Her Nefes - Kasım 2014 / Hz. Harakâni

Page 1

KASIM 2014

62.sayı

AYLIKAYLIK TASAVVUF DERGİSİ TASAVVUF KÜLTÜRÜ KÜLTÜRÜ DERGİSİ Hz. Harakâni Harakâni HZ.


EDİTÖRDEN Merhaba sevgili dostlar, Zaman hızla akıp geçiyor, dergimizin Kasım 2014 sayısına geldik. Bu sayıda da daha önceki sayılarımızda, aslında tüm sayılarımızda olduğu gibi, konumuz Allah sevgisi ve Allah’ın çok özel bir sevdiği Ebu’l Hasan El Harakânî Hazretleri… 16-18 Ekim 2014 tarihleri arasında Kars’ta yapılan II.Uluslararası Harakânî Sempozyumu sonrasında hem bu sempozyuma dair bazı önemli notları sizlere hatırlatalım, hem de 24 Ekim 2014 tarihinde başlayan mübârek Muharrem ayı ile beraber yeni Hicrî yılınızı kutlayalım istedik. Elbette Muharrem ayından bahsedip, Allah’ın yegâne sevgilisi Hz. Peygamberimizin, gözünün nuru, Ehli Beyti’nden Hz. Hüseyin Efendimiz’i (r.a) ve evlatlarını, onların sırf bizlere örnek olmak için yaşadıkları o gönülleri yakan zamanları hatırlamadan geçmemiz mümkün değildi. Hz. Harakânî de bir Ehli Beyt, bir Peygamber torunu olarak, ataları o müstesnâ sultanlar Hz. Hasan (r.a) ve Hz. Hüseyin (r.a) efendilerimiz gibi şehâdet şerbetini içmişler. Hem de güzel atası Hz. Hüseyin Efendimiz (r.a.) gibi bir 10 Muharrem’de, 10 Muharrem 425/ 4 Ocak 1033 tarihinde Hakk’a yürümüşler. Şehâdet mertebesine ermiş birbirinden önemli ve kıymetli o güzel ceddimizi, rahmetle ve hasretle yâd ediyor ve onlara lâyık evlâtlar olmayı Rabbimizden niyaz ediyoruz. Böylesine özel ve muhterem bir ayda ben sözü fazla uzatmadan, sizleri elimizden, dilimizden ve gönlümüzden geldiği kadar hazırlamaya çalıştığımız Kasım sayımızı okumaya dâvet ediyorum. Eksiklikleri bizlere, güzelliği sahibine ait olarak, hoşgeldiniz, safâlar getirdiniz. Hürmetlerimle, Yosun MATER



SOHBETLER Zamân-ı Saadette birisi müslüman olmuş. Resûlullah Efendimiz sahâbeden birine bu adama Kur’ân-ı Kerîm hatmettirmesini emreylemiş. Fakat müslüman olan bu zat “Zerre miskal hayır işleyen hayır bulur, zerre miskal şer işleyen şer bulur” âyetine gelince “Bu bana yetti!” diyerek fazla okumak istememiş. Sahâbeden olan zat, Resûlullâh’ın emrini yerine getiremediğinden bu hâli Efendimiz’e bildirmiş. Kendile­ri de yeni müslüman olan zâtı çağırarak Kur’ân-ı Kerîm okumak iste­meyişinin sebebini sorduklarında adamcağız “Yâ Resûlallah, ben bu âyetleri hâl edeyim, başka bir şeye ihtiyâcım kalmaz” demiş. Bunun üzerine Efendimiz “Bırakın onu, bu adam fakîh oldu!” diye emir buyur­muşlar. (Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyatı, 2. Baskı, İstanbul 2000, s. 497.)

*** ‘Kırklar kaç erdir?’ diye zâtın birine sormuşlar. ‘Kırk nüfustur’ demiş. ‘Niçin er demediniz de nüfus dediniz?’ diye tekrar sorunca ‘İçle­rinde kadın da vardır da onun için...’ buyurmuş. Kadının fazileti, sırasında erkeğinkinden fazla olduğuna şüphe yoktur. (Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyat, İstanbul, Eylül 2000, s. 343-344).

*** Münîre Hanımefendi: - Hazret-i Süleyman ‘Nefsini kahretmek, tek başına koca bir memleketi fethetmekten daha müşküldür’ buyuruyor. Nefsi ezmek için ne yapmalı bilmem ki... - Yapılacak şey, onu ezmeye çalışmaktır. Ama ezip de bir yere tıktıktan sonra da muhâfazası güçtür. Bu yüzden Cenâb-ı Hak ‘Mekrimden emin olma!’ diyor.

İşte Hazret-i Pîr’in de ‘Her nefes nefsini muhâsebeye çekmeyeni biz ricâlden saymayız!’ demesi bunun içindir. Nefsi sindirmek, çâresiz ve dermansız bırakarak rûhuna ulaştır­mak, ruhlaştırmak lâzımdır. Çünkü o mevcut oldukça yine bir fırsat bularak baş kaldırır. Hâlbuki nefisten eser kalmamalı ve öyle bir hâle gelmeli ki ‘Eryâhünâ eşbâhünâ, eşbâhünâ ervâhünâ’ yâni ‘ruhumuz cismimizdir, cismimiz rûhumuzdur’ sırrı zâhir olmalı… (Kenan Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyâtı, İstanbul, 2000, s. 110).



SÂMİHA AYVERDİ’NİN FÜTÜVVET ANLAYIŞI Fütüvvet’in kelime kökeni yiğit anlamına gelen Arapça fetâ kelimesidir. Fetâ bir anlamda yiğit, fütüvvet ise yiğitlik demektir.

cemâlnur sargut

İbnü’l-Arabî’ye göre fütüvvet, belirli bir gruba veya tasavvuf ve dindeki belirli bir bakış açısına delâlet etmez: Fütüvvet, kuvvet ve güç makamıdır, “fütüvvet, içinde zayıflık bulunmayan bir şeydir.” Yine İbn Arabî, Fusûsu’l-Hikem’de “Ârif bütün parçalarıyla Allah’ı bilen kişidir” buyuruyor. Yani iman arttıkça kul kalbi, aklı, nefsi ve bütün vücuduyla dostluğa şahâdet eder ve dost kesilir. Dost ise mümin, kâfir, iyi, kötü ayırmadan bütün yaratıklara hizmet eder ve adâleti sağlamaya çalışır. Ama adâletin kendinden geldiğini de kimseye hissettirmez. Yani dost, baştan aşağı merhamet demektir” diyor. İbn Arabî Hazretleri’nin bu sözleri bize Harakânî Hazretleri’nin“Hak Teâlâ bana öyle bir fikir verdi ki onun bütün mahlûkâtını onda gördüm; onda kalıp durdum, gece gündüz onun meşguliyeti beni sardı, fikir basirete dönüştü, küstahlık muhabbete dönüştü, heybet ve vakara dönüştü. O fikirle onun birliğini kavradım ve öyle bir mertebeye ulaştım ki fikir hikmete dönüştü. Dosdoğru yola ve halka şefkat haline dönüştü. Onun halkına karşı kendimden daha şefkatlisini görmedim.” sözlerini hatırlatıyor. Harakânî Hazretleri ise dostluk hakkında şöyle buyurur:

Allah bir grup insanı dost edinmiş, onları dostluk sebeplerine vesile kılarak kendilerine, kullarımın hakkını veriniz, buyurmuş. Bir kısmını saraya gönderip kullarımın hakkını verin demiş. Bir kısmını ovaya gönderip kullarıma ihânet etmeyin demiş, bir grubu da dost tutup beni seyrediniz, demiş. Yeryüzünde nice kimseleri diri biliriz oysa ölüdürler, yerin karnında da bazılarını ölü biliriz, halbuki diridirler. Görülüyor ki dostun özelliği, halka hizmet ve ezelî ve ebedî diri olmaktır. Zamanı ve mekânı olmayan fütüvvet anlayışında yakînen tanıdıǧım hakiki bir fetâ Sâmiha Ayverdi’dir ki bu devirde fütüvvet olmaz diyenlere, yaşayan Kur’an olan hayâtı ile âdetâ cevap vermiştir. Annem Meşkûre Sargut “40 yıl mânâ yastığına beraber baş koyduk” dediği hocası Sâmiha Ayverdi’yi şöyle anlatıyor: “Umumun hayrına olan her türlü işleri yılmadan yerine getirmek ve cemiyeti tekâmüle sevketmek hususunda hiçbir aksama göstermeden gayret kuşağını beline dolayan hâlis insandır.” Allahu Azîmuşşan, Bakara Sûresi’nde bizlere, ahdinizde durun ki ben de ahdimde durayım, diyor. İşte dostluğun ve fütüvvetin en büyük özelliklerinden olan ahde vefâ göstermek, gayret etmekten başka birşey olabilir mi? Gerçek fetâ olan Hz. Peygamber’in ahlâkıyla ahlâklanmadıkça, yaşayan fetâ olmanın mümkün olmadığı, büyüklerimiz tarafından bize gösterilmektedir. Fütüvvet kelimesinin mânâsına dönersek, Süleyman Uludağ da aynı şekilde kelimenin sûfi terminolojisindeki yerine açıklık getirerek, kelimenin, sûfide bulunan fedâkârlık, diğergâmlık, iyilik, yardım, insanseverlik, hoşgörü ve nefsine söz geçirme gibi ahlâkî niteliklere işaret ettiğine dikkat çekmiştir. Sâmiha Ayverdi’de çok bariz gözüken bu haller belki hocası Kenan Rifâî


Hazretleri’ne annesinin söylediği “İnsanları seveceksin, gönlün bitmez tükenmez bir hoşgörü, bağışlama ve sevgi hazinesiyle dolu olmalıdır. Ayrıca insanları sevmenin yanında bütün yaradılmışları da içinden gelen aynı bitmez tükenmez sevgiyle sevmelisin. İnsanları sevmenin yanında onlarla dost olmalı, onlara sempatik ve merhametli davranmalı, kendini onlar yerine koyarak, başarılarından sevinç duymalı, başarısızlıklarına da üzülmelisin. Onlarla kendini o şekilde birleştirmelisin ki, onların doğumlarına sevinmeli, ölümlerine de acı duymalısın” tevhid anlayışını yaşamasıyla oluşmuştur. Hocasının da yaşadığı bu hali giyinen hocam Sâmiha Ayverdi, gene şükrünü hocası vâsıtasıyla Allah’a şöyle ifâde eder: “Tundan Tuna gitmeyi, renkten renge girmeyi, senden değil derlerse ya ben kimden öğrendim. Yetmişiki milletle yetmiş türlü mezheple, izzet zillet mihnetle, vahdet kesret hicretle, hasret hasret hasretle, haşır neşir olmayı senden değil derlerse ya ben kimden öğrendim.” Fütüvvet kelimesinin sûfi çevrelerde çok geniş içerikli tanımlamaları yapılmıştır. Ca’fer esSâdık’a göre fütüvvet, ele geçen bir şeyi tercihen başkalarının istifâdesine sunmak, ele geçmeyen bir şey için de şükretmektir. Ebu Bekir el-Verrâk’a göre fütüvvet, kişinin hasmının olmaması, yani herkesle iyi geçinmesi ve herkesle barışık olması, sofrasında yemek yiyen müminle kâfir arasında ayrım gözetmemesidir. Harakânî Hazretleri bu mealde bu sempozyumda sık sık tekrarlandığı gibi, “her kim bu eve gelirse ekmeğini verin, adını dinini sormayın, zira ulu Allah’ın dergâhında ruh taşımaya lâyık olan herkes elbette Ebu’l-Hasan’ın sofrasında ekmek yemeğe de lâyıktır” diyerek açıklar. Sâmiha Ayverdi ise Hancı kitabında aynı mânâyı şöyle anlatır: Yine başka bir açıklamada Kuşeyrî, fütüvvetin, dilenci veya yardım isteyenlerin geldiğini görünce kaçmamak; insanlara eziyetten kaçınıp bol bol

ikramda bulunmak olduğunu ifâde etmiştir. Sülemî’nin fütüvvet adlı eserindeki tanımlarından birine göre, fütüvvet, bir kimsenin başkalarının hak ve menfaatlerini kendisininkinden üstün tutması, başkalarından gelen ezâ ve cefâlara katlanması, hatâları görmezden gelmesi, özür dilemeyi gerektirecek davranışlardan sakınması, kendisini aşağıda ve başkalarının kendisinden kıymetli bilmesi, sözüne sâdık olması, vefâlı olması ve olduğu gibi görünmesidir. Sâmiha Ayverdi’nin Sülemî’nin bu sözlerini açıklayan tavrı, onun hayatının temelinin Allah inancı, inancın temelinin de ahlâk-ı Muhammedî olduğunu bilmesi ve yaşamasıdır. Her zaman şöyle dedi: Güzel ahlâkın kemal noktası yaratılanı sevmektir. Bu, temelde herkes tarafından bilinmesi gereken, yaradılmışların yaratandan ayrı olmadığı gerçeğidir. Bazıları yaratılmışları yaratandan ayrı görür. Diğerleri ise tamamen zıt görüştedir. Şanslı olan üçüncü sınıf ise, insanlarla konuştukları zaman Allah ile ilişkide olduklarının şuurundadırlar. Kısaca, Allah’ı seven bu sınıf, korku ve hüzün taşımazlar. Böylece de yaratılmışa karşı merhametli, sabırlı, affedici olur, sevgi ve muhabbetle davranırlar. Sûfilerin fütüvvet kelimesine yükledikleri bir diğer anlam ise sûfinin kendisi ve nefsi arasında kurduğu ilişki ile ilgilidir. Kuşeyrî’ye göre fetâ, nefsinin arzularına karşı çıkabilen yiğittir. “Fetâ, nefis putunu kıran kişidir” denilmiştir. Fetâ irâdesine hâkimdir: “Rabbi için nefsinin hasmıdır.” Sâmiha Ayverdi, Son Menzil isimli kitabında kendi mânâsını şöyle anlatır: İçi tımar olmamış kimse, ister âlim, ister hakim, ister sanatkâr, ne kıyafette olursa olsun, kâmil değildir. Kâmil insan, kendi kendinin âmiri, iç dünyasinin nâzımı, ve irâdesinin sahibi olandır. Bir diğer sûfi Hallac-ı Mansur, fütüvvet kavramını, sebat yönünden ele alır ve fütüvveti, “bir dâvâ sahibi olmak ve neye mâl olursa olsun bu dâvâdan


dönmemek” diye târif eder. Hallac-ı Mansur’a göre İblis dahî, lânetlenmek uğruna dahî olsa söylediği sözden dönmemesi ile fütüvvet sahibi olarak gösterilir. Sâmiha Ayverdi ise bu konuda, “bir milleti ekmeksizlik degil, gayesizlik öldürür, İslâmıin gayesi ilâ-yi kelimetullah olduğu sürece kurduǧu tevhid aǧıyla kıtaları birbirine bağlamakta zorluk çekmemiştir”demektedir. Anlaşıldığı üzere sufî anlayışında fütüvvet kelimesi birçok güzel ahlâkı temsil etmesi sebebi ile, Uludağ’a göre tasavvufun temel kelimelerinden biri hâline gelmiştir. Fütüvvet kelimesinin önemi ve kapsamı Sülemî’nin fütüvvet tanımı ile kolayca anlaşılabilir. Sülemî’ye göre fütüvvet, “Âdem gibi özür dilemek, Nûh gibi iyi, İbrâhim gibi vefâlı, İsmail gibi dürüst, Mûsâ gibi ihlâslı, Eyyüb gibi sabırlı, Davud gibi cömert, Hz. Muhammed gibi merhametli, Ebu Bekir gibi hamiyetli, Ömer gibi adâletli, Osman gibi hayâlı, Ali gibi bilgili olmaktır.”

cemâlnur sargut

Gene Sülemî’ye göre fütüvvet, güzel ahlâk olup fütüvvet ehli Hak aşkı ve halk sevgisiyle doludur. Allah aşkı etrafında şekillenen güzel ahlâk ve güzel muamelenin bütün inceliklerini fütüvvet ehlinde gözlemlemek mümkündür. Onlar, sevdikleri kimseye gerek sevdiği gerek sevmediği hususlarda muhâlif olmaz, dostları bağışlar, onları azarlamaz, halka güzel zan besler ve onlara saygıyı muhâfaza eder. Görülüyor ki fütüvvet ehli, kâmil insan olma seviyesine ermiş kişidir. Sâmiha Ayverdi’nin, “hakiki mürşit kimdir?” sorusuna, “tasavvuf felsefesiyle uǧraşan kimse değil, tasavvuf şuurunu amel ve fiil haline getiren kimsedir” demesi, ahlâk-ı Muhammedî’yi yaşadığının en güzel delilidir. Bu mealde şöyle der: “Artık bu asrın insanı, kendini yalnız et, kan ve kemikten ibâret bir mahlûk olarak görmek, onun için de sadece etine ve kemiğine hizmet etmek dalâleti içindedir. Bu yüzden de hâmil olduğu gerçekleri arayıp sormaz ve hattâ seçemez olmuştur. Netice


itibâriyla kendine yabancı hattâ düşman kesilen bu insan sevgiyi unutmuş, imandan, ihlâstan habersiz kalmış, sonunda da üstüne çöken egoizme teslim olarak onun emrinde dünyaya meydan okuyan bir dev hâline gelmiştir. Halbuki insan tabiatında köle ve emir kulu kalmaya mahkûm hisler vardır. Kin, nefret, intikam, yalan ve iftirâ gibi. Cemiyetler ne vakit bu kölelere hürriyet tanıyıp başıboş bırakacak olursa hayat düzeni altüst olmaya mukadderdir. İnsanoğlunun hamurunda müsbet ve menfi duygulara beraberce yer verilmiştir. Yeter ki menfi kuvvetler, müsbet enerjinin hüküm ve kontrolü altında kalsın. Böylece de köleye efendi mevkii verilmesin. Bu idrâke yalnız biz Türkler değil, bütün dünya muhtaçtır.” Anlaşılıyor ki feta, bütün devirlerde yaşayan ve Peygamber’in cübbesinin altında olan ve omuzlarında taşınan Hz. Ali gibi gerçek insandır ve bu hâle, Allah aşkıyla kavuşmuştur. Sâmiha Anne, hocası Ken’an Rifâî’nin fütüvvet anlayışında aşkın rolünü ifade edişini şöyle dile getirir: “Rabbim her şeyden evvel bana istemeyi unutturdu. Azıcık hararetim olur da su içersem aşk lezzeti duyarım. Aşk; insanı acı ve tatlı kaydından kurtarır. İbâdet de aşksız olursa işe yaramaz. Cemâli görerek yapılan ibâdetle Allah’ın emriyle yapılan ibâdet arasında fark vardır.” Sâmiha Ayverdi kendi aşk anlayışını ise şöyle anlatır: “Bir odunun sobada parlak alevlerle çatır çatır yanması zevkli ise de o çatırtı ile o hâlde kalacak olursa ondan bir netice hâsıl olmaz. Yani oda ısınmaz, hâlbuki ondan istifâde lâzımdır. Bunun gibi kendimiz için değil, âlem için olmalıyız. Odunun gürültü patırtıdan sonra kor haline gelmesi nasıl lâtif ise âşığın da sükûnete ermesi ve kendini halkın emrine vermesi zevk ve gayedir.” Sâmiha Ayverdi, yaşama geçirdigi fütüvvet ahlâkını anlaşılıyor ki mürşidi Ken’an Rifâî’den öğrenmiştir. Kendisinde şâhit olunan bu üstün ahlâkî vasfı ve beraberinde getirdiği güzellikleri ise şöyle anlatır:

“O, her türlü kayıtlardan azâde hasbîliği ile cemiyet safları ortasında ne dünyadan ne ukbâdan bir karşılık beklemeden savaşmak yolunda hayrete değer bir metânet ve cesâret göstermiştir...ve bir idealisttir, tahammülü sever, insanları sever. Bütün yaratılış âlemini kayıtsız şartsız aşk potası içinde birleştirir. Anadan rahim, atadan şefik, dosttan vefâlı, kardeş, yoldaş, hâldaş ve şefaatçidir. Kırmaz, kırılmaz. Affı ve gufrânı, sebil sebil bekleyeni olduğu kadar beklemeyeni bile gelir bulur. Cins, mezhep, ırk, millet seçmeyen âlemşümul aşkı ve imânı ve her kâinat zerresiyle mutabakat ve iştirâki onu kayıtsız şartsız sevilen büyük bir insan yapmıştır.” Tıpkı Hz. Harakânî’nin “Keşke bütün halkın hesabını benden sorsalardı da halkın kıyamette hesap vermesi gerekmeseydi, keşke bütün halkın cezasını bana çektirselerdi de insanların cehennemi görmeleri gerekmeseydi” demesi gibi. Bu hal Urfî’nin “iyi ile de kötü ile de öyle hoş ol ki öldüğün zaman Müslümanlar seni zemzemle yıkamak, Hindular ise ateşte yakmak istesinler” sırrını âşikâr eder. Ve neticede bu büyük fetâ Sâmiha Ayverdi, o kadar insanlarla bir ve beraberdir ve onların hepsini içinde birleştirmiştir ki, bizim günahlarımızdan mahcub olan odur, biz tekrar ederiz, o affeder ve onu unuttuğumuz, inkâr ettip cefâ ettiğimiz her dönemde başımıza sarılan çileleri gene onun af ve gufrânından ibâret varlığında halleder, hatâlarımızdan onun rahmet deryasıyla yıkanırız. Sülemî, ilgili eserinde bu konuyu açıklarken fütüvet ehlinin, belâ gelince şikâyet etmediğine ve gönül hoşluğu ile karşıladığına dikkat çeker. Hz. Harakânî’nin “Bütün ağaçları kökünden koparacak, bütün binaları yıkacak, bütün dağları


sökecek ve bütün denizleri taşıracak bir rüzgâr estiği halde, o rüzgâr, bir tel ipekle göğe asılı bir kimseyi yerinden dahî kımıldatamaz; o vakit fenâ ve bakâdan söz etmek o kimseye düşer” dediği gibi… İşte fütüvvet ehlinde görüldüğü gibi, Ken’an Rifâî ve Sâmiha Ayverdi’de hak mefhumu ile sabır anlayışı ikiz olmuştur. Bu, dinsiz insanla dindar insanı birbirinden ayıran özelliktir. Dinsiz insan da kazâ ve kadere çâresiz boyun eğer fakat büyük bir sıkıntı içinde olur, sebep araştırır, mes’ûliyetleri başkasına atar ama sonu gelmez bir mücâdelededir ve mutlu olamaz. Dindar insanın ise Allah’ın verdiğinden memnun olma gibi bir kabiliyeti vardır. Sabır anlayışını şöyle târif eder hocam: Sabır pasif bir tahammül değil, Müslümanlığın etik derinliklerinden kopan aktif bir nurdur. Hocam Sâmiha Ayverdi’ye göre elim azap, en üzüntü veren azap Allah’tan uzak olmaktır. Allah’tan uzak olmak ise, gaflette olmak yani hâdiselerde Allah’ı görememek, göremeyince de sebep aramak, başkalarını suçlamak dolayısıyle de dâima huzursuzluk içinde olmaktır. Hâlbuki Allah’la olan yanmaz, ölmez, çürümez. Tıpkı Derdimend Hüsnü’nün dediği gibi:

cemâlnur sargut

“Abdal Mûsâ derler pîrimin ismi, Ateşe yaktılar, yanmadı cismi.” Yine Hocam bu mânâda kahır ve lûtfun ikisine de aynı zamanda mazhar olan bir numûne olarak defne yaprağını gösterir ve şöyle derdi: “Yaz ve kış aynı terâvette bir güzel.. işte kahır ve lûtfun ikisine de aynı zamanda mazhar olan bir numûne.. galiba bundan örnek almalıyız.” Görülüyor ki fütüvvet ehli hem tabiatla hem cemiyetle barışıktır. Huysuzlanmaz, ihtiyarlığa karşı direnmez, ölüm için hazırdır. İğreti benliği haz ve elem nağmeleri ile kâh dolup kâh taşıp kalırken asıl benliği haz ve elemden azâde, hüküm ve kıyastan uzak son derece zevk içindedir. Meselâ ona vurduklarında karşı kor fakat ne yenmenin ne de yenilmenin tahripkâr

tesiri altında kalmaz. Şahsî hayatını her şahıs gibi yaşar, ama onun ayrıca öyle bir canı vardır ki candan içeru, hâdiselerin nâmından, hevesinden çok uzaktır. Evlenirken Allah emretti diye Peygamber’in kavli ile evlenir. Hak’tan aldığını halka vererek hayatını idâme ettirir. Dâimâ dinamik ve çok enerjiktir. Mücâdeleyi sever. Fütüvvet ehli, teslim ve rızânın gayret ile ortaya çıkacağını bilir. Onun dili, kalbi, hâli hep şükür hâlindedir. Hocam konuyu, şükür nedir sorusuna şöyle cevap vererek anlatır: “Dille şükretmek tam şükür değildir. Çalışmak, ailesinin hizmetinde bulunmak, gözünle her yerde Allah’ın azametini seyretmek, kulağınla fenâ ve harama müteallik bir şey işitmemek, elinle Allah’ın rızâsı hâricinde bir şey tutmamak, ayağınla yine o rızânın olmadığı bir yere teveccüh etmemek, hâsılı bütün his ve kuvvetlerini Hakk’ın rızâsı altında sarfetmek şükürdür. Hülâsa, şükür enaniyette bulunmamak, kendini beğenmemek, sabretmek, sefâyı da cefâyı da hoş karşılamaktır.’… Fazilet ve kemâlin en bâriz alâmeti nedir diye sorulduğunda da “kimsenin ayıbını görmemek ve söylememektir” buyurur. Hocama göre fütüvvet ehlinin diğer bir özelliği, halkı memnun etmek için değil, Hakk’ı memnun etmek için çalışmaktır. Fütüvvet ehli kalp temizliğinin maddî temizlikten çok daha önemli olduğuna inanır. Meselâ İmâm-ı Azam, “Bir çıbanı merhemler, pansumanlar, ilâçlarla iyileştiriyorlar fakat bir müddet sonra başka yerden fışkırıyor. Bunu, ilâçla düzeltemiyorlar ancak yerini değiştiriyorlar. Onu geçirmek, kanını tasfiye etmekle kabildir. İşte muvakkat tedbirler; namaz, oruç ve zekât gibi, bir dereceye kadar kötü ahlâkı örter. Kalp temizlenmeden ahlâk düzelmez” der. Gene hocam “Dâimâ cennette olmak isteyenler kimseye kin gütmesin, kimseye fenâlık yapmasın, esâsen zâhir ve bâtın tasarrufun Allah’tan olduğunu bilenlerin her hareketi Allah için olur.” diyor.


O, bu hal üzre kusur görücü gözünü kör etmiştir. Tıpkı büyük bir fetâ olan Hz. Ali gibi. Ve şöyle buyurur: “Meselâ gıybet ediyorsun, başkasının ayıbını ve noksanını görüyorsun, bunu yapmakla iki kat günah işlemiş oluyorsun. Bir kimsenin ayıbını görmek, hem bu ayıp bende yok, ben ondan hayırlıyım demek sûretiyle şeytâniyet sıfatını giymek demektir.” Bedduâyı sevmezlerdi. Ve bedduânın “benim kullarıma rahmetimden ümit mi kestin?” diyen Allah’ın hitâbına muhatap olmak olduğunu söylerlerdi. Gene tasavvuf ehlinde adâlet istikamet demektir. Onlar Allah yolunda ayrılmadan inkıtaaya uğramadan aynı yol üzerinde dâimdirler. O yüzden de ‘istikamet mûcizedir’ derler. Fütüvvet ehli, cinsiyet gözetmeden Allah’a yakın olan kimselere denir ki, insan-ı kâmiller bu gruba girer. İşte bu mealde Necip Fazıl, Sâmiha Ayverdi’yi şöyle anlatır: “Sâmiha Ayverdi’nin satırlarında cins istidatlara ait soylu çilenin bütün izlerini gördüm. Açık göz ve günübirlik şöhret avcılarının dâima kolaya kaçan gözalıcı ve alâka çekici âdi hokkabazlıklarına karşılık onda derin bir metafizik anlayışı, mâvera hummâsı, eşyâ ve hâdiselerin düğümünü ruhta ve eserlerin sahibinde arayan hakiki insan hamlesi, kaleminin dokumalarındaki mihrâbı şekillendiriyordu. Sâmiha Ayverdi maddî eşyanın bittiği, deriüstü hâdiselerin tükendiği, ve zâhir ufuklarının sona erdiği noktaya bitişik âlemin serdengeçti bir meczûbudur. Yani hakiki insandır.” Ne mutlu onlarla yaşayıp onlara benzemeye çalışanlara… (Not: 16-18 Ekim 2014 tarihleri arasında Kars’ta yapılan II. Uluslararası Harakânî Sempozyumu’nda sunulan bildiridir.)


Perdeler

etme. Zirâ Ebu’l Hasan’ın tekkesinde bir garip öldü, derlerse, ben o garibin ölümüne tahammül edecek güce sahip değilim.”

Seyyid, Şehid Ebu’l Hasan Harakânî der ki, “Dünyâ, peşinden koştuğun sürece senin pâdişâhındır. Ondan yüz çevirince, sen ona sultân olursun.” Cemâlnur Hocamız da, “Hürriyet, Allah’a kul olmakla mümkündür” der. Bu esâretten, emîrliğe geçiş acaba nasıl mümkün olabilir? Emîr olmayı istemek, sultânı olayım diye dünyâdan yüz çevirmek, gerçekten yüz çevirmek midir? Yoksa bu istek de bir perde midir? Bunu istemenin doğru şekli nedir?

Sordular: “Garip kimdir?” Dedi: “Vücûdu bu dünyâda gurbette olan kimse garip sayılmaz: Aksine garip, gönlü teninde garip olan ve başı gönlünde garip olan kimsedir.” Ona; “(Garipliği) sevenlerin alâmeti nedir?” diye sordular. Dedi: “Dünya sevgisini içten reddetmektir.”

elif hilâl doğan

Hz. Ali’nin “Allah’ımı isteklerimin olmamasıyla bildim” sözünden çok etkilenmiştim. Hayatımda istediğim şeylerin bir türlü olmamasıyla Allah’a daha çok sığınıp yaklaştığım için, “isteklerimin olmaması” sözünü kendime göre yorumlamış ve aslında hiç anlamadığımı sonradan fark etmiştim. Meğer hazretler aslında istememe hâlini vurgulamışlar. Hiçbir isteğinin kalmayışı, Allah’tan başka her şeyden yüz çeviriş, “Dileğim o ki, senden başka bir dileğim kalmasın” hâli… İşte diri insan, sultân olan insan bu hâle sâhip gerçek insan. Ama “diri olayım” isteğiyle bu hâle gelinemediği de mâlûm. Bu yolda her istek, bir perde olarak karşımıza çıkıyor. Şeyh (Harakânî Hz.) dedi: “Allah (c.c.) kalbime seslendi: - “Kulum, sana ne lâzımdır? İste.”Dedim: “Allah’ım senin varlığın yetmez mi ki, başka (şey) isteyeyim.” Cemâlnur Hocam’ın, benim durumumdakiler için, “Hiç isteksiz olmak da donukluk olur. İsteyelim ama isteklere takılmayalım” dediğini duymuştum. Çünkü maddî veya mânevî isteklere takılınca, onların perdesinin ardında esir kalıyor ve o derecede ölü yaşıyoruz. İşte bu esâret bizi Allah’a kul olmaktan alıkoyan şeyin ta kendisi, ölümün ta kendisi. Ebu’l Hasan şöyle duâ etmişti: “Allah’ım, gariplerin benim tekkemde ölmelerine müsaade

Ulu Harakânî’nin bu sözlerini ve “Bütün halkın yerine ben ölseydim de, halkın ölümü tatması gerekmeseydi…” sözünü düşündüğümde Hazret’in, “bütün yaratılmışların üstüne titreyerek, hepsinin benlik putlarının kırılmasının sıkıntısını ben çekseydim de onların senden yana acı ayrılığı tatmaları gerekmeseydi, dediğini zannederim. Sanki “Esâretlerinden kurtulsalar, benlikleri, varlık putları kırılıp yok olsa… Gariplerin, dervişlerin burada fâniliğin şerbetine kanıp gitmelerine gönlüm elvermiyor. Yaşayan ölülükten uyansalar, dirilseler, sana kavuşsalar…” dediğini zannederim. Peki, ama nasıl kurtulabiliriz bu esâret perdelerinden? Hz. Harakânî “Yol ikidir: Biri hidâyet, öbürü dalâlet, sapıklık yoludur. Kuldan Allah’a giden yol dalâlet yoludur. Allah’tan kula gelen yol ise hidâyet yoludur. Şimdi her kim hidâyete erdim derse, o, hidâyete ermemiştir. Her kim beni hidâyete erdirdiler derse, o, hidâyete ermiştir.” buyurur. O zaman, “Ben Allah’ı öğreneyim, ben yapayım, ben nefsimi terbiye edeyim, bu esâretten kurtulayım, ben niye adam olamıyorum” demek de bir iddia ve bir istek belirttiği için yine dalâlete giriyor. Biz ne yapabiliriz sorusuna cevap arıyorum. Gözümün değdiği ilk kitaba elimi uzatıyorum. Sâmiha Anne şöyle diyor: “Îmanı uğrunda yaşamayı da ölmeyi de bilen kimse, hayâtın mânâsını bulmuş olur. İşte insan, uğrunda yaşamayı da ölmeyi de göze alması gereken bir hakîkate muhtaç olduğunu idrak etti mi, derûnî zaaflarından çözülüp selâmete erişmiş demektir.”


Sanırım ortada tek bir şey var: Bizde hiçbir kuvvet olmadığını kabul edip, muhtaçlığı idrâk etmek… Duâ ederken, sırf Allah bize “duâ et” diye emrettiği için duâ etmek, “Kulum, eksiğim, âcizim” diye niyâz etmek ve gerisini O’na bırakmaktan başka çâre var mı? Muhtaçlığı idrâk etmeyi hâlimize taşıdığımızda, o yokluk hâlinde Allah’a yaklaşıyoruz. Harakânî Hazretleri’nin buyurduğu gibi “Kendimi bulamadığım yerde, sevgilimi buldum” hâli belki de böyle bir hâldir. Allah’ım kendimizde bir varlık görmekten bizleri korusun, âmin…


SILA-İ RAHİM Havadayım, uçuyorum. Çünkü Kars’tayım, Hazreti Harakânî’nin ve atalarımın toprağındayım. Sıla-i rahimdeyim.

anlatmaya başlıyor. Cübbenin rengi siyah; yokluğun ve tevâzuun rengi. Belindeki kuşak da gayret kuşağıymış.

Atalarımın hepsi burada doğmuşlar, buranın suyunu içmişler, buranın balını yemişler. İsmail Dedem demirciymiş, demir dövermiş. Şahbaz olan baba dedem ise çiftçiymiş, toprağı ekermiş. Onları hiç görmedim ama hep dinledim, her ikisi de çok mertmiş. Şimdi düşünüyorum da birisini ateş, diğerini toprak o hâle getirmiş olmalı. Rahmet olsun hepsine.

Yüce Allah’ın “Ahdinizde durun ki bende ahdimde durayım” dediğini hatırlatıyor Hazret.

Hazreti Harakânî’nin huzurundayım. Heyecanlıyım...

Ahde vefâ için gayret kuşağının kuşanılması lâzım. Bunun için himmet gerek, himmet için eşikte oturup niyaz etmek gerek, niyaz için de boynunu kesmek gerek. Gözümde yaşlarla uzatıyorum boynumu. Tam o esnâda cemâli tüm suallerimin cevâbı olan olan canım efendimin dudakları değiyor boynuma. Sâmiha Annenin sesi geliyor gönlüme:

ülkü bozkurt

Yerde yatmakta olan kurbanlık koyuna gözüm takılıyor. Koyunun gözlerindeki huzur ve teslimiyet bir anda beni hem titretiyor hem de ağlatıyor. “Allahu ekber” nidâlarıyla vurulan keskin bıçak darbesine, nefsimin tüm damarlarının kesilmesi için ettiğim niyazlar eşlik ediyor.

Şimdi hicret zamanı; nefsden rûha göçmek, kötü huyları terkederek, Peygamber’in ahlâkıyla ahlâklanmak zamanı. Şimdi ahde vefâ zamanı!

Duâlarla açılan sofraya buyur ediliyoruz. Bugün Harakânî Hazretleri’nin sofrasındayız. Bugün bir civanmert ağırlıyor bizi. O civanmert ki, kendisi doğmadan seneler evvel kokusu etrafa yayılan bir er kişi. Oluk oluk akan âb-ı hayat çeşmesinden kana kana içmiş bir er. Tüm susamışlar bu sofranın etrafına toplanmış bekliyorlar.

“Sizinle bir devir açılmış bulunuyor. Bunun şuurunda olun. Güç, fakat kudsî bir vazifenin yükü omuzlarınızdadır. Ammâ, güçlükleri kolaylığa çeviren Allah, birliğinizi bozmadıkça, şirk ve benliğe düşmedikçe, sizi şer kuvvetlerine karşı muzaffer kılacak, asla mağlup olmaya bırakmayacaktır.”

Bu sofrada hakiki bal var. Bu balın adı fütüvvet balıymış. “Fütüvvet balından tatmak ister misiniz?” diye soruyor Hazret. “Buna cesaretiniz var mı?” der gibi bekliyor. Sessizlik ve gözyaşı hâkim ortamda.

Yolumuz açık, kılıcımız keskin olsun inşaallah. Âmin.

Sonra cesaret veriyor, kerim olanın eteğine yapışırsak nasıl civanmert olabileceğimizi açıklıyor. Soylu savaşçının üzerindeki cübbeyi



Sen HARAKÂNÎ Çağırdın biz uçtuk geldik kapına Edep ehli imar etmiş yapına Kapının ucunda paslı kulpuna Tutunmadan koyma sen Harakânî Ehl-i beytten, hem gazi, hem şehitsin. Anadolu’dan sen şanlı bir beyitsin. Gelemeyene kalkar kendin gelirsin Arkana, dur, koyma sen Harakânî Kars’ın gri kolları var, sarıver Nefsimizi ortasından yarıver Yar göğsünde Kâbemizi kuruver Gayrı yere atma sen Harakânî Ağacında şu elmalar dirilir Yaprak yaprak yeşillerin dizilir Şu vücudum ol secdede büzülür Var değilim, yok et sen Harakânî

hundi

Hundi derdin bir tek sana söyledi Bir hâneye kalktı tamah eyledi Kendini şu dünyada var belledi Yokluğuna bakma sen Harakânî



HAYVANLARIN İRFÂNI

hüseyin gökhan

Kamçatka ayıları hakkında bir belgesel seyrediyorum. Boz tüylü koca yaratıklar karın altında sekiz ay uyuduktan sonra bahara uyanıyorlar. Eriyen karlar arasında tek başlarına ilerleyerek bir nehre geliyorlar ve beklemeye başlıyorlar. Çok uzun bir süre sabırla bekliyorlar. Bu sırada tam dört yıl önce küçük birer yavru olarak bu nehirden ayrılıp okyanusa karışmış somonlar bu defa yumurtalarını bırakmak üzere binlerce mil ötesinden yine aynı nehrin yolunu tutuyorlar. Nesillerinin devamını sağlayabilmek için tam anlamıyla “ölesiye” yüzüyorlar. Bu ölüm-kalım yüzüşleri sırasında birçokları ayılar tarafından yenecek, kimileri kayalara çarparak telef olacak. Ayıların ise tek bir amacı var: Kış tekrar bastırmadan mümkün olduğu kadar çok somon yiyerek yaşama şanslarını arttırmak. Kimi gün elli tane yiyorlar. Fakat onların yemesi benim yememden çok farklı… Yemek onlar için âdetâ bir zikir, bir ibâdet… Bir tarafta kayalara çarpa çarpa sanki şehâdet mertebesine ermek isteyen neferler gibi ayılara karşı yüzen somonlar, diğer tarafta önlerindeki çetin kışın idrâki ile mücâdele veren ayılar. Bu iki hayvandaki yaşam ciddiyetine bakıp hicap duyuyorum. Biraz önce sadece damak tadı için yediğim tatlı ve ondan önce hiç ihtiyacım olmadığı halde yediğim akşam yemeğini düşününce daha da utanıyorum. Harakâni Hazretleri’nin “Sûfilere göre zehir içmek, yemek yemekten daha kolaydır” sözü geliyor aklıma. Hiç değilse zehir, perdeleri kaldırıp Rabb’ine kavuşturur. Yemek ise perde üzerine perde indirir. Hazret’in bu sözünü ilk duyduğumda itiraf etmeliyim ki bana abartılı bir ifâde gibi gelmişti. Oysa bir ayının yaşam

mücâdelesi için bir günde yediği elli balık, benim nefsime hizmet amacıyla yediğim bir lokmaya denk gelmiyor. Bundan birkaç yıl önce İbn Arabî Sempozyumu esnâsında tebliğ sunan William Chittick’in hayvanların beşere göre üstünlüğünden bahsettiği geliyor aklıma. Ayılara ve somonlara bakınca anlıyorum. Fıtratlarında olanı eksiksiz yerine getiriyorlar. Vücut yapılarından düşünce şekillerine kadar her şey o çetin şartlarda yaşamak üzere var edilmiş. Dişiler yavrularına, erkekler ise sadece kendilerine bakıyor. Anne ayılar çok müşfik. Fakat kuvvetli yavrular diğerlerine göre daha fazla yerken anne ayı aralarına kesinlikle girmiyor. Öyle dengeli bir merhameti var ki, bu düzene “kendi”sinden hiçbir şey eklemiyor. Ben ve benim gibi beşer ise hayatı hep “kendi”siyle dolduruyor. Amacından gafil, nefsine hizmetle tüketilen bir hayat tabiî ki hayvanların huşûyla dolu yaşamından üstün olamaz. İbn Arabî Hazretleri bundan bahsediyor olsa gerek… Sonunda somonların hepsi ölüyor. Yalnız en kuvvetlileri, en seçkinleri yumurtalarını bırakıyor nehrin yukarısına. Onlar da ayılara ve martılara yem oluyorlar. Somonlar öldükten sonra ayılar dünyanın en sert kışı bastırmadan kendilerine bahşedilen ilimle inlerini hazırlamak üzere dağlara çekiliyorlar. “Hatta hiçbir şey yoktur ki, O’nu överek tesbih etmesin, ancak siz onların tesbihlerini iyi anlamazsınız.” (İsrâ, 44). Gerçekten anlamıyorum. Anlamama müsaade edilen kısım dahi beni bir ayı gibi inimde yalnız bırakıyor. Harakâni gibi erlerin yanında bir somon balığı kadar idrâkim var diyebilir miyim? Balıklardan ve ayılardan hicap duyuyorum.



İBN ARABÎ PENCERESİNDEN FÜTÜVVETE BAKIŞ “Affı al, iyiliği emret, cahillerden yüz çevir.”(Âraf, 199) Bu âyet indiği zaman Cebrâil, “Ya Muhammed, sana üstün ahlâkı getirdim” dedi. Hz. Peygamber (s.a.s.) ”Üstün ahlâk nedir ey Cebrâil?” diye sordu. Cebrâil dedi ki: “Sana zulmedeni affetmen, sana vermeyene vermen, sana gelmeyene gitmen, sana bilmeden kusur edene aldırış etmemen, sana kötülük edene iyilik etmendir.” Allah’ın Resûlüne (s.a.s) bunları söyledi ki, ümmeti bunlara uysun. Peygamber ve ashâbının ahlâkını en ideal biçimde yaşamak demek olan fütüvvet kavramı, Sülemî’ye göre fetâ kelimesinden gelir. Türkçe karşılığı yiğit ve delikanlı olan fetâ, aslında kâmil insanı ifade eder.

nazlı kayahan

Fütüvvetin nasıl bir hâl olduğunu, fetânın kim olduğunu belki en iyi İbn Arabî’nin şu şiiri özetliyor: Fütüvvet bir hâl ki, sahibi öne çıkmaz. İnsanların Rabbi’nin ve insanların nezdinde. Fetâ, başkasını tercih etmeyi düstur edinendir... Her neredeyse baş üstünde taşınır... Arzular güçleriyle onu sarssa bile başkasını yeğler. Çünkü o dirençlidir, tıpkı yalçın dağ gibi... Sıkıntı ve şiddet anında hüzün ona hükmetmez, Korku onu alıkoymaz güzel ahlâktan... Onu tek başına putları kırarken seyret! Yardımcısı yokken! Fetâ: Yumuşak-güçlü insan

Fütüvvet ahlâkının esâsı, Kur’an’da da geçen îsâr kavramıdır; başkalarını kendi nefsine tercih etmek demek olan îsâr, İslâm tarihindeki Hicret olayında, Cenâb-ı Hakk’ın, Ensarla ilgili şu âyet-i kerimede vasfettiği haldir: “Muhâcirlerden önce Medine’yi yurt ve iman evi edinenler, kendilerine hicret edip gelenlere sevgi beslerler. Onlara verdikleri şeylerden dolayı nefislerinde bir darlık duymazlar. Kendilerinin ihtiyâcı olsa bile, onları nefislerine tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden korunur ve kurtulursa işte onlar felâh bulanlardır.” (Haşr, 9) (Şihâbuddîn Sühreverdî, Gerçek Tasavvuf-Avârifü’l Meârif, Semerkand, İstanbul 2011, s. 318) Hicret, îsârın, yani civanmertliğin, yiğitliğin, fedakârlığın, ferâgatin ve diğergâmlığın en güzel örneğidir. Şekil ve sûret itibâriyle bir defa vâkî olmuş bir hâdise olmasına rağmen, mânâsı ve hakikatı itibâriyle her an yaşanan ve yaşatılan bir hâdisedir. Hicretin hakikatini hocam Cemâlnur Sargut, Cân-ı Candır adlı eserinde şöyle anlatıyor: “Hicret Arapça’da ayrılmak, demektir. İç mânâsıyla ise nefsden rûha göçmek, kötü huyları terk ederek, Peygamber’in ahlâkıyla ahlâklanmaktır. Peygamber’in hicreti, vakti gelene, bunun nasıl olması gerektiğini göstermek içindir. Yani Peygamber, Bekke (yani Kâbe) olan vücûdunda rûhunun hakîkatini ortaya çıkarmak üzere Medine’ye göçmüş ve Ensârın gönlüne tecellî ederek Yesrib’i şehir, yani hakîkî vücut haline getirmiş, medenî kılmıştır” (Cemâlnur Sargut, Cân-ı Candır Hz. Ahmed Muhammed Mustafa, Nefes Yayınevi, İstanbul 2011, s.261). Başkalarını kendine tercih, ilk planda Allah’ın emrini nefsinin arzularına tercihle ortaya çıkar. Bu aşamanın en büyük örneği Hz. İbrahim’dir. “O”, diyor İbn Arabi, “Allah’ın birliğinin yücelmesini (tevhidi) kendi nefsinin çekeceği azaba tercih ederek, kendini ateşe attı. Bunun içindir ki Allah,


Hz. İbrahim’i Kur’an’da fetâ olarak andı (Enbiyâ, 60).” İbn Arabî’ye göre fütüvvet, mânâ yönünden (başkasını kendine tercih etmek anlamında) ilâhî bir niteliktir. Ama Allah’ın lâfzen böyle bir ismi yoktur. Şeriat böyle bir isim zikretmediği gibi akıl da Allah’ın kayıtsız anlamda âlemlerden müstağni olduğunu bildirir (tenzih). Şeriatın kanıtı “Allah âlemlerden müstağnidir” âyetidir.

Allah kayıtsız anlamda zengindir. Hiçbir şeye muhtaç olmayan ama her şeyin ve herkesin kendisine muhtaç olduğu böyle bir zengin, sonradan âlemi yarattığında, ona muhtaç olduğu için yaratmaz. Allah, âlemi âlem için, ve varlığıyla kendi yalnızlığına tercih ederek yaratmıştır. Bu ise fütüvvetin ta kendisidir. İbn Arabî, Hakk’ın fütüvvetini dile getiren bir âyet ve iki hadisten bahseder. Âyet şudur: ‘Ben insanları ve cinleri bana ibâdet etsinler (beni bilsinler) diye yarattım’ (Araf 172). Ona göre buradaki fütüvvet şudur: “Allah insanları ve cinleri kendilerini varlıkla nimetlendirmek ve onları yokluk kötülüğünden çıkartmak için yaratmıştır. Bunun yanısıra Allah, onlara ilâhî isimlerle tahakkuk imkânı vermiş, onların içinden halîfeler seçmiştir.” (Nesefî). “Allah’ın ahlâkıyla ahlâklananlar hilâfete müstahak olmuştur” der. Bütün bunlar ise, kendilerini halîfe yaptığı her konuda onları yalnızlığına tercih etmesidir. Ardından başa kakmanın, nimete mazhar olan kimsede nimetlendirmeye zarar verdiğini (nimetin kıymetini düşürdüğünü) dikkate alarak ‘Ben insanları ve cinleri bana ibâdet etsinler diye yarattım’ âyetiyle bu durumu onlar için gizlemiştir (setretmiştir). Böylelikle Allah, yaratıkları -kendileri için değil (yani bizim için değil)- kendisi için yarattığını dile getirmiştir. İbn Arabî bunu “Minnetin örtülmesi nimetin açıklanması” olarak tanımlıyor ve Kur’an’ın

“Bağışlarınızı başa kakmak ve ezâ ile mahvetmeyin.” (Bakara, 264) âyetiyle “Sizin düşündüğünüzün aksine, lûtuf ve ihsan eden Allah’tır” (Hucûrat, 17) âyetine dayandırıyor (Yaşar Nuri Öztürk, Tasavvufun Ruhu ve Tarikatlar, Yeni Boyu t Yayınevi, İstanbul 1999, s. 243). Harakânî Hazretleri de Allah’ın bu büyük lûtfunu şu sözleriyle dile getirmektedir: “Allahü Teâlâ’nın bir avuç toprak ve sudan ibaret olan bir mahlûka bana yaptığı kadar iyilik yapacağını kat’iyen bilmezdim. Mustafa’dan sonra bu lûtuf bana geldi.” (Ferideddin-i Attar, Tezkiretü’l-Evliyâ II, 257). Hakk’ın fütüvvetiyle ilgili nebevî rivâyetten bahseden İbn Arabî, şöyle diyor: “Allah, Hz. Mûsâ’ya eşyayı bizim için, bizi de kendisi için yarattığını bildirmiş, sonra ‘Her şey O’nun hamdını tesbih eder’ âyetinde yaratılıştaki bu gayeyi gizlemiştir. Böylece herkes, yaratılışta bir başa kakma hissi almayalım diye Allah’ın bildirmesiyle O’nun övgüsünü yücelttiğini öğrenir.” Bu rivâyetteki fütüvvet, Hakk’ın bizi tek başına var olmasına tercih ederek yaratmış olmasıdır. “Her şey O’nu tesbih eder” âyetinde ise bir örtü vardır. Bu ifâde ise “Bana ibâdet etsinler” âyetiyle aynı kapsamdadır. İkinci rivâyet ise Hz. Peygamber’in (s.a.s.) Allah’tan aktardığı şu kudsî hadistir: “Ben gizli bir hazineydim, bilinmek istedim, âlemi yarattım ve onlara tanındım, onlar da beni bildi.” Buradaki fütüvvet Hakk’ın “bilinmeyi istemeyi” dile getirmesidir. Bu niteliğe sahip birisi, kendisi için zorunlu olan zenginliği örtmüştür. Aslında var olmanın sebebi, Allah’ın bir lûtfudur çünkü varlık ve bilgi hâl dilleriyle Hak’tan zihinsel taksimdeki (ayân-ı sâbitedeki) kendi mertebelerinin kemâle ulaşmasını istemiştir. Allah da varlık ve bilginin kemâle ulaşması için kendisinden bir ihsan olarak o ikisini var etmiştir (Yani isimlere vücut vermiştir). Ama Allah bunu göz ardı ederek âlemin varlığını “bilinmek istemesi“ ile ilişkilendirmiştir. Aynı zamanda bilinmek istemek, sevilen şeyin


mertebesini kendi yalnızlığına tercih etmek demektir. Çünkü mutlak zenginlik sahibi ona ilgi duymuştur, sevmiştir (İbn Arabî, Fütuhât-ı Mekkiyye, çev: Ekrem Demirli, Litera Yayıncılık, İstanbul 2008, c.7 s. 359-361).

nazlı kayahan

(Aynı mânâyı Hz. Mevlânâ, “Aşkı taşmıştır, tenezzül etmiştir” kelimeleri ile ifade eder. Hakk’ın buradaki fütüvvetini hocam Ken’an Rifâî, Mesnevî Şerhi’nde şöyle anlatmaktadır: “Eğer Allah isteseydi kendi gizli âleminde yine yalnızca ve bir define gibi saklı kalırdı. Onun adem denilen enginde kendi hayâlini halk edişi hem bizi yaratmak hem de bize büyük imkânlar vermek dileyen iyiliğinden ve güzelliğindendir (Ken’an Rifâî, Şerhli Mesnevî-i Şerif, Kubbealtı Neşriyâtı, İstanbul 2000, s. 65). Böylece, ilâhî tabiatındaki iyilik, güzellik ve varlık unsurları, bu gizli kalıştan kurtularak, bir yaratılış âleminde kendilerini göstermeye yöneldiler. Böyle bir zuhur ve tecellî o varlığı, o iyiliği bilhassa o güzelliği idrâke muktedir bir vâsıtaya ihtiyaç duydu. İnsan, bu varlığı ve bu güzelliği idrak vazîfesiyle yaratıldı. Hâdise “İnnallahe teâlâ halâka âdeme alâ sûret’ir-Rahman” (Allah insanı Rahman sureti üzere yarattı) hükmünce oldu ve insan kendisini yaratanın isim ve sıfatlarıyla değerlendirilmiş olarak bu âlemde fânî bir vücûda büründü (Ken’an Rifâî, Şerhli Mesnevî-i Şerif, Kubbealtı Neşriyâtı, İstanbul 2000, s. 51). Nasıl ki yarattığı âlemi bize göstermek için “şems”i yâni güneşi, ışığı ve gölgeyi yarattıysa, kendi büyük hakîkatini daha iyi bilip görmemiz için de kâmil insanları, velîleri, mürşitleri halk etti” (Ken’an Rifâî, Şerhli Mesnevî-i Şerif, Kubbealtı Neşriyâtı, İstanbul 2000, s. 65). İbn Arabî şöyle demektedir: “Hak, güzel ahlâk konusunda, ki söz konusu olan fütüvvettir kullarına böyle tenezzül ettiğine göre kulun bu nitelikle (fütüvvetle) ahlâklanması daha yerindedir. Hakk’ın bütün bunları yapmasının amacı, karşısında nasıl davranılması gerektiğini

kullarına öğretmektir” (İbn Arabî, Fütuhât-ı Mekkiyye, çev: Ekrem Demirli, Litera Yayıncılık, İstanbul 2008, c. 7 s. 359-361). William Chittick ise “Allah’ın ahlâkı nedir diye sorulsa, buna ancak Allah’ın bütün güzel isimleri sıralanarak cevap verilebilir” der. İbn Arabî için, Allah’ın ahlâkı ile ahlâklanmak ile Allah’ın isimleriyle ahlâklanmak eş anlamlıdır ve bunlar da sûfînin mânevî yolculuğu ile aynı şeydir (William Chittick, The Sufi Path of Knowledge, 1989 s. 22). Hz. Harakânî ise bu hakikati şöyle ifade eder: “Başlangıçta bize bir emânet arz olunmuştur diyebilirdim. Biraz daha yaklaşınca bize kendi ulûhiyetini arz ve va’z ettiğini anladım. Şükürler olsun ki yük gayet ağırdır” (Ferideddin-i Attar, Tezkiretü’l-Evliyâ II, 257). İbn Arabî’ye göre fütüvvet kuvvet makamıdır. Kuvvet olmadan insanın fütüvveti uygulaması mümkün değildir. Bu kuvveti şu âyetle izâh eder: “Allah kuvvet ve metânet sahibi rızık verendir.” Şu halde rızık veren, kendisini inkâr etseler de onlara rızık verir ve nankörlükleri nedeniyle rızkını, nimetini ve ihsânını kesmez. Dolayısıyla kendisine verilen rızka karşı nankörlüğü var iken, nanköre ancak güç sahibi rızık verebilir. Bu da fütüvvet sahibinin özelliğidir. Çünkü fütüvvette herhangi bir zayıflık bulunmaz (İbn Arabî, Fütuhât-ı Mekkiyye, çev: Ekrem Demirli, Litera Yayıncılık, İstanbul 2006, c.2, s. 240-241). Fütüvvet ehlinin zorlaması, ancak kendi nefislerine yönelik olabilir. Dolayısıyla gücü olmayan kimsenin fütüvvetinden söz edilemeyeceği gibi kudreti olmayanın bağışlaması da söz konusu olamaz (İbn Arabî, Fütuhât-ı Mekkiyye, çev: Ekrem Demirli, Litera Yayıncılık, İstanbul 2006, c.2, s. 248)

O hâlde fütüvvet ehli, kendilerine kötülük etseler bile, yaratılanlara iyilikle muamele eder... Onlar arzuları kendilerine baskın gelmediği ve nefsin yaratılış özelliği olan övülmeyi, teşekkür almayı ve tanınmayı sevmek


gibi özelliklerden arındıkları için nefislerine karşı büyük güç sahibidirler (İbn Arabî, Fütuhât-ı Mekkiyye, çev: Ekrem Demirli, Litera Yayıncılık, İstanbul 2006, c.2, s. 245). Hocam Kenan Rifâî de buyuruyor ki, “Nefsin her bir arzusunu def etmek, Hayber Kalesi’ni fethetmek gibidir” ve ilâve ediyor: “İnsanda Hayber’i fetheden Ali kuvveti olmalı ki buna ka­dir olsun” (Kenan Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Yayınevi, İstanbul 2000, s. 105). Savaşlarda düşman saflarını darmadağın eden arslan mühim değildir. Hakiki arslan odur ki kendi nefsiyle yaptığı savaşı kazanır. Muharebede kendi nefsini mağlup eder, onu yok eder” (Kenan Rifâî, Şerhli Mesnevi-i Şerif, Kubbealtı Yayınevi, İstanbul 2000, s.191). Bu sebepledir ki, Hz. Peygamber, en büyük fetâ olan Hz. Ali’ye ona kötülük yapanlara tavrının nasıl olacağını sorduğunda Hz. Ali “Ben Peygamber’in yolunu tutar bana kötülük edene iyilik ederim” demiştir. O halde bir kudret makamı olarak fütüvvet, zayıflık ve yetersizliğin belirtisi olan tufûlet (çocukluk) ile kühûlet (yaşlılık) arasındaki bir dönemdir (Yaşar Nuri Öztürk, Tasavvufun Ruhu ve Tarikatlar, Yeni Boyut Yayınevi, İstanbul 1999, s. 244). Bu dönem, insanın yetişkinlik çağından kırk yaşına ulaştığı ömrüdür. Allah bu makam hakkında şöyle der: ‘Sizi zayıflıktan yaratıp zayıflıktan sonra güç yaratan Allah’tır.’ İşte bu, fütüvvet hâlidir ve kişi bu halde genç (fetâ) diye isimlendirilir. Genç (fetâ), yaratıklara karşı Hakk’ın ahlâkıyla ahlâklanarak ya da onun emrine uyarak fütüvvet gösterir. Çünkü yaratıklara karşı fütüvvetin gereğini yapmak Allah için yapmak demektir. Bu durumda fütüvvet sahibi kul değil Hak olur. Fütüvvet özelliği ile ahlâklanmak da böyledir. Çünkü fütüvvetin gereği olarak bir insanı tercih etmek mutlaka bir başkasının eziyet görmesine yol açar. Bunun nedeni amaçların ve arzuların birbirinden farklılığıdır. Bir insanın râzı olduğu bir

hâlden bir başkası ancak sana kızabilir. Öyleyse bu makama ulaşmak isteyen, fütüvvetini Allah’a yöneltmelidir. Çünkü fütüvvetin esası başkasının payını tercih ederek kendi payından uzaklaşmaktır. Kendi payını bırakmakla da senin gerçek payın meydana gelir. Bu hakikati Sülemî’nin naklettiği şu hâdise çok güzel ifade ediyor: “Aişe (r.a.)’nın şöyle dediği rivâyet edildi: ’Allah’ın Resûlü’ne (s.a.v.) bir koyun hediye edildi. Koyunu taksim etti. Dedim ki: ’Bize sadece boynu kaldı.’ Allah’ın Resûlü (s.a.v.) buyurdu ki: ‘Bize boynu hariç tamamı kaldı.’ “(Sülemî, Tasavvufta Fütüvvet, çev. Süleyman Ateş, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları, Ankara 1977, s. 30). Fetâ, hasmı olmayan kimsedir. Çünkü o, borcunu öder, alacağını ise bırakır, dolayısıyla hasmı yoktur. Genç (fetâ), genel olarak anlamsız hareketin meydana çıkmadığı kimsedir. Çünkü o, Allah’ın şöyle buyurduğunu duyar: ‘Göğü, yeri ve ikisi arasındakileri bâtıl olarak (boş yere) yaratmadık.’ (Sad, 27). Fetâ’dan meydana gelen her hareket, ‘o ikisi arasındaki’ kısmına girer. Allah’ın gök ve yer arasında yaratmış olduğu bütün hareketlilerin hareketi de, aynı şekilde anlamsız değildir. Çünkü yaratan hikmet sahibidir. Fetâ, bir hikmete göre hareket eden veya duran kimsedir. Dünyada abes olmadığını hocam Kenan Rifâî de şu örnekle açıklıyor: “Dünyada abes hiçbir şey yoktur. Belki görünüş abesmiş hissini ve­ rir. Meselâ dere kenarında bez yıkayan kadın, çamaşırı önce tokmak­lıyor, sonra çalılara serip kurutuyor. Daha sonra katlayıp istif ediyor. Bu vuruş, ıslatış ve kurutuş hareketleri birbirinden ne kadar ayrı bir­birine ne kadar zıt; fakat maksat bir: O da çamaşırı temizlemek... Dünyada abes bir şey yoktur. Bütün o gördüğün zıt­lıklar hep aynı gayeye hizmet etmektedir. Onun için işte Cenâb-ı Hak ‘Bak, hilkatimde abes bir şey görebilir misin?’ (Mülk, 3) diye nasıl sormasın?” (Kenan Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Yayınevi, İstanbul 2000, s. 123).


Allah’ın bu hitabı, âlemde hiç abes görmeyen kâmil insanadır. İbn Arabî, fütüvvetin zirvesi hullet, yani dostluk makamıdır, diyor (İbn Arabî, Fütuhât-ı Mekkiyye, çev: Ekrem Demirli, Litera Yayıncılık, İstanbul 2012, c. 17, s. 247).

nazlı kayahan

Kâşânî bu hâli, “Hullet, kulun kendi beşerî sıfatlarından fânî olarak Hakk’ın sıfatlarını (kendisinde) tahakkuk ettirmesi, hulûl yoluyla değil, tecellî yoluyla O’nun vasıflarıyla vasıflanmasıdır. Böylece kul, Hakk’ın aynası olur.” diye anlatır. Allah’ın halili, dostluk makamının temsilcisi olan Hz. İbrahim, şöyle demiştir: “Cömertliği Rabbimden öğrendim. Çünkü O, kendisine ortak koştukları hâlde, kullarını rızıklandırmaktadır” (Kâşânî Sözlüğü, Abdurrahman maddesi). Bunun üzerine Allah, İbrahim’e ‘Sen benim gerçek dostumsun’ diye vahyetti (İbn Arabî, Fütuhât-ı Mekkiyye, çev: Ekrem Demirli, Litera Yayıncılık). Hz. İbrahim, sofrasında kâfir ile velî arasında fark görmeden ziyâfet verme âdetini başlatan kişi oldu (Cemâlnur Sargut, Hz. İbrahim, Nefes Yayınevi, İstanbul 2014). “İbrahim için melekler ‘Allah, buna Halil’im, dostum, di­yor. Ama bunca servet ve sâmân içinde olan bir adam nasıl Halîlullah olur?’ dediler. Kendisine her şey mâlûm olan Cenâb-ı Hak, Cebrâil’e ‘Git, İbrahim’i istediğin gibi imtihan et ki cümleye itminan hâsıl olsun’ buyurdu. O sırada Hz. İbrahim, bir ağaç altında yatıyordu. Cebrâil, meleklerin tesbihi olan ‘Sübbûhun Kuddûsün rabbünâ ve rabbü’lmelâiketi ve’r-rûh’ (Çok çok tesbih edilen, pek

çok mukaddes olan Rabbimiz, meleklerin ve Rûh’un rabbi !...”) tesbihini söyleyerek gelince, Hz. İbrahim ‘Öyledir; Sübbûhun Kuddûsün rabbünâ ve rabbü’l-melâiketi ve’r-rûh, öy­ledir, ama Allah’ımın bu türlü vasfedilişini işitmemiştim yâ Cebrâil, malımın yarısını fedâ ettim. Bir daha söyle de öteki yarısını da vere­yim! dedi” (Kenan Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Yayınevi, İstanbul 2000, s. 28-29). Demek ki Allah, sadece O’nun adını duymakla her şeyini fedâ edeni dost ediniyor, onun aşkında nefsinin benlik ve ikilik hâllerini eritip hicretini tamamlayanı dost ediniyor ve Allah’a dost olmakla kul, Hak sıfat olarak fütüvvettin zirvesine çıkıyor. İşte bu, kulun hakiki zenginliğidir. Hakiki bir fetâ olan hocam Sâmiha Ayverdi’nin dediği gibi, “Kendi kendisine ve Allah’a karşı dürüst olmak kazancı ile zenginleşmiş kişiler, ekmeği üstünde bir lokma katığı dahî olmasa, gene de dünyanın en zengin ve huzurlu insanı olarak toplum içinde bir fazilet ve hayır kaynağıdır” (Sâmiha Ayverdi, Bağ Bozumu, Kubbealtı Neşriyatı, İstanbul, s. 259-260). Allah onların mânâsından ve huzurundan ayırmasın. Âmin.

(Not: 16-18 Ekim 2014 tarihleri arasında Kars’ta yapılan II. Uluslararası Harakânî Sempozyumu’nda sunulan bildiridir.)



Yaratan’dan ötürü sevebilmek Tasavvuf deyince akla cümle-tanımlar geliyor.

Bir tanım der ki, tasavvuf aşktır. Bir tanım der ki, tasavvuf edep etmektir. Başka bir tanım der ki, tasavvuf sabretmektir. Başka bir tanım der ki, tasavvuf kendini bilmektir. Yine başka bir tanım der ki, tasavvuf hizmet etmektir. Ve bu örnekler sürer gider... Şöyle durup düşününce belki tasavvuf bunların hepsidir ve sayılmamış daha nice tanımı da içerir. Ama sanırım bu sorunun cevabını en doğru ve kapsamlı bir biçimde en büyüklerimiz verir. Ben tasavvufun ne demek olduğunu en çok yüce Hazret-i Harakânî ’nin şu sözlerinde hissederim: “Her kim bu eve gelirse ekmeğini verin ve adını/ dinini sormayın; zira Ulu Allah’ın dergâhında ruh taşımaya lâyık olan herkes, elbette Ebu’l Hasan’ın sofrasında ekmek yemeğe lâyıktır.”

sesil pir

Ne kadar kapsayıcı ve bütünleştirici değil mi? Hani bizler hep diyoruz veya başkalarını söylerken duyuyoruz ya ‘Yaratılanı severim, Yaratan’dan ötürü’ diye… Yok, aslında biz gerçekten öyle hissetmiyoruz. Kanımca bizler o güzel sözün mânâsını idrâk edebildiğimiz ve zevk edebildiğimiz için öyle söylüyoruz veya söylenenlere gıpta ile bakıyoruz. Ama özünü çoğu zaman içselleştiremiyoruz.

Şöyle düşünün: Sadece bu hafta kendinizi kaç defa kızgın, kırgın, dargın ve alınmış hissettiniz? Sonra yine düşünün: Kime, ne sebeple bu şekilde hissettiniz? Sonra: Bu hissiyatınız sonucunda nasıl hareket ettiniz? Maalesef ben kendi adıma biraz da utanarak söyleyebilirim ki bu hafta, henüz üçüncü güne girmiş olmamıza rağmen iki defa çileden çıktım. Örneğin, bir arkadaşım tezi için yardım rica etmiş. Pazartesi akşamı âilemden çaldığım bir zaman dilimi içerisinde yardımcı olmaya çalıştım, sonra bir teşekkür etmedi diye küplere bindim. Hemen aklımdan geçen şu oldu: “Zaten elli bin tane işim var. Bir de bunlarla uğraşıyorum, insan bir teşekkür eder.” Hadi bakalım… Ama insanız işte… Düşüncelerimiz, duygularımız ve davranışlarımız var. Hamd olsun, davranışlarımızı dizginlemeyi seneler içinde öğrendik de, duygu ve düşüncelerimizi henüz tam anlamıyla hizâya sokamadık. Oysa gerçekten yaratılanı sevmek, her şeyde ama herşeyde güzeli görebilmek, bir böceği incitmeden evden dışarı çıkarabilmek, bir çiçeği dalından koparmadan once ondan izin isteyebilmek, bir armutu tek başına var olduğu için takdir edebilmek, sizi otobüste iten insanın sadece bir vâsıta olduğunu görebilmek, gürültü yapan çocuğa sinirlenmemek, kaçan çoraba söylenmemek, verilen her nefesten memnun, müteşekkir ve râzı olarak uyuyabilmek… Ve aslâ ve aslâ kötü söz söylememek, karşılık beklememek ve sergilenen davranış karşısında kırılmamak... Hazret-i Harakânî’nin dediği gibi her ruh taşımaya lâyık görülmüş kişiyi ve maddeyi var edildiği için takdir edebilmek… Bence tasavvufun en güzel tanımı budur. Allah tamamıyla idrak edebilmeyi ve vâkıf olabilmeyi nasip eylesin inşaallah.



Ahlâkî Formatlanma Cemâlnur Hocamız ne güzel anlatır: “Sağ elimde bir fincan olsa ben yemin ederim ki fincanın kulpu sağdadır, oysa siz karşı taraftan kulp solda diye yemin etseniz siz de haklısınızdır. Gerçek doğruyu bulabilmek için üstten bakmayı öğrenmek gerek”

emine ebru

Artık sizce de toplum olarak ahlâkî bir formatlanma yaşamamızın zamanı gelmedi mi? Değer yargılarımız, hayatı yaşama biçimlerimiz ne olursa olsun ve fincanın kulpuna ne taraftan bakarsak bakalım milletçe topyekûn bir ahlâkî erozyona karşı hep beraber mücâdeleye başlamak zorunda değil miyiz? Bir tarafta vahşi bir kapitalist çarkın içinde para, hep daha çok para diye hırsla, ama beyhûde yere dönen bir kobay faresi gibi koşuyoruz. Öte yandan özellikle medya eliyle bizi biz yapan ahlâkî değerlerimize çözelti damlatarak ayrıştıranlar karşısında gözüne ışık tutulmuş bir tavşan misâli öylece kalakalmış vaziyetteyiz. Dahası toplumsal değerlerimizi siyâsî tarafların tartışma malzemesi olarak çekiştirmeye devam ediyoruz. Bir tarafın ucunda ahlâkî değerleri din temeline oturtmasına rağmen kendi yorumuyla maalesef deforme ederek taassubunun alt malzemesi yapanları üzüntüyle izliyoruz. Diğer tarafta ise ahlâkı din temeline oturtma konusunda iyice allerjen olduğu için reddetmeye yönelen, durumu iyice vahim başka bir uç var. Ve toplum olarak bu iki uç arasındaki çekişmenin yarattığı toz bulutu altında kaldık ve maalesef normalde kabul etmeyeceğimiz pek çok şeyi bu toz bulutu arasında kamaşmış gözlerle meşrû gibi görmeye meyleder olduk. Ne yazıktır ki temeli çökmeye ramak kalmış bir millet hâline dönüştük. Bireyler olarak kendimizi iki uca da

yakıştırmasak da bu milletin bir evlâdı olmakla, eğer ahlâkî formatlanma yönünde bir hizmet yapmıyorsak hele, o zaman bu genellemenin biz de bir parçası oluyoruz demektir. Oysa pastanın gereğinden çok sıkılan kremasını kenara sıyırıp altındakinin lezzetine varır gibi biz de artık midemizi bulandıran uçlardaki kötü örneklerin buladığı kremayı bir kenara ayırıp gerçek ahlâkın öz değerini bir farkedebilsek, hem kendi hem de çocuklarımızın bekasına ne büyük bir katkı sağlamış olacağız. En azından çocuklarımıza bunu öğretme gayretiyle asgari bir müşterek oluşturabilsek diyorum. Hem de bu satırları yazmakla başta bu kalem olmak üzere, şu anda bu satırlara muhatap olan herkes haz etmediği her kim varsa onun ne denli “gayrî ahlâkî” davrandığına dâir bir eleştiride bulunmadan bu konuda tefekkür etse diyorum? Bugün farklı bir şey yapsak ve birey olarak kendimizi hesaba çeksek? Başkasını eleştirmek ya da kötü görmek yerine artık biz münferiden neyi farklı yapabileceğimize bir baksak? Adâleti işimize geldiği gibi yorumlamadan, kendi çıkarlarımız devreye girdiğinde bir kılıfa sığınmaya çalışmadan yasalara, kurallara uyma gayretini her dâim içimizde taşıyor muyuz gerçekten? Hangi meslekten olursak olalım, yaptığımız işi sevmeyi, özenerek iyi iş çıkarmayı, baştan savmadan çalışıp gayret etmeyi ve garsonluk, terzilik, öğretmenlik, memurluk ne yapıyorsak yapalım bunu dünyanın en önemli işiymişcesine icrâ etme bilincini taşıyor muyuz? Yoksa, haydi itiraf edelim, arada bir kendimizi dostlar alışverişte görsün misâli günü kurtarırken mi buluyoruz? Çevremizde olup bitenin farkında olmak, ihtiyacı olanın ihtiyacını farkedebilmek. Ve yardımı, salt vicdânî muhâsebede “yaptım” diyebilmek için


“eskilerini” vermekten ya da bir kampanyaya canımızı acıtmayacak bir bağışta bulunarak katılmaktan öteye yapabilmek… Şartlar, kendimiz için olumsuza dönecek dahî olsa asla yalan söylememek, verilen sözü tutmaya çalışmak, ne yapacağımızı, ne zaman yapacağımızı söylemişsek o işi o saatte yapmayı dünyanın en önemli görevi saymak, verdiğimiz sözden dönmemek... Tüm canlılara hürmet etmek, üstün ve ayrıcalıklı duygusu taşımadan ekmeğimizi her canlıyla paylaşmak; hayvanın ve nebâtın da yaşama hakkına saygı göstermek ve onların alanlarını gaspetmeden bir arada yaşamaya gayret etmek… En basitinden komşumuza, esnafımıza, işyerilerimizdeki güvenlik görevlilerine vs. onlardan önce ve zarâfetle bir selâm vermek, hâl hatır sormak, güler yüz göstermek... Tam da bu noktada tüm bu davranışların en güzel hâlini kendisinden öğrenme gayreti taşıdığım ve sırf uyuyan bir köpeği riske atmamak için koskoca ordunun yol güzergâhını değiştirecek kadar merhamet sahibi, birine söz verdiği için aynı noktada üç gün bekleyecek kadar sözüne sâdık güzel ahlâk örneği Peygamberimin ne kadar yanlış anlaşılıp ne çok iftira ile itham edildiğini hatırlamak içimi sızlatıyor. Herkesin inancına hürmet etme gayretindeyim. Allah katında ruh taşımaya lâyık hiç kimseyi yine Allah tarafından kendisine sorulacak türden sorularla yargılamak ve “inanan”-“inanmayan” diye ayırmak haddime düşmez. Hz. Peygamber “Din güzel ahlâktır” diyor. Ve Hz. Kenan Rifâî “kimseyi kendi ahlâk anlayışıma göre yargılamam” diyor. O hâlde kimseyi yargılamadan güzel ahlâkı üzerime giymeye çalışmak önce bana vazifedir. Vesselâm.


SAKLI YÜREK Küskün ve örselenmiş, bir köşeye çekilmiş öylece ağlıyordu yürek.

Bana şunu öğretti ustam, yeryüzündeki en büyük başarı, nimetmiş aşk.

İç içe geçmiş damarlarla üstü kaplanmış bir kandı.

En büyük lânet, mahkûmiyetmiş sevgisizlik…

Büyüyordu bu hissiz et parçası, duyarsız cüsse Ben kendime doğru çekildikçe

Kuvvetli, ilâhî bir nefes ile Çektin beni o sevgiye “Allah!” diye sarsılınca tek bir kere.

Pırıltısını kaybetmişti, sönüyordu içimi dolduran hayat

Her şey teslim olur, yenilir kendi hakikatine...

Bir barbarın emrinde sanki sahipsiz, adsız, bayraksız bir ülke,

On binlerce yürek atışını hissedersin o an sanki içinde.

Kana zerk edilmiş zehir, saklı bir dert gibi yayılıyordu gitgide…

Anladım ki ben hiçbir zaman seni aramadım, bulmadım çünkü sen zaten buradaydın…

Sağırlaşmıştı kulakları, etten güruhların sesinden başka bir ses duyamıyordu

Ben sadece derin bir uykudan uyandım.

Sahtelikler onu boğmuştu, nefes alamıyordu… Ben örttükçe üstünü, şeffaf zardan kalkanımla O korkudan kemikleşmiş bir imparatorluk kuruyordu. Yüreğimin hayatı anlama çabasını hiçbir şey susturamıyordu. Acıyla besleniyordu; mânevî bir halsizlik, hastalıktı bu… Sonunda olduğum gibi geldim kapına.

eren bayar

Aile, dostluk, insanlık gibi karşılığı olmayan bir sevgi…

Ama bıkmadan çalardım inan kalan son bir hâne olsa da Ardına kadar açıldı kapılar ummadığım bir anda… Kanatlarına aldın beni hiç sormadan nedenimi Ben açmayı severim dedin, saklama aç yüreğini Hayretlere saldın beni ey güzel sevgili… Bir yer vardı sende, sanki kutsanmış bir mâbetti. Yaralandığın zaman seni sarmalayan şefkatti.

Dinle dedin; kulağınla değil, yüreğinle dinle. Ve böyle başladı dirilişimiz, kıyametimiz Dinlemekti bizim tek gerçekliğimiz. Öğrendim ki yürekleri ancak bir şifâcı iyileştirebilir, açar saklı kapılarını, katar sonsuzluğa… Ben dinledikçe ağladım: Kibrimize, vurdumduymazlıklarımıza, biz umursamadıkça solan bu canlılığa... Oysa özden sevdikçe hayat buluyordu tüm varoluş. Nasıl toprağın rahmine düşen bir tohum ona sığamaz fidan olur, göğe uzanır çatırdayan dalları tutkuyla, Baharda ağaç çıldırasıya çiçeklendiğinde, güneş kordan tokmağıyla çiçeklerinin özününü döver de bu öz havaya hoş bir koku salar ya, İşte öyle kök saldı ruhumuza ektiğin sevgi, peygamber kokusu. Bu, bizim kimyamızı değiştirdi.


Hiçbirimiz eskisi gibi değildik, hücrelerimizi kapladı bu sevgi, hepimiz göz kesildik.

Bir gün benden bir şey dilerse, eğer yapamazsam,

O güzel sevgilinin huzurunda.

Anlayamazsam ustamı, yüreğim sağırlaşırsa Bilin ki en büyük korkumdur bu.

İçimde kıvrılmış, yaralı bir hayvan gibiydi nefsim kendi ellerimle beslediğim. Sense bana artık bırak onu besleme, dedin Hâtırasıydı hatırlattığın, câhillere karşı hep emin bir insan kalan Efendimin Bizler onun mahsûlleriyiz. Âşinâ ruhlarız, o toprakların evlâtlarıyız. Bunu câhil ne bilsin. Kirlenmesin ruhun Yezitlere karşı, hep insan kalsın yüreğin Biliyordum ki bu yolu hiç hak etmemiştim ama sana, bir dervişe yaklaşmak, aşka yaklaşmaktır. Derviş, mürşidinin önünde her sonradan öğrendiğini unutandır. Derviş, dostunun hatasına kendi yapmışçasına utanandır. Aşk vatanıdır, dinidir, lisanıdır. Kötü, çirkin yoktur onda, çünkü özü insandır. Olamadım der, ama bir gün olacağım ümidiyle yaşar. Derviş bu sırrı bildiği için susar.

Mağlup olduğum bir çetin bir cenktir kendime doğru. Gerçekten öldüğün gündür unutursam ben ustamın yolunu. Çocukken uzaktan izlerdim ben onu, rengârenk giyinirdi tıpkı katmerli bir çiçek gibi.. Kahramanların, dehâların tanınmadığı bir yerdi… Yanında hep bir meczup vardı, bazı insanların görmezden geldiği Ustam o meczuba sarılırdı… İşte bu bana çok şeyi anlattı.. Çünkü acının doruğundayken bana da sarıldı, o an anladım aramızdaki bu bağı… O bana sevgiye hiçbir zaman arkamı dönmemeyi öğretti; beni insan kılan ne varsa tek tek bana geri verdi. Etmediğim duaların, kılmadığım namazların, Hatırını sormadığım insanların yükünü sırtlandı.

Dervişin içindeki tatlı bir ızdıraptır ayrılık

Olaylar, durumlar, makamlar hepsi birer eğreti çuldu üzerimize tutturulan

Derken, ustam beni aldı, sofraya oturttu,

Dinledikçe açıldı yüreğimdeki kapılar..

Ben o sofradan insanları seyrettim.

Şifâcıydı ustam; uzattı tesirli ilâcını.

Sizler bensiniz, ben sizlerim,

Bana dokundu, dünyam değişti, kavis çizdim kendime doğru

Çektiğim acılar, yürüdüğüm yollarsınız. Sanki ruhuma baktığım sedefli bir aynasınız.

Secde ettim herkesten sakladığım yüreğime

Annem, babam, kardeşim dostlarımsınız.

Kimyacı, şifâcı, usta, derviş, eren, mürşit, fakir, âşık mânâsı olmadan hepsi sadece birer isim…

Ama ben ustam kadar güzel cevap veremiyordum hayata.

Şimdi gönül şehrimdedir ustamın emâneti vatanım, özgürlüğüm, kâbem, merkezim.

Yere kapaklanmış mahcup bir dilenciydim ustamın karşısında


banu büyükçıngıl HÜSEYİN’İ SEVMEK


Herkes meşrebine mezhebine göre seviyor Hz. Hüseyin’i. Yani kabınca, idrakince seviyor. Nedir Hüseyin’i sevmek? 10 Muharrem’de ağıtlar yakmak mı, Yezid’e lânet etmek mi? Az su içip edeben sevdiğin şeyleri yapmaktan kaçınmak mı? Nedir Resûl’ün torununu sevmek? Allah’ın arslanının ve Peygamber’in biricik nûrun alâ nur kızının oğlunu sevmek nasıl bir şeydir? Hz. Hüseyin, zâlimle değil, zulüm ile savaşan bir sultandı. O, kaderine razı olarak şehâdetine doğru emin adımlarla yürüdü, son nefesine kadar nasiplileri irşad ederek imâna dâvet etti. Kendisini öldürmeye gelene “Sen değilsin benim kâtilim, günaha girme” diyecek kadar Allah’a teslimdi. Resûl’ün torunuydu, arkasından bir sürü dedikodu ve suikast planı yapılmasına rağmen dedikoduları susturup “sadece Allah bilir” diyecek kadar Rabbine güveniyordu. Allah’ın arslanı Ali’nin oğluydu. Bunca acıya ve sıkıntıya rağmen Kâbe’nin Rabbine teslim ve O’nun muâmelesinden memnundu. Elâ gözlerinden celâl ateşleri adâlet için fışkırdığında, Allah’a sığınıp O’ndan yardım isterdi. Tertemiz olan Fatma’nın oğluydu. O, sahibinin verdiklerine hamdetmesini bilirdi. Kaderine râzı ve olacaklar karşısında cesur ve korkusuzdu. Hasan’ın kardeşiydi. O, haklı olduğu hâlde ayaklanmamış, ortalığı karıştırmak yerine halkın huzurunu ve İslâmiyet’in geleceğini düşünmüştü. Ehli Beytin beş incisinden biriydi. Diğer dört inci gibi birçok sıkıntıya göğüs germiş, Kur’an’ın çerçevesinden bir dem ayrılmamıştı. Gene dönelim sorumuza… Nedir Hüseyin’i sevmek? Nefis olan Yezid’in her istediğini yaptığında, Yezid’in arzu ve istekleri sarmışsa tüm benliğini, ruh olan Hüseyin’ini kafese kapatmışsın demektir. Ve Hüseyin’in uyarılarına

kulak asmayıp hâlâ “BEN… BEN… İLLE DE BENİM İSTEDİKLERİM” diyorsan, Yezid seni yönetiyor demektir. Onun için de Yezid’e hiç lânet etmeyelim, bizim içimizdeki Yezid kafese girmeden, Hüseyin halife olmadan içimizde Hüseyin’i seviyoruz desek neye yarar? Yine de inşaallah Allah iyi niyetimizden dolayı bizi affeder ve içimizdeki Hüseyin aşkını çoğaltır. Ve nefsimiz, Muhammedî ahlâk ile terbiye olur ve ruhumuz olan Hüseyin de bize hâkim olur inşaallah… Âmin.


s창miha ayverdi


YAŞAYAN ÖLÜ’den... “Ayşe ve Gerçek Çelebi’ye borcumu ödedim mi acaba? Fakat onların insanlıklarına karşı borç da ne demek? Zîra karşılık bekleyerek ve geri alınmak üzere verdikleri hiçbir şey yoktur. Onlar menfaate sırt çevirmiş ulular... Onlar kimseden lütuf beklemeyen, karşılık istemeyen yaşar ölüler... Hem ben bu ferâgati yalnız onlara karşı mı gösteriyorum, yalnız onlar için mi yapıyorum? İşin sahih tarafı, onlardan öğrendiğim ruh savaşı ile, sevdiğim insana, sevgiden beklenen muâmeleyi yapmaya uğraşmamdır. Sevdiğim, ölünceye kadar da seveceğim insan... İşte şiddetle sararmış olan bu yüz; ayakta bana bakıyor. Kalkıp gideceğim, fakat dermânım yok. Bugünkü kadar Çelebi’ye muhtaç olduğum ânım hiç olmamıştır. Gitsem, ona gitsem. Beni başka kim anlar? Artık ona eli boş da gitmiyorum. Hârikulâde bir istif ve hatla, yazılarının belki en güzeli olan bir levha gözümün önünde diriliyor:

Âşık Yunus imdi yârı Sevenlerin budur kârı Ol dost için ağuları Şeker gibi yutmak gerek Ben de Çelebi’nin sanat ve hikmetiyle işlediği bir eseri değil miyim? Artık toy ve çocuk olmayan Leylâ’yı karşısına canlı bir ferâgat levhası olarak takar mı? Gitsem, onlara gitsem ve desem ki: Bana gerçeklik zevki veren ulular! Ben de sizin gibi oldum. Öldüm. Fakat zehri şeker gibi yutmak değil, şekerden seçmeden yutmak gerekmiş. Zîra insan, değil acı ve tatlı kaydından, hattâ sırasında aşkından bile geçmedikçe ölmüş olmuyor. Ölmeden yaşamak ise, can çekişmekten başka bir şey değil... işte ben de onun için öldüm; her zerresinden hayat taşan, her nefesi bin can satın alan bir Çelebi gibi, artık ben de yaşayan bir ölüyüm!”


BİLGİ ÇAĞINDAN HİKMET ÇAĞINA…

pınar ersoy

Tarıma dayalı geleneksel toplumlardan sanayi toplumlarına geçerek, teknolojideki hızlı ilerlemeler paralelinde bilgi toplumuna ulaştık. Adını hâlâ koymakta zorlandığımız, kimilerine göre “kavram” kimilerine göre ise “bilgelik” (hikmet) çağı olacak yakın geleceğe doğru ilerlemekteyiz. Her çağ kendi dinamiklerinden gelen ve aynı zamanda çağın kendisini de oluşturan dinamiklerin nüvesi olan değerlerini ve değerlilerini de beraberinde ortaya çıkarmaktadır. İşgücü açısından bu dönüşüme bakıldığında ise bilgi çağının değer ve değerlilerinin neler olduğu daha net anlaşılmaktadır. İsterseniz önce nereye doğru evrileceğini öngörebilmek için bilginin evrimine bir göz atalım: Bu süreç; veri toplama ile başlayan bilgi hiyerarşisinde piramitin en alt katından zamanla toplanan verinin işlemlenerek mâlûmâta dönüştürülmesi, mâlûmâtın bir sebep-sonuç ilişkisi ile analiz edilerek bilgi ve anlayışa dönüştürülmesi ile tamamen “sol beyin” merkezli işlevlerin üzerine “sağ beyin” den gelen eş zamanlı düşünme kabiliyeti, bağlam odaklı yaklaşımla bütünü sentezleyebilme ve sezgisel işlevlerin eklenerek ‘hikmet’e ulaşılması olarak târiflenmektedir. Sol beyin, yaratıcı zekâyı temsil eder. Bilgiyi bir bütün olarak ve resimle işler. Tasvir ve semboller kullanır; resimlere şekillere ve renklere tepki verir. Sözel ifadeler dışında müziğe, vücut diline, dokunmaya tepki verir. Sezgicidir, önsezilerini ve hislerini takip eder. Nesnelerle soyut değil, duygusal olarak ilişki kurar. Sağ beyin, mantıksal zekâyı temsil eder. Konuşma ve dil merkezidir. Analitik (adım adım) düşünür. Mantıklı ve sistematiktir. Bilgiyi ardışık ve doğrusal şekilde işler. Ayrıntıcıdır. Sayısal işlemlerde üstündür. Sebep-sonuç

ilişkilerini kullanır. Hikmet, Bilgi edinme, idrak, görgü, sağduyu ve sezgisel anlayış ile birlikte bu hususiyetleri özümseyebilme ve uygulayabilme kapasitesidir. Bilginin, sağduyu, derin görüşlülük ve muhakemeli mantık ile tatbiki anlamına gelir. Eğer bilginin dönüştüğü ve zihnimizin alabildiği son noktayı hikmet olarak târif ediyor isek, bu noktada bir es vermek ve “hikmet”i doğru bir anlayışa dönüştürmek hepimiz için önemli olacaktır. Her yıl katlanarak büyüyen bilgi, felsefeci ve fütürolog Robert Anton Wilson’ın araştırmasına göre 2000 yılından sonra her yıl kendini iki katına katlamıştır. Yapılan bu öngörüye göre 2020 yılından sonra ise insanlık her yıl bir önceki bin yılda ürettiği bilgiden daha fazlasını üretecek birikime sahip olacak. Bu da dünyadaki değişmeyen kuralın değişmek olduğunu bir kere daha bizlere kanıtlıyor ve hızla değişen dünyanın hareket halinde olan merkez noktasını yakalayabilmenin bilgiyi tüketen değil, üreten ve kodlayan olmaktan geçtiğini bizlere hatırlatıyor. İşte bilgi ile insanın çarpımının tanımı olan yeni bir kavram tam da bu noktada iş dünyasına girmektedir. Son zamanlarda yapılan araştırmalar, şirketlerin defter değeri ile pazar değerleri arasındaki oranın her yıl katlanarak farklılaştığını bizlere göstermektedir. Sadece şirketler için değil, ülkelerin gelecekleri için de temel değer kriteri hâline gelmeye başlayan yeni bir kavram “Entellektüel Sermaye” başka bir tabir ile “Soyut Sermaye”dir. Entellektüel Sermaye, firmayı diğer firmalardan ayıran, insan gücü, müşterilerle olan ilişkileri, örgütsel yapısı, şirket kültürü gibi soyut varlıkların tümüdür. Yapılan araştırmalar entellektüel sermayenin üç temel boyutuna ve bunların alt göstergelerini oluşturan birçok bileşene işaret etse de günümüzde entellektüel sermaye iki temel eksende ele alınmaktadır: İnsan ve insan yönetimi, bilgi ve bilgi yönetimi.


Orta vadeli hedefleri arasında dünya sıralamasında yerini ilk yedi olarak hedefleyen ülkemizde ekonomiden siyasete, bilim ve teknolojiden kültür ve sosyal refah alanlarına kadar sürdürülebilir gelişmeleri sağlama ve 10 yıldan daha kısa bir sürede ihracat gelirlerini 500 milyar dolara taşıma hedefi, ekonomimiz için katma değeri yüksek, inovatif teknolojik ürünleri üretmenin öneminin altını bir kere daha çizerken acaba bu başarılara imza atmaları beklenen firmalarımız insan ve bilgi yönetimi hususunda istenen seviyeye ulaşabilmiş midir? Bilgiyi üretmek amacıyla oluşturulan üniversitelerin önemi bu noktada bir kere daha ortaya çıkmaktadır. Ülkemiz, 180’i aşkın üniversitede yaklaşık 100 bini geçen akademisyenimiz ve bu kurumlarda eğitim gören 5.5 milyon insanımız ile bulunduğu coğrafyada bilgiyi üreten ve ürettiği bilgiye kendi erdemini ekleyerek uzmanlık alanında hikmete ulaşabilecek potansiyele sahiptir. Peki bu potansiyel ne şekilde kinetiğe dönüştürülebilir? Satın alıcısı, uygulayıcısı olmayan bir bilgi, algılayış ya da fikrin toplumlara bir katkısı olabilir mi? Başka bir deyişle, şirketlerimiz bu yeni dünyanın yeni oyun düzenine ne kadar hazır durumdadır? Şirketlere insan ve bilgi ekseninde yakından baktığımızda doğru yetenek ile doğru işin eşleştirilmesinde başlayan zincirleme problemler, çalışanlardan istenenleri net târif edememe ve motivasyon konusunda da devam etmekte ve bireylerin gelişimlerinin istenilen seviyede sağlanamaması ile maalesef sonlanmaktadır. Bilgi yönetimi noktasında ise gelişmiş toplumlarda bile kodlanmış bilginin toplam bilgi içindeki payı 30% civarındadır. Bilginin kodlanmamış olması, sürekliliği ve hareketini engellemekte, “kollektif bilgiye” (Yazılı hale getirilerek şirket toplam entellektüel sermayesine katılmış, sürdürülebilirliği ve hareketliliği olan bilgi) bir katkısı olamadığı için şirketlerin entellektüel

sermayesi değil çalışanların tekil hafızası olarak kalmakta ve beklenmedik bir “t” anında kapıdan çıkıp gidebilmektedir. Bu noktada, sürdürülebilir rekabet avantajı için organizasyonel kapasiteyi arttırarak, şirketlerin ve indirekt olarak da toplumların entelektüel sermayesini yükseltmesini beklediğimiz yöneticilerimize herkesten çok daha fazla görev düşmektedir. Her ne kadar bir sol beyin düşünce şekli ile doğrusal olan zamanda, bilgi çağından hikmet çağına geçileceği söylense de bizler, tasavvufî bakış açısıyla hikmetin eş zamanlı ân-ı vahid toplamında hep var olduğuna ve insan-ı kâmiller vâsıtası ile toplumlara bildirildiğine inanıyor, bugün bahsedilen geçişin bireysel değil toplumsal bir geçiş olabileceğini düşünüyoruz.


OK ve YAY Yeniçeri Kemankeş “Tozkoparan İskender”, yoğun ve zevkli bir talim gününün sonunda ocağa döndüğünde vakit hayli ilerlemişti. Âdeti üzere cemaatle kılınan yatsı namazını müteakip Enfal Sûresi’nden bir bölüm okuyarak hücresine çekildi. Vazifesini yerine getirmiş olanların huzurlu yorgunluğu içinde hiçbir şey düşünmeden doğruca uykuya daldı.

arzu eylül yalçınkaya

Akçaağaçtan yapılmış ağır ve pek yayı ile üzerine adı işlenmiş oku, her zamanki gibi duvarın içindeki oyukta duruyordu. Fakat uyku ve rehâvet onun için tehlikeli bir atâlet hâli olduğundan, bir muhâfız sabaha kadar başında bekliyor, eğer sağa ya da sola dönerek kolu üzerine yatacak olursa hemen Tozkoparan İskender’i tekrar sırtüstü yatması için yönlendiriyordu. Sıcak ve nemli bir İstanbul gecesi… Muhâfız, gözkapaklarının kapanmasına mânî olmak için elinden geleni yapıyor fakat arada sırada içinin geçmesini engelleyemiyordu. Gece nöbetlerinde kendisini uyanık tutmanın tek yolunun zihnini ayık tutmaktan geçtiğini bildiğinden, her zaman başvurduğu zihin oyunlarından birine başladı. Etrafındaki nesnelerle ilgili anılarını yoklamak ve onları hayâlî bir dinleyiciye anlatmaktan ibâret olan bu oyun, onu en az bir-iki saat oyalardı. Sonrası Allah kerim… Zaten bir kere uykuyu defettikten sonra kolayına bir daha uğramaz, böylece sabahı etmiş olurdu. Etrafına şöyle bir göz gezdirdi. Çok fazla eşya yoktu. Basit oyunu, bu defa her zamanki kadar oyalayıcı olmayabilirdi. Dört duvar içinde nöbet tutmak, açık alanda nöbet tutmaya benzemiyordu. Ne de olsa açık alan, geniş bir malzeme demekti. O zaman bu zenginlik içinde her nesnenin üzerinden şöyle bir geçip fazla oyalanmadan diğerine atlayabiliyor, zihnî sıçrayışlarını daha hareketli ve zevkli bir şekilde

yapabiliyordu. Bir ağaç, bir kirpi, bir kapı, bir baca, yükselerek uzaklaşan bir toz bulutu, rüzgâr, gece, dolunay, mehtap ve sayısız yıldız kümeleri… Bu gece ise oldukça küçük ve sade bir hücrede, ancak birkaç nesne üzerinde sıçrama yapabilecekti. Etrafına göz gezdirdiğinde, iri vücuduyla dikkatini en çok çeken, Tozkoparan İskender oldu. “Ünü, yeniçeri içinde almış, yürümüş, sultanın gözdesi büyük okçu, kemankeş. Azimli büyük insan. Yayı onun gibi tek eliyle bir hamlede kuran, şu dünyaya nadir gelir. Yalnızca iri bir vücut ve kaslı kollardan ibâret değil elbet. Yayı germek, oku çok uzaklara fırlatıp tam hedefini buldurmak yalnızca bir vücut işi değil, bir denge ve âhenk işi. Çalışma ve gayretin neticesi. Sabır, konsantrasyon ve soğukkanlılık meselesi. Ona gıpta etti. İşi sabaha kadar “beklemek” olan bir adamın Tozkoparan’la ne gibi bir yakınlığı olabilirdi? İşte belki ayda yılda bir, böyle başında beklemekten başka bir şey olamaz. Elinin bir zanaate yatkın olmasını ne çok isterdi ama değildi işte. Çocukluğundan beri ince işlerden çok, kaba işlerin adamı olmuştu. Pazusuna güveni sağlamdı; odun mu kesilecek, yük mü taşınacak, onun için işten bile sayılmazdı. Belki pehlivan olur diye ümitliydi ama güreşte de tutunamadı. O işin de kendine göre bir inceliği ve kaidesi vardı ki herkesin kârı değildi. Basit işler gerekliydi ona. Ocağa yazdırdılar, orada da emir erinden başka bir şey olamadı. Bir iş yapmaktan çok yapmamak anlamına gelen bu “bekleme” işi, onun göreviydi. Meşhur okçu Tozkoparan’ın kolu üstüne yatmaması için bekliyordu. Kendi hâline acıdı, içi fazlasıyla burulmuştu. Sınır boylarında bekleyen erlerden, sabaha kadar ordugâhta nöbet tutan gözcülerden olamamış, ola ola bir kol bekçisi olmuştu. Kendi kendine “İşte bu tozkoparan ne kadar ‘ok’ gibi doğru bir adamsa sen de şu yay kadar eğri büğrüsün, adamım. Yay gibi eğrisin işte, anlayacağın” dedi.


Gözü Tozkoparan’da iken, gönlü kendi nefsinin miskinliğinde geziniyordu. Hiç olacağı yokken birden üzerine bir esneme geldi ve uyku hâli galip gelince gözleri kapanıverdi. Seyrinde bir şehre vardı. Bu şehirde her şey bir değişik, bir garipti. En önce gözüne gül fidanları ilişti. Dikenleri gül kadar büyük, gülleri diken gibi küçücüktü. Hayır olsun, derken gökten toprak serpilmeye başladı, o sırada ayaklarının su içinde olduğunu fark etti. Bir ağacın altına sığınmak istediğinde ağacın dalları olmadığını, tamamen meyveden ibâret olduğunu gördü. Hattâ ağacın gövdesi bile meyveden oluşuyordu. Meyvelerin sapı yoktu, kaktüslerin dikeni içlerine doğruydu. Başlar ayak, ayaklar baş olmuş, her şeyin içi dışına çevrilmiş, düzler ters, doğrular eğri, başlar son olmuştu. Her şey bildiğinden başkaydı, eşyanın sınırları kalmamış, biri diğerine geçmiş, kendilerini ve görevlerini şaşırmış gibiydiler. Oklar eğrilmiş, yaylar doğrulmuştu. Derken bir adamın sırtında bir atla dörtnala koşarak kendisine doğru geldiğini fark etti. Bu Tozkoparan’dı. “Ne yaptın?” dedi emir erine. “Duâ ederken daha dikkatli olmalıydın. Allah’ın her işinde bir hayır olduğunu, herkesin bu dünyada bir vazifesi olduğunu bilmiyor musun?” Elinde oku ve yayı vardı. Ok düzgün, yay ise olması gerektiği gibi eğriydi. “Bak” dedi ve tek eliyle yayı kurup bir hamlede oku çok ileriye fırlattı. “Eğer bu yay olması gerektiği gibi eğri olmasa bu ok, hedefini bulamaz, aslanım. Sen bu yayın şekline bakıp da eğri olduğunu sanma, hiçbir şeyin şekline aldanma. Diken dersin küçümsersin, gülün yumuşaklığı onun sertliğindedir. Ağacın dalını, budağını küçümseme, meyvenin tatlılığı gövdenin sağlamlığındandır. Titreyen dalı da küçümseme, meyveyi onun titreyişi olgunlaştırır. Yayın eğriliğine de lâf etmeyesin. Bir kere daha yayı kurdu ve çok uzağa fırlattığı okuna bakarak dedi ki: “Okun doğru gidişi yayın eğriliğindendir, aslanım. Yayın doğruluğu onun

eğriliğindedir.” Lâhzada gördüğü bu seyirden emir eri sıçrayak uyandı. Düş müydü, gerçek miydi? Tozkoparan ona çok güzel bir ders vermişti. Eğri büğrü adamım, diye nefsine acırken nefsine hakîkatte zulmetmişti. Aslında her şey ve herkes Hakk’ın kendisine çizdiği yolda dosdoğru değil miydi? Şekerin hizmeti tatlı olmak, acının hizmeti yakıp yandırmaktı. Uyumamak için etrafındaki nesnelerle kurduğu oyuna döndü. Doğru ok ile eğri yay, omuz omuza verdikleri oyuğun içinden kendisine bakıyordu.


HER DEM KERBELÂ

mehmet can taşçı

Zor günlerden, zor zamanlardan geçiyoruz. Bu bir gerçek. Topraklarımızda sert rüzgârlar, hemen aşağımızda fırtınalar kopuyor. Yüz yıl önce kirli ellerin çizdiği sun’î haritalar yeniden şekilleniyor. Dünya evriliyor; tıpkı insan gibi hatâ yapıyor, başa dönüyor, gene başlıyor nefis mücadelesine. Tarih sayfalarında okuduğumuz uzak gözüken gerçekler kendi zamanımızda yaşanıyor. Seneler sonra tarih olarak yazılacak olmanın heycanıyla belki de... Peki biz oturup izleyecek miyiz? Amaç Kur’an ve sünnete göre yaşamak ise “Günah işleyeni eliniz ile men ediniz. Buna kuvvetiniz yetmezse, söz ile mâni olunuz. Bunu da yapamaz iseniz, kalbiniz ile buğz ediniz, bu ise îmânın en aşağı derecesidir.” (Müslim), hadis-i şerifine lâyık bir kul muyuz? Tarih bilincine sahip miyiz? Kim olduğumuzu biliyor muyuz? Meselâ oryantalist bir bakış ile, binlerce nebinin çıktığı, büyük medeniyetlerin beşiği olan, hiçbir şey olmasa âlemlere rahmet olarak gönderilmiş kutlu elçinin vatanına, Ortadoğu’ya “bataklık” demeye tenezzül eden zihniyetlere karşı mukavetimiz nedir veya var mı? Neye yararız, ne yaparız? Sorular, sorular… Kafanda sorular oluştu tabiî… Muharrem ayındayız. Muharrem de muhterem, sen onu Mars’ta mı yaşandı sandın? Büyüklerin menkıbelerinde mi geçiyor sandın? Veyahut âmiyâne tâbirle bir La Fontaine masalı mı ki sonunda bir ders çıkaralım? Sen ve ben kadar gerçek ve yaşanmış; tıpkı dün ama ondan sonra yaşananlar gibi, tıpkı bugün ve bundan sonra yaşanacaklar gibi. Câhiliye devri Arapları sadece bir döneme özgün bir tâbir olmasa

gerek. Câhiliye devri Türkleri, Câhiliye devri Avrupalıları, Câhiliye devri insanlığı tâbirlerinde görebileceğimiz gibi, “câhiliye”, bence bütün zamanları kuşatıcı bir kavram. O “Hak geldi, bâtıl yok oldu” demesine rağmen, “Hayır, bâtıl yok olmadı” diyenler yok mu? Hüseyin (r.a.) ölmedi, şehitler ölmez. Hz. Muhammed’in (s.a.v) ışığı sönmemeye yeminlidir de, Yezid öldü mü sanırsın? Şam orduları sence format değiştirmiş olamaz mı? Senin Kerbelâ dediğin Filistin, Suriye veya Afrika olamaz mı? Ölüler medeniyet kuramaz. Kursa da yaşatamaz, varlıkları sınırlıdır. Ona biçilen süre bellidir, izin verildiği müddetçe konuşabilir, yaşayabilir, nefes alabilir. Diri olan ise bunun tam tersidir. Eser verir. “Tarihe gömdüm” dersin ama bu, fiiliyatta doğrudur da mânâda hâlâ yaşar. Dünyanın öbür tarafından insanlar onun eserlerini görmeye, fikriyâtını yaşamaya gelir topraklarına. Kirli saraylarında bu diriye “hasta adam” da deseler, hattâ onun şımarık, bilinçsiz çocukları bile bu sözü sahiplenseler, o kıtlıkta İrlanda’ya gider, dünyanın öbür ucuna, Açe’ye Malezya’ya yardım götürür. Sen kolay sanırsın ama kalkar buradan düşmanın cirit attığı denizleri aşar, engizisyondan kaçanları alır, getirir. Kişi kendi pisliklerini de görürmüş ya, işte o hastalıklı zihniyet aslında kendisidir de bilmez. Hep ahkâm keser bilincini “kaybettirdiği” o dirinin çocuklarına. Hüseyin onurlu bir dik duruşun adıysa, bizim gayemiz de bir büyüğümüzün de dile getirdiği güzel bir tâbirle “ince Müslüman” olmaksa, bizim de böyle dik durmamız gerekmez mi? Edep seviyesi yüksek olmayan, mânâda çok yol kat edememiş bir âciz olarak benim anlatabileceğim dik duruş da budur. Dâvâsı olmayanın yarınları olmaz vesselâm. Yezid belli, neden biz Hüseyin olmayalım? “Yeni yılımız” mübârek olsun. Selâm ve muhabbet ile…



umut alihan dikel

Hoşçakal Alınmış kararların arkasında, Vazifesinde gayretliyken, Geçen zamanların her hâlinden râzı, Kavuşana kadar da sükûn. Uğruna yurttan göç etmenin eşiğinde, Bir gidip bir gelmekte. Üflediğin her nefes diriltmekte Âciz benlik aramıza perde, neden? Senin olan seninle olsa. Göklerden yeryüzüne, baştan aşağı Senden nasibini almamış Bir zerre dahî kalmasa. Esen rüzgârına yelkenler açılsa Çıkılan seferlerin sığınağı, Kesen kılıcın tutanı olsan Dökülen kanlar hep sana aksa. Uyan sevgilim, burada vakit dar. Elim, senin elinde ise Hizmete düşmeli artık ki Her an, ebediyet için geçsin. Bu âlemin ilâcı hareket, Hareketin neticesi bereket. Gelecek ve geçmişle vedâlaş ki Ânın seferine çıkasın. Devir, Dostun ile dost olma, Sevgin ile sevme, Aşkın ile taşma devri. Umudun kalbini ateşe atalım da Senden gayrı yansın, kül olsun



SELÂMİÇEŞMELİ YAKUBİ BABA

KABAK SALATALI SPAGETTİ


KABAK SALATALI SPAGETTİ Malzemeler: 300 gr. ince spagetti 3 sakız kabağı (soyulmuş ve incecik dilimlenmiş) 6 adet ançüez (tuzlu hamsi turşusu, minik minik parçalanmış) 1 tutam nane yaprağı 2 çorba kaşığı sızma zeytinyağı 2 çorba kaşığı toz parmesan peyniri veya rendelenmiş beyaz peynir 1 limon (servis için) Ekmek Kırıntıları için: 4 büyük dilim ekşi mayalı ekmek. (Eğer ekmek tazeyse dilimleri büyük parçalar hâlinde kopartın ve düşük ısıdaki fırında tepsi içinde 20 dakika kadar kızartın) 2 çorba kaşığı sızma zeytinyağı 1 diş rendelenmiş sarımsak 1 çorba kaşığı limon kabuğu rendesi 1 tutam kırmızı pul biber 3 çorba kaşığı ince kıyılmış maydanoz Hazırlanışı: 1. Ekmek kırıntılarını hazırlamak için ekmeğin dış kabuğunu çıkartın, elinizle küçük parçalara bölün. Rondoda 2-3 saniye rendeleyin. Zeytinyağını tavada ısıtın, ekmek parçalarını ekleyin. Kırıntılar koyu altın rengi alana kadar kızartın. Ateşten indirdikten sonra sarımsak, limon kabuğu, pul biber ve maydanozu ekleyin ve güzelce karıştırın. 2. Spagettiyi tuz eklenmiş kaynayan suda 8-9 dakika pişirin. 3. Kabak dilimlerini kaynayan makarnanın içine atın. 30 saniye kadar beraber pişirin ve beraber süzün. 4. Spagetti ve kabakların içine ançüez, nane yaprakları, zeytinyağı ve çorba kaşığı dolusu ekmek kırıntısını atın ve karıştırın. 5. Servis tabağına koyacağınız spagettilerin üzerine bol peynir ve ekmek kırıntısı serpiştirin ve üzerine sıkmak için kesilmiş bir dilim limonla sunun. Âfiyet olsun.


GÖRÜŞMEK ÜZERE

www.nefesyayinevi.com hernefesdergisi@nefesyayinevi.com facebook.com/HerNefesDergisi twitter.com/HerNefesDergisi


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.