Savunma Taarruzda

Page 1

savunma taarruzda halkın tutsak avukatlarının kaleminden...

Halkın Avukatlığını yaptığı için tutsak edilen yargılama adı altında oynanan oyunla 159 yıl cezaya çarpıtırılan Halkın Avukatlarıyız biz. Halkımızın adalet özlemine ses olduğumuz adalet uğruna savaştığımız için tutsağız. Ve artık faşizmin hukuksuzluğuna adaletsizliğine karşı “SAVUNMA DEĞIL TAARRUZ ZAMANI” diyoruz.


MERHABA Halkın avukatları olarak yeni bir yayınla karşınızdayız. Heyecanlıyız. Heyecanımız bir ilki daha yaratmamızdan, 30 yıllık geleneğimize yeni bir halka eklememizden kaynaklanıyor. Evet, bir ilki daha yaratıyoruz. Benzerlerinden farklı bir mesleki-siyasi dergiyi sizlerle buluşturuyoruz. Dergimiz, iki açıdan benzerlerinden farklı. Birincisi; dergimizin tüm yazarları tutsak halkın avukatlarından, devrimci avukatlardan oluşuyor. Yani farkımız kimliğimizdir. Kim olduğumuz sorusunun cevabıdır. Halkın avukatlığını yaptığı için tutsak edilen, yargılama adı altında oynanan oyunla 159 yıl cezaya çarpıtırılan halkın avukatlarıyız biz. Halkımıza gerçekleri anlattığımız, faşizmin hukukunun-hukuksuzluğunun ne mene bir şey olduğunu gösterdiğimiz için tutsağız. Bu hukuksuzluğa boyun eğmediğimiz için tutsağız. Faşizmin yargısının, mahkemelerinin halkın adalet özlemine cevap vermek şöyle dursun, adaletsizliğin temel taşı olduğunu gösterdiğimiz için tutsağız... Halkın adalet talebini savunduğumuz için tutsağız... Soma’da katledilen 301 madencinin, geride bıraktıkları eşlerin, anaların, babaların ve yetim kalan çocuklarının adalet özlemini savunduğumuz için tutsağız. 15’inde soldurulan bir fidanın, Berkin’in ve devlet tarafından katledilip adaletsizliğe mahkum edilenlerin avukatı olduğumuz için tutsağız. Ülkeyi ve halkımızı mahkum etmek istedikleri karanlığı direnişiyle aydınlatan Nuriye ve Semih’in avukatlığını yaptığımız, dahası onlar gibi direndiğimiz için tutsağız... Hepsi bizim için onur olan o kadar

çok neden, o kadar çok suç var ki tutsaklığımız için, saymakla bitmez. Dergimizi farklı yapan ikinci nokta ise ele alacağımız konulara bakış açımız. Hukuki konuları da -olabildiğincebize dayatılan hukuk kalıbının dışında, Marks’ın “dar hukukçu bakışı” olarak tarif ettiği bakışın dışında hatta ona karşı olarak, sınıfsal bakış açısıyla ele almayı ilke olarak önünümüze koyuyoruz. Kendimizi ne faşizmin hukukuyla, ne bu hukukun bize çizdiği çerçeveyle sınırlamadan, kendimizi bu cendereye hapsetmeden tüm gücümüzle taarruza geçiyoruz. “Artık savunma değil taarruz zamanıdır” diyoruz. Çünkü faşizm karşısında savunmada olmak halkın devrimci avukatlarına yakışmaz. Bu yüzden faşizmin mahkemelerini de hukukunu da tanımıyoruz ve bu hukuku yerle bir edeceğimizi bir kez daha ilan ediyoruz. Dergimiz, faşizmle, faşizmin hukukuyla olan işte bu savaşımızın bir mevzisi olarak yayına başlıyor. Dergimiz; 30 yıllık geleneğimize eklediğimiz yeni bir halka yeni bir mevziidir. Bu mevzide; halkın avukatları olarak, halkın avukatlığını yapmaya devam edeceğiz. Halkımızı açlığa, yoksulluğa, adaletsizliğe mahkum eden bu sömürü ve zulüm düzenine karşı; halkımızın adalet özlemine dergimizme de ses olmak için yola çıkıyoruz. Yolumuz uzun ve zorlu. Ama bir o kadar da onurlu. Biliyoruz ki, bu yolun sonunda bizi güzel günler bekliyor. Ve inanıyoruz ki, varılacak yere kan ter içinde de olsa varılacak! Bu inançla yeniden merhaba!


mektup HAPİSHANEDE HASTALANAN AV. BARKIN TİMTİK HASTA TUTSAKLIĞI ANLATIYOR Sevgili avukatlarım, Sevgili büro emekçileri, Hepinizi olanca sevgim ve hasretimle kucaklarım. Epeyce zaman oldu size yazmayalı. Nazım’ın avukatına yazdığı şiirinde dediği gibi, ‘’İyi günümde çok el uzanır bana, kötü günümde bana uzanan dost eli, nasılsın?” Evet, farkındayım, dizeler böyle değildi. Ama anlamı böyleydi. Avukat zorlu sıkıntılı günlerin dostu, dert ortağıdır. Güçsüzün, ezilenin, halkın yol arkadaşıdır. Bunu, kendin avukat olsan da, tutsak olduğunda, hele bir de hasta tutsak olduğunda çok daha iyi anlıyorsun. Size teşekkür etmeli miyim sevgili dostlarım? Evet biliyorum, elbette görevinizi yaptınız. Ve hayır sadece ‘görev’ tanımına sığdırılamayacak bir incelikle, sahiplenmeyle, sevgiyle, bir devrimcinin sabrı ve ısrarıyla. HHB’nin bize öğrettiği gibi yani, yaptınız işinizi. Varlığınızla, çalışmalarınızla gurur duyduğumu büromuzun geleneğine uygun davranışlarınızın, biz özgür tutsaklar üzerindeki etkilerinin farkında olarak mesleği icra edişinizi takdir ettiğimi bilmenizi istedim. Herbirinizin verdiği, en küçük işin emeğini bile yüreğimde sevgiyle, saygıyla taşıdığımı bilin, ve bilin ki bu emek, saygı ve sevgi omuzlarımda, ka-

famda, yüreğimde taşıdığım değerli bir sorumluluktur. Dedim ya devrimci avukatlıktan tutsak, tutsakken hasta olmak HHB’nin ne ve neden var olduğunu ve neden büyütülerek yaşatılması gerektiğinin cevabı oluyor. Evet, mademki hasta devrimci avukat tutsağım, bu özelliklerimle birlikte yaşadıklarımı özetleyip size olan ihtiyacın büyüklüğünü ve önemini de ifade etmiş olayım: Biliyorsunuz 2017 yılının Eylül ayında tutuklandığımızda, Bolu T Tipi’ne gönderilmiştim. Her birimiz on farklı hapishaneye dağıtılmıştık. Orada bulunduğumuz süre içindeki kelepçeli tedavi dayatması nedeniyle hiç hastaneye gitme olanağımız olmuyordu. Hastanenin kesin kararı olduğu, muayene sırasında kelepçelerin açılmayacağı söyleniyordu. O sırada acil nedenlerle giden arkadaşlarımız yerlerde sürüklenerek, işkenceyle geri dönüyorlardı muayene olamadan. O nedenle tetkik ve muayene için hiç hastaneye sevk talep etmeyi düşünmedim bile. Haksız tutukluluğumuz, ardımızda bıraktığımız işler, açlık grevinde ölüme yaklaşan müvekkillerimiz, OHAL’in hapishane dayatmaları, ağırlaştırılan tecrit... Ablamdan bile ayrı hapishaneye konulmuştum ki eş olan, kardeş olan diğer dostlarımız da bu parçalanmışlığı yaşıyordu.


Bu sırada kendi bedenim ve sağlığım öncelikler sıralamasında yer almıyordu, alamazdı. Yine hatırlarsınız, sözde deliller, uydurma ifadelerle ilk duruşma sırasında 1 yılı bulacak tutsaklığımız, SEGBİS dayatması nedeniyle de ağırlaştırılan bir adaletsizliğin kamçısı gibiydi. SEGBİS dayatması açlık grevi eylemimizle birlikte aşıldı. 10-14 Eylül 2018 tarihli duruşmalarımızda, yargılamanın nedenini, uydurma delilleri bir bir anlatıp 17 avukat birlikte tahliye edildiğimizde sevincimize diyecek yoktu. Fakat daha dışarıda birkaç saat özgürce nefes alamadan, siyasi iktidarın zorlaması olduğun anlaşılan bir sözde mahkeme kararıyla, hakkımızda tutuklamaya yönelik yakalama kararı çıkarıldı. Artık adaletsizliğin satırı altına boynunu yatırması istenen kurbanlardık, öyle olmamız isteniyordu. Belki de bu birkaç saatlik tahliye oyunu da bize ceza çektirmek için oynanmış, irademizi sınayan, zayıflatmaya dönük bir yöntemdi. Her ne için yapılmışsa yapılmıştı, bizde adaletsizliğin tokadına uzanmış bir yüz bulamayacaktı. ”... Anlıyorsun silmek istediklerini/Olumlu ne varsa künyenden /Umut, yenilmemek, yaşama sevinci /Anlıyorsun o pencere orada neden /O bir tek dal neyin işkencesi /Oysa bir şey var bilmedikleri/ Neye değse elin silaha dönüşür /Öyle bir kavganın

içindesin ki Bir ağaç dalı bile dövüşür/Bir pencere bile yeter Bilemeye direncini” Kemal Özer Gizlendim, gizlendik. Ben bir avukat olarak, devrimci bir avukat olarak, faşizmi ve yöntemlerini bilen bir halk aydını olarak adaletsizliğin hükmüne nasıl uyabilirdim ki! Benim direncimi bileyen, uğradığımız adaletsizliğe duyduğum öfkeydi. Elbette zordu koşullar, tanınan bir insandım. Çaldığım kapılardan geri döndüğüm de oldu, sarıp sarmalandığım da. Ayrılırken arkamdan ağlayanlar da oldu, ‘seni yurt dışına kaçıralım’diyen de. Daha uzun süre misafir edemediğinin mahcubiyetini gözlerinde taşıyan dostların sarılmaları da unutulmayacak izler bırakıyor insanda. Her ne olursa olsun, her an aranan bir “terörist’” olarak yiyip içtiklerinizden, aldığınız nefese kadar, duyum ve his eşiğinize kadar her şeyiniz değişiyor. Ve bu biçimde geçirdiğiniz her gün, irade gücünüzü büyütür, gizlenerek yaşama azminizi arttırken, bedensel olarak sağ-


lığınızı bozabiliyor. İçeride olan kaderimi kaderlerine bağladığım dostlarım, sözde bir mahkemece yargılanmaya devam ediyorlar, direnişler örgütlüyorlar ve ben onları uzaktan izlemek, katkılarımı gizlice yapmak zorundayım. Onlar açlık grevine başladılar 24 Ocak Tehlikedeki Avukatlar Günü’nde. Ben de ilk bir haftasında onlarla birlikte açlıktayım. Bir direnişin kimsenin bilmediği bir parçasıyım, huzurluyum. İlk o sırada fark ettim karnımda oluşan kitleyi. Tabi bunun normal bir durum mu, açlık grevinden kaynaklı bir şişkinlik mi ya da kanserli bir ur mu olduğunu bilme imkânım yoktu. Üstünde durmamayı tercih ettim; çünkü hastanelere gidip yakalanmak istemiyordum. Bu durumun üzerinden çok zaman geçmeden bir tesadüf eseri yakalandım ve dört gün su ve şeker almadan, işkenceli bir gözaltı sonrası tutuklandım yeniden. Oysa benim hakkımda zaten tutuklamaya dönük yakalama kararı vardı. Keyfi olarak dört gün süreyle ters kelepçe işkencesi altında, saçlarım yolunarak, tokatlanıp yerlere atılarak sözde soruşturma yürütüldü hakkımda. Sonraysa hakkımdaki karar yüzüme okunarak tutuklandım. Tutsak avukat arkadaşlarım, duruşma günlerine kadar açlık grevi eylemlerini sürdüreceklerini ilan etmiş oldukları için ben de bu direnişin ortağı oldum. Hakkımızda verilen haksız, adaletsiz

karar belli olduktan sonra başta İstanbul Barosu ve sevgili meslektaşlarımızın bu mücadelenin hak, hukuk, adalet mücadelesi olduğu ve bu mücadelenin kesintisiz bir biçimde sürdürüleceği, bizlerin sağlığına zarar gelecek bir eylemi daha fazla sürdürmemiz, onlara güven duymamız gerektiği sözleri üzerine açlık grevi eylemimize ‘şimdilik kaydıyla’ son verdik. Aldığım cezayı biliyorsunuz: 18 yıl 9 ay. Soma’nın patronu, ölen 301 işçi için, her bir ölüm başına 6 gün hapis yattı. Ve bizim bu cezaları almamızdan kısa bir süre sonra, madencilik yapmak, yani işçilere yeni mezarlar kazmak üzere tahliye edildi. Adalete bakın siz! Taş olsa çatlar. Taş değiliz çatlamadık; ama oluyor işte bir şeyler. Sebebini anlayamadığım bir biçimde ve hızla karnımdaki kitle büyüyordu. Yan hücrelerdeki müvekkillerimle, hücre arkadaşımla paylaştım durumumu. Hemen revire çıkıp hastaneye sevk istememi önerdiler. Sanıyorum revir dilekçesi verdikten 2 gün sonra falan revire çıkarıldım. Durumu anlattım ve benim elle muayene edilmem gerektiği, hatırlatmam üzerine “Ah, peki bakalım” cevabıyla muayene edildim. Silivri Hapishanesi Kampüs Hastanesine şevkim yapıldı. Yaklaşık bir hafta kadar sonra kampüs hastanesi, kadın doğum bölümüne götürüldüm. Buradaki doktor, sadece sorular sordu, herhangi bir muayene


yapmadı. Ultrason için randevu alınmasını, ultrason sonucuna izinden dönünce bakacağını söyledi. Yaklaşık 8-10 gün kadar ultrasona götürülmeyi bekledim. Ultrasonda sağ yumurtalıkta yerleşmiş gibi görünen 15 santime yakın bir büyüklükte bir yapı tespit edildi. Ancak ultrason sonuçlarının değerlendirilmesi için kadın-doğum doktoru izinden gelmeliydi. 15 Nisan 2019 günü, revir görevlisi, kampüs hastanesinin kadın-doğum doktorunun beni acilen görmek istediğini söyleyince o gün hastaneye götürüldüm. Doktor durumu anlattı, söz konusu kistin çok büyük ve patlama ihtimali olan bir kist olduğunu ancak ultrasonda bu kitlenin yumurtalıkta mı yoksa bağırsaklarda mı olduğunun belli olmadığını, bunun için kan tahlilleri ve MR çekimi yaptırılması gerektiğini söyledi. Aynı gün kan örneklerim alındı ve acil durum olduğu söylendiği halde, MR çekimim yapılmadı. Daha sonra, başka bir hastaneye şevkim yapılarak MR çektirildi. Çekim öncesi bir gardiyan, bu MR’ın ilaçlı olduğunu, bana verecekleri ilacı, temizlenerek vücuduma sürmem gerektiğini, o şekilde çekim yapılabildiğini söyledi. Tabi bu bilginin ona nereden, kimden verildiğini bilmiyordum ama doktor tarafından bana bir şey söylenmemişti. Neyse ki, ilaçların prospektüslerini okuma alışkanlığım, vakıf olmadan, anlamadan böyle bir hazırlık yapmamı

engelledi. Meğerse bu ilacı ben, sadece yanımda taşımalı, hastanede MR çekimi yapacak görevliye vermeliymişim. Düşünsenize, kendim hastaneye gitmeden kısa bir süre önce verilen ilacın üstünü okumasam, gardiyanın dediğini yapsam sonuç ne olurdu? Güler misin, ağlar mısın, kızar mısın? Neyse, sonuç olarak sanıyorum 19 Nisan günü MR çekimi yapıldı. Çekimden önce tutulduğum, yataklı, demir parmaklıklı, tuvaleti kirli, insanı daha fazla hasta edecek bir yer. Ve zaten bir hastanın yolculuk yapmasının kesinlikle uygun olmadığı kirli, ya havasız ya da kliması son sınırına kadar açık, ölçüsüz derecede soğuk ya da sıcak, kelepçeli ring araçları, başka hastalıklara yol açıcı türden etkiler yapıyor. Bugüne kadar o araçlara binip başka duygu ve düşünceler ve hatta fiziksel etkilerle dönmeyen tutsak olmamıştır diye inanıyorum. O gün MR çekimi yapılıp döndüğümde saatlerce beklemek, ring aracı etkisi belki ilaçlı MR’ın etkisi vb. ertesi günlerde bedensel etkilerini yaşadım. Sonrası, MR sonuçlarının gelmesi, bunların örneklerinin talep etmeme rağmen bana ve avukatlarıma zamanında ve tam olarak verilmemesi gereksiz kaygılar yaşamama neden oldu. Yaklaşık 1 ay sonra jinekolog-onkoloji bölümüne şevkimin yapıldığı söylendi. Onkolojinin ne anlama geldiğini bildiğim için ve annemi, teyzemi kan-


ser hastalığı sonucu kaybettiğimden, benim de hızla büyüyen kitlenin kanserli olduğunun tespit edildiğini düşündüm. Hapishane, ring aracı, kelepçe, kapatılmışlık duygusu, sevdiklerine özlem, uğradığımız adaletsizlik, hayata ve halka sorumluluk duygusu direnmem, sonuna kadar mücadele etmem gerektiği bilinci, dışarıdaki arkadaşlarıma, yakınlarıma, bir de hastalığımla üzüntü vermek, sorumluluk ve yeni görevler yüklenmek... Elbette onlarca şeyi bir arada düşünüyordum ve hala da öyle. Velhasıl, 10 Mayıs günü Kanuni Eğitim ve Araştırma Hastanesi Jinekolojik onkoloji bölümüne götürüldüğümde, MR sonuçlarında görünen kitlenin, benzerlerine göre çok büyük olduğu, patlama riski taşıdığı ve fakat yüksek ihtimalle kanserli olmadığının belli olduğu, uzman doktorlar tarafından söylendi. Yani gereksiz yere, belirsizlik duygusu içinde olandan daha kötü bir ihtimal düşünmeme yol açıldı.

Sağlığımla ilgili doğru, güvenilir, yeterli bilginin verilmemesi, bundan emin olamamak ayrı bir psikolojik ceza yöntemidir, bunu kendi durumumdan yola çıkarak rahatlıkla söyleyebilirim. Neyse o gün yine, saatler süren bekleme, ring aracı işkencesi altında müthiş bir yorgunluk ve bilinmezlikle geri döndüm. Güven ve güvenmek duygusu her halde yaşamdaki en önemli duygu. Çok sevdiğim sesleriyle, duruşlarıyla, hayattaki sorumluluk tutum ve duruşlarıyla güven veren hekimleri düşündüm. Emin olmak, evet tutsakken sahip olmanız engellenen bir durum ve çok önemli. 14 Mayıs gününe Kanuni Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Kadın Doğum Aseptik bölüme şevkim yapılmış. Bir gün önceki akşam saat 10’dan sonra bilgisi veriliyor. Sabah erkenden kalkıp hazırlıklarımı yapıp bekliyorum. Bekle Allah bekle, sonra askerin şevki iptal ettiğini öğreniyorum. Ne yapacağım? Neden iptal edildiğini sorup duruyorum, bilen yok. Asker iptal etmiş, söylenecek söz, sorulabilecek bir hesap mekanizması yok. Tekrar randevu alınacak bu durumda. Üç gün sonraya tekrar, bir gün önceki akşam gelindi, yarın şevkin var. İyi peki güzel, yeniden sabah erken kalkış hazırlık... Bu defaki daha farklı; tekli ring aracı. Bu araçlarla yolculuk yapmak istemediğimiz biliniyor aslında. Ellerim kelepçeli biçimde araca gi-


diyorum ve yüzüme daracık, karanlık boğucu kabinin küçücük delikten sızan ışıkları çarpıyor. Hemen geri çekilip ben bu araçla gitmeyeceğim dedim. ‘Ama tedavi olmak istemiyor musunuz? İstiyorsanız araç bu!’ diyor asker. Tedavi olmayı ben istiyorum ama istemeyenler var demek ki, bu araca binmeyeceğimizi biliyor idare çünkü. 17 Mayıs günkü randevuya da bu nedenle gidemiyorum. Hemen idareye, revire dilekçe yazıp engel çıkarılarak tedavime devam edemediğimi, doğacak tüm sonuçların kendi üzerinde olduğunu hatırlattım. 24 Mayıs günü, normal ve yine kirli, yine havasız, yine kötü kokan yine çok sıcak ya da çok soğuk ring aracıyla, kelepçeli biçimde Kadın Doğum aseptik bölümüne götürüldüm. Çok kalabalık, küçücük bir muayene odası... Halkımızın mahkûm edildiği bir sağlıksızlık tablosu... Ultrasonla yeniden bir muayeneden sonra ameliyat edilmem gerektiği, EKG, röntgen, kan tahlili ve anestezi bölümünden alınacak raporla birlikte gelinmesi gerektiği, ameliyat günü verileceği söylendi. Bu tetkiklerin bir bölümünü yaptırabildikten sonra yine beklemek üzere ring aracına alındım. Sonra başka tutsakların tetkik ve muayeneleri için başka hastanelere yolculuk yapıldı. Saatler sonra dönebildik yeniden hapishaneye. 27 Mayıs günü tekrar aynı koşullarda götürüldüm hastaneye. Kalan tetkikler ve sonuçlar alın-

dıktan sonra anestezi doktorunun verdiği raporla ameliyat günü verildi. İki gün sonraya gün verildi ve hemen yakınlarıma nasıl haber verebileceğimi, refakatçi kabul edilip edilmeyeceğini sordum. Haber vermenin hapishaneyle ilgili olduğu, refakatçiye de ihtiyaç olacağını söyledi doktor. Ancak hapishaneye yazılı, sözlü ısrarlarıma, Savcılığa yazmama rağmen ne avukatlarıma ne ailemden birine haber verdiler. Bu büyük bir sağlık hakkı ihlali aslında ve hayatınla ilgili, vücut bütünlüğünle ilgili bir karar almak gerektiğinde veya yaşamına, bedensel bütünlüğüne dokunulduğunda bundan bilgi ve haber sahibi kimse bulunmuyor. O sırada başınıza her şey gelebilir. Bunun da dışında, ameliyat öncesi ve sonrası yapılan işlemlerle ilgili tek başınıza yapamayacağınız, yardım almanız gereken bir fiziki ve psikolojik durum içinde oluyorsunuz. Yani kesinkes yakınlarınıza, avukatlarınıza bilgi ve haber verilmeli. Verilmemesi her türlü kuşkuyu akla getirmeli diye düşünüyorum. Tutulduğum mahkûm koğuşuna gelirsek. İlk olarak söylemek gerekirse geniş, ferah görünümüne rağmen, hemen kapı önünde sabahlara kadar (sahur, iftar toplanmaları dâhil) süren gürültü, ısrarlarım sonucu sürekli izlenme psikolojisi yaratılması bir hasta olarak hassasiyet gösterilmeyen ve taciz altında tutulan bir ‘suçlu’ olarak


görüldüğünü gösteriyor. Bu odaya (ya da hücre mi demeliyim) getirildiğimde ne yerler, ne küçük çekmeceli dolaplar temizlenmiş. Tuvalette ise hala bir önceki hasta tutsağın idrar bidonları dolu olarak durmaktaydı. Defalarca söylememe ve tuvaleti bu süre içinde kullanmamaya çalışmama rağmen ne hücre ne tuvalet temizlenmedi. Olabildiğince kendi çabalarımla ben temizlemek ve kullanmak zorunda kaldım. Mesele asla temizlemek değil, mesele benim bir hasta tutsak oluşum ve devletin bizleri tutsak ederek üstlendiği sorumluluğu yerine getirmemiş olması. Mademki haksız yere tutsak ediyorsun, hürriyetini elinden alıyorsun bunun karşılığında her türlü gereksinimi karşılamak zorundasın. Elbette öteden beri hasta tutsaklara yapılanın, kişinin hastalığının bile kendisi için işkence aracı haline getirmek olduğunu biliyorduk. Benim için de böyle fırsatlar kaçırılmadı. Sîzlerin yakın takibi, devrimci avukatlar olarak tanınan bilinen insanlar oluşumuz, yapılan başvurular, sahiplenme kuşkusuz ki bana yaşatabilecekleri en az düzeye indirdi; ama benim vurgulamak istediğim, başka hasta tutsaklara nasıl muamele edildiğinin düşünülebilmesi. Sevgili dostlar, ameliyata giderken üzerinizde yalnızca hastanenin verdiği ameliyat gömleği oluyor yani çıplaksınız. Bu durumda bile, yatar vaziyette

etrafınız silahlı askerlerle sarılmış, her türlü önlem alınmışken elime kelepçe takılıp yatağa bağlanmak istendim. Elbette böyle bir şeye izin vermedim, asla vermeyeceğimi anladıkları için vazgeçtiler, lütfeder gibi. Ama askerin birine maske, bone, asker üniforması üzerine ameliyathane gömleği giydirip tüm enfeksiyon risklerini hiçe sayarak ameliyathaneye sokmaktan geri durmadılar. Ameliyatın ne kadar sürdüğünü, ne zaman kendime geldiğimi anımsamıyorum; ancak çok şiddetli bir acı duyuyordum ve bu sıralarda sizlere gerçekten çok ihtiyacım oldu. Neyse ki ertesi gün sizin tesadüfen durumumdan haberdar oluşunuz ve gün boyu süren emekleriniz, ısrarlarınız sonucu teyzem refakatçi olarak kabul edildi ve bu ihtiyacın önemini daha fazla hissedebildim. Haklar ve meşruluk bilinci, nerede olursak olalım, bize ait olan hakları sonuna kadar kullanma, bu hakların genişlemesi için çaba sarf etme ve gerekirse bunun için bedel ödeme bilinci öncelikli olmalı. Ne ilk ne de son hasta tutsak ben olacağım. Öyleyse tüm hasta tutsaklık özgür tutsaklık haklarını birlikte düşünmeliyim. Hastaneden çıkarılışım da ayrı bir sorundu. Çünkü bayram tatiline denk geliyordu. Sürekli pansuman yapılması ve gelişecek herhangi bir duruma karşı hekim kontrolü altında olmam gere-


kirdi. Dışarıda olsam herhangi bir durumda çok hızla bu imkâna sahibim; ama ya hapishane hücresinde? Bu durumu birkaç kez sorumlu uzman hekimlere de söylediğim halde herkesi en fazla üç gün tuttuklarını, hastane enfeksiyonu kaçabileceğimi söylediler. İyi de hapishane enfeksiyonu diye de bir şey var ve orada duvarlar, demir kapılar ve kilitler var. Ne olacak? Tabi bu ne olacağı onlar düşünecek değiller ya, düşünmediler... Doktorlar ağrı kesici ve antibiyotik reçete edileceğini söylemişlerdi. Bu ilaçlar bana verilmedi dahası böyle bir reçete olmadığı söylendi. Pansuman yapılmasının her gün gerekli olduğu söylenmişti. Ben ertesi gün revire durumu hatırlatan, ilaçların verilmesini isteyen bir dilekçe yazdım ancak ‘’bayram tatili” olduğu için dilekçeyi veremedim bile. Benim ısrarım sonucu ancak pansuman yapılabilmesi mümkün hale gelebildi. 10 gün sonra dikişlerin alınması gerekiyordu. 12 Haziran’da dikişlerin alınması için hastaneye götürüldüğümde yeni bir dayatma ile karşılaştım. Asker (rütbeli) kapının önünde durup inmemi önledi ve “kolunuza bir kelepçe daha takacağız yoksa sizi götüremeyiz” dedi. Ben de bunu kabul etmeyeceğimi, haftalardır hiçbir güvenlik sorunu olmadan gelip gittiğimi, dayatırlarsa te-

davi de olmayacağımı asıl sorunun o zaman çıkarılacağını söyledim. Firarlar oluyormuş, herkese takılıyormuş vb. dedi. Tedavi hakkımı engelliyorsunuz buna hakkınız yok, kaçabilenlerin kim olduğu da belli onları engellersiniz diye tartışınca ikinci kelepçe takılmamış oldu. Ancak öğrenebildiğimiz kadarıyla çift kelepçe dayatması yaygınlaştırılmak istenen genel bir uygulama halini almaya başlayacak. İzmir’den gelen mektupta bu nedenle aylardır hastaneye gidemedikleri yazılıyordu. Dediğim gibi hapishanelerde hasta olmak, işkence yapmak isteyenlere bulunmaz nimet! Türlü çeşitli engelleri dayatmalarla dayanılmaz acılara mahkûm ediliverilirsiniz. O nedenle size böyle uzun uzun yazıp anlatmayı istedim. Benim yaşadıklarım ve hissettiklerim, hasta tutsakların yaşadıklarının çok önemsiz ve küçük bir kısmı. Her yerde sahiplenilen, kendi haklarını koruyabilen düzen içinde de bir statüsü olan biri olarak ben bunları yaşadıysam, bana yakınlarıma haber vermeden ameliyat dayatıldıy-sa, saatler süren kelepçeli ring aracı yolculukları, bilgi-siz/cevapsız bırakılmak, daha fazla enfeksiyon kapma, hastalanma riski altında kirli, havasız koşullarda bırakıldıy-sam vb; benim imkânlarıma sahip olmayan yüzlerce hasta tutsak neler yaşıyordur? Tahmin etmesi bile


zor ve acı. Benim açımdan da durum pek parlak değil. Neden derseniz söz konusu, kistin tekrar etme olasılığı varmış ve hâlihazırda 2 santimetrelik bir kist de sol yumurtalıkta durmakta. Bu konuda aldığım cevap, durumun olağan olduğu, bir sorun olmadığı. Ancak yine de emin olmak zor. Tecritin etkileri, betona, demire hapsedilmişlik, beslenme koşulları, plastikle, tekdüze hazır gıda ile geçer aylar, yıllar. Hasta değilseniz bile hasta eden koşullar ve her geçen gün büyütülen ada-

letsizliğin içinde büyüyüp duran isyanı. Dilerim bu satırlar elinize ulaşır. Hasta tutsaklık kavramını yok edene kadar da mücadelemizi büyüterek sürdürürüz. 30. yılımızın onuru ve coşkusuyla hepinizi yürekten, gülerek-ten selamlıyor, kucaklıyorum. Biz kazanacağız, halklarımız kazanacak! Adil, eşit, özgür ülke ve dünya özlemi gerçek olacak, uzak değil! Hep Umutla! Barkın. Silivri Kapalı Hapishanesi

Stajyer Avukat Naim Feyzullah Eminoğlu 22 aydır tutuklu. Naim’in tutuklanma gerekçesi Kuzey Kore’ye gitmesi.


şiir

Stj. Av. Naim Eminoğlu

İzmir’in Kınık ilçesinde kâtibine mobbing uygulayan hakimi, katibi şikayet eder. Ancak şikayet dilekçesinde kullandığı ifadelerden dolayı hakim şikayetçi olur ve katibi hakkında dava açılır. Davaya bakan hakim, katibi şikayet eden yani müşteki olandır. Bu şiir hem müşteki hem hakim olan hakim hakkında yazılmıştır. (31/5/2019 tarihli Hürriyet gazetesi haberi)

Alalım savunmanı Uygulayalım usuli işlemleri Şikayetçiyim senden Ama söz bağımsız olacağım benden Bizim burlarda hukuk Parodidir parodi

Katibe bak katibe Mobbing uygulamış der bana Ne olmuş çalıştıysan fazla Var mı öyle yağma Bizim burlarda hukuk Tarafsızdır tarafsız Hemi de bağımsız

Demek dava edersin beni Dengesiz dersin Ruh hastası dersin Ama bekle göstereceğim gününü Neyse şimdi bozmayalım oyunu Bizim burlarda hukuk Gösteridir gösteri

Uzatmayalım daha da bu işi Kırıvereyim kalemini Seç beğen al cezanı Verdim müşteki olarak beyanı Bizim burlarda hukuk Dükkandır dükkan İyi para getiren 10/06/2019 Burhaniye T Tipi Hapishanesi Stj. Av. Naim Eminoğlu


anı

Av. FUAT ERDOĞAN’IN ANISINA Av. Fuat Erdoğan 28 Eylül 1994’de polis tarafından infaz edildi.Hem de kendisini çok iyi tanıyan polisler tarafından! Senaryo aynıydı; ‘’Teslim ol çağrısı yaptık, ateş açtılar, biz de havaya uyarı ateşi açtık, öldüler.’’ Böyle bir senaryoya ancak yazanlar inanır. Fuat Beşiktaş’ta bir kafede katledilmiştir.Yanında 2 kişi vardır, BEM-SEN’li Elmas Yalçın ve mühendis İsmet Erdoğan. Kafe iki katlıdır. Fuatlar üst katta oturmaktadırlar. Polisin iddiası yukarıdaki gibidir; ‘’kafenin etrafını sardık, teslim olmalarını istedik, teslim olmadılar ateş açtılar, biz de havaya uyarı ateşi açtık.’’ Üçü de katledilir. Fuat’ı öldüren kurşun ensesinden, başının arkasından girip zemine saplanmış. Yani Fauat yere yatırılıp kafasına kurşun sıkılarak katledilmiş, infaz edilmiş. Peki Fuat neden katledildi? Fuat devrimci avukattı. Halkın Hukuk Bürosu emekçilerindendi. Onu tanıyanların anlatımıyla ‘’insan güzeliydi’’. Mütevazi, sade, Anadolu insanı, halk çocuğu. Düzenin sunduğu rüşvetleri reddedip bilgisini, deneyimini, emeğini halkın mücadelesine katmış. Devrimcilerin avukatlığından devrimci avukata dö-

nüşmüş, gelişmiş. Düzenle, düzen kültürüyle hesaplaşıp düzen bağlarını koparıp atmış.Tercih yapmış, karar vermiş. Tercih yapandan, karar alandan daha güçlü bir insan var mıdır? Dünyanın en güçlü insanı karar almış ve harekete geçmiş insandır .Düzen avukatlığı, sıradan avukatlık yığınla kirle doluyken devrimci avukatlık değer yaratır. Değer üretir. Devrimci avukatlıkla ‘’ben’’, değil ‘’biz’’ vardır. Hepimiz birimiz, birimiz hepimiz içindir. Avukatlık devrimci saflarda değerlidir, güzeldir. Düzen avukatlığı da bencil çıkar ilişkilerinin batağına


batmışken, her yerinden kir akarken, devrimci avukatlıktaki çıkarsız yaşam, karşılıksız harcanan emek, yok edilen bencillik, yok edilen ben duygusu, insanı yücelten feda duygusuyla dolu olması; bunların tümü devrimci avukatlığı güzelliklerle donatır ve yüceltir. Bunun için Fuat devrimci avukatlık yaptığı dönemde devrimciliğine önem verirken avukatlığını da yüceltmiştir. Ankara Emniyeti tarafından gözaltına alınıp, işkence merkezi DAL’a götürülmüş. Ceketinin yakasında da ÇHD rozeti var.Önce işkence görür, defalarca. Askı, elektrik verme, falaka... Sonra polisler rozetine takılırlar:’’ Sen avukat değilsin, rozetini çıkart’’ derler.Çıkartmaz. Polisler bu sefer rozet için işkence yaparlar. Rozeti zorla çıkartıp yere atarlar. Fuat yerden alıp yakasına takar. Bir daha işkence. Yine rozeti yere atarlar. Fuat alır, yine işkence. Sadece o rozet için Fuat defalarca işkence görür ve kazanır. Emniyetten ceketinin yakasında rozetle çıkar. Rozet simgedir. Devrimci avukatlık değerlerinin tümünün toplandığı bir simgedir. Hapishanelerde yine bir saldırı vardır. İktidar operasyon ve katliam hazırlığı yapmaktadır. Tutsak aileleri, TAYAD’lı aileler Adalet Bakanlığına giderler.Yanlarında Av. Fuat Erdoğan da vardır.Bakan yalan söyler, demagoji yapmaya çalışır.Hapishanelerdeki tutsakların durup dururken sorun çıkardıklarını söyler ve operasyonda kararlı olduklarını belirtir.Fuat masaya yumruğunu vurur, gözlerinde şimşekler çakmaktadır. Açık, net ve kesin konuşur: Müvekkillerimizi öldürtmeyeceğiz! Halkın Hukuk Bürosu’nun değerlerinden biridir: Müvekkillerimizi öldürtmeyeceğiz. Fuat

Erdoğan Halkın Hukuk Bürosu’nun yarattığı bir değerdir. Büromuzun ilkeleri, kuralları, avukatlığa bakışı, adalete ve hukuka bakışı Fuat’ı yaratmıştır. Fuat da büromuza, devrimci avukatlığa, avukatlığa, halkın hak ve özgürlük mücadelesine değerler katmıştır. Büromuz Av. Fuat Erdoğan’la büyümüştür.Hepimiz için örnektir.Devrimci Avukatlığın cisimleşmiş halidir Fuat Erdoğan.Bugün ve yarın hepimize ışık olacak,oluyor.Yolumuzu aydınlatıyor.Bize hedef gösteriyor.Ve Fuat’tan sonra gelen devrimci avukatlar o hedefe varmak için onun ışığıyla yürüyorlar.O insan güzelini sevgiyle, saygıyla anıyoruz. Av. Behiç Aşçı Silivri Kapalı Hapishanesi


makale

YARGI RE-FORMU Bu kış “hukuk devleti” geliyor olabilir, hepimizin hazırlığını buna göre yapması gerekiyor. İnandırıcı bulmayan olabilir. Açıkçası ben doğru çıkması ihtimalinden endişeliyim. Vaadin neden bende kaygı uyandırdığını “günün anlam ve önemine binaen” kısaca anlatmaya çalışacağım. Adli yıl başlarken önümüzdeki en önemli meselenin, af buyurun, “Hukuk devleti” olduğunu iddia etmeye niyetliyim. Başlığın muradı budur. Üzerinde sohbet edilecek “Adalet” gibi bereketli, “Özgürlük” gibi heyecanlı, “Devrim” gibi güncel ve gerçekçi konular varken, bu pespaye temcit pilavını ısıtıp sofraya getirmek için özel bir mazeretim var. O yüzden kavramın hepimizde yarattığı bıkkınlığa teslim olup, okumaktan erken vazgeçmeyin lütfen. Öncelikle ilgimi çeken şeyin çerçevesini çizip konuyu sınırlandırayım. Yaz boyunca, siyasal iktidarın yürürlükteki kurallara uygun davranmadığı, kuralları yok saydığı veya oyun bozanlık yaparak yeni kurallar icat ettiği sızlanmalarını işittik. Sonra, başta Adalet Bakanı olmak üzere bir dizi iktidar sözcüsü tarafından; “ Her ne kadar milletçek zor günler geçirdiysek bile…” Yargı Reformu sayesinde hem yeni ve daha güzel kurallar hem de onlara uymaya istekli bir iktidar göreceğimiz yönünde teskin edildik. Yani bu kış “hukuk devleti” geliyor olabilir, hepimizin hazırlığını buna göre yapması gerekiyor. İnandırıcı bulmayan olabilir. Açıkçası ben doğru çıkması ihtimalinden endişeliyim. Vaadin

neden bende kaygı uyandırdığını “günün anlam ve önemine binaen” kısaca anlatmaya çalışacağım. Savaş ve Barış’ta Prens Andrey’in ağzından; “Kurallar sadece savaşın hayattaki en aşağılık şey olduğunu unutmamıza yardım.” der Tolstoy. Başındaki “hukuk” sıfatının devlet hakkında unutturmaya çalıştığı yaklaşık olarak buna benzer. Her iki örnekte de beklenti çıplak gücün sınırlanması yoluyla zulmün kendisinin değilse de çirkinliğinin azaltılabileceğidir. Savaşın topyekün hırsı, acımasızlığı karşısında kuraldan umulan kısıtlamanın cılız ve çocuksu kalacağını biliriz. Walzer, savaşın hukuku olup olamayacağına ilişkin akıl yürütmesine tam buradan başlar: “Savaş o kadar korkunçtur ki kısıtlanma ihtimaliyle dalga geçeriz; kısıtlama olmadığında ise çok daha korkunçtur, o zaman da hiddetleniriz. Cenevre Konvansiyonu’nu düşünün. Esirlerin, yaralıların ve sivillerin “hakları” olduğunu iddia eden bu ünlü savaş “sözleşmesi” çok insanın canını kurtarmıştır. Yine de söz konusu olan savaşı kazanmaksa, kimsenin ona uymayacağını adımız gibi biliriz. Esir almak, bombardıman uçağının, füzenin, mayının tabiatına aykırıdır. Savaş müsabaka değildir, kaybedene sırf kurallara uygun oynadığı için takdim edilecek bir centilmenlik mansiyonu bulunmamaktadır. Savaş hayat memat meselesidir. İşte bazı iktidar türlerinin devletle ilişkisi de buna benzer. Ferasetli bir uyarıda hatırlatıldığı gibi: “Ya devlet başa, ya kuzgun leşe.” Mevcut siyasal iktidar,


rejimi bükerek elde ettiği kendi devlet deneyiminden yola çıkarak, öğrenmesi gereken en önemli dersi almıştır ve göz ardı etmeyecektir: “Muhalefette yaşama şansım yok.” Kamu kaynakları yağmalandı, ağır suçlar işlendi, büyük zararlar verildi. Sorulabilecek hesap karşısında iktidarı seçimle devretmenin kazandıracağı iltifatın hiçbir çekiciliği yoktur. Bu nedenle de devretmeyecektir. Elbette yürürlükte kurallar var, hep vardır. Nikolay Semyonoviç Leskov’un dediği gibi: “Yasa bir attır; eyerleyin sizi istediğiniz yere götürecektir.“ Savaşta sivil öldürülmez mesela. Eğer yirminci yüzyıl boyunca savaşlarda ölen her bir askere karşılık yüz sivilin öldürüldüğü bilgisiyle birlikte hatırlayabilecekseniz hiç fena bir kural değildir. Yaralıları için ateşkes istemenin, kaybetmek üzere olan tarafın vakit kazanmaya çalışmasından ibaret olduğunu hissederiz. Acı bir alaydır bu. Siper savaşında karşılıklı atışlar başladığında ortaya fır-

layıp “Durun!” Ateşi kesin, karşıda insanlar var!” diyen Şvayk dışında, hepimiz sevmek için değil öldürmek için orada olduğumuzun farkındayızdır. Alaycılık işte bunun içindir. Yine de Cenevre Sözleşmesi (yahut Anayasa, Muhakeme Kanunu, İnsan Hakları İçin Avrupa Sözleşmesi, Yakalama Gözaltı Yönetmeliği…) orada bir yerdedir. Esirlerin kurşuna dizildiği, kadınlara tecavüz edilen, hastane ve ambulansların vurulduğu savaşlar bizi daha çok öfkelendirir. İşte bu da hiddetimizdir. Alay ve hiddet. “Hukuk devleti” fetişini doğru anlamanın tek mümkünü her iki güçlü duygunun da derin temeller attığı bu çelişkili bütünü kavramaktır; alay ederek ve öfkelenerek. Ama asla büyüsüne kapılmadan. Fetişin büyüsü, saptırılmış bir anlam yükünü haddi olmadan üstlenmesindedir. Saplantılı bir biçimde, neredeyse cinsel bir coşku uyandırması bundandır. Kavram çok zengin


bir göndermeler yumağı ile sarmalanmıştır: “Düşünce, ifade, basın, örgütlenme özgürlükleri; laiklik; parlamenter demokrasi; seçim, gizli oy, açık sayım; …” Bunların hukukla hiçbir ilgisi yoktur, hepsi sapına kadar siyasal işlerdir. Bunları “hukuk” zannedip, yasa maddelerinde evir çevir redaksiyonları yaparak elde etmek niyetindeyseniz, tarihsel örgüde bir ilmek kaçırmışsınız demektir. Şimdi geri dönüp kaçırdığınız ilmeği şişe alalım. Hamasetten arındırıldığında işimize yarayabilecek bu çelişkinin sade bir anlatımı Kelsen’in “Devletin hukukla sınırlanması” bahsinde ortaya konur. Burada bize zarif bir açıklıkla hatırlatıldığı üzere; kabul edilebilir tek istikrarlı ve meşru kaynağı bizzat modern devlet olan hukuk, devleti sınırlamaz, sınırlayamaz. Daha da iyisi, tariflerinde kullandığınız üç beş işlevsel nüans gözardı edildiğinde hemen farkına varılabileceği gibi; devlet ve hukuk aynı şeydir. Kelsen söylemez ama biz söyleyelim; birlikte doğmuşlar ve zamanı geldiğinde birlikte sönümlenerek insan toplumlarının yaşamından çıkacaklardır. “Hukuk devleti”, ister bir eş anlam pekiştirmesi isterse bir oksimoron olarak kurgulanmış olsun, bir ideal değildir. Bir mülkiyet tanımının, bir sözleşme/mübadele imkanının ve bir dizi haksız fiil yasağının sistematik güvencesidir. Haydi daha anlaşılır bir cümleyle söyleyelim; şimdi ve burada bir sınıfın, sahip olduğu mülkiyet aracılığıyla bir başka sınıfa kabul ettirdiği iş sözleşmesinin yarattığı mübadele dü-

zeni, kendisine zarar verecek insan davranışlarını haksız fiil olarak yasaklar. Hukuk devleti budur. Zamansız, mekansız, evrensel bir iyi değil, mevcut düzenin tarihsel organizasyonundan ibarettir. Devlet, her üç pozisyonun da doğal (kendiliğinden/olağan) değil fakat tarihsel olduğu, mülk sahibi azınlığın nihai çıkarını koruduğu ve bunların ancak kendi varlığıyla sürdürülebileceği bilgisinin ta kendisidir. Bunun için vardır, ne fazla ne eksik. Böylece fetişi sapkın yükünden arındırarak, “Hukuk devleti” dendiğinde hepimizin aynı şeyden söz ettiğine emin oluruz. Hepimiz; yani Adalet Bakanı, Türkiye Barolar Birliği Başkanı , Kelsen ve biz. “ Sen yine de bir tarif ediver.” diyecekseniz, bu kış gelmesinden korktuğumuz şeyin asgari müşterek tanımı şudur: “Kanunsuz suç ve ceza olmaz.”; “Kanunlar geriye yürümez.”; “Normlar birbirlerine aykırılık içermeyecek bir hiyerarşik düzen içerisinde yazılı olarak ilan edilir.”; “Devletin bütün eylem ve işlemleri yargı denetimine açıktır.”; “İhtilaflar, kendileri meydana gelmezden önce kurulmuş mahkemelerin orada oturmuş kendisine başvurulmasını bekleyen olağan yargıçlar tarafından çözülür.” ve nihayet “Devlet neden olduğu zararları tazmin eder.” asgari müşterek dememin sebebi, bunlar yoksa ortada sadece hukukun değil, devletin de bulunmadığı gerçeğidir: Basitçe ve açıkça savaştasınızdır, ona göre pozisyon alırsınız. Bunlar sağlanmışsa sonraki taleplerinize hukuk değil, siyaset bakar. Mahkemeden değil, egemenden talep edilir. Verilmez, alınır. Yeniden kaybedilir, kaydı tutulur.


Şimdi sadede geliyoruz. tabii ama sevinmek açısından diyorum. Hiçbir kanunda suç olarak tarif edilÇünkü o zaman, mevcut durumu memiş eylemlerim nedeniyle hapiste- Adalet Bakanı ve Türkiye Barolar Biryim. Muhaliflerin avukatlığını liği Başkanı gibi tarif etmiş oluruz: “ Bu yaptığım, şüpheli ve sanıklara susma ilkeler geçici olarak askıya alınmıştı, hakkını kullandırdığım, işkence gören- çünkü devlet kendini tehlike altında lere, işten atılanlara, işyerlerinde katle- hissetmişti.” Pekiyi, kışa? “Şimdi tehdilenlere ücretsiz hukuksal yardımda like geçti, devlet sakinleşti, Yargı Rebulunduğum için. formu zamanı geldi.” Bunların tamamı, geriye “Teşhis” adı verilen bu edebi doğru yürütülen OHAL sanat cansız varlıkların kişileşKHK’ları ile suç ilan tirilmesi esasına dayanır, Stratejik edildi. Düzenlemeler sürekli duyarsınız: Borsa anayasaya aykırıydı endişelidir, faiz heyebelgelerin ama yargı bunları canlıdır, devlet hissetamacı yargının denetlemeyi redmiştir. veya detti. Devlet hissetHapiste mez. yargıcın değil, değil dışarıda Bu söylendihalkın onları olmam gerekğinde şu saklantiğini düşünem a y a kavrayışının rek beni ç a l ı ş ı l ı y o r d u r : dönüştürülmesidir. tahliye eden Mülkiyet, ve serYargıya güvenin olağan yargıçmayeyi elinde lar görevlerintutan, onun adına arttırılması bu d e n iş gören, siyaset anlama gelir. alınarak sonrayapan, bürokrasi Dönüşüm dan oluşturulçeviren, şirket yömuş bir heyet neten, parti idare yargıya değil tarafından cezaeden gerçek kişilerin size önerilmek- genellikle landırıldım. kârı düşmüş, tedir. Hepimiz çok zarar nadiren zararları olmuş gördük. Korkarım devve her koşulda gelecekten letin zararımızı tazmin tedirginlikleri doğmuştur. etmek gibi bir niyeti yok; üste Başka bir deyişle, “Çıkar amaçlı para istemeyi düşünmüyorsa şanslıyız. suç örgütü” olmaz. Çıkarları için bir suç Ve şimdi aniden asgari müştereğe dö- örgütü oluşturan veya örgütlü olarak nebileceğimiz ima ediliyor. çıkarlarını koruyan gerçek insanlar “Ne güzel işte; bu kış “Hukuk dev- olur. Bunlar geleceklerinden endişe leti” geliyorsa yırttın, istinaftan döner duyduklarında teşhis sanatı devreye senin dosya.” diye düşünenleriniz ola- girer; “ örgüt” kendini tehlikede hissebilir. Aynı fikirde değilim. Yani dönsün der. Korkan ise, basitçe, gerçek, suçlu,


zengin insandır. Hukuk devleti bu korkuda azalmadır. Gerçekten korkuları azaldıysa durumumuz tatsız demektir. Eğer yaz sonu itibarıyla, bu güruhun kârı yükseldi, geleceği garantide ve endişeleri azsa, maazallah gerçekten “Hukuk devleti” gelebilir ve bu en azından konjonktürel bir uzun dönem açısından kaybettiğimiz anlamına gelir. Evet, belki ben hapisten çıkarım ama hak gelip de batıl zail olduğundan değil; artık yoksulların avukatlığını yapmak tehlikeli görülmediğinden. Yani yoksullar şimdilik yenildiği, bastırıldığı için. Aslında “Hukuk devleti” de bu demektir. Mülk sahipleri açısından pahalı ve riskli bir efor gerektiren faşist saldırganlığa, düzmece yargıya, çıplak şiddete ve kontr-gerillaya ihtiyaç kalmamıştır. Düşene vurmak gereksiz masraf çıkaracağından bizi kendi halimize bırakırlar. Elbette böyle demek ayıp olduğundan; “konsensus sağlandı”, “iş barışı yakalandı”, “ demokrasiye döndük” veya “aklı selim kazandı” denir. Her koşulda inatla dövüşen biz garibanlara “kapak olur” anlayacağınız. Hiç hoş değil. Kıştan niye korktuğumu anlatabildiysem, fetişin akıbetiyle bitirelim. “Hukuk devleti” seviciliği, sahtesiyle gerçeğiyle, platoniğiyle, mazoşistiyle üç ana gruba ayrılır: 1- Bakanınki: Umarım yalan söylüyordur ama eğer gerçekten bu kışa Kelsen asgari müştereğinde “Hukuk devleti” getirmeye niyetliyse kaybettik demektir. Bizim için üzücü olur. 2- Muhalefetinki: Sokağa çıkmadan, grevsiz, direnişsiz, dövüşmeden yasa-

ları değiştirip, hazırladıkları “çok tatlı” taslağı mecliste onaylatarak hukuk devletine geçişimizi planladılarsa, iktidara talip değiller demektir. Onlar için üzücü olur. 3-TBB Başkanınınki: Kimse üzülmez, çünkü fetişin büyüsü yaz kış çalışmaya devam eder. Nasıl ayak fetişisti elinde tutmakta olduğu uzvu insan cinselliğinin tamamı sanıyorsa, bu da elinde tutmakta olduğu örgütü “devlet” sandığından sever. Algısı eksik veya çarpık da olsa seviyor sonuçta, mutludur. Kalanını hayal gücü tamamlar, bir de yönetim kurulu elbette; oy çokluğuyla. Haydi yetsin. İyi bir adli yıl olsun. Mücadele hepimizi vakitsiz “Hukuk devleti” tehlikesinden korusun. İyi dövüşen kazansın ki bu durumda hiç şüpheniz olmasın, biz kazanacağız. Herkesi sevgi ve özlemle kucaklıyorum. Kışın tekrar konuşuruz ama kazanmak konusunda ciddiyim. Selçuk Kozağaçlı Silivri Kapalı Hapishanesi


şiir

25 Liralık Hayat Yolu* Gazetede bir fotograf : genç bir kız gülüyor, mahsun bir tebessüm, aydınlık bir yüz.. boynunu bükmüş bize bakıyor ve sanki : "gülüşüm soldu ben artık yokum" diyor

sanki Dilara'yı hiç görmemiş duymamış gibi.

Adı Dilara Zonguldak Devrek'te Eğerci köyünde soldu gülüşü şeker komasında

Kim çaldı Dilara'nın kontrol parasını Kim aldı elinden tedavi hakkını?

Doktorların ölüm nedenine dayanır mı yürek hangi akla uygun gelir bu gerekçe : "Dilara gidemedi kontrollere" Çünkü para gerek gitmek için Zonguldak'tan Düzce'ye... 25 TL için söndü bu tebessüm ve ağladı bir ana : "Gitme can kızım, tamam gideriz hastaneye buluruz para Gitme Dilara!" Canım memlekette bir can kız ölüyorsa gidemediği için bir hastaneye nasıl rahat olur bir insan nasıl yaşar insan

Yürekler sağır gözler dilsiz kulaklar kör kalabilir mi ? Anadolu'nun kanlı çığlıklarını duymayan insan kalabilir mi?

Çaldınız bu genç gülüşü, hayattan ayırdınız onu, bir anacandan... Ama unutmayın oligarklar; hiçbir şey bu milletin sırtına yük değil amma kurtulamayacaksınız bu bedellerin kiniyle sorulacak hesaptan... Av. Aytaç Ünsal, 25 Ekim 2018 Burhaniye Hapishanesi * Zonguldak Devrek'te 17 yaşındaki Dilara'nın yoksulluktan dolayı hastaneye tedaviye gidemediği için ölümü üzerine yazılmıştır.


öykü

ADALET HANIM Şimdiki zamanda, bilinen bir ülkede söz ve mülk sahibi biri yaşarmış; Adalet Hanım… “Saraylarda yaşarım aşağısı kurtarmaz”, dermiş Adalet hanım. Böylece ülkenin pek çok yerinde kendi adını taşıyan saraylar yaptırmış. Bu konuda o kadar iddialı imiş ki önce ülkenin, Avrupa’nın sonra da dünyanın en büyük sarayını yaptırmış ancak halk onu bir türlü bu saraylarda bulamazmış. Bu koca sarayda birden fazla kapı varmış, halk birinden girerken Adalet Hanım diğerinden çıkarmış. Halktan hep sakınılması, uzak durulması gerektiğini düşünürmüş. Bu nedenle de halk için her şey ayrıymış, çalışanlar için bile öyle. Yemekhaneler, asansörler, kullanılan araç gereç her şey halkınkinden ayrıymış. Adalet Hanım’ın taşrada da malı mülkü varmış bu nedenle de saray olmasa da buralarda da konaklar yaptırmış. Kendisini mülkün temeli gören Adalet Hanım altın harflerle adını yazdırır, sırmalı kaftanlarla çıkarmış halkın karşısına. Adalet Hanım malıyla mülküyle uğraşmaktan halkı unuturmuş. Halkın sorunu oldu mu Adalet Hanım yok olurmuş ortalıktan. Bu nedenle halk çoğu zaman onu aramaya çıkarmış. Adalet Hanım her yere yetişemeyeceği için taşrada yetkilendirdiği kişiler varmış ve bazı meselelere bu kişiler müda

hale edermiş. Gel zaman git zaman taşrada, bir ilçede sorun yaşanmış. Halk buradaki yetkilinin zulmünden bıkmış ve şikayetçi olmuş. Bir de ne görsünler zulmünden bıkıp, şikayetçi oldukları kişi aynı zamanda sorunu çözecek olan kişi. Hiç kişinin kendi aleyhine iş yapması mümkün mü? Bu kadarı da olmaz, burası Muz Cumhuriyeti mi demeyin, bu ülkede her şey mümkünmüş. Bu yüzden halk da burası Adalet Hanım’ın ülkesi burada her şey olur dermiş. Yetkili kendini haksız çıkartacak değil ya, kendini akladığı gibi kendisinden şikayetçi olanlardan


da şikayetçi olmuş, tüm yetkiler de elinde olduğu için zulme devam etmiş. Çok geçmeden bu olay tüm ülkede duyulmuş. Bu kadar zulme, haksızlığa dayanamayan halk meydanlara çıkmış. Bu ilçenin de bir meydanı varmış, Taksim Meydanı. Ülkenin en büyük kentindeki büyük meydanın adıyla aynı fakat burası küçük ve taşrada, taşra halkı için büyük bir meydanmış. Ellerinde fenerlerle sokağa çıkan halkı ülkenin güvenlik güçleri, Adalet Hanım’ın yardımcıları karşılamış.

-Ne o elinizdekiler, nereye gidersiniz? +Elimizde fener Adalet ararız, gören var mı? Öyle sırmalı katanlar giyip, altın harflerle adını yaz-


dırdığın saraylarda oturmakla olunmuyor adalet demişler. Adalet Hanım’ın oturduğu konaklardan, saraylardan bizim açığımız, yoksulluğumuz görünmüyor, sokaklarımızın çamuru gözükmüyor, demişler. Biz bu çamurlu yollarda her gün, bata çıka işlerimize, okulumuza gideriz. Bu yollarda ölürüz biz, birkaç kilo demir harcanmadığı, bize çok görüldüğü için. Sonra ardımızdan rögar kapağı açıktı, içine düştü derler. Yetersiz yollar ve çarpık yapılaşma sonucu yollarda ölürüz biz, adına kaza derler. Kimimiz işe, kimimiz okula giderken bir lokma ekmeğin bedelini canımızla öderiz. Tütün tarlasında Yıldırım çarpar bize, başka bir gün madenlerde kalırız. Havuz olmadığından, denize de gidemediğimizden pis sularda yüzen çocuklarımız ölür. Bazen 2 satır, bazen hiç. Haber bile olmayız. Hep ölürüz, biz ölürüz., Adalet Hanım ise buralara uğramaz. Ellerimizle çıkarırız ölülerimizi toprağın altından, kömürün altından ya da çıkaramayız yıllar sonra madene çalışmaya gelen oğullarımız bulur bizi. Bulunmaz olur kimimiz, kemiklerine kadar parçalanmış. Biz tüm bunları yaşarken Adalet Hanım, sarayından hiç çıkmaz. Gönderdiği temsilciler bizleri tekmelemeye, hakaret etmeye devam eder. Onlar için yaptığımız şikayetleri ise yine kendileri değerlendirirler. Bizim bunları adalet olarak algılamamızı isterler, saraylarında yaptıkları gözü bağlı heykele inanmamızı. Oysa gördük ki o terazi, hiç dengede olmamıştır. Hep zenginlerin, kodamanların tarafına çalışmıştır. Bizim payımıza iş-

sizlik, açlık ve yoksulluktur düşen. Evet, o heykelin gözü görmüyor ama neyi görmüyor? Bizim yaşadıklarımızı. “Yetti gari, yetti! “ diye bağrışmışlar hep birden. Böylesi bir durumda bizim kendi işimizi kendimizin görmesinden başka çaremiz yok dedi işlerinden biri. Hep birden yürümeye devam ettiler Taksim Meydanı’na, artık onları hiçbir güç durduramıyordu, durduramayacaktı. Böyleydi hep halk, çağladı mı önünde durulmaz olurdu. Doldurdular meydanı ve “adalet ellerimizde, kendi ellerimizle sağlayacağız” diyorlardı. Onların adalet tanrıçasının gözleri açık olacaktı, bilecektir karşısındakinin kim olduğunu, bilecekti ki tam on ikiden vursun hedefini. Ancak böyle adil olabilirdi. Kılıcı keskin olacaktı ve terazinin

ağır

basan

kefesini

halk

oluşturacaktı. Halk için, halk adına karar verecekti. Sesler yükseliyordu meydandan: “Yaşasın halkın adaleti” diyorlardı coşkuyla. O ilçede hatta o ülkede artık Adalet Hanım’ın hükmü yoktu. Onlar kendi sorunlarını, kendileri çözüyordu. Adalet Hanım’ın sarayları yıkılmış , halkın adaleti hüküm sürmüş. Ne diyelim onlar ermiş muradına... Darısı bizlerin başına. Av. Aycan ÇİÇEK Düzce T Tipi Hapishanesi



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.