ŞUBAT 2014 2015 KASIM
65.sayı 62.sayı
AYLIKAYLIK TASAVVUF DERGİSİ TASAVVUF KÜLTÜRÜ KÜLTÜRÜ DERGİSİ İCRET HZ.H Harakâni
EDİTÖRDEN Merhaba Her Nefes dostlarımız, Yeni bir ayda, yeni bir sayı ile karşınızdayız çok şükür. Bu sayımızda konumuz “Hicret”. Mâlûmunuz hicret kelimesi “Bir yerden başka bir yere göç etmek” anlamına geliyor. Göç, önemli bir kavram; bir açıdan bakıldığında hayatımızın tamamı farklı göçler üzerine kurulu. Gayb âleminden dünyaya, bebeklikten çocukluğa, gençliğe, olgunluğa, yaşlılığa ve gayb âlemine doğru hoş bir yolculuk... Diğer bir deyişle belki de hayatımız sadece mâneviyattan, maddiyata ve tekrar mâneviyata bir yolculuk, bir göç... Elbette tüm bu anlatımlar, “hicret”i bize öğreten ve gösteren, “hicret” yolculuğu ile Yesrib’i medenî, Medine eden, Bekke’yi Mekke eyleyen o mübârek peygamberimizin göçü yanında çok eksik ve çok satıhta kalıyor. Bizi mütebessim bir şekilde, hiçbirimizden vazgeçmeden, hevesten hidâyete götüren, cehennemden cennete erdiren, o en büyük yaratıcının en kıymetlisi ve himmeti olan Hz. Ahmed Muhammed Mustafa’nın (sav) ümmeti olma lûtfu ile şereflendiren “Hicret”ten bahsetmek istiyoruz. Elbette bu kadar önemli bir konuda eksik hâlimizle, gönlümüzden kalemimize göç eden eksik kelimelerimizle ve dilimiz döndüğünce size bu muhteşem hâdiseyi ve O’nun bizim bozuk aynalarımızdaki akislerini paylaşmaya çalıştık. Amacımız, bir nefes dahî olsa o muhteşem hâdisenin olduğu günde, medenî oluşa, Medine’ye ve O’nun ay gibi üzerimize doğan şerefli misafirine, o resûllerin en müstesnâsına, gönül dolusu “MERHABA EY SEVGİLİ” diye nefesimiz yettiğince seslenebilmektir. ṭala‘a ‘l-badru ‘alaynā min taniyyāti ‘l-vedā‘ veceba’l-şukru ‘alaynā mā da‘ā li-l-lāhi dā‘ ’ayyuha ‘l-mab‘ūsu fīnā ci’ta bi-l-’amri ‘l-muṭā‘ ci’ta şarrafta ‘l-madīnah marḥaban yā hayra dā Yosun Mater
Ay doğdu üzerimize Veda tepesinden Şükür gerekti bizlere Allah’a davetinden. Ey bizden seçilen elçi Yüce bir davetle geldin Sen Medine’ye şeref verdin Merhaba ey sevgili
SOHBETLER - “Ârifin uzleti, nefsinden kalbine hicret etmektir. Kalbinden de içeri ruhuna gitmektir ve nihayet ruhundan sırrına, sırrından Mevlâ’sına yetmektir. Uzlet, hakikatte hayvânî sıfatlardan kurtulmaktır.” (Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyatı, 2. Baskı, İstanbul 2000, s. 436)
**** - Seni Hak’tan ayıran perdelerin en kalını, mahlûka bağlanıp kalmak buyrulmuş olmasının sebebi nedir? - “Burada mahlûktan maksat dünya ve dünya muhabbetidir. Yoksa, evlâdının terbiyesi, evinin hizmet ve idâresi gibi meşgale, Allâh’ı unutmamak şartıyla makbul işlerdendir.” (Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyatı, 2. Baskı, İstanbul 2000, s. 621)
**** Sabîha Hanımefendi: - Bu âlemden öteki dünyâya ne kadar göçen oldu, neler gitti... - “Tabiî... İmtihanda muvaffak olup sınıfı geçen olduğu gibi, ikmâle kalan ve sınıfı geçemeyen de olur... Sabahtan akşama kadar on bin rekât namaz kılmaktan idrâk ederek iki rekât kılmak elbet daha iyidir. Onun için, iş çoklukta değil, mânâdadır. Kimisi korku ile, kimisi teşvikle geliyor, yâhut ‘hep devam ediyorlar, ben de edeyim’ diyor. Yâni taklitle geliyor. İşte imtihan vaktinde bu üçe meydan yoktur. Bu gibi imtihanlarda yalnız
sadâkati ve ihlâsı olan kazanıyor, ki zâten maksut da budur. Hz. Mevlânâ’nın kaç tane dervişi söyleniyor?..” Sabîha Hanımefendi: - Evlâtları içinde de yalnız bir Sultan Veled babasının yolundan gitti... - “Hakîkaten sultan... Ama Hüsâmeddin, illâ Hüsâmeddin. Sultan Veled de bihakkın sultandır ki Şemseddin Tebrîzî ona hâlini giydirdi. Şemsin yanında Şam’dan Konya’ya kadar gitti. Onun için Şemseddin Tebrîzî, Mevlânâ’ya ‘Sana serimi, ona sırrımı verdim’ buyuruyor... Kezâlik, peygamberlerin kaç tane sahâbesi vardı? Rûhullah denen Îsâ’nın kaç tane yâr-ı gārı vardı? Hz. Nuh’un yine hiç yoktu. Mûsâ’nın kaç tane vardı? Ya bir tane, ya iki... Bir şey ne kadar az ise kıymeti ve pahası da o kadar yüksektir. Pırlantadan hiç farkı olmayan, yapma, güzel taşlar var, fakat kıymeti var mı? Bir pırlanta kaç yalancı taşı birden satın alır... Maksat mânâdır. O hâsıl olmadıktan sonra neye yarar? Pırla gelen zırla gider, bilmez misin?...” (Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyatı, 2. Baskı, İstanbul 2000, s. 163)
HİCRET Allah buyuruyor ki; “Ve onlardan önce (Medine’yi) yurt edinmiş olup kalplerinde îman yerleşmiş olanlar, kendilerine hicret eden kimseleri severler.”
cemâlnur sargut
Hicret Arapça’da ayrılık demektir. İç mânâsıyla ise nefsten ruha göçmek, kötü huyları terkederek Peygamber’in ahlâkıyla ahlâklanmaktır. Peygamber’in hicreti, vakti gelene bunun nasıl olması gerektiğini göstermek içindir. Peygamber, Bekke olan vücûdunda ruhunun hakîkatini ortaya çıkarmak üzere Medine’ye göçmüş ve ensârın gönlüne tecellî ederek Yesrib’i şehir, yani hakîkî vücut haline getirmiş ve medenî kılmıştır. Anlaşılıyor ki, Peygamber Efendimiz (s.a.s) Mekke’deki varlık makamından Yesrib’e yani hayret makamına göç ettiler ve bize bunun yolunu gösterdiler. Mekke’nin fethi Bekke’nin fethidir. Hz. Peygamber hicret kavramıyla nefsin gönle doğru tekâmülünü anlatırken, fetihle de bu tekâmülün tamamlanışını anlatır. Bu bir sülûktur. Vücûdun dirilişi hakka’l-yakîn ile sonuçlanmalıdır. “Be” harfi, Peygamber’in mübârek vücûdunu yani berzahı temsil eder. Hz. Peygamber hakka’l-yakîn oluşunu vücûdun fethi olarak anlatır. Hakka’lyakîn’e ulaşmak için, ilme’l-yakîn ki Cebrâil (a.s) ile sağlanmıştır (Allah’a doğru seyir), ayne’lyakîn ki mi’racdır. Mi’racın dönüşü hakka’lyakîn’dir (Allah’la seyir) ve Mekke’nin fethi ile sonuçlanmıştır. Bu durum Hz. Peygamber’in ayrı bir vücûdu kalmayıp, Allah’ın O’nda tam tecellî ettiğinin delilidir. Onun “kulum” diye seslenmesi, ‘bende vücut kalmadı’ demektir. İşte hicretin hakîkî mânâsı budur. Daha kısa bir târifle kötü ve çirkin huylardan ya da isyan ve günahkârlıktan güzel ahlâk ve ibâdete dönmek olarak da adlandırılabilir.
İbn Arabî Hazretleri, Hz. Peygamber’den naklettiği bir hadiste, “‘Ameller niyetlere göredir. Kişi için niyet ettiği vardır. Hicreti Allah’a ve Peygamber’ine olan kişinin hicreti Allah’a ve Peygamber’inedir. Dünya için hicret eden ise, onu elde eder. Ya da bir kadın için hicret eden, onunla evlenir ve hicreti de hicret ettiği şeyedir.’ Bu hadîsi, Ömer b. el-Hattâb (a.s) rivâyet etmiştir.”1 Allah ise şöyle buyurmuştur:
“Allah’a ve Peygamber’ine hicret etmek üzere evinden çıkıp ölümün yetiştiği kimsenin sevabı Allah’a kalmıştır.” (Nisâ, 100) Gene İbn Arabî Hazretleri’ne göre “Muhâcir”, Allah’ın ve Peygamber’inin terk etmesini istediğini terk eden, bu terkte ise her türlü kuşkudan uzaklaşarak gönül rahatlığı ve arzusuyla mübalağayla hareket eden kimsedir. Yoksa istemeden ya da zorlanarak ya da bir karşılık bekleyerek terk etmemişlerdir. Hicret eden insan, bu konuda kendisine karşı çıkanların verdiği zorlu sıkıntılara ve ona duyurdukları -doğal olarak- nâhoş sözlere göğüs gererek, gönül hoşluğuyla hicret eder. Dolayısıyla muhâcir, makamında kemâle ermiş kişidir. (Allah’ına sefere çıkmış olandır). Vatanımızdan duyusal olarak yaşadığımız ilk ayrılık ve gurbet, Rabliğine bizi şâhit tutarken bulunduğumuz avuç vatanından ayrılmamızdır. Yani asıl hicret ruhlar âleminden kopup dünyaya gelmemizdir. Sonrasında anne rahmini vatan biliriz, oradan da atılırız. Dünya bizim vatanımız olur ama orası da bir sefer yeridir. En sonunda kendimizi berzahta buluruz. Ölüm sürecinde orayı mekân ediniriz. Daha sonra hakîkî uyanış yerine gitmek üzere diriliriz. Bazısına göre asıl vatan kıyâmettir. Diğer bir grup ise bunu kabul etmez. Anlaşılıyor ki insan daima iki kutup arasında 1 İbn Arabî, Fütuhât-ı Mekkiyye, çev. Ekrem Demirli, Litera Yayıncılık, İstanbul, 2006, c. 2, s. 150.
yolculuktadır. Ebedî bekâya ulaştığında ise zaman ve mekân kavramı kalktığından, ebedî bekâ ile birlikte vatan kavramı silinir. Müridin vatanından ayrılışında ise maksat gerçekleşir. Eğer zâhirde ve bâtında mürit vatanı terk edebilirse maksadı hâsıl olur. Kuvvetteyken kalbi vatanına bağlı olan insan maksadına erememiştir.
cemâlnur sargut
Allahu Azîmüşşân, âyetlerle hicreti desteklemiştir. Enfâl, 72’de “Îman edip de hicret edenler” ifadesiyle başlayan âyette, “Hizmetin îman edip hicret edenlere yapılması gerektiğini, bu gruba ise ‘ilmî îmanla inananlar, aile, evlat, mal, maddî imkânlar ve nefis vatanı gibi alışkanlıkları azimet kuvvetiyle terk edip hicret edenler, gurbette seyahati tercih edenler, malı geride bırakmak ve Allah rızâsı için harcamak sûretiyle mallarıyla riyâsette yormak, şeytanla muharebe etmek, Allah yolunda yolculuğun zorluklarına katlanmak ve Allah yolunda sülûk niyetiyle din uğruna fedâ etmek sûretiyle de canlarıyla yakîn ve tevekkül gücüne dayanarak cihat edenler, menzilde hizmet etmek sûretiyle onları ‘barındıranlar...’, ihtiyaç duydukları şeyleri hazırlayıp bağışlamak sûretiyle onlara yardım edenler, ‘işte onların bir kısmı diğer bir kısmının dostlarıdır.’ Kaynaşmak ve birbirini sevmek sûretiyle dost olanlar girerler. ‘Îman edip de’ alıştıkları vatanlarından ‘hicret etmeyenlere gelince’, onlar hicret edinceye kadar sizinle onlar arasında dostluk nâmına bir şey olmaz.”2 İbn Arabî Hazretleri hicretin kâfirlikten kurtulmak olduğunu da belirterek, kâfirler arasında yaşamak İslâm dinini aşağılamak, küfür kelimesinin Allah kelimesinden üstün olmasına neden olmak anlamına gelir, diyor. Nitekim Resûlullah’tan (s.a.s) şöyle rivâyet edilmiştir: “Ben, müşrikler arasında ikamet eden Müslümandan berîyim.” Müşrikler arasında ikamet eden kişinin İslâm sözüne itibar edilmez. Yüce Allah, müşrikler arasında yaşayıp da ölen kimse hakkında şöyle buyurmaktadır: 2 İbn Arabî, Tefsir-i Kebir Te’vilât, Kitsan Yayınları, İstanbul, c. 1, s. 454.
“Kendilerine yazık eden kimselere melekler canlarını alırken, ‘Ne işte idiniz!’ dediler. Bunlar, ‘Biz yeryüzünde çaresizdik.’ diye cevap verdiler. Melekler de, ‘Allah’ın yeri geniş değil miydi? Hicret etseydiniz ya!’ dediler. İşte onların barınağı cehennemdir; orası ne kötü bir gidiş yeridir.” (Nisâ, 97) Anlaşılıyor ki günümüzde kâfirlerin olduğu yere itibar etmek ve hicret etmek Allah tarafından lânetlenmiştir.
Fütüvvet ahlâkının esası, Kur’an’da da geçen “îsar” kavramıdır; Başkalarını kendi nefsine tercih etmek demek olan îsar, İslâm tarihindeki Hicret olayında, Cenâb-ı Hakk’ın, ensarla ilgili şu âyet-i kerîmede vasfettiği hâldir: “Muhâcirlerden önce Medine’yi yurt ve îman evi edinenler, kendilerine hicret edip gelenlere sevgi beslerler. Onlara verdikleri şeylerden dolayı nefislerinde bir darlık duymazlar. Kendilerinin ihtiyacı olsa bile, onları nefislerine tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden korunur ve kurtulursa işte onlar felah bulanlardır.” (Haşr, 9)3
anlatmaktadır. İkinci hicretin sonucunda kul hakîkî makamına ulaşmazsa bu hareketler hicret diye değerlendirilemez. Velhâsıl, Hocam Sâmihâ Ayverdi buyuruyorlar ki;
“Allah’a yakınlık, nefsten kalbe hicret, ruhtan sırra ve sırran da Mevlâ’ya yetmektir.” O halde dünyayı hicret yeri bilenlere ne mutlu. Sözlerimizi yine Hocam Sâmiha Ayverdi’nin Hancı adlı kitabındaki dizeleriyle neticelendirelim: “Muhâcir kuşlar bile yıldan yıla göçecekleri memleketi tanıyıp şaşırmazken, ey cânı canımdan ayrı düşen! Söylesem de, sussam da, gece gün, akşam sabah demeyip sana hicret etmekte, yerimi yuvamı arar olmakta bir kanatlı mahlûktan daha mı az ferâset göstermeliyim?”4
Hicret îsarın, yani civanmertliğin, yiğitliğin, fedâkârlığın, ferâgatın ve diğergâmlığın en güzel örneğidir. Şekil ve sûret itibariyle bir defa vâki olmuş bir hâdise (hâdis, sonradan olma) olmasına rağmen mânâsı ve hakîkati itibariyle her an yaşanan ve yaşatılan bir hâdisedir. Sonuçta anlaşılıyor ki mânevî hicrette, dünyadaki vazifelerini en uygun şekilde yerine getirenler melekût âleminin üzerine kadar yükselirler. Allah’a yakîn hâline ererler fakat dünya denen bu yegâne fırsatı şeytana ve nefsanî arzularına uyup geçirenler yollarını şaşırır ve ahsen-i takvîm üzere kemâle ereceklerine esfel-i sâfilîne yuvarlanıp giderler. Tasavvufta dünyaya gelmek ve dünyadan tekrar mânâya yönelmek her ikisi de ayrı iki hicret 3 Şihâbuddîn Sühreverdî, Gerçek Tasavvuf-Avârifü’l Meârif, Semerkand Yayınları, İstanbul, 2011, s. 318.
4 Sâmiha Ayverdi, Hancı, Kubbealtı Neşriyâtı, İstanbul, 2013, s. 64.
Hİcrandan Hİcret
yaratmasında bir aykırılık, uygunsuzluk göremezsin. Gözünü döndür de bak, bir bozukluk görüyor musun? Sonra gözünü tekrar tekrar döndür (bak). Göz (aradığı bozukluğu bulmaktan) âciz ve bitkin hâlde sana dönecektir. (Mülk/3-4)
Lûgatler hicrete ayrılık, terk, göç anlamlarını vermişler. Ama ayrılık diye bir şey yok ki bu âlemde. Îmân ediyorum; Allah ayırmaz, birleştirir. Belki de bizim bir olan şeyleri ayırmaktan, ayrı görmekten vazgeçmemiz gerekiyordur. Öyleyse hicret, bu birliği görmemizi sağlamaya yönelik bir göçtür… Bu âlemde hiçbir şey diğerinden ayrı değil. Ayrı olmadığı gibi bağımsız ve uzak da değil, başıboş da değil. Her şeyin birbiriyle öyle bir bağlantısı var ki, doğada bir zerre boşluk yok.
Bulamam. Senin değmediğin bir zerre bulamam. Senin değdiğinde de hiç bozukluk kalır mı?.. Senden ayrı bir şey yok, ayrılık yok. Sen ayırmazsın, birleştirirsin. Ama o zaman niye içimdeki bu hicran? Bu aldanış nasıl olur, bu hüzün, bu hastalık nasıl geçmez sen bu kadar kuşatmışken? Şu insan ne kadar da özgür… Bütün bu kuşatılmışlığın içinde yine kendi havasında, kendi dünyâsında, kendine göre yaşayıp gidiyor. İşte belki de bundan hicret etmek gerek.
En güzel şehir, sevgilinin olduğu şehirmiş... Sevgilimin ayağını bastığı yerden biraz ötedeydim, dokunabildiğim en yakın yere elimi sürdüm. Baktım, o yer, bana kadar uzanan o arz hiçbir boşluk barındırmıyordu. Sevgilimin değdiği yere baktım. O’nun değdiği zerre, yanındakilere değiyor, onları etkiliyor, o zerreler de yine kendi yanındakilere değiyor ve tüm değdiklerini etkiliyordu. İşte o bir tek dokunma, değme, böylece bütün âlemi kuşatıyordu. Saflar sımsıkıydı… Arada hiçbir boşluk, ayrılık, uzaklık olmadığı için her yer, Sevgilimin değdiği yerdi. Sevgilimin olmadığı, ayağını bastığı zerrenin erişmediği bir yer, bir şehir var mıydı?
“Meselâ Medîne’de Mehmet Ali nâmında bir zat vardı. Bir Fransız bahriye makinisti iken ve memleketinde yüz Napolyon altını gibi ehemmiyetli bir maaş alırken, İslâm’ın nûru gönlünde doğmakla, bir anda çoluğunu çocuğunu ve her türlü rahatını ve alışkanlıklarını terk ederek Medîne’ye gelmiş, yersiz yurtsuz, parasız taşların toprakların üstünde yatmaya râzı olmuştu. Kendisine mektepte mubassırlık teklif ettiğim zaman kabul etmedi. Huzûruma mâni olur, istemem... Ben istediğim zaman Harem-i Şerîf’te bulunmak isterim, dedi. Kendisine ‘Sen bu vazîfeyi kabul et, işlerini ben yaparım… Sen yine istediğin zaman gelirsin…’ dedim. ‘Olamaz… Benim için bu da bir kayıttır. Ben Resûlullâh’a kayıttan âzâde olarak ve her şeyi terk ederek
elif hilâl doğan
O, yedi göğü birbiri üzerine yarattı. Rahmân’ın
geldim’ dedi.” Ken’ân (Sohbetler, s. 331-332)
er-Rifâî
Hazretleri
Ben anladım ki, gel denmeden bir yere gidilmiyor. Mesele, o yolculuğa hazır olmak, gel dendiği zaman hiç düşünmeden, bütün kayıtlardan âzâde olarak o huzura varabilmek ve o huzurda kalabilmek. Alıkoyan her varlık ve kayıttan soyunabilmek mesele. Şeklî olarak evi, işi, onu bunu terk etmekten ziyâde; huzurdayken aklı, fikri, gönlü başka yerde olmamak mesele… Yine bizim her an o huzurdayken, aslında bambaşka yerlerde oluşumuz mesele… Aşk mesele. Sen sende iken menzil alamazsın demiş Hz. Yûnus. Kendinden hicret edip benlik kabuğunu kırıp O’na açılmak mesele… Yesrib’i Medîne yapan, Sevgiliyi görebilen gözlerdeki, gönüllerdeki idrak nûru mesele… “İyi bil ki peygamberin elçiliğinden amaç, batıp gitmişleri nihâyetsiz bir hazîneye erdirmektir.” Batıp gitmişler… Nedir, kimdir bunlar? Nefs kabının içinde batıp giden sırrımızı, hakîkatimizi açığa çıkararak kendimizdeki o nihâyetsiz hazîneye erebilelim diye hicret ettirir bizi Hz. Peygamber. Dost, “gel” derken iki kelimeyle özetler hicreti. Bu bir soru değildir, hayretle ve gülümseyerek, bak şu işe der gibi söyler: “Nerdeen nereye…”
Peygamber’e Yoldaşlık
hüseyin gökhan
Hz. Peygamber’in hadis ve sünnetini, paha biçilmez elmaslara benzetirim. Zarâfetlerinin yanında bir o kadar da sağlamdırlar: Aradan geçen 14 yüzyıldan fazla bir zaman, onları aşındırmak bir yana, anlamlarına insanlığın idrâki nispetinde yenilerini eklemeye devam ediyor. Tıpkı her ışığın altında farklı bir parıltıyla parlayan değerli taşlar gibi, değişik ilim seviyelerinde seyreden insanlık, onun sözlerini ve eylemlerini yepyeni mânâlarla idrak etme fırsatı bulmuş. Hattâ algısı bizlerden çok farklı seviyelerde olan insân-ı kâmiller, Efendimiz’in yaptıklarının ve söylediklerinin derinine inerek maddî ve mânevî planlarda farklı tefsirlerini yapmışlardır. Böylece o âlimler sultânının ilk bakışta sadece dünyevî konular hakkında söylediği zannedilen bir sözünün dahî aslında çok farklı konulara işaret ettiğini görüyoruz. Hicret, şüphesiz anlatmaya çalıştığım konuya mükemmel bir örnek. İlk bakışta Hz. Peygamber’in, inananları Kureyş Kabîlesi’nin zulmünden korumak için Mekke’den Medîne’ye yaptıkları yolculuk, bu vak’anın en bilinen mânâsı olarak aklımıza geliyor. Bizler de fiziksel olarak bizi çok zorlayan şartlarla karşılaştığımızda Peygamberimiz gibi farklı yerlere hicret edebiliriz. Ekmeğini kazanmak için gurbete gitmek ya da şu an zulümden kurtulmak için Suriyelilerin ülkemize ve başka yerlere türlü güçlüklerle yaptıkları yolculuklar, hep bu hicrete örnek teşkil ediyor. Üzerine biraz tefekkür edip diğer hadis-i şeriflerle bağlantı kurunca farklı parıltılar gözlerimizi kamaştırmaya başlıyor. “Kim bir kavme benzemeye çalışırsa o onlardandır”. Eğer güzel ahlâklı bir topluluğun içinde bulunmuyorsak? O
zaman başka bir topluluğun içine hicret etmemiz uygun olacaktır. Burada Cemâlnur Hocamın, anneannelerini neşeyle anarak naklettikleri hikâye gelir aklıma: Ken’an Rifâî Hazretleri’ne intisâb ettiklerinin ertesi günü tüm dostlarını evine çağırır ve efendisinden bahseder. Artık efendisinden başka bir dünyayla ilgilenmeyeceği için dostlarına ya efendisine bağlanmalarını ya da kendileriyle bir daha görüşmeyeceğini bildirir. Hepimiz çevremizde bunun benzeri hikâyeler duymuşuzdur. İnsanın sigarayı bırakmak için dahî sigara içmeyen insanlarla oturup kalkmasının işini ne kadar kolaylaştıracağı ortadadır. Amerika’da kurulan “Anonim Akolikler Derneği”nin de insanları alkolden uzaklaştırabilme başarısındaki ana ilkelerden biri budur: Alkol tüketmeyen cemiyetlerde bulunmak. Cemâlnur Hocam ile tanıştıktan sonra bu sünnetin mânevî başka bir boyutundan haberdâr olma lûtfuna eriştim: İnsanın kendi içinde yaptığı, kötü huylarından güzel ahlâka doğru yaptığı yolculuğun da en güzel hicret örneği olduğunu kendisinden öğrendim. Bu mânevî hicret dünya şartlarında yapılabilecek en zor yolculuktan dahî çetin. Peygamber’e uyabilmek herkesin kârı değil şüphesiz. Fakat o güzeller güzeli peygamber, bizlerin sıkıntıya düşmesinden çok çekiniyor; bu âyet-i kerîme ile sâbit. Bizlere düşen, onun sünnetini doğru nakledebilecek hâl ehli öğretmenlerin elini tutabilmek. Peygamber’in her sözü, her hâli, yeterince düşünebilen insanların üzerine ciltler dolusu kitaplar yazabileceği derinlikte güzelliklerle dolu. Hz. Mevlânâ’nın buyurdukları gibi, onun bastığı toprağın tozu olmak dahî insanoğlu için bir lûtuftur. Onun hicret yolunun yoldaşları olabilmek niyâzı ile.
?
NE HABER 2015 Dost İslâm’a Hizmet Ödülleri Peygamber Efendimiz’in âlemlere rahmet olarak müjdelenmiş olan doğumunu kutlamak amacıyla, Altay Kültür ve San’at Eğitim Vakfı, Fetih Cemiyeti, Kerim Eğitim, Kültür ve Sağlık Vakfı, ve Türk Kadınları Kültür Derneği (TÜRKKAD) tarafından, Peygamber’e “Dost” olarak Peygamber ahlâkıyla yaşayıp eserlerinde de Peygamber’e hizmeti ön plâna almış olan kişilere verilmek üzere DOST İslâma Hizmet Ödülleri adı altında bir ödül ihdas edilmiştir. Peygamber’e hizmet edebilmek şüphesiz ancak O’nun tenezzülü ve dâveti ile gerçekleşebilecek bir lûtuftur. Biz kurumlar olarak böyle bir çalışmanın parçası olabilmenin şükründen âciz kalmaktayız. Ödüller 2005 yılı itibarı ile her sene Mevlid Kandili haftasında, özel olarak düzenlenen bir geceyle sahiplerini bulmaktadır. Şimdiye değin bu geceler kapsamında Ahlâk-ı Muhammedî, Hakîkat-i Muhammedî, Mi’rac, Ehl-i Beyt, Kâbe’nin Hakîkati, Osmanlı Padişahlarında Peygamber Sevgisi, Kur’ân-ı Kerîm, Dört Halife ve Sahâbe başlıkları konu edilmiştir. Her sene, gecenin ruhâniyeti ve ağırlığı ölçüsünde hazırlıklara bir sene öncesinden başlanmakta, İstanbul’un prestijli salonlarından birisinde gerçekleştirilmek üzere bu müstesnâ gecede âdeta hizmette yarışan yaklaşık yüz kişi görev almaktadır. Gece için hazırlanan dâvetiyeler, o sene için belirlenmiş temaya uygun bir içerikle yazılmış telif bir eserle birlikte ücretsiz olarak dağıtılmaktadır. Tüm sahne dekoru, koreografi, basılı materyal tasarımları, sunulan filmler ve müzikler o geceye özgü olarak hazırlanmaktadır. Bu sene dünyaca tanınan kompozitör Rahman Altın tarafından, bu yıl ki teması “Hicret” olan gecede, ‘Taleâl Bedru Aleynâ’ adı ile bilinen anonim eser yeniden düzenlenerek Peygamber Efendimizin Medine’ye girişlerini sembolize eden etkileyici bir koreografi eşliğinde sunulmuştur.
3 Ocak 2015’de Cemal Reşit Rey konser salonunda düzenlenen gecede Dost İslâm’a Hizmet Ödülü Türkiye’den Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi öğretim üyesi Prof. Dr. İsmail Kara’ya bugüne kadar yapmış olduğu çalışmalar vesilesiyle takdim edilmiş bulunmaktadır. Özellikle bilim çevrelerinin çalışmalarını yakından bildiği ve izlediği İsmail Kara, Türkiye’nin anlama ihtiyacı duyduğu, İslâmcılık ve modernleşme konularının ortaya çıkardığı temel meseleleri özünden ve değerinden kaybettirmeden güncel tartışmalara açmış, bu konuları eserlerinde yeni bir söylem ile gelecek nesillere aktarabilen usta bir yazar, tavizsiz bir bilim adamı olarak tanınmaktadır.
elif hilâl doğan
Gecede kendilerine 2015 yılı Dost İslâm’a Hizmet Ödülü, Mevlâna Hazretlerinin 22. kuşaktan torunları olan Esin Çelebi Hanımefendi tarafından takdim edilmiştir. İsmail Kara Hocamız ödül takdimini takiben, uygun şekilde yönlendirilmemiş olmalarından ötürü konuşmalarını yapamadan sahneden ayrılmak durumunda kalmışlardır. Organizasyonu gerçekleştiren ekip olarak ortaya çıkan bu aksaklık nedeniyle başta İsmail Kara Hocamızdan olmak üzere, Kıymetli Hocamızın konuşmalarını heyecanla beklemiş olan herkesten özür dilemeyi bir borç biliriz. Tevazuu ve nezaketi ile Peygamber Dostlarının dostlarını o geceye niyet edilmiş konuşmalarından mahrum bırakmayarak, dergimizin bu sayısında metin halinde yayınlanmasına müsaade eden İsmail Kara Hocamıza bir kez daha şükranlarımızı sunarız.
2105 DOST İslâm’a Hizmet Ödülü takdimi için hazırlanan konuşma notu Prof. Dr. İsmail Kara Pek muhterem misafirler, Müsadelerinizle hem memnun hem de mahcup bir haletiruhiye içinde olduğumu belirterek söze başlamak isterim. Memnunum, çünkü mütevazi ölçülerde yaptığım çalışmaların benim dışımda takdire layık bulunmuş ve mükâfatlandırılmış olmasından memnuniyet duymamak elimden gelmez. Jüri üyesi hocalarıma, TÜRKKAD başta olmak üzere Kerim Vakfı ve Altay Vakfı yöneticilerine bu lutufkârlıkları dolayısıyla teşekkürlerimi, hürmetlerimi arzederim. Aynı zamanda mahcubum, çünkü Efendimiz’in ve O’nun dostlarının mübarek isimlerinin de geçtiği “İslâma Hizmet Ödülü” benim naçiz omuzlarımın taşıyamayacağı ölçüde büyük ve şerefli bir mesuliyet olsa gerektir. Kendimce bir çıkış yolu buldum, bu ödülü hak edilmiş bir karşılık, bir mükâfat olarak değil bir dua olarak düşünecek ve öyle kabul edeceğim. İnşaallah gerçekten İslâma ve Müslümanlara, insanlığa hizmet olacak işler yapmak konusunda Yüce Allah hepimizi muvaffak kılar.
Erken denebilecek bir yaşta ilmî ve fikrî bir çabanın, bir yolculuğun hem bir iddia taşıması gerektiğini hem de tevazu hırkasına ihtiyaç gösterdiğini öğrendim. Çünkü kesin veya ihtimalli hükümler verecek, “dır”la biten cümleler kuracak, sert veya yumuşak tenkitlerde bulunacak, size kadar gelen ilmî bir hamuleyi içinde yaşadığınız zamanın şartlarında yeni bir süzgeçten geçirecek veya aynı şeyleri taze bir üslupla, canlı bir dille dillendireceksiniz. Bunlar iddiasız olmaz. Fakat ahkâm kesmeyecek, yolun âdâbına halel getirmeyecek, yol kesen olmayacaksınız. Bu da tevazusuz, selefe ve şecereye hürmetsiz olmaz. (Malumları olduğu üzere ahkâm hüküm kelimesinin çoğuludur fakat Türkçede hüküm vermek ayrı, ahkâm kesmek tamamen ayrıdır). İddia ve davanın/davetin bizim kültürümüzde aynı kökten olduğunu öğrendiğimde iddia ve tevazunun yanyana olabileceğini anlamaya biraz daha yakınlaştım diyebilirim. Çünkü aynı kökten bu iki kelime de bir düşünme ve yaşama biçiminin iki ayrı veçhesine işaret ediyordu.
üzerinden ulaştığım bölgelerdeki insanlar ve mekânlar vasıtasıyla edindim, hiyerarşi fikrini tanıdım, belki bunlar kadar önemli dostluklara ve arkadaşlıklara sahip oldum, ilim ve fikir yolculuğu için refikler buldum, müzakere ve tartışma imkânları yakaladım. İstanbul’un kendisi, hususen çok hoyrat davrandığımız eski İstanbul başlıbaşına bir mektepti. Onun binbir tesadüflerle ve cilvelerle bana öğrettiklerini herhalde tam ifade edemem.
Aslında Karadenizli olduğumuz için işin iddia kısmını halletmek herhalde kolay olmalıydı, onun için özel bir gayrete ihtiyaç yoktu. Fakat tevazuyu nasıl öğrenecektik, iddia bedenini tamir ve ıslah edecek, kabalıklarını örtecek bu hırkayı hangi pazardan alacak, nasıl kuşanacaktık? Bu meçhuldü ve kendisinden büyük kardeşlerinden biraz daha beni, belki kibri, beğenmezliği ilerde olan benim için zor bir işti.
Her ciddi iş gibi ilim, fikir ve sanat sahası da kuma ve ortak kabul etmez. Fevkalâde alıngan ve kıskançtır. Kendisine yan gözle baktığınızı, kenarından tuttuğunuzu anlar ve hemen sizden uzaklaşır. Âşıklarını arar, âşıklarına koşar. Bir meseleye, bir kitaba, bir âlime, bir cümleye, bir fikre siz ne kadar önem atfediyor, üzerine ne kadar ciddiyetle eğiliyorsanız o da canlı bir varlık gibi (“gibi” yanlış, “olarak” demek lazım) size o ölçüde sırlarını açacak, himmet edecek, alımlı yüzünü gösterecektir. Farklı yönlerini anlamak için bakışaçınızı değiştirirseniz o da hemen duruşunu değiştirecek, size yeni ve güzel taraflarını gösterecek, size yakınlaşacaktır. Rüyanıza girmeye ve cilveler göstermeye başladı mı bu kesinlikle hayra alamettir. Onu daha çok sevin ve daha sıkı kucaklayın; bakışlarınızı keskinleştirin. Kafa patlattığınız, çalıştığınız konuya dair kâbus görüyorsanız bu şerre alamettir ve bilin ki sizden dolayıdır, kendinize hemen çekidüzen verin, ortakları, kumaları azaltın; bakışlarınızı sadece birine, bir yere, sadece ona teksif edin...
Bu konuda rahmetli babam/ilk hocam ve ağabeyim Mustafa Kara söze pek ihtiyaç duymayan tavırlarıyla, yaşantılarıyla önümü açtılar, yolumun ana işaret taşlarını döşediler. Okuduğum okulların, kaderin sevkiyle karşılaştığım hocaların, hocalarımın doğrudan veya dolaylı yönlendirmelerinden, etkilerinden, işaretlerinden istifade ettim, hâlâ da ediyorum. Mühim bazı farkındalıklar için rahmetli Nurettin Topçu mektebini ve Hareket dergisi muhitini hususen zikretmeliyim. Kendilerine az sayılabilecek bir zaman kadar mülaki olabildim fakat eserlerinden, fikirlerinden, tavrından, üslubundan, çevresinden, talebelerinden istifade ettim, ediyorum. Aramızda bulunan Ezel Erverdi ağabeyi ve Mustafa Kutlu üstadımızı zikretmeden, bu çevrede tanıdığım İsmet Özel’i anmadan geçmek mürüvvete aykırı olur. Muhtemelen birçok bilgiyi, hissiyatı bu mektepte, onlar
Bendenizin bütün hayatını ilme vakfedecek bir bahtı ve talihi olmadı malesef, hâlâ yok. Bugüne kadarki hayatım çalışmakla, arayışlarla, birkaç talebeye yol göstermekle geçti ama aynı zamanda koşuşturmakla, bir şeyleri yetiştirmekle boğuştum desem yeridir. Elbette elhamdülillah demem lazım. Yoğunlaştığım alanların hakkını verebilmek için epeyce çevre meselelerle, farklı konularla ilgilendim. Belki de layık olmadığım halde bugüne, bu eşiğe kadar bendenizi getiren takdir-i ilâhî ve anamın-babamın duası yanında herhalükârda yolda olmayı, çalışmayı, okuyup okutmayı, yazmayı, şikeste-beste eserler vermeyi ısrarla sürdürmem olmuştur. Memleketimizin büyük problemlerinin olduğunda şüphe yok. Fakat aynı zamanda yeteri kadar devreye sokamadığımız büyük imkânlara, tarihî tecrübeye ve insan unsuruna sahibiz. Zaten her problem
bilen ve anlayan için aynı zamanda bir imkândır. Meseleyi anlamak, çözmek ve çözüme süreklilik ve dayanıklılık kazandırmak bir ülkenin aydınlarının en büyük ve sürekli görevi olmalı. İlim, fikir ve sanat hayatımız, okullarımız, üniversitelerimiz, kültür ortamlarımız çok kötü olmamakla beraber memleketimizin problemleri ve Türkiye’yi taşıma kapasitesi üzerinden tartıya vurulduğunda çok yetersizdirler.
elif hilâl doğan
Benim çalışmalarım da bu problemler, kopukluklar ve yetersizlikler arasında vücut buldu. Onun için eksikleri, zaafları çoktur. Bir mazeretleri varsa, olacaksa o da arkalarındaki kişinin nihayete ulaşmayı değil de yolda olmayı benimsemiş ve sevmiş olmasıdır. Bu vesile ile tahsilimde emeği geçen anamı, babamı, hocalarımı, kitaplarını ve işaretlerini hoca edindiğim yazarları, tahsilimiz sırasında bizi zevkle ve gözümüzün içine bakarak destekleyen yakınlarımızı, yardımlarına mazhar olmakla beraber tanımadığımız kişileri, bir şeyler öğretirken birçok şeyi farkettiğim talebelerimi, hususen yıllarca fahri dersler yaptığımız talebeleri hürmetle, minnetle, rahmetle, sevgi ile yad ediyorum. Yüce Allah uzun yolculuğa çıkanlarını rahmet ve lütuf deryalarında ağırlasın, yaşayanlarına uzun, bereketli, sıhhatli ömürler lutfetsin. Vefakâr eşim 35 yıldır sadece benim derdimi çekmekle kalmadı, kitapların tozlarıyla, masaların dağınıklığıyla, daktilo tıkırtılarıyla ve ihmallerimle de boğuştu. Eski kafalı bir insan olduğum için bugüne kadar ona yazılı teşekkürde bile bulunamadım, beceremedim, âdâba mugayir olur diye endişe ettim. Müsaadeniz olursa huzurunuzda ona ve evlatlarıma kazaya kalmış bütün teşekkürlerimi, ihmallerim için af niyazlarımı ifade edeyim. Hürmetler, teşekkürler… İsmail Kara
Bu sene, 2015 yılı Dost İslam’a Hizmet Ödülü yurt dışından da Prof. Tayep Chouiref’e “Spiritual Teaching of the Prophet” (Hz. Peygamber’in Mânevî Öğretileri) adlı kitabından dolayı takdim edilmiştir. Cezayir asıllı Fransız araştırmacı Roubaix, Shatibi Enstitüsü, Hadis Çalışmaları ve Arap Dili Bölümünde, tasavvuf ve tasavvuf edebiyatı konularında çalışmalar yapmaktadır.
2015 DOST İslâm’a Hizmet Ödülü takdimi için hazırlanan konuşma notu Tayeb Chouiref
Hanımlar, beyler, sevgili kardeşlerim, Umarım sizlere yeni dostlarım diye de hitab edebilirim... Bu hakiki misafirperverliğiniz için hepinize en derin şükranlarımı ve en içten selâmlarımı iletiyorum. Bu gece sizin aranızda olmaktan çok memnunum. Beni, sizlere “dost” olarak seçtiğiniz için çok müteşekkirim. İlk olarak size şükranlarımı ilettikten sonra bana lûtfettiğiniz bu onuru tevazu ile kabul ettiğimi ifade etmek isterim. “Peygamberimizin Mânevî Öğretileri” adlı kitabıma bahşettiğiniz bu lûtuftan dolayı çok duygulandım. Bu kitabın tohumu öğrencilik yıllarımda atıldı. Sevgili Peygamberimizin hadisleri ve bilhassa içerdiği mânevî öğretiler hakkında daha çok bilgi sahibi olmak istiyordum. Hadisleri okudukça daha da emin oldum ki onlar İslâm dünyasındaki mânevî krizlere önemli cevaplar içeriyorlar. Yıllar boyunca kendi mânevî arayışım için Peygamberimizin hadislerini ve İslâm evliyalarının şerhlerini yazdım. Fakat tüm dünyaya tesir eden
11 Eylül hadiselerinden sonra daha derin ve hakiki İslâm ahlâkı anlayışının gerekliliğini kuvvetle idrak ettim. Bu yolculukta kendimi her zaman borçlu addettiğim insan Dr. Martin Lings yani Şeyh Ebu Bekir Siraceddin’ dir. Haziran 2002 yılındaki ilk buluşmamızdan bu yana kendilerinin himmetiyle lûtuflar içindeyim. Hakk’a yürüdükleri 2005 yılının Mayıs ayına kadar kendisini düzenli olarak ziyaret etmek nasip oldu. Hazreti Muhammed’in Hayatı adlı kitabı onun en önemli eseridir. Kendisi hadis çalışmam için beni teşvik etti. Nur-i Muhammedî’nin mânâsından kaynaklanan yakîn ilminden dolayı kendisi bu konuda eşsiz derinlikte bir ilme sahiptir. Bu çağda birçok insan İslâm’ın sadece kanun koyan ve fıkıh anlatan bir din olduğunu düşünüyor. Ve maalesef çok az insan Sevgili Peygamberimizin mânevî mirası hakkında bilgi sahibi. Tüm samimiyetimle ümit ederim ki bu kitap çok sevgili yüce Peygamberimizin cemâlinin, hakikatinin ve irfanının kemalini ihlâsla arayanlara yardımcı olur. Allah Kerim diyerek bir kez daha cömertliğiniz için en derin teşekkürlerimi sunarım.
Hicret, Ahlâk-ı Muhammedî’ye Göçtür… Onbir senedir o yüce Peygamber, bu garip kullarına kendi adını anma şerefine nâil kılıyorlar. Onun adına -haddimiz olmayarak- ödül verme şerefine nâil olduk. Bizimle paylaşan bütün kurumlara şükürler olsun. Hz. Mevlânâ Fîhi Mâ Fîh’te şöyle anlatır: Kuyunun dibinde bir canavar vardır ve kuyuya düşen herkese bir soru sorar. Kimse onu bilemediği için herkesi de öldürür. Sonunda bizlerden bir derviş kuyunun dibine düşer. Aynı soruyla karşılaşır; en sevdiğin şehir hangisi? Yavaşça düşünür. Bağdat dese… -doğrusu Bağdat’tır, en sevdiği şehir…- Sonra birden aklına gelir, der ki; en sevdiğim şehir, sevdiğimin şehridir. Medîne sevdiğimizin şehri. Hocam Ken’ân er-Rifâî Hazretleri, vefâtından onbeş dakika önce öğrencilerine dönüp “Medîne’den çağırılıyorum, oraya gideceğim” buyuruyorlar. Bu bir göçtür ama ahlâksızlıktan ahlâklılığa göç etmiş bir peygamberin, zorluklardan hakîkate, mutluluğa göç etmiş bir peygamberin açtığı yolda, O’nun şehrinde O’na doğru varma yoludur. Öyle bir ülke ki, öyle bir şehir ki, kalplerinin içine peygamber sevgisini koymuş bir sürü insan, memleketi, şehri medenîleştirmişler. Medenî olmayan bir yeri o Peygamber aşkını merkeze yerleştirerek medenîleştirmişler. Bize de şunu diyorlar, kalbinizin içine Peygamber’i koyun ve medenîleşin. İnsan olmaya başlayın. O hâlde bugün bütün konuşmacıların çok güzel anlattığı gibi hicret, ahlâk-ı Muhammedî’ye göçtür. Hicret, İslâm’a, teslimiyete, Allah’ın önünde boyun vermeye göçtür. Hicret, negatiflikten pozitifliğe, dostsuzluktan dost olmaya göçtür. Hicret, nefsten rûha doğru yapılan göçtür. Biz bugün hicretle birlikte bunları hatırlamak istedik ve çok değerli, çok çok değerli iki dostumuza da peygambere dost olma güzelliğini bize bahşettikleri için âcizane birer ödül verdik. Dileriz ki bu gece, hepimizin mânevî hicreti için bir başlangıç gecesi olur. Aydınlanmış, O’nun mübârek doğumuyla aydınlanmış yüreklerimiz O’nun mânâsına doğru göç eder. Ne kadar şanslıyız… Ne büyük bir peygamber, ne büyük bir sultan… Gene Hz. Mevlânâ ile bitireyim müsaade ederseniz. Öyle diyor Fîhi Mâ Fîh’te, Allah, bütün güzellikleri, bütün saçılarını O’na, Hz. Muhammed’e saçtı. Sen bir varlık istiyorsan, git elini Peygamber’e aç. Çünkü ancak O’ndan alabilirsin. Allah yolundan, izinden, isrinden ayırmasın. Bu geceleri hazırlayan, sessiz sedâsız “ben yapmadım, arkadaşım yaptı” diyen sevgili çocuklarıma da şükürler olsun. Teşekkürler ediyorum. (Not: Cemâlnur Sargut’un 11. Dost – İslâm’a Hizmet Ödülleri Gecesinde yaptığı konuşmadır.)
Dile Gelen Taş’tan… Bak ne diyor adamcağız? Göçe göçe son menzilin ışıklarını görür oldum. Ben göçebeyim. Ammâ yollarda benim gibi daha nice göçebeler mevcut… Ne ki onların heybeleri, çıkınları dopdolu. Daha da her fırsatta duraklayıp heybelerini, çıkınlarını, azıklar, artıklar paralar pullarla doldurup şişiriyorlar. Halbuki son menzile onları çağıranlar “Daha ilerisi yok… O ağırlıkları boşuna taşıma, varacağın yerde altına, gümüşe iltifat edecek kimse bulamazsın, at sırtından onları… Bak, senden kalacak ne varsa onu kapıp paylaşmayı bekleyen kimseler etrâfında bekleşmektedirler… Ölüm hak, miras helâl…” diyerek hem ağlayacak hem gülecekler ve senelerdir sırtında hamallığını yaptığın ak ya da kara akçeni bölüşecekken belki kavgalarla, gürültülerle malın, mülkün üstüne çullanıp sanki kıyâmete kadar kendilerinde kalacakmışçasına senetleri sepetleri kendi üstlerine yazdıracaklar… ***
Bir ara bana da: “Heybende ne var?” diye seslendiler. “Ne bileyim?” dedim. “Baksana!..” dediler. Heybemin tek gözü vardı, araladım, baktım. Bomboştu. Ammâ bu nasıl bir boşluk olmalı idi ki içinden öylesine dayanılmaz bir râyiha çıktı ve “Allah!” diye bir ses geldi ki düşüp bayılmışım. Bu defâ, beni sorgu suâle tutanlar “Öldü, öldü!” diyerek etrâfımda toplandılar. Ölmemiştim. Onları duyuyor, lâkin cevap veremiyordum. Nasıl ölmüş olabilirdim ki, o güzel koku ciğerlerimden bütün mesâmelerime yayılmış, duyduğum o sesle berâber beni esîr etmişti. Etrâfımdakiler hâla “Zavallı göçebe öldü…” diyorlardı. *** Acaba hakları var mıydı? Gerçekten ölmüş müydüm? Her ne hal ise, bu ne hoş, ne tatlı bir ölümdü. Asla uyanmak, dirilmek istemiyordum. Onların anlayışına göre ölü idim. Son durağıma götürdükleri zaman, bu boş heybeli adama kimseler mirâsçı çıkıp baş ucunda çekişmeyecekler, gürültü koparmayacaklardı. Zirâ heybesinde altını gümüşü, zâd ü zâhiresi olmayan yoksul göçebenin uzun yıllar taşıdığı boş heybeden sızan o koku ve “Allah!” sayhası, mirâsçıların bekledikleri mîraslardan değildi ki…
sâmiha ayverdi
(Sâmiha Ayverdi – Dile Gelen Taş, Kubbealtı Neşriyâtı, Eylül 2008, İstanbul, s. 87 – 88)
Bir Yol Hikâyesi Şehir yaşamının çalışan insanı hep bir parça mutsuzdur. Çalışmaktan mutsuz, yaptığı işten mutsuz, kendinden mutsuz… Hep gelecekteki bir hayâle ulaşmak için kurar zembereğini. Bir an önce Cuma gelsin diye başlar her Pazartesiye. Hayattan keyif almayı hayâlindeki tatil paketlerinin içine saklar. Pazar akşamları olan sebepsiz hüzünlenme için hep Pazartesiyi suçlar. Ve her Pazartesi günü, Pandora’nın kutusunu yeniden açar umudunu içinde bırakarak…
emine ebru
Ben de o şehir insanlarından biriyim aslında. Çocukluktan bu yana yediğim lokmaya, içtiğim suya nasıl karıştıysa bu hâl, yıllardır almakta olduğum mânevî eğitime rağmen söküp atamıyorum bünyeden. Hz. Peygamber’in günü olan Pazartesi için bir sendrom yaratma fikrine artık çok daha mesafeli olsam da -Pavlov’un köpeği misali şartlanmışlığımdan olsa gerekhüzünlenirim pazar akşamları. O sebepsiz hüznü kırmak için Forrest Gump’ı seyrettim bu akşam. Pazar hüznüme müstehzi bir cevap olarak çıktı karşıma Forrest. Hani şu 1994’te altı Oscar ödülü alan ve başrolünde Tom Hanks’in oynadığı film… Forrest’ın öğrenme güçlüğü var. Zekâsı biraz geri. Hayata sözde 1-0 yenik başlayanlardan. Kendisine verilen yönergeleri sorgusuz takip ediyor; sabırla, sorgulamadan, kendince anlam yüklemeye çalışmadan yapıyor her ne yapıyorsa. En çok da koşuyor. Burnuna mikrofonu sokup koşusuna bir anlam yüklemeye çalışan gazetecilere inat o “geçmişi geride bırakmak için koş” diyen annesinin öğüdüne uyarak koşuyor. Bir yere varmak için değil, koşmak için koşuyor. Ve hayat onu kendi kaderinin tayin ettiği menzile zaten vardırıyor. Şehir insanı koşuyor. Hayâl ettiği hedefe varabilme umudu ile her gün koşuyor. Koşusuna
da hep bir anlam yüklüyor: Daha iyi bir geleceğe ulaşmak için… Yolla ilgilenmiyor, yalnızca hedefe kitlenmiş şekilde koşuyor ama o daha iyi gelecek nedense hiç gelmiyor. Yolu anlamaya çalışıyorum bu aralar. Gözümü hep uzak bir mesâfeye dikip cebimde umutlarımla koşarken ıskaladığım yolun farkına varmaya çalışıyorum. Cemâlnur Hocam hep “an bu an” demiyor mu? Ne geçmiş var, ne de gelecek. Bir tek parmağımı klavyenin tuşlarına gezdirdiğim şu an var. İdrâkim yalnızca bu âna açık. O zaman varacağım yer değil, alacağım yol önemli. Ve yolda öğrenebildiklerim. Yıllarca öğrendiğimiz doğruları üzerimizden usulca sıyırma zamanı mıdır artık? Sonuca değil sürece odaklanmayı seçsek, sülûk daha bir sülûk olmaz mı? Geriye dönüp baktığımda bütün hayatımı, fotoğraf karelerinin içine sıkıştırılabilecek anlardan ibâret buluyorum. Ve o anlar, ânın duygusunu hep en yoğun yaşadıklarımdan oluşmuş. O zaman o anların sayısını ne kadar çoğaltıp ucu cuna dizerse insan üzerinde yürüyüp geçmesi de daha bir keyifli olur hayat köprüsünün. Attığı adımlar da zengin ve bereketli olur. Pandora’nın kutusunun içi boş aslında, yolun kendisinde saklı tüm umutlar…
DUR “İnsan çok aceleci yaratılmıştır. Size yakında âyetlerimi göstereceğim. Şimdi acele etmeyin.” (Enbiyâ, 37) Her dâim bir yerlere yetişme telâşındayız. Mâlûm, şehir trafiğinden mütevellit, bizim için beş dakika bile önemli. Toplu taşıma kullanıyor musunuz bilmiyorum fakat kullananlar iyi bilir, hep bir kargaşa, itiş-kakış... Servise binmek için mücâdeledeyiz, trene binmek için inanılmaz bir rekabetteyiz, birbirimizi ezerek yol almanın umursamaz tavrı içindeyiz. Ne için?
mehmet can taşçı
Bir saat tefekkür, bir sene nâfile ibâdetten hayırlıdır. (Hadis-i Şerif) Her adımda ölüme biraz daha yaklaşıyor insan. Atarken farkında olmuyoruz tabiî ki... Çünkü farkındalık için bir dakika, hattâ belki Allah’ın ihsanıyla bir saniye de yeter. Durmak lâzım. Düşünmek için durmak lâzım. Hareket hâlindeyken bakarsınız, ama durursanız görürsünüz. Bakmakla görmek bir mi? O zaman, bir dakika durmak lâzım. O kaosun ortasında bir dakika durup bakın, göreceksiniz. Yersiz telâşlar insanları ne hâllere sokuyor... Bizzat tecrübe ettim. Servise yetişme telâşında koşan bir bayana başka birisi çarpıp geçti. Yere düşen bayanın ayağı kırıldı. Hepimiz baktık, geçtik, gittik. Beşerliği yaşayarak ne çok şey kaybettiğimizi bilmeden, insanlığın kıyısından geçmenin tadını almadan geçip gittik. Telâşlarımız vardı çünkü. Allah buyuruyor ya, kıyâmet günü herkesi sarhoş gibi göreceğimizi, gebe kadınların çocuklarını düşüreceklerini, emzikli bebelerin unutulup gideceğini... Sur’a üfürüldü de bizim mi haberimiz olmadı yoksa? Baksanıza, biz kendi
kıyâmetimizi kendimiz yaratmış gibi hareket eder durur hâldeyiz. Bu kadar hız, bu bedenlere biraz fazla. Hızlandırdığımız şey, yetişeceğimiz programımızdan ziyâde hesap günümüz aslında. Her adım eve gittiğini zannederken, hesap gününe yaklaştığını bir düşün. Bir adım, bir adım daha cennet ve cehennem kapılarının yüzünü gösterdiğini hayâl et. İşte bu yüzden şimdi, ünlem işaretini gördüğün an dur ve bir düşün! Durmayı pasiflik sandıysan yanıldın. Durmak başlamak çünkü. Durursak tefekkür edeceğiz. Bakmaktan görmeye geçeceğiz. Görünce başlayacağız. Başlayınca artık hepsi içinde: Görmek, bilmek, düşünmek. Hicret etmek belki de. Beşerlikten insanlığa. Yesrib’i Medine’ye çevirmek. Gafletle Yesrib’e döndüysek, tövbeyle Medine’ye tekrar hicret etmek. Gafletten hayıra dönmek için tekrar görmek. Görmek için tekrar durmak. Hiç bitmeyen bir hayırlı bir döngü gibi sanki. Birkaç adım geri düşerken, toparlanıp ileri yürümek. İyi gittiğini düşündüğün an gaflete düşmek, kusurunu bilip yeniden kendine çekidüzen vermek, bir daha, bir daha insanlığa hicret etmek. Dağların titreyip üstlenemediğini üstlenmek ağır tabiî; kolay olacak değildi. İşte bundan şânımız, şerefimiz... Neyim varsa senindir, sendendir, sanadır, deyişimiz. “Yalnız sana kulluk eder, yalnız sana duâ ederiz” feryâdımız... “Yalnız sendeniz, sana döneceğiz” yeminimiz... Her hatâdan sonra yeniden doğmak ümidiyle. Öyle ya,
Dedi ki: “Rabbinin rahmetinden, sapıklardan başka kim ümit keser? (Hicr, 56) Selâm ve muhabbetler ile…
umut alihan dikel
İçim, Dışım ve Rüyâlarım Nerede bu içerisi? İçim, her tarafımdan dışarı yansıyarak seyrettiğim dışarımı oluşturuyor. Dışadönük şu gözlerimi içeri çevirmem mümkün olmuyor. Bari hislerime kulak vereyim. Kalbimin atışını dinleyeyim. Her nabız, o kadar çok şey anlatıyor ki bir anda idrâkimin ötesine geçiverip gidiyor. Ben de oralara gideyim. Gönül sohbetinin ulaştığı bahçelerde bir çiçek olayım. Güzel güneşine açayım ve ne zaman istersen kapanayım. Ziyâretime arıların, kuşların, rüzgârların gelsin; misafirim olsun. Neyim varsa hepsi onların olsun. Yerleşmek için uğrayan bu mâneviyata kucak açalım da içimizi doldursun ve sevgisiyle ısıtsın. Sâyesinde dışarı yansıttığımız da dolu dolu, sıcacık olsun. Artık içi boş sözler sarf etme vaktinde değiliz. Etrafımıza, dünyayı güzelleştiren, renklendiren, yaşatan isimler ve sıfatlar saçma vakti geldi. Devir içimizi dışımızla bir etme devridir artık. Böyle bir birlik içerisinde rüyâlar ve yaşananlar artık ayırt edilemez olur mu? İnanıyorum ki uykuda görünen rüyâlarım, bir gün gerçek olacak. Gerçekliğim olacak. Hocamı ben orada yaşıyorum. O diyara, yanıbaşına göç edeceğim. O’nunla orada yüzümde bir tebessüm ve Allah’ımı tekrar hatırlayarak cemâlini hayal edeceğim. Gerçekleşecek olan hayallerimde bu hayat rüyâsından geçerken o güzel sûretine aşk ile bakakalmak ve bir daha muhabbetinden hiç eksik olmamak var. Yaşayabilmek nasip olur inşaallah.
HİCRET İÇİNDE HİCRET Bir umre ziyaretim sırasında seyahatimize rehberlik eden hocalardan biri “aslında hicret, bir yerden bir yere tekrar dönmek niyetiyle göç etmektir” demişti. Beni bu anlatım çok etkilemişti. Mekke’den, yani zulüm gördüğü, ama bir yandan da doğduğu şehirden ve çok sevdiği Kâbe’den, yabancı bir şehre, Yesrib’e göç etmişti Efendimiz. Yesripliler O’na kucak aşmış ve sevgiyle karşılamışlardı. Yesrip, Peygamberimiz gelince Medine yani “Medenî” olmuştu. Bunun içindir Medine, Mekke’ye göre daha cemâlli bir şehirdir; onlar Allah’ın halifesine kucak açmışlar, Peygamber de nuru ile şenlendirmiş Medine’yi. Efendiler Efendisi Peygamberimiz Mekke’ye tekrar dönmüş, haccını edâ etmiş ve Medine’ye dönmüştür; yani hicretinden sonra niyetlendiği gibi Mekke’ye, Allah’ın evine tekrar dönmüştür.
banu büyükçıngıl
*** Hicret hâdisesi sadece mekânsal değildir; içimizde de zuhur edebilir, âcizâne fikrime göre... Eğer hayvaniyetten kurtulup insan makamına erişmek istiyorsak, nefisten ruha göç etmek gerek. Bir başka deyişle, akıl denen karmaşık ve kısıtlı yerden gönle doğru, yani Allah’ın nurunun parladığı yere doğru sefere çıkmak lâzımdır. Nefis, cüz’î akıl ile kardeş gibidir. Akıl, nefsi beslemek için bahâneler uydurur. Vesvese ve kendince kurduğu mantık ile kandırır nefsi… Nefis ise kanmak için kendini haklı çıkarmak için hazırdır zaten. Buradaki cüz’î akıl ve nefis “BEN haklıyım, BEN biliyorum” diyen egomuzdur. Akıl vesveseleriyle kafamızı daha çok karıştırır, oysa biz huzurlu olma arzusundayızdır. Nefsimiz ve aklımız ise kolkola vermiş, kendilerini yüceltme derdindelerdir.
İşte bu kısırdöngü içindeyken, hayatımız istediğimiz gibi gitse de huzursuzuzdur. Gönle doğru adımlar atarken, ışığı taşıyan bir kâmil insanın peşine takılmalı ve çetrefilli yollara dalmamalıdır. O bizi kendi içimizde yolculuğa çıkartıp maksadımıza erdirecektir. Akıldan gönle doğru yolculukta insanın içinde bir tedirginlik olabiliyor, ama her adımda aydınlığa biraz daha yaklaştığını hissediyor insan. Tedirginlik, yerini huzura bırakıyor. Gönlün içine girince orada Allah aşkından başka bir şey olmadığını görüyorsun. Aklın ise bu işe akıl erdiremez, ama sesi kısılmıştır artık. Eskisi kadar rahatsız etmez seni, çünkü sen artık gönlünde cennetinde huzurlusundur. Ama tekrar akla geri dönmek ve onu Allah’ın aklına yani küllî akla katmak istersin. Yoksa eksik kalır bir parçan. Gönülden akla doğru tekrar sefere çıkarsın, artık değişmişsindir ve gönlün nuru ile gidersin aklına, aklın akıllı ise itiraz etmez boyun eğer küllüne. Akıl gönle bir secde etti mi, katar kendini Allah’ın aklına. Böylece insan makamına erişir beşer. Tabiî burada anlattığımız gibi kolay değil bu, aslında belki de zor da değil… Kimileri için bu bir öncelikle nasip, sonra da gayret işi. Allah hepimize hicret yolllarını açsın. Vesvese ve nefsâniyeti bırakıp göç yollarımızı Allah hep açık tutsun. İnşaallah biz de nasipliyizdir gönlümüze gidip oradan da cüz’î aklımızı külle rapt etmeye... Allah zorlaştırmasın, kolaylaştırsın inşaallah. Âmin.
Emİn Bazen hayatın öyle bir yerinde duruyor ki insan, kendisine bahşedilen ile kalbinden geçen istekler farklı olabiliyor. Üstelik kişi, durumun böyle bir farklılık içerisinde olduğunu keşfetse bile kalbinin isteklerine tutunup kendine hayır görüleni kabullenmekte zorlanabiliyor. Bu ayın konusu, benimle beraber bir zamandır böyle ikilemlerde olan ve kendine işaret arayan herkese yol gösterici olsun inşaallah. Hicret, hepimizin bildiği gibi kelime anlamı ile bir yerden bir yere göç etmek demektir. Lâkin bizler madde ile olduğu kadar, maneviyat ile de meşgul olmaya çalışmamızdan dolayı hicretin bir hayat tarzı olduğunu biliriz. Öyle ya… Ruhlar âleminden ana karnına, oradan bebekliğe, bebeklikten çocukluğa, ergenliğe, sonra yetişkinliğe, yaşlılığa ve ölüme geçişimiz hep hicrettir. Hattâ ölümden sonra bile berzah, haşr, mizan ve sırata devam edecektir seyrü seferimiz.
sesil pir
Ne var ki, insan olmanın psikolojisi içerisinde bizler, çoğu zaman yukarıda bahsi geçen kaçınılmaz geçiş evrelerinde dahi korku, telâş ve endişe duyabiliyoruz. Bunun yanısıra, bir ev değişikliği, bir iş değişikliği, yahut bir gereç yeniliği sözkonusu olduğunda da kolaylıkla strese girebiliyoruz. Ben meselâ gurbette olduğum süre boyunca en az sekiz defa coğrafya ve üçünde kıta değiştirmiş olmama rağmen, her yeni “göç” vakti geldiğinde taze bir tedirginlik içinde buluyorum kendimi. Bu zamanlarda aklım hemen devreye girip “Şşşt… Bana bak: Hicret edeceksin ama gideceğin yer tanımadığın, yabancısı olduğun bir yer: Nasıl alışacak, nasıl tutunacaksın?” diye bana vesvese dolu sinyaller göndermeye başlıyor. Bugün örneğin, kendi şirketimde, kendi işimi
yaparken bir yandan kurumsal bir şirkette uzun zamanlı bir iş arayışından olmamdan dolayı aklım ara ara devreye girip “Acaba önümüzdeki aylarda geçimini sağlayabilecek misin? Acaba ailen hala seninle gurur duyuyor mu? Acaba piyasada ismin unutulmaya mı başladı? Acaba eşin seni hâlâ başarılı (ve bu yüzden çekici) buluyor mu?” vs. gibi bir sürü soru ile beni sınamaya devam ediyor. Böyle zamanlarda kendimi yakalayıp aklıma diyorum ki: “Ey akıl, biz bilmiyor muyuz ki, bize bu aklı, bu gönlü, bu aşkı lâyık gören Hak, bizi asla yarı yolda bırakmaz? Senin bitmez tükenmez bir sabır ile sorduğu sualler, sadece benlik hevesinden. Var git, ötelere, ben Allah’ımdan eminim.” Zîra Nîsâ Sûresi’nde söylenildiği gibi “Kim Allah yolunda hicret ederse yeryüzünde gidecek, barınacak birçok yerler bulur, genişlik de bulur (En-Nîsâ 4/100)”, öğrenmişiz bir kere. Demek ki hicret, sadece fiziken bir yerden bir yere göç etmek değil, aynı zamanda, aklen ve kalben, her fırsatta daha iyinin, daha güzelin arayışı içinde olmaktır. Belki de daha ötesi, benlikten, günahkâr ve kalp kıran davranışlardan, zulümden ve zulümkârlardan arınarak hayra, iyiliklere, rahmet dolu söz ve davranışlara, Hak dostu kimselere doğru göç etmeyi de temsil etmektedir. Yaratan’dan her dâim emin olmak demektir. Rabbim hepimize idrak etmeyi nasip etsin inşaallah.
VEFÂ
Hicret bana hizmeti anımsatır, kendiliksiz halka dönmeyi ve halkı sevmeyi. Zorla değil, gönülden gelen hizmet aşkını, birliği ve beraberliği...
Hicret hâdisesi bana Hz. Muhammed’in tevazuunu, büyüklüğünü ve Allah aşkını hatırlatıyor. Bir de vefâsını…
Evlerini hiç tanımadıkları insanlara açan ensarın vericiliğini, her şeyini Allah için bırakıp Hz. Muhammed ile birlikte göç eden sahâbenin aşkını, imanını, İslâm’ın birlik demek olduğunu, hizmet demek olduğunu...
yeşim
İçilen bir kahvenin bile kırk yıl hatırı olması, bir harf öğretene kırk yıl kölelik yapılması benim için çok özeldir. Vefâ, neden bilmem, benim için çok önemli, çok kıymetli bir tavırdır. Zannederim bundan dolayı, hicret benim için en çok vericiliği ve vefâyı ifâde ediyor. Hz. Muhammed ile birlikte hicret eden sahâbenin Allah için, Peygamber için evlerini, işlerini, gerekirse âilelerini arkalarında bırakmaları vericiliğin en güzel örneği değil midir? Okurken ve konuşurken dile kolay gelen bu hâdiseler, bugün olsa, hangimiz böyle davranabiliriz? Hangimiz Allah aşkı, Muhammed aşkı için işimizi, gücümüzü, evimizi, âilemizi bırakıp ne olduğu belirsiz geleceğe adım atarız? Öyle bir iman, öyle bir sevgi ki insan ne diyeceğini bilemiyor. En ufak kötü huyu vermekte çok zorlanan bendeniz için aklın alması pek de mümkün olmayan ancak gönlün anlayabileceği bir hâdise hicret... Öte yandan, Peygamber Efendimiz’in kendisine zor gününde kucak açan Medine’de defnedilmeyi tercih etmesini de çok büyük bir vefâ örneği olarak görürüm. Doğduğu, büyüdüğü, evlendiği, baba olduğu, ilk vahyi aldığı ve o çok sevdiği şehirde değil de, Mekke’den oldukça uzakta olan, en dar gününde O’nu ve sahâbeyi kucaklayan ensarın olduğu yerde kalmayı tercih etmiştir Peygamberimiz. Yapılan iyiliklerin çabucak unutulduğu, hesapların hep son olaya göre değerlendirildiği, affetmenin ve hoşgörmenin zorlaştığı çağımızda ne güzel bir vefâ örneğidir peygamberimizin Medine’de defnedilmeyi istemesi... Hicret bana kulluğu, vericiliği ve vefâyı anımsatır, güzel Peygamberimiz’de en üst düzeyde olan.
Nasip etsin Allah inşaallah...
elif dinler
İstanbul Günleri 3 SÜLEYMANİYE ve MİLLİ ROMANTİZM
ressamları ile aralarındaki perdenin kaldırılmasını istemiş. Odalarının duvarları öylesine cilâlanmış, öyle parlak aynalar haline gelmiş ki perde kalkıp Çin nakışları bu duvarlara aksedince resimler defalarca daha güzel görünmüş. Mesnevî diyor ki “O odalar sofi gönülleridir ki en parlak aynalar gibi her türlü tozdan ve pastan tertemizdirler. Bu aynalara güzelliklerin en hakikisi akseder.“
İstanbul gezmelerimizden bir yenisine hoşgeldiniz! Sâmiha Ayverdi’nin “İstanbul Geceleri” kitabını takip ederek İstanbul’un semtlerini geziyoruz. Amacımız Sâmiha Anne’nin İstanbul’unu anmak; hem gezmek ve hem de onun bize tanıttığı fikirleri hatırlayıp üzerinde düşünmek. Onun fikir kuşu bize yol göstersin; olursa kusurumuz şimdiden affolsun, yolumuz açık olsun. * Geçmiş aylarda “Şehzadebaşı ve Mâzi Tahassürü” ile “Beyazıt ve Halk-ı Cedid”den söz ettik. Kitaptaki sırayı izleyerek bu ay Süleymaniye’deyiz. Bu seferki gezimizde biri mümtaz, biri ay yüzlü, her ikisi de parlak aynalar gibi güzel gönüllü iki arkadaş var yanımda. Süleymaniye’yi birlikte dolaşacağız ve size anlatacağız.
İşte böyle tertemiz gönüllü yol arkadaşlarım var, ne şanslıyım. * Sâmiha Ayverdi’nin “İstanbul Geceleri” kitabında “dininde imanında” bir semt olarak anlattığı Süleymaniye acaba bu tertibe nasıl girmiş? Şeyhülislâm Kapısı’ndan dolayı mı, İstanbul’un en büyük camii burada olduğundan mı, yoksa caminin külliyesindeki medreselerinden dolayı mı? Şimdi İstanbul Müftülüğü olan, zamanında Ağa Kapısı yani yeniçeri ağasının konağı, ardından da Şeyhülislâm Kapısı olan mütevâzi bir yapı görüyoruz. İmparatorluğun dört bir yanına dağılan fetvâlar hep bu merkezden çıkmış. Buraya ulaşan yolun adı hâlâ “Fetvâ Yokuşu.” Kimbilir kimler ne heyecanla tırmanmışlar bu yokuşu fetvâ duymak için?
Bir zaman önce Kenan Rifâî’nin “Şerhli Mesnevî-i Şerif”ini ilk kez elime alıp rastgele bir sayfa açtığımda karşıma Anadolu ve Çin ressamlarının hikâyesi çıkmıştı. Hikâyeyi bilirsiniz: Anadolu ve Çin ressamları sanatlarının üstünlüğü konusunda bahse girmişler, padişah da ortaya eser koyun demiş. Çin nakkaşları taklit olmasın diye Anadolu ressamları ile odalarının arasına bir perde konulmasını istemişler, ardından da türlü boyalar kullanarak renklerin çokluğu ve güzelliğiyle gözler kamaştıran nakışlar yapmışlar. Bu arada Anadolu ressamları ise boya falan istememişler, duvardaki pasları giderip cilâlayarak parlatacak malzemeler almışlar. Çalışmalar uzun sürmüş. Sonunda padişah, Çinli ressamların yaptığı resimleri görmüş ve hayran olmuş. Anadolu ressamlarına gelince onlar Çin
Bu semt aynı zamanda esnaf ve tâcir semtiymiş. Ne Tiryaki Çarşısı kahveleri ne de Divitçiler Çarşısı var artık. Divit medreselinin hem mürekkebini, hem kalemini yanında taşımasını sağlayan metalden yapılan ve belde taşınan bir nevi yazı takımıymış. Divitçiler Çarşısı günlük olarak kullanılan her eşyayı birer sanat hârikasına çeviren o zamanın zarâfetinin bir uzantısı olarak muhteşem pirinç, gümüş,veya abanoz divitleri hazırlarmış. Divitler şimdiki öğrencilerin taşıdıkları tablet denilen bilgisayarlar gibi sanki, tabiî zamanımızda performans beklentisi estetik beklentilerin çok önüne geçmiş. Kimbilir belki de ruh, beslendiği estetikten böylece mahrum kalmış. * Tabiî ki bu gezinin en önemli uğrak yeri, muhteşem Süleymaniye Camii. Sâmiha Ayverdi’nin Selimiye’den bile daha çok beğendiğini belirttiği
Süleymaniye Camii’ni görmek her nasılsa bana daha önceden nasib olmamıştı; bu gezi buna vesile oldu. Caminin girişindeki yazıdan şu bilgileri alıyoruz: “Külliye, Kānûnî Sultan Süleyman tarafından Mimar Sinan’a 1550-1557 yıllarında yaptırılmış ve cami, dârüttıp, medreseler, dârülkurrâ, sıbyan mektebi, hamam, imâret, bîmarhâne, çarşı, Kānûnî ve Hürrem Sultan türbeleri gibi yapılardan meydana gelmiş. Peki nedir Süleymaniye Camii’ni bu kadar özel yapan? Kānûnî Sultan Süleyman İstanbul’un fethinin 100. yıldönümü için bir camii yaptırmak istemiş. Rivâyet o ki bir gece rüyasında peygamberimizi görüyor. Peygamberimiz ona caminin yapılacağı yeri, yani arsasını gösteriyor. Kānûnî heyecanla uyanıyor. Ertesi gün Mimarbaşı Mimar Sinan ve tüm etrafını toplayıp bu mekâna getiriyor. Sultan Süleyman alanı gösteriyor, Mimar Sinan “Minberi buraya koyarız, mihrabını şuraya koyarız” diye anlatıyor. Sultan bu düşünülmüş planları duyunca şaşırıyor ve “Sen bir yerden haberli misin?” diye soruyor. Mimar Sinan “Siz gece peygamberimizi gördüğünüzde ben hemen arkanızdaydım, o size tarif ederken ben de duydum” diyor. * Gezimize devam ediyor ve caminin içine giriyoruz. Caminin sadeliği ilk dikkatimi çeken ve beni şaşırtan özelliği oluyor. Nedense başyapıt olarak daha abartılı, süslü, bezeli, yaldızlı bir şey beklemişim. Ama o sadeliğin içinde asil denebilecek ölçülü süsü fark ediyorum. Aklıma Anadolu ve Çin ressamlarının hikâyesi geldi tekrar: “Anadolu ressamları çok renkli olmaktansa renksizliği tercih ediyorlardı…Onlar bu kadar çok rengin nihâyeti renksizliktir; mârifet, renklerin bolluğunda değil, renksizliğin zuhûrundadır inancındaydılar. Nitekim göklerdeki bulutların, göllerdeki suların kendi renkleri yoktur. Onları
renkten renge koyan, semâdaki güneştir.” Bu camiiyi ortaya çıkaran bizim ecdadımız ne muazzam bir iman anlayışındaymış… Kimbilir camiyi yaparken belki de istemişler ki sâdeliğin, renksizliğin fazileti üzerimize sinsin ve gönüllerimiz Allah aşkı ile cilâlansın. Yine bizim ecdâdımız değil mi mânânın yanısıra madde ile de bir sonraki nesillere ilham vermek istemiş? Zamanında akıl almaz bir teknoloji kullanarak yapılmış Süleymaniye; mimârî geometri başlıbaşına bir estetik hârikası imiş. Dillere destan akustiği ile mihrapta kılınan namazda hocaefendinin okuduğu duâ en arka saftakiler tarafından bile duyulabiliyormuş. Ya “is odası”na ne demeli? Cami, içindeki kandil islerini temizleyecek hava akımına uygun inşa edilmiş. Bir odada toplanan bu isler mürekkep yapımında kullanılmış. Bu mürekkeple caminin içindeki yazılar yazılmış. * Sâmiha Ayverdi’nin “İki Âşinâ” kitabında da şu anıyı buluyoruz: İş dönüşü arabada beş yüksek tahsilli genç bulunmaktadır. Şişhane yokuşundan inerek Unkapanı Köprüsü’ne girmeden evvel karşılarına Süleymaniye Camii çıkar. Bu gençlerden İstanbul’da üniversite okumuş ama İstanbullu olmayan, diğerlerine bu caminin hangisi olduğunu sorar. Doğma büyüme Istanbullu olan gençler, Sultan Ahmet der, Fatih der, Ayasofya der ama Süleymaniye’yi bilemez. Süleymaniye olduğu anlaşıldıktan sonra daha da acısı bu gençlerin hiç birinin Süleymaniye’yi gidip görmediği ortaya çıkar. Sâmiha Anne “Dünyanın hangi ülkesinin hele münevver kesiminde bu derece koyu bir gaflet ve maşeri şuurdan mahrum bu kadar ağır bir bilgisizlik düşünülebilir?” der ve ekler: “Bugün Türk evlâdı bir müşterek hâfıza bereketinden mahrum bırakılmıştır… Bir ilericilik damgası
vurulmuş milli eğitimin günahı ile hasta düşmüş nesiller yetiştirilmiştir.” Nihad Sami Banarlı’nın bir konuşmasını da Sâmiha Anne bize aktarır: “Türk evlâtları ne zaman Süleymaniye’nin önünden onu gören gözle geçer, milli romatizmini idrak edecek olurlarsa işte o zaman Türkiye kurtuluş ve selâmet çağının idrâkinin şuurunda olur.” Ardından Sâmiha Anne devam eder: “Şu halde biz de ‘Ne imiş bu milli romantizm?’ diye kendi kendimize soracak olursak, şu kısa cevapla sözümüzü bitirelim: Türk milletine ait bütün güzellikleri, değer ve hasletleri bir aşk ve şevk halinde tâ yüreğinde hissetmek, fikir milliyetçiliğinde kalmayıp gönül milliyetçisi olmak ve nesilleri bu heyecan ile yetiştirmek.”
elif dinler
Not: “Milli Romantizm” ile ilgili düşüncelerinizi, Süleymaniye anı veya fotoğraflarınızı paylaşmak isterseniz elifkdinler@gmail.com adresine veya Instagram elifkdinler hesabına yazabilirsiniz.
SELÂMİÇEŞMELİ YAKUBİ BABA
Yer Fıstığı Ezmeli Katmer
Malzemeler: Baklavalık - Böreklik Yufka, Light Yer Fıstığı Ezmesi (şekersiz), Hindistan Cevizi Yağı, Bal (süzme)
Hazırlanışı: Yufkadan kenarı yaklaşık 20-25 cm olan kareler kesin. 3’er ya da 4’er katlı olarak porsiyonlar hazırlayın. Her bir karenin üzerine bir tatlı kaşığı hindistan cevizi yağı ve bir çorba kaşığı fıstık ezmesini bıçakla yayın ve sağından ve solundan katlayarak dikdörtgen şekline getirin. Önceden ısıttığınız döküm tavada her iki yüzünü yağsız olarak kızartın, eriyen hindistan cevizi yağı katmerinizi yağlayacaktır. Daha sonra ikişer ikişer tabaklara servis yaparak ve üzerine bal gezdirerek katmerinizi tatlandırın.
Âfiyet olsun.
GÖRÜŞMEK ÜZERE
www.nefesyayinevi.com hernefesdergisi@nefesyayinevi.com facebook.com/HerNefesDergisi twitter.com/HerNefesDergisi instagram.com/hernefesdergi