toplumda ise sÄąnÄąflar ve sÄąnÄąf egemenliÄ&#x;i olgusu varlÄąÄ&#x;ÄąnÄą bir sĂźre daha devam ettirecek, bu olgu zaman içinde, komĂźnizmin Ăźst aĹ&#x;amasÄą olan komĂźnist toplumda ortadan kalkacaktÄąr. .R=+?4QNO1A>PRDP2NP;R2PRBLMLMR,NQ%QMRAH>HK6 KomĂźnizmin ilk aĹ&#x;amasÄą olan sosyalist toplumda sÄąnÄąflar var olmaya devam ettiÄ&#x;i için devlet ve hukuk da bir sĂźre daha var olmaya devam edecektir. Ancak burada devlet, toplumlar tarihi boyunca ilk defa olarak çoÄ&#x;unluÄ&#x;un (proletarya ve diÄ&#x;er halk yÄąÄ&#x;ÄąnlarÄąnÄąn) azÄąnlÄąk (burjuvazi) Ăźzerindeki egemenlik aracÄą, çoÄ&#x;unluÄ&#x;un azÄąnlÄąk Ăźzerindeki diktatĂśrlĂźÄ&#x;Ăź olacaktÄąr. Ä°Ĺ&#x;te bu proletarya diktatĂśrlĂźÄ&#x;Ăź aracÄąlÄąÄ&#x;Äąyla burjuvaziyi ve diÄ&#x;er sÄąnÄąflarÄą ortadan kaldÄąracak bĂśylece bugĂźnkĂź anlamda devlet ve hukuk da ortadan kalkacaktÄąr. ÇßnkĂź sÄąnÄąfsÄąz topluma geçilmesiyle Ăźzerinde egemenlik kurulacak, baskÄą uygulanacak bir sÄąnÄąf da kalmayacaÄ&#x;Äąndan devlet herkesin devleti, hukuk herkesin hukuku olacak, bu nedenle artÄąk bugunkĂź anlamÄąyla devlete ve hukuka ihtiyaç kalmayacaktÄąr.


halkın avukatlarının gözünden...

Kısaca; sosyalist toplumdan komünist topluma doğru geçildikçe sınıflarla birlikte devlet de yavaş yavaş ortadan kalkacak (sönümlenecek), eş zamanlı olarak da bugünkü anlamda (sınıf egemenliğinin aracı olarak) hukuk ortadan kalkacaktır. (*) “Bugünkü anlamda hukuk ortadan kalkacaktır” dememizin sebebi şudur: Sosyalist toplumda hukuk, zaman içerisinde sınıf egemenliğinin aracı olmaktan çıkıp yavaş yavaş ilkel komünal toplumdaki toplumsal/gündelik yaşamı düzenleyen gelenek kuralları haline dönecektir. “Komünist toplumda uzlaşmaz sınıfsal karşıtlıklar ortadan kalkınca, hukukun varlığı da son bulacak; ancak, “hukuklaşmamış toplumsal düzen kuralları olarak varlığını sürdürecektir.” (*) Yani ortadan kalkacak, sönümlenecek olan hukuk değil; sınıf egemenliğinin aracı olan hukuktur. Bunun ne zaman ve nasıl olacağı, sözünü ettiğimiz hukukun nasıl işleyeceği konusunda şimdiden bir şey söylemek elbette mümkün değildir. M-L bir bakış açısıyla bilebildiğimiz, öngörebildiğimiz tek şey; bunun uzun bir zaman alacağı, ama devletin ve hukukun ilelebet var olmayacağı, mutlaka sönümleneceğidir. Sonuç olarak; 1- Komünizmin ilk aşaması olan sosyalizmde de devlet ve hukuk var olacaktır. 2- Sosyalizm ve sosyalizmdeki devlet, sömürü sitemini yıkan ve kendi kendini yok eden bir niteliğe bürünecektir. 3- Bu devlet, proletaryanın devleti olup “devrimci ve geçici” özellikte olacaktır. 4- Devlete şekil veren bir avuç azınlığın çıkarları değil,


proletaryanın çıkarları olacaktır. Proletaryanın çıkarlarında ise halkın ihtiyacı ve talepleri belirleyici olacaktır. 5- Devlet (Proletarya diktatörlüğü) ve onun baskı aracı olarak hukuk, burjuvazi sınıf olarak yok edilinceye kadar varlığını sürdürecektir. 6- Sınıfsız topluma doğru geçildikçe devlet ve sınıf tahakkümünün aracı olarak hukuk sönümlenecektir. Sosyalizme dair genel çerçeveyi çizdikten sonra sosyalist hukukun ne olduğunu, pratikteki yansımalarıyla birlikte ele almaya çalışalım. * Collins, Marksizm ve Hukuk, Syf. 107

.R=,=9JCF=3RB0@0@RGEDF:6 Q R=+?4QNO?;RBLMLM;QIRGPRJINQAQNH4H16 Sosyalist hukukun bir sınıf anlamı vardır: Her şeyden önce, başlangıçta, sömürücü sınıfı sömürücü sınıf olarak ortadan kaldırmanın bir aracı, dolayısıyla bir sınıfın başka bir sınıf üzerinde tahakkümünün aracıdır. Sosyalist hukukun amacı, insanın insan tarafından sömürülmesine son vermek ve eninde sonunda, imtiyazsız bir bölüşüm temeline dayanan ve üretim güçlerinin herkese, olanakları ölçüsündeki emeğine karşılık, ihtiyaçlarını karşılamak imkânını sağladığı bir topluma geçmek için çaba harcamaktır. (*) Sosyalist hukukun bu amacı Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti Anayasası'nda şöyle yazar: “Madde 8: Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti'nin sistemi, emekçi halkın her şeyin efendisi olduğu ve toplumdaki her şeyin emekçi


halkÄąn avukatlarÄąnÄąn gĂśzĂźnden...

halka hizmet ettiÄ&#x;i halk merkezli sistemdir. Devlet; iĹ&#x;çilerin, kĂśylĂźlerin, emekçi aydÄąnlarÄąn ve sĂśmĂźrĂźden ve baskÄądan kurtarÄąlmÄąĹ&#x; olarak devletin ve toplumun efendileri haline gelmiĹ&#x; olan diÄ&#x;er bĂźtĂźn emekçi insanlarÄąn çĹkarlarÄąnÄą savunmak ve korumak zorundadÄąrâ€? Sosyalist hukukun temel niteliÄ&#x;i; kanunun sÄąnÄąrlayÄącÄą bir biçimde tanÄąmladÄąÄ&#x;Äą ve insanÄąn insan tarafÄąndan sĂśmĂźrĂźlmesini sĂźrdĂźrmeyi veya geri getirmeyi amaçlayan eylemleri cezalandÄąrmaya yĂśnelik zorlayÄącÄą tedbirlerin, bu hukukun ĂśzĂźnĂź oluĹ&#x;turmasÄądÄąr. Bu aynÄą zamanda sosyalist devletin emperyalist kapitalizmin her tĂźrlĂź karĹ&#x;Äą-saldÄąrÄąsÄąna ÂŤsÄąnÄąfa karĹ&#x;Äą sÄąnÄąfÂť savaĹ&#x;Äą gĂśrevini yĂźrĂźten hukukunu da tanÄąmlamaktadÄąr. Bu bir zorunluluk, yani savunma hukukudur. Bundan Ĺ&#x;u sonuç çĹkmaktadÄąr: SÄąnÄąfa karĹ&#x;Äą sÄąnÄąf baskÄąsÄą olan sosyalist baskÄą giderek varlÄąk nedenini yitirecek, sonuçta devlet ve hukuk sĂśnĂźmlenecektir. *Monique Roland Weyl, Gerçekte ve Eylemde Hukukun PayÄą, Syf. 280

R =+?4QNO?;R BLMLMR 04)LNQAQ?HIQR -OKR 'KIPM =+24P;RBLMLML - 1917 Ekim Devrimi’nden sonra, Soyvet Sosyalist Cumhuriyetleri BirliÄ&#x;i (SSCB)’nde, sosyalist hukuka iliĹ&#x;kin yukarÄąda aktardÄąÄ&#x;ÄąmÄąz ilkeler doÄ&#x;rultusunda bir devlet ve hukuk sistemi inĹ&#x;a edilmiĹ&#x;tir. - Devrimden sonra, yasama ve yĂźrĂźtme organlarÄą arasÄąnda, devrimci rejimin birliÄ&#x;ini ve yeteneÄ&#x;ini tehdit eden kuvvetler ayrÄąlÄąÄ&#x;Äą ilkesine uygun kurumlar; yasama (meclis), yargÄą (mahkemeler) ve yĂźrĂźtme (hĂźkĂźmet ve idare);


SSCB’de, tamamen teknik görevlerin yerine getirilmesi için ayrı olarak örgütlenmişti. - Ekim Devrimi’nden sonra, sosyalist hukuk iki ana dal olarak -Aile Hukuku ve İş Hukuku- örgütlendi. Burjuva hukukunun aksine ceza hukuku, ekonomik koşulların değişmesiyle suç işlemenin azalacağı ve ceza yaptırımının da gereksiz kalacağı düşüncesiyle, geçici bir alan olarak düzenlendi. - Aile hukuku alanında 1918, 1922 ve 1926 yıllarında yapılan yasal düzenlemeler geçerli oldu. Evlenme, kilisenin denetiminden çıkarılarak kadın ve erkeğin iradesinin evlilik için yeterli olduğu düzenlemeler getirildi. Her iki taraf boşanmak istediği zaman, son derece basit bir yargısal işlemle boşanma gerçekleşiyordu. Taraflardan biri boşanmak istemez ise, dava açılıyordu. Evlenen çiftler, ister kadının, isterse erkeğin ya da her iki tarafın kabul ettiği ortak bir soyadını alabiliyordu. Evlilik içi ve evlilik dışı çocuklar arasında tam eşitlik sağlanmıştı. - Devrimden hemen sonra çıkarılan 1918 tarihli iş yasasında ise, çalışma süreleri, tatil süreleri, asgari ücretler, sendikal ilkeler vb. belirlendi. Bu yıllarda çalışmanın bir hak olduğu kabul ediliyor, devlet herkese mutlaka bir iş buluyor, iş bulunamadığı takdirde, İşsizlik Yardımı Dairesi işsiz emekçiye belirli bir ücret ödüyordu. - Ceza hukuku alanında, ilk anda, halk tarafından seçilen yargıçlardan oluşan mahkemeler kuruldu, ayrıca karşı devrimcileri yargılamak için devrim mahkemeleri oluşturuldu. - Mahkemeler “davanın durumuna ve ihtilalci bilince”


halkın avukatlarının gözünden...

göre karar veriyorlardı. Ceza yasasında yer alan suçlar listesine; kamu düzenini rahatsız etme, hırsızlık ve karaborsacılık vb. suçları eklendi. 18 yaşından küçüklerle ilgili ceza hükümlerinin kaldırılması gündeme geldi. - Ceza mahkemelerinin verdiği kararlara karşı üst mahkemelere (temyiz mahkemelerine) itiraz edilebiliyordu. Temyiz mahkemesi çeşitli konularda bağlayıcı içtihatlar oluşturuyor, bazen de dosyayı yasama organına gönderip dava konusunda bir yasal düzenleme yapılmasını istiyordu. Böylece ceza hukuku alanında aşağıdan yukarıya doğru bir kanunlaştırma yoluna gidiliyordu. -Sovyet hukukunda, daha ilk günden, uygulamada biçimsel yaklaşımlar reddedilmiştir. Bir kişinin biçimsel birtakım kurallar nedeniyle aklanması ya da mahkum edilmesine izin verilmemiştir. Savcılık kurumu da daha sonraki yıllarda ortaya çıkmıştır. -Sovyetlerin ilk döneminde adi suçlarda daha yumuşak davranılmıştır. İlk yargılamaların toplamının yüzde 35’i hapis (ki, bunların beşte dördü iyi hal uygulamasına tabi tutulmuştu), yüzde 8’i sosyal hizmetlerde çalışma, yüzde 4’ü para cezası, yüzde 10’u uyarma, kınama vb. cezalar ve geri kalanı beraat idi. Hapis cezalarının dörtte üçü hırsızlık vb., dörtte biri ise karaborsacılık suçlarına verilmişti. -1919 ve 1922 yılında yapılan düzenlemelerde “Ceza, gereğine uygun olarak ve suçluya gereğinden fazla eziyet vermeyecek ve haysiyetini kırmayacak şekilde sınırlanmalıdır.” ilkesi getirildi. -Sovyet ceza hukukunda, “sınıflı toplumlarda suçun kaynağı suçlunun kişiliğinde değil, fakat toplumun sosyal


yapısında bulunur” anlayışı ile hareket edildi. Ücretinin bir kısmını ceza olarak ödeme, akşam derslerine devam etme, bir sosyal hizmette çalışma, bir kamu hizmetinde çalışmanın yasaklanması, bir meslekten atma vb. türü cezalar uygulandı. % R=+24P;RJIQ4Q?Q?HRGQ?HNR-OKRJIQ4Q?Q4>H6 SSCB’nin ünlü 1936 Anayasası o güne kadar hazırlanan (hatta bugüne kadar) en demokratik anayasaydı. Demokratikliği, öncelikle, oluşturulması sürecine bütün Sovyet halklarının katılımının sağlanmasından ileri geliyordu. Anayasanın hazırlanma süreci şu şekilde oldu; - Bir komisyon tarafından hazırlanan Anayasa taslağı, bütün fabrikalara, işyerlerine, üniversitelere, yazar birliklerine vb. gönderildi. -Anayasa taslağı, halk içinde beş buçuk ay yaygın olarak tartışıldı. Değişiklik önerileri, komisyona iletildi ve 1936 yılında kabul edildi. 1936 Sovyet Anayasası'nı demokratik yapan bir diğer yanı da o güne kadar hiçbir anayasada yer almayan hakları yurttaşlarına tanıyor ve bu hakların kullanılması için maddi olanakların yaratılmasını emrediyor olmasıydı. > R =+?4QNO?;R BLMLM;QR BQNMR 8Q MPAPNPKOR GQ?HN ,NQ%QM6 Sosyalist hukuk, halka daha başarılı ve daha iyi hizmet edebilmek için, halka bağlı ve halka açık bir hukuk yargılamasının varlığını gerektirir.


halkın avukatlarının gözünden...

Bu yargı sisteminde: - Yargıçlar belirli süreler için halk tarafından seçilirler ve istendiği zaman yine halk tarafından görevden alınabilirler. - Halk mahkemeleri üyeleri yargısal kararlara serbestçe katılabilirler. - Hukuk yargılaması biçimsellikten uzaklaştırılmış; sözlülük, basitlik ve yanlış usul işlemlerin mahkemenin uyarısı ile düzeltilebilmesi gibi demokratik yöntemler benimsenmiştir. P R =+?4QNO?;R BLMLMLIR @Q1QIHANQKHIHIR D7I4Q BQNMNQKHRJ H?HI>QIR'IPAORGP>OK6 Bugün bizim için doğal bir hak imiş gibi görünen, ancak emperyalist-kapitalist saldırganlığın hedefi olarak gaspedilmekte olan yıllık ücretli izin, parasız eğitim ve sağlık hizmeti, yaşlılık aylığı, iş günü saatlerinin kısaltılması vb. pek çok hak, o günlerde kapitalist sistemin hiçbir ülkesinde işçi sınıfına bir hak olarak tanınmamıştı. Bu hakların kapitalist ülkelerde kabulü, 1936 Anayasası’ndan ve SSCB’de hayata geçip kullanılmasından onlarca yıl sonra oldu. Gelişmiş kapitalist ülkeler, kendi işçi sınıflarının bir sosyalist devrime kalkışmaması ve SSCB’yi örnek almaması için, sınıfı mücadelesini yatıştırıp bastırmak üzere bu haklardan bazılarını geçici bir süre için kabul etmek zorunda kaldılar. Şimdi, SSCB’nin yıkılması ve sınıf mücadelesinin geçici bir yenilgiye uğramasının ardından, burjuvazi, bu hakları tekrar birer birer geri alıyor. Bu haklara örnek verecek olursak;


1936 SSCB Anayasası’nda; -118. Madde’de, çalışmanın bir hak olduğu, herkese devletçe çalışma olanağı sağlanacağı belirtilmiştir. Bu, herkesin devletten bir iş isteyebileceği anlamına gelmektedir. - 119. Madde: Dinlenmeyi bir hak olarak tanımış; işgününü, ağır işlerde 4 saat, diğer işlerde 6 ve 7 saat olarak belirlenmiştir. Bu maddeyle, yıllık izin ve bu iznin devlet tarafından yapılmış sosyal tesislerde kullanılabilmesi güvenceye alınmıştır. - 120. Madde: Yurttaşların ihtiyarlık, hastalık durumunda ve çalışma yeteneklerini kaybettiklerinde maddi hayatlarını sağlama hakkını tanınmış; sağlık hizmetlerinin ücretsiz olduğunu karar altına almıştır. - 121. Madde: SSCB yurttaşlarının öğrenim hakkına sahip olduğunu belirtmiştir. Bu hak genel ve ücretsizdir. Ücretsiz öğrenim hakkına, yüksek okullar da dahil olup, okullarda anadilde öğretim yapılması güvenceye alınmıştır. - 122. Madde: Ekonomik, medeni, kültürel, siyasal ve diğer sosyal alanlarda kadına erkek kadar eşit haklar verildiği belirtilmiştir. - 123. Madde: Çeşitli ulus ve milliyetlerden yurttaşların eşit haklara sahip olduğunu tanıyıp kararlaştırmıştır. - 125. Madde: İfade özgürlüğü, basın özgürlüğü, toplanma ve gösteri özgürlüğünü güvenceye almıştır. Bu hakların kullanılması için, işçilerin ve kurumlarının emrine basımevleri, kağıt stokları, binalar, gösteri meydanları vb. şartlar sağlanmasını düzenlemiş, böylelikle sözü edilen


halkın avukatlarının gözünden...

hakları kağıt-üzeri “haklar” olmaktan kurtarmıştır. - 128. Madde: Konut dokunulmazlığını ve haberleşmenin gizliliğini güvenceye almıştır. Bugün gerek yeni sömürge Türkiye'de gerek “sosyal devlet” uygulamaları ile sosyalizmin üstünlüğü karşısında tutunmaya çalışan ileri kapitalist ülkelerde, ister ceza hukukunda olsun ister medeni hukuk ya da aile hukuku sisteminde olsun, Sovyet Hukuk Sisteminin çok gerisinde bir hukuk sistemiyle karşı karşıya olduğumuz ilk bakışta bile fark edilmektedir. Şunu altını tekrar çizmek gerekir ki, eğer bugün kapitalist ülkelerde halk yığınlarının sahip olduğu bazı ekonomik-demokratik haklar hala varsa bu sosyalist sistemin etkilerinin sürmesindendir. Sosyalist ülkelerin dağılmasıyla kapitalist ülkelerde emekçilere tanınan haklar törpülenmiş, rafa kaldırılmaya başlanmıştır.



halkÄąn avukatlarÄąnÄąn gĂśzĂźnden...

DE:(F CF F8F$ERDJF:

Biz Bedreddin derviĹ&#x;iyiz Ferhat DerviĹ&#x;iyiz hakikatin Diyor ki Ĺ&#x;eyhimiz Bedreddin: “...TanrÄą, dĂźnyayÄą yarattÄą ve insanlara verdi. Ĺžu halde dĂźnyanÄąn topraÄ&#x;Äą ve bu topraÄ&#x;Äąn bĂźtĂźn ĂźrĂźnleri insanlarÄąn ortak malÄądÄąr. Ä°nsanlar eĹ&#x;it olarak yaratÄąlmÄąĹ&#x;lardÄąr. Birinin mal toplayÄąp ĂśbĂźrĂźnĂźn aç kalmasÄą TanrÄą'nÄąn amacÄąna aykÄąrÄądÄąr.â€? Ve evvel ahir yoldaĹ&#x;ÄąmÄąz Ebu Zer Diyor ki Ferhat: “... Evde yiyecek ekmeÄ&#x;i olmayan halkÄąn, yalÄąn kÄąlĹç ayaklanmasÄą haktÄąr.â€? HalktÄąr Ferhat HakkÄąmÄąz olanÄą almak HaktÄąr Ferhat Zulme isyan Faize kÄąlĹç, sĂśmĂźrĂźye yalÄąn kÄąlĹç Ä°syan haktÄąr Ferhat Biz Ebu Zer HEMDERDİ’yiz Elimizde Ferhat Elimizde kÄąlÄącÄąmÄąz ve hak yiyenleri Ve halkÄą hor gĂśrenleri Tek kelimeyle Ferhat: KÄąyacaÄ&#x;Äąz Budur halkÄąn adaleti‌ Ăœmit Ä°LTER



- $+&% ,+* "- (*(*( #) '!% !- (*(*-")#!' ", +- ,', , ,



halkÄąn avukatlarÄąnÄąn gĂśzĂźnden...

BJC@<GRB0@0@0.DE(:F8&FRB0@0@RGEDF:*R GJ=<CR9J:J3J&J <$6 Hukuk ve adalet bir mĂźcadele zeminidir; uygulanan hukuk ne olursa olsun, halk bu zeminde bir mĂźcadeleden asla geri durmamalÄądÄąr. Bu zemindeki mĂźcadele nihai anlamda burjuva hukukunu aĹ&#x;an bir perspektifle sĂźrdĂźrĂźlmeli, haksÄązlÄąÄ&#x;Äą ve adaletsizliÄ&#x;i ortadan kaldÄąrma mĂźcadelesinin iktidar mĂźcadelesiyle kopmaz bir baÄ&#x; içinde olduÄ&#x;u bir an olsun unutulmamalÄądÄąr. Emekçilerin, halkÄąn hak ve ĂśzgĂźrlĂźklerini gĂźvenceye alacak, onlarÄą ileriye taĹ&#x;Äąyacak tek bir sistem vardÄąr; o da halkÄąn iktidarÄądÄąr, sosyalizmdir. ÇßnkĂź sosyalizm, bir avuç sĂśmĂźrĂźcĂź asalaÄ&#x;Äąn sĂśmĂźrĂźlen çoÄ&#x;unluk Ăźzerinde egemen olduÄ&#x;u bir sistem deÄ&#x;il; tersine binlerce yÄąldÄąr ezilen, sĂśmĂźrĂźlen sÄąnÄąflarÄąn tarihsel olarak temsilcisi durumundaki iĹ&#x;çilerin, emekçilerin, halk çoÄ&#x;unluÄ&#x;unun iktidarÄądÄąr. Sosyalizmin hukuku da burjuva hukukunun aksine bir avuç sĂśmĂźrĂźcĂź azÄąnlÄąÄ&#x;Äąn deÄ&#x;il; emekçi yÄąÄ&#x;ÄąnlarÄąn çĹkarlarÄąnÄąn savunulmasÄąna hizmet eder, bunu hedefler. Bu yanÄąyla sosyalist hukuk, halkÄąn hukukudur. Devrim mĂźcadelesi veren Ăźlkelerde de halkÄąn hak ve ĂśzgĂźrlĂźklerini gerçek anlamda koruyan, gĂźvenceye alanlar devrimcilerdir. ÇßnkĂź hak ve ĂśzgĂźrlĂźk mĂźcadelesi ĂśzĂźnde demokrasi ve devrim mĂźcadelesidir. ÇßnkĂź devrimciler haksÄązlÄąklarÄąn, adaletsizliklerin bugĂźnkĂź yaratÄącÄąsÄą emperyalist kapitalist dĂźzene karĹ&#x;Äą mĂźcadele ederler. Kapitalizm adaletsiz bir dĂźzendir. Bu adaletsizliÄ&#x;in te


melinde de sömürü vardır. Çünkü kapitalist devlet, kar üstüne kurulmuştur. Bundan dolayı bu sistemin adaletli bir hukukunun olması da düşünülemez. Kapitalizmin hukuku yalnızca kan, ter, gözyaşı üretir. (*) Biz bunun karşısında “adalet istiyoruz” diyoruz. Yani sosyalizm istiyoruz. Sömürenlerin çıkarlarını değil emekçilerin çıkarlarını koruyan bir hukuk sistemi istiyoruz. Sosyalist hukuku istiyoruz. Biliyoruz ki, milyonlarca insanımızın açlık ve yoksulluğa mahkum edilmesinin önüne geçecek tek sistem budur. Bir insanın başka bir insanı sömürmesine izin vermeyecek olan tek hukuk sosyalizmde vardır. Hak ve özgürlüklerin demokratik bir biçimde kullanılması, tanınması yalnızca böyle sağlanabilir. Hak ve özgürlükleri güvenceye alacak tek sistemin sosyalizm olduğunun altını yeniden çizmek gerek. Bunun için emekçiler bir yandan nihai kurtuluş için yani sosyalizm için mücadele edecek, bir yandan da direnerek ve hakkını çalanın karşısına dikilerek, bugüne kadar mücadele ile kazandığı hak ve özgürlüklerini güvenceye alacaktır. Kimi zaman meydanlarda haykırarak, kimi zaman grevlerle patronun karşısına dikilerek; kimi zaman orakla, çekiçle, kazmayla, kürekle, taşla, sopayla direnerek hakkını koruyacak yeni haklar kazanmak için mücadele edecektir. İşte bu da halkın hukukudur, halkın hukukunun pratikte uygulanmasıdır. Halkın hukukunun bugün yürürlükteki tek yasası, nihai kurtuluşa, halkın iktidarının kurulmasına kadar direnmek, mücadele etmektir. Ülkemizde suni denge dediğimiz halkın politik pasifliğinin sonucu olarak kendiliğinden gelişen hak arama ey


halkın avukatlarının gözünden...

lemleri yoktur. Devrimciler bizim gibi yeni sömürge bir ülkede hem hak arama bilincini geliştirmek, hem de bu açığa çıkan tepkiyi politikleştirerek düzene yöneltmek zorundadır. Tam da bu noktada devrimci hukukçu, elindeki hukuk silahını etkili kullanabilme imkanı olandır. Düzenin hukuk mekanizması ile sonuç alınamayacağını, halkın her adalet talebinin mutlaka bu duvara çarpacağını, sorunun düzen sorunu yani devrim sorunu olduğunu etkili ve somut anlatmak imkanı vardır. Yargı, devleti oluşturan en temel kurumlardan birisidir. Bu yanıyla bile bakıldığında; yargı kurumlarının tartışılması, devletin tartışılmaya başlanması demektir. Halkın hukukçuları için, yaşanan her saldırıda ve olayda devrimci hukuka göre tavır belirlemek, çözüm üretmek, sınıfsal bakmak esas olandır. Özellikle emekçilerin hak gaspına karşı fiili ve hukuki mücadele büyütülmeli, insanca yaşam koşulları oluşturulmalıdır. Bugün bize düşen görevlerden biri de mevcut burjuva hukukunun göstermelik örtüsünü kaldırarak, onun gerçek niteliğini ortaya çıkarmaktır. Adaletin gerçek anlamda yerini bulması, yani hak edene hak ettiğinin verilmesi için, mutlaka halk yargıya ortak edilmelidir. İçinde halkın olmadığı adalet, adalet değildir. Bu nedenle halk iktidarında, sosyalist hukuk sisteminde, halkın katıldığı bir yargı sisteminin oluşturulması temel alınmıştır. Sosyalizm halka, insana değer verir. Hukuk sistemini de buna göre oluşturmuştur. Sosyalist hukuku, devrimci hukuku bir yerde devrimciler hayata geçirirken, bir yanda da halk ve devrimciler


hayata geçir. Bunun için halk komitelerinin, halk meclislerinin, halk mahkemelerinin; gerek geniş çaplı, gerek dar biçimlerde kurulması zorunludur. Hukuksuzluğu her koşulda teşhir etme cüretimiz ve haksızlıkların üzerine gitme kararlılığımız örnektir. Hukuk anlayışımızla, adaleti yerine getirme tarzımızla, direnişlerimizle; hem emekçi halkları harekete geçiren oluyor, hem de kapitalist ülkelerin emekçilerine uygulayacağı saldırıların önüne geçmiş oluyoruz. Küçük büyük demeden tüm eylem biçimlerimizle halklara umut olduğumuzun bilincindeyiz. Önümüzde Soyvetler Birliği'nden Küba'ya, Çin'den Kuzey Kore'ye kadar zengin bir sosyalist hukuk deneyimi vardır. Bu deneyimlerlerden çıkardığımız dersler ve önümüze hedef olarak koyduğumuz halkın iktidarını kurma perspektifiyle halkın hukukunu yaratma mücadelemize devam ediyoruz.



K75P%P"O1

Görüşeceğiz elbette Heraklit ırmağının En coşkulu yerinde Şelalesi olup hayatın Düşeceğiz durgun zamanın üstüne Dalga dalga sarsılacak dem... Görüşeceğiz elbette Çıplak Kral’ın Suskunluk giydiği yerde Çocuğu olup hakikatin Kral çıplak diyeceğiz yine Göz kırparak birbirimize... Görüşeceğiz elbette Kahrolası haksızlığın * Üstüne sürerken Rosinante’yi* Adaleti olup halkın Hesap sorarken Haramilerden Asla titremeyecek elimiz...


halkın avukatlarının gözünden...

Görüşeceğiz elbette Karanfilli sevdamızın Gülüşü ve ölüşünde Mahiri olup kavganın Günü Kızıldere eğleyerek Beraber kucaklayacağız hayatı Görüşeceğiz elbette Hasretinin sonsuz yolunda Adımı olup yürüyüşün Tarihin meçhul neferleriyle Hayata can vereceğiz... Ümit İLTER

*Rosinante: Cervantes’in “Don Kişot” romanında, Don Kişot’un atına verilen isim.



- $+&%)*+)'


Bu bölümde Halkın Hukuk Bürosu avukatları tarafından değişik tarihlerde kaleme alınan hukuk, adalet, faşizm konulu yazılara yer verilmiştir.


halkın avukatlarının gözünden...

Yürüyüş Dergisi'nin 20.01.2013 tarihli 348. sayısında yayınlanan faşizm ve hukuk konulu yazı dizimizin 1. bölümüdür.

,NO)QK5OIOIRBLMLML*RR Q5O1AOIR/1PKOIOR'K;PIR QN>HK -OKOI%OR- N7A Hukuk deyince insanın aklına insanüstü bir güç, bir ideal çözüm gelir. Çünkü sınıflı toplumlar devleti, devlet de kendi düzenini oturta geldiği günden bugüne egemenler tarafsız ve kendinden bağımsız gibi görünen bir gücü işaret etmiştir. Canımız burnumuza geldiğinde bu memlekette hukuk yok mu diye isyan etmemiz, burası dağ başı mı diye çıkışmamız bundandır. Oysa hukuk, sınıflar mücadelesinde egemenlerin egemenliğini koruması, devam ettirmesi için bir araçtır. Türk Dil Kurumu sözlüğünde hukuk; “Toplumu düzenleyen ve devletin yaptırım gücünü belirleyen yasaların bütünü” olarak tanımlanmıştır. Yani teoriye göre devletin yaptırım gücü yasadan gelir. Diğer bir deyişle devlet toplumu düzenlemek, yani kendi istediği gibi biçim vermek için gücünü ve yetkisini yasalar eliyle kullanır. Oysa biz devletin bu gücü altyapı ilişkilerinden, yani ekonomik düzenden, yani sömürü düzeninden aldığını biliriz. Bize hukuk kuralarının, kişilerin toplumun ve devletin ortak iyiliklerini gözeten kurallar olduğu öğretilir. Oysa biz ezenlerle ezilenlerin, sömürenle sömürülenlerin, emekçilerle patronların çıkarlarının aynı olmadığını biliriz. Vergilendirmeden cezalandırmaya kadar hayatın birçok


alanındaki adaletsizlikleri “yasa böyle” diyerek kabullendirdiklerini biliriz. Yasaya bu gücü verense, uygulayıcılarının ellerinde bir sopa demetidir. Faşizm sözü, İtalyanca kökü “fasces” sözcüğüdür. Fasces, Roma İmparatorluğu döneminde, imparatorun muhafızlarının taşımakta oldukları sopa ya da kamçı demetine verilen addı. İmparatorun buyruğunun ardından, bu sopaların yere vurulmasıyla buyruk yasallaşmış olurdu. Yasa adına güç kullanma hakkına sahip polis, asker ve diğer kolluk güçleri yasaya bu gücü vermektedir. İşte bu yüzden bu yazı dizisinde “hukuk” dendiğinde “kimin hukuku” sorusunun cevabını bilerek düşüneceğiz. Hukuk sisteminin kime hizmet etmek için kurulduğunu ve neyi hedeflediğini aklımızdan çıkarmayacağız. Yine bileceğiz ki bu sistemde halkın egemenlere karşı kazandığı bazı haklar da vardır ve bu hakları can bedeli ve yüzyıllar süren bir mücadele sonunda kazanmıştır. Bu alanda egemenler bu hakları kullandırtmamak için, bizse bu haklara hayat vermek için uğraşırız. Egemenler yaptıkları her şeyi bir anayasa ve ardından sıralı kanunları göstererek açıklarlar. Bu bütünlük içinde hukuk, mevcut egemen sistemi koruyan ve güzel gösteren bir örtüdür. Bugün AKP iktidarının “ah şu anayasa olmasaydı, ah şu anayasa bir değişseydi” diyerek yaptığı da; bugüne kadar gelişen haksızlıkların kaynağı, çekilen eziyetin sebebi olarak yasayı göstermek istemesinden başka bir şey değildir. O halde bu konudaki doğruları bir kez daha tekrarlayacak olursak; 1) Hukuk, devleti yaratmaz; devlet, hukuku yaratır. 2) Hukuk, mevcut sistemin kullandığı bir örtüdür.


halkın avukatlarının gözünden...

Q5O1ARGP>OK6 Türk Dil Kurumu Sözlüğünde Faşizm; “İtalya'da 19221943 yılları arasında etkinliğini sürdüren, meslek kuruluşlarına dayanan, devlet sınırlarını genişletmeyi amaçlayan, yetkinin, tek partinin elinde toplandığı düzen” olarak tanımlanmıştır. İkinci bir tanımı da “demokratik düzenin yerine aşırı bir ulusçuluk ve baskı düzeni kurmayı amaçlayan öğreti” şeklindedir. Faşizm ile ilgili öyle bir tanım yapılmış ki, sanki bir devlet şekli olarak faşizm tarihte var olmuş, ancak şu anda var olmayan, sınırlı bir coğrafyada hüküm sürmüş bir yönetim şekliymiş gibi gösteriliyor. Hayır. Belli bir coğrafyada, belli iklim koşullarında yetişen bir devlet şekli değildir faşizm. Onun dayandığı bir sınıf temeli vardır. Faşizm, tekelci burjuvazinin egemenliğini ve sömürüsünü sürdürmek istediği ve bunu yaparken de sistemli bir baskı ve zor kullanmak zorunda olduğu her coğrafyada hüküm sürmektedir. Tarihte kalmış bir sistem olmayıp tekelci burjuvazinin hüküm sürdüğü müddetçe var olacak bir sistemdir. Yani onun varlık koşulu emperyalizmdir. Sakın faşizmi kaba ilkel bir yöntem olarak görmeyelim. Aksine o, tekelci sermayenin sahip olduğu tüm imkanlara sahiptir. Bilimsel düşünceyi ve teknolojinin tüm aygıtlarını öncelikle ve yaygın olarak kullanır. Bu sistemi insanlık lanetlemiş olduğu için, faşistlerin kendisi bile bir hakaret olarak görüp inkâr ederler. Faşizmi tanımına kavuşturan, kendisi de faşizmin mahkemelerinde yargılanmış olan Bulgaristan devriminin önderi Georgi Dmitrov’dur. Komünist Enternasyonal, Yönetim Kurulu'nun on


üçüncü oturumunda, işbaşındaki faşizmi “finans kapitalin en gerici, en bağnaz, en emperyalist unsurlarının açık zorba diktatörlüğü” olarak tanımlanmış. (Dimitrov, Faşizme Karşı Birleşik Cephe, Syf: 52) Faşizm ''zor'' temeli üzerinde yükselir. Zor, yani şiddet hayatın her alanında, her zaman vardır. Bu şiddet, doğrudan devlet güçlerinin şiddetidir. Bu şiddetin yetmediği yerde faşizm “sivil unsurlarını” örgütler. Şiddetin fiilen olmadığı yerde ise korkusu ve tehdidi vardır. İktidar baskı ve zor aygıtlarını insanlarımızın beyinlerine, yüreklerine yerleştirmeyi hedefleyerek faşizmi sürdürür. İkinci ayırıcı özelliği ise faşizmin yalan ve demagojiye dayanmasıdır. İdeolojik propagandayı esas alarak kendini gizler ve sömürüyü devam ettirir. Devletin ve hukukun sınıflar üstü olduğunu, herkesin ortak çıkarını temsil ettiğini söyler. Sınıf yok, milletin iradesi vardır. Hepimiz aynı gemideyizdir. Biz batarsak siz de batarsınız demektedir. Açık terörcü diktatörlük, koşullar uygun olduğunda yerini bir parlamentoya, anayasaya ve kurumlara bırakır. Ancak faşizmin esasları yerinde durur. Zaten tekelci burjuvazi bu kurumları kendi kurmuş ve şekillendirmiştir. İstediği düzen devam etmelidir. Faşizmin amaçlarını bu kurumlar yerine getirir. Bu arada “zor” ortadan kalkmaz; ihtiyaç duyulan her an kullanılır. Yasal zor kullanma geniş bir yetki alanı içinde kullanıldığı gibi, yasadışı zor kullananlar da devlet tarafından korunur. Açık terör uygulamaları halkın belleğinde durur ve halka söylenenlere uygun davranılmadığında “gelir ha” tehdidi olarak devam eder. Açık faşizm baskı kurumlarını oturtmuş ve işlerlik kazandırmıştır. Ülkede her şey bozulsa bile bu kurumlar tıkır tıkır işler. Siyasi polis, siyasi yargılamalar, ordu, hapishaneler baskıyı işletirken ideolojik propagandayı da yürütür


halkın avukatlarının gözünden...

ve hep politik bir mesaj taşırlar. Bunlar için işkence, infaz, her türlü yasadışı zor kullanma meşrudur. Tam da buna göre şekillendirilmişlerdir. Ya doğrudan kullanırlar ya da kullanmaya hazır durarak ideolojik propaganda ile sonuç almaya çalışırlar. Açık faşizm öyle güçlü bir şekilde kurumlaşır ki; basın yayın kuruluşları ile meslek örgütleri, sendikalar, neredeyse bütünüyle ele geçirilmiş, kontrol altına alınmıştır. Bunların nasıl muhalefet yapacaklarını bile sınırlarıyla belirler. Bütün bu işleri yaparken neye dayanırlar? Yaptıklarını nasıl açıklarlar? Bizim yapacağımız bir şey yok, yasa böyle” mahkeme kararı var, savcının emri var. O mahkeme kararı ile gelerek evinizin eşyalarını alıp götürebilir, evinizi başınıza yıkabilir, sizi sürebilir, işten çıkarabilir, birikiminize el koyabilir. Özgürlükleri yasayla sınırlar, sömürüyü yasayla devam ettirir. Yani hukuk, faşizmin örtüsüdür. BQ O? QIPNPK Yasayla kurulur ve yönetilir. Uluslararası insan hakları belgelerinin, Anayasanın öngördüğünün aksine açıkça insan hakları ihlalleri en çok görüldüğü yerlerdir. Bugün sisteme muhalif görünen her kesimden insanın gönderildiği, ancak özel olarak devrimciler için yapılmış bulunan yüksek güvenlikli hapishaneler ve özel bir örnek olarak F tipleri, bu baskı kurumlarının en önemlileridir. Buralar; şiddetin eksik olmadığı yerler olmakla beraber, ideolojik baskı ve politik biçimlendirme çabası kendini açıkça gösterir. Siyasi tutuklular için özel uygulamalar getirilmiştir. Hapishaneye hangi kitapların gireceğini yasa ya da mahkemeler değil, hapishane idaresi belirler. Bu konuda idareye bu izni veren de yine yasanın kendisidir. Hangi kitabı okuyacağına, hangi TV kanalını izleyeceğine, hangi müziği


dinleyeceğine, duvarına hangi resmi asacağına karar vermek ister. İstediği mektupları alır, istediğini almaz; istediğini postalar, istediğinin üstünü karalar. Hücre arkadaşını idare seçer. Yani hapishaneleri birer ıslah merkezi olarak şekillendirmiştir. F Tipi ve Yüksek Güvenlikli hapishaneler; açılmış olduğu 2000 yılından, ceza infaz kanununun değiştirildiği 2005 yılına kadar kanunsuz ve bir Master Plana bağlı olarak yürütüldü. İnsan haklarına aykırı olduğu ve bir işkence metodu olduğu söylenen infaz modelini yasasız bir şekilde işletti. Yalnızca bu durum bile ülkenin yasalarla değil, sermayenin ihtiyaç duyduğu şekilde ve plan esasında yönetildiğini gösterir. 8Q MPAPNPK Yasayla kurulup yasayı uygulamakla görevli kılınan yargı yerleridir. Yargılamayı da yasanın öngördüğü gibi yapmalıdırlar. Mahkemeler dünden bugüne egemen sistemin kendini korumak için oluşturduğu mekanizmalardan biri olmuştur. Bunun için özel mahkemeler kurmuş özel yasalar çıkarılmıştır. Osmanlı sonrası siyasi yargılamalarına ilk örnek olarak İstiklal Mahkemeleri verilebilir. 1920 yılında kurulan ayaklanma çıkaranları ya da asker kaçaklarını yargılayan mahkemeler, Osmanlı devletine ve işgalci güçlere karşı yürütülen iktidar savaşının önüne engel olarak gördükleri oluşumları ve kişileri yargılayan ve ağır cezalara çarptıran olağanüstü mahkemelerdir. İstiklal mahkemeleri siyasi mahkemeler olup sistemin bekası için çalışmaktadır. Adalet vitrininin bir parçasıdır. Dönemin iktidarının sınıf niteliği ve mahkemelerin sistemli bir yapıya sahip olmamasından ötürü faşizmin yargısına tipik bir örnek teşkil etmemektedir. Ankara hariç bir yıl süre sonra kapatılan


halkın avukatlarının gözünden...

İstiklal Mahkemeleri, binlerce haksız ve hukuksuz karara imza atmış ve bu kararlarla halkın vicdanında derin yaralar bırakmış olan siyasi mahkemelerdir. DP2NP;R 72PINOMR8Q MPAPNPKO*RD 8 NPK Türkiye de hukuk sisteminde ilk düzenli ve sistemli siyasi mahkeme DGM’lerdir, diyebiliriz. Bu yönüyle daha önce olağanüstü ve süreli olarak yargılama ve infaz gerçekleştiren istiklal Mahkemelerinden farklıdır. 1973 yılında anayasaya eklenen bir maddeyle kurulmuş, 1975 yılında Anayasa Mahkemesi kararı ile kaldırılmış, ancak 12 Eylül faşist askeri darbesinden hemen sonra yeniden getirilmiştir. Devletin Güvenliği ile ilgili görülen siyasi yargılamalar yapan bu mahkeme, sürekli bir siyasi yargılama yapmaktadır. Bu mahkemelerin sürekli niteliği, sistemin sürekli bunalımına ve kendini koruma ihtiyacının sürekliliğine işaret etmektedir. Bu mahkemeler kitap ve dergi toplatılması, yayın yasakları, dernek ve benzeri oluşumların kapatılması gibi sisteme tehdit olarak görülen her türlü engellemeyi yargı eliyle gerçekleştirmiştir. DGM’ler siyasi yargılamaların en tipik örnekleri olmakla uzun süreli gözaltı, tutuklama, işkenceli sorgu ve bu ifadeler ile verilen ağır cezalar açısından olağanüstü bir nitelik taşımakta ve devletin kendini korumakta yasa ve hukuk tanımadığını açıkça göstermektedir. 2004 yılında yapılan bir anayasa değişikliği ile kaldırılmıştır. '1PNR9P;MONORJ"HKR&P1QR8Q MPAPNPKO DGM'ler kaldırıldıktan sonra getirilen mahkemelerdir. Yalnızca bir tabela değişikliği olmaktan öteye geçememiştir. Ve en son 2012 yılında bir kanun değişikliği ile Özel Yetkili Ağır Ceza Mahkemelerinin yanında, yine bu suçlara bakmakla görevli mahkemeler kurulmuş, ancak ismine özel


yetkili denmemiştir. Ancak açılan dava sayısı, verilen cezalar, tutukluluk durumu itibarı ile bu mahkemelerin birbirlerinden farklı olmadığını açıkça söyleyebiliriz. Bu mahkemelerin en önemli özelliği yargılamaları siyasi polisin şekillendirmesidir. Savcı ve hakim koltuğunda hukuk fakültesi mezunları oturuyor olsa da; aslında iddianameleri de, kararları da siyasi polis önceden hazırlamış gibidir. Emniyet fezlekesi dediğimiz polis iddianamesi sayılan suçlamalar neyi ifade ediyorsa, iddianameler de bir kopyasını oluşturur. Yine mahkeme kararları ile emniyet fezlekesini karşılaştırdığınızda olayın anlatımı ve delillendirmesinin nerede ise hiç değişmediğini; bazen suçun, fiilin hukuki tanımlamasında ufak tefek değişikliklerin olduğu görülür. DGM’lerden farkı yöntem olarak, açık ve yara oluşturan tarzda işkenceyi şimdilik tercih etmiyor oluşları, bu yöntemi terk ettikleri anlamına gelmez. Bekledikleri sonucu başka yöntemler ile gerçekleştirebildikleri anlamına gelir. Devletin güvenliğine yönelik çok küçük bir tehlike ihtimalinde dahi hemen eski yöntemlerine geri dönmektedirler. 3PK KNPR87%Q>PNPR@QILILR2PR=O4Q?OR#+NO? 1991 yılında Türkiye yeni bir kanunla ve terimle tanıştı. Bugüne kadar siyasi tutuklu olarak adlandırılanlar şimdi terör tutuklusu, siyasi şube olarak adlandırılan emniyet birimleri Terörle Mücadele Şubesi adını aldı. Bu yasa açıkça halka karşı bir saldırı yasasıydı. Halkın her türlü bir araya gelişini ve halkın örgütlü güçlerini tehdit olarak gören bir anlayışı yerleştiriyordu. Her türden konuşmanın, yazmanın, okumanın, kıyafetin, aksesuarın bu kanun ile beraber bir suç unsuru olması mümkün hale geliyordu. Bu düzenleme ile beraber siyasi polis, siyasi savcı, siyasi mah


halkın avukatlarının gözünden...

keme, siyasi hapishane yönetimi bir özel kanuna kavuşuyordu. Soruşturma, yargılama ve infaz bu yasa eliyle gerçekleşiyordu. Bu yasa ile ceza miktarları arttırılıyor ve ağırlaştırılıyordu. Yine bu yasa ile beraber yeni Ceza Muhakemesi Kanununda getirilen haklar kısıtlanıyor ve kişilerin gözaltına alındığını yakınına bildirmesi, avukatı ile görüşmesi, dosya içeriğinden haberdar olması engelleniyordu. Bugün insanlar aylar, hatta yıllarca bir soruşturma kapsamında tutuklu kalıyor ve haklarındaki dosyayı görme imkanına sahip olamıyorlar. Bu akıl ve hukuk dışılık dahi yasa eliyle yapılmaktadır. Siyasi polis bugün eline istediği mahkemeden bir karar alarak; istediği her evi, istediği her saatte arama adı ile basabilir, o evden istediği tüm eşyaları çıkarabilir. Bu aramaya isterse yüzlerce çevik kuvvet, kar maskeli, uzun namlulu silahları ile kuşanmış özel harekat polisleri ve helikopterler ile gidebilir. Siyasi polis; bugün istediği kişiyi canlı bomba ilan edebilir, istediği kişilerin fotoğraflarını boy boy yayınlayabilir. Buna yapmak için hiçbir delile ihtiyaç duymaz. Bu açık yasadışılık karşısında ona dur diyebilecek hiçbir güç yoktur. Bugün bu özel yasalar ve özel mahkemeler izni ile herkesin telefonu dinlenebilmektedir. İnsanlar, mahkeme kararı ile yani yasal olarak izlenmekte, fişlenmekte, tüm özel hayatları ile teşhir edilebilmektedirler. İstediği yere izleme, dinleme cihazları yerleştirmekte ve gizli soruşturmacı adı ile ve yasal olarak kişi güvenliğini ihlal edip hukuka aykırı usuller ile delil toplamaktadırlar. Savcıların ardından ülkenin başbakanı bile, “ben de dinleniyorum” diyerek bu durumu meşrulaştırmaktadırlar. Ülkede kimsenin güvenliği yoktur. İnsanlar; birbirlerine karşı güvensizleştirilmek, güçsüzleştirilmek, yalnız bı


rakılarak bu yolla kolay yönetilmek istenmektedirler. Bugün polis; hastaneler, sendikalar, okullar dahil her yere ve her zaman postalları ile girebilmektedir. Hiçbir yasa buna engel olmamaktadır. Bugün polis, hastanelerin ve okulların içi dâhil olmak üzere her yerde kimyasal gaz kullanarak işkence yapabilmektedir. Üstelik bunun kaydı bile tutulamamaktadır. Bütün bu uygulamalara dur diyen bir mahkeme, bir savcı, bir hukuk ve yasa adamı çıkmamaktadır. Yani tüm bu baskı uygulamaları ya yasa ile, mahkeme kararı ile yapılmakta; ya da yasalarca izin verilmekte ve yasakla ya da soruşturma ile karşılanmamaktadırlar. Polisin fail olduğu öldürme, yaralama, işkence, hakaret gibi olayların bir çoğunda insanlar şikayet etmekten korktukları için hiç kayıtlara geçmemekte; şikayet edenlere daha büyük bir hızla karşı davalar açılmakta, polisin sanık olduğu davalar açılabiliyorsa da bir çoğu beraatle sonuçlanmakta, çok az ve göstermelik olarak birkaç davada ceza veriliyorsa da bunlar uygulanmamaktadır. Açık faşizmin tüm kurumları ile oturduğunun bir kanıtı da basın yayın organları olarak gösterilebilir. F tiplerine karşı sürdürülen ölüm oruçları ile ilgili o güne kadar haber yapan, gelişmeleri izleyen basın yayın organlarının, 19 Aralık Bayrampaşa operasyonundan kısa bir süre sonra devlet emri ile sesi kesildi. Televizyonlarda, gazetelerde konuyla ilgili bir tek haber görmez olduk. Bu yasak yıllarca devam etti. Bugün sermaye gruplarının sahip olduğu basın yayın organları, kendi iç çelişkilerinin getirdiği bazı muhalif haberleri yapmakla beraber, sistemin devamlılığını tehdit edebilecek bir haber görmek mümkün olmaz. Eğer devletin güvenliği ile ilgili bir tehlike sezilir ise devletin üst kade


halkın avukatlarının gözünden...

melerinden çağırılarak hizaya çekilirler. İktidar, dün askerle yapmak istediği her şeyi bugün sivil kıyafetleri ile, yasal yolları, mahkemeleri kullanarak yapıyor. İşte bu yüzden diyoruz ki hukuk faşizmin örtüsüdür. Sözün özü Türkiye’de 12 Eylül’de olduğu gibi askeri cunta eliyle açık bir faşizm uygulanabildiği gibi, askerin yeşil kıyafetlerini çıkarıp sivil elbise giyerek de sürdürülmesi mümkün oldu. Dün açık faşizmi askerin tüm ülkeyi kışlaya çevirmesinden tanıyanlar; bugün de polisin kimi zaman postalları, gaz bombaları ile hastanelerimize, sendikalarımıza, okullarımıza girmelerinden; kimi zaman da telefonlarımızdan, bilgisayarlarımızdan, televizyonlarımızdan hayatımıza girmelerinden tanıyabilirler. İşbirlikçi-tekelci sermayenin ekranları kullanarak, bilboardları kullanarak, kağıtları sayfaları kullanarak beynimizi işgal etmeye çalışmalarından tanımalıdırlar. Okullarımızdan, mahkemelerimizden işyerlerimizden evlerimizden gitmediklerini görüyoruz. Halkın belleğinde yer etmiş baskıyı, korkuyu alt etmenin yolu birliğimizden ve dayanışmamızdan geçer. Halkımızın hukukunu ilişkilerimize hâkim kılmamızdan geçer. El ele vermemizden, baş başa durmamızdan, omuz omuza aynı saflarda yürümemizden geçer. Meydanları doldurmamızdan, korkularımızın üstüne üstüne yürümemizden geçer.



halkın avukatlarının gözünden...

Yürüyüş Dergisi'nin 03.02.2013 tarihli 350. sayısında yayınlanan faşizm ve hukuk konulu yazı dizimizin 2. bölümüdür.

,NO)QK5OIOIR BLMLML*R Q5O1AOIR /1PKOIO 'K;PIR QN>HK R .FMOI%OR- N7A. J@# GFGR R9<C<*RJD<GJR!:E ,:8 RDEDF@CE:FR BJC@JR9'GECF@R=JCD<:<R9J=JCJ:<9CJRD,C0D0:

AKP; iktidara geldiği günden beri geçen 10 yıllık süre boyunca, tüm uygulamalarıyla ve bu arada çıkardığı yasalarla tekellere dost, halka düşman olduğunu açıkça göstermiştir. Eğitimden sağlığa, sosyal güvenlikten barınma hakkına, iş güvenliği ve sendikal haklardan konut sorununa ilişkin vb. tüm yasal düzenlemelerin IMF’nin dayatmaları sonucu yaşama geçen, tekellerin çıkarlarını gözeten, halkın mevcut kazanımlarını yok eden, kazanılmış haklarını gasp eden niteliği; bu yüzünü açıkça ortaya koymaktadır. Bunların yanında halkın direnme hakkını elinden alan, halkın hak arama özgürlüğünü yok eden, haklar ve özgürlükler mücadelesini hatta her türlü muhalefeti dahi “terör” ve “örgüt” umacısıyla boğmaya çalışan ceza yasaları; “ileri demokrasi” söyleminin ardındaki faşizmin yüzünü daha açık şekilde göstermiştir. Tabii ki, görmek isteyenlere… Görmek istemeyenlere, her şeye rağmen AKP’de ilerici yanlar aramaya çalışan ve bulduğunu iddia edenlere söyleyecek sözümüz yok. AKP iktidarının ilk yıllarında, birbiri ardına “reform” yasaları çıkarıldı. Bu yasalarla halkın her kesimine yönelik


dizginsiz bir saldırı başlatıldı. AKP bu saldırılarını; halkın iradesini temsil ettiğini iddia ettikleri TBMM’de, halkın temsilcisi olduğunu iddia ettikleri milletvekillerinin oylarıyla çıkardıkları yasalarla meşrulaştırmaya çalıştı. Milletvekillerinin parmak kaldırıp indirerek, bir gecede yüzlerce maddelik yasaları jet hızıyla meclisten geçirerek çıkardıkları yasalarla eğitimden sağlığa, iş yaşamından barınma hakkına kadar her alanda halka yönelik saldırılara yasal kılıf hazırlandı. Bu kapsamda, iş yasalarında yapılan değişikliklerle sendikal haklar budandı; işçiye, memura “performansa dayalı”, “esnek” çalışma adı altında düşük ücretle, kölelik koşullarında, güvencesiz çalışma ve yaşama dayatıldı. Patronların, haklarını gasp ederek işçileri işten atması kolaylaştırıldı. Bir yandan “iş güvenliği” adı altında işyerlerinin ve patronların güvenliği artırılırken; diğer yandan taşeronlaşmanın önü açıldı ve her gün onlarca iş cinayeti yaşanmaya ve bu cinayetlerin sorumluları yargı tarafından korunmaya devam etti. Bugün hala emekçilerin alın terlerinin karşılığı olan ücretlerinden kesilerek biriktirilen kıdem tazminatına da göz dikmiş durumdalar. Yine Toplu İş İlişkileri (Sendikalar) Yasası’yla da emekçilerin kalan son parça sendikal haklarını da gasp edecek saldırı hazırlığındalar. AKP’nin emekçilere yönelik saldırıları bunlarla sınırlı değildi… Sosyal güvenlik sisteminde yapılan değişikliklerle emeklilik yaşı 65’e kadar çıkarılıp emekçilere mezarda emeklilik dayatıldı. Böylece emekçileri 65 yaşına kadar sömürüp, deyim yerindeyse, posasını çıkarıp bir kenara at


halkın avukatlarının gözünden...

manın hesabını yaptılar. Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Yasası’yla da emekçilerin sosyal güvenceleri budandı. Artık emekçiler yıllardır emeklerinin karşılığı olan ücretlerinden kesilerek sahip oldukları sosyal güvenceden, yani parasız sağlık hizmetlerinden ve diğer sosyal haklardan daha az yararlanacak, hatta giderek artan “katkı payı” adı altındaki ücretlendirmeyle zamanla bu haklardan neredeyse hiç yararlanamayacak. Sağlık sistemindeki özelleştirmeci-serbest piyasacı politikayla birlikte düşünüldüğünde, AKP’nin, artık parası olmayanın sağlık hizmetlerinden bile yararlanamayacağı, “paran kadar sağlık” dönemini de böylece sağlamlaştırdığını söylemek yanlış olmayacaktır. J@#R9,@=0CRBJC@<GR&JG<GJR(ER8JC<GJR@J=. 3EDF9,: R @EG3=ECRD'G/ /8*R9,@=0CRBJC@<GR8JC<G<G (ER-J:<G8JRBJ@@<G<GR J=#EDFC8E=FDF: AKP’nin yoksul halka yönelik saldırılarının en büyüğü ve en kapsamlısı da şüphesiz kentsel dönüşüm adı altındaki yıkım saldırısıdır. AKP iktidara geldiği ilk günden itibaren en başta yoksul halkın yaşadığı gecekondu mahalleleri olmak üzere zamanla şehir merkezinde veya merkeze yakın yerlerdeki, rantı yüksek alanları hedef seçmiş ve buralarda yıkım saldırılarına başlaşmıştır. Daha iktidara geldiği ilk günlerde TOKİ Kanunundan Belediye Kanuna kadar pek çok yasada değişiklik yaparak, kentsel dönüşüm saldırısının yasal zemini hazırlamıştır. 2004 yılı sonlarından itibaren hayata geçirilen kentsel


dönüşüm uygulaması ile işbirlikçi burjuvazinin iştahını kabartan bu alanlardaki yoksul halkın evleri, gecekonduları yıkılarak buralarda yaşayan insanlar TOKİ aracılığıyla kentin en ücra yerlerine sürülmüş, onlardan boşalan alanlar ise büyük iş merkezleri, rezidanslar, alışveriş merkezleri (AVM’ler) ve otellerle donatılmıştır. Son olarak kısaca “afet yasası” olarak bilinen afet riski altındaki alanların dönüştürülmesine ilişkin yasa çıkarılarak yıkım saldırısının önündeki tüm yasal engeller kaldırılmıştır. Bu yasayla yıkım saldırısında tüm yetkiler tek merkezde toplanmış, halkın yıkımlara karşı çıkması hem yasal olarak hem fiilen engellenmeye çalışılmıştır. Yasayla idare mahkemelerinin yıkımlarla ilgili yürütmeyi durdurma kararı verme yetkileri kaldırılmış, dava açma süreleri düşürülmüştür. Ayrıca yasayla direnişin olduğu mahallelere elektrik, su, doğalgaz vb hizmetlerin verilmeyeceği düzenlenerek direnişler kırılmak istenmiştir. Böylece savaş hukukunda bile yeri olmayan bir zorbalık yasal kılıfa büründürülmüştür. Savaş hukukunda dahi işgalci devletin işgal ettiği bölgelerdeki insanların elektrik, su, doğalgaz vb yaşamsal ihtiyaçlarını kullanmalarını engelleyemeyeceği öngörülmüşken; Afet Yasası, düşman gördüğü halka savaş hukuku kurallarını bile çok görmektedir. İşte bu kadar ahlaksız, bu kadar zorbadırlar. Ve ahlaksızlıklarını ve zorbalıklarını yasalarla maskelemektedirler. “DOSTLARA ADİL DAVRANILIR, DÜŞMANA YASA UYGULANIR”


halkÄąn avukatlarÄąnÄąn gĂśzĂźnden...

J@#RD/ 8JGR ':D/ /RBJC@J*R !&E$JCJ:DJGR&E$JR-E EGFG RDF9,:R AKP’nin iktidar olduÄ&#x;u gĂźnden itibaren halka karĹ&#x;Äą baĹ&#x;lattÄąÄ&#x;Äą savaĹ&#x;, doÄ&#x;al olarak halkÄąn direnme dinamiklerini de yok edecek ceza yasalarÄąnÄą dĂźzenlemesini zorunlu kÄąldÄą. Bu kapsamda 2004 yÄąlÄą baĹ&#x;larÄąnda, “ceza reformuâ€? yapÄąlmasÄą gĂźndeme geldi. Bu “reformâ€? demokratikleĹ&#x;me, sivilleĹ&#x;me, ilerleme sĂśylemlerinin dillerden dĂźĹ&#x;mediÄ&#x;i, birbiri ardÄąna demokratikleĹ&#x;me ve AB’ye uyum paketlerinin çĹkarÄąldÄąÄ&#x;Äą bir sĂźrecin bĂźtĂźnleyicisi olarak gĂźndeme geldi. Reform adÄą altÄąndaki bu deÄ&#x;iĹ&#x;ikliklerle Ceza Kanunu, Ceza Usul Kanunu, TerĂśrle MĂźcadele Kanunu, Ceza Ä°nfaz Kanunu ve bir dizi ceza mevzuatÄąnda “kĂśklĂźâ€? deÄ&#x;iĹ&#x;iklik yapÄąldÄą. 1 Haziran 2005’te yĂźrĂźrlĂźÄ&#x;e giren yeni mevzuatla ilk olarak Ä°talyan Ceza YasasĹ’nÄąn kopyasÄą olmakla eleĹ&#x;tirilen TĂźrk Ceza Kanunu deÄ&#x;iĹ&#x;tirildi ve “bize ĂśzgĂźâ€? (!) yeni bir ceza kanunumuz oldu. BĂśylece Mussolini Ä°talya’sÄąnÄąn faĹ&#x;ist ceza yasasÄą artÄąk yĂźrĂźrlĂźkten kalkmÄąĹ&#x;, yerine daha demokratik, daha çaÄ&#x;daĹ&#x; bir ceza yasasÄą getirilmiĹ&#x; oluyordu! AKP’nin kuyruklu yalanlarÄąnÄąn en bĂźyĂźÄ&#x;Ăź buydu. Ceza kanununda devletin suç ve cezalandÄąrma politikasÄą bakÄąmÄąndan olumlu sayÄąlabilecek bazÄą Ăśnemsiz kßçßk deÄ&#x;iĹ&#x;iklikler yapÄąlÄąrken asÄąl olarak iktidarÄąn politikalarÄąna her tĂźrlĂź muhalefeti suç sayan, suç ve ceza kavramlarÄąnÄąn tanÄąmÄąnÄą alabildiÄ&#x;ine belirsizleĹ&#x;tirip devletin kolluk gßçlerine ve yargÄąlama makamlarÄąna sÄąnÄąrsÄąz bir cezalandÄąrma ĂśzgĂźrlĂźÄ&#x;Ăź tanÄąyan bir suç ve cezalandÄąrma politikasÄą deÄ&#x;iĹ&#x;ikliÄ&#x;ine gidildiÄ&#x;ini sĂśylemek yanlÄąĹ&#x; olmayacaktÄąr. Ă–rneÄ&#x;in en genel anlamda ĂśrgĂźtlĂź suçlar, Ăśzel olarak da silahlÄą ĂśrgĂźt


üyeliği olarak adlandırılan ve daha çok siyasal nitelikli yargılamaların konusu olan suçlar bakımından suç nitelendirmeleri alabildiğine belirsizleştirilip, yorumlanmaya ve her yorumcu (uygulayıcı) tarafından değişik yer ve zamanlarlarda, değişik şekillerde anlamlandırılmaya ve uygulanmaya müsait hale getirildi. Somut bir örnekle ifade edecek olursak; yeni ceza yasasında “örgütün veya amacının propagandasını yapmak” şeklinde bir suç tanımlaması yapıldı. Bu tanımlama nedeniyledir ki, artık herhangi bir konudaki herhangi bir düşünce açıklaması, herhangi bir eylem ya da etkinlik; herhangi bir örgütün o konuda sizinle aynı düşünceyi savunuyor olması sebebiyle “o örgütün amacının propagandasını yapmak” olarak değerlendirilebilecek ve cezalandırılabilecektir. Başka bir örnek; yeni TCK’ya göre artık örgüt üyesi olmamakla birlikte örgüt tarafından düzenlendiği iddia edilen bir eyleme katılmak veya örgüte yardım etmek de örgüt üyesi gibi cezalandırılma sebebidir. Yani yasa, bu düzenlemeyle hem sizin örgüt üyesi olmadığınızı kabul ediyor, hem de sizin örgüt üyesi olarak cezalandırılmanızı, başka bir ifade ile aslında işlemediğiniz bir “suç” nedeniyle cezalandırılmanızı öngörüyor. Bunun adı da çağdaş, ilerici bir düzenleme oluyor! 90’lı yılların o kanlı “terörle mücadele” konsepti döneminde dahi kişileri silahlı örgüt üyeliği ile cezalandırmayı çok ağır şartlara bağlayan bir yargı pratiğinden; siyasal konjonktürün değişmesiyle birlikte artık her şeyin, siyasal iktidara karşı her türlü muhalefetin “örgüt üyeliği” suçlaması ile karşı karşıya geldiği bir yargı pratiğine geçi


halkın avukatlarının gözünden...

şin hukuk mantığıyla izahı mümkün değildir. Bu AKP’nin faşist yüzünü gizlemede hukuku ve yargıyı nasıl kullandığının bir göstergesidir. Nitekim her türlü yoruma açık hükümler içeren bu düzenlemeler nedeniyledir ki; bugün neyin örgüt üyeliği, kimin örgüt üyesi, kimin örgüte yardım eden, kimin silah sağlayan olduğunun belirsiz olduğu; bu konuda farklı illerdeki farklı özel yetkili mahkemeler arasında, hatta aynı yargı çevresindeki özel yetkili mahkemeler arasında bile yorum farkları nedeniyle birbirine taban tabana zıt uygulamaların olduğu görülmektedir. Kavramlardaki bu belirsizlik ve yaşanan karmaşa, yasa yapma tekniği açısından bir hata, bir yanlışlığın değil; halka karşı savaşın bir parçası olarak bilinçli bir politikanın ürünüdür. Böylece zamanla bir basın açıklamasına, yürüyüşe ya da mitinge katılmak, herhangi bir slogan atmak, bir kitap ya da dergi bulundurmak örgüt üyeliği suçlamasıyla karşılanmaya başlamıştır. Bu sayede ilk başta yalnızca sınırlı bir kesimi, devrimcileri, sosyalistleri hedef alan bu yasaların hedef kitlesi zamanla genişlemiş, AKP’nin krizi derinleştikçe ve halkın mücadelesi geliştikçe sendikal mücadele yürütenleri; çevre, kadın sorunu vb. sorunlarla sınırlı düzen içi muhalefet yürütenleri; hatta oligarşi içi iktidar kavgasının seyrine paralel olarak tüm ulusalcı kesimi, orduyu ve CHP gibi burjuva partilerinin üyelerini dahi hedef alır hale gelmiştir. Bugün artık demokratik kurumlarda mücadele yürüten devrimcilerin yanında çeşitli sebeplerle AKP’nin politikalarına muhalefet eden her kesimin yıllarca tutsak edilip onlarca yıla varan cezalar ve


rildiÄ&#x;i bir yargÄą pratiÄ&#x;i vardÄąr karĹ&#x;ÄąmÄązda. Bunun sorumlusu da AKP’den baĹ&#x;kasÄą deÄ&#x;ildir. ÇßnkĂź AKP’nin “devrimâ€? sĂśylemleri eĹ&#x;liÄ&#x;inde, “reformâ€? adÄą altÄąnda yaptÄąÄ&#x;Äą yeni yasalar bunu mĂźmkĂźn kÄąlmÄąĹ&#x;tÄąr. D 8 DEGR'$ECR9E3F@FCFRJ&8 9E*R '$ECR9E3@FCFRJ&8 DEGR-J&E8 ER DE F EGR9JCG<$&JR8J=@ECE:FDF: R 2005 yÄąlÄąnda yapÄąlan “ceza hukuku reformuâ€? ile deÄ&#x;iĹ&#x;tirilen dĂźzenlemelerden biri de ceza usul yasasÄądÄąr. 5271 sayÄąlÄą Ceza Muhakemesi Kanunu (CMK) ile eski Ceza Muhakemeleri UsulĂź Kanunu (CMUK) yĂźrĂźrlĂźkten kaldÄąrÄąlmÄąĹ&#x;tÄąr. Yeni usul yasasÄą da AKP tarafÄąndan halka “adeta bir devrimâ€? olarak sunulmuĹ&#x;; çok ileri, çaÄ&#x;daĹ&#x;, modern bir usul yasasÄą yapÄąldÄąÄ&#x;Äą propaganda edilmiĹ&#x;tir. Bu yasanÄąn yĂźrĂźrlĂźÄ&#x;e girmesinden hemen Ăśnce Anayasa’da yapÄąlan bir deÄ&#x;iĹ&#x;iklikle Devlet GĂźvenlik Mahkemeleri laÄ&#x;vedilmiĹ&#x; (kaldÄąrÄąlmÄąĹ&#x;), bu yasanÄąn (CMK’nÄąn) 250. maddesiyle de Ăśzel yetkili mahkemeler kurulmuĹ&#x;tur. Yani “devrimâ€? olarak nitelenen yasayla yapÄąlan temel deÄ&#x;iĹ&#x;iklik, DGM’lerin yerine geçecek mahkemeleri kurmak ve onlarÄą Ăśzel yetkilerle donatmak olmuĹ&#x;tur. BĂśylece devrim olarak nitelenen DGM’lerin kaldÄąrÄąlmasÄą, yine devrim olarak nitelendirilen yeni usul yasasÄąyla yerine ikame mahkemeler kurulmasÄąndan, baĹ&#x;ka bir deyiĹ&#x;le tabela deÄ&#x;iĹ&#x;ikliÄ&#x;inden Ăśte gitmemiĹ&#x;tir. Hatta yeni mahkemeler, usul yasasÄąnÄąn verdiÄ&#x;i Ăśzel yetkilerle kÄąsa sĂźrede DGM’leri aratan uygulamalara imza atmaya baĹ&#x;lamÄąĹ&#x;tÄąr. Yeni usul yasasÄąnÄąn getirdiÄ&#x;i Ăśnemli deÄ&#x;iĹ&#x;ikliklerden biri de, gizli tanÄąk uygulamasÄądÄąr. Yeni Usul YasasÄąnÄąn


halkın avukatlarının gözünden...

ürünü olan özel yetkili mahkemeler; devletin suç ve cezalandırma politikasındaki değişikliğin bir gereği olarak, artık sıkça gizli tanık deliline başvurmaya başlamıştır. Devletin suç ve cezalandırma politikasındaki bu değişikliğin ise ceza sorumluluğunun, artık herkesin her an örgüt üyeliği suçlamasıyla karşı karşıya kalmasına imkan verecek şekilde genişletilmesi yönünde olduğunu ifade etmiştik. Bu nedenledir ki, AKP iktidarı, devrimci-sosyalist olsun ya da olmasın kendisine muhalefet eden her kesimi sindirmenin, yok etmenin, tasfiye etmenin bir aracı olarak özel yetkili mahkemeleri kullanmıştır. Özel yetkili mahkemeler için de gizli tanıklar, herkesi örgüt üyeliği ile suçlayabilmek için biçilmiş kaftan rolü görmüştür. Kim oldukları, hatta gerçekte varlıkları dahi şaibeli gizli tanık beyanlarının burjuva hukuk mantığında dahi hiçbir geçerliliği yokken; AKP’nin ve onun yargı organlarının buna dört elle sarılmalarının ve bu konuda bu kadar pervasızlaşmalarının nedeni, şüphesiz kendilerini hiçbir hukuk kuralıyla sınırlamadan halka karşı savaşa adamalarıdır. Usul yasasında yakın zamanda, 3. yargı paketi ile bazı değişiklikler yapılmış ve Özel Yetkili Mahkemeler kaldırılarak yeni bir devrime imza atılmıştır! Yapılan değişiklikle 7 yıllık pratiğiyle halka karşı savaşın motoru olduğunu ortaya koyan ve adeta terör estiren Özel Yetkili Mahkemeler kaldırılmış, yerlerine Terörle Mücadele Kanunu (TMK) 10. Madde ile yetkili Bölge Ağır Ceza Mahkemeleri (BACEM) kurulmuştur. Yine bu mahkemelerin görev alanlarında tutuklama kararlarını veren sorgu hakimliklerinin adı da “Özgürlük Hakimi” olarak değiştirilmiştir. Ancak bu değişikliğin de DGM’lerin kaldırılıp yerlerine Özel Yetkili Ağır


Ceza Mahkemelerinin kurulmasında olduğu gibi tabela değişikliğinden başka bir anlamı yoktur. Çünkü eski Özel Yetkili ACM’lerin yetkilerini aldıkları CMK’nın 250. Maddesindeki hükümler aynen TMK 10. maddeye aktarılmıştır. Yani bugünkü BACEM’ler dünkü Özel Yetkili ACM’lerin yetkileriyle donatılmıştır. Başka bir deyişle dün Özel Yetkili ACM’ler hatta öncesinde DGM’ler ne ise, bugünkü BACEM’ler de odur. Yine 3. Yargı Paketiyle usul yasasında yapılan bir diğer değişiklik de tutuklamaya alternatif olarak “ev hapsi” uygulamasının getirilmiş olmasıdır. Bu değişiklikle birlikte uzun tutukluluk ve tutuklama oranlarının fazlalığı nedeniyle teşhir olan AKP’nin yargısının eli rahatlatılmıştır. Çünkü tedbir olması sebebiyle istisna olarak uygulanması gereken tutuklamayı istisna olmaktan çıkarıp kural haline getirmekle eleştirilen mahkemeler, özellikle de özel yetkili mahkemeler, artık sıklıkla ev hapsi kararları verebilecektir. Nitekim yasa yürürlüğe girdiği günden beri, henüz çok kısa bir süre geçmesine rağmen, adına utanmazca “Özgürlük Hakimi” dedikleri özel yetkili hakimler neredeyse tutuklamadıkları herkese ev hapsi kararı veriyorlar. Yani tablo şu: Ya hapishanede tutsaklık ya evde… Hangisini beğenirsen. “Kırk katır mı kırk satır mı” deyişinde olduğu gibi. Şu ikiyüzlülüğe, daha doğrusu yüzsüzlüğe bakın! Önüne gelen herkesi tutuklayan, tutuklamadığına ev hapsi veren bir hakime utanmazca “özgürlük hakimi” diyorlar. Tıpkı 28 devrimci tutsağı katlettikleri 19 Aralık hapishaneler katliamına “hayata dönüş” adını verdikleri gibi… Bunun adı halk düşmanlığı değilse nedir?


halkÄąn avukatlarÄąnÄąn gĂśzĂźnden...

!9JRD/ /G&ERDE F F@CF FR9JR'C/8 R=JCD<. :<=< RFG J$R9J=J=<R 2005 yÄąlÄąnda TĂźrkiye’ye armaÄ&#x;an ettiÄ&#x;i bir diÄ&#x;er yasa da Ceza ve GĂźvenlik Tedbirlerinin Ä°nfazÄą HakkÄąnda Kanun’dur (CGTÄ°K). Halk dĂźĹ&#x;manÄą AKP’nin mahkemelerinin verdiÄ&#x;i cezalarÄąn nasÄąl infaz edileceÄ&#x;ini ve hapishanelerde kalan tutuklu ve hĂźkĂźmlĂźlerin hak ve yĂźkĂźmlĂźlĂźklerini dĂźzenleyen bu kanunla da, Ăśzellikle siyasi tutsaklar için her Ĺ&#x;ey baskÄąnÄąn ve sindirmenin bir aracÄą haline getirilmiĹ&#x;tir. F tipi tecrit hĂźcreleriyle birlikte hayata geçirdikleri tecrit-tretman politikasÄąna yasal zemin oluĹ&#x;turan infaz yasasÄą; birçok hakkÄą tretman (iyileĹ&#x;tirme) Ĺ&#x;artÄąna baÄ&#x;lÄą kÄąlarak devrimci tutsaklarÄą dĂźĹ&#x;Ăźnce deÄ&#x;iĹ&#x;ikliÄ&#x;ine, teslimiyete zorlamaktadÄąr. Zira haberleĹ&#x;meden ziyarete, spordan kĂźtĂźphaneye varÄąncaya kadar birçok haktan yararlanmak için disiplin cezasÄą almamÄąĹ&#x; olmak gerekmektedir. BaĹ&#x;ka bir ifadeyle bu haklarÄąn kullanÄąmÄą bir yaptÄąrÄąm olarak engellenmektedir. BĂśylece hapishanede idarenin dayattÄąÄ&#x;Äą yaĹ&#x;am tarzÄąnÄąn dÄąĹ&#x;Äąnda bir yaĹ&#x;am tarzÄąnÄą, ĂśrgĂźtlĂź yaĹ&#x;amÄą seçmeleri, dĂźĹ&#x;Ăźnceleri doÄ&#x;rultusunda yaĹ&#x;amalarÄą, tĂźrkĂź-marĹ&#x; sĂśylemeleri, slogan atmalarÄą, keyfi uygulama ve dayatmalarÄą kabul etmemeleri disiplin soruĹ&#x;turmasÄą sebebi olmaktadÄąr. Sonuçta da aylara hatta yÄąllara varan iletiĹ&#x;im ve ziyaret yasaklarÄą, gĂźnlerce sĂźrecek hĂźcre cezalarÄą verilmektedir. BĂśylece tecrit içinde tecrit uygulanmakta, dĂźĹ&#x;Ăźncelerinden vazgeçmeyen tutsak ceza içinde ceza çektirilerek ĂśldĂźrĂźlmeye çalÄąĹ&#x;ÄąlmaktadÄąr. Yani infaz yasasÄą; cezalarÄąn ve gĂźvenlik tedbirlerinin infazÄąnÄą deÄ&#x;il, tutsaklarÄąn nasÄąl hizaya getirileceÄ&#x;ini dĂźzenlemektedir. Bu sebeple mevcut


infaz sistemi, Nazi uygulamalarÄąnÄą aratmayan niteliÄ&#x;i nedeniyle AKP’nin faĹ&#x;ist yĂźzĂźnĂźn açĹk gĂśstergesidir. J@#R#(=@RFCER#,CF=ERDJBJR J$CJR@J3CE38E '$ /:C/ /R(E:DF 2005 yÄąlÄąnda Ceza Kanunu, CMK ve TerĂśrle MĂźcadele Kanunu’nda deÄ&#x;iĹ&#x;iklikler AKP’ye yeterli gelmemiĹ&#x; olacak ki, 2007’de Polis Vazife ve Salahiyetleri Kanunu’nda (PVSK) da deÄ&#x;iĹ&#x;iklikler yapÄąlmÄąĹ&#x; ve bu deÄ&#x;iĹ&#x;ikliklerle polise sÄąnÄąrsÄąz ĂśldĂźrme yetkisi verilmiĹ&#x;tir. AKP’nin ikinci iktidar dĂśneminin baĹ&#x;ladÄąÄ&#x;Äą 22 Temmuz 2007’deki genel seçimlerin hemen Ăśncesinde polisin yetkilerinin artÄąrÄąlmasÄą gĂźndeme geldi. Mevcut yetkilerle polisin suçun Ăśnlenmesinde ve suç faillerinin yakalanmasÄąnda etkili olamadÄąÄ&#x;Äą, yapÄąlacak yeni dĂźzenlemeyle polisin daha rahat ve kendine gĂźvenli olarak hareket edeceÄ&#x;i, bu sayede suçla ve suçluyla daha etkin mĂźcadele edeceÄ&#x;i vurgulanÄąyordu. TesadĂźf bu ya, o gĂźnlerde kap-kaç ve hÄąrsÄązlÄąk haberleri de tavan yapmÄąĹ&#x;tÄą. Sahibinin sesi burjuva medyada hÄąrsÄązlÄąk ve kapkaç haberlerinden geçilmiyor, bu haberlerle alttan alta ortalÄąkta suçtan ve suçludan geçilmediÄ&#x;i, polisin yetkilerinin artÄąrÄąlmasÄą, elinin gßçlendirilmesi gerektiÄ&#x;i mesajÄą veriliyor, halk manipĂźle ediliyordu. Nitekim çok geçmeden Ăśyle de oldu. PVSK’da yapÄąlan deÄ&#x;iĹ&#x;iklikle polise olaÄ&#x;anĂźstĂź hal yetkileri verildi. Buna gĂśre polis artÄąk sÄąnÄąrsÄąz bir durdurma, arama ve kimlik sorma yetkisine sahipti. Polis artÄąk sokaklarda canÄą istediÄ&#x;i gibi insanlarÄą durdurabilecek, kimlik sorabilecek, Ăźzerlerini arayabiecekti. Yine PVSK’da yapÄąlan bu deÄ&#x;iĹ&#x;iklikle polise yakalanan-gĂśzaltÄąna alÄąnan herkesin veya ehliyet ya da pa


halkın avukatlarının gözünden...

saport alma vb. sebeplerle yolu emniyete düşen herkesin parmak izini ve fotoğrafını alma ve kaydetme yetkisi tanındı. Bu yolla elde edilen verilerin ise 80 yıl süreyle saklanabileceği düzenlendi. İşte halka düşman, halkı potansiyel suçlu gören AKP zihniyeti! PVSK ile yapılan bir diğer değişiklik de polise “duraksamadan ateş etme” yetkisi verilmesine ilişkindi. Bu değişiklikle PVSK’nın daha önce polisin zor kullanma yetkisini düzenleyen ek 6. maddesi ile silah kullanma yetkisini düzenleyen 16. maddesi birleştirilerek tek başlık halinde düzenlendi. Yeni düzenlemede “Hakkında tutuklama, gözaltına alma, zorla getirme kararı veya yakalama emri verilmiş olan kişilerin ya da suçüstü halinde şüphelinin yakalanmasını sağlamak amacıyla ve sağlayacak ölçüde” silah kullanma yetkisi verildi. Oysa daha önce yalnızca ağır cezalık bir suç şüphelisinin kaçmasını engellemek için başka çare kalmaması halinde, silahlı saldırı hallerinde ve “dur” ihtarına uyulmaması gibi hallerde silah kullanma yetkisi verilmişti. Bu değişiklikle ağır cezalık olduğuna bakılmaksızın herhangi bir suç şüphelisinin kaçması, dur ihtarına uymaması halinde polis silah kullanma yetkisine sahip oldu. Yine bu yasayla polise, kendisine yönelik -silahlı olsun ya da olmasın- her türlü direnişi kırmak amacıyla silah kullanma yetkisi verildi. Yani polisin silah kullanma yetkisi olağanüstü bir şekilde artırıldı. Nitekim bu değişiklikten sonra polisin kovalamaca sonucu kaçtığı, “dur” ihtarına uymadığı veya kendisine direnildiği gerekçesiyle öldürdüğü ya da sakat bıraktığı kişi sayısında inanılmaz bir artış yaşandı. Artık polis önüne geleni vuruyor; “dur ihtarına uymadı”, “ayağım kaydı”, “sen


deledim”, “silahım yanlışlıkla ateş aldı” vb. diyerek neredeyse her gün birilerini öldürüyor. İzmir’de Baran Tursun, Emrah Barlak, Ankara’da Soner Çankal, Antalya’da Çağdaş Gemik “dur” ihtarına uymadıkları gerekçesiyle; Muğla’da Şerzan Kurt, Diyarbakır’da Aydın Erdem katıldıkları bir gösteride vurularak öldürüldü. Son olarak Diyarbakır’da bir genç de dur ihtarına uymadığı gerekçesiyle öldürüldü. Onlar PVSK’daki değişikliğin yürürlüğe girdiği 2007 yılından bugüne polisin öldürdüğü 128 kişiden yalnızca bazıları. 17 yaşındaki Ferhat Gerçek ise PVSK’daki değişikliğin yürürlüğe girmesinden yalnızca 3 ay sonra, Yürüyüş Dergisi dağıttığı bir sırada polis tarafından sokak ortasında sırtından vurularak felç bırakıldı. Yine Yasin Kırbaş da tıpkı Ferhat Gerçek gibi PVSK kurbanı olarak felç bırakıldı. Polisin çeşitli gerekçelerle öldürdüğü ya da sakat bıraktığı bu kişilerle ilgili yapılan yargılamalar da AKP’nin katil polislerinin ve yargısının gerçek yüzünü göstermiştir. “Tüm bu dosyalar gösteriyor ki, ‘duraksamadan’ ateş edip copuna veya biber gazına davranan ya da ‘orantılı güç’ (!) kullanan polis, ölümden ve yaralamadan sonra delilleri yok edip değiştiriyor, geriye dönük belge düzenliyor, sahte delil ve tanık icat ediyor ve yargı sürecini sekteye uğratıyor. Yargı da, birkaç saygın örnek hariç, cinayet işleyen polise mümkün olduğunca az ceza vermenin ve tutuksuz yargılamanın yollarını arıyor.” (İsmail Saymaz, Sıfır Tolerans, Syf. 14) Gazeteci İsmail Saymaz’ın da dediği gibi, AKP iktidarının Türkiye’ye “armağan” ettiği yeni PVSK, bütün bir toplumun “zabıta marifetiyle derdest” edilmesidir. (age. Syf. 15)




halkın avukatlarının gözünden...

Yürüyüş Dergisinin 10.02.2013 tarihli 351. sayısında yayınlanan faşizm ve hukuk konulu yazı dizimizin 3. bölümüdür.

,NO)QK5OIOIRBLMLMLR Q5O1AOIR/1PKOIOR'K;PIR QN>HK ./ 7I%7R- N7A.

JGJ9J=JR=F=3E8FGR9JG=<8J=<D<: Hukuk, anayasa, kanun, yargı gibi kavramların sanıldığı gibi devletler üstü, sınıflar üstü, herkes için geçerli olmadığını daha önceki yazılarımızda açıklamıştık. Anayasa kelime anlamı olarak yasaların en üstüdür ve diğer tüm yasalar anayasanın maddelerine göre düzenlenir. Diğer yasalar anayasaya aykırı ya da anayasayla çelişik olamaz. Yasalara riayet eden, kişi hak ve özgürlükleri önemseyen devletlerde anayasa itinayla, dikkatlice hazırlanır, halk anayasa tartışmalarına katılır, halkın ihtiyaçları, çıkarı, kültürü, yaşama biçimi ve değer yargıları, devlet yönetime katılımı anayasaya yansır. Kanunları bir kez delmekle bir şey olmaz anlayışının hakim olduğu faşist devletlerde ise anayasa, kanunda şekli bir nitelikten başka bir şey değildir. Anayasa metinleri o devletin yönetim biçimini, halkın yönetime katılım biçimini, hak ve özgürlüklerin çerçevesini belirlerler. Dolayısıyla anayasanın önemini belirleyen şey nasıl, kim tarafından ve hangi dönemde yapıldığıdır. Ülkemizde cumhuriyetin tarihi içersinde ilki kabul edilen anayasa 1921 anayasasıdır, Kurtuluş Savaşı koşullarında geçici


olarak oluşturulan “Halk Kurulu” tarafından 20 Ocak 1921'de ilan edildi ve adı “Teşkilatı Esasiye Kanunu” oldu. Sonra ülkemizin üç anayasası daha oldu. 1924, 1961, 1982… 1924 Anayasası “Egemenlik Kayıtsız Şartsız Milletindir” diyordu. Ama hiçbir zaman öyle olmadı. Önce bağımsızlığını kaybeden, sonra faşizmin işbaşına geldiği bir ülkede, egemenliğin milletin olması ne mümkündü? Son anayasa 1982 Anayasası 12 Eylül cunta anayasası olarak tarihe geçti. 12 Eylül'ün işbaşına getirilmesinin nedenlerinden biri bilindiği gibi, IMF tarafından dikte ettirilen 24 Ocak Ekonomik Kararlarının “sivil” iktidarlar aracılığıyla uygulanamamasıydı. Cunta işbaşına gelir gelmez işçilerin ücretlerinin dondurulmasını, grev hakkının yasaklanmasını, tekellerin istediği kur, faiz, enflasyon ve benzeri düzenlemelerin yapılmasını içeren bu kararları yürürlüğe koymuş; 12 Eylül Anayasasını da emperyalistlerin bu tür ekonomik programlarının her zaman uygulanabilmesine imkan verecek maddelerle donatmıştı. Emperyalizmin ihtiyaçları değiştikçe Anayasada da değişikliğe gidildi. 1982 Anayasası 2010 değişikliğine kadar toplamda 17 defa daha değiştirildi. Örneğin 33 maddenin değiştiği 2001'deki değişiklikler, “AB'ye uyum” amacıyla yapılmıştı. Cumhurbaşkanı Sezer, bu değişikliklerin amaç ve kapsamını şu sözlerle ifade etmişti o zaman: “Avrupa Birliği'ne girme sürecinde Türkiye'nin eksikliklerini tamamlayarak, uyum sürecini başarıyla gerçekleştirebilmesi için kapsamlı bir reforma ihtiyaç vardır.” Anlaşılacağı üzere asıl mesele ülkemizdeki anti-demokratik yapının değiştirilmesi veya


halkÄąn avukatlarÄąnÄąn gĂśzĂźnden...

halkÄąn talepleri deÄ&#x;il, AB’nin ihtiyaç duyduÄ&#x;u makyajÄą yapmaktÄą. BugĂźn de deÄ&#x;iĹ&#x;in bir Ĺ&#x;ey yoktur; deÄ&#x;iĹ&#x;imi isteyen, emperyalizm ve iĹ&#x;birlikçileridir. GeniĹ&#x; kitleler, aydÄąnlar belli bazÄą maddeler çerçevesinde “demokratikleĹ&#x;meâ€? beklentisine sokulurken, tartÄąĹ&#x;Äąlmayan maddelerle, tekellere yeni imtiyazlar, faĹ&#x;ist devleti pekiĹ&#x;tirecek yeni dĂźzenlemeler aradan çĹkarÄąldÄą, çĹkartÄąlacak. YukarÄąda sĂśz ettiÄ&#x;imiz 17 kez yapÄąlan deÄ&#x;iĹ&#x;iklikler sonucunda, 16 geçici ve 177 esas maddeden oluĹ&#x;an 1982 AnayasasÄąnÄąn toplam 83 maddesi deÄ&#x;iĹ&#x;tirilmiĹ&#x; oldu. Yani yarÄąya yakÄąn kÄąsmÄą deÄ&#x;iĹ&#x;miĹ&#x;. ANAP dĂśneminde 4 madde, DYP-SHP dĂśneminde 16, DSP-MHP-ANAP dĂśneminde 38 madde, AKP dĂśneminde ise 25 maddede deÄ&#x;iĹ&#x;iklikler yapÄąldÄą. Peki ne oldu? Ăœlkemizin demokratikleĹ&#x;mesi açĹsÄąndan bu deÄ&#x;iĹ&#x;ikliklerin hemen hiçbir yansÄąmasÄą olmadÄą. ÇßnkĂź deÄ&#x;iĹ&#x;iklikler, halk lehine ya biçimseldi, ya gĂśstermelik; iktidar lehine ise 12 EylĂźl'Ăźn ruhuna, emperyalizme ve iĹ&#x;birlikçiliÄ&#x;in pekiĹ&#x;mesine uygun deÄ&#x;iĹ&#x;ikliklerdi‌ J@#R ='$DER JGJ9J=J=<R FCER R E9C/CR FCER BE. =J#CJ J-FCDFR8F6 AKP halkÄą yalanlarla, riyakarlÄąkla, demagojiyle yĂśnetmenin ustasÄądÄąr, iktidara geldiÄ&#x;i andan itibaren halkÄąn deÄ&#x;iĹ&#x;ik kesimlerini kendine yedeklemeye çalÄąĹ&#x;tÄą, AçĹlÄąm politikalarÄąn biri baĹ&#x;larken biri bitiyordu. Bir yandan iĹ&#x;kenceye sÄąfÄąr tolerans derken, bir yandan PVSK kanunu ile polise canÄą sÄąkÄąldÄąÄ&#x;Äąnda adam ĂśldĂźrme hakkÄą tanÄąyordu. 12 EylĂźl ile hesaplaĹ&#x;ma adÄąna anayasa deÄ&#x;iĹ&#x;ikliÄ&#x;i yaptÄąÄ&#x;ÄąnÄą sĂśyleyen AKP, yine yalan sĂśylĂźyordu. AsÄąl amacÄą emper


yalizmin ve oligarşinin değişen ihtiyaçlarına uygun olarak yasayı yeniden düzenlemek, halkın demokratikleşmeye yönelik özlemlerini, taleplerini oya çevirme ve kendi iktidarını pekiştirmek isteyen AKP; 12 Eylül ile hesaplaşamazdı. 12 Eylül’ü kurumsal olarak devam ettiren AKP onunla hesaplaşamaz… Amerika’nın Ortadoğu postacısı ve kuklası olan Erdoğan ve AKP 12 Eylül ile hesaplaşamazdı. AKP anayasasıyla 12 Eylül Anayasası'nın en önemli farklarından biri “anayasayı yaptıranlardan” birinin açık sözlülüğüne karşın, ötekinin riyakarlığı… Evren, daha özgürlükçü olacak demedim ki derken, Erdoğan tam tersine, durmaksızın özgürlüklerden söz ediyordu. Fakat anayasalar ortada; açık sözlünün de, riyakarın da yaptığı aynı kapıya çıktı. Aşağıda 12 Eylül 2010 tarihinde referanduma sunulan anayasa değişikliği değerlendirmesi yapılmıştır, ancak 12 Eylül hesaplaşmasını iki paşanın yargılanmasına indirgenmesini hatırlatmak gerekir. Anayasadaki 15. maddenin kaldırılmasının arkasından, yasal değişikliğinden çok şey bekleyenler 12 Eylül darbesi sorumluları ve o dönemde 12 Eylül'ün yetkilerini kullanmış merciler, makamlar, organlar, kişiler hakkında suç duyurusunda bulundular; AKP iktidarı ise sadece iki paşa, Kenan Evren ve Tahsin Şahinkaya hakkında dava açtı, 12 Eylül darbesiyle hesaplaşmayı iki paşaya indirgedi. Onları da duruşma salonuna getiremedi. O dönem işkence yapan, infazları gerçekleştiren onlarca kişi hakkında soruşturma açılmadı, işkenceye göz yuman doktorlar, ekonomik ve siyasi politikaları yürütenler 12 Eylül cuntasının dışında kabul edildi.


halkÄąn avukatlarÄąnÄąn gĂśzĂźnden...

J@#RJGJ9J=JRFCERGE9FRDE F 3F:DF 9QK)H4NQRFN)ONORD71PINPAPNPKR AKP anayasasÄąnda reklamÄą en çok yapÄąlan deÄ&#x;iĹ&#x;iklik 145. madde ile askeri mahkemelerin gĂśrev alanÄąnÄą sÄąnÄąrlanmasÄąydÄą. Ancak askeri suç ĂślçßtĂź, gĂśrevle ilgili suç ĂślçßtĂź deÄ&#x;iĹ&#x;mediÄ&#x;i için diÄ&#x;er askeri mahkemelerin kaldÄąrÄąlmasÄą için 145. maddedeki deÄ&#x;iĹ&#x;iklik, Ĺ&#x;ekli bir deÄ&#x;iĹ&#x;iklik olarak kaldÄą. Milli GĂźvenlik Kurulu'nun da Anayasada korunmasÄąyla birlikte askeri bĂźrokrasi; ceza ve idare hukuku alanlarÄąnÄą da kapsayan yetkileriyle birlikte kurumsal etkinliÄ&#x;ini devam ettirmiĹ&#x;tir. Anayasa deÄ&#x;iĹ&#x;ikliÄ&#x;iyle, Hâkimler ve SavcÄąlar YĂźksek Kurulunun yapÄąsÄą deÄ&#x;iĹ&#x;tirildi, Ăźye sayÄąsÄą ve seçilme yĂśntemi deÄ&#x;iĹ&#x;tirildi, BakanÄąn Kurul BaĹ&#x;kanÄą, Adalet BakanlÄąÄ&#x;Äą MĂźsteĹ&#x;arÄąnÄąn kurulun doÄ&#x;al Ăźye olmasÄą yĂśnĂźndeki dĂźzenleme ise deÄ&#x;iĹ&#x;medi. AsÄąl sorun, Adalet BakanÄąnÄąn Kuruldaki varlÄąÄ&#x;Äąndan Ăśte, sahip olduÄ&#x;u geniĹ&#x; yetkilerdir. Buna karĹ&#x;Äąn, Anayasa deÄ&#x;iĹ&#x;ikliÄ&#x;inde, Adalet BakanÄąnÄąn bu yetkileri de azaltÄąlmÄąĹ&#x; deÄ&#x;ildir. Ă–rneÄ&#x;in, Kurulun Genel Sekreterini bile, Bakan seçip atamakta; yargĹçlar ve savcÄąlar hakkÄąnda soruĹ&#x;turma açĹlmasÄąna Bakan izin vermektedir. Anayasa deÄ&#x;iĹ&#x;ikliÄ&#x;iyle, Anayasa Mahkemesinin yapÄąsÄą ile gĂśrev ve yetkileri de yeniden dĂźzenlenmiĹ&#x;tir. Ăœye sayÄąsÄą 11’den 17’ye çĹkarÄąlmÄąĹ&#x;, TBMM’ye de Mahkemeye Ăźye seçme yetkisi verilmiĹ&#x;, Ăźyelerin gĂśrev sĂźresi 12 yÄąlla sÄąnÄąrlanmÄąĹ&#x; ve Anayasa Mahkemesine bireysel baĹ&#x;vuru, yani anayasa Ĺ&#x;ikayeti yolu getirilmiĹ&#x;tir. Ancak Anayasa Mahkemesinin tĂźm Ăźyelerinin CumhurbaĹ&#x;kanÄą tarafÄąndan se


çilmesi korunmuştur. Yargı alanında yapılan değişikliğinin, tamamen AKP kendine güdümünde bir yargı oluşturmak için yapıldığı anlaşılmaktadır. Bugün ortaya çıkan yargı kararları bunun açık göstergesidir. Örneğin Özgürlük Hakimi olarak tanıtılan hakimler en çok tutuklama kararı veren hakimler arasına girdi, Özel yetkilerle donatılan mahkemeler yargılama değil, polis tutanaklarını onaylayan noter memurlarına dönüştüler. Danıştay Başkanı halka, “kimse yürütmeyi durdurma kararları beklemesin” diye açıklamalar yapar oldu. Öyle anlaşılıyor ki Danıştay, idarenin tüm eylem ve işlemlerini onaylayan bir kuruma dönüşecek. BJ@CJ:R(ER'$ /:C/@CE:RF=3F=8J:R@,G0=0 9J#<C<9,:R Anayasa değişiklikleriyle; kadınlara pozitif ayrımcılıktan kamu görevlilerine toplu sözleşme hakkına, Anayasa Mahkemesine bireysel başvurudan kamu denetçisine başvurma hakkına dek birçok hak ve özgürlük getirildiği belirtilmektedir. Bu değişikliklerin birçoğu büyük yeniliklermiş gibi sunuldu; oysa yeni bir şey getirmediler, AKP sadece hak ve özgürlükleri istismar etmek istedi. Bu konuda öncelikle belirtilmesi gereken; çocuk hakları, kamu görevlilerinin grev hakkı gibi alanlarda uluslararası antlaşmalar ve mahkeme kararlarıyla öngörülen standartların daha ilerisinde olmayan kimi düzenlemelerin anayasallaştırıldığıdır. Hatta Türkiye’nin imzalamış bulunduğu ve uymakla yükümlü olduğu uluslararası sözleşmelerin gerisinde düzenlemeler yer almaktadır. Anayasa değişikliğiyle kadınlara pozitif ayrımcılık ge


halkın avukatlarının gözünden...

tirildiği belirtilmektedir. Oysa Anayasanın 10. maddesine 2004 yılında eklenen cümle, kadınlara pozitif ayrımcılık uygulamasını devreye sokmak isteyen bir iktidara, gerekli hukuksal zemini sağlar niteliktedir. Buna göre, “Kadınlar ve erkekler eşit haklara sahiptir. Devlet bu eşitliğin yaşama geçmesini sağlamakla yükümlüdür.” Siyasal iktidar, bu düzenlemenin ardından, “bu eşitliğin yaşama geçmesini sağlamak” için pozitif ayrımcılık yönünde adımlar atmış ve bu yüzden engellemeyle karşılaşmış değildir. Sanki böyle bir durum söz konusuymuş gibi, Anayasa değişikliğiyle “Bu maksatla alınacak tedbirler eşitlik ilkesine aykırı olarak yorumlanamaz” biçiminde bir düzenleme getirilmektedir. Bu düzenlemenin yeni hiçbir yanı bulunmamaktadır. Benzer bir durum, çocuk hakları açısından da söz konusudur. Türkiye zaten Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Sözleşmesine taraftır. Böyleyken, yeni bir şey getirmeyen ve birçok noktada Çocuk Hakları Sözleşmesindeki düzenlemelerin yinelenmesinden ibaret olan Anayasa değişikliği, bu alanda büyük bir reform yapılıyormuş ve sanki Türkiye’ye çocuk hakları bu değişiklikle getiriliyormuş gibi sunuldu. Anayasa değişikliğiyle getirilen bir büyük yenilik olarak gösterilen bir diğer konu, kamu çalışanlarının toplu sözleşme hakkıdır. Oysa toplu sözleşme hakkının grev hakkı olmaksızın düzenlenmiş olması bir yana, anayasa değişikliği ile, “toplu görüşme” hakkı, “toplu sözleşme” hakkı olarak yeniden düzenlenmiştir. Bu isim değişikliği ilk bakışta olumlu çağrışımlar uyandırsa da, bu maddede getirilen düzenlemelerin kamu görevlileri açısından mevcut


durumdan da geriye gidiş anlamına geldiği belirtilmelidir. Çünkü toplu sözleşme yapılması sırasında uyuşmazlık çıkarsa, tarafların Kamu Görevlileri Hakem Kuruluna başvurmaları ve uyuşmazlığın bu Kurul tarafından çözülmesi öngörülmüştür. Ancak, bu Kurulun kuruluşu ve çalışma biçimine ilişkin hiçbir düzenlemeye yer verilmemiş, bunların yasayla düzenleneceği hükme bağlanmıştır. Aynı biçimde, toplu sözleşme hakkının kapsamı, istisnaları, toplu sözleşmeden yararlanacaklar, toplu sözleşmenin yapılma biçimi gibi konular da herhangi bir çerçeve çizilmeksizin yasal düzenlemeye, bir başka deyişle yasa koyucunun takdirine, keyfine bırakılmıştır. Kuruluş ve işleyişine ilişkin esasların belirlenmesi konusu yasamaya bırakılan Kamu Görevlileri Hakem Kurulunun kararlarının kesin olduğu, yani bunlara karşı yargı yoluna başvurulamayacağı ve bu kararların toplu sözleşme hükmünde olduğu da düzenlenmiştir. Üstelik, sendikaların ve bunların üst kuruluşlarının, üyeleri adına yargı yoluna başvurma yetkisi de kaldırılmıştır. Tüm bunlar, bu alanda da yeniliklerin değil, geri adımların söz konusu olduğunu ve “toplu sözleşme” hakkının da istismar edildiğini göstermektedir. Anayasada toplu görüşme hakkı yok edilirken kamu alanında çalışan memurların iş şartlarını değiştirmekte ve iş güvenliğinin tehdit atmaya başlamıştır. AKP iktidarı son genelgelerle kamu alanına performansa dayalı esnek çalışma koşullarını getirmeye başlayacağı anlaşılmaktadır. Öte yandan toplu sözleşme ve greve ilişkin maddeler kaşıkla verilip sapıyla göz çıkarma mantığıyla düzenlenir


halkın avukatlarının gözünden...

ken, AKP sözde anayasal güvenceye bu hakları da kullanmaya niyetlenecek yoksullar ve emekçiler için, her yöne çekilebilecek pratikliğe sahip Terörle Mücadele Yasasını gaz ve copla birlikte elinin altında tutmaktan da vazgeçmedi. Anayasa değişikliğiyle getirilen bir diğer hak, kamu denetçisine başvurma hakkıdır. İyi yönetişimi sağlamayı amaçlayan ve yönetimin uygulamalarına ilişkin şikâyetleri, yanlışlık ve aksamaları saptayıp bunları ilgili makamlara ileten Kamu Denetçiliği (ombudsman) kurumunun göstermelik olduğunu, buraya atanan yargıcın niteliğinden anlamış olduk. Kamu Denetçiliğinin (Ombudsmanlık) başına Hrant Dİnk’e ceza verilmesini onaylayan hakim Nihat Ömeroğlu seçildi. Başdenetçinin de seçilme biçimi her daim iktidara tabi olacağını göstermektedir. TBMM’ye bağlı olarak kurulan Kamu Denetçiliği Kurumunun en tepesindeki kişi olan Kamu Başdenetçisi de, tıpkı Anayasa Mahkemesine üye seçiminde olduğu gibi TBMM tarafından üçüncü turda basit çoğunlukla (en az 139 milletvekilinin oyuyla) seçilebiliyor. =F(FCRJGJ9J=J9JRE(E3RDF9EGCE:R GER@J$JGD<R AKP iktidarının 12 Eylül 2010 tarihinde halk oyuna sunduğu anayasa değişikliğini kimi solcular, 12 Eylül anayasasının ilk defa sivil bir girişimle değiştiğini söyleyerek AKP anayasasını olumlu buldular. Anayasa önerisinin, başındaki “sivil” sıfatının, bir reklam sloganından fazla anlam taşımadığını bugün ortadadır. Paketin, içeriği bir yana, tepeden inmeliğiyle gelişi, kaşla


göz arasında kabul ettirilmeye çalışılmasıyla sivilden ziyade darbe anayasasından bir farkı olmadığını bilmemize yetiyordu. Anayasa değişikliği döneminde o koca koca cafcaflı lafların somut yaşantımıza bir katkısı olmadığı, maddi yaşantımızı değiştirmediği ortadadır. Sivil anayasaya evet diyen aydın sanatçılar, sol, sosyalist olduğunu söyleyen kurum ve kişiler, bunun için miting yapanlar; AKP’nin yarattığı zülüm ve sömürüsüne kan taşımaktan başka bir işe yaramadılar. Yeni anayasa tartışmalarının başladığı bu günlerde, dünden ders çıkarmıyorlarsa, sınıf savaşımında halkın tarafında değil iktidarın tarafında olduklarının ilanıdır. Sınıf savaşımında, ülkemizdeki siyasal pratikten biliyoruz ki; iktidar faşist yüzünü doğrudan göstermez; emperyalizm ve işbirlikçi sermaye lehine yapılacak yasa değişikliğini demokrasi, özgürlük, eşitlik, sivillik, darbeyle mücadele söylemiyle örtmeye çalışır. Uzlaşmadan bahseder ve birçok kesime çağrıda bulunurlar. Bugün de yapılan odur. Anayasa ulaşma komisyonu Cemil Çiçek başkanlığındaki 3 Kasım 2011 tarihinde Dolmabahçe’deki gazetecilerle yaptığı toplantısına, azınlıkları da içine alan geniş bir gazete çevresini davet etmişti. Uzlaşma komisyonunun başındaki kişinin Cemil Çiçek olması dahi, bu komisyonun uzlaşma ile uzaktan yakından bir alakası olmadığını göstermeye yeter. Bununla birlikte AKP’nin, azınlıkları da kendine çekmeye çalıştığını rahatlıkla anlayabiliriz. Bu nedenle birkaç hatırlatma yapmakta fayda var. 2010 Anayasa değişikliğine “yetmez ama evet” sloganıyla onaylayanların başında ÖDP’den ayrılan, içinde Ufuk


halkın avukatlarının gözünden...

Uras’ın bulunduğu EHP partisi bulunuyordu. EDP Başkanı Ziya Halis; “Referandumda 'HAYIR' tutumunu almak, eksik ve yetersiz de olsa yapılan bu iyileştirmelerden toplumumuzu mahrum bırakmak ve darbecilerin hazırladığı 1982 Anayasası'na dolaylı da olsa 'EVET' demek anlamına gelecektir. Tüm olumsuzluklara ve yetersizliklerine rağmen, bu değişiklik paketinin asker kişilerin sivil mahkemelerde yargılanabilmesi; 12 Eylül'ün suçlularının yargılanmasını engelleyen geçici 15. maddenin kaldırılması; Anayasa Mahkemesi'ne bireysel başvuru hakkı; HSYK'nın ve Askeri Şura'nın bazı kararlarına karşı yargı yolunun açılması gibi kimi reform adımlarını içermesinden ötürü, Eşitlik ve Demokrasi Partisi, referanduma sunulan Anayasa değişiklik teklifine 'EVET', bunu hazırlayan AKP iktidarına 'HAYIR' diyor.” AKP’nin yargıyla hesaplaşma pratiği ortadadır, yukarıda da belirttik; AKP iktidardaki tüm gücü elinde tutmaktadır, herhangi bir vesayet altında bulunduğu söylemek apolitiklik bir yana komik kaçacaktır. AKP 12 Eylül ile hesaplaşmayı değil hesaplaşmamayı tercih eden bir partidir. Hatırlatmada fayda var; 12 Eylül faşist cuntası tarafından ekonomiden sorumlu Başbakan Yardımcılığı görevi verilen Turgut Özal, 24 Ocak kararlarının mimarıdır. AKP Hükümeti tüm seçim propagandalarında Menderes-Özal-Erdoğan posterleri kullanmakta ve Özal'ı manevi liderleri olarak görmektedirler. Ayrıca, AKP'nin Cumhurbaşkanı Gül tarafından faşist cunta lideri Kenan Evren, Köşk'te özel olarak ağırlanmış ve Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç'la birlikte açılış törenlerine katılmıştır.


DSİP Genel Başkanı Doğan Tarkan, “Bu paket ile bütün darbe anayasaları ve 12 Eylül Anayasası ağır bir darbe alacak. Çünkü temel kurumları değişiyor, çünkü darbecileri, işkencecileri, katilleri koruyan geçici 15. madde kalkıyor. Askeri vesayet kırılıyor.” Oysa 12 Eylül, tüm kurum ve pratiğinde yaşayan bir organizmadır ve bu uygulamalar halk üzerindeki baskı ve sömürüyü artırmak dışında bir faaliyet içersinde değildir. Baskın Oran, “Yargının demokratikleşmeyi engellediğini vurgulamakta fayda var. Yargı, TSK'dan sonra 1930'ları muhafaza etmeye çalışan ikinci bir güç. Kuvvetler dengesi bozulmuş durumda. Yargı herkesi denetliyor ama yargıyı kimse denetleyemiyor.” Yargının, demokratikleşmenin önünde olduğunu söyleyen bir grup solcunun önceki dönem adayı olan Baskın ORAN; nerede yaşıyor acaba. Bugün yargı hiç olmadığı kadar iktidara bağlı, hiç olmadığı kadar özgürlüklere düşman, adaletten uzak olduğu gibi hukuku umursamadığını söyleyebiliriz. Son dönemde tutuklanan siyasetçi, gazeteci, sanatçı, öğrenci sayısı; bu gerçeğin yansımasından başka bir şey değildir. Ali Nesin “AKP'ye karşı olmak demek, onlara göre, demokrasinin ve hukuk kurallarının çiğnenmesine, üniversitenin başı örtülülere kapatılmasına, 12 Eylül rejiminin devam etmesine, Kürt kardeşlerimizin yarım vatandaş sayılmasına göz yummak demek oluyor… Şimdi de basit bir referanduma evet oyunun elbirliğiyle AKP iktidarını onaylamak olarak algılanmasını sağlamak istiyorlar.”


halkın avukatlarının gözünden...

Ahmet İnsel “Ne kadar ince eleyip sık dokusak da, değişiklik paketinin hiçbir maddesinin bugün yürürlükte olanı demokrasi açısından daha geri bir noktaya götürdüğünü söylemek mümkün değil. Öküzün altında buzağı arama yöntemlerine başvuranlar da aslında başka bir endişeyi dile getiremedikleri için bu yola sapıyorlar.” Lale Mansur “Seçtiğimiz partilerin, AK Parti olabilir bir başka parti olabilir, gerçekten iktidarda olabilmesi için, demokratik bir ülke için, AB'ye uyum için evet! Halkın vatandaşın gerçekten yönetimde olabilmesi için evet! Daha demokratik ve daha özgür bir ülkede yaşamak için evet demeliyiz.” Öztürk Türkdoğan (İHD Gen. Bşk) “İHD olarak temel hak ve özgürlüklerle ilgili her türlü iyi gelişmenin yanındayız. Bu bizim için tartışmasız bir konudur. Ancak bu referandum sürecinde konu yurttaşların temel hak ve özgürlükleriyle ilgili olmaktan çıkıp siyasi partilerin polemik konusu oldu. Bu nedenle dernek olarak referandum konusunda kesin bir tutum ortaya koymamaya karar verdik. Dernek olarak ne “Evet”, ne “Hayır” ne de “Boykot” diyoruz.” AKP Sol, sosyalist olduğunu iddia eden bir kesim ile liberal cephe başını demokrasicilik hayaliyle döndürdü ve bu cephe AKP’nin halkı aldatmasının yardımcısı oldu. Emperyalizmin sözünün geçtiği, politikaların emperyalizmin ihtiyacına göre belirlendiği ülkelerde demokrasinin, işbirlikçi iktidardan gelmesini ummak saflık değilse aymazlıktır. Solcular ve aydınlar hatırlamalı ki, burjuvazi ilericilik barutunu tüketeli 150 yıldan fazla zaman oldu. Burjuvazi,


emperyalizm çağında ancak halktan gelen baskıyı hafifletmek için halk için bir düzenleme yapar. Anayasaların yazımında; yukarıda belirttiğimiz gibi yazıldıkları dönemin sınıf mücadeleleri, güç dengeleri, egemen sınıfların o anki ihtiyaçları, ezilen sınıfların o anki örgütlülük ve bilinç seviyeleri gibi pek çok faktör etkili olur. AKP, ne işçi sınıfının sendikal örgütlenmesinin önündeki engellerin kaldırılmasını, ne yargının bağımsızlaşmasını, ne Alevilerin inanç özgürlüğü çerçevesindeki taleplerini ne Kürtlerin demokratik taleplerinin karşılanmasını, ne de kitleleri doğrudan ilgilendiren başka herhangi bir sorunun çözülmesini sağlar.


halkın avukatlarının gözünden...

Yürüyüş Dergisinin 24 Aralık 2006 tarihli sayısında yayınlanan Hukuk ve Faşizm yazısıdır.

BLMLMR2PR Q5O1A 8P2%L;R LMLM*R+NO)QK5OIOIR QNMQRMQK5HR Q?MHR2P ;Q QMM7ARQKQ%H>HK Merhaba sevgili okurlarımız. Bu haftaki sohbetimizde “hukuk” meselesi üzerinde duracağız. Toplumsal yapıyı oluşturan her kurum, altyapının ve üstyapının her elemanı, aynı zamanda sınıflar mücadelesinin arenası ya da bir aracı durumundadır. Dolayısıyla hukuk da böyledir. Bilindiği gibi, hukuk zemininde kıyasıya bir mücadele yürütüyoruz. Adalet istiyoruz. Buna karşı oligarşi de “hukuk”u bize karşı kullanıyor, “hukuk”u kullanarak bizi cezalarla sindirmeye çalışıyor. Ülkemizde nasıl bir hukuk var? Bu hukuk nasıl bir sistemin ifadesidir? Bu hukukun mücadele içinde oynadığı rol nedir?… Hukuk bağlamında sorabileceğimiz ve tartışabileceğimiz birçok yan mevcut. Hukukun niteliğini, rolünü doğru kavramak; mücadele açısından çok önemlidir. Mevcut hukukun niteliğini kavrayamamak, bir anlamda düzenin niteliğini de kavrayamamakla özdeştir. Bu anlamda hukuk deyip geçmeyin. Üç beş kanun maddesinden ibaret olmayan bu kavramın, güncel politikalardan stratejik tespitlerin belirlenmesine kadar büyük bir önemi vardır. Stratejinin kaynağı olan


“sosyo-ekonomik” yapının en önemli ve aslında ekonominin, siyasetin de yansıması olan bir parçasıdır. Özlem: Marks'ın teorik gelişim sürecini hatırlayalım. En kapsamlı felsefi tezlerini, Hegel'in “Hukuk Felsefesi”ni eleştirirken geliştirmeye başlamıştır. Yani “hukuk” onu almış başka yerlere, sistemin özüne götürmüştür. Çünkü diyordu Marks, “hukuksal ilişkiler… ne kendi başlarına, ne de insan aklının sözde genel evrimiyle açıklanamazlar. … Kökleri yaşamın maddi koşullarındadır.” Bir anlamda giriş de yapmış oldum ben konuya. Birkaç noktayı daha ekleyim o zaman. Hukuk, Marks'ın belirttiği gibi, toplumun hakim üretim ilişkileri tarafından belirlenir. Başka bir deyişle, hukuk, hakim sınıfın “yasa” haline getirilmiş iradesidir. Bu yasalar, devlet gücü tarafından “cebren” güvence altına alınmıştır. Toplumsal gelenek ve göreneklerden farklı olarak “yasa”lar, kurumsallaşmış bir gücün şiddetine dayanırlar. Böyle bir güç olmasaydı, bu tür yasalar da olmazdı, çünkü kimse onlara uymazdı. Mazlum: Mevcut hakim üretim ilişkileri içinde, mevcut hakim sınıfın yönettiği bir ülkede, hukuk da bu “hakim” damgayı taşır doğal olarak. Bu anlamda mesela, bu ülkedeki iktidarların faşist olduğunu söyleyenlerin “bağımsız Türk yargısına güveniyorum” sözünü söylemesi kadar abes bir şey olamaz. Hukuk bir yerde, verili güç ilişkilerinin bir sonucudur. Oligarşi iktidar olmuşsa, hukukunu da kendi iktidarını sürdürecek şekilde düzenler. Bu yalın gerçek gözardı edildiğinde, salt “hukuksal” veya “yasal” değişikliklerin sonucu olarak ülkemizdeki siyasi rejimin de niteliğinin değişebileceği sanılır. AB'ye uyum sürecinde bu yanılgıya çok daha sık rastlanmıştır.


halkın avukatlarının gözünden...

Oysa dediğim gibi, yasalar aslında birer sonuçtur. Mevcut üretim ilişkilerini aşan, onun dışına çıkan bir nitelikte olamazlar. Kemal: Bu noktaya girmişken, “AB'ye uyum” süreci olarak adlandırılan süreçle birlikte nasıl bir hukuki sistem oluştuğunu biraz daha somutayalım istersen… Mazlum: Tabii. Son zamanlarda devrimcilere karşı gerçekleştirilen saldırılarda, soruşturma, iddianame gibi tüm aşamalarda “dosya gizliliği” diye bir uygulama var, duymuşsunuzdur. “AB'ye uyumlu” olarak çıkarılan yeni yasalarda getirilmiştir bu uygulama. Ülkemizde yıllardır AB'ye uyum adına çeşitli ekonomik, siyasi ve hukuki düzenlemeler yapıldı. Peki ne oldu, ortaya nasıl bir yapı çıktı? Daha açık bir deyişle kimilerinin “yukarıdan demokratik devrim” dediği bu düzenlemelerle faşizm tasfiye mi oldu? Ben bu soruya şöyle özlü bir cevap vereyim öncelikle. Mevcut hukuk, faşizmin hukukuyla AB müktesabatının “sentezi”nden ortaya çıkan bir ucubedir. Başka bir deyişle buna faşizmle burjuva demokrasisi arasında bir “karıştırma” da diyebiliriz. Ancak burada hangisinin hangisine uyum sağladığı önemlidir. Gerçek şudur ki, oligarşik diktatörlük, kağıt üstündeki düzenlemelerde burjuva demokrasisine yaklaşır gözükürken, gerçekte AB emperyalizmi oilgarşik diktatörlüğe, yani faşizme “uyum” sağlamıştır. AB emperyalistleri, yapılan değişikliklerin gerçek bir demokratikleşmeye tekabül etmediğini çok iyi bildikleri halde, “Türkiye'nin iyiye gittiği, hızla demokratikleştiği” yalanlarıyla faşizmi, faşizmin hukukunu ve pratiğini meşrulaştıran bir rol oynadılar. Bu hukuki yapı, bir anlamda da biraz “ucube”dir


tabii… AB emperyalizmi, bu ucubeye destek vermiştir. Bugün Temel Haklar'a yönelik operasyonda olduğu gibi veya F Tiplerinde tecritin uygulanmasında olduğu gibi, devrimcilere karşı kullanılan da bu “uyum” sağlamış hukuktan başka bir şey değildir. AB emperyalizmiyle oligarşi arasında esasında bu alanda önemli bir çelişki yoktur. Müzakerelerin askıya alınması gibi gelişmeler, tamamen bunun dışındaki nedenlerle yaşanmaktadır. Özlem: Burada şunu sormak istiyorum: AKP ve oligarşinin sözcüleri, AB'yle müzakereler durdurulsa bile bizim için süreç devam eder, “Kopenhag kriterlerini Ankara kriterleri yapar, yolumuza devam ederiz” diyorlar. Peki yapabilirler mi bunu? Kopenhag kriterleri Ankara kriterleri haline dönüşebilir mi? Mazlum: Dönüşemez. Çünkü birincisi, AKP'nin ve oligarşinin “hak ve özgürlükler”, demokrasi anlayışı zaten buna engeldir… Ama esas önemlisi, sistem de buna engeldir. Kopenhag kriterlerini Ankara kriterleri yapamazlar, çünkü ikisi arasında nitelik farkı vardır doğal olarak. Kopenhag kriterleri burjuva demokrasisinin, Ankara kriterleri faşizmin kriterleridir. Ve zaten “AB'ye uyum, demokratikleşme…” vb. demagojileri arasında görülmesi gereken de budur. Bu temel ayrım noktasından uzaklaşıldığında, devrim ve demokrasi mücadelesine doğru bir bakış açısı değil, altı boş aldatıcı beklentiler hakim olur. Faşizm bir yönetim biçimidir. Faşizmin en ayırt edici özelliği tekelci burjuvaziye dayanması, tekelci burjuvazinin terörcü diktatörlüğü olmasıdır. Bu anlamdadır ki ülkemizde olup bitenleri oligarşinin hakim kesimini oluşturan işbirlikçi tekelci burjuvalardan bağımsızmış gibi düşünmek,


halkın avukatlarının gözünden...

sayısız siyasi yanılgının da kaynağı olur. Baskı uygulamayan, herhangi bir devlet türü yoktur tarihte. Bir sınıfın başka bir sınıf üzerindeki baskı ve tahakküm aracıdır diye tanımlanması boşuna değildir. Devlet böyle bir yapı olduğuna göre, onun hukukunun da kendi karakterine uygun olacağı, hukukun da aslında “bir sınıfın başka bir sınıf üzerindeki baskı ve tahakkümüne” hizmet edeceği açıktır. Bunun dışında mutlak bir eşitlik ve mutlak adaleti sağlayan soyut bir hukuk yoktur; böyle bir hukuk tahayyülü, sınıfsal gerçeğin reddidir. “Sınıf”; toplumsal zenginlikten aldıkları paya göre toplumsal konum ve yerleri birbirinden farklı olan; dolayısıyla çıkarları da farklı olan toplumsal gruplardır. “Kanunlar önünde herkes eşittir” iddiası ve söylemi de, işte bu sınıf gerçeğiyle dağılıp tuz buz olur. Kemal: Yukarıda da belirtildiği gibi, hukuk bir üstyapı kurumudur ve altyapı tarafından, yani hakim üretim ilişkileri tarafından belirlenir. Hakim sınıfın çıkarlarını esas alır. Ama tabii bu, mekanik bir belirleme değildir. Kapitalist üretim ilişkilerinin hakim olduğu, faşizmle yönetilen tüm ülkelerde hukuk aynı olur diye bir kural yok. Temelde aynı olsa da, pek çok farklılıklar içerebilir. Yani hukuk da donmuş bir üstyapı kurumu değildir. Sınıflar mücadelesindeki gelişmeler, şu veya bu şekilde hukuka da yansır ve onu ileriye ve geriye doğru yeniden şekillendirir. Halk güçleri de, egemen sınıflar da hukuku bu mücadele içinde birbirine karşı kullanabileceği elverişli bir silah haline getirmeye çalışır. Yasaların ikide bir değişmesi, çeşitli sınıf ve katman


ların yasalar karşısındaki tutumunun dönem dönem değişmesi, bunun sonucudur. Faşizmin açmazı, zorluğu şudur; kendi hukuklarıyla bize karşı mücadele edemiyorlar. Halkın mücadelesinin gelişmesini engellemek, egemenlerin çıkarlarını sağlama almak amacıyla belli bir dönemde belli yasalar çıkarıyorlar. Fakat bir dönem sonra bakıyorlar ki, halkın örgütlenmesini, mücadelesinin gelişmesini yine engelleyemiyorlar. Basit polis kafası ve sınıf mücadelesi söz konusu olduğunda onu aşamayan burjuva kafa, o noktada sorunun “yasaların yetersizliği”nden kaynaklandığını düşünür ve daha sert, daha baskıcı, daha kısıtlayıcı yasalar çıkartılmasını ister. Tabii halk ve devrimciler de bunun karşısında, hak ve özgürlükleri daha fazla içeren bir hukuk sistemi için mücadele eder. Bu böyle sürer gider. Eğer güçler dengesi, ulusal ve uluslararası konjonktür müsaitse, egemen sınıf iktidarı, daha ağır baskı yasalarını çıkarmakta hiç tereddüt etmez. Eğer bunu yapamıyorlarsa, o zaman “keyfilik” veya doğrudan “kontrgerilla” politikaları çerçevesinde düzen güçlerinin kendi yasalarını çiğnemesi gündeme gelir. Özlem: Bu da önemli bir nokta gerçekten. Reformist, aydın kesimlerde ve aynı zamanda bilinçsiz kesimlerde devlet güçlerinin mevcut yasalara uyması, faşizmin olmamasına kanıt olarak da gösterilebiliyor. Faşizm en genel anlamda baskıdır, terördür. Fakat sonuçta onun da bir “meşruluk” sorunu vardır. Ve faşizm de meşruluğunu “kanun devleti” olmaktan alır. Yani yürürlükte kanunlar olması ve devlet güçlerinin bu kanunlara uyması, faşizmin olduğuna veya olmadığına kanıt olamaz.


halkın avukatlarının gözünden...

Bu; soyut, yanlış bir tartışma olur zaten. Faşizmin mevcudiyetini veya yokluğunu belirleyen “devletin kendi yasalarına uyup uymaması” değil, bizzat o yasaların muhtevasıdır. Devletin kendi yasalarını bile çiğnemesi, faşizmde sık rastlanan bir durumdur ve faşizmin teşhiri açısından önemli bir noktadır; ama faşizmi belirleyen tek olgu değildir. 12 Eylül Cuntası'nı hatırlayalım. “Mevcut anayasa yürürlüktedir” diye açıklamıştı işbaşına geldiğinde. Ancak aynı günlerde “MGK'nın karar ve icraatlarının anayasaya aykırılığı ileri sürülemez” diye de bir kanun çıkardı. Dolayısıyla 12 Eylül yönetimi de “kanuna uygun” bir yönetimdi. Ama bu, onun faşist olmadığını göstermiyordu değil mi! Faşist bir devlet, sık sık kendi yasalarını çiğnese de sonuçta bunu asgaride tutmak zorundadır. Tekelci burjuvazinin en gerici, en şovenist, en saldırgan ve en kanlı iktidarı olarak faşizmin de bir “hukuk”u vardır. Bu hukuk, doğal olarak faşist bir hukuktur. Çünkü işbirlikçi tekelci burjuvazinin iktidarını gerektiğinde en gerici, en şovenist, en saldırgan ve en kanlı biçimlerde korumayı içeren bir hukuktur. Mazlum: Şimdi bu noktada şuna bakmak gerekiyor; AB'ye uyum adına çıkarılan yasalar, oligarşik devletin “en gerici, en şovenist, en saldırgan ve en kanlı biçimlere” başvurmasını hukuken imkansız hale getiren, burjuva demokratik hak ve özgürlükler dışına çıkılmamasını güvence altına alan bir düzenleme mi getirmiştir? Bu sorunun cevabını hepimiz biliyoruz. Oligarşinin mahkemelerinde görülen sayısız infaz, katliam davalarına bakın; sonuçta hep “mevcut yasalardan aldıkları yetkileri


kullanmışlardır” sonucu çıkmıyor mu? Mesela bakın, düzene karşı çıkanlara yönelik olarak çok çeşitli biçimlerde “adam öldürmeyi” yasallaştıran düzenleme, ülkemizde ceza yasalarında değil, bizzat Anayasa'nın kendisinde yapılmıştır. Anayasa'nın 17. Maddesi'nin 1. Fıkrası şöyle der: “Herkes yaşama, maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkına sahiptir.” Ancaaak! Bu fıkranın devamında da katliamcılara, devletin silahlı güçlerine yol gösterilir: Anayasa'nın 17. Maddesi'nin tanıdığı “Yaşama Hakkı”, devamında “ama” denilerek sayılanlarla ortadan düpedüz kaldırılır… Neyse uzatmayayım, devamında da şöyle deniyor: “Mahkemelerce verilen ölüm cezalarının yerine getirilmesi hali ve meşru müdafaa hali, yakalama ve tutuklama kararlarının yerine getirilmesi, bir tutuklu ve hükümlünün kaçmasının engellenmesi, bir ayaklanma veya isyanın bastırılması, sıkıyönetim veya olağanüstü hallerde yetkili merciinin verdiği emirlerin uygulanması sırasında silah kullanılmasına kanunun cevaz verdiği zorunlu durumlarda meydana gelen öldürme fiilleri, birinci fıkra hükmü dışındadır.” Yani bu süreçte daha güncel olduğu için TMY'den, TCK'dan daha çok sözediyoruz, ama aslında ülkemiz hukukunda daha enteresan olan devletin öldürme yetkisinin bizzat anayasada tanınmış ve işkencecilerin, katliamcıların bizzat anayasa aracılığıyla baştan “beraat” ettirilmiş olmasıdır. AB'ye uyum sürecinde hatırlanacağı gibi, AB kurum


halkın avukatlarının gözünden...

larının müdahalesi ve dayatmalarıyla birçok yasa, bir gecede değiştirildi. Ama o kadar değişiklik içinde, 1982 Faşist Anayasası'nın değiştirilmemesi, AB'nin bunu sağlamaması garip değil miydi sizce de?.. AB'ye göre sanki cunta tarafından hazırlanmış böyle bir anayasa yoktu… Bu da aynen Susurluk gibi, AB'nin görmezden geldiği şeyler arasındaydı. Kemal: Ülkemizin burjuva politikacıları “Türkiye laik, demokratik bir hukuk devletidir” sözünü çok kullanırlar. Bazıları ise “Türkiye bir kanun devletidir” sözünü tercih eder. İkisi de sonuçta demagoji olmakla birlikte, hukuk devleti kavramıyla, kanun devleti kavramlarının ifade ettiği şeyler de farklıdır aslında. Yukarıda verdiğimiz 12 Eylül örneğinde olduğu gibi, her şey “kanunlara uygun” yapılıyorsa, o bir kanun devletidir. Ama bu “hukuk devleti” olduğunu göstermez. Çünkü çıkarılan kanunlar, hukukun en temel kavram ve değerlerine ters olabilir… Mesela, “suçsuzluk karinesi” (yani bir kişinin suçluluğu kanıtlanıncaya kadar masum sayılması gerektiği ilkesi) hukukun burjuva anlamda da kabul edilen temel değerlerinden biridir. Veya tutuklu ve hükümlülere insan onurunu aşağılayan hiçbir muameleye başvurulamayacağı da böyle bir ilkedir. Ama pekâla bu ilkeleri çiğneyen kanunlar çıkarılmaktadır. O kanunlar uygulandığında o ülke bir “kanun devleti” olabilir, ama hukuk devleti sayılamaz… Hukuk, kanunlar, adalet, bunlar birbiriyle ilişkili, ama birbiriyle özdeş kavramlar değildir. Mesela, hukuki olan her şey adil demek değildir. Tam tersine, kapitalist üretim ilişkilerinin bir tezahürü olan hukukta, veya faşizmin hu


kukunda, adaletsizlik, hukuki hale getirilmiştir. Özlem: Köleci toplumun da bir hukuku vardı; kölelerin nasıl alınıp satılacağını, efendilerin köle üzerindeki haklarının neler olacağını belirliyordu bu hukuk. Köleci toplumun egemen sınıfı köle sahipleridir. Devlet, onların elindedir. Köleci devletin hukuku da doğal olarak onların çıkarlarını yansıtır. O gün hukuki olan, adaletli değildir… İnsan onuruna yaraşır değildir… O hukuk ancak o dönemin değerleri ve koşulları üzerinde anlamlıdır ve kendi dönemi içinde bir rol oynar. Burjuva hukukunun “formu” ise, eşitlik üzerine oturur. Daha doğrusu tarihsel olarak öyle olmak zorundaydı. Burjuvazi feodalizme karşı mücadele edip iktidarı ele geçirmek için işçi sınıfı ve belli ölçülerde de yoksul köylülerle birlikte savaşmıştır. Feodalizme karşı nesnel olarak ittifak içindedirler. Bu savaş “eşitlik, adalet, özgürlük” bayrağı altında sürdürülmüştür. Feodalitenin elinden iktidarı birlikte kan dökerek almışlardır. İşte bu şekillenmenin zorunlu sonucu olarak, burjuvazi, feodalizme karşı savaşta bayrağına yazdığı “eşitlik, adalet, özgürlük” taahhütlerine belli ölçülerde uymak zorundadır. (Ki bu dönem burjuvazinin tarihsel olarak ilerici bir rol oynadığı dönemdir.) Burjuvazi, iktidarını güçlendirdikçe, fiilen eşitliği, adaleti ve özgürlüğü yoketmiştir. Emekçilere tanımak zorunda kaldığı hak ve özgürlükleri gücü yettiğince geri almıştır. Ama bunu yaparken “formel” olarak bunları korumuştur. Yani burjuva demokrasisi, biçimsel olarak eşitliği içermeye devam etmiştir. Bu hukuk, ancak tekelci burjuvazinin faşizme başvurduğu dönemlerde hükmünü kaybetmiş ve yerini faşizmin hukukuna, tekelci burjuvazinin çıkarlarının


halkın avukatlarının gözünden...

en çıplak ve en kanlı biçimde savunulmasına bırakmıştır. Mazlum: Emperyalizmle birlikte burjuvazi gericileşmiş, saldırganlığı artmıştır. Bu gericiliğin en uç biçimi de faşizm olarak karşımıza çıkar. Burjuvazi gericileştikçe hukuk, o noktada çok daha önemli bir mücadele mevzisi haline gelmiştir. Bizim gibi ülkelerde ise, haklar ve özgürlükler alanının en önemli parçası hukuk alanı olmuştur hep. Düzenin başta gelen iddiası; devletin demokratikliği, demokrasinin varolduğu iddiasıdır. Öyle ya anayasa var, meclis var, partiler var, mahkemeler var. Seçimler yapılıyor. Herkes istediğine oy veriyor. Basın da istediğini eleştiriyor, muhalif kitaplar, dergiler, gazeteler yayınlanıyor. Bundan daha demokratik bir ülke mi olur?!‼ Belirtmeliyiz ki, bu düşünce, birçok kesimi etkiliyor. Mevcut hukukun biçimsel olarak burjuva demokrasisinin bazı kurum ve kurallarını içermesi, büyük yanılgılara yolaçıyor. Demokrasi ve sosyalizm için mücadelenin sadece ve sadece “barışçıl demokratik” yollardan olması gerektiği tezleri de buradan doğuyor. Hatırlanacağı gibi, ölüm oruçları karşısında bile çeşitli kesimler “demokratik mücadele verin” diyorlardı. Ölüm orucu sanki anti-demokratik bir mücadele biçimi! Neyse bu bir yana; sorun şu ki, mevcut devletin ve bu devletin hukukunun niteliğini doğru tespit edemeyenler, demokratik mücadelenin muhtevasını da doğru şekillendiremezler. Nitekim, ülkemiz solunun belli bir kesimi demokratik mücadeleyi “yasal” mücadeleyle özdeşleştirmiştir. Klasik burjuva demokrasisinin yürürlükte olduğu ülkelerde demokratik


mücadeleyle yasal mücadele hemen hemen aynı şeyi dile getirebilir. Ki onlarda bile, tam bir özdeşleşmeden bahsedilemez. Haklar ve özgürlükler mücadelesini geliştirmek, orada da sık sık yasaların dışına çıkmayı gerektirir. Bizim gibi ülkelerde ise, haklar ve özgürlükler mücadelesini yasalar içine hapsetmek demek, bu mücadeleyi vermemeye dönüşebilir pekâla. Çünkü bizim gibi ülkelerde, burjuva demokratik hak ve özgürlükler, güvence altında değildir, kağıt üstünde biçimsel olarak varolan hakların kullanılması, tamamen mücadeleye ve kararlılığa bağlıdır. İşte bu noktada “faşizmin hukuku” denilince, bundan ne anlamak gerektiği noktasında net olmak gerekir. Bu sorunun cevabı, aynı zamanda ülkemiz somutunun da izahıdır zaten. Her ülkenin içinde bulunduğu koşullara, faşizmin iktidara geliş biçimine bağlı olarak, hukukun şekillenişi de farklılıklar gösterir. Mesela Ceza Yasası, faşist İtalya'dan da alınabilir veya “burjuva demokrasisi”nin hüküm sürdüğü AB müktesebatından da. Ama son tahlilde belirleyici olan nereden alındığı değil, somut olarak mevcut sistem içinde nasıl şekillendirildiğidir. Burjuva demokratik hak ve özgürlüklerin kağıt üzerinde biçimsel olarak tanındığı, fakat her hakkın devamına “ama, ancak” diyerek onun nasıl gasp edileceğinin yazıldığı bir “hukuk sistemi” yürürlüktedir. İşte bu yüzden haklar ve özgürlüklerin darlığı veya genişliğinin sınırları, yazılı metinlere göre değil, bizzat sınıflar mücadelesinin fiili güç ilişkileriyle belirlenir. Bu anlamda bizim gibi ülkelerdeki hukukun aynı zamanda “izafi” bir özellik taşıdığını da belirtebiliriz. Bu izafilik AB'ye uyum yasalarıyla daha da pekişmiştir.


halkın avukatlarının gözünden...

Kemal: Bu izafilik noktasından toparlayayım ben de. İzafilik, aslında mücadelenin hukuk üzerindeki etkisini gösterir aynı zamanda. Bireylerle devlet arasındaki, bireylerin kendi aralarındaki, çeşitli toplumsal grup ve katmanların diğer grup ve katmanlarla ilişkilerini belirleyen kurallar, yani hukuk, sınıflar mücadelesindeki güçler dengesinden doğrudan ve hızla etkilenebilen ve bu anlamda hızla değişebilen bir özelliğe sahiptir. Belli bir zamana kadar savcıların oralı olmadıkları herhangi bir uygulama, bir bakmışsınız ki, ertesi gün yüzlerce davaya konu olur; o güne kadar suç sayılmayanlar, bir MGK emriyle suç sayılabilir. Veya suç sayılan bir direniş biçimi, halkın mücadelesinin kararlılığıyla suç sayılmaktan çıkar… Bu anlamda, hukuk açısından iki önemli nokta akıldan çıkarılmamalıdır: Birincisi, ülkemizdeki hukuk, faşizmin hukukudur. Biçimsel olarak kimi burjuva demokratik hakların varlığı, bu hukuku burjuva demokrasisinin hukuku yapmaz. İkincisi, hukuk ve adalet bir mücadele zeminidir; uygulanan hukuk ne olursa olsun, halk bu zeminde bir mücadeleden asla geri durmamalıdır. Bu zemindeki mücadele, nihai anlamda burjuva hukukunu aşan bir perspektifle sürdürülmelidir. Sevgili okurlarımız, hepinize hoşçakalın diyerek, sohbetimizi burada noktalıyoruz.



halkın avukatlarının gözünden...

Erol Toy'un Azap Ortakları isimli kitabında, Şeyh Bedreddin'in müridlerine hukuku anlattığı bir bölüm (2. Cilt Sayfa 146-152):

Karındaşlarımız!.. Öğrendik ki, bugünkü söyleşimizin konusu hukuk imiş… Şimdi sizlerle söyleşmemizi, hukuk üstüne kurmak zorundayız… Ancak, izniniz olursa, biz sorunu baştan almak düşüncesindeyiz… Dilerseniz ve dahi sizi sıkmazsa, bu yöntemi uygulayalım… Gözlerini gezdirdi kalabalığın üstünde… Onaylayan bakışların durgunluğunu görünce, sürdürdü konuşmasını. - Hukuk… Niye gerekmiştir acaba? İnsanların davranışlarına yasak koymak zorunluğu nerden doğmuştur? Haklı, haksız sözcükleri neden türetilmiştir? Bizce, asıl yanıtlanması gereken sorunlar bunlardır… Yoksa, bir kutsal kitabın, bazı bölümlerini tanık göstererek, kişisel yorumlara girmek, sorunu çözemez… O yüzden izin istedik sizden… Bazı alışkanlıklara karşı çıkarsak, size yanlış gelen sözler söylersek, hemen nedenini sorun… Böylelikle, karşılıklı söyleşmiş, ama doğruya giden yolda da ilerlemiş oluruz… Bakınız insanlar! Yasaklardan söz ediyoruz. Hukukun ana kuralı budur. Yasaklar… Ne gereği vardır yasakların? işte burdan başlayalım. Kutsal kitapların bildirdiğine, bilimsel gerçeklerin ortaya çıkardığına göre, yeryüzü insanlara ortak olarak verilmiştir… Soruna nerden bakarsanız bakınız, insanlar eşittir… Kutsal kitaplar açısından bakarsanız, ilk insan Adem’in ve O'nun kürek kemiğinden yaratılmış olan Havva'nın çocuklarıyız tümümüz… Yani, yeryüzü, Ademin sayılırsa, biz, tümümüz o'nun mirasçıla


rıyız… Bir anadan, bir babadan gelen insanların payları da eşit olur… O zaman, herkes yarınından güvenli, ürettiğinden inançlıdır… Bilirsiniz ki, harcadığınız emek, nice olursa olsun sizin öz malınız haline gelmektedir… Dünyanın gerçek düzeni, bu biçimde kurulmuştur. Ama, insanoğlunun zorbası, hayını vardır. Tarihin çok eski dönemlerinde, bir açıkgöz çıkıp öteki insanların emeklerini sömürerek, kendisinin onlardan daha az çalışıp daha iyi yaşayacağını düşünmüştür. Düşündükten sonra da bunu uygulama alanına koymuştur. Onlardan önce silâh yapmış, onlardan daha güçlü duruma gelmiştir. Gelende, sömürü başlamıştır… Ne var ki, sömürünün bir sınırı olmak gerek. Bilmem bilir misiniz, Akşehir'in, Sivrihisarlı olduğu söylenen bir Nasreddin Hoca'sı vardır… Öykülerini anlatırlar… Bu adam, birgün kafasına koymuştur. Merkebini, ağır ağır açlığa alıştırarak, hiç arpa vermeden yük taşıtacaktır. Yani, sömürüyü son kertesine götürecektir. Birgün bakar ki, merkep ölmüş… İşte, o ilk zorba insanlar üzerinde egemenlik kurduğu anda, hukuk doğmuştur. Neden mi? Haksızlığın olmadığı yerde, haklılar da olamaz. O zaman, hukuk'un bir gereği yoktur. Herkes eşit, herkes ürettiğinin tam karşılığını alanda, haksızlık söz konusu olamaz. Olmayanda, haklının , haksızın ayrılması gereği duyulmaz. Böyle sözcükler bile olmaz o dilde… Öyleyse, ilk hukukun başlangıcı, ilk sömürgenin ortaya çıkmasıdır… Şimdi, sorunu daha belirgin bir biçimde yürütebiliriz… Yeniden bakındı… Kalabalık, nefesini tutmuşcasına o'nu dinlemekte… Tümünün yüzlerinde besbelli bir şaşkınlığın anlamsızlığı perdelenmiş, llkez böyle şeyler duymaktalar.


halkın avukatlarının gözünden...

Ama, bilginler olsun, öğrenciler ya da öteki dinleyiciler olsun, kendilerinde soru sorma gücünü bulamamaktalar. Sürdürdü konuşmasını… - Demek ki, hukuk, ilk haksızlıkla birlikte kendinin gerekli olduğunu duyurmuştur. Öyleyse gelişmesi nice olmaktadır? Haksızlıkların artması, çeşitlenmesi, çoğalması ve sömürünün durmaksızın işlemesi ile… O zaman, her dalda, sömürünün girdiği her noktada bir haksızlık belirmektedir… Ve dahi hukuk, bu haksızlığı, insanların kabul edebileceği bir düzeye indirgemek için var olmaktadır. Nice mi? Şöyle anlatalım… Hoca'nın eşeğini alalım ele… Eğer arpayı tümden kesmeseydi Hoca, merkep bir süre daha yaşar, sömürü bir süre daha sürerdi değil mi? - Nefeslendi… Onay mırıltıları yükseldi tavana doğru. - işte hukuk da, bd akıl ödevini yürütmektedir… Sömürünün, egemen adına işlemesi ve mümkün olduğunca çoğalmasını sağlayan” bir kurallar toplamıdır… Açıkça bellidir ki, ilk hukuk, sömürgenin, sömürüsünü daha sağlam sürdürmesini sağlamak için konulmuştur. Çünkü ilk yasaklardan biri, efendinin buyruğuna kayıtsız uyulması gereğini savunur… Kayıtsız uymak, köleliğin kabul edilmesini zorunlu kılar. Ondan sonraki gelişmeler, yeni yasaklar gerektirmiştir. Köle düzeni kabul ettirilince, bu kez efendi - köle ilişkileri konusunda yasaklar başlamıştır. Örneğin, tarihin ilk çağlarında, Hititler diye bir kavim yaşamıştır Anadolu'da… Bu kavimde, Heredot'un dediğine göre, kölesiyle evlenen bir kadın toplumdan çıkarılmakta. Efendisiyle evlenen bir cariye ise, köle olarak kalmakta, çocuğun köle olmaması için kralın hazinesine dört at vermek gerekmekteydi… Bu bir hukuk kuralıdır…


Demek ki, bir başka örneğe geçiyoruz şimdi… Toplum, önce yapısını kurar, egemenler belirir, hukuk ondan sonra bu egemenlerin haksız isteklerini kurala bağlayarak haklı gösterir. Daha açık söylemek gerekirse, hukuk, egemenin haksızlıklarını haklı göstermek aracıdır. Örneğin, bir insanın ötekini öldürmesi, insanlığa aykırıdır… Ama, egemenin isteğiyle hukuk, iki insandan birini efendi, ötekini köle sayanda, efendinin köleyi öldürmesi hukuka aykırı olmamaktadır. Eski Yunan'da bu bir hukuk kuralıdır… Örnekleri çoğaltmak mümkündür. Ama, örnekler bizi asıl sorundan uzaklaştırabilir. Burda açıklamak istediğimiz, Hukukun yapısıdır. Yapanın durumunu saptayan bir niteliğin, niceliği biçimine dönüşmesidir… Hititlerde, hukuk salt Kralın egemenliğini perçinleyen bir düzenleme içindedir. Eski Yunan'la, Roma'da ise salt efendilerin egemenliğini sağlamlaştıran bir kurallar tümü… Kitle, gözlerinde beğeninin ışıklarıyla sessiz, soluksuz dinliyordu Bedreddin'i… Öğrenciler hukuk denilince, kutsal itaptaki kuralların açıklanmasından öte bir şey duymamışlardı. Oysa şimdi aralarında, değişik dinlerin inanmışları, önde gelenleri de var… Tümü dinliyorlar… Ve dinledikçe, sorunu kavrama çabasının ışığına düşüyorlar… Durmuyor Bedreddin… - Şimdi, yine bilimsel bir açıdan, dinsel hukukları inceleyelim… Ama, başından tutturduğumuz yöntemi hiç şaşırmadan… ilk dinsel hukuk, batı bilgelerinin Hammurabi yasaları dedikleri on kutsal buyruk düzenlemesidir… Ve dahi diyebiliriz ki, bu ilk on buyruk, toplumsal hukukun başlangıcı olmuştur, İlk kez, kişisel egemenliği sağlamlaştırmak yerine, kişisel varlığa öncelik tanımıştır. O dönem


halkın avukatlarının gözünden...

için, devrimdir bu… Belirlenen toplumsal egemenliği değil, özlenen düzeni savunduğu için… işte, dinsel hukukta geçerli olan budur… Yahudi dininin yasakları, sömürü düzeninin sağlamca sürdürülmesi için değil, sömürüden pay alanların çoğalması için yapılmıştır… Öldürmek yasaktır… Daha önce, efendi olmak kaydiyle özgür olduğu halde… Çalmak yasaktır… Daha önce, başkalarının mallarını çalmak kışkırtıldığı halde… Burada eski Yunan'dan bir örnek verelim yine… Ispartalı çocuklar, usta hırsızlar olarak yetiştirilirlerdi, hem de devlet tarafından, Şimdi bir düşünün… Hırsızlığın hukuk kuralı olması aklınıza yatar mı? Demek ki, düzen bunu gerektirmektedir… Evet, dinsel hukuk, egemenliği biraz daha yaymak, sömürüyü az biraz daha azaltmak için, ilk dönemin özlemleriyle başlamıştır. Tüm yetkileri, firavunların, kralların elinden alıp, daha çok insana, rahiplere de dağıtarak, egemenliğin, sömürülmüş değerlerin daha çok kişi tarafından paylaştırılmasını getirmiştir. Hristiyan hukuku, bundan bir adım daha ileridir… Köleliği kaldırmaktadır yer yüzünden… insanların, ırk, dil, din ayrılmaksızın kardeşliği kurala bağlamaktadır… Kardeşler arasında kölelik, efendilik olur mu? Demek, hukuk toplumsallık yönünden biraz daha ilerlemiştir… Ama, şurası kesindir ki, kardeşlik içinde bile ilerlemenin gereği olarak, ayrıcalıklı kişiler, zümreler doğmuştur… Örneğin senyörlerle elele veren ruhban sınıfı, toplumun sömürücüsü olmuştur. Ne var ki, bir yoksul çocuğu da ruhban sınıfına girerek, senyörlerle eşit olanaklara sahip olabilmektedir… Hristiyanlıktan sonraki İslam Hukuku ise, daha ileri bir toplumun muştusunu getirmektedir…


Örneğin, alış-verişte para kullanılmıyor ise senet söz konusu olmaktadır islam Hukukunda… Güvenilir Yazman diye adı geçen, tanıklar bulunmaktadır… Bunlar ise, ticaretin gelişmesini sağlayan bir ileriki hukuk düzeninin özlemini dile getirmektedir. Ve egemenliğin daha da çok kişi tarafından paylaşılmasını sağlamaya, yeni bir atılımın güç kaynağı olmaya yönelmektedir… Neden derseniz, bu hukuk araştırmamızı yaparken, bir nokta bilmem belirdi mi gözlerinizde… insanlık belirli aşamalardan geçmektedir. Her hukuksal aşamada ve dahi dünyanın her yerinde bu aşamaları görmek mümkündür… Ne demiştik konuşmamızın başında, ilk insanlar eşitti, ister kutsal kitaplara bakalım, ister bilimsel verilere, topluluk olmadan önce, herkes ancak kendi çabasının sonucuyla yaşamak olanağına sahiptir… Sonra, efendiler belirdi ilk zorbalar olarak. Bu zorbalarla birlikte, insanlar topluluk olmaya, toplum olmaya başladılar. Çünkü zorbanın sömüreceği insan ne denli çok, ne denli bir arada bulunursa, gücü o denli artmaktadır. Dinsel hukukun başladığı dönemde ise giderek efendilik - kölelik ortadan kalkmaktadır. Ama bu kez de, toprak sahiplerinin, ister bir senyör, isterse bir ruhban olsun egemenliği başlamaktadır. Toplumun efendileri onlardır bukez… Hristiyanlık, Yahudilikten bunu devralıp getirmektedir. Sonra İslam Hukuku, yeni bir egemenlik anlayışını belgelemektedir… Ticaret yapanın, toprak sahibine bile egemenliğinin delillerini görürsünüz bu hukukta… Demek ki, dönem ticaret sahiplerinin egemenliği dönemidir… Kurallar onların kurallarıdır… Borç alıp veresiye iş görerek sonradan yalanlamayı engellemek için, güvenilir yazmanlardan, senetlerden


halkın avukatlarının gözünden...

söz edilmektedir… Ya peki, insanlık tarihi burada kazık kakıp kalacak mıdır? Bin yıllardır sürüp gelen gelişme, duracak mıdır böylelikle?.. Biz sanmıyoruz… Egemenlik durmaksızın el değiştirmektedir. Ve geleceğin egemenliği de, hukuku da bu değişikliklere uygun olacaktır… - Göz gezdirdi yeniden kalabalığa… Dedikleri tam olmasa bile, anlaşılmıştı… Nefeslendi… - Dilerseniz, bugünlük burada, başlangıç bölümünün tartışmasıyla yetinelim. Sonra sürdürürüz söyleşimizi… Ayrıntılara iner, geleceğin hukukunu konuşuruz. Sustu… Kimse kıpırdamıyordu… Duyduklarından taş kesilmişler gibi, öyle bakıyorlardı… Ürktüler… içlerinden, bir titreme belirdi ince ince… Sonra arttı… Topluluğu saran bir nöbet haline geldi… Bir dalgalandı toplum. Yeniden duruldu bir süre sonra. Ağızlar açık, gözler duyduklarına inanmaz bir biçimde yuvalarından fırlamış, öyle kaldılar, yeniden. Bedreddin, bakışlarında sevgi ve hoşgörü, süzüyordu topluluğu… Kolay değil, insanın koşullanmalarının ötesine geçivermesi birdenbire… Yutkunuyor insanlar… Güçlükle boğazlarına sığdırdıkları bir lokmayı yutmak ister gibi… Coşkun bir öğüt fırtınasının yelinde dalgalanmaya gelmişlerdi. Dingin bir akıl duruluğunun serinliğinde yıkanınca, irkilmemek elde mi? Bekledi Bedreddin… - Topluluk birdenmiş gibi ayaklandı sonra. Ellerini göbeklerinde birleştirerek, sessiz, ama, saygıların en yücesini bağışlar gibi hafif eğilmiş durarak selamladılar Bedreddin'i…”



halkın avukatlarının gözünden...

-OKRBLMLMRDPK?OR

Kesin yoksulluk içindeki yoksullar sıraya giriyor. Yasa bugün erken uyanıyor, avukat tam vaktinde geliyor. Avukat kuyrukta kucağında bir bebek ve bir hevenk çocukla ihtiyar bir kadının beklediğini görüyor. Sıra ona geldiğinde, kadın kağıtlarını gösteriyor. Çocuklar onun torunu değil: Bu kadın otuz yaşında ve dokuz çocuğu var. Yardım istemeye gelmiş. Kadın Montevideo Dağı'nın eteklerinde bir yerde tahtadan ve tenekeden bir kulübe yapmış. Oranın kimseye ait olmadığını sanıyormuş, ama birisininmiş işte. Ve şimdi onu oradan atacaklarmış ve artık tahliye kararı dedikleri o şeyden de gelmiş. Avukat onu dinliyor. Kadının getirdiği kağıtları inceliyor. Hukuk yok, diye düşünüyor hukuk doktoru: Başını sallıyor, konuşmakta gecikiyor. Yutkunuyor ve yere bakarak şöyle diyor: -Üzgünüm bayan, ama... yapacak bir şey yok. Başını kaldırdığında, büyük kızın, ürkek yüzlü genç kızın elleriyle kulaklarını kapattığını görüyor. (Syf. 231)



- $+&% (*(*- )-,#,+) '("+,' $ &%+)'



halkın avukatlarının gözünden...

DP2KOA%OR-QMH5 Bu bölümde hukuk ve adalet üzerine farklı dergi, kitap, gazete ve benzeri kaynaklardan alıntılara yer verip, alıntıların ilgili olduğu sorun ve bu sorunların çözümüne dair devrimci bakış açısını ortaya koymaya çalışacağız. 1- “Hukuk, toplumun hakim üretim ilişkileri tarafından belirlenir” der Marx. Yani hukuk, hakim sınıfın “yasa” haline getirilmiş iradesidir. “Yasalar insanlarca yapılır. Kimse kendisine karşı yasa yapmaz. Bir yoksulun aklına 'çalmamalısın' demek gelmez. Zengin önce kendi varlığıyla hırsızı yaratır. Sonra da hırsızlara karşı yasalar yapar.” (Düzene Uygun Kafalar Nasıl Oluşturulur. E. A. Rünter Syf: 29) Yani hukuk ve yasalar, düzeni korumak içindir. Egemenler sömürü sistemini hukukla, yaptığı yasalarla meşru hale getirirler. Çünkü kapitalizmin hukuku adaletsizlik üzerine kuruludur ve sürekli adaletsizlik üretir. Adaletsizlik üzerine kurulu bir sistemde ise, “suç” ve “suçlu” hiç bitmez.” SORUN: Hukuk kendiliğinden mi oluşmuştur, doğal bir şey midir, ne işe yarar? Hukuka ulvi amaçlar yüklenebilir mi? Adalet hukukla sağlanabilir mi?


DEVRİMCİ BAKIŞ: Hukuk, toplumun maddi yaşam koşullarının yansıması olan kuralların, sınıf egemenliğinin aracı, sömürüyü gizlemenin bir yöntemi olarak kullanılmasının ürünüdür. Yani esas olan hukuk değil toplumun maddi yaşam koşullarıdır, hukuk sınıflı toplumlara özgüdür, egemen sınıfın iradesini yansıtır… Adaletin yalnızca hukukla sağlanacağı ise tam anlamıyla bir çarpıtmadır. Hukuk sınıflı toplumlara özgü olduğu, sınıf egemenliğinin aracı olduğu içindir ki sınıflar var olduğu yani sömürü var olduğu sürece hukuk da var olacaktır. Sınıfların ve sömürünün olduğu yerde ise adaletin olamayacağı açıktır. Bu anlamda, toplumsal yaşamın devamı için hukuka gerek yoktur. Adaleti hukukla sağlamak mümkün değildir. Hatta bugünkü anlamıyla hukuk ve adalet bir arada olamaz. ÇÖZÜM: Sosyalizm için mücadele edilmelidir. Çünkü sosyalizmde sınıflar ve sömürü olmayacağı için bugünkü anlamda hukuka olan ihtiyaç giderek azalacak, hatta yok olacaktır. Gerçek adalet de o zaman sağlanacaktır. Bu nedenle adalet için mücadele zorunlu olarak sosyalizm için mücadeledir. *** 2- “İşten mi atıldın? Mahkemeye git, haklılığını ispat edebilirsen işine geri dönebilirsin. Devlet evini mi yıkacak? Devletle anlaşma yoluna git, olmazsa her konuyla ilgili devletin bir mahkemesi var, git itiraz et. Devletin yasalarında hak olarak tanımlanmış olsa bile basın açıklamasına katıldın, polis seni gözaltına aldı, “kötü muamele” mi yaptı? Mahkemeye git, o polisler hakkında şikayetçi ol, mahkeme gereğini yapar.' Polis, evladını, yakınını mı kat


halkın avukatlarının gözünden...

letti? Mahkemeye git!.. Halkımıza hak aramak, hesap sormak için gösterdikleri tek adres mahkemeler. Mücadele etmek, alanlara çıkıp eylem yapmak, hak aramak, örgütlenmek, hesap sormak… Bunlar aklının ucundan bile geçmemeli. Halkın yaşadığı tüm sorunlarda yaklaşım budur. Çözüm, mahkemeye başvurmak olarak gösterilir. Yani “adil ve bağımsız “yargıya güven!” SORUN: Mahkemeler adalet aranaacak yer midir? DEVRİMCİ BAKIŞ: Bu düzenin hukukunun adaleti sağlayamayacağı, faşizmin mahkemelerinden adalet çıkmayacağı, hak ve özgürlüklerin mahkemeler eliyle kazanılmadığı gibi mahkemeler eliyle de korunamayacağı açıktır. ÇÖZÜM: Adalet de hak ve özgürlükler de yalnızca mücadele ile kazanılır. Adalet için tek yol mahkemeler değil adalet için mücadeledir, tek çözüm halkın iktidarıdır. *** 3- “Adalet nedir, bir işe yarar mı?” diye çevrenizdekilere soracak olsanız alacağınız yanıtlar, kişiden kişiye değişecek, hiçbiri ötekisi ile eşleşmeyecektir. Ama bu arada kimi kişiler de, adaletin çok işe yaradığını, özellikle de sömürünün, baskının, zulmün kılıfı işlevini gördüğünü söyleyeceklerdir! Bu nedenle, Alman hukukçusu Hans Kelsen, “Adalet Nedir? sorusu için “Başka hiçbir soru, bu kadar tutkulu bir şekilde tartışılmamış; başka hiçbir soru böylesine çok kan ve gözyaşı dökülmesine sebep olmamış ve başka hiçbir soru Eflatun'dan Kant'a en ünlü düşünürlerin yoğun ilgisine konu olmamıştır. Ancak başka hiçbir soru bugün,


diğer zamanlarda olmadığı kadar da cevapsız kalmamıştır.” diyor. (Çetin Yetkin, Adalet Hiç Varolmadı) SORUN: Adalet nedir? Ne işe yarar? Ona nasıl ulaşılır… Bu yalnızca bugünün değil bin yılların sorunudur. DEVRİMCİ BAKIŞ: Adalet sorununun yalnızca dünün değil bin yılların sorunu olmasının nedeni, insanın insan tarafından sömürülmeye başlanmasından beri çözülememiş bir sorun olmasıdır. Çünkü sömürü sorunu çözülememiştir. Bu yanıyla adalet dünün, bugünün ve geleceğin sorunudur. ÇÖZÜM: Adalet sorunun nihai çözümü ilk ve en büyük adaletsizlik olan, bütün adaletsizliklerin anası olan “insanın insan tarafından sömürülmesi”nin ortadan kaldırılmasıdır, yani sosyalizmdir. Bu nedenle adalet sorunu bugünden yarına çözülecek bir sorun değildir. Mücadelemiz sorunun nihai çözümünün sağlanacağı sosyalizmi kurma mücadelesidir. Adalet için TEK YOL DEVRİM, TEK ÇÖZÜM SOSYALİZM! *** 4- Madem “hukukun üstünlüğü”, “yargı bağımsızlığı”, “hakimlerin tarafsızlığı” aldatmaca, madem “bu düzenin mahkemelerinden adalet çıkmaz” o halde neden “adalet istiyoruz” diyoruz? Evet, bu düzenden adalet istiyoruz, ama bu düzenin adaleti sağlayamayacağını da biliyoruz. Fakat… Fakat mesele şu; bunu biz biliyoruz, kitleler bilmiyor. SORUN: Hukuki yollarla adalet mücadelesi verilebilir mi? Bu mücadeleden sonuç alınabilir mi? Düzenin mahkemelerinden adalet çıkar mı?


halkın avukatlarının gözünden...

DEVRİMCİ BAKIŞ: Hayır, düzenin mahkemelerinden adalet çıkmaz. Fakat “Tavşan dağa küsmüş, dağın haberi olmamış” sözünde olduğu gibi bunu söylemek tek başına hiçbir anlam ifade etmez. Çünkü adalet sorunun asıl muhatabı olan halka onlarca yıldır adaletin mahkemelerde aranacağı, mahkemelerin adalet kapısı olduğu anlatılmış, halkın çoğunluğu buna inandırılmıştır. Bu nedenle, bu düzenin mahkemelerinden adalet çıkmayacağını kitleler bizzat kendi pratikleri içinde görmelidir. Bunun yolu da adalet mücadelesidir. Bu mücadele, burjuva hukuk ve adaletin kitlelerin gözüne çektiği “eşitlik” perdesinin yırtılacağı bir mücadeledir. ÇÖZÜM: Haklar ve özgürlükler mücadelesinin bir parçası olarak adalet isteğiyle bir mücadele sürdürülebilir, sürdürülmelidir. Bu gerekli ve zorunludur. Bu çerçevede hukuki yol ve yöntemler örneğin mahkemeler de kullanılabilir. Ancak bu mücadele asıl olarak kitlelere bu düzenin mahkemelerinden adalet çıkmayacağını, adalet için bu düzenin değişmesi gerektiğini göstermeli, buna hizmet etmelidir. Başka bir ifade ile; evet, mahkemeye de başvuracağız, ama sadece oraya güvenmeyeceğiz. Mahkemeler mücadelenin, adaletsizliği teşhir etmenin bir aracıdır… Düzen ve onun mahkemeleri teşhir olmaktan, halkların dayanışmayı büyütmesinden korkar. Bazen sırf bunu önlemek için olumlu kararlar da çıkabilir. Yani teşhir amaçlı yürüttüğümüz bu mücadeleyle istediğimiz sonucu da elde edebiliriz ama bu nihai çözüm değildir, geçici ve talidir. Esas olan, nihai çözüm halkın iktidarının kurulması, halkın çıkarları için şekillenen hukukun yaratılmasıdır. ***


5- Gerek hukuki alanda, gerekse de ekonomik, kültürel diğer alanlardaki adaletsizlik, kitlelerin memnuniyetsizliklerinin en temel kaynağıdır. Dolayısıyla adalet isteği, her devrim mücadelesinin temel taleplerinden biri olmuştur.

SORUN: Adalet sorunu bizim için neden bu kadar önemlidir. Neden önemsemeliyiz? DEVRİMCİ BAKIŞ: Açlık ve adaletsizlik binyıllardır ezilen, sömürülen halkların en büyük sorunudur. Toplumlar tarihi boyunca ezilenlerin, sömürülenlerin gerçekleştirdiği bütün halk hareketlerinin temelinde açlık ve adaletsizlik vardır. Bugün de açlık ve adaletsizlik, yeni sömürge ülkelerde devrimin iki temel dinamiğidir. ÇÖZÜM: Açlığa ve adaletsizliğe mahkum edilen milyonlara, açlığın ve adaletsizliğin kader olmadığını, birlikte, örgütlü mücadele ile, halkın iktidarını kurarak bu kaderin değiştirilebileceğini anlatmalı, ikna etmeli ve onları mücadeleye katmalıyız. *** 6- “ADALET için mücadele, şimdi her zamankinden önemli ve her zamankinden zorunludur” Çünkü adalet sorunu devrim sorunudur. Ve krizin derinleşmesini sağlayan adaletsizliğe duyulan tepkidir. Yine bu adaletsizlik devrimci durumun sağlandığı bu anda sisteme öldürücü darbeler vuracak güçlerin temel sebebidir. O, işsizliği de açlığı da yozlaşmayı da cehaleti de tanımlayan, niteleyendir. Eğer adalet mücadelesini düzenin yargı sistemi ile sınırlı şekilde ele alırsak adaletin önemini anlatamayız. Adalet mücadelesini sosyalizm mücadelesinin ayrıl


halkın avukatlarının gözünden...

maz bir parçası olarak algılamalı ve öyle anlatmalıyız.” SORUN: Adalet ve adaletsizlik yalnızca mahkemelerde verilen kararlarla ilgili midir? DEVRİMCİ BAKIŞ: Hayır, adalet de adaletsizlik de yalnızca mahkeme kararlarıyla ilgili değildir. Çünkü adalet sorunu sanıldığı gibi hukukla ilgili bir sorun değildir. Asıl olarak sömürüyle ilgilidir ve hukuk yalnızca adaletsizliği gizlemenin bir aracıdır, bir perde işlevi görür. ÇÖZÜM: Adalet mücadelesini genel devrim mücadelesinin bir parçası olarak el almalı, mahkemeleri aşan bir mücadele pratiği haline getirmeliyiz. *** 7- Burjuvazi, hukuku kendi yaptığı için, 'hukuka uygun olan her şey meşrudur' diye savunur. Oysa, hukuka uygun olan her şey meşru değildir. Sömürü, hukuka uygundur ama meşru değildir. Oligarşinin infazlarının bir kısmı da kendi hukukuna uygundur, ama meşru değildir. Halkı meydanlarda coplaması da kendi hukukuna uydurulmuş olabilir, ama bu meşruluğunu getirmez… Sadece faşizmin olduğu ülkeler açısından değil, burjuva demokratik hukukun geçerli olduğu ülkeler için de “hukuk devleti” olmak, haklılık ve meşruluk değildir. SORUN: Meşruluğun ölçütü hukuka uygunluk olabilir mi? DEVRİMCİ BAKIŞ: Hayır, olamaz. Bir şeyin hukuka uygun olması onun meşru olduğu anlamına gelmez. Bizim için meşruluğun ölçütü yasallık, hukuka uygunluk değil tarihsel ve siyasal olarak haklılıktır.


ÇÖZÜM: Biz haklıyız, çünkü biz halkız. Biz haklı ve meşruyuz çünkü açlığa, adaletsizliğe, zulme, sömürüye uğruyoruz. Böyle bakmalı, meşruluğumuza inanarak mücadele etmeliyiz. *** 8- Faşizm sık sık kendi hukukunu da çiğneyen bir rejimdir. Faşizm, kendi hukukuna uygun davrandığında da, bizim onu “hukuk devleti” diye meşrulaştırmamız söz konusu değildir. Çünkü biz zaten o hukukun kendisine karşı çıkıyoruz. Demek ki “hukuk devleti” kavramının kendisinde bir aldatmaca, bir çarpıtma saklıdır. Biz “hukuk devleti” savunucusu değiliz. Bu kavram, esasen burjuvazinin kendi düzenini meşrulaştırmak için kullandığı içi boş bir kavramdır. SORUN: Bir devletin hukuk devleti olması, kendini hukuka bağlı görmesi, hukuka uygun hareket etmesi onu meşru hale getirir mi? DEVRİMCİ BAKIŞ: Hayır, getirmez. Hukuk devleti kavramı bize ait bir kavram değildir. Bir devletin hukuk devleti olması halk güçleri açısından belirleyici olamaz. Çünkü “devletin uymak zorunda olduğu, devleti bağlayıcı nitelikte olduğu” iddia edilen hukuk da burjuva hukukudur yani hukuku yaratanla devletin sahibi aynı güçtür, egemen sınıftır. ÇÖZÜM: Burjvaziye ait hukuk devleti için değil halkın hukukunu yaratmak, halkın iktidarını kurmak için mücadele etmeliyiz. ***


halkın avukatlarının gözünden...

9- “Toplumlar tarihi boyunca hep azınlık konumunda olan sömürücü-egemen sınıflar, kendi sömürü düzenlerini devam ettirebilmek için çoğunluğu oluşturan tüm halk kesimlerini sistemlerinin meşruluğuna inandırmaya çalışırlar. Çünkü çoğunluğu sadece baskı ve zor ile denetim altında tutmak, sömürüyü bu şekilde devam ettirmek her zaman mümkün değildir. Bu nedenle azınlığın çoğunluğu yönetebilmesi, sömürü sistemini devam ettirebilmesi için çoğunluğun düzenin mevcut haliyle devam etmesi konusunda ikna edilmesi, çoğunluğun azınlığa tabi kılınması gerekmektedir. İşte hukuk da diğer ideolojik propaganda araçlarıyla birlikte bunu sağlamanın bir aracıdır. Yani hukuk sömürü sisteminin devamına, ezilen çoğunluğun sömüren azınlığa tabi olmasına ilişkin çoğunluğu yani halkı ikna etme, razı etme aracıdır” SORUN: Hukuk, yasalar ne işe yarar? Halkın haklarını güvenceye almak için midir? DEVRİMCİ BAKIŞ: Hukukun temel işlevi hakları tespit etmek, güvenceye almak değil, kendi niteliğini ve bir sınıfın çıkarlarını koruduğunu gizlemektir. Böylece koruduğu çıkarların, sömürünün meşru olduğuna halkı inandırır ve düzenin devamını sağlar. ÇÖZÜM: Egemen hukuk halkı açlık, yoksulluk, sömürü düzenin devamına ikna ediyorsa biz de halkı bu düzenin böyle devam edemeyeceğine ikna etmek için halkın çıkarlarını esas alan bir hukuku, halkın hukukunu yaratmalı ve halka bunu benimsetmeliyiz. *** 10- Sınıf egemenliğinin bir aracı olarak hukukun or


taya çıkışıyla devlet kavramının ortaya çıkışı neredeyse eş zamanlıdır. Çünkü hukuk, ML (Marksist-Leninist) bakışa göre, “egemen sınıfın yasallaştırılmış iradesi”dir. Devlet de egemen sınıfın bu iradesini yansıtan buyruk, emirname, kanunname, yasa, yönetmelik, tüzük, genelge gibi yazılı veya yazısız kuralları koyan ve bunları diğer sınıfa ya da sınıflara kabul ettirmeye, kendi hukukunu uygulatmaya yarayan bir araçtır. SORUN: Devlet herkesin devleti, hukuk herkesin hukuku olabilir mi? Devlete karşı hukuk veya hukuka karşı devlet… Aralarında bir tercih yapabilir miyiz? DEVRİMCİ BAKIŞ: Hayır, yapamayız. Çünkü hukuk da devlet de özünde aynı şeye hizmet eder: Egemen sınıfın çıkarını korumaya, onların halkı açlığa, yoksulluğa mahkum eden, alınterini sömüren, onlara zulmeden bu düzenin devamını sağlamaya yarar. ÇÖZÜM: Sömürücü asalakların değil halkın iradesini yansıtan hukuku ve halkın çıkarlarını esas alan devleti yani halkın iktidarını kurmak, sosyalizmi inşaa etmek için mücadele etmeliyiz. *** 11- Hukukun özelliği, konulan biçimsel bir kuralın genellikle varolan gelenekleri kapsaması ve toplumun üyelerinin de artık gelenekleri değil de hukuk kurallarını yönlendirici olarak kabul etmeleridir. Böylece egemen ideoloji, hukuk yoluyla, kendini ahlak kurallarının, gelenek-göreneklere dayanan toplumsal kuralların yerine koyarak “sezdirmeden” meşruluğunu kabul ettirir, üstünlük kurar… Bu şekilde hukuka uygun olan meşru hale gelmiş


halkın avukatlarının gözünden...

olur. SORUN: Meşruluk nedir? Hukuka uygun olan her şey meşru mudur? DEVRİMCİ BAKIŞ: Meşruluk, hukuka uygunluk değildir. Meşruluk doğruluk, haklılık, hakka uygunluktur. Meşru olan hukuka uygun olabilir veya olmayabilir. Bu meşruluğu etkilemez. Aynı şekilde hukuka uygun olan da meşru olmayabillir. Hukuka uygun olma onun meşruluğunu sağlamaz. Örneğin patronun işçinin emeğini sömürmesi hukuka uygundur, ama bunun meşru olduğunu, burjuvazi dahil, hiç kimse savunamaz. Bu nedenle burjuvazi yasalarına emek sömürüsünü açıkça yazmaz, yasalarını emek sömürüsünü gizleyecek şekilde oluşturur. ÇÖZÜM: Meşruluğumuzun ölçütünü hukuka uygun olma değil haklı olma; hakka, adalate uygunluk olarak kavramalıyız. Kendimizi yasallıkla sınırlamamalı, adalete uygun olan neyse, meşru olan neyse ona uygun davranmalıyız. *** 12- “Yasalarda yazılana bakılarak eşitliğin olduğunu söyleyemeyiz. Ya da yasalarda yazılanların birer hak olduğunu söyleyemeyiz. Örneğin bugün burjuva hukkunda herkesin “seyahat özgürlüğü” var, “eğitim ve sağlık hakkı” var, “tatil ve dinlenme hakkı” var. Ama bu hakları kullanabilmek için belli bir maddi gücün olması gerekir. Yani parası olmayan için bu hakların hiçbir önemi yoktur. Bunun anlamı, emekçi halkımız bunları kullanamamaktadır. Tüm bunlar yine burjuvazinin temsilcilerine haktır.” SORUN: Yasalarda var olan haklar, onlara gerçekten


sahip olduğumuz anlamına gelir mi? DEVRİMCİ BAKIŞ: Hayır, gelmez. Kapitalist düzende gerçek anlamda hak ve özgürlük yoktur, olamaz. Çünkü kapitalist düzende eğitim hakkı da sağlık hakkı da seyahat özgürlüğü de ancak parası olan için geçerlidir. ÇÖZÜM: Parası olmayanın haklardan yararlanamadığı, parası olmayan için özgürlüğün ancak sözde var olduğu kapitalizmi ait olduğu yere, tarihin çöplüğüne göndermek ve bütün bu haklardan gerçekten herkesin yararlanacağı sosyalist bir dünya kurmaktır. *** 13- “Kapitalist sistemde hukuk sisteminin yaratıcılığını ve savunuculuğunu burjuvazi yapmıştır. Buradan bakıldığında bile hukuk önünde herkesin eşit olmadığı anlaşılır. Çünkü burjuvazi kendi çıkarları doğrultusunda hukuk sistemini yaratmıştır. Çıkarları çatışan sınıfların ortak olarak benimseyebilecekleri hukuk kuralları olamaz.” SORUN: Hukuk sınıflar üstü müdür? Halkın çıkarlarını gözetir mi? DEVRİMCİ BAKIŞ: Sömürüye dayanan her sistemde, yasalar ve kurumları sömürücü egemenlerin çıkarlarına göre belirlenir, dolayısıyla hukuk ve adalet de buna göre şekillenir. Bütün sınıflı toplumlarda hukuk egemen sınıfın çıkarlarını korur. Yani halkın çıkarlarını koruyacak bir hukuk yoktur. ÇÖZÜM: Halkın çıkarlarını koruyacak hukuk ancak demokratik halk iktidarında ve onun ilerleyen aşaması sosyalizmde mümkündür. Bunun için öncelikle demokratik


halkın avukatlarının gözünden...

halk iktidarı kurulmalıdır. *** 14- “Her halde dünyada bir hak vardır. Ve hak kuvvetin üstündedir. Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı isimli eserinde “Araştırmalarım, devlet biçimleri kadar hukuki ilişkilerin de ne kendilerinden, ne de iddia edildiği gibi insan zihninin genel evriminden anlaşılamayacağı, tam tersine, bu ilişkilerin kökenlerinin Hegel’in 18. yüzyıl İngiliz ve Fransız düşünürlerinin örneğine uyarak ‘sivil toplum’ adı altında topladığı maddi varlık koşullarında bulundukları… sonucuna ulaştı.” demiştir. Nitekim, Marks bu sonuca ulaştıktan sonra, hukuk üzerine araştırmalarına devam etmez, çünkü o bir sonuçtur, araştırmalarını o sonucu yaratan esas kaynağa, yani üretim ilişkileri üzerinde yoğunlaştırır. Ve toplumları böylece çözümler.” SORUN: Hukuk nereden doğmuştur? İnsan düşüncesinden doğan ideal kurallar bütünü müdür? Bu kuralları değiştirerek toplumları değiştirmek mümkün müdür?.. DEVRİMCİ BAKIŞ: Hukuk toplumun maddi yaşamından doğmuştur. Yani hukuku belirleyen idealler, niyetler değil toplumun maddi yaşam koşullarıdır, üretim ilişkileridir. Bu nedenle herhangi bir toplumu, yasalarını değiştirerek değiştirmek, düzeltmek mümkün değildir. Veya başka bir şekilde ifade edersek; insanlığın, toplumun gelişimi, hukukun gelişimiyle sağlanmaz. ÇÖZÜM: Toplumun maddi gerçeğine uygun bir hukuk sistemi kurulmalıdır. Eğer kurulmazsa ki bu düzende mümkün değildir o zaman hukuk ve maddi gerçek hemen birbiriyle çelişmeye başlar. Devrimcinin görevi de


bu çelişkinin üzerine gitmek ve onu açığa çıkarmaktır. *** 15- “Sömürü düzenleri adaletin olmadığı düzenlerdir. Köleci sistemin adaletsizliği, üretim ilişkilerinin köle emeğinin sömürüsü üzerine şekillendirilmiş olmasından kaynaklanır. Aynı durum, diğer sömürü düzenleri olan feodal ve kapitalist sistem için de geçerlidir. Feodal sisteminin adaletsiz olmasının temeli, feodal beylerin serflerin emeğini sömürmesi üzerine kurulmuş feodal üretim ilişkileri; kapitalist sistemin temel adaletsizliği ise, burjuvazinin proletaryanın emeğini sömürmesi üzerine kurulmuş olan kapitalist üretim ilişkileridir.” SORUN: Sömürünün devam ettiği koşullarda adaletin sağlanması mümkün müdür? DEVRİMCİ BAKIŞ: Hayır, mümkün değildir. Gerçek adalet sömürünün olmadığı koşullarda, sınıfsız ve sömürüsüz toplumda mümkündür. ÇÖZÜM: Gerçek adalet için bunun maddi koşullarının yaratıldığı demokratik halk iktidarı için, sınıfsız, sömürüsüz bir toplum için yani sosyalizm için mücadele etmeliyiz. *** 16- “Hukuk burjuvazinin elinde oyuncaktır. Istediğinde ortaya çıkarır istemediğinde faşizmin zoruyla bastırır. Yine bir sosyolog olan Duguit şöyle der: “Devlet hukuka ancak istediği için, istediği zaman ve istediği ölçüde boyun eğiyorsa, aslinda hiç boyun eğmiyordur…” Ve haklıdır Duguit. Söz konusu ezilen, sömürülen halk olduğunda burju


halkın avukatlarının gözünden...

vaziden adalet beklemek hayal görmek demektir.” SORUN: Kendi koyduğu hukuka bile uymayan bir devletten, o devletin mahkemelerinden adalet beklemek doğru mudur? DEVRİMCİ BAKIŞ: Hayır, doğru değildir, yanlıştır. Ancak bu, “adalet mücadelesi”nin gereksiz olduğu anlamına gelmez. Bugün adalet mücadelesi, bu düzende adaletin sağlanamayacağını teşhir etmek bakımından, demokratik mücadelenin bir parçası olarak, gerekli ve zorunludur. ÇÖZÜM: Adaleti sağlamak, adalete ulaşmak için tek yol, adaletsizlik üreten bu düzene karşı mücadele etmektir. *** 17- “Burjuva düzeninin köleleri, efendilerine karşı başkaldırdıkları zaman, bu düzenin uygarlık ve adaleti, tüyler ürpertici iç yüzü ile gözler önüne serilir. Bu gibi durumlarda, sözü geçen uygarlık ve adalet de bütün peçelerini yüzünden atmış bir vahşet ve yasa tanımaz intikam görünümüyle su üstüne çıkar. Zenginliğe el koyanlarla üreticiler arasındaki sınıf mücadelesinde patlak veren her yeni bunalımda bu olgu gitgide daha açık seçik biçimde belirir.” MARX: Fransa'da İç Savaş (MEAS I, 442) SORUN: Burjuva düzeninin adaletinin niteliği nedir? Bu adalet karşısında herkes eşit midir? DEVRİMCİ BAKIŞ: Her sınıflı toplumda hukuk da adalet de zorunlu olarak sınıfsaldır. Hukuk egemen sınıfın, kapitalist sistemde burjuvazinin çıkarlarını korur. Bu çıkarlara aykırı her hareketi en ağır şekilde cezalandırır.


ÇÖZÜM: Sınıflar ortadan kalkacağı için bugünkü anlamda hukuka, yargıya (giderek daha fazla biçimde) ihtiyacın kalmayacağı sosyalist bir toplumu kurmak için mücadele etmeliyiz. Ancak bugünden halkın hukukunu yaratabilir ve uygulayabiliriz, bunun örneklerini çoğaltabiliriz. *** 18- “İlk zorba, insanlar üzerinde egemenlik kurduğu anda, hukuk doğmuştur. Neden mi? Haksızlığın olmadığı yerde haklılar da olmaz. O zaman hukukun bir gereği yoktur… Öyleyse ilk hukukun başlangıcı, ilk sömürgenin ortaya çıkmasıdır…” (Erol Toy, Azap Ortakları) SORUN: Hukuk nasıl ve neden doğmuştur? Adaletsizlikle-haksızlıkla aralarında nasıl bir ilişki vardır? DEVRİMCİ BAKIŞ: Bütün olanaklar zorbanın elinde olduğundan fiziksel olarak güçlü olsa da, haksız ve adaletsiz olduğundan güvensizdir. Güvensizliği güçsüzlüğüdür, güçsüzlüğünü gizlemek için, baskı zorun yanında yalanların arkasına saklanır, hukuku bunun için kullanır. ÇÖZÜM: Zorbaların insanlar üzerindeki egemenliğine, insanın insanı sömürmesine son verip haksızlıkları ortadan kaldırıp hukuku da yeniden tarihin çöplüğüne göndermek için mücadele etmeliyiz. *** 19- “Sınıf devletinin çizgileri adalet sorununda net olarak belli olurlar. İlkin şunu kaydedelim ki, adalet verilmez, teslim edilmez, burjuvazi tarafından satılır: teorik olarak parasız olan adalet, gene de ancak bir davanın


halkın avukatlarının gözünden...

giderlerini üzerine alabilecek kimselere verilir; bir emekçi, bir iş kazası için nasıl zarar-ziyan tazminatı elde edebilir? Bir idari eşitsizliğe karşı, devlet konseyinden nasıl yardım isteyebilir?” SORUN: Adaletle zenginlik arasında, adaletle sınıfsal konum arasında nasıl bir ilişki vardır? DEVRİMCİ BAKIŞ: “burjuvazinin adaleti” de her şey gibi parası olana vardır. Paran kadar sağlık, paran kadar eğitim ve nihayet paran kadar adalet… Parası olmayanın burjuva hukukunun sınırları içinde bile adalete ulaşması mümkün değildir. Bu düzende gerçek adalet zaten hayaldir. ÇÖZÜM: Gerçek adaleti sağlamanın yolu, “paran kadar adalet” düzenine son verileceği, hukukun bir avuç asalak burjuvanın değil halkın çıkarlarına hizmet edeceği sosyalizmin kurulmasıdır. *** 20- “Adalet, ta burjuvazinin ilk zamanlarına kadar giden ve halk yığınlarınca anlaşılmaz olan bir ifadeyle dağıtılır. En sonu ve özellikle adaleti yöneten ilkeler, mülkiyetin, sermayenin savunulması üzerine kurulu burjuva hukukun ilkeleridir; kişisel malları çalanlara, hırsızlara karşı yapılan önleme ve bastırma, sömürücülerine karşı savaşım veren emekçilere karşı baskıya bir özür oluşturur; siyasal işlerde burjuva devletin yüksek yargıçlar üzerindeki baskı araçları, kendilerine karşı şantajdan, kışkırtıcı ajanların yaptıkları, zarzor maskelenebilen tehditlere kadar çok çeşitlidir; hatta cinayetler konusunda bile, burjuva ideolojisinin, bunları, cinayetin bahtsız bir düşkün ya da bir ‘şerefli’ ailenin çocuğu


tarafından işlenişine göre çok farklı biçimde değerlendirdiği bilinen bir şeydir: en sonu çöküş halindeki burjuvazinin ahlakça düşüşü, adaleti, pratik bakımdan, toplumun ‘yüksek’ çevrelerinin soygununu yapan büyük işler peşindeki kaçakçı, karaborsacı ve gangsterleri karşısında güçsüz bir hale getirir.” (G. Politzer Felsefenin temel ilkeleri, Syf: 469) SORUN: Burjuva hukukunun adaleti, halka adalet verebilir mi? DEVRİMCİ BAKIŞ: Hayır, veremez. Bu düzen halkın hakkını yok etmiş, bütün hak arama yollarının karşısına zorbalıkla çıkmıştır. Halk her konuda adaletsiz bırakılmıştır ve bırakılmaktadır. Sürekli adaletsizlik üreten bu düzen yıkılana kadar da böyle olacaktır. ÇÖZÜM: Halktan yana hukukçular ve emekçi halk, oligarşinin bu dayatmalarına boyun eğmemelidir. Beynimize, düşüncelerimize ve adalet isteğimize vurulmak istenen bu zinciri kırmak, adaleti kendi ellerimizle sağlamak en meşru haktır.




- $+&% (*(*- )-,#,+) -& )'!"), , $ & -* ,#,"- ! ) )-$ #) ! +)'



halkın avukatlarının gözünden...

'$DE9F CE: 1- Babam dünyanın en güçlü adamıydı. Bir ekmeği hepimize bölebiliyordu. (Yılmaz Güney) Anlamı: Adaletli olmak büyük bir güçtür. 2- İyi olmak kolaydır, zor olan adil olmaktır. (VICTOR HUGO) 3- Adaletsizliği işleyen, çekenden daha sefildir. (Eflatun) 4- Adalet topaldır, ağır yürür fakat gideceği yere er geç varır. (Mirabeau) 5- Adalet kutup yıldızı gibi yerinde durur ve geri kalan her şey onun etrafında döner. (Konfüçyus) 6- Bir tek kişiye yapılan haksızlık, bütün topluluğa yönelmiş bir tehdittir. (Montesquieu) 7- Bir rejim, halkın adalete inanmaz bir hale geldiği noktaya gelince o rejim mahkum olmuştur. (Montesquieu) 8- Adalet…Onurlu yaşamak, başkasına zarar vermemek, herkese kendine ait olanı vermek. (Ulpianus) 9- Kaplan adamı öldürmek isterse adı vahşilik, adam kaplanı öldürmek isterse adı spor olur. Suç ile adalet arasındaki fark da bundan büyük değildir. (George Bernard Shaw) 10- Adalet taksimcidir, bölüşülecek şeyleri o bölüştü


rür… fakat şaşılacak şey şu ki bunda ne cebir vardır ne de zulüm! (Mevlâna) 11-Yasalar fakiri ezer ve zenginler ise yasaları yönetir. (Oliver Goldsmith) 12- “Bu ülkede adalet yok! Hava, su, ekmek olmadan yaşanmayacağı gibi, adaletsiz de yaşanmaz!..” Erdal DALGIÇ 13- “Devrimcilik, fedakarlık değil, tarihsel bir zorunluluktur. Biz bu işi yapmazsak, yapan birileri çıkacaktır. Sömürünün, açlığın, adaletsizliğin olduğu yerde, devrimcilik zorunluluktur.” Niyazi AYDIN 14- “Zulmün, açlığın, yoksulluğun ve adaletsizliğin; halkın üzerinde bir karabasan gibi çöktüğü bir ülkede, haksızlıklara, adaletsizliğe karşı olmak, özgür ve adaletli bir düzen istemek, hele hele bunun kavgasını vermek, bedelini göze almayı gerektiren bir iştir.” Serdar DEMİREL 15- “Hangi şart ve koşulda olursanız olun; eylemde, düşüncede, savaşta, çevrenize karşı sabırlı, soğukkanlı ve adaletli olacaksınız…” Dursun KARATAŞ


halkın avukatlarının gözünden...

J3J='$CE:F 1- Bir memleket yalnız adaletle ebedileşir, adaletsizlikle yıkılır. Alman Atasözü - Ülkeniz adaletle yönetiliyorsa o zaman sonsuza kadar ayakta kalır, yıkılmaz. Ama sömürücüyse, adaletsizse yok olmak zorundadır! 2- Adaletsiz bir memleket, güneşsiz bir dünyaya benzer. Arap Atasözü - Eğer Adalet yoksa ne anlamı var güneşin, çünkü adalet yoksa zaten güneşi de göremezsiniz. Hep karanlıktır her yan. 3- 'Eğer ruhta sevginin ışığı olursa, insanda güzellik olur. Eğer insanda güzellik olursa, evde uyum ve yardımlaşma olur. Eğer evde uyum ve yardımlaşma olursa, ülkede düzen ve adalet olur. Ve eğer ülkede düzen ve adalet olursa, dünyada sulh ve barış olur.’


4- Size yapılan kötülüğü adaletle, size yapılan iyiliği ise iyilikle mükâfatlandırın. Çin Atasözü - Yapılan işkencelerin, katliamların hesabını sorun. Yine iyi ve ileri olan herşeyi ödüllendirin. 5- Güç geldi ve adalet gitti. Gürcü Atasözü - Emperyalistler var olduğundan bugüne adalet yoktur dünyada! 6- Adalet korkusu, usluluğun başlangıcıdır. - Tayyip Erdoğan’ın korkusu gibi örneğin! Uslu durmayı öğrenecek. 7- Cömert olmadan evvel adaletli olun. Japon Atasözü - Önemli olan elindekini vermek değildir, onu adaletli paylaştırmaktır… 8- Adalet, bilenmiş kılıçtan daha keskindir… - Adaletin cezasından korkun! 9- Cezalandırmazsanız, siz de adaletsizlikten suçlu olursunuz. Latin Atasözü


halkın avukatlarının gözünden...

- Eğer yapılan her adaletsizliğin hesabını sormazsanız siz de suç ortağı olursunuz. Bilerek ve isteyerek! 10- Geciken adalet, adaletsizlik getirir. Macar Atasözü - Eğer adaleti yerine getirmezsen bunun adı adaletsizlik olur. Geciktikce başka adaletsizliklerin yolunu açarsın. 11- Adalet ile zulüm bir yerde barınmaz. Bu iki şey tamamen birbirinin karşıtıdır. Hak, hukuk ve doğruluğun bulunduğu yerde zulüm olamaz, zalimler bulunamaz. Zulmün bulunduğu yerde ise hak yeme, sömürü, eğrilik, azgınlık vardır ve orada da ne adalet ne de adil vardır. 12- Zulüm ile abad olanın ahiri berbat olur 13- Adalet olmayınca bir yerde, insan düşer o yerde her derde 14- Rüşvet kapıdan girince adalet pencereden kaçar 15- Dünya yıkılsa da bırak adalet yerini bulsun. (Fiat justitia, pereat mundus) Latin atasözü



- $+&% ', +,'+, ,+* "-, (*, +,'



























Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.