Her Nefes - Temmuz 2013 / Ken'ân Rifâî

Page 1

TEMMUZ 2013

46.sayý

Tasavvuf Kültürü Dergisi

Ken ân Rifâî Hz.


EDÝTÖRDEN...

Merhaba Her Nefes Dostlarý, Bir ay daha geçti ve Temmuz sayýmýza ulaþtýk. Dergimizin konusu bu ay Hakk a kavuþmalarýnýn 63. senesini idrak ettiðimiz hocamýz, bir koca sultan Ken an Rifâî Hazretleri Yalnýz kendi deðil, yetiþtirdiði, mürþitlik ettiði müstesnâ öðrencileri vâsýtasýyla devirler sahibi, hâlâ zamana hükmeden, zamanýn babasý (ebû l vakt) bir insân-ý kâmil Bu büyük sultanlarý yazmak da, anlatmak da elbette bizler için pek güç. Buna ne aklýmýz, ne kalemimiz ve ne de gönlümüz yeter, ama olsun, topal karýnca gibi yolundayýz diyerek kalemlerimize sarýldýk. Dolayýsýyla hepimiz kýymetli sultanýmýzý kendi anladýðýmýz mertebelerden anlatmaya çalýþtýk. Kýrýk kalemlerimiz ve eksik-noksan kelimelerimiz ile kendi kaplarýmýz ölçüsünde anlatmayý denedik. Elbette yetmedi, yetiþmedi. Þimdiden Her Nefes yazar ekibi adýna Sürç-ü lisan ettiysek affola diyorum. Kendi adýma ise Ken an Rifâî Hazretleri nin, Efendimin adýnýn her anýlýþýnda onun Hz. Peygamber e olan aþkýný, edebini ve tevâzuunu düþünür ve idrak etmeyi dilerim. O nun söylediklerini hâl etmeyi cân-ý gönülden diliyorum: "Dünyâya âit güzellikler içinde üç þeyi severim; Aþk, edep, irfan! Hattâ bence edep olmayýnca, aþk ve irfan da noksandýr. Edep bir taçtýr, onu baþýna koyduktan sonra istediðin yere git... Ayýran, âdemi hayvandan edeptir Ýki âlemde felah Ken'an edeptir Dil-i çeþm-i beþerin nuru edeptir


Beþerin kalbi ve gözü nuru edeptir. Kur'ân'ýn bütün mânâsý da yalnýz edeptir. Edepten maksat da, Hakk'ýn rýzâsýný kazanmaktýr. Bu rýzâ-yý ilâhîyi bulmak nasýl olur? derseniz, onu da hocasýndan öðrenmelidir. Her þeyin bir muallimi olduðu gibi, bunun da þüphesiz vardýr. Bu da ancak, onun dediðini tutmak, gittiði yoldan gitmekle mümkün olur (Ken an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtý Yayýnevi, Ýstanbul, 2000, s.279).

O nun anlattýðý tasavvufu öðrenmeyi istiyorum: Onun için tasavvuf ehlinde bulunmasý lâzým olan iki türlü edep vardýr ki biri zahirîdir, biri de bâtýnî... Zâhirî edep, namaz, oruç, hac, zekât vesâire gibi þeylerdir. Bâtýnî edep de, insanýn hayvan sýfatlarýndan kurtulmasý, elinden, dilinden kimsenin rencide olmamasý ve kalbinin hile ve fesat gibi kötülüklerden arýnmýþ olarak Allah'ýn cemâlini seyretmesidir. Ýþte tasavvuf ehli diye bunlara derler." ((Ken an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtý Yayýnevi, Ýstanbul, 2000, s.324)

O nun gibi yaþayan güzel sultanlarýn dizinin dibinde, yine O nun anlattýðý ve O nun yaþadýðý ölümsüz hayatý yaþamayý mürebbimden diliyorum: Tasavvuf, ölümsüz hayat ve her hal ve vakitte edeptir." (Ken an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtý Yayýnevi, Ýstanbul, 2000, s. 468)

Rabbim nasip etsin inþaallah

Yosun Mater


SOHBETLER...

Semîha Haným:

- Mecnun, Leylâ'ya giderken, zevk ve istiðrakýnýn ziyâdeliðinden, devesinin yularýný býrakýr, deve de yavrusunun bulunduðu þehre dönermiþ. Mecnun bu ters gidiþle kendine gelince bir daha dalmamak için karar verirse deyine ihtiyarsýz olarak kendinden geçince, deve tekrar geri dönermiþ. Nihayet Mecnun, baþka çâre olmadýðýný anlayarak deveden atlayýp Leylâ'nýn tarafýna yaya olarak gitmiþ: - "Öyledir. Vücut devesi insaný dâima dünyâya, nefsinin îcaplarýna çeker. Mademki kâh þuraya kâh buraya çekiyor, o halde sen de onu terket... Þeytan nedir? Seni dünyâya, nefsinin arzularýna çeken her þey þeytandýr. Enbiyâ ve evliya ise seni Allah'a, Hak tarafýna çeker." Semîha Haným: - Mecnûn 'u kendinden geçiren Leylâ olduðu halde deve yine onu yolundan geri döndürüyor. - "Bu hal, müridin ilk zamanlarýna, iptidâ-i hâline benzer. Mürit o zaman mürþidinden sâde lûtuf bekler, dâima hoþlanmak ister. Halbuki ne lûtuftan þâd ol, ne de kahýrdan incin ki derviþlik budur iþte." (Ken an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtý Yayýnevi, Ýstanbul 2000, s. 206)

***


"Beþer, ne eski filozoflarýn dediði gibi Allah'týr, ne de yenilerin dediði gibi sur homme yâni insan üstüdür. Beþer Allah olamaz. Bak ne diyoruz: Ey mazhar-ý mürþitte tecellî eden Allah! Fakat o kimsenin vücûdunu ilâhî tecelliyat yakmýþ, yâni kalýbýný, cismini, benliðini kendinde fânî etmiþse, o vakit beþer Hak'la bakî olmuþ, ondan Hak tecellî etmiþtir. Güneþin zuhûrunda idâre kandili hükümsüz kalýr." - Peki efendim, bu dâimî tecellî o zâtýn cismine zarar vermez mi? Yâni bu tecellî ile yanýp harap olmaz mý? - "O kimse bu tecellîden esâsen yanmýþtýr da ondan sonra o hâle mazhar olmuþtur. Artýk onun yanacak yeri olur mu? Gerçi o zâtýn ortada bir bedeni vardýr, fakat varlýðýndan eser kalmamýþtýr." (Ken an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtý Yayýnevi, Ýstanbul 2000, s. 23)

*** Münîre Hanýmefendi, kardeþlerimizden birinin, herhangi müþkül ânýnda, Hocamýzýn maneviyâtýný rahatsýz etmemek için Server Beyefendiden istimdat ettiðini söyledi: - "Rahatsýz etmek ne demek? Bu fikri neden tashih etmediniz? Mürþit demek, sâde onun kalýbý demek deðildir ki... onun maneviyâtý hudutsuzdur. Zâhir baþka, bâtýn baþka... bir kimsenin, mürþidinin maneviyâtýndan yardým dilemesi, zâhiren bir istekte bulunmasý bir iþ teklif etmesi gibi deðildir ki rahatsýzlýk bahis mevzuu olsun..." (Ken an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtý Yayýnevi, Ýstanbul 2000, s. 185-185)


Ken an Rifâî Hazretleri nin öðrett ahlâk-ý Muhammedî dir Müge Doðan: Hocam, bu ay 20.yy. mutasavvýflarýndan Ken an Rifâî den bahsetmek istiyoruz. Kendilerini ve diðer mutasavvýflardan farkýný anlatýr mýsýnýz?

söyleþi: cemâlnur sargut

Cemâlnur Sargut: Aslýna bakarsan insân-ý kâmil vasfýna en güzel uyanlardan bir tanesi hocam Ken an Rifâî dir. Zirâ O, kemâl noktasýnda kendi varlýðýný yok etmiþ, etrâfa dâimâ fayda saçmak için ve kendi bildikleri ile etrafý faydalandýrýp insan yetiþtirmek için çabalayarak ömrünü geçirmiþtir. O nun en büyük özelliði, bir yandan son derece kaliteli bir ilmî bilgiye sahip oluþu, 8 tane lisan biliþi, dünya ve âhiret iþlerini bir arada götürme özelliðini üzerinde çok güzel taþýyýþýdýr. Yani kendisinde maddîmânevî bütün ilimleri seyretmek mümkündür. Bu bakýþ açýsýndan O na Peygamber vasýflarýna sahip bir mürþidi kâmil denebilir. Bence bir diðer büyük özelliði de devrimci yapýya sahip olmasýdýr. Çünkü kendisi son derece modern, o devrin klasik þeyh anlayýþýndan uzak, cübbesiz, sarýksýz, sadece yeri geldiðinde bunlarý kullanan, her þeyi kullanan ve her þeyin üstüne çýkmýþ bir öðretmendir. O öyle bir âriftir ki bütün ideolojileri bilir, fakat kendisi hiçbirinden deðildir. Yani ideolojiyi O yaratýr. Sanki her

felsefî dalý, her bilgiyi, her öðretiyi Allah ile iliþki kurduracak þekilde kendine hasretmiþ ve bambaþka bir mânâ ile ifâde edip yeni bir yorum ortaya koymuþtur. Belki Ýbn-i Arabî nin târif ettiði insân-ý kâmil anlayýþýna en güzel uyan kiþi Ken an Rifâî Hazretleri dir. Yani O, devrinin yorumcusudur. Kur an ý da yorumlar, tevil de eder ve onun tevil etme hakký vardýr, çünkü nefsinden konuþmaz. Sanki attýðýn el Allah ýn elidir âyetinin tecellisi gibidir. Bu bakýþ açýsýndan da öðreticiliði ve kendisine olan güveni ve emniyeti, kendisinden emin olarak Allah ýndan emin oluþu, Peygamber vasýflarýný taþýdýðýnýn bir baþka güzel delilidir. Bu yüzden de âhlak-ý Muhammedî yi onda seyretmek mümkündür. Hattâ Sâmiha Ayverdi, O nu anlatýrken Ýnsanlýk idealini kendine gaye düzen ve cemiyet içinde gönüllü bir ahlâk mücâhidi olarak temâyüz eden hocam, terbiyeciliði, öðretim ve eðitim metodlarý ve hususiyetleri O nun þahsiyet yapýsýnýn üzerinde ehemmiyetle durulmasý icab eden bir noktasýný teþkil eder diyerek hocasýný devrinin en iyi eðitimcisi ve öðretimcisi olarak târif eder. Müge Doðan: Kendilerinin eðitim metodlarýndan biraz bahseder misiniz?


iði þey, Cemâlnur Sargut: Hocamýzýn, yani Ken an Rifâî Hazretleri nin eðittiði ve öðrettiði þey, ahlâk-ý Muhammedî dir; yani Allah ýn ahlâký ile ahlâklanmaktýr. Bunu öðretmekte iki metod kullanmýþtýr: Birincisi, bir mürþid gibi anlatmak; onu maddî ve mânevî ilimler içerisinde çok güzel kaynaþtýrarak anlatmak. Bunun için de bütün kendisinden önceki âlimlerin bilgi ve ilimlerinin sentezini yapýp oradan yeni bir tarz çýkarmýþtýr. Bu yönü ile hakiki bir mürþiddir. Ýkincisi de yaþayarak göstermektir. Bu ikisi de çok önemli bir þekilde O nun þekle takýlýp kalmadýðýný ve her þeyin özüne ve mânâsýna gittiðini gösterir. O yüzden de tekkeler kapatýldýðýnda, tekkenin vücud olduðunu ve hakiki semânýn gönül etrafýnda yapýlmasý gerektiðini söylemiþtir. Medine ye âþýktýr ama hiçbir þeyi mecbûriyet hâline getirmez. O nun âdet ve alýþkanlýklarý yoktur. Âdet ve alýþkanlýklardan uzak, Allah ýn istediði gibi yaþayan bir sultandýr. Çok eziyet görmüþtür; çünkü bana Ken an da, þeytan da diyen var demiþtir. Hattâ birisi O nun büyüklüðünü aleyhinde konuþulanlardan anladým buyurmuþtur. Aleyhinde kitaplar bile yazýlmýþtýr ama O nun güzelliði bütün bunlarýn üstüne çýkarak çalýþmasýna bir an aralýksýz devam etmesidir. Yani gözünü bir hedefe dikmiþ ve o hedef dýþýndaki hiçbir þey O nu ilgilendirmemiþtir.


Hattâ aleyhinde olanlara gizli gizli duâ etmiþ ve yardým etmiþtir. Ýþte gerçek insân-ý kâmilin vasfý bence budur. Müge Doðan: Hocam, gündemimiz mâlûm..Memleketimiz adýna üzücü zamanlar yaþýyoruz. Dolayýsýyla biraz da Kendilerinin vatan ve millet anlayýþýna deðinelim mi?

söyleþi: cemâlnur sargut

Cemâlnur Sargut: O nda Allah ýn ahlâký olduðu için memleketine âit hiçbir þeye ters muâmele etmemeyi ön plana almýþtýr. Bir kere çok iyi biliyoruz ki hiçbir zaman yabancý sigara içmemiþ, günde sadece 1,5 tane içtiði sigarasýný yerli sigaradan seçmiþ, çünkü bir taraftan milliyetçi, bir taraftan ümmetçidir. Ýkisi arasýnda sýrât-ý müstakim üzere dengede olduðunu her an göstermiþtir. Hocamýzýn bize öðrettiði maddî þeylerin baþýnda elektrikleri söndürmek, musluðu açýk tutmamak ve bu þekilde devlet malýna hiçbir þekilde zarar vermemek ilkesi vardýr. Çünkü devlete zarar verenin Allah a zarar vermiþ olduðunu söyler. Bu yüzden de insaný dünya içinde yaþayacak ve dünyanýn problemleri ve dertleri içerisinde nasýl davranmasý gerektiðine göre odaklayacak þekilde hareket etmiþtir. Atatürk tarikatleri kapattýðý zaman çok eziyet çekse de kendisi büyük bir zevkle yapan ve yapýlanýn Allah tan olduðunu

bildiði için devrin kanunlarýna katiyen karþý gelmemiþ, hattâ kitaplarýný kuyuya atmýþ ve birçok yerde hakkýnda tahkikatlar açýldýðý hâlde o kendisi hiçbir þeyden yýlmayarak, Atatürk ü ve devlet büyüklerini savunarak hayatýna devam etmiþtir. Tekkesini kapatmýþ, bir daha da açmamýþ, zikir yasak olduðu sürece zikri yasaklamýþtýr. Yani devrin kaide ve kurallarýný ulû l emre itaat olduðunu çok iyi bildiði için, bizden olanýn emrine itaat ediniz lâfýndan dolayý, yapanýn ve yaptýranýn Allah olduðunu çok iyi bildiðinden, Atatürk ün hattâ tarikatleri kapasa bile Allah tan olduðunu bilerek ona itaat etmeyi birinci planda herkese öðütlemiþtir. Þapka devriminde þapkayý ilk giyen kiþidir. Bu yönden de çok eleþtirilmiþtir. Bunun devlet büyüklerine yaranmakla hiçbir alâkasý olmadýðýný, bunun sadece Allah ýn hoþuna giden gerçek bir haslet olduðunu bize her hâli ile öðretmiþ bir sultandýr. Müge Doðan: Kendilerinin ekolünden olan Sâmiha Ayverdi Devirlerle bu devirlere hükmedenlere bir bakýma âþýk-mâþuk diyebiliriz. Zîra cemiyetlerin, aþikâr olmasa bile, mutlaka bir gizli talebi vardýr ki, idarecisini kendi beðenmiþ, seçmiþ, çekip baþa getirmiþtir diyor. Cemâlnur Sargut: Evet, kiþi kendisinin lâyýk olduðu hükûmetleri kendi getirir diye Allah ýn da sözleri var. Dolayýsý ile lâyýk olduðumuz þeyle terbiye oluruz. Burada söylenmek istenen, bizim itirazlarýmýzý ortaya koyma þeklimizin çok dikkatli olmasý gerektiðidir.


Bölünmekten yana olan itirazlar, Allah ýn hoþuna gitmediði için bizi de Allah tan uzak tutar ama bir zâlim görüyorsak ve onun zulmüne eþlik etmek istemiyorsak o zaman bunu çeþitli metodlarla, kalemlerle, oylarla yapmak mecbûriyetindeyiz. Benim hocam Ken an Rifâî den de Sâmiha Ayverdi den de öðrendiðim budur. Bir kere önce birlik yönünde hareket etmenin gerektiðini, tevhid noktasýndan hareket etmenin gerektiðini, bölünmeye meydan vermenin çok büyük vebâli olduðunu biliyoruz. Ýkincisi de mücâdelenin aslý, kavga ile savaþla olmaz. Mücâdelenin aslý hilim, yumuþaklýk ve sevgi metodu ile olur. Hz. Ali nin kendi yüzüne tüküren müþriði öldürmeyip kýlýcýný geri çekmesi ve müþriðin sorgusu üzerine þahsýma hakaret ettiðin için artýk seninle mücâdele edemem, bu nefsime aðýr geldiði için seni öldürmek olur, katil olurum demesine benzer. O zaman da müþrik çok güzel birþey söyler: Beni kýlýcýnla öldürmedin ama yumuþaklýðýn ve adâletinle öldürdün ya Ali. O hâlde yumuþaklýk ve adâlet bizden tecelli ederse, halk adâlet ve edebi öðretirse, idâre de adâlet ve edebi öðrenir. Ýdâre adâlet ve edebi gösterirse, halk öðrenir. Dolayýsý ile bu karþýlýklý bir iliþkidir. Burada yapýlmasý, dikkat edilmesi gereken þey, mâneviyattan uzaklaþmamak, her yerde Allah ile iliþki kurmak ve Allah tan uzak olan her þeyde yanlýþ yaptýðýmýzý idrak etmektir. Müge Doðan: Gene Sâmiha Ayverdi millî romantizmi þu þekilde târif ediyor:

Türk milletine âit bütün güzellikleri, deðer ve hasletleri bir aþk ve þevk hâlinde tâ yüreðinde hissetmek, fikir milliyetçiliðinde kalmayýp gönül milliyetçisi olmak ve nesilleri bu heyecan ile yetiþtirmektir. Cemâlnur Sargut:

Sâmiha Anne hakikatten gönül milliyetçisiydi. Onun için de gerçekten mücâdelesini gönlü ile veren, kalemi ile veren bir insan olarak devirlere bir kadýn mürþid olarak adýný yazdýrdý. O, hocasýnýn söylediklerini aynen uygulayandýr. Hocasý ile arasýnda sadece þive farký vardý. Hocamda daha yumuþaklýk, daha mâneviyat anlatarak izah, Samiha Anne de daha net bir izah vardý ama söylenenler hep ayný idi, hiç farketmedi. Her ikisi de bir taraftan kuvvetli milliyetçi, bir taraftan kuvvetli ümmetçi, yani bir ayaklarý þeriatta sabit diðer ayaklarý ile yetmiþ iki milletle bir ve beraberdiler. Her ikisinin söyleminde de nefsânî hiçbir þey bulamazsýnýz. Allah ýn istediðinden baþka bir þey de görmek mümkün olmazdý. Onun için, gerçekten mürid olanýn, çünkü bu çok azdýr, ona hakiki hürmet ve saygýsý vardý. Mürid olduðunu zannedenin de saygýsý olduðunu zannetti ama mürþidler


ölmez, bugün hâlâ O nun mânâsý ile yaþayanlar var. Bir de o mânâyý hiç anlamamýþ olanlar var. O bakýmdan da bugün yaþanan birçok sýkýntýlarýn sebebi devrin sahiplerinin bize verdiði mesajlarý çok idrak edememekten oluyor.

söyleþi: cemâlnur sargut

Bence muâmelelerimizi tekrar gözden geçirerek hiddet, þiddet, edepsizlik, terbiyesizlik yerine edep, karþýmýzdakinin de bizim bir parçamýz olduðunu düþünerek ona göre muâmele lâzým. Biz senelerce sað-sol meselelerinden çok acý çektik. Ayný evin içerisinde iki insan birbirine düþman oldu. Sonra o düþmanlýk edenler kol kola birlikte ayný üniversitelerde profesörlük yaptýlar. Olan, ölenlere oldu. Bugün de dikkat etmek lâzým. Nihâyet, eziyet ettiði söylenen, senin kardeþin, edilen de diðer kardeþin. Ýki kardeþ birbirinden ayrý olamaz; et ve týrnak gibiyiz. Ayný dili konuþuyoruz, ayný dini konuþuyoruz. Allah korusun, yeni Bosna Hersek ten geldik, Boþnaklarý gördük, Avrupa Birliði nin onlarý nasýl Sýrplara teslim ettiðini ve Sýrplarýn onlarýn bütün ailelerini nasýl öldürdüðünü gördük. Demek ki insanýn dostu yalnýz kendi milletidir; baþka milletler olmaz. O yüzden kendimizdeki deðeri bilelim ki birbirimize hürmet edelim. Yaptýrmak istediklerimizi daha edep çerçevesinde ve daha güzel anlatarak yapalým. Vatan-millet malýna zarar vermeyelim. Bu çok acý bir þey. Birbirimizi sevelim. Bir þeyle mücâdele edeceksek o mücâdeleyi kibarlýkla ve zarâfetle yapalým. Derviþlik bunu gerektirir. Ýnþaallah Türk milleti bir

daha böyle bir þey yaþamaz. Çok iyi niyetle baþlayýp çok kötü olabilir hâdiseler. Bunun idrâkine varýp tarihin tekerrürden ibâret olduðunu hatýrlayýp târihe hürmet edip, kendimizi tekrar gözden geçirelim. Bu, çocuk oyuncaðý deðildir, çocuklarýn oynadýðý bir hâdise de deðildir. Zevk ve eðlence aracý da deðildir. Memlekete zarar vermenin vebâli insanlarýn üzerinden çýkmaz, gitmez. Allah hepimizi korusun. Müge Doðan: Hocam, sizin için Ken an Rifâî Hazretleri ne ifâde ediyor? Cemâlnur Sargut: Þahsen ben, Ken an Rifâî Hazretleri gibi bir sultaný tanýmak þerefine nâil olduðumdan dolayý ve þu dünyada zerrece itibârým varsa O ndan olduðunu bildiðim için kendimi dünyanýn en þanslý insaný hissediyorum. Hattâ hayatýmýn çok kötü devreleri de olsa, insanlar bana bir sürü eziyet ve sýkýntý da verse bunlarýn içerisinde ben yine de bu âlemdeki en þanslý kulum.

Çünkü bütün bu sýkýntýlar ile mücâdele etme zevkini ve bu sýkýntýlarýn beni Allah a yaklaþtýrdýðýný ve bana kötülük edenlere iyilik etmem gerektiðini, onlarý sevmem ve onlarý korumam gerektiðini öðreten bir mürþidin evlâdýyým.


Sanki Ken an Rifâî, öðretileri ile bizleri baþýmýza gelecek her türlü, en feci hâdiselere karþý zýrhlamýþ. Ben o zýrhý hissediyorum þimdi. Hocamýn çektiði sýkýntýlarý þimdi çok daha iyi idrâk edebiliyorum. Bu yüzden de öyle bir hocam olduðu için -yani inþaallah bana öðrencim demek þerefine beni nâil eder- O nun hakiki öðrencisi olan, þeksiz þüphesiz sadece vücudlarýnýn deðiþtiði, ama varlýk olarak ayný varlýk olduklarýna iman ettiðim Sâmiha Ayverdi yi tanýdýðým için, Allah ýma binlerce þükrediyorum. Ayrýca Nazlý Annem ve annem gibi bunlarý hâl etmiþ, uygulayan ve hâlleri ile bize örnek olan iki öðretmeni görmüþ olduðum için de çok þanslý olduðumu düþünüyorum. Gene Hayri Hoca gibi bir Kur an dehâsýný, yokluðun içinde baþtan aþaðýya ilim olan bir sultaný tanýdýðým için ve Nermin Hoca gibi gerçek bir hoca ile Mesnevî çalýþtýðým için Allah ýma þükrediyorum ve kendimi dünyanýn en þanslý varlýðý olarak görüyorum. Bu yüzden her þeyi Ken an Rifâî ye borçluyum. Daha doðrusu, öyle biri var mý bilmiyorum; aslýnda her þeyimi Peygamber Efendimize borçluyum. Müge Doðan: Çok teþekkürler



SIRR-I HÂL Yavuz Celep

Þâh-ý Merdan gözüm oldu âlemi seyreyledi Gördüðünü nokta dürüp kirpiðime üfledi Güneþi suya gark edip semâya taþ baðladý Cümle zýdlarý toplayýp aklýmý halkeyledi Gaybý parça parça etti vücûdumu süsledi Üfledi Hak nefesinden rûhuyla küfreyledi Ona hamd ü senâ eden hizmetiyle þenlenen Bunca dili mühürledi, arýya vahyeyledi Bir günahýmýn içinden bin sevab ile taþýp Âþikâr edile diye celâlle kabzeyledi Arz ü semânýn üstüne inceden bir tül çekip On sekizbin âlemi de altýna hapseyledi On sekizin bin katýna perde perde gizlenip On dokuza teslim oldu, sýrrýný fâþ eyledi Þâh-ý Merdân mürþid oldu, isimlerden göründü Ken'ân Kerîm'den konuþup kuluyla meþkeyledi


KEN AN RÝFÂÎ HAZRETLERÝ NÝN HAYATI

1867 senesinde Selânik'te dünyâya gelen Ken'an Rifâî Hazretleri, Filibe hânedanýndan Hacý Hasan Bey'in oðlu Abdülhalim Bey'le Hatîce Cenan Haným'ýn çocuklarýdýr. Ýstanbul'da Galatasaray Sultânîsi ni (bugünkü Galatasaray Lisesi) bitirdikten sonra Bâb-ý Âlî Hâriciye Kaleminde vazîfe almýþ, Acem Mektebi nde tabiat muallimliði yaparken Posta Telgraf Nezâreti nde Alman müþâvir Groll'ün muâvinliðine getirilmiþ, bu arada da Hukuk Fakültesi ne devâm etmiþtir.

Oðlunun ilk mürþidi annesidir. Kendisine mânevî dünyânýn, Allah yolunun kapýlarýný açan annesi Hatîce Cenan Haným, daha sonra onu kendi mürþidi Þeyh Edhem Efendi ye teslim etmiþ, bu sûretle Ken'an Rifâî Hazretleri'nin mânevî þahsiyeti bu iki mürþid tarafýndan oluþturularak kemâle ermiþtir. Madde ve mânâ dünyâsýný et ve týrnak bilen Ken'an Rifâî Hazretleri, günün birinde kendini maârif çatýsý altýnda bularak sýrasý ile Balýkesir Ýdâdîsi, Adana, Manastýr, Üsküp, Trabzon Maârif Müdürlükleri, daha sonra Numûne-i Terakkî ve Medîne-i Münevvere Ýdâdîi Hamîdî Müdürlükleri yapmýþtýr. Tekrar Ýstanbul a döndükten sonra Erkek Muallim Mektebi Fransýzca hocalýðý, Tedkîkât-ý Ýlmiye Encümen Azalýðý, Dârüþþafaka Müdürlüðü ve Meclis-i Maârif Azalýðý vazîfelerinde bulunmuþ, emekliliðinden sonra da onüç sene Fener Rum Lisesi nde Türkçe hocalýðý yapmýþtýr. Onbir aylýk Balýkesir devri, genç müdürün Allah velîsi anne eliyle yükselen mânevî temelinin, artýk mürþidi Edhem Hazretleri nin taþ taþ iþlenme mesûliyetini bütünü ile üstüne aldýðý devirdi. Hocasý kendilerinin maddî ihtiyaçlarýný kýsýtlayarak, en azla yaþamanýn temizleyici zevkini tattýrýp (riyâzât), ileride halkýnýn bütün acýlarýný paylaþacak olan o mürþid-i kâmili bir mânevî âbide derecesine ulaþtýrmýþtýr. Yine burada bir san atkârdan mûsýkî nazariyatý öðrenmesini ve ney meþk


etmesini istemiþ, daha sonra da keman ve piyano çalmayý öðrenerek manevî feyzini öðrencilerine aktarmanýn diðer bir yolu olan mûsýkîyi, bestelediði ve güftelerini yazdýðý ilâhileri ile çevresine akýtmýþtýr.

Medîne-i Münevvere de Ýdâdî-i Hamîdî müdürlüðü yaptýðý dört sene zarfýnda Þeyh ül Meþâyih Seyyid Hamza Rifâî Hazretleri nden, dört sene hizmetlerinde bulunduktan sonra icâzet almýþlardýr. Bir gün Hamza Rifâî Hazretleri, Oðlum, bilmem ki ben mi senin þeyhinim, yoksa sen mi benim? demekle Ken an Rifâî Hazretleri nin vâsýl olduðu mertebenin yüceliðine pek güzel bir þekilde iþâret etmiþtir.

zâviye deðil de bir akademi yoluyla fikrini yaymak imkânlarýna sahip olsaydý belki de Ken'an Rifâî bir akademiyi tercih ederdi. O, cemiyetin nabzýný elinde tutarken, insanlarý hayâtýn endîþe verici dönemeçlerinde, vartalý yollarýnda, kýymet ölçülerini benimsemesinde, fikir ve ahlâk muhâsebesinde, hulâsa varlýðýnýn bütünü üstünde emniyet ve ahenk saðlayacak bir kontrol ve mesuliyet hissinin sahibi kýlmak istiyor ve terbiye sistemini o yola yöneltiyordu. (Sâmiha Ayverdi, Ken an Rifâî ve Yirminci Asrýn Iþýðýnda Müslümanlýk, Kubbealtý Neþriyâtý, Ýstanbul, 2009, s. 111) Bir taraftan irþâd iþleri ile meþgûl olurken, diðer taraftan da memleket kültürüne katkýda bulunma, öðrenci yetiþtirme ve idârecilik yapma gibi vatan hizmetine de yeniden baþlamýþ, Darüþþafaka ve Gelenbevî okullarýnda müdürlük yapmýþ, yüksek sýnýflara da Edebiyat ve Fransýzca dersi vermiþtir.

Ýstanbul a avdetlerinden sonra Erkek Muallim Mektebi nde Fransýzca Hocalýðý, Tedkîkat-ý Ýlmiyye Encümeni âzâlýðý, Darüþþafaka Müdürlüðü, Meclis-i Maârif Âzâlýðý nda bulunmuþtur. Ayný yýllarda annesi Hatice Cenan Haným ýn Hýrka-i Þerîf te inþâ ettirdiði Ümmü Ken an Dergâhý nda postniþîn olarak irþâd faâliyetine baþlamýþtýr. Ken an Rifâî nin irþâd faaliyetini dergâh çatýsý altýnda götürmeyi tercih ediþini Sâmiha Ayverdi devrin icâbettirdiði þeyi yerine getirmek olarak yorumlar: O devrin þartlarýna göre bu meydan, ancak bir dergâh olabilirdi. Eðer o zamanki cemiyet, bir

1925 yýlýnda dergâhlar kapandýktan sonra da Ken'an Rifâî nin vazifesi bitmiþ olmadý. Bu defa da kendi kendine geliþen tabiat hâdiseleri gibi, etrafýnda tabiî bir akademi teþekkül ediyordu. 1925 de tekkelerin devlet eliyle kapatýldýðý zaman halkýn sesini Hakk ýn sesi olarak kabul eden Ken an Rifâî bu durumu en küçük itiraz ve hoþnutsuzluk göstermeden kabul etmiþti. Onun için tarîkat bir gaye deðil bir vasýtadan ibaretti. Ken an Rifâî tarîkat kurumunun sadece þekilde kalmýþ olduðunu görmekte ve devrin ihtiyaçlarýný karþýlayacak nitelikte olmadýðýný

Manastýr Maârif Müdürlüðü sýrasýnda mürþidi Edhem Þah cemâle yürümüþ, kendisine yerini býraktýðýný, mânâ âleminden haber vererek dünyâdan göçmüþ olduðunu bildirmiþtir.


bilmekteydi. Bu fikri öylesine samimiyetle benimsemiþtir ki, kendisine bu konuda soru yönelten bir gazeteciye hâlihazýrda açýk olan üç yüz küsur dergâhtan pek azýnýn irfâna hizmet ettiðini ve söz konusu kanun ile bu duruma bir son verildiðini ifâde etmiþtir." (Sâmiha Ayverdi, Ken an Rifâî ve

Yirminci Asrýn Iþýðýnda Müslümanlýk, Kubbealtý Neþriyâtý, 2009, Ýstanbul, s. 120-121)

Maârif Vekâleti nden emekliye ayrýldýktan sonra on üç yýl boyunca Fener Rum Lisesi nde Türkçe hocalýðý yapmýþ, soyadý kanunu ile Büyükaksoy soyadýný almýþtýr. Ken'an Rifâî, 7 Temmuz 1950 tarihinde vefât etmiþtir. Kabri Merkezefendi Camiî avlusunda þadýrvanla kabristan duvarý arasýndaki hazîrede bulunmaktadýr. Kendileri Fransýzca, Almanca, Ýngilizce (80 yaþýndan sonra öðrenerek), Arapça, Farsça, Rumca, Çerkezce yi anadili gibi bilmekteydiler. ESERLERÝ Muktezâ-yý Hayat Camille Flammarion dan tercüme Dünyânýn Ýnkýlâbý Rehber-i Sâlikîn Tuhfe-i Ken an Ahmed er-Rifâî Ýlâhiyât-ý Ken an (ilâhileri ve besteleri) 1 cilt þerhli Mesnevî-i Þerif Sohbetler



SÂMÝHA AYVERDÝ

DOST

DOST Sâmiha Ayverdi

...Tasavvufun inandýðý hürriyet, nefsin kin, kibir, yalan, gösteriþ, menfaat, benlik gibi insaný hayvanlaþtýran esâretinden kurtulmasý olduðuna göre, velîlerin gayesi, âdemoðlunu, cemiyetin hür adamý yapmaktýr. Zîra kendileri hürdürler. Üstelik, dünya sevgisi ile baðlý olmadýklarý için, dünya ehlinden de korkularý yoktur. Bu hikmet, irfan, îman ve aþk merkezleri, bizâtihi hâmil olduklarý deðerleri ücretsiz ve karþýlýksýz olarak etraflarýna daðýta daðýta, sâkin âlemleri içinde yaþarlar. Asýrlar asýrlarý tâkip etse de, kütleye adadýklarý varlýklarý ile, kâh gizli, kâh âþikâr, etraflarýna huzur getirmekte kýyâmete kadar devam eyleyeceklerdir. Kendileri için doðmamýþ, kendileri için yaþamamýþ bu ulularý, ne yazýk ki bugün körebe þaþkýnlýðý içine düþmüþ dünya fark etmeyecek bir gaflet içindedir. Kimbilir, daha ne kadar zaman kollayýp aramayý da düþünemeyecektir. Halbuki yaratýlýþ âlemi içinde tecellîleri eksiksiz olan Allah, evliyâsýný eksik eder mi? Yeter ki kütle uyansýn ve gene bu merkezlerin etraflarýnda kurtuluþunu aramak ihtiyâcýný duysun. Arayýcý olan, elbette bir gün bulucu da olur. *** Ýþte XX. asrý þereflendiren bir kütle fedâîsi, bir rehber Ken an Rifâî dir. Ýlâhî irâdenin, insanoðluna bir armaðan olarak göndermiþ olduðu Ken an


Rifâî yi, anlatmak isteyenin, mazgaldan ufku gözleyebildiði kadar seyreden bir nöbetçiden farký yoktur. Niçin mi? Kulaçlamakla sonsuzluðuna eriþilemeyecek bu ihlâs ve samîmiyet âbidesi, insan idrâkinin zorlukla kavrayacaðý bir hayýr ve sevgi hazînesini akýllarý durduracak ölçüde etrâfýna saçtýðý için, anlatýlmasý ve anlaþýlmasý güç, belki de muhaldir. Ýlmine, fazlýna, fazîletine, maddîmânevî asâletine raðmen, bu iddiasýz, sâde, þatafatsýz büyük velî, kendisine ilticâ edenlerin, maddî-mânevî yardým bekleyenlerin ellerini boþ çevirmemiþ, almadan vermiþ, fegâgatini, tevâzuunu, vefâsýný, sabrýný, merhametini, adâletini, eksiksiz bir insanlýk tablosu içinde toplayarak etrâfýna sunmuþtur. Öðrettiði, tâlim ve tedris ettiði iyilikleri ve güzellikleri nazarî ve katý üniformalar içinde býrakmamýþ, onlarý yaþayarak etrâfýna göstermiþtir. Hakîkatle maðlûp edilmekten üstün bir zevkim yoktur demiþse, muhâtabýnýn doðru bulduðu fikrini derhal kabul etmekte bir an tereddüt etmemiþtir. Kezâ, Ben yalan söylüyor muyum? Ben dedikodu ve gýybet ediyor muyum? Ben kalp kýrýyor muyum? Ben kin tutuyor, kibir ediyor muyum? Eðer bunlarý yapýyorsam, size de bol bol izin!

Amma beni hocanýz bilmiþseniz, bende olmayan sýfatlarda konaklamanýz, üstünüzdeki mânevî hakkýmý red etmek olmaz mý? demiþtir. Evet, hiçbir söz ve nasîhat, hayâtýnýn hesâbýný bu derece cesâretle ve açýk alýna veren bir mürebbînin beyâný kadar tesirli olamaz. Ýþte Ken an Rifâî, söylediðini iþleyen, tâlim ettiðini tatbik eden, fiilleri ile fikirlerine ihânet eylemeyen bir kahraman olduðu için, dâvâsýnda muvaffak olmuþ ve böylece de etrâfý, sevgi, îman ve vatan aþkýný aksiyon hâline getirmiþ seçkin bir kadro ile dolup taþmýþtýr. Bir gün Sizin hakkýnýzý nasýl ödeyelim? yollu sorulan bir suâle, tereddütsüz þu cevâbý vermiþtir: Yolumdan gelin, hepsi o kadar.. Ýþte böylece de, yalnýz sual sâhibine deðil, bütün yakýnlarýna, hiç kimseden ihsan ve âtýfet beklememiþ olan bir ulu kiþinin prensibini açýklamýþ, karþýlýðýný vermiþtir. (Sâmiha Ayverdi, Dost, Kubbealtý Neþriyâtý, Ýstanbul, 2007, s. 12-13)


meþkûre sargut

Ken an Rifâî Hazretleri Hakkýnda

Annem, babam, ablalarým, hepimiz Efendimin mânevî evlatlarý câmiasýndan olup ihvan halkasýna dâhil olmak þerefi ve bu en büyük nasip ile ezelden lûtfa uðramýþýz. Bayramlarda, 3 4 yaþýnda iken hep hatýrladýðým, yeni elbiseler ve ayakkabýlarla bayram namazýndan sonra konaða giderdik, Efendimizin elini öperken þu duâ her zaman kulaklarýmda çýnlamýþtýr. Kendileri "Allah'ýn rýzâsý üzerinize olsun" buyururlardý. Çocuklarý, þekerler çikolatalarla sevindirirlerdi. Beni de o yaþýmda elimden tutar, kendi ziyâret odalarýna götürürler ve eteðime bir kutu çikolatayý boþaltýrlardý.

Biz Fâtih'e, kendi evimize geçtikten sonra yine konaðýn karþýsýnda oturan Ömer Efendi ve Þaziment Haným'ýn evine gider, ziyaret saatlerinde konaða karþý olan pencerenin önünde otururduk. Efendimiz, Sabiha Hanýmefendi'nin odasýna teþrif ederler, pencere önündeki koltuða otururlardý. Pencereden bizi görünce biz çocuklarý daima konaða çaðýrýr, gel iþareti verirlerdi. Büyükler her zaman çaðrýlmazlardý. Biz çocuklar ekseriya huzurda oturur, "Söyle bakalým" buyurduklarýnda sualler sorardýk. Bir seferinde Mansur þöyle sormuþtur: "Ýslamiyet te mâtem yoktur buyuruluyor. Muharrem'de niçin matem tutuyoruz?" Efendimiz ona hitâben "Bu, mâtem deðil saygý, Ehl-i Beyt'e gösterilen hürmet ve baðlýlýk. Senin annen baban yahut çok sevdiðin bir kimse ölse, o ölüm gününde eðlenmek içinden gelir mi? Ýþte bu saygýyý


o ölüm yýldönümlerinde gösterirsin." buyurmuþlardý. Sultâným Efendim yazlýða nereye giderse bizler de orada yaz için ev kiralardýk. Bir gün atlý bir araba içinde Lütfiye Vâlide ve Sâdiye Haným ile birlikte kendileri giderlerken arabayý durdurdular ve yolda yürüyen bendenize "Atla arabaya!" dediler ve Sâdiye Haným'a hitâben fakiri gösterip "iþte ruhûmun doðurduðu evlât" buyurdular.

O seneler hep huzûra gider, sorular sorar cevaplar alýrdýk. Gösterdikleri misalleri hârikulâde sever, beynimize iyice yerleþtirirdik. Bir seferinde "Peygamberimizin rûhu her þeyden önce vardý, fakat zuhûru bütün peygamberlerden sonra oldu, sebebi neydi?" diye sorduk. Cevâben "Bir þeftali meyvesini elde etmek istiyorsun, önce tohumunu, çekirdeðini topraða ekersin, filiz verir, sonra yeþerir, gövdesi olur, yapraklarý, dallarý olur, en sonra meyvesi meydana gelir. Bütün bu gövde, dallar, yapraklar her þey, bu meyve içindir" buyurdular.

Bir sefer de "Kur'an, Peygamberler arasýnda fark yoktur" diyor. Fakat en mükemmel insanýn son peygamber olduðunu söylüyor?" diye sorduk. "Güneþin doðduðu aný, Hz. Âdem farz et. Dünyaya ýþýnlarýný ne kadar yolladýðýný

düþün. Güneþin yavaþ yavaþ yükseldiðini ve ýþýnlarýnýn dünyaya daha çok geldiðini düþün ve güneþin bu safhalarýný diðer peygamberlere benzet. Sonra da tam öðle vakti dünyaya yolladýðý ýþýnlarýn nasýl dik geldiðini ve tam mânâsýyla her tarafý kuþattýðýný gör. Ýþte Hz. Muhammed. Güneþ hep ayný güneþ, fark yok, ama derece farký var. Mesele bu" buyurdular.

Eþim Doktor Faruk Bey, Efendimizin kerâmete itibar etmediklerini bilir ve akýl hârici iþ görmezler diye iddia ederdi. Bir gün Ziya Beyefendi'nin arzusu üzerine Profesör Muzaffer Esat'ý konsültasyon için Faruk Bey getirdi. Faruk, kendilerinin her zamanki hekimiydi. Efendimize felç gelmiþti. Bir taraf hiç hareket etmiyordu. Ve bu felç iki sene sürdü. Fakat birinci ayýnda iken Muzaffer Esat "Hiç hareket yok mu?" diye üst üste sorup Faruk'u iyice sýkýþtýrdýðý esnâda Sultaným Efendim Muzaffer Bey'e "Allah için güçlük yoktur oðlum" deyip "Lâ ilâhe Ýllâllah Muhammeden Resûlullah" diyerek kalkmýþlar, tutmayan taraflarýna raðmen salonu baþtan baþa dolaþmýþlar, tekrar eski hallerini almýþlar. Muzaffer Bey hayretler içinde kalarak "Bu ne iþtir, týp buna ne der Faruk Bey?" diye sorunca Faruk "Buna týp karýþmaz, bu iþe Rifâîler karýþýr" demiþ. Bu hâdiseyi Doktor Bey bize hayretler içinde anlattý.


me镁k没re sargut


Sultaným "Duygulu Gönüllere Hitap" isminde yazdýðýmýz bir kitapçýðýn basýlmasý için bizi Kâdirî Þeyhi eski Erzurum mebusu Salih Yeþil'e yolladý. Onlarýn matbaasý varmýþ. Ýhvandan Mesude Haným ile birlikte gittik. Efendimin selâmýný götürdük ve matbaada bu kitabýn basýlmasýný Efendimin istediðini söyledik. Ýçeri girer girmez bu zat "Kýzým, Efendi evlâdýsýn, hemen aklýna ilk geleni söyle" dedi. Fakir de Bayezid Bistâmî'nin bir sözünü söyledim: "Sûrete itibar yok, nazar sîretedir" dedim. "Aferin kýzým, aferin kýzým" dedi. Meðerse bir bacaðý trafik kazasýnda kesilmiþ. Ben bilmiyordum; çünkü bacaklarýnýn üstünü battaniye ile örtmüþlerdi. Bana "Efendine söyle: cismimle, onun cisminin ayaklarýndan; rûhumla rûhunun kanatlarýndan bûs ederim" dedi ve kitabýn basýlmasýný temin etti. Efendimiz, fakire bu kitapçýðý üç kere okuttular. Kendileri benim teþekkür etmem için bu zâta beni tekrar yolladýlar ve þunu söylememi istediler: "Beþ pençei Âl-i Abâ olan o elin içinden ve dýþýndan öperim."

Bir gün Konak'ta, salondaki bir levhada yazýlý olan yazýlarýn mânâsýný sordum. Salon ihvanla doluydu. Kendileri anlatmaða baþladýlar: "Hazreti Ahmed er-Rifâî hacca gittiklerinde Medine'ye varýp Peygamber Efendimize þöyle

hitapta bulunuyor: Her zaman rûhumla gelir seni tavâf ederdim. Bu kez nöbet vücûdumda, uzat mübârek elini de o eli öpmekle dudaklarým þerefyâb olsun. Bunun üzerine bütün hacýlarýn gözü önünde Türbe-yi Saadet'ten el uzanýyor ve Hazreti Ahmed er-Rifâî o mübârek eli öpüyor ve sonra sonsuz tevâzu ile "Allah ýný seven bana bassýn da geçsin" diyor. Fakir bunlarý duyunca öyle aðladým ki sanki gözlerimden seller aktý. Sultâným yerlerinden kalktýlar, fakirin önüne geldiler, "Al bu mendili, o gözyaþlarýný sil; çünkü Allah için dökülen gözyaþlarýnýn kýymetini ancak biz biliriz" buyurdular. Gözyaþlarýmý mendile silerek kendilerine iâde ettim. (Meþkûre Sargut Hanýmefendi nin anlatýmýndan yola çýkýlarak deþifre edilmiþ ve yazýya geçirilmiþ olan Efendim Hayatýmda baþlýklý yazýdan seçilmiþtir).


Ken an Rifâî'de Kerâmet, Mucize ve Ýman "Bir þeyler yazmak ister misin?" Sevgili kardeþim Melike'nin bu suali üzerine þöyle bir içim titredi, tüm vücuduma bir hareket geldi. Lâkin "isterim isterim, amma gel gör ki bu koca sultanlar öyle kendilerini þuna buna pek anlattýrmýyorlar; günlerdir derdindeyim ama olmuyor, yazamýyorum" diyemedim.

sanem ömürlü

Beni tanýyanlar bilir. Öyle aklý fazla derinlere eren biri deðilimdir. Mâneviyat konusunda da hasbelkader "bir pîrin eteðin tuttum, ana belû deyup gittim, nice yüzbin günah ettim, her biri bir daða benzer" misali bir gidiþatým var elhamdülillah. Bundan olsa gerek öyle ilmî, derûnî, mübârek bir yazýnýn benden çýkasý pek olmaz; çýksa da yine beni tanýyanlar bilir ki, ya biraz zorâki olmuþtur ya da eteðini tuttuðum sultan alenen kerâmet göstermiþtir. Gel gelelim onlar da öyle kerâmet göstermeyi pek sevmiyorlar ne yazýk ki. "Kerâmet, kerâmetsizliktir. Ýlim, ilimsizliktir ve bir þeyi bilmediðini bilmektir."..."Ýman da insanlýk da mucize ile deðildir. Ýnsanlýk, bu çokluk âlemi içinde ve dünya umûru ortasýnda

olduðun hâlde bir nefes Allah'tan gâfil olmamaktýr." (Sohbetler, Ken an Rifâî) Ýþte imanýn ve insanlýðýn mucize göstermek ya da bunlara tanýklýk etmekle olmadýðýný ifade eden bu koca sultan, ayný zamanda Allah sevgililerine muhabbetin de kerâmetle ve mucize ile deðil, mânevî yakýnlýkla yani onlarýn izlerinden gitmekle, yaptýklarýný yapmak, yapmadýklarýndan ise kaçýnmaya çalýþmakla olacaðýný sohbetlerinde defaatle izah etmektedir. Kaçýnmaya çalýþmak diyorum zirâ kiþi herkesi kendisi gibi bilirmiþ ya; iþte ben de kendimden biliyorum ki ancak gayret etmeye gayret edebiliyorum; sonrasý için ise sadece duâcýyým. Ken an Rifâî Hazretleri, sohbetlerinde mucizenin iman sebebi olmadýðýný, imanýn ayný cinsten olmakla mümkün olabileceðini, ancak idrâki belirli bir seviyenin üzerine çýkamayanlar için kerâmet ve mucizenin önemli olduðunu belirtmektedir. "Böyle olmasaydý Resûllullah Efendimize herkesin iman etmesi gerekirdi. Ortada Ebû Cehil'ler ve Ebû Leheb'ler kalmazdý. Resûllullah'ýn mübârek yüzü mucize üstüne mucize iken, ona ne eziyetler ettiler, mübârek vechine bile tükürdüler."....."Cins cinsine meyleyler, bu ilâhî bir kanundur; Nadâný nadân bulur, dânâyý dânâ, dûnu dûn Cinsine meyleyler elbet bu cihanda her kiþi Þu da var ki geçici olarak iki ayrý cins arasýnda bir yaklaþma vâki olsa da, ilk


fýrsatta ayrýlýk mukadderdir." (Sohbetler, Ken an Rifâî) *** "Büyük mürþitler, eþyayý hükümleri altýna alma yoluna aslâ kýymet vermezler. Çünkü onlarýn gayesi kerâmet deðil, istikâmettir." (Sohbetler, Ken an Rifâî) "Kerâmet istikâmettir." Mânevî yolculukta (seyr-i sülûkta) sabit kadem olmak, sýrât-ý müstakim üzere kalarak tereddütsüz, tezatsýz ve devamlý olarak hedefe yüzünü dönüp, "korkutucu yol kesicileri" fark edemeyecek kadar hedefe kilitlenmiþ olmak, ondan baþkasýný görememek, baþkasýndan meded umamamak, sevgilinin gerdanlýðýndan, yakýn olduðu anlarda, cebine kaçan 2-3 parça inci ve elmasýn tuzaðýna düþmeden edebini, hem de nâmusunu koruyabilmektir, hakiki kerâmet. "Tarikat demek, irfân-ý Muhammedî demektir. Falan pîr þöyle uçtu, falan þeyh böyle kerâmet gösterdi demek deðildir. Ehlullah kerâmetten son derece kaçýnýrlar. Esâsen ehlullah demek, baþtan ayaða kerâmet demektir. Ýnsanýn insanlýðý gayreti ile çalýþmasý ile ölçülür kaidesince çalýþmak þarttýr." (Sohbetler, Ken an Rifâî) Pek çok mefhumun benim için sadece harflerden ibâret olduðu yýllarda "mürid" kelimesinin anlamýnýn "murâd edilen" olduðunu ve istikâmetin de murâd edilen þekilde hareket etmek olduðunu ve dolayýsýyla da müridin "murâd edilen

þekilde hareket eden, yani istikâmet eden, yani kerâmetin ta kendisi" olduðundan habersizdim. Týpký Ken an Rifâî Hazretleri ni görebildiðim o pek nâdir rüyâlarýn birinde "Benim en muazzam eserimi görmek istiyorsan..." diyerek Hocamý iþaret ettiklerinde de hem bu sýrdan hem de ondaki sýrdan habersiz olduðum gibi... Vakti zamanýnda Ýmam Rabbânî'ye etrafýndakiler, hiç kerâmet göstermediði için biraz serzeniþte bulunmuþlar. Bunun üzerine kendisi de, "omuzumuzda bunca günahýn kamburu varken, ayakta duruyor, geziyor, dolaþýyoruz ya" cevabýný vermiþler. Bu sözün derûnî mânâsýný ehline, mahremine býrakýp da zâhirine bile bakarsak anlatýlan kerâmeti görmek mümkün olabilir. Ama görene, köre ne? Haberiniz olsun ki, Rabbimiz Allah deyip de sonra istikâmet üzere doðru gidenler yok mu? Onlarýn üzerine melekler iner, korkmayýn, mahzun olmayýn, vaadolunup durduðunuz Cennet ile neþelenin. Bizler sizin hem dünya hayatýnda, hem âhirette dostlarýnýzýz. Ve size orada, maðfiret ve rahmetine nihâyet olmayan Allah tan bir konukluk ikrâmiye olarak nefislerinizin hoþlanacaðý þeyler ve her ne isterseniz o var. (Fussilet, 30-32 ) Semerkand Dergisinde rastladýðým bir yazýda bu âyet-i kerimede geçen "sonra istikâmet üzere doðru gidenler" ifâdesinin mânâsýný açýklarken Hz. Ebûbekir'in "Sözlerinde müstakim olduklarý gibi iþlerinde de müstakim oldular" buyurduklarýný okumuþtum.


Yani Ken an Rifâî Hazretleri nin de sohbetlerinde sýklýkla vurguladýklarý gibi "dildeki dâvâya elde hüccet isterler." "Öyle ise emrolunduðun gibi dosdoðru ol. Beraberindeki tövbe edenler de dosdoðru olsunlar. Hak ve adâlet ölçülerini aþmayýn. Þüphesiz O, yaptýklarýnýzý hakkýyla görür." (Hud, 112) Peygamberimiz, kendisini Hud Sûresi nin ihtiyarlattýðýný buyurduklarýnda, "Seni oradaki peygamber kýssalarý mý ihtiyarlattý?" diye sorarlar. Kendileri ise "Hayýr! Emrolunduðun gibi dosdoðru ol âyeti ihtiyarlattý" buyururlar. Sözü, fazla uzatmadan, müfessirlerin bu âyet-i kerimeyi tefsirleri ile artýk dinlendirelim.

sanem ömürlü

Ey Nebî! Kur an ahkâmý ve ahlâký mucibince hareket ederek, bilfiil müþahhas bir istikâmet örneði olman gerekmektedir ki, böylece hakkýnda hiçbir þüpheye ve tereddüte yer kalmasýn. Sen müþrik ve münâfýklarýn lâflarýna bakma. Onlarý Allah a havâle et. Gerek umûmî ve gerekse husûsî vazifelerinde tam emrolunduðun gibi hakkýyla istikâmette ol. Sýrât-ý Müstakim den ayrýlma. Sana vahyolunan emrin ifâsý ne kadar aðýr olursa olsun, o emrin teblið, icrâ ve tatbikinde hiçbir engelden yýlma. Rabbin senin yardýmcýndýr.



banu büyükçýngýl

K.R.Ö/K.R.S. Koskoca bir sultaný anlatmak bana düþmez ama dilim döndüðünce Ken an Rifâî Hazretleri nin benim hayatýmdaki etkilerini anlatmak isterim. Bir mürþide nasipli olmak, daha doðru bir deyiþle ezelden bir mürþidin seni seçmesi, büyük bir lûtuftur. Âcizâne yaþadýðým hayatý Ken an Rifâî öncesi ve Ken an Rifâî sonrasý diye deðerlendirirsem yanlýþ olmaz. Kendileri, hayatýma anlam, içime mutluluk ve huzur, gönlüme aþk ve ilim zerketti. Belki küçücük bir damlaydý hissettiðim O koca azgýn nefsimin karþýsýnda böyle ulu ve mütavâzý birini hissetmek beni utandýrdý. 2008 yýlýna kadar kendi küçücük aklýmla bir gün mutlu, beþ gün depresif geçen bir hayatým vardý. Yaþamýmda bir saða bir sola koþuþtururken düþüp duruyordum. Tam kalkayým ve bir adým atayým derken yerde yuvarlanýp duruyordum. Derin bir mutsuzluk içinde savrulurken, bir kâbusun içinde olup ama kâbusun içinde olduðumu bilmezken, bir gün bir el dokundu omuzuma. Ben burdayým dedi bir ses. Ben hep burdaydým ama sen farkýnda deðildin. Artýk kâbus bitti. Ben buradayým, aç gözlerini. Açtým ve karþýmda karþýsýnda aðlamaktan duramadýðým, büyüklüðü karþýsýnda baþýmý kaldýramadýðým birini


gördüm. Aslýnda zâhirde küçücük bir kadýndý. Ama bâtýnda herþey oydu. Ken an Rifâî Hazretleri nin vârisiydi. Ben Efendimi onda gördüm ve onda tanýdým. Benim için Cemâlnur Hoca neyse Ken an Rifâî Hazretleri de oydu. Muazzam bir tevâzu, ilim, aþk, yumuþaklýk, huzur, mutluluk, hizmet aþký, âhireti ve dünyayý dengeli yaþayandý Hz. Ken an. Kâbusum bitip uyandýðýmda baþka bir dünyaya gözlerimi açtým. Ahlâk-ý Muhammedî nin halifesi olan mürþitten göründüðünü ve elinde fener ile hep doðru yolu göstermek için kendini hizmetçi kýldýðýný gördüm. Gördüm demek çok büyük bir lâf. Ben kimim ki görebileyim O istediði zaman gösteriyor ýþýðýný, istediði zaman gözünü kör ediyor nefsinle. Nefis öyle azgýn bir þeytan ki, dýþarda þeytan aramaya hiç gerek yok. Feneri gören senin rûhun ama gözünü kör eden nefsin. Hz. Ken an ýn bütün büyük mürþitler gibi ben bir hiçim demesinin bir nedeni de bize örnek olmak içindir. O zaten Allah la bir ve beraberdir, fakat biz deðiliz. Biz nefsimizin arzu ve isteklerinin esiriyiz. O nefsinin emiri. Mürþit, olunmasý gereken bir prototip gibi karþýmýzda durup bize nasýl insan olmamýz gerektiðini ve Peygamber in ahlâkýný gösterir. Biz ona benzeme ve rengine boyanma çabasýndayýz. O da bize doðru yolu gösterme ve örnek olma istediðinde Hz. Peygamber in söylediði gibi Allahým, ben sadece teblið ettim. O da bize teblið ediyor; yapýp yapmamak, uyup uymamak, yanýnda durup durmamak bizim sadece ezelî nasibimiz. Bu yazýyý

yazarken içimde uyanan istek ve duygu þu ki; Allahým kimseyi mürþidinden ayýrma. Hepimizi bölünmelerden koru. Bizi kendi nefsimizin eline býrakma. Ken an Rifâî nin ilmiyle tanýþtýktan sonra ne deðiþti hayatýmda derseniz, ben gene eski nefis ehli, içinde bir sürü öfke, suçluluk ve hýrs barýndýran biriyim aslýnda. Deðiþen þu ki, bunlarýn farkýna varma ve düzeltme gayretindeyim. O bana bunlara takýlmamayý, kendimi suçlamamayý, bir kul olduðumu ve hatâ yapabileceðimi ama ayný hatâyý tekrarlamama gayretinde olmam gerektiðini öðretti. Önemli bir konu da, Ken an Rifâî Hazretleri nin yolundan giden vârisine, yani þu anda yaþýyan halifesine biât etmektir. Mürþitler ölmez, onlar ezelî haydýr; yalnýz mutlaka önümüzde ondan feneri devralmýþ bir mürþidin yolumuzu aydýnlatmasýna ihtiyacýmýz vardýr. Âcizâne ben biraz sohbetlerden uzak kalsam hemen yoldan çýkýyor ve bu çýkmalarýmýn da farkýnda olmuyorum. Tâ ki sohbete gidince anlýyorum ki ben mânâdan uzaklaþmýþým. Tekrar suru üflüyor kulaðýma sohbetiyle, ilmiyle, aþkýyla... Tekrar diriliyorum. Bir kâbustan uyanýr gibi sarýlýyorum eteðine, beni ne olur býrakma diye yalvarýyorum. Bu gelgitler oluyor hep. Tek dileðim, ondan bir dem ayrýlmamak; bu gel-gitler arasýnda son nefese kadar bölünmeden Ken an Rifâî Hazretleri nin yolunda kalmak. Allah hepimize nasip etsin. Âmin.


MÜTERCiM DEN... MÜTERCÝM DEN

Hiçbir þey yoktur ki Allâh'ý zikretmesin. Niçin davulun, defin Allah demesini hoþ görmeyelim? Kulaðýn varsa ne ses çýkardýðýný iþit! diyerek mûsýkîye özel bir önem atfeden Ken an Rifâî Hazretleri nin bestelenmiþ ve bestelenmemiþ ilâhi ve manzûmelerinden oluþan Ýlâhiyât- Ken an adlý eseri hakkýnda Sâmiha Ayverdi þöyle diyor: Ýþte elinizde bulunan kitap, o büyük velî Ken an Rifâî Hazretleri nin kütleleri içine dâvet ettiði insanlýk, Ýslâm, îman ve ihlâs cennetidir. Her satýrýnda bir hikmet ve irfan çaðlayan bu manzum irþadnâme, onun kendini rehber ittihaz eden kimseler için bitip tükenmez bir hazîne olarak dünyânýn baðrýna dikilmiþ âbidevî bir feyz kal asýdýr. Bu manzûmeleri çevresine bir âbide olarak hediye eden o velînin her nefesi, insanoðluna sýrasýnda sözle, sýrasýnda sazla, býkýp usanmadan çaðlayan gibi akmýþ durmuþtur vesselâm Biz de kendilerinin Cemâl e yürüyüþlerinin 63. senesine tekabül eden bu sayýmýzda Ýlâhiyat-ý Ken an dan bir manzûmeyi Almanca tercümesi ile birlikte dergimize alýyoruz. Allah hâl etmeyi nasip etsin


Ýmânýn Derecâtý Actýlar bâb-ý cinâný eyleyin azm u þitâb Etmede hazînleri mü minlere dâim hitâb Allah ýn lutf u selâmý sizlere olsun karîn Sâhib-i îmân u takvâ Fedhulûhâ hâlidîn Mü minin îmâný taklîdî ise o bî-gümân Ýttikâ eyler günahtan sâlih iþ iþler her ân Ayna-i ef âlde sekrân bir temâþâ-ger olur Cenneti kulluk, tecellîsi onun esmâ olur. Ger yakînî olsa îman, nefs sýfâtýndan çýkar Ýttisâf eyler sýfat-ý Hakk la, ef âli atar Hem tecellîsi sýfâttýr, cennet-i kalbe geçer Ayna-i âyâtta her dem safvet ü ihlâs içer Olsa aynî, mü minin îmâný, kalkar hep hicâb Bir sýfat kalmaz ona kesretten hiç bî-irtiyâb Yok televvünden eser kendinden o bî-akl u hûþ Cenneti rûhdur onun, vuslatta zâttan bâde-nûþ Ýttika etmiþ o mevhûmî vücûdundan hemân Vuslatýn olmuþ tecellîsiyle bî- nâm-u niþân Dehþetinden o cemâlin iktidâr yok gayrete Zevk kesilmiþ, mest girmiþ hayret-ender-hayrete Cennet-i

zâttýr bulan hakka l-yakîn îmânýný Ýkiliksiz eyler o Arþ-ý bakâ seyrânýný

Nûþ edip vahdet safâsýn aslâ etmiþ ittisâl Oldu aslýyla fakat bil, birlik aþkýnda visâl Müttakîler sevk olunur cennete her dem emîn Cennetin hâzinleri der Fedhulûhâ hâlidîn Eylesin bu cennet ü takvâ vü îmâný hemen Her dü âlemde nasîb Ken ân a Allah her zaman


VOM ÜBERSETZER... Es gibt nichts, was Gott nicht gedenkt. Warum sollten wir der Stimme von Trommel und Tamburin nicht wohlwollend zuhören, die wiederum Gott sagen? Wenn du Ohren hast, höre zu, welchen Klang sie wiedergeben! So sprach Kenan Rifâî, der der Musik in seinem Leben eine besondere Stellung zuschrieb. Sâmiha Ayverdi äußert sich zum Werk Ýlâhiyât- Ken an , das die komponierten und nicht komponierten Gebetshymnen und Gedichte Kenan Rifaîs beinhaltet, Folgendes: Dieses Buch in eurer Hand ist das Paradies von Menschlichkeit, Islam, Glauben und Aufrichtigkeit, in welches jener große Gottesfreund Ken an Rifâî die Massen einlädt. Diese Gedichtsammlung zur Rechtsführung, aus deren jeder Zeile eine Weisheit und Wahrheit herausströmt, ist ein unerschöpflicher Schatz und eine Riesenweisheitsquelle für diejenigen, die ihn als Wegweiser angenommen haben. Jeder Atemzug dieses Gottesfreundes, der diese Gedichte seiner Umgebung als ein monumentales Werk schenkte, floss der Menschheit mal mit dem Wort, mal mit dem Instrument, wie ein Wasserfall ununterbrochen zu. Anlässlich des 63. Todestages von Ken an Rifâî präsentieren wir Ihnen in dieser Ausgabe unserer Zeitschrift ein Gedicht aus dem Werk Ýlâhiyat-ý Ken an im Original und in seiner deutschen Übersetzung. Gott möge uns es wahrnehmen lassen!


Die Stufen des Glaubens Sie öffneten des Paradieses Tor, beeilt euch entschlossen Seine Wärter sprechen ständig die Gläubigen an: Friede und Gnade Gottes mögen euch nah sein O Gläubige und Fromme, um ewig zu weilen, tretet ein Wenn der Glaube des Gläubigen nachahmend ist, zweifellos Hütet er sich vor der Sünde, tut allezeit rechtschaffene Taten Berauscht betrachtet er im Spiegel der Handlungen Das Dienersein wird sein Paradies, ihm erscheinen die Gottesnamen. Wenn sich der Glaube festigt, löst er sich vom Nafs-Attribut los Versieht sich mit Gottesattributen, befreit sich von den Taten Ihm offenbaren sich die Gottesattribute, schreitet er ins Paradies des Herzens Trinkt jeden Augenblick Reinheit und Aufrichtigkeit im Spiegel der Zeichen Wenn er sieht, woran er glaubt, hebt sich der Schleier Zurück bleibt ihm zweifellos kein Attribut des Vielseins Keine Spur von Wankelmut und seiner Selbst, ohne Verstand Im Paradies der Seele, trinkend in der Vereinigung von Gottesessenz Wein Bewahrt vor seiner nur imaginierten Existenz Mit der Erscheinung der Vereinigung ohne Namen und Zeichen Aus Verblüffung durch jene Schönheit keine Kraft mehr zu streben Versunken im Genuss, berauscht in Verwunderung Sein Paradies ist die Gottesessenz, wenn er seinen Glauben verwirklicht hat Er betrachtet den Ewigkeitsthron ohne Dualität Trank von Frieden des Einsseins, erreichte den Ursprung Wisse, dies erfolgte durch die Liebe der Einheit Gewiss werden die Geschützten jeden Augenblick ins Paradies geführt Des Paradieses Wärter sagen tretet ein, um ewig zu weilen Möge Gott dieses Paradies, diese Bewahrung und dieser Glaube einzig Jeder Zeit Kenan in beiden Welten zuteilwerden lassen.


CENNETÝN NEHÝRLERÝ Tasavvufu ne yalnýz bir teori, ne de dünyâyý ihmâl eden bir devamlý sarhoþluk hâli olarak gören Ken an Rifâî Hazretleri için tasavvuf insana üçüncü bir gözlük kazandýrýyor. Diyorlar ki:

dilek güldütuna

Benim üç gözlüðüm var. Biri yakýný gösterir, ötekini uzak icin kullanýyorum, üçüncüsü ile de hem yakýný hem uzaðý görüyorum. Yani bunda iki türlü görüþe de elveriþli camlar mevcut. Eðer yakýn gözlüðü ile uzaða bakacak olsam baþýma dönme veriyor, kezâ uzak gözlüðü ile de yakýn bir þeye baksam ayný hâl vâki oluyor, fakat üçüncü böyle deðil. Bundan þu neticeyi çýkarmak mümkün: Demek oluyor ki, yalnýz dünyâyý, þeklî maddeyi görmek isteyenler için âhireti, mânâyý, rûhu görmek mümkün olmuyor. Yalnýz âhireti görmek isteyenler için ise dünyâyý görmek mümkün olmuyor. Halbuki insanýn gözünde öyle bir gözlük olmalý ki dünyâyý, yani zâhiri, þekli görmesi mânâyý görmesine ve mânâyý görmesi de þekli görmesine mâni olmasýn. Ýnsana dünyânýn mâhiyetini ve mânâsýný bildiren bu mânevî gözlük ayný zamanda beþerî dünyânýn çukurlarýna, girdaplarýna düþmekten koruyor ve kurtarýyor; bu gözlüðü takmýþ olanlar, nereye basacaklarýný ve ne gibi tehlikeler karþýsýnda olduklarýný görüp biliyorlar.

O nun dünyâyý ve âhireti birleyen bakýþ açýsýna ve madde planýndan mânâ planýna hemen geçiþine, hayatýndaki sayýsýz örneklerden birisi þöyle: Bir gün etajerin üstünde doktorlarýn ampul kesmek için kullandýklarý býçaðý görerek bu nedir diye soruyor. Ampul býçaðý denince Ne için ortada býraktýn?Biri gelir farkýna varmaz, elini kesiverir diyor ve ilâve ediyor: Demek ki böyle kesici ve kýrýcý âletleri bir kazâya sebebiyet vermemek için ortada tutmayýp kaldýrmak lâzým olduðu gibi insanýn kalbini ve rûhunu cerîhadar edecek kötü ahlâklarý da vücut ortalýðýndan kaldýrmak lâzýmdýr. Onlarýn yeri de senin vücudun ortalýðýn deðildir. Sâmiha Ayverdi nin ifadesiyle her zerrede Allah ýn bir ismi ile alýþveriþ eden ve bu alýþveriþi günlük hayatýna mâl eden bir mutasavvýf olan Ken an Rifâî Hazretleri yine her mevcutta Hakk ý görmek ve hâdiseleri Hak tan bilmek lazým geldiðini bir baþka vesile ile þöyle anlatýyorlar: Birisi o devirde yeni çýkan, hocalarýn þapka giymek mecburiyetinden þikâyetle bahsedince ona Sus diyorlar, bu gibi sözler bize yakýþmaz, bunlar cahil laflarýdýr. Allah kalbe ve niyete bakar, þapkaya veya kavuða deðil. Bilmiyor musun, Resûlullah mübârek göðüslerine elleriyle vurarak üç kere takvâ buradadýr, takvâ buradadýr, takvâ buradadýr diye göstermiþlerdir. Ýþte Mesnevî Hâtýralarý , onun hikâyelerin sembollerini ve karakterlerini tek tek açarak ve hemen hayatýmýza uyarlayarak bize yaþatan üslûbu, bundan da alýnacak hisse budur ki



diyerek hikâyeden kendimize çýkaracaðýmýz paya dikkat çekiþi, nefsimizde nasýl yaþayacaðýmýzý öðretiþi ve günümüzün ilmini de katarak yorumlayýþý ile onun Mesnevî sohbetlerini âdetâ doðrudan dinliyormuþ havasýný veren bir kaynak eser. Kitap, mevcûdu tükenmiþ olan 1952 ve 1968 baskýlarýndan sonra 2013 Mayýs ayýnda üçüncü defa yayýnlanarak irfan dünyâmýza kazandýrýldý. Ken an Rifâî Hazretleri nin Fatih Hirka-i Þerîf teki Ümmü Ken an Dergâhý nda 19081925 yýllarý arasýnda haftanýn belli günlerinde yaptýðý Mesnevî derslerinin bir kýsmýndan oluþan bu eser, sohbetler esnasýnda tutulan notlarýn oðlu Kâzým Büyükaksoy Beyefendi tarafýndan biraraya getirilmesi ve düzenlenmesi sûretiyle ortaya çýkmýþtý.

dilek güldütuna

Bir gün ilk defa dergâha gelerek bu sohbetlere katýlan ve orada anlatýlan cennetler bahsini dinleyen Vâhit isimli bir Bektâþî derviþi kendinden geçerek, Cennetleri dünyâya indirdin diye haykýrýyor ve etrâfýndakilerle konuþamayacak kadar büyük bir heyecan ve galeyan haliyle sokaða çýkarak taþýn üzerinde þu þiiri bir solukta yazýyor: Ben bugün geldim senin dergâh-ý pür-âgâhýna Benziyorsun týpký þâhým, sevdiðin ol þâhýna Benziyorsun maðz-ý Kur'ân'ýn bütün tefsirine Benziyorsun Pîrine, üstâdýna, Allâh'ýna Va'zýný gûþ eyledim gönlüm neþât içre revân Cenneti dünyâya naklettin ne mutlu nâmýna Ravzanýn enhârý veþ carî olurdu sözlerin Nûr-ý vechin nur salardý þol semânýn mâhýna Vâkýf-ý ilm-i kemalsin, mürþid-i hakk-ý zaman Gýptalar uþþâka kim yüz sürmede dergâhýna Münci-i ehl-i tarîksin, melce-i bî-vâyegân Kurtulur þekk ü teþevvüþten gelenler râhýna Kimseyi medheylemezken kilk-i Vâhit pek aceb Oldu hayran baðteten etvârýna evsâfýna.

Ken an Rifâî Hazretleri tasavvufu kýsaca birlemek, bir bilip bir görüp bir sevmek olarak ifâde ederek diyorlar ki: Amelin kemali mahlûku sevmek, imânýn kemali Allah ý sevmektir. Mesnevî Hâtýralarý nda onun aþk, birlik, cemâl kelimelerini sýklýkla beraber, âdetâ ayný mânâda kullandýðýna þahit oluyoruz: Vahdaniyet (birlik) aþký, vahdet (birlik) þarabý ile mest olmak, cezbe-i ahadiyet (birlik cezbesi), cemâl-i ahadiyet (birliðin cemâli), ahadiyyet-i aþk (aþkýn birliði) vs. Bir gün Allah akl-ý küldür. Allah ý ancak kendimizde mevcut olan Allah ile bilebiliriz sözlerini izah ederken odada bulunan 2 yaþýndaki torunu elindeki aynaya bakýp kendi hayâlini görünce eðilerek selâm veriyor.


Kenan Rifâî Hazretleri bu vakayý da gözden kaçýrmayýp diyorlar ki: Ýnsan mir at-ý ilâhîde kendi kendisini görünce anlar ki kendinin matlûbu ve mescûdu yine kendi imiþ ve kendi lisanýndan tahiyyatý yine kendi zâtýna söylermiþ. Demek oluyor ki o mir at-ý hakikiye nazar eden sâcid ve mescud, âþýk ve mâþuk yine kendi olduðunu anlýyor. Ahsen in aynaya bakmasý ve temennâyý kendine etmesi gibi görür ki secdesi kendisinedir, eden de kendisidir. Ýbn Arabî, vahdet-i vücûdu anlatýrken vahdet-i þuhûdu eksik biraktýðý yönünde kendisinden sonraki âlimler tarafindan eleþtirilmiþti. Halbuki vücud kelimesiyle ayný kökten gelen vicdan kelimesi insanýn o vücûda dönüþünü ve idrâkini anlatýrken, yine ayni kökten gelen vecd kelimesi hepsini birleþtiren ve kuþatan aþký anlatýyordu; o, Futûhat ta vücud Hak týr derken vücud kelimesinin içinde taþýdýðý bütün bu mânâlarýn hepsinin süphesiz þuurunda idi. Ýþte aþk gibi öðretmen yoktur diyen, Sâmiha Ayverdi nin tâlim ve terbiyesinde en kuvvetli metod olarak aþk motifini kullandýðýný ve her kalpte onu uyandýrmak için yanýp yakýldýðýný ifâde ettiði Ken an Rifâî Hazretleri nin, Mesnevî Hâtýralarý nda, ziyârete gelen Bektâþî derviþinin þiirinde cennetin nehirleri gibi akýyordu diye nitelediði sözlerinden bazýlarý þöyle: Ýþte bir gönülde âh-ý ateþbâr (ateþ saçan âh) berki yâni þimþeði ve sûz-i sîne (gönül yanýðý) ve gönül niyâzý bulutu yaðmuru olmaya, Cenâb-ý Hakk ýn nârý tehdit (tehdit ateþi) ve ateþ-i gazâbý (gazap ateþi) nasýl sâkin olur? Ve gönül ravzasýnda (bahçesinde) siriþk-i dîde yâni göz yaþlarýndan husûle gelen hikmet ve maârif çeþmeleri bulunmasa, zevk-i visâl (kavuþma zevki) yeþillikleri nasýl hâsýl olur? Evet, sûz-i sîne yâni derûn ateþi ve âh-ý sûzan (yakýcý âh) ve dîdei giryân (aðlayan göz) olmasa, gönül gülistâný (gül bahçesi), esrâr-ý ilâhî (Allah ýn sýrlarýný) söyleyebilir mi? Ve gönül baðýnda efkâr (fikirler) menekþeleri; envâr-ý ilâhî (Allah ýn nurlarý) yaseminleri ile ahd u peymân eyleyebilir mi (ant edebilir mi)? Ve zevk-i þevk ellerini kaldýrýp duâ edebilir mi? Ve havâyý yâre serefrâz yâni baþ kaldýrýp niyaz edebilir mi? Ve kalp sanûberi yâni kalbin yüzü, nûr-i ilâhî (Allah ýn nûru) ve âfitâb-ý þevk-i rabbânî ile (rabbânî þevk güneþiyle) parlak ve münevver (aydýnlýk) olabilir mi? Ve kýzýl lâle ve zerrin, gül gibi açýlýp, ten kesesinden, derûnunda (kalbinde) gizli olan mânâ altýnlarý saçabilir mi? Ve bülbül gibi tâbesabâh (sabaha kadar) âh ve efgân (feryat) etmezse, ruh bülbülü gönül maksûdunu (arzusu olan gönülü) bulup, matlûbunu (isteyip aradýðýný) koklayabilir mi? Ve gönül âsumâný (göðü); ilim ve irfan yýldýzlarýyla münevver (aydýnlýk) ve müzeyyen (süslü) olabilir mi? Ýþte bu hâlin cümlesi o Kerîm ve Rahîm olan Allah-u Zülcelâl in lutuf ve ihsânýndandýr.


O NA...

emine ebru

Ondört yaþýmda, hayatýmdaki en önemli þeyin sahip olduðum mânevî deðerlerim olduðunu söyler dururdum. Bu mânevî deðer denen þeyin içini, alný sivilceli, içi ise ergenlik hormonlarý yüzünden bir o yana bir bu yana savrulan çocuk kafamla nasýl doldururdum pek hatýrlamýyorum. Ama o prensipler silsilesinin onsekiz yaþýma geldiðimde alnýmdaki sivilcelerle birlikte yitip gittiðini nice sonra farkettim. Ya inandýðýnýz gibi yaþarsýnýz ya da yaþadýðýnýz gibi inanmaya baþlarsýnýz. Ben geleceðe dair hayaller kuran, eðitimli ve kentli bir genç kadýn olarak modern olduðumu her bakýmdan göstermekle mükelleftim. Çevremin bana sessiz bir yasa olarak sunduðu hayatý takip etmeye ve sosyal imaj kredisi kazandýracak puanlarý toplamaya kendimi mecbur hissettim. Bana hitap edip etmediðine, ahlâkî bir temele oturup oturmadýðýna bakmaksýzýn tüm sosyal faaliyetleri takip ediyordum. Dilimi burkan ve ne tadýný ne de kokusunu hiç sevmediðim rakýyý karizmatik bir biçimde tokuþturuyor ve mümkün olduðunca büyük yudumlar hâlinde yutarken yanýna katýk edilen konuþmalarý dost meclisi sayýyordum. Kadýn ve erkek rollerinde kesin ve biçimsel bir eþitliðin bayraktarlýðýný yaparken iliþkilerde seviyesizce özgürlüðü normalime alýyordum. O dönem giderek artan türbanlýlarý ötekileþtirerek

küçümsemek ise davranýþlarýmýn içinde belki de en mâsumuydu. Farketmeden birçok konuda yaþadýðým gibi inanmaya baþladým. Tüm bu yaþantýnýn bir kenarýnda da çoðu kiþiye belli etmeden namaz ve oruca devam ediyor, bir yandan da içimde yarattýðý çeliþkilerle baþa çýkmaya çalýþýyordum. Benim Allahým hep esirgeyen ve baðýþlayýcý olandý, korkutan ve cezalandýran deðil. Deðil mi ki baðýþlayýcýydý; benim derinde bir yerde içimi sýzlatan vicdan azâbýmý da baðýþlardý. Zaten Allah la arama kimseyi de sokmuyordum nasýl olsa; böylece bu vicdan azâbýný yok saymak ve Allah ýn baðýþlayýcýlýðýna sýðýnmak daha da kolaylaþýyordu. Sonra yýllar geçti. Okul bitti, iþ kadýný oldum; evlendim, eþ oldum, anne oldum. Kimliklerim arttýkça üzerime binen baský da arttý. Daha iyiyi yapma, baþarma kaygým arttý. Takýntýlarým, vesveselerim daha net ortaya çýktý. Huzur ile depresyon arasýndaki iki uçta gel-gitler yaþamaya baþladým. Her þeyin kendimce en mükemmeli olmalýydým. Dünyayý istediðim gibi kontrol edemediðimi farkettikçe de gerginliðim ve vicdan azâbým arttý. Nihâyet bir gün bir el öptüm. Küçücük bir vücutta tüm mânâyý saklayan güzel bir el. Ýçinde cinsiyet bulunmayan yegâne aþkýn evlât ya da ana babaya duyulan aþk olacaðýný sanýyordum ki bambaþkasý eklendi hayatýma. Ýçim titredi ve âþýk oldum. Allah la arama O girdi. Ýçimdeki boþluk doldu. Onsekiz yaþýmda kaybettiðim deðerlerimi buldum.


Haksýzlýða tahammülüm yok derdim. Hakk ýn Hakk a ait olduðunu ve ancak nefsi aradan çekersem haksýzlýkla mücâdele edebileceðimi söyledi.

Hiç görmediðim hâlde sevmeye doyamadýðým Hz. Kenan ý O nda gördüm. Ve bize anlattýkça Hz. Kenan da O nu...

Çok çalýþarak her þeyi baþarabileceðimi sanýrdým. Çalýþarak hiçbir þeyi elde edemeyeceðimi, ancak elde edebileceðim her þeyin yine de çalýþmayla mümkün olabileceðini söyledi.

Bu arada tüm bu deðiþimleri yaþarken çevremdeki insanlarýn tepkilerini de seyretmeye baþladým: Kiminin bir hastalýða yakalanmýþýz da tedâvi görmemiz gerekiyormuþ bakýþlarýna, bir baþkasýnýn cýk cýk larý karýþtý. Ve bir gün geldi ki O nun yanýndayken aslýnda her an Kâbe yi tavaf etmekte olduðumuzu farkettim. Ve her seferinde Kâfirun Sûresi nin mânâsýyla buluþtuðumuzu...

Ýddiamý özgüvenle ortaya koymayý mârifet sayardým. Varlýk testisini yokluk taþýyla kýr ki mânâya dalabilesin dedi. Her hatâda kendimi suçlar, vicdan azâbýndan çatlayacak gibi olurdum. Senin hatân Allah ýn baðýþlayýcýlýðýndan daha mý büyük? dedi. Baþýma gelen her olumsuzlukta kendimle ilgili mutluluk karnesi hazýrlardým. Belânýn belâ olmadýðýný gerçek mutluluðun râzý olmaktan geçtiðini gösterdi. Çocuklarýmýn bana ait olmadýklarýný, onlarýn hayatlarýný sandýðýmýn aksine þekillendiremeyeceðimi, zirâ her birinin kendindeki ismi hakikate kavuþturmak için kendi yolunu bulacak ýrmaklar olduðunu anlattý. Putlarýmý bir bir kýrdý. Peygamber i hiç tanýmayan vahabî zihniyetli imânýmý Hakikat-i Muhammedî ile âþinâ kýldý. Tanýmadýðým için sevemediðim Peygamberimi içime iþlemeye baþladý.

Deðerlerin olacak bu hayatta. Bir omurgan olacak. Tarafýný belli edeceksin. Ya inandýðýn gibi yaþayacaksýn ya da yaþadýðýn gibi inanacaksýn. Ben artýk inandýðým gibi yaþamak istiyorum. Adam olur muyum bilmiyorum ama bu ihtimalin yarattýðý ümit ile korku arasýnda her gün gidip gelmek bile öyle güzel geliyor ki... Deðerlerin olacak bu hayatta, bir omurgan olacak... Ben omurgamý buldum. Tüm mânâyý içinde saklayan küçük ve güzel bir vücutta... Allah ayýrmasýn.


CEVÝZ AÐACI Önce bir tohumdum. Kabuðumdan çatladým, bir fide oldum. Ve sonra da bir fidan Bahçývaným beni suyu ile, sevgisi ile besledi. Büyüdüm Dallarým uzadý. Gövdem geliþti. Güçlendim. Bir aðaç oldum. Diriliði bütün vücudumda hissettim. Allah ýn topraktan gövdeme ve dallarýma yolladýðý suyun hücrelerime iþleyiþini hissettim. Güneþ, ýþýklarýný yollarken yüzümü ona çevirdim. Büyümek için, hakikatim için...

melike türkân baðlý

Ben bir ceviz aðacýyým Yerlerin ve göklerin rabbi, beni, meyve vermem için yarattý. Köklerimi topraða baðladý sýmsýký; meyvelerimi dallarýmdan sarkýttý ve onlarý murâd ettiklerine yollamak için benden ayýrdý. Vazifem, onun kullarýný beslemekti. Kuþlar ve kurtlar da faydalandýlar meyvelerimden

Ama bütün hasretim, insanlarýn hakikatine, insanýn hakikatine erebilmekti. Ve O nu gördüm; O nu gözlerinden gördüm, gözlerinden bildim. O gözler ki, bana deðdi; meyvalarým süt doldu. Ve birden anladým ki daha küçücükken, büyüdüðümde nasýl olacak, kimleri nasýl besleyeceðim, vazifemi nasýl yapacaðým diye düþünürken rüyâlarýma girip endiþelenme diyen O idi. O gözler bana deðdi, ben kendimden taþtým ve kimse sallamadan dallarýmý, kimse merdiven kurup çýkmadan üstüme, ben onun önüne, varlýk sebebimin ayaklarýnýn dibine serdim meyvalarýmý. Tenezzül etti, yere eðildi ve yerden, yeþil ve kýnalý kabuklarýndan onun cemâli önünde kendi kendine sýyrýlmýþ olarak yatan henüz tazecik meyvamý alarak ýsýrdý.


O anda Peygamber imi gördüm! Bütün vücûdum titredi! Vücûdum, vücud olmaktan çýktý. Bir titreþim hâlinde köklerimden kurtuldum ve O nunla O nun çýktýðý göklerin katýna çýktým. O, beni hakikatime ulaþtýran O, gözleri gözlerime mýhlý, bütün seyahatime þâhitlik etti. Ben bir ceviz aðacýydým. Ama artýk ben, ben deðilim Ýstemem cennetleri, seni isterim ben Senin ayaklarýnýn bastýðý bu yerde seninle birlikte olmak isterim ben *** Bir kýþ günü, O nun hayâliyle yapayalnýzken karlarýn altýnda, kuzeyden esen rüzgâr O nu fýsýldadý, geliyor! dedi Ben de O nun geldiði yöne koþmak ve önünde secde etmek istedim. O, geldi, yaklaþtý, eldiveninin elinden o güzel elini çýkarýp gövdeme koydu, bana deðdi Süt anam.. diye fýsýldadý Süt anam Ben O na sen de benim her þeyimsin dedim. Sen, beni sendeki hakikate ulaþtýransýn Ben bir kuru kabuk ve çýplak bir dal deðilim seninle Soðuða aldýrmadan elini üzerimde tuttu, tuttu Hasret ve vuslat, bu aþk ve vefâ elinin altýnda birlikte var oldular. O, hep; O, hiç O, ezel ve O, ebed


EFENDÝM

Veysel Karanî Hazretleri, Hz. Ebûbekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali ye Peygamber i sormuþlar. Hz. Ebûbekir O çok sâdýktý , Hz. Ömer O çok âdildi ve Hz. Osman ise O çok edepliydi diye cevap vermiþler. Hz. Ali ise Peygamber Efendimiz bir gün beni putlarý kýrmak için omzuna çýkardý. Aþaðýya baktým, her yer kadem-i Resûlullah, hizâma baktým, her yer sadr-ý Resûlullah, yukarýya baktým, her yer cemâl-i Resûlullah. Vallâhi billâhi, O ndan baþka bir þey yok diye târif etmiþler. Efendim de Hocam Cemâlnur Annem in söylediði gibi Peygamber in tam tecellisi olduðu için, O nun hakkýnda bir yazý yazmam istendiðinde bu hikâye aklýma geldi. Bir hikâye kullanma ihtiyacý da hissettim açýkçasý; çünkü benim kullanacaðým kelimeler Efendimi anlatmada kifâyetsiz kalýr. Yine de haddim olmayarak, bana arkadaþlarým tarafýndan yaz denildiði için Efendimden bahsedeceðim.

ayça

Bana göre Efendim, her þeyden önce bir af sultanýdýr. Herkesi ve her þey affeder; affetmekle kalmayýp size kendinizi sanki önemli ve akýllý biriymiþsiniz gibi hissettirir. Aslýnda bence burada affetmeyi ve güzel görmeyi sadece biz âcizlere örnek olmak için yapar, çünkü O nda ikilik görecek bir göz kalmamýþtýr. Bununla beraber Allah a bîçâreyim, tevessül edecek bir amelim yok diye seslenir. Bence bu sesleniþin iki yönü vardýr. Birincisi kendisi

öyle bir sultandýr ki ne yapsa da kendi tam potansiyelini ortaya çýkaramaz, çünkü biz maddî bir âlemde yaþýyoruz, o ise hem maddenin hem de mânânýn sultanýdýr ve bu sýnýrlý âlemde yapabilecekleri de sýnýrlýdýr. Ýkincisi ise benim gibi müridleri yüzünden Allah tan af dilemektedir. Yani çalýþýyorum, ama bunlar adam olmuyor, demektedir. Lâkin, hocam hep iyi terzi kötü kumaþý dikmesinden bellidir der. Benim gibi kullarýn bir kapýya bile baðlý kalmasý aslýnda onun mûcizesinin ta kendisidir. Efendim, bütün bilgilere vâkýftýr. Fakat bu özelliði, onu ben tamamým diyeceði yerde daha çok çalýþmaya, daha çok ibâdete sevk etmiþtir. Tevâzu onun en belirgin bir diðer özelliðidir ama bu özelliðini fiziksel olarak yani eðilip bükülerek göstermez. Tam tersi, her zaman son derece þýk, hoþ ve dik durduðunu resimlerden görüyoruz. Onun tevâzuu, olaylarý yaþayýþýnda ve çevresine bakýþýndadýr. Kimseye öfkelenmez, bu benim baþýma nasýl geldi, ben buna lâyýk mýydým? demez ve etrafýndaki her þeyin, bir eþeðin dahî kendisinden daha üstün olduðunu düþünür. Efendim, o kadar yerinde ve kararýnda müdâhaleler yapar ki beni bazen cemâli ile bazen de celâli ile kendime getirir. Bazen hâdiseler vâsýtasý ile öyle bir tokat atar ki oh, çok þükür kendime geldim derim. Bazen de bütün göðsümü geniþlettiðini, kendi mânâsýný oraya doldurduðunu, bana bitmeyecek bir huzur ve mutluluk akýttýðýný hissederim. Ýþte bu zamanlarda bir þarký dinlerim, onu bulurum, aðlarým; denize bakarým,


ne güzel derim, aðlarým; hocamýn bir görüntüsü aklýma gelir, aðlarým. Benim gibi hiçbir þey olmayan, aþaðýlardan da aþaðý bir kula bu mutluluðu lâyýk gördüðü için ona teþekkür ederim. Bir yandan da ya bir gün beni býrakýrsa diye korkarým ve içimden ona her dâim benimle olsun diye yalvarýrým. Efendim, hem madde hem de mânâ sultanýdýr. Bunu ilâhîlerinden de anlayabiliriz. Bir yerde aþk beni etti zebun, ne yamanmýþ bu füsun derken baþka bir ilâhîde bir nokta idim, kýldý beni kâmet-i tûbâ, giydirdi beni tâ elif ten yâ ya o Mevlâ dediðini görürüz. Ama beni en çok etkileyen özelliði, iki denizin karýþmamasý gibi bu aþk ile ilmi karýþtýrmamasýdýr. Yani ilim konuþulacak yerde ilim, aþk konuþulacak yerde aþk konuþur. Bilmeyen, O nun ne kadar büyük bir mürþid olduðunu anlayamaz, O nu büyük bir düþünür bile zannedebilir. Aslýnda karýþtýrmaz gibi gözüktüðü hâlde O nun bütün ilmi aþk, bütün aþký ise ilimdir. Bu ikisini öyle bir birlemiþtir ki biz onun aslýnda iki ayrý þey olduðunu anlamayýz. Benim için her þey demek olan Efendimi kendi kabýmca anlatmaya çalýþtým. Çok eksik kaldýðýný biliyorum ama her kul ancak kendi idrâkinden bahsedebilirmiþ. Bu yazý vesilesi ise Efendime niyâzým, bana kendini daha çok, daha çok tanýtmasý, her nefes yanýmda olduðunu idrâk etmem için yardýmcý olmasý ve O nun hâllerini giymem için duâcým olmasýdýr. Bunlara karþýlýk ise, ben de artýk saðla solla meþgul olmak yerine ona dönmek ve idrâkimin açýlmasý için de Allah tan yardým dilerim. Âmin.


sezen ilhan

SELÂMÜN ALEYKÜM


Ken an Rifâî Hazretleri . Hiç idrak edemediðim ama etmeyi çok ama çok istediðim, rengine boyanmak için himmetlerine herkesten ve her þeyden çok ihtiyaç duyduðum, her düþüþümde gözyaþlarýyla baþvurduðum, Mesnevî aracýlýðýyla konuþtuðum, ne kadar zor bir yol olduðunu, ama sonucun muhteþemden de öte olduðunu bana hatýrlataným... Aþk, tevâzu, huzur, anlayýþ, kavrayýþ, sarýþ, affedicilik, merhamet, irâde, vefâ, güzel bakýþ, asâlet, zariflik, bilgelik, modernlik, güncellik, hoþgörü, her þeyi ve herkesi içine alan sonsuz sevgi O. Bir okyanus, sonsuzluk, Nazlý Anne, Sâmiha Anne, Meþkûre Anne ve Cemâlnur Anne, O. Bu yolda tek baþýma zaten gidemeyeceðimi, yapmam gereken tek þeyin kapýnýn tokmaðýna yapýþmak olduðunu öðretenim... Her dem canlý, her an yanýmýzda, ama perdelerimiz yüzünden ulaþamadýðýmýz O. Her devir farklý yüzlerle gelen, ama aslýnda yine O, yine O... Anlayan ve idrâk eden için sadece baðlý deðil, her þeyi ile baðýmlý olunmasý gerektiðini öðreten O... ***

Geçen Pazar günü huzurlarýna gittim, yine her zamanki gibi beni sen anlarsýn diye baþladým. Konuþtum, konuþtum, kendimce duâlar ettim, sonra baþýmý kabrindeki demir lâlelere dayadým ve mübârek kabirlerine baktým. Sanki karþýmda bana gülümseyip cevap verdiler. Ben yine ýsrarla beni anlamasýný ve yardým etmesini isterken ne olur bir iþaret göster bana dedim. Sonra çiçeklerin üzerine konan kelebeðe takýldým, çok geçmeden arkadan bir ses Selâmün aleyküm dedi, ben de baþýmý salladým ve cevap verdim. Tanýmadýðým mütebessim genç bir çocuk, kendilerinin huzurlarýný selamladý, duâlar etti ve diðer büyüklerin yanýna geçti. Bir müddet sonra dank etti ki iþaretin en güzeli gelmiþti: SELÂMÜN ALEYKÜM Ýçimden nasýl bir þey geçti, anlatamam Cevap canlý canlý O ndan gelmiþti iþte, tanýmadýðým biri vesilesiyle. Çok, ama çok güzelsin ve çok büyüksün Allahým... Ne olur, ama ne olur bizi senden ayýrma; ne olur, ama ne olur bizi senden ve senin sevgililerinden ayýrma Ne olur, ama ne olur, en çok da gözümüze perdeler indiðinde, yönümüzü þaþýrdýðýmýzda, dengemizi yitirdiðimizde bizi senden ayýrma efendim. Ne olur, ama ne olur, senin sevgini, seni sevenlerin sevgisini ve seni sevenlerin sevgisini artýracak þekilde yaþayarak rengine boyanmayý nasip et efendim



ZÜLÝÞ E

Asuman Sargut Kulaksýz Bir güzellik gördüðümde, Bir þarkýyý sevdiðimde, Öyle aþka geldiðimde, Çaðýrýrým Züliþ Züliþ... Gülmek için, gezmek için, Yediðimden zevk almak için, En fazla da sevmek için Çaðýrýrým Züliþ Züliþ... Renklerde, þekillerde, Gaugen, Van Gogh, Rodin'lerde, Chopin'den noktürnlerde, Çaðýrýrým Züliþ Züliþ... Aklýmdaki her anýmda Çoðu zaman sen yanýmda, Kalamazsýn uzaðýmda, Çaðýrýrým Züliþ Züliþ... Bir fakire ulaþýrsam, Bir insaný kazanýrsam, Güçlüklere dayanýrsam, Çaðýrýrým Züliþ Züliþ... Huzur sende, þükür sende, Dolmak bilmez gönül sende, Bu dünyadan göç etsen de, Çaðýrýrým Züliþ Züliþ... Mürþidinin yolundaydýn, Meþ Annenin koynundaydýn, Menzile de erken vardýn, Çaðýr bizi "nura" Züliþ...


AÞK KURBANI Ah, Meydancý dede, Mevlânâ meydana bugün de gelmeyecek mi! Dergâhýn mermer kapýsýnda, Hazreti Mevlânâ nýn yeþil üzerine nûrânî hatlarla nakþolunmuþ ismi aþký altýnda, küçük harmanisine sarýlarak sikkesini yana dayamýþ, çok mahzun duruyordu; seyredeni harab edecek kadar mahzun duruyordu: - Demek ki gene gelmeyecek! Baksana, dedi, zünbüller açtý, onun sevdiði menekþeler de açtý. Can nasýl tahammül eder? Meydancý dede, kollarý sývalý, sarý sakalýný tarayarak baktý. Kýrmýzý ince damarlarla dolu, küçük gözlerini kapadý. Ruhu, seyran için vücudunu yarý terk eder gibi idi:

SEMÝHA CEMÂL

- Evet gene rahatsýz, gelmeyecek, evlâd; meydanýn güneþi gözlerden nihan düþtü! - Ben sana bir þey söyleyeceðim, dedi! Ben bu akþam aþký öðreneceðim. Dün gece bana dediler ki: Aþký öðrenmek istiyorsan vücudunu aþkla yak. Bir þem a gibi eri, kurban ol. Þulen sarý, benzin solgun olsun! Bu harmaniyi al, Hazret e götür! Küçük Mevlevî, harmaniyi omuzundan düþürdü. Tennûresiyle mihrap cihetine Hazreti Mevlânâ ya niyaz ederek ince toprak yol üzerinden uçar gibi geçti.

Hücrelerin birinden musaffa bir ney sadâsý geliyordu; rüzgârýn saf ýrmaklarda yýkanýþýný hatýrlatan bir þeffafiyetle akýyordu. Böyle safâ içinde akarken birdenbire dilsiz bir þikâyet hâline geçti. Biþnev ez ney çün hikâyet mikünet Ez cüdâyiha þikâyet miküned Bir zümbül tarlasý önünden geçiyordu. Bütün zümbüller ona, bir visal âleminden düþmüþ, mahzun ve âþýk þikâyetler gibi geldi Bahar rüzgârý tennûresinin eteklerini tahrik ediyor, küçük kalbine semâ-ý aþký, cânan baðlarýndan esen bir nefes hâlinde ateþ döküyordu. Gelincikleri güneþe açýlmýþ, çimenleri son rengi aþka kanmýþ, sarhoþ ve pürfeyz bir tepenin üzerinde idi. Yavaþ yavaþ parmaklarýný çýkardý. Rüzgâr hâlâ tennûresinin eteklerini ürpertiyor, devr ve âsýmâný istilâ eden vuslat hicrile râþenak, aþk vahdetiyle mesti ezel bir hava, gül renk çiçeklere, bûyi çimenzâra ve ona sürünerek kâh konuyor, kâh uçuyor, ferþi arþa refediyordu. Küçük mevlevînin alný üzerinden aþk cemâli râþesi pervazkâr bir nur gibi rûhunu seyrâb ediyordu. Kollarýný býraktý. Avucu, bu aþký cûþâcûþtan daha daha ister gibi açýldý. Nârin boynu büküldü ve sikkesi omuzu üzerine, bezm-i Mevlânâ dan tuhfe düþmüþ gibi iðildi. Artýk aþký öðrenecekti. Bu gece Þâhýn sýhhati için kurban düþecekti. Temiz elleri aþk tennûresinin eteklerini açtý, açtý Gittikçe alçalan güneþin altýnda, uzun


düz ufuklarýn ortasýnda saydolunmuþ bir pervâne gibi idi. Gelincikler kolu kanadý düþmüþ gibi saplarý üzerinde bükülüyor, birbiri üzerine iðiliyordu. Onun kapanan gözleri üstünde nûrânî bir mestüvisal mestliði inkiþaf ediyor, mâverâdan iki yýldýz, envârýný ta kalbe içiriyordu Akþam oldu. Güneþ ufukta bir deðirmenin hizâsýna düþtü. Çarktan akan sular, týpký güneþten dökülüyormuþ gibi mâyi bir ateþ halinde damladý damladý Güneþ çekildi, gün karardý ve filiz rengi âsýmanda bir hilâl belirdi. Bu, aþk meleklerinin semâvî ve sübhânî nurdan ördükleri ince tiz bir yaydý. O, uçtukça uçan rûhu, coþtukça coþan vücudiyle dembedem sivâ âleminden pek uzaklara, aþk âlemine seyrediyordu. Dudaklarý üstünde ince bir ter tabakasý vardý. Vechinde bir damla kan kalmamýþtý. Yüzüne dikkatle bakýlsa nazar, sekirden yanar, sönerdi. Bir dem, tekrar rûhu semâhaneye, þâhýnýn huzûruna geldi. Orada bütün mutripler tarapta, bütün canlar semâda idi. Aziz sýhhat bulmuþ ve meydan þemse kavuþmuþtu. Yalnýz her zamankinden baþka, gözleri hâlinden geçirip nûra kalbeden tahammülsüz bir aydýnlýk vardý. Bu aydýnlýk Azizim güzel ellerinden þûle saçýyor ve kendisi artýk þekil ve vücutsuz bir rûh-u ilâhî halinde semâ ediyor, aziz, güzel ellerile dembedem ona tadýna kanýlmaz bir þarap sunuyordu

Semâyý þiddetlendirdi, ayaklarý üzerinde çarhlarý seçilmez oldu. Lisaný, bir visal âhý vurdu: - Ya Mevlânâ, ya Aþk ilâhý! dedi ve birden cisim ve rûhu tennûresinden uçarak yerde boþ bir libas kaldý Ertesi gece ihyâ gecesi idi. Semâhânede, meydancýlar çeraðlarý uyandýrýyorlardý. Meþ aleleri, üstünde tüten alevi mumdan muma, kandilden kandile gezdiriyorlar, renk renk fânuslarda, avizenin kâh alâim-i elvaný veren billûrlarýnda titreye titreye söyleþen alevler artýyordu. Birdenbire meþ aleleri ellerinde kaldý, bulunduklarý merdivenlerden sür atle indiler. Aziz, uzun ilâhî kametiyle meydana geldi. Bir dede, mihrâbýn önüne, küçük bir tennûre ile bir harmani koydu. Aziz, sikkesi üstüne siyah bir sarýk sarmýþtý. Ýþte, Hazreti Mevlânâ, bütün aþkýyle tecelli etmiþti. Dedelerden birkaçý ona yaklaþamayacak kadar câzibesine mestolmuþlardý ve güzellik, zuhûrundan beri bu derece mukavemetsiz olmamýþtý. Aþk mihrâbýnýn önünde, ezeliyeti aþka timsal olarak durdu. Yavaþça libaslar üzerine iðildi ve elini koydu. Birden, bu boþ tennûre ve harmaný bir ruhu hafînin zevki sekriyle uyandý ve ayan olacak kadar hareket etti, aþk-ý ezelîden haber verdi O vakit seyyadý rabbanî mumlarýn alevini fart-ý ra þe ve sûzdan dinlenecek bir hale getirdi ve dedelerin baþlarýný çarpan göðüsleri üstüne düþürdü (Semiha Cemal, Gül Demeti, Bilgi Basým ve Yayýnevi, Ýstanbul, 1954, s. 29-32)


hüseyin gökhan

pervâne olmuþ bir güneþ: SAFÝYE EROL

Bir acep nûr kim güneþ pervânesi Safiye Erol un Kadýköyü nün Romaný ný henüz bitirdim. Baþladýðým andan itibaren neredeyse elimden düþmeyen bu eser beni derinden etkiledi. Ýnsan psikolojisini hem erkek, hem de kadýn cinsinde bu kadar saðlam çözümleyen ve bunu yalýn fakat bir o kadar da hâkim bir lisanla anlatabilen az yazar okudum. Yazarýn beni en çok etkileyen yönü ise, Sâmihâ Anne nin kendileri hakkýnda buyurduklarý gibi ancak kendisi ile hesaplaþýp kemal zirvesine erdikten sonra taþmýþ, yazdýklarýný da bu minvalde neþretmiþ olmasý oldu. Yoksa þimdilerde beynelmilel popülariteye sahip yazarlar arasýnda dahî sýkça rastlanan yazmýþ olmak için yazmak tan çok uzak bir tavrý var. Anlattýklarý, insanýn hakikatine yönleniyor, okuyaný bu yönde tefekküre teþvik ediyor ve okuruna bu yolda yardýmcý oluyor. Þimdiye kadar Dostoyevski den Boris Vian a, Camus den Turgenyev e kadar psikolojik çözümlemede üstad birçok yazarý takdir ve hayret içinde okumuþ olmama raðmen, onun adýný dahî duymadan otuzlu yaþlarýma gelebilmiþim. Hayret Hemen yaný baþýmda Türkiye nin yýllardýr en çok satan gazetelerinden biri duruyor. Üçüncü sayfasýnda yazan muharririn ne söylemeye çalýþtýðýný dahî anlamak güç. Üç nokta ile biten yarým cümleler, tamamlanamamýþ düþünceler, yazýda sürekli bir þikâyet havasý, fakat þikâyetin çözümü için önerilen bir felâh noktasý da mevcut deðil. Çoðu köþe yazarý, romancý, hatta müzisyen için bu düþüncem geçerli: Hiç de haketmedikleri nâmütenâhî bir üne sahipler ve insanlardan teveccüh


görüyorlar. Sanki sihirli bir deðnek bir gün onlara deðiyor ve onlardan katbekat donanýmlý insanlarý geride býrakýp þöhret sahibi oluyorlar. Bir kez umûmî kabul gördükten sonra da artýk ne yapsalar takdire þâyân oluveriyor. Kitleler onlarýn liderliðinde kendi entelektüel ve sanatsal çerçevesini çiziyor. Ne kadar yazýk Üniversite yýllarýnda almakla mükellef olduðumuz Türk Dili ve Edebiyatý dersinde bir kitap okumamýz gerekiyordu. Hocamýz bizler kitabý okuduktan sonra kitap hakkýnda düþüncelerimizi sordu. Ben de biraz gençliðin verdiði pervâsýzlýk, biraz da hocamdan gördüðüm samîmiyet havasýnýn verdiði cesaretle Allah aþkýna hocam, okutacak baþka bir kitap bulamadýnýz mý? Bu kadar kötü bir eser üzerinde bu kadar vakit ayýrdýðýmý hiç hatýrlamýyorum demiþtim. O da aslýnda benimle ayný fikirde olduðunu itirâf etmiþti. Fakat o sýralar umûmî beðeniyi kazanmýþ bir kitaptý ve üniversitedeki tüm öðrencilerin okumasý için seçilmiþti. Ýçi boþ, anlamsýz, hiçbir övgüye lâyýk olmayan birçok deðer hayatýmýzýn neredeyse merkezinde bulunuyor. Sanatý dahî takdir ederken çoðumuz popüler reyden etkileniyor, neyin güzel olup neyin güzel olmadýðýna baþkalarýnýn, çoðu zaman da yukarýda bahsettiðim mesnetsiz kanaat liderlerinin fikirlerinden etkilenerek karar veriyoruz. Safiye Erol, þüphesiz istidad nazar-ý itibariyle de çoðumuzdan fersah fersah ötesindedir. Batýyý en kýymetli yönleriyle sindirmiþ, günümüz dünyasýnda özellikle de oryantalist bir görüþle neredeyse aþaðýlanma raddesine gelmiþ Doðu

deðerlerini de sahiplenmiþ ve onlarýn gerçek kýymetlerini özümseyebilmiþti. Yine kafasý kesik tavuk gibi nereye gittiði anlaþýlamayan ve olsa olsa þekil itibariyle taklit mesâbesinde kalmýþ bir Batýcýlýðý savunmak yerine öz deðerlerinin zirvesine çýkarak Batý ya parmak ýsýrtacak bir noktaya gelmiþtir. Sâmihâ Anne, bu müstesnâ yol arkadaþý hakkýnda Kenan Rifâî gibi bir kurtarýcýnýn yoluna düþüverdi ve Safiye Erol denen bu çýplak istidat ve hazýr enerji, derhal toparlanýp mukadder kriteryumu buldu diyor. Böyle müstesnâ bir entelektüelin dahî kriteryumunu bulmasý kilit noktadýr. Onu Sýrât-ý Müstakîm üzere seyrettiren câzibe budur. Gördüðü nûra doðru kanat açmýþ ve yanarak seyretmiþtir. Bizler eðer bu vatanda bir medeniyetin devamýndan ya da tekrar yeþermesinden bahsediyorsak, bu öyle ya da böyle televizyonda gözüken, þöhretinin nereden geldiði anlaþýlmayan, kendisi dolmadýðý için taþmasý da muhâl kimselerin izinde deðil, Safiye Erol gibi âbidelerin önderliðinde olacaktýr. Kenan Rifâî Hazretleri nin büyüklüðünü anlamak için belki de kendilerine pervâne olmuþ güneþlere bakmak, onlarý anlamaya çalýþmak iyi bir yoldur.


sesil pir

UMUT KAPISI


Ne olurdu yýldýzlardan kendimize bakabilsek, bir þarký sözünde geçer gibi Ne olurdu hallerimiz nice, bir görebilsek O kadar zor ki insanýn kendisine dürüst olmasý Bir insan yetiþtirmek, hele ki ýþýk, yol gösteren yoksa, o kadar zor ki Bir hatâ, bir gayret üzerine derken,

Efendimin sözleri ile karþýlaþtým dün, þöyle diyordu, içime þu serpti: Bu ateþin sana verilmesinden maksat, yalnýz o an için kavrulmaklýðýn deðil, belki içinin ve diþinin yanýp kül olmasý ve piþmekliðin idi. Elbette gün olup o cünun, o taþkýnlýk senden alýnýr, iþte o zaman bu ateþin altýndan piþmiþ olarak çýkarsan ne âlâ! Bizim yolumuz umut kapýsý zirâ, hatýrlatýldým,

Yýllar geçti, biz bir arpa yol almýþýz ancak

Ýþimiz insan olmaya çalýþmak, mânevî kirlerden arýnarak

Toplumlarý insanlar oluþturuyor, hatýrlýyor muyuz?

Yaþanan herþeyden ders çýkarmak görevimiz, daha iyiye gitmek adýna

Milleti de toplumlar

Savaþýmýz kendimizle, barýþýmýz baþkalarýyla bizim

Geliþim de, deðiþim de ancak içeriden oluyor; insanýn deðiþimi ile sadece. Seneler evvel o sebepten uykusuz kalýp, korku içinde büyüyen çocuklar, bugün þu sebepten korku içinde uyuyorlar Ve bilâhare ana yüreði yanýyor topraklarýmda vatanýmýn Deðer mi bunca tohumu güzel þeylerle beslemek varken, tevhid inancýný paylaþmak varken, her canlýya, her cansýza, her maddeye hürmet etmeyi öðretmek varken, korkulara terk etmek, deðer mi? Gecelerdir uyku girmiyor gözlerimize, gönüller dur duraksýz duâda

Aþk yolu dürüstlük ister, affedicilik ve hoþgörü ister, Önce Hakk a sonra, halka hizmet ister Bizim yolumuz umut kapýsý, zirâ, hatýrlayalým.



Ben demeden Sen diyebilseydim o zaman Sen den belki biraz bahsedebilirdim. Ama heyhat Sen ise bana Sen derken tamamen tenezzülünden Bu Sen li Ben li konuþma ise edepsizliðimden O yüzden, Sen, yine de Sen, ille de Sen

hundi


AMERÝKA MEKTUPLARI

Boston dan Yurda Bakýþ: Bizi Biz Yapan Þeyler

arzu eylül yalçýnkaya

Harvard Square in tam ortasýnda genellikle semt sâkinlerinin ama husûsiyetle yazarlarýn ve entellektüellerin uðrak yeri olan bir kafe vardýr. Bostonlular burada oturur, kahve içer, kitap okur, hararetli konular tartýþýr. Yazarlar, þâirler, her türlü sanat erbâbý eserlerini burada tamamlar. Hemen ilerideki açýklýkta günün her saati bir konser, bir sergi, bir gösteriye rastlamak mümkündür. Boston ahâlisi sanatýn, þehrin ve hayatýn nabzýný bu kafede, oturduðu iskemleden hiç kýpýrdamadan takip eder. Ben de þu gün itibariyle beþ aydýr ikamet ettiðim bu þehirle bir tür kaynaþma imkâný olarak, hemen her öðlen gelip kahvemi burada içiyor, gazetemi, kitabýmý burada okuyorum. Ancak bu mekâný tercih ediþimin ya da câzibesine kapýlmamýn, daha cana dokunan bir tarafý var ki o da, dört büyük ýhlamur aðacýnýn gölgesine yerleþtilmiþ masalarý, hemen yanýnda yaz-kýþ santranç oynamak üzere tasarlanmýþ taþ sehpalarý, hiç bitmeyen hareketliliði ve uðultusu ile bu mekânýn bana az çok bizim Beyazýt taki Çýnaraltý kahvesini hatýrlatýyor olmasýdýr.

Bugün de, yine ayný câzibenin tesirine kapýlarak, kendimi Harvard Ihlamuraltý Kahvehanesi nde öðlen kahvemi içerken buldum. Þimdi de orada oturmuþ kendimle hasbihal kabilinden bu yazýyý kaleme alýyorum. Etrafýmda hemen her gün gördüðüm, tanýþ-görüþ olduðum, oradan buradan konuþtuðum âþinâ kimseler var. Ancak hava ve sudan bahsetmek haricinde, pek fazla ortak noktamýz bulunmayan bu grubun içinde olmak yalnýzlýk hissimi gidermiyor. Hoþ, ben zaten, hâlimden memnunum, yalnýzlýkla aram iyidir. Hattâ bilenler bilir, yaratýlýþýmýn en mühim tarafý bu yalnýzlýk sevgisidir. Fakat þimdilerde yalnýzlýktan öte bir gariplik, bir baþka tenhâlýk içindeyim. Bir gruba dâhil olma hissini aradýðýmý, ama bu vesileyle gittiðim hiçbir mekânda, hiçbir toplantýda âidiyet hissi duyamadýðýmý görüyorum. Amerika da çok farklý milletlerin ve kültürlerin birarada yaþamasý, bireylere en temel bir unsurda yani insan olma noktasý etrafýnda birleþme imkâný sunuyor. Bu çok büyük ve çok idealist bir yaklaþým. Seviyorum. Ama kendimi biraz yoklayýnca az-çok meselenin hakikati ortaya çýkýyor ve aslýnda biz duygusunu, biz kelimesinin çatýsý altýnda kendisiyle bir olduðum milletimi ve kültürümü özlediðimi farkediyorum. Yüzlerce insanla kaynaþtýðým bu þehirde ve hasbelkader kendisine karýþtýðým bu toplum içinde, iþin gerçeði, bir sýr gibi kendime sakladýðým biz kelimesini, yüksek sesle telâffuz etmeyi özlüyorum. Daha romantik bir anlatýmla, meselâ bir yaz gecesi, dostlarla sabaha kadar sürdürdüðümüz muhabbetler esnâsýnda,


Biz buraya geldiðimizde, buralarý baðlýk bahçelikti demek ya da Biz Türkler tarih boyunca diye baþlayan ve her kelimesinden hamâset taþan cümleler kurmak istiyorum. O kelimeden taþan birlik ve beraberlik hissini özlüyorum. Ýnsanlýk müþtereðinde birleþmek, biz denilince bütün bir insanlýðý kuþatabilmek güzel ancak millet kavramý bu büyük insanlýk çatýsý altýnda, insanýn kendisinden doðduðu ve kendisine yakýn olduðu âilesi mesâbesindeymiþ, bunu þimdi anlýyorum. Oturduðum yerden ancak kendimin iþitebileceði tonda, birkaç kere bu aziz kelimeyi büyük bir haz duyarak tekrarlýyorum. Aklýma, Biz kelimesini bütün bir Türk tarih ve kültürünü kucaklayacak þekilde kullanan üç mühim þahsiyet geliyor: Yahya Kemal Beyatlý, Ahmet Hamdi Tanpýnar ve Sâmiha Ayverdi. Türk gelenek ve kültürüne lâyýkýyla hâkim olan bu üç büyük sanat dehâsýnýn dilinden biz kelimesini iþitiyorum ve o anda Orta Asya nýn bozkýrlarýndan atý üstünde dört nala gelerek, Malazgirt ten Anadolu ya giren, oradan Balkanlara ve dahî Viyana kapýlarýna kadar ilerleyen Türk ün, gelip geçtiði yollar boyunca toplayýp önüne katarak kendisiyle hemhâl olduðu ve yeniden yorumladýðý bütün maddî ve mânevî unsurlarý bir lâhzada duyuyorum. Þimdi o yüksek dimaðlarýn affýna sýðýnarak bir cüretkârlýkta bulunacaðýmý söylemeliyim: Bütün iddialarýndan uzak olarak yalnýzca

Boston da yaþayan bir gurbetçinin ve basit bir talebenin diliyle gönlümde yankýlan biz hissini anlatmak istiyorum. Bunlar Türkiye de iken farkedemediðim, ama bir müddet ayrý kalmak sûretiyle varlýklarýný keþfettiðim bizi biz yapan unsurlar dýr: *** Bizi birleþtiren ve biz yapan en temel unsurun Türkçe olduðunu hissediyorum. Türk dilini, yani ayný dili konuþuyor olmak ne büyük bir müþterekmiþ. Sabah kalkýp sokaða çýktýðýnda, mahallede karþýlaþtýðýn komþunla ayný dili konuþabilmek meðer ne büyük bir birlik unsuruymuþ. Gece evinde uyurken rüyânda konuþtuðun dil ile, sabah olup kapýdan çýktýðýnda konuþtuðun dilin ayný olmasý âdetâ mânâ ile maddenin kaynaþýp bir olmasý kadar olaðanüstü bir hâdiseymiþ. Þimdi farkediyorum. Bizi biz yapan þeylerden ikincisi tarihimiz olsa gerektir. Otobüste birbiriyle tanýþ-görüþ olmadan sabah iþine, okuluna, sanatýna giden yurdum insanýnýn ortak bir tarihi var. Türkiye de iken bunun üzerinde hiç düþünmemiþtim. Her sabah iþime, okuluma giderken, tanýmadýðým insanlarla birlikte olduðumu düþünürdüm. Ama þimdi ortak bir tarihe sahip olmanýn ne muazzam bir birlik unsuru olduðunu, aslýnda hasbelkader biraraya gelmiþ kimselerin dahî ortak bir tarihe sahip olmalarý sebebiyle az-çok birbirlerini tanýdýklarýný görüyorum. Meselâ, burada sabah otobüsle Harvard a inerken, yanýmdaki kadýna dönüp Mrs. Brown, bugün Ýstanbul un fetih yýldönümü, Fatih Sultan Mehmet in aziz ruhuna el-Fâtiha diyemem; okuldan çýkan gençlere Gençler,


19 Mayýs Gençlik Bayramýnýz kutlu olsun, Atam nur içinde yatsýn ya da dikkatle kitabýna eðilmiþ papyonlu profesöre, Hocam, bugün Alparslan ýn Anadolu nun kapýlarýný Türklere açtýðý gündür, rûhu þad olsun diyemem. Desem de bu, o kimselerde bendeki hissi uyandýrmaz. Bu bizi birleþtireceði yerde ayýrýr. Zirâ, o otobüsteki herkesin tarihi, kökleri, zafer günleri baþka. Oysa memleketimde bizi biz yapan ve ayný gün ayný saatte birlikte çoþturan ya da birlikte duygulandýran ortak bir tarihimiz var.

arzu eylül yalçýnkaya

Bizi birleþtiren ve bizi biz yapan þeylerden biri de elbette kültürümüz olsa gerektir. Türkiye de, Ýstanbul da günlük hâdiselerin icbârýyla oradan oraya koþtururken ve kendimce bir plan dâhilinde yaþayýp giderken hayatýmýn son derece kendime özgü, hattâ belki biraz da orijinal olduðunu zannederdim. Hâlbuki buradan bakýnca, hayatým dediðim ve kendince bir orijinalliði olduðunu düþündüðüm þeyin, aslýnda bir yönüyle içinde doðduðum Türk kültürünün tabî bir devamý olduðunu görüyorum. Bunu Boston da mehtâbý izlemeye çalýþtýðým birkaç ay zarfýnda yaþadýðým acýklý tecrübeler neticesinde anladým. Ýlk dolunay zamaný gelince, halkýn akýn akýn mehtâbý izlemeye gideceðini düþünmüþtüm. Ama heyhat, Boston halkýnýn böyle bir alýþkanlýðý yok. Bu benim Türkiye den getirdiðim, Türk kültürüne yani ben den çok biz e ait olan bir þeymiþ. Burada mehtâbýn nerede izlendiðini bilen kimse yok. Hattâ daha ötesi, nehirler kendi kendine

akýyor, güneþ kendi kendine batýyor, gurûba karþý gazel okuyanlar yok, yýldýzlar yalnýz doðup yalnýz ýþýldýyor. Oysa biz im kültürümüzde mehtâba ve gurûba saygý duyulur, usul usul akan ince bir ýrmak dahî hiçbir zaman yalnýz kalmaz, mutlaka kendisine eþlik edecek bir âþýk bulunur. Bizim evimizde, her zaman ay aydýnlýðýnda fýstýkk aðaçlarý altýna serilmeyi bekleyen bir yaygýmýz ve cebimizde gurûba karþý yaþaran gözlerimizi silecek bir mendilimiz hazýr durur. *** Dilimiz, tarihimiz, kültürümüz bir... Bizi birleþtiren, bir âile gibi yakýnlaþtýran ortak bir hayatýmýz var. Harvard Meydaný ndan okyanus ötesindeki memleketimi düþünüyor ve orada iken farkedemediðim bu birlik unsurlarýna hasretle bakýyorum. Bizim kýþýn ocaklarda kaynayan tarhana çorbamýz, yanýna koyduðumuz soðan ile tuzumuz var. Kuru ekmek su olsun, sofradan kalkarken söylediðimiz bir elhamdülillah duâmýz var. Köpüklü bir acý kahvemiz var ki, içmeye doyum olmaz, hatrý kýrk yýldýr diyorlar. Selâmýmýz sabahýmýz var. Bizim mektep arkadaþlýklarýmýz, o arkadaþlarla, Adalar da Modalarda, ovalarda yaylalarda içtiðimiz demli çaylarýmýz var. Soðuk kýþ akþamlarýnda muhabbet ederken üzerine tarçýn serptiðimiz sahleplerimiz, biz sýcacýk evimizde otururken ciðerinin bütün gücüyle


Bozaaaa diye baðýran seyyar satýcýlarýmýz, Eminönü nde vapura yetiþirken illâ almamýz gereken bir simitle közde mýsýrýmýz var. Biz komþuluðu severiz. Ýyi ve kötü günde dostlarýmýzýn yanýnda oluruz. Böyle gördük, böyle bulduk. Biz öyle resmî dâvetler, tertipler, kokteyller bilmeyiz, bizim samimiyete binâen iþlettiðimiz Müsâitseniz annemler size gelecek kabilinden emr-i vâkilerimiz var. Bizim hâlimiz doðal, tabiî. Çalýþýyoruz, gayret ediyoruz, sabrediyoruz ama bizi aþan yerde, aczimizi görerek Hak tan hayýrlýsý dedirten bir tevekkül idrakimiz var. Bizim topraklarýmýzda doya doya yaþadýðýmýz, dört mevsimimiz ve her mevsimle tazelenen tabiat gibi deðiþen ve zenginleþen bir iç dünyamýz var. Bir deðiþik toplumuz ki, kýþýn karý, soðuðu içimize iþler de, yine mevsime lâf etmeyiz. Bu sene iyi kýþ oldu deriz. Bahar geldi mi eriðimiz, kirazýmýz elmamýz vakitlice açar, birazýný toplar, birazýný komþuya veririz. Bir güzellik var bu topraklarda ki, orada güneþin alnýnda çapa yaparken, baðbozumlarýnda yapýncak üzümleri toplarken bu sene iyi yaz yaptý mübârek diyen analarýmýz var. Bizde atalarýmýzdan yâdigâr ve dünyada eþine rastlanmayan bir misafirperverlik ve diðergâmlýk hissi var. Baþka kültürlerde misafirin gittiði eve yiyecek ve içeceðini götürüyor olduðunu anlamamýza imkân ve ihtimal yok. Çünkü -inanmayanlar

gelsin görsün- bizim her an gelme ihtimali olan Tanrý misafirlerimiz için her dâim hazýr duran misafir odalarýmýz var. Bizim büyüðümüze saygýmýz, anababamýza sevgi ve hürmetimiz var. Baba ocaðý, ana kucaðý, þefkat yuvasý âilelerimiz var. Çocuklarýna deðil on altýsýnda, kýrkaltýsýnda bile evden çýkarken Oðlum Allah a emânet, aman.. diyen babalarýmýz, evden çýkarken Bir isteðiniz var mý? diyen evlâtlarýmýz var. Bizim memlekette isimlerimizin önünde bize birçok ayrýcalýk veren ve görev yükleyen baþka isimler bulunur. Meselâ Nermin Haným, bazen Nermin Teyze olur; bazen Nermin Bacý Sonu gelmez ünvanlarýn, Nermin Abla, Anne, Yenge, Elti, Görümcekültürümüzde sonu yoktur. Çünkü âilemizden baþlayarak akrabamýz, dostlarýmýz ve komþularýmýzla devamlý sûretle bir irtibâtýmýz ve bu irtibâtýn bize yüklediði sorumluluklarýmýz var. Biz atýlgan, heyecanlý, hareketli, kaný kaynayan, lider ruhlu, baþý çekme ve önde gitme tabiatýnda olan bir milletiz. Yaradýlýþýmýzda, kanýmýzda, toplum yazgýmýzda bu var. Kimi yerde konuya dâhil olup hakký söyleme ve iþleme gereði duyarýz. O yüzden arada iþlerin hakkaniyete ters gittiðini gördüðümüzde sesimiz yükselir, alnýmýzýn ortasýndaki damar belirir, nabzýmýz hýzlý atar. Ama bu durum, temeldeki iyi niyete halel getirmez, zirâ bizim delikanlý ruhûmuzu dize getiren, bize hoþgörüyü, sevgiyi birliði öðreten Yunus Emremiz, Mevlânâmýz, Hacý Bektâþ-ý Velimiz, Hacý Bayramýmýz var.


arzu eylül yalçýnkaya

Bizim aþk baþýmýza vurduðunda dinlediðimiz bir Müzeyyen Senarýmýz, Zeki Mürenimiz, bir Sezen Aksumuz var. Rumeli Türkülerimiz, baðlamamýz, kemençemiz, udumuz var. Neþemiz hadden aþtýðýnda aðýr baþlýlýðý bir kenara atýp oynadýðýmýz, roman havalarýmýz, horonumuz, halayýmýz ve 90 lý yýllardan bu yana günlük hayatýn her safhasýnda bize enerji veren güçlü bir pop müziðimiz var. Daðlarýn denize parallel uzandýðý Karadenizimiz, bizim tarih yazan Çanakkalemiz, billûr bir kâse gibi ýþýldayan Egemiz, baþlý baþýna bir kültür yaratmýþ Akdenizimiz, bizi maddîmânevî besleyen Orta Anadolumuz, efsâneler yurdu Doðu illerimiz, sýra gecelerinde memleket aþkýný, sevgili aþkýný, bütün güzellerde tecelli eden, Allah aþkýný terennüm eden Güneydoðumuz var. Bizim yere düþürmekten delicesine korktuðumuz, ay yýldýzla taçlanmýþ, milletin kanýyla sulanmýþ kutsal addediðimiz bir al bayraðýmýz, o bayrak altýnda gözyaþlarýyla okunan Ýstiklâl Marþýmýz var. Ne çok þey var Allahým Allahým, bu nasýl zengin bir kültür... Biz öyle bir toplumuz ki, her vesileyle adýný zikretmekle þad olduðumuz, birliðine sýðýndýðýmýz, aziz ve celil olan Allah a inancýmýz var. Beþ vakit minârelerden okunan ezanýmýz, o ezanlar yüzü suyu hürmetine ettiðimiz duâlarýmýz, bizim -çok þükür- Hakk a ibâdete, halka hizmete çaðýran Hz.

Muhammed Mustafa ya muhabbetimiz var. Harvard Meydaný ndan okyanus ötesindeki vatanýma, yurduma, yurdum insanýna, biz e bakýyorum. Çevremde farklý kültürlerden halka halka toplanmýþ insanlara sevgiyle bakarken, þimdi her köþesi burnumda tüten memleketime ve oradaki biz e muhabbet ve aþkým kabarýyor. Ken an Rifâî nin Yanýmdadýr, Yemen dedir; Yemen dedir, yanýmdadýr sözü vücud buluyor. Kendimi bugüne kadar hiç hissetmediðim ölçüde Türkiye de ve Türk olarak buluyorum. Allahým, bizi biz yapan, birleþtiren, Ýnsanlýk çatýsý altýnda, bir ana kucaðý ve baba ocaðý gibi kendisiyle huzur ve güven bulduðumuz ülkemizi, Birliðimizi, Dirliðimizi dâim et. Orada okunan ezanlar hürmetine, O ezanda adý geçen Habibin hürmetine Tüm insanlýk âlemini koruduðun, gözettiðin, rahmet ettiðin gibi, Bizi de koru, rahmet ve cemâlinle muâmele et, Diyerek baþlayan uzun bir duâya koyuluyorum.



NE HABER? Cemâlnur Sargut tan Yeni bir Kitap: Ayetü l Kürsî Hepimizin dilinden düþmeyen ve düþmemesi gereken bir sûre olan Ayetü l Kürsî ile korunuruz, ferahlarýz, adýmlarýmýzý atarýz, sarýp sarmalanýrýz.

ümit gülbüz ceylan

Bu sûreye dâir yepyeni bir kitap, çok yakýnda okuyucusu ile buluþuyor. Kitabýn yazarý Cemâlnur Sargut bakýn ne diyor: Âyetü l-Kürsî nin tamamý, Allah ýn kulunu hýfzetmesini anlatmaktadýr. Allah kulunu, onun hiçliðini ve kendi büyüklüðünü göstererek korur. Âyetü lKürsî kalplere dirilik verir. Îmaný zaaftan korur. Tevhid konusunda bizi muhâfaza eyler. Âyeti okudukça îman güçlenir, îman güçlendikçe Âyetü l-Kürsî, eman hikmetiyle bizi hýfzeder, tevhid ve ihlâs sýrrýný kalplere ilka eder. Hz. Peygamber in buyurduðu gibi Her þeyin bir þerefesi var. Kur'ân-ý Kerîm'in þerefesi de Bakara Sûresi dir. Bu sûrede bir âyet vardýr ki Kur'an âyetlerinin efendisidir: Âyetü l-Kürsî Kitap, Bakara Sûresi nin 255. âyetinin adý olan ve tevhid akîdesini anlatan Allah ýn yüce zâtý ile ilgili temel ilâhî meseleleri kapsamaktadýr. Adýný, âyetin içinde geçen ve taht, hükümranlýk, ilim,

kudret gibi mânâlara gelen kürsî kelimesinden almýþtýr. Ýlâhî saltanatýn ve hükümdarlýðýn son derece açýk ve özet anlatýmýný ve Allah Teâlâ nýn zâtýný ve sýfatýný hem târif eden hem de maddî ve mânevî kuvvetlerinin son derece açýk þâhitliði ile ispat eden bu âyet, Kur an âyetleri arasýnda en yüksek bir þeref ve kýymete sahiptir. Çünkü ilmin kavranmasý için önce Allah ýn ve O nun sonsuz kudretinin tanýnmasý gerekmektedir. Cemâlnur Sargut tarafýndan derlenen Âyetü l-Kürsî, çeþitli tefsir çalýþmalarýnýn yaný sýra insân-ý kâmillerin yorumlarýndan faydalanýlarak âyetin tasavvufî mânâsýnýn derinlemesine incelendiði bir þerh çalýþmasýdýr. Bu eserde okuyucu, Allah, Ýlâh, Hû, Hüve, Hüviyet, Hayy, Kayyum, Hâfýz gibi isimler ile Arþ ve Kürsî nin hakîkatini tefekkür etme fýrsatý bulacaktýr.



SELÂMÝÇEÞMELÝYÂKUBÝ BABA

nefes alan tarifler

Soðuk Yaz Çorbasý


Malzemeler: 3 adet doðranmýþ kýrmýzý tatlý biber 3 adet büyük boy soyulmuþ ve doðranmýþ salatalýk 12 adet doðranmýþ olgun taze domates 1 büyük diþ sarýmsak (isteðe baðlý) 2 çay fincaný su 3/4 çay fincaný sýzma zeytinyaðý 1/4 çay fincaný çorba kaþýðý elma sirkesi 1 tatlý kaþýðý tuz Kuru ekmek Hazýrlama Süresi: 30 dakika

Hazýrlanýþý: Kuru ekmek hariç tüm malzemeyi blenderdan geçirdikten sonra, geniþ bir cam kap veya tencere içine tel veya plastik kevgirden geçirerek süzün ve 2 saat kadar buzdolabýnda soðutun. Daha sonra kuru ekmekleri bir miktar zeytinyaðý ve sarýmsak tozu ile geniþ bir kap içerisinde karýþtýrarak 180-200 derecede önceden ýsýtýlmýþ fýrýnda pembeleþinceye kadar kýzartýn ve çorbanýzý servis ederken üzerine dilediðiniz miktarda koyun.

Âfiyet olsun.


görüþmek üzere...

yorum ve önerileriniz için i l e t i þ i m @ h e r n e f e s . c o m


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.