Bela Özgün adı: Half Bad © 2014, Sally Green Yazan: Sally Green Kapak tasarımı: Tim Green, Faceout Studio Kapak görselleri © Tanya Constantine/Blend Images/Getty Images & © WINInitiative/ Getty Images Çeviri: Taylan Taftaf Yayına hazırlayan: Senem Kale Kapak uygulama: Cenk Yönder Grafik uygulama: Havva Alp Türkiye Yayın Hakları: Doğan ve Egmont Yayıncılık ve Yapımcılık Tic. A.Ş. Bu kitabın hiçbir bölümü yayıncının izni olmadan kullanılamaz. İlk kez Büyük Britanya’da İngilizce dilinde Puffin Books Ltd, tarafından 2014 yılında yayınlanmıştır. Yayın hakları Akcalı Telif Hakları Ajansı aracılığıyla alınmıştır. 1. Baskı / İstanbul, 2014 ISBN: 978-605-09-2039-0 Sertifika no: 11940 Doğan Egmont Yayıncılık ve Yapımcılık Tic. A.Ş. 19 Mayıs Cad. Golden Plaza No: 1 Kat: 10 Şişli 34360 Tel: (0212) 373 77 00 / Faks: (0212) 246 66 66 www.dexkitap.com / satis@dogankitap.com.tr Basım yeri: Yıkılmazlar Basın Yayın Prom. ve Kağıt San. Tic. Ltd. Şti. Adres: Evren Mah. Gülbahar Cad. No: 62/C Güneşli-Bağcılar /İSTANBUL Tel: (0212) 515 49 47 Sertifika no: 11965
Annem iรงin
“İyi ya da kötü bir şey yoktur; sadece düşünce onu öyle yapar.” Hamlet, William Shakespeare
birinci bölüm
püf noktası
püf noktası
İki çocuk vardı. İkisi de oğlandı. Eski bir koltuğa sıkışmışlardı. Sen sol taraftaydın. Diğer çocuk sana sokulup, yavaş çekimdeymiş gibi, bakışlarını televizyondan alarak üzerine çevirdi. “Bu hoşuna gidiyor mu?” diye sordu. Başını salladın. O da kolunu omzuna atıp yeniden televizyona döndü. Daha sonra, filmde gördüğünüz şeyi denemek istediniz. Sen mutfaktaki çekmeceden büyük bir kutu kibrit aşırdıktan sonra, birlikte koruya koştunuz. İlk sen denedin. Kibriti yakıp, sönene dek başparmağınla işaret parmağının arasında tuttun. Parmakların yansa da kararan kibriti tutmaya devam ettin. Püf noktası işe yarıyordu. Diğer oğlan da denedi. Ama bunu yapamadı. Kibriti yere fırlattı. Uyandın ve nerede olduğunu hatırladın.
11
kafes
Püf noktası, aldırmamaktı. Acıya aldırmamak. Hiçbir şeye aldırmamak. En mühim olanı, aldırmamak denilen püf noktasıydı. Şehirde geçerli olan tek püf noktasıydı bu. Oysa burası bir şehir değil; etrafı tepelerle, ağaçlarla ve gökyüzüyle çevrili bir kulübenin yanındaki alelade bir kafesti. Burası, tek püf noktalık bir kafesti.
12
şınav
Rutinde sorun yoktu. Açık havada, gökyüzünün altında uyanmakta sorun yoktu. Kafeste uyanıyordun ve zincirler olduğu gibi duruyordu. Bu kafesin seni mağlup etmesine izin veremezdin. Zincirler sürekli tenine sürtünüyordu ama kızarıklıklar hızla, kolayca iyileşirken, aldıracak ne vardı ki? Aslında koyun postlarıyla kafes artık çok daha iyiydi. Nemliyken bile sıcaklardı. Kafesin kuzey ucuna örtülen muşamba da mühim bir gelişmeydi. Bu, şiddetli rüzgâr ve yağmura karşı koruma sağlıyordu. Sıcak, güneşli havalarda da, gölge. Şaka! Mizah yeteneğini de korumak zorundaydın. Rutin, tan vaktinden hemen önce, gökyüzü inceden aydınlanmaya başlarken uyanmaktı. Kılını kıpırdatmana gerek yoktu. Hatta hava ağır ağır aydınlanırken gözlerini açmana bile gerek yoktu. Yalnızca olduğun yerde yatabilir, her şeyi içine çekebilirdin. Günün en iyi anıydı bu. Etrafta pek kuş yoktu. Yalnızca birkaç tane. Çok değil. Hepsinin ismini bilmek güzel olurdu. Gene de seslerinden türlerini
13
S A L LY G R E E N
çıkarabiliyordun. Hiç martı yoktu ki bu, üzerine düşünülmesi gereken bir durumdu. Gökyüzünde hiç uçak izi de olmazdı. Tan vaktinin öncesindeki sakinlikte rüzgâr genellikle sessizce eserdi ve aydınlanmaya başlayan hava çoktan ısınmaya başlamış olurdu. Artık gözlerini açabilirdin. Bugün benekli tepeleri örtmüş daracık bulut şeridinin üzerinde, ince, pembe bir çizgi olarak beliren gündoğumunun tadını çıkarmak için birkaç dakikan vardı. Kadın gelmeden kafanı toparlayabilmen için bir, bilemedin iki dakikan daha vardı. Bir planının olması gerekiyordu ve aklına gelen en iyi fikir, her şeyi bir gece önceden kafanda kurup çözmekti. Böylelikle hiçbir şey düşünmeden kendini bunun içine bırakabilirdin. Plan esasen sana söyleneni yapmaktı. Ama her gün geçerli değildi bu. Bugün de değildi. Kadın gelip sana anahtarları fırlatana dek bekledin. Anahtarları yakaladın, ayak bileklerindeki kelepçeleri açtın, kadının sana çektirmek istediği acıyı vurgulamak için bileklerini ovuşturdun. Önce soldaki, ardından sağdaki kelepçeyi çıkardın. Ayağa kalktın. Kafes kapısının kilidini açtın. Anahtarları geri ona fırlattın. Kapıyı açtın. Dışarı çıktın. Başını eğdin. Başka bir plan başka bir şeyi gerektirmediği sürece, asla gözlerine bakmazdın. Sırtını esnettin. Biraz inledin. Sebze bahçesine yürüdün. İşedin. Kadın bazen rutini değiştirerek kafanı karıştırmaya çalışırdı. Arada bir gündelik işlerin egzersizlerden önce yapılmasını isterdi mesela. Ama çoğu zaman, ilk önce şınav çekilirdi. Sen daha fermuarını çekerken o gün önce neyin yapılacağını anlamış olurdun. “Elli.” Bunu alçak sesle söylerdi. Dinlediğini bilirdi.
14
BELA
Her zamanki gibi işi ağırdan aldın. Bu daima planının bir parçası olurdu. Onu bekletmek içindi bu. Sağ kolunu ovuşturdun. Zincir takılıyken kelepçe koluna batardı. Kolun iyileşirken kulaklarında belli belirsiz bir çınlama oldu. Kafanı çevirdin birkaç kere. Ardından omuzlarını. Sonra gene kafanı çevirip olduğun yerde durdun. Yere yatmadan önce, kadının sabrını iyice zorlamak için birkaç saniye daha bekledin. bir Püf noktası iki aldırmamak. üç Bu dört tek püf noktası. beş Ama altı çok fazla yedi taktik var. sekiz Hem de çok. dokuz Her zaman on dikkatle izle. on bir Her zaman. on iki Ve bu on üç kolay. on dört Çünkü yapacak on beş başka bir şey on altı yok. on yedi Neyi izleyeceksin? on sekiz Bir şeyi. on dokuz Herhangi bir şeyi. yirmi Her yirmi bir hangi yirmi iki bir şeyi.
15
S A L LY G R E E N
yirmi üç yirmi dört yirmi beş yirmi altı yirmi yedi yirmi sekiz yirmi dokuz otuz otuz bir otuz iki otuz üç otuz dört otuz beş otuz altı otuz yedi otuz sekiz otuz dokuz kırk kırk bir kırk iki kırk üç kırk dört kırk beş kırk altı kırk yedi kırk sekiz kırk dokuz
Bir hatayı. Bir fırsatı. Bir dikkatsizliği. Cehennemden gelen ak cadının yapacağı en küçük hatayı. Çünkü hata yapıyor. Ah, evet. Ve bu hatadan bir şey çıkmazsa, bir sonrakini beklersin. Ve bir sonrakini. Ve bir sonrakini. Sonunda başarana dek. Özgür olana dek.
Ayağa kalktın. Kadının her zaman saydığını biliyor olsan da, asla gevşememek –asla pislikten vazgeçmemek– bir başka taktikti.
16
BELA
Kadın, hiçbir şey demeden, yaklaşıp elinin tersiyle suratının ortasına bir tane indirdi. elli
“Elli.”
Şınavların ardından, ayakta dikilip beklerdin. Bu esnada en iyisi yere bakmaktı. Patikada, kafesin yanında duruyordun. Patika çamurluydu ama bugün patikayı temizlemeyecektin. Bugünkü planda bu yoktu. Son günlerde çok fazla yağmur yağmıştı. Sonbahar hızla geliyordu. Gene de, bugün yağmur yağmıyordu. İşler yolundaydı. “Dıştan tur at.” Sesi gene alçaktı. Sesini yükseltmesine lüzum yoktu. Birazdan koşmaya başlayacaktın... ama hemen değil. Her zamanki gibi dikbaşlı davranıp, sonunda boyun eğdiğini düşünmesini sağlamalıydın. Bu yüzden, önce sol tekin topuğunu sağ tekin burnuna, ardından sağ tekin topuğunu sol tekin burnuna vurarak çizmelerindeki çamuru silkeledin. Elini kaldırıp, rüzgârın yönünü tayin ediyormuşsun gibi etrafına bakındın. Patates tohumlarının üzerine tükürdün. Trafikte kendini karşıya atabileceğin bir aralık bulmaya çalışıyormuşsun gibi önce soluna, sonra sağına baktın... otobüsün geçmesini bekledin... ve koşmaya başladın. Taş duvarın üzerinden sıçrayıp kıraç araziye girerek ağaçlık alana yöneldin. Özgürlük. Öyleymiş gibi! Ama bir planın vardı ve dört ay içinde çok şey öğrenmiştin. Bugüne dek kadın için dıştan attığın turu en çabuk kırk beş dakikada tamamlamıştın. Aslında bunu daha kısa sürede –belki kırk dakikada– yapabilirdin çünkü ağaçlık alanın diğer
17
S A L LY G R E E N
ucunda, derenin başında durup dinleniyor, su içiyor, etrafını dinliyor ve izliyordun. Hatta bir keresinde, tepenin üzerine çıkıp daha ilerideki tepeleri, ağaçları ve bir de gölet görmüştün (aslında bu bir göl de olabilirdi ama yaz günlerinin grimsi eflatun rengi ve uzunluğu bunun sana bir gölet olduğunu söylüyordu). Bugün plan, gözden kaybolduktan sonra hızını arttırmaktı. Bu kolaydı. Kolay. Sürdürdüğün beslenme düzeni harikaydı. Bu konuda kadına hakkını vermeliydin çünkü süper sağlıklı, süper formdaydın. Et, sebze, daha çok et, daha çok sebze. Bol temiz havayı da unutmamak gerekirdi. Ah, hayat buydu işte. İyi gidiyordun. İyi bir tempo tutturmuştun. En hızlı tempondu bu. Kadının tokatından sonra kendini iyileştirirken kulakların çınlıyordu. Çoktan ağaçlık alanın diğer ucuna ulaşmıştın bile. Artık, dış parkurun yarı uzunluğunda olan iç parkura geçebilirdin. Ama kadın iç parkuru istememişti ve sen de kadın ne derse onu yapacaktın. Bu en hızlı koşun olmalıydı. Ardından tepeye çıkacaktın ve yerçekiminin seni uzun adımlarla gölete akan dereye ulaştırmasına izin verecektin. Artık daha alengirli kısma gelmiştin. Parkurun çevrelediği alanın dışına çıkmak üzereydin ve az sonra tamamen çıkmış olacaktın. Geç kaldığını anlayana dek kadının gittiğinden haberi olmayacaktı. Bu sana parkuru terk ettikten sonra yirmi beş dakika veriyordu. Belki de otuz, otuz beş dakika. Ama peşine düşmeden, sen bu süreyi yirmi beş dakika olarak kabul edebilirdin. Oysa sorun kadın değildi. Sorun, kelepçeydi. Çok fazla uzaklaştığında kelepçe kırılırdı. Bunun nasıl çalıştığını bilmi-
18
BELA
yordun –cadılık ya da bilim veya her ikisi birden– ama kelepçe kırılırdı. Kadın sana bunu Birinci Gün’de söylemiş; kelepçenin bir sıvı –bir tür asit– içerdiğini eklemişti. Çok uzaklaştığın takdirde sıvı kırılan kelepçeden sızarak bileğini yakardı. “Elin kopar,” diye açıklamıştı kadın bu durumu. Artık bayır aşağı iniyordun. Bir klik sesi duydun... ve yanma başladı. Ama senin bir planın vardı. Durup, bileğini dereye daldırdın. Tıslayan suyun verdiği his seni biraz rahatlatsa da, bu balçık gibi, yapışkan bir iksirdi ve kolay kolay çıkmıyordu. Kelepçeden daha da çok iksir sızacaktı ve devam etmek zorundaydın. Kelepçeyle bileğinin arasını ıslak yosunlar ve turbayla1 doldurduktan sonra, bileğini yeniden suya batırdın. Ardından, daha da çok dolgu malzemesi tıkıştırdın. Çok fazla zaman kaybettin. Yola devam etmen gerekiyordu. Bayır aşağı. Dereyi takip et. Püf noktası bileğinin durumuna aldırmamaktı. Bacakların iyi durumdaydı. Hızla yol katediyordun. Her neyse, bir elini kaybetmek o kadar da kötü değildi. Bunu esaslı bir şeyle telafi edebilirdin... bir kanca... ya da Ejder Kalesi’ndeki2 gibi üç çatallı bir pençeyle... ya da üzerinde, normalde gizlenebilir ama birileriyle dövüşürken dışarı çıkarabileceğin – ker-ching– bıçaklar olan bir şeyle... hatta alevler çıkaran bir şeyle... tek bildiğin elinin yerine protez takmayacağındı... asla. Başın dönüyordu. Kulakların çınlamaya devam ediyordu. Vücudun, bileğini iyileştirmeye çalışıyordu. Asla bilemezdin; ������������������������������������������������������������������������������� Yüzeyleri bataklık bitkileriyle örtülü���������������������������������������� , derin olmayan su birikintilerinin diplerinde oluşan, kömürleşmiş bitki kalıntıları. (ç.n.) 2 1973 Hong Kong yapımı, ölümünden önce Bruce Lee’nin rol aldığı son film. (ç.n.)
19
S A L LY G R E E N
belki de bu işten iki elinle birden sıyrılacaktın. Gene de, püf noktası aldırmamaktı. Her halükârda, kaçmıştın. Durmak zorundaydın. Bileğini yeniden suya daldırdın. Kelepçeyle bileğinin arasına yeni turbalar doldurdun ve yoluna devam ettin. Neredeyse gölete gelmiştin. Neredeyse. Ah, evet. Kahrolası su çok soğuktu. Çok yavaştın. Sığ suda yürümek ağır ilerlemene neden oluyordu ama kolunu suda tutmak iyi geliyordu. Yalnızca yola devam et. Devam et. Bu, kahrolası büyük bir göletti. Ama sorun değildi. Ne kadar büyükse, o kadar iyiydi. Bunun anlamı elinin daha uzun süre suda kalacağıydı. Kendini hasta gibi hissediyordun... ughhh... Lanet! Elin berbat görünüyordu. Ama kelepçeden artık asit sızmıyordu. Kaçacaktın. Kadını mağlup etmiştin. Mercury’yi bulabilirdin. Nihayet üç armağanını alacaktın. Ama devam etmen gerekiyordu. Bir dakika içinde göletin sonuna ulaşmış olacaktın. İyi gidiyordun. İyi gidiyordun. Artık çok kalmamıştı. Birazdan vadiye girecektin ve...
20