Her Nefes - Mart 2015 / Sâmiha Ayverdi

Page 1

MART 2014 2015 KASIM

66.sayı 62.sayı

AYLIKAYLIK TASAVVUF DERGİSİ TASAVVUF KÜLTÜRÜ KÜLTÜRÜ DERGİSİ Sâmiha Ayverdi HZ. Harakâni


EDÝTÖRDEN Merhaba dostlar, Yeni bir yılda üçüncü sayımıza ulaş k. Zaman çok çabuk geçiyor. Zamanın kıyme ni bilmek gerek der büyüklerimiz. Bir de bazı büyüklerimiz vardır ki, hem onlar zamanın değerini bilir, hem de zaman onların kıyme ni bilir. Onlar zamanın ötesinde zamana hâkim, kâmil insanlardır. İşte Mart 2015 sayısında konumuz böyle bir sultan olan “Sâmiha Ayverdi”. Sâmiha Annemizi anlatmak kolay değil, mükemmel bir öğrenci, anne, yazar, vatansever. Her hâliyle ve her sözüyle devamlı öğreten kıymetli bir öğretmen… Hangi hâlini, meziye ni anlatmak mümkün olur bilemiyorum. Hani denizler mürekkep, ağaçlar kalem olsa, ne biz onu hakkıyla anlatabiliriz, ne de anlatabildiklerimiz O’nu tanımlamaya yeterli olur. Velhâsıl, kelimelerin kifâyetsiz kaldığı bir güzel sultan hakkında yine dergimiz. Bizlerin onu anlatmaya yine gücü ve mecâli ye şemese de, bir grup öğrenmeye çalışan olarak, tüm eksikliklerimiz için hoşgörünüze sığınıyoruz. Bu noktada en çok da kıymetli Sâmiha Annemizin hoşgörüsüne sığınıyoruz. Çünkü bizler ne onun gibi güzel Türkçemizin kelimelerini yerli yerinde ve hakkını vererek kullanabiliriz; ne de onun gibi muhteşem bir bilgiye, zekâya ve hâ zaya sahibiz. Çok şükür ki bizler ancak onun eşsiz ha raları, kültürü, bilgisi ile yoğrulmuş sayısız eserleri yardımıyla dinimizi, çok sevdiği peygamberimizi, hocasını, vatanımızı, İstanbul’u, onu ve kendimizi tanımaya çalışıyoruz. Bize bir nimet olan en büyük eseri öğrencileri hâlâ onun engin ırmağını güldür güldür gönlümüze ve dimağımıza akı yorlar, çok şükür. Allah bizlere o kıymetli sultanları anlamayı, onların yollarında dâim olmayı ve onların hallerini, edeplerini giyinmeyi nasip etsin inşaallah. Mart 2015 sayımıza hoşgeldiniz, safâlar ge rdiniz.

Yosun Mater



SOHBETLER Sâmiha Hanım: - Bir şeyi, meselâ lâ fâile illallah düstûrunu yalnız bir misâle bağlı olarak öğrenmek kifâyet etmiyor. Bir şeyi öğrenmek için onu hâl etmek icap ediyor. - “Elbe e bu tâlim e ğim, bir misalden ibâre r. Şimdi sana bir riyâziye (matema k) meselesi versem, ‘Dört okka kömür beş kuruştan ne eder?’ desem, hesap eder bulursun. Fakat aynı meseleyi bir başka misâl ile söylesem, ‘Sâmiha ve Semîha çarşıya gi ler, yüz kuruştan on sekiz arşın kumaş aldılar, bunu hesap et!’ desem, ‘A, ben kömürü hesap etmeyi öğrenmiş m, bunu bilmem’ diyebilir misin? Eğer kaideyi öğrenmişsen, onu bütün meselelere tatbik etmekte güçlük çekmezsin. Bir mânâda, evliyânın kerâmetleri de böyledir. Velî bir kerâmet izhar ediyor. Sen ona saplanıp kalmamalısın. Çünkü bu Hak sevgilisinin kendisi baştan ayağa kerâme r. Onun kerâme ile meşgul olup kalacağına, kendisini temâşâya çalış!”

mâneviyâ işaret için vücut bulmuştur. Ve sonra mevcûda a her ne varsa, hepsi insanda mevcu ur. Meselâ, Mûsâ ile Firavun vak’ası nedir? Ruh ile nefis mücâdelesi değil mi? Sonra Mûsâ ile Firavun bugün de mücâdelede değil midirler? Evet mücâdelededirler ve bu mücâdele kıyamete kadar da devam edecek r. Âfaktaki âyetler ve eserler, insanın içinde olanları bilmek ve göstermek içindir. Âlemde Cenâb-ı Hakk’ın ne kadar tecellî etmiş âyet ve eseri varsa bunların cümlesi insanın nefsinde toplanmış r. Ve enfu-siküm efelâ tübsirûn: Her şey nefsinizdedir, kendinizdedir. (Bunları) hiç de görmüyor musunuz? (Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbeal Neşriya , 2. Baskı, İstanbul 2000, s.82)

Sâmiha Hanım: - Bir Mesnevî bey nin mânâsında, bu cihânın vusla , devlet ve izze nin muhabbe , öteki âlemin firâkı olur, deniyor. - “Ya bundan geç, ya ondan! demek.

(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbeal Neşriya , 2. Baskı, İstanbul 2000, s. 60)

Sâmiha Hanım: - Mesnevî-i Şerif de şöyle bir beyit okudum: Beytullah, Beytullah olalı Allah gidip orada oturmadı. Benim gönlüm hanesinde ise Hay’dan gayrı bir şey yoktur. - “Evet, Kabe bünyâd-ı Halîl-i Azerest/ Dil bebünyâd-ı Celîl-i ekberest. Kâbe, Âzer’in oğlu Halil’in binâsıdır. Gönül ise Allah’ın halvethânesidir. Zâten maddiya a olan her şeyin mâneviya a da aynı vardır. Her maddî varlık,

Bir gün Harun Reşit, sarayının penceresinde oturmuş düşünüyor; bu dünyânın pâdişâhı oldum, acaba âhiret pâdişâhı da olabilir miyim, diyormuş. Bu sırada, kardeşi Behlül Dânâ da yerde yatan kalın bir direğin ucundan tutup kaldırıyor, sonra öbür tara na geçip öteki ucundan da kaldırıyor, fakat tam ortasından tutup kaldırmak isteyince, buna gücü yetmiyormuş. Sarayın penceresinden manzarayı seyretmekte olan Harun Reşit, “Behlül, orada ne yapıyorsun?” diye sormuş. Hikmetli söylemeye alışmış olan Behlül de ‘Ne olacak, dünyâyı istedim oldu, âhire istedim, o da oldu. İkisini birden yapayım, dedim, o olmuyor işte!’ diye cevap vermiş.” (Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbeal Neşriya , 2. Baskı, İstanbul 2000, s. 104)



cemâlnur sargut ile söyleþi

“Sâmiha Ayverdi, reaksiyon insaný deðil, aksiyon insanýydý.” Kendisini tanımlamak üzere “mutasavvıf”, “edebiyatçı” ve “mütefekkir” gibi sıfatları kullandığımız ve ardından kullandığımız her bir sıfa , kuru ve yetersiz bulduğumuz Sâmiha Ayverdi, Mart ayı içerisinde vefâ nın 22. yıldönümünü idrak edecek olmamız dolayısıyla çok şükür bir kere daha dergimizi şereflendiriyor. Kendisinin talebesi olarak hocasının ilmini bugüne akse ren bir öğretmenle, Cemâlnur Sargut’la, bu sayımız için hazırladığımız söyleşi vesilesiyle Sâmiha Ayverdi hakkında sohbet etmenin zevkini bir kere daha yaşadık. Müge Doğan: Hocam, bundan yaklaşık yüz yıl önce doğmuş olan Sâmiha Ayverdi mutasavvıf kimliğiyle olduğu kadar târih, fikir, edebiyat alanında da iz bırakmış. Bu iz bugün daha da belirginleşmekte. Sâmiha Ayverdi bu çağın insanına bir mutasavvıf, bir edebiyatçı ve bir fikir insanı olarak neler söylemektedir? Cemâlnur Sargut: İnsân-ı kâmillerin çok mühim bir özelliği var: Onların devirleri olmaz. Onlar devirleri oluştururlar. Yani zamanı onlar oluştururlar. Onun için zaman, kâmil insanın

ilminden başka bir şey değildir. Bizler Sâmiha Anne’den Ken’ân er-Rifâî Hazretleri’nin ilmini öğrenen kişileriz. Böyle kâmil insanlarda kendilerine âit bir varlık olmadığı için onlar mürşitlerinin ilmini, bilgisini, hakîka ni bize çeşitli farklı yönleriyle aktarırlar ve devrin ih yaçlarına göre aktarırlar. Sâmiha Anne’nin yaşadığı devirde en büyük ih yaç, siyâsî görüşlerde ortada olabilmek, dini ve imânı insana anlatabilmek, haram ve helâlden insanı koruyabilmek ve o dingin devir içerisindeki savaşları önleyebilmek . Sâmiha Anne bu yüzden edebiyatla, ilimle, tasavvufla, romanla, her şeyle kendi inançlarını ve bilgilerini aktardı. Çünkü o devir, tekkelerin kapanması dolayısıyla, direkt olarak tarîkat ve tasavvufun anla lamadığı bir devirdi. Dolayısıyla Sâmiha Anne çok büyük bir devrim yapmış ve romanın içinde tasavvufu vermiş r. Romanla tasavvuf anlatan ilk kişidir bence. Herkeste bu bir öge olabilir; tasavvu an ögeler olur, her cümlede tasavvu an bir öge olur ama onun direkt tasavvufu bütünüyle verdiği kitapları bizi çok etkiler. Yani insan bir “Batmayan Gün”ü okuduğu zaman, okuyup bi rdiği zaman, Mesnevî okumuş kadar bilgi edinir. Müge Doğan: Peki o devirde daha mı çok kitap okunuyordu? Cemâlnur Sargut: O devirde çok kitap okunuyordu çünkü o devirde televizyon yoktu, radyo vardı ve kitaplar okuduğumuz bir devirdi. Münâzaraların ve fikir teâ lerinin çok olduğu bir devirdi. Tefekkürün bu devre göre çok daha fazla olduğu bir devirdi. Bu bakış açısından bak ğımız zaman Sâmiha Anne’nin bunu çok iyi kullandığını görüyoruz. Fakat ben O’nun “bunu çok iyi kullandığı” lâ nı da çok sevmiyorum çünkü bilinçli yap ğı bir şey değildi bu Sâmiha Anne’nin. Ha â bir keresinde, bir kitabında “Keşke kalemime hükmüm geçseydi” diyor. O kendini Allah’a tamâmen teslim e ği için, Allah’tan geleni olduğu gibi akse ren bir sultandı. Bunun içine yalnız tabiî ki O’na verilen tra güzellikleri ve ögeleri de yerleş rdiği için Allah’ın sana nı Sâmiha Anne’de seyretmek farklı


bir yönden çok güzel oldu. Meselâ târih sevene târihle, siyâset sevene siyâsetle, ilim sevene ilimle, edebiyat sevene hârika Türkçesiyle tesir e . Tasavvuf sevene, her kitabının etkilemesini sağladı. Bu şekilde devri içinde ahlâk, edep ve ahlâk-ı Muhammedîyi yerleş rmeye çalış . Şimdi bu devre bunu ge rdiğimiz zaman, bu devir tasavvufun âşikâr olduğu, insanların bunu okumaya yönlendiği, meyle ği devir. Bu devrin en büyük dezavantajı, evet herkes tasavvufu seviyor fakat kimse tasavvufu bilmiyor. Bu devir içerisinde çok hızlı bir gelişim var, 2000’den beri hızın çok ar ğı bir devir yaşıyoruz. Bu hız içerisinde belki Sâmiha Anne senaryolarla, filmlerle, filmlerin içindeki küçük ögelerle ahlâk anlayışını yayacak ve dünyaya yayacak . Ben Sâmiha Anne’nin isteğinin, islamofobianın olduğu bir dünyada hakîki İslâm’ın tasavvuf anlayışının dünyaya yayılması için mücâdele vereceğini düşünerek kürsüleri kurma gayre içine girdim, -“girdik” daha doğrusu. Bu bakış açısıyla bakarsak yani bugün yaşasaydı Sâmiha Anne, bence bunu yapardı. Ha â Hz. Fatma bugün yaşasaydı Sâmiha Anne gibi giyinir, Sâmiha Anne gibi oturur, Sâmiha Anne gibi kalkar ve Sâmiha Anne’nin yapmak istediklerini yapardı diye düşünüyorum. Müge Doğan:Sâmiha Ayverdi 22 Mart’ta vefât etmişler. Mart ayı kadınlar günü ile anılıyor daha çok. Sâmiha Ayverdi dünyadaki kadınlar için neyi ifâde edebilir? Dünyada tar şılan kadın meselesine nasıl bir açılım ge rebilir? Sâmiha Anne’nin vefat günü iki yönden çok önemli. Bir tanesi hakikaten kadın ayında vefat etmesi; yani burada bize gerçek kadın olmanın değerini bir kere daha ha rla yor. Sâmiha Anne hep çok edepliydi, çok şık , çok güzeldi fakat kimse O’na kadın da diyemezdi; yani dişi diyemezdi, hakîkî bir kadındı. Misâfirperverliğiyle, ev sâhipliğiyle, insan sevgisiyle, hoşgörüsüyle, kimse aleyhinde konuşmamasıyla, tevâzuuyla, tevâzuunun içindeki vakarıyla çok güzel bir

kadındı. Fakat O’nun söylediği bir söz de kendini anla yor zaten. Diyor ki “bugünün çarşa kadının şahsiye dir, bugünün peçesi de kadının vakarıdır.” Buradaki “vakar”, biliyorsun, izzet-i nefs değil, izzet-i ruhtur. Vakar, izzet-i nefs değil; yani nefsi için insan mücâdele etmez, ruhu için yani Allah için mücâdele eder. Kadının mücâdele şeklini bize öğre yor. Aynı zamanda âile ile ilgili yap ğı çalışmalarla ve bir âilede kadının nasıl olması gerek ğini anlatarak, annenin özellikle, çocuğunu nasıl ye ş rmesi gerek ğini anlatarak bugünün kadınlarına, bugünün annelerine de çok büyük öğütler veriyor Sâmiha Anne. Dolayısıyla ben yani biraz kadınsam, Sâmiha Anne’nin cinsiye nden olmaktan dolayı kadınlığıma hürmet ediyorum ve O’na benzemeye çalışıyorum. O’nun gibi olmaya, O’nun gibi giyinmeye, O’nun gibi edebimi takınmaya çalışıyorum. Yani burada kadın olma hâlini kaybetmeden, cinsiye ni kaybetmeden, dişi olmaktan kurtulmak anla lıyor ki bu çok önemlidir. Yoksa “erkek gibi olalım” düşüncesinden, erkekleşen kadınlardan bahsedilmiyor. Müge Doğan: Feminizm değil yani...

Feminizm yok, feminizme karşıydı. O her türlü “-izm”e karşıydı. Erkekleşmiş kadın değil fakat dişilikten kurtulup gerçek kadınlığını bulmuş kadından bahsediyor. İkinci bir şey var, çok önemli. Sâmiha Anne’nin vefat günü o sene Dünya Su Günü olarak ilân edildi. Su biliyorsun diriliş demek r. Yani onun toprağa girişinin, dirilişi ar rdığı muhakkak dünya yüzünde. Yani onun ilminden faydalandığımız zaman dirileceğimizi bize öğre yor Allah. Bu bakımdan da bu gün çok önemli bir gün diye düşünüyorum.


cemâlnur sargut

Müge Doğan: Çağımız hız çağı. İlim kemâl seviyesinde anlaşılmaya başladı. Ancak madde hâlâ hayat için önemli bir kriter olarak görülüyor. Bugünün gençleri zâhiren geçen yüzyılın bir simâsı olarak yaşamış olan Sâmiha Ayverdi’den ne öğrenebilir ve öğrendiklerini yaşayışlarına nasıl uygulayabilirler? Cemâlnur Sargut: Sâmiha Anne devrinde madde ile mânâ bu kadar birbirinden ayrılmamış . Fakat günümüzde madde ve mânâ iki ayrı grup oluşturdu. Mânâ çok yükseldikçe madde de çok yükseldi. O yüzden şu anda tam bir ça şma var. Yani materyalist dünyayla mânevî dünya arasında muazzam bir ça şma var. Buna mânevî dünyayı yanlış yaşayan kişiler, materyalist dünyada da ateizmi seçen kişiler sebep oluyor. O zaman gruplaşma ve bölünme oluyor. Hâlbuki insan madde hayâ nın şartlarını bir tarafa atmadan, bunların içinde mânevî yaşan sını devam e rebilirse orta noktayı buluyor ki sırât-ı müstakim bu demek r. Sâmiha Anne’nin bize örnek olduğu önemli noktalardan bir tanesi budur. O çok iyi bir ev hanımıydı, çok iyi bir anneydi, çok iyi bir ev sâhibiydi, çok iyi bir yazardı ama hiçbirini de ihmâl etmeden, bütünü içerisinde haya nı yaşadı. Biri diğerinin önüne geçmedi. Aynı zamanda çok iyi bir dos u. Çok iyi bir ahbap . İnsanları çok koruyan, her an fakiri kollayan bir insandı. Peygamber ahlâkını O’nda seyretmek mümkündü. Çünkü bir kişinin canı yansa, hiç tanımadığı bir kişi bile olsa onun için kalbi ağlardı ve nasıl yardım edileceğini düşünürdü.

O, reaksiyon insanı değil, aksiyon insanıydı. Haya nın her zerresinde insanlığa nasıl faydalı olacağını düşündü. Bu yüzden de ömrünü çok yorgun geçirdi. Yorgun bir sultandı O… Fakat O’nu ben Peygamber’in söylediği bir hadisi yaşarken asıl gördüm: Bir yorgunluğumu başka bir yorgunlukla dinlendiririm…


Müge Doğan: Bugün okullarda ve başka eği m ortamlarında değerler eği mi başlığı al nda bazı çalışmalar yapılıyor. Sâmiha Ayverdi’nin eserlerinden ve görüşlerinden öğretmenler bu doğrultuda nasıl faydalanabilirler?

Cemâlnur Sargut: Aslında bence faydalanıyorlar çünkü meselâ benim gibi birini bile âile için konuşmalara yolluyorlar, ben de Sâmiha Anne’nin bize öğre ği âile kavramını anla yorum. Dolayısıyla birçok kitabın içine de Sâmiha Anne’nin fikirleri girmeye başladı. Yani bugünkü idâreler de ar k Sâmiha Anne’nin önemini anlamış durumdalar. Ama tabiî daha çok yetersiz. Bence değerler kavramını Sâmiha Anne’nin dediği gibi önce daha doğduğu andan î bâren, ha â anne karnından î bâren çocuklara vermek lâzım. Bunun için değerleri anne ve babalar yaşamalı ki çocuklara örnek olarak iletebilelim. Sâmiha Anne bize bunu öğre . Ayrıca insan olma sana çok zor bir iş değildir, basi n içindedir. Bilgi sâhibi olmak değil, bilge olmak r önemli olan. Yani çok şey bilmek değil, ama iki şey bilsen onu yaşamak bize ye yor ve bizi ahlâk-ı Muhammedî içinde sâbit tutabiliyor. İşte bu bakış açısından Sâmiha Anne çok büyük bir örnek ve her zaman örnek olacak. Yani dünün Sâmiha Anne’si değildi O, hepimizin Sâmiha Anne’siydi.

“Kendi içinizde olan asıl benliğinizle temasa geçin, ki ben sizinle bu cevherden konuşurum. Siz beni kendiniz, kendinizi de ben bilmedikçe buluşamayız, anlaşamayız. Ben gönlünüze tohum olarak kendimi ek m fakat siz bana bakmadınız. Onun için tarlanız bomboş, bakımsız ve çorak. Bu tarlayı kibriniz, hodbinliğiniz, gururunuz, ukalâlığınız ve azame niz rüzgârı ile sarar nız ve kuru unuz. Hasad zamanı mahsûlsüz

kalınca ağlayıp bağırmayın. Bana göre hava hoş… Her yer benim mezram, her nefesim bin tohum… Benim dilim ve sözüm tek r, hep aynı şeyi tekrar eder dururum… Benden başka her şey hayal; sizinle kalacak tek dost yalnız benim!” buyuruyor. Böylece de mürşitlik kavramının vücut içinde tecellî etmediğini, ancak o mürşitliği biz hâl alır ve kendi içimizde yaşa rsak ve O’nun istediği gibi yaşarsak O’na benzeyebileceğimizi bize öğre yor. Bu bakış açısından, ben O’nun evlâdı olmanın keyfini yaşıyorum bu âlemde. Ve O’nun da hocasına dediği gibi şu âlemde zerrece î bârım varsa O’ndandır.


KEVSER’ÝN ANNESÝ Sâmiha Anne’yi hiç görmedim. Birkaç yıl önceye kadar O’na dâir hiçbir bilgim de yoktu. Hocam, “Sâmiha Anne” dedikçe, ben de belki neden dediğimin bile farkında olmadığım bir yakınlıkla O’nu “Sâmiha Anne” diye andım hep. Bir sohbe e kaydedilmiş sesini ilk kez dinlediğimde sanki o gün oradaymışım, oracıkta yerde oturmuş da O’nu dinlemişim gibi bir yakınlık ve tanıdıklık hissiydi yaşadığım. Ancak bu kadar tanıdık olunabilirdi… Bütün yıllar, yollar, mesâfeler sanki hayâlden bir tül gibi çekilir ya aradan, hepsi silinmiş gitmiş . Tebessümle karışık bir buruk hasret kaldı içimde. Ama O’nun yaşadığı hasre n yanında, hangi hasre en bahsedilebilir ki?

elif hilâl doðan

Sâmiha Anne denince hasre n kokusunu alır gibi oluyor insan. O sanki hasret kesilmiş, hasre n ne demek olduğunu O bilir. Sâmiha Anne’nin yaşadığı hasret, hiçbir şekilde târife sığmaz, anlaşılamaz ve anla lamaz bir hasret. Çünkü insân-ı kâmillerde yakınlık ar kça, hasre n şidde de artarmış. Bu yüzden Sâmiha Anne’nin hasre nin târifi yok. Elimde Sâmiha Anne’nin Yusufcuk kitabı, Cemâlnur Hocam’ın bir konferansını dinlemeye Ankara’ya gidiyordum. Yolculuk boyunca bir okudum, bir sarsılıp durdum… Hissedebildiğim kadarıyla Sâmiha Anne’nin hasre ni anlamaya çalışıyordum, sonra şu soru uyandı içimde. Onlar terki terk ederek, ar k terk edecekleri hiçbir varlıkları kalmamış sultanlar. Ama neden hasret var, neden hasret de bir yerde terk edilmiyor? Cemâlnur Hocam’a böylece sorduğumda, “Çünkü hasret terk edilmesi gereken bir şey değil” dediler. Sonra yavaş yavaş anlamaya çalış m. Sonsuza doyulur mu? Sonsuzun içinde, onunla sonsuz olunsa bile, ancak yine sonsuz hasret duyulur. Çünkü O’nu kuşa p, kapsamak hiçbir zaman mümkün olmayacak, aşkın ve hasre n şidde de O’ndaki seyir ölçüsünce daha çok artacak r.

Sâmiha Anne hakkında bir şey söylemek zâten bana hiç düşmez, hem ben onun yokluğundan başka bir şey de bilmiyorum. O efendisinde yok olmuş, Hz. Peygamber’in mânâsına bürünmüş, aşk balının denizinde her hareke baldan olan bir sultan. O en yakın, O hiç. O hakîkat-i muhammedî’yle bir olarak gören, O görünse de görülmeyen. İnsân-ı kâmilleri belki eserlerinden tanırız ama kendilerini ne kadar görsek de asla göremeyiz. Mâbe e Bir Gece’de anla ğı gibi “Her ne ki görülür, o var değildir; varlık gösterici bir yokluktur. Her ne ki görülmez, o, yokluk perdesiyle gizlenmiş bir varlık r. İşte asıl vücûdu olan bunlardır.” Sâmiha Anne, Efendisinde yok olarak ebedî var olan bir şehi r, O’nunla rızıklanır. Aldığını da dâima dağı r, dağı r, dağı r… Kevser’in kaynadığı yer gibidir, Kevser şarabı gibi olan Cemâlnur Hocamız’a mânâ anneliği yapan da O’dur. Efendisinin “Ken’ân’ın emeklerinin mahsûlü Sâmiha Can!” dediği de O’dur. Âlem halkına, yavuza, yahşiye sevgisini bitmez bir borç gibi akı r, akı r. Tenezzülü hiç eksik olmaz ama izini yar da bulamaz, ağyar da. Belki de O sâdece yakınlığın hasre ne ba kça batmış bir müri r.



sâmiha ayverdi’den...


nişangâhım ben, nişangâh.. gelen vurur, geçen vurur, nâdân vurur, dânâ vurur, yâr vurur, ağyâr vurur.. neme lâzım, vuran vursun.. ah o okçu.. deler kanmaz, deşer kanmaz.. ah o okçu.. âh.. nişangâhım ben, nişangâh.. hancı vurur, yolcu vurur, yahşî vurur, yaman vurur, bahtlı vurur, bahtsız vurur.. kul cefâsı cefâ değil, çalab germiş kemânını.. çeker, vurur, vurur, kanmaz.. ah o okçu.. âh..


JOHN WOODEN John Wooden ismini ilk kez bugün duydum. Amerikan Kolej Basketbol Ligi’nin belki de gelmiş geçmiş en başarılı antrenörü olduğu düşünülüyor. Yedisi arka arkaya olmak üzere toplam onbir şampiyonluk kazanmış. Bırak ğı miras bugünkü basketbolü şekillendirmiş. Öğrencileri arasında herkesin tanıdığı Kerim Abdülcabbar başta olmak üzere sayısız efsane sporcu var. John Wooden’dan etkilenmemin sebebi ise yukarıda saydıklarımın hiçbirisi değil.

hüseyin gökhan

Kendisine başarının tanımı sorulduğunda, alışılmışın çok dışında bir cevap veriyor: “Karşı takımı skor olarak yenebilirsiniz ama, ih mal o gün mağlûbsunuzdur. Ya da karşı takım sizi skor olarak yense dahî o günün gâlibi siz olabilirsiniz. Başarı karşı takımdan bağımsızdır. Başarı sizin neyi ortaya koyabildiğinizle ilgilidir.” Öğrencilerine şunu tavsiye edermiş: “Oynadığınız bir maçtan sonra sizi gören birisi yüzünüze bak ğında hangi takımın galip geldiğini anlayamamalıdır. Amacınız karşı takımdan daha çok skor kaydetmek değil; her gün gibi o günü de bir şâheser yapmak olmalı.” Seyre ğim konuşmasında kendi tanımladığı başarının prensiplerini anla yor John Wooden. Eski bir basketbol oyuncusundan bekleneceği üzere uzunca boylu, mavi gözlü, ince fakat güçlü duruşlu bir görüntüsü var. Lâ fe ederken dahî sözlerinin bir amaca hizmet e ği besbelli. Bazen bir söz söyledikten sonra kendisi de o sözün yüklü olduğu anlamı idrak ederek kısa süreyle duraklıyor. Böyle bir duraklamayı kendi tanımladığı başarının prensiplerinden ilkini söyledikten sonra yapıyor: “Aslâ geç kalma. Aslâ!” Başını hafifçe eğerek bir süre susuyor. Dünya basketboluna damga vurmuş yıldız oyuncularına soyunma odasında ilk anla ğı şeyin çoraplarını nasıl giymeleri gerek ği olduğunu

söylüyor. Antrenmanlara ve maça kesinlikle temiz ve bakımlı gelmeyi bir kural bellemiş. Ha a önemli bir deplasman maçı öncesi en önemli oyuncularından birini temiz olmadığı gerekçesiyle takım otobüsüne almayı reddetmiş. Kendisi de öğre ği tüm prensipleri haya nda birebir yaşayan birisi. Çok istediği Minnesota Üniversitesi antrenörlüğü başvurusuna cevap gelmeyince UCLA’e mürâcaat ediyor ve kabul ediliyor. Kabulünün ertesi günü Minnesota Üniversitesi’nin kendisini bir gün önce aradığını, fakat kar yağışı sebebiyle hatlarda sorun olması sebebiyle ulaşamadıklarını öğreniyor. Eşi de kendisi de Minnesota’da yaşamayı çok istemelerine rağmen UCLA’e söz vermiş olduğu için kararını değiş rmiyor. “İyi kitapları rı kana kana iç” diyor prensiplerinin bir başkasında. nda. “Oku” değil “iç!”. Oradaki bilgiyi öğrenmeklee kalma, âdeta iç ğin su gibi bünyenin bir parçası yap. Her gün okuduğu kitap ise İncil… John Wooden en aynı zamanda inancında çok sâdık bir Hris yan. n. “Eğer” diyor, “Günün birinde beni inancım sebebiyle bebiyle yargılarlarsa, umarım hüküm giydirecek kadar delil bulurlar. İnancımın herkese âşikâr olmasını sını dilerim.” John Wooden den UCLA’de tamı tamına onbir şampiyonlukk yaşamış. Fakat ilk şampiyonluk için 18 yıl beklemiş. emiş. Bu onun için çok zor olmamış. “Odamı dolduran duran madalyalar ya da kupalar beni çok ilgilendirmiyor” irmiyor” diyor. “Önemli olan menzil değil, yoldur. ur. Yoldan keyif almayı bilmeli. Sabır en önemli hikmetlerden biridir.” John Wooden’ın den’ın konuşmasını izlerken, biraz da fiziksel özellikleri sebebiyle, aklıma hep Sâmiha Anne nne geldi. Yukarıda aktardığım hasletlerin hepsini Samihâ Anne’nin haya nda müşâhade e k. Zamana riâyet, ahde vefâ, temiz olmak, mak, ter pli olmak, hâdiselerden etkilenmeden en is kâme dosdoğru tutmak, insân-ı kâmil’in mil’in alâmetlerinden. John Wooden’ı ha rla klarından rından dolayı rahmetle anıyorum.



SANATKÂR VE ESER Sâmiha Ayverdi’yi gören ve tanıyan şanslılardan değilim. Doğrusu kendisi hakkında ne bilirsin deseler birkaç cümleden ibâret olur cevabım. Ancak bir ustanın sana ndaki büyüklüğü eserlerinden belli değil midir? Mimar Sinan denince Süleymaniye’den anlamaz mıyız mahare ni? Eserleri değil midir büyük ustaların ustalığının kanı ? Ben Sâmiha Ayverdi’yi gören ve tanıyan şanslılardan değilim. Ama onun bir öğrencisini görme, dinleme ve kabul e yse öğrencisi olma lû una erenlerdenim. Öyle bir öğrenci ki sürekli “Hocam Sâmiha Ayverdi…” diyerek söze başlayan... Kendisinde hocasının güzelliğini seyretmemize izin veren… Çocukluğunu, gençliğini anla rken kendisini yeren, hocasını yere göre sığdıramayan…. Ben onun bir öğrencisini tanıdım; hocasının onu nasıl önce Mesnevî derslerine, sonra Kur’an derslerine yönlendirdiğini anlatan… Hocasının armağanı olan bir yüzüğü parmağından hiç çıkarmayan... Sürekli hocasının zarâfe nden, letâfe nden, şıklığından, ağırbaşlılığından, ölçülü, edepli ancak vakarlı duruşundan dem vuran…

yeþim

Ben Sâmiha Ayverdi’yi gören ve tanıyan şanslılardan değilim. Ancak onun öğrencisi Cemâlnur Sargut’u görme lû una erenlerdenim. Öyle bir eser ki ellerimi treten, nefesimi kesen, kendisinde hem kendimi hem hocasını seyre ğim o güzel sultan... Bu nedenle ben Sâmiha Ayverdi’yi şükran, minnet ve hayranlıkla anarım. Nesiller nesiller boyu sürecek güzellikteki bir yolda bana, bize böyle bir şâheser bırak ğı için...



‘Batmayan Gün’den… Etraf o kadar güzeldi ki bu taşkın ve ruha nüfuz edici güzellik, Aliye’ye ız rap vermiş . O, şu yanında yürüyen büyük adamı dâima böyle mahrem bir dekor içinde görmek is yordu. Esasen az evvelki dave de bu yüzden kırmış, bir otel salonunun ih şamlı kalabalığına, kendi ça sının mutlak âsûdeliğini tercih etmiş . Genç kız etra na bak . Bu müstesna günün gönlüne çöken azame nden silkinmek, kurtulmak, is yordu. Ha a aynı azamet, bütün cihâna hâkim olmuş gibi idi. Neydi bu konuşacakmış gibi hisli tabiat? Kalbe ürper veren, bu muhteşem dekorda, kim ne derse desin bir kahredici güzelliğin hâkim sesi vardı. Bir güzellik, bir aşk güzelliği... Aşk... Yâni duyguların bağlandığı, önünde diz çöktüğü ebedî mabut! Aliye aşkı biliyor mu? Ne yersiz ve ifadesiz bir sual! Genç kız kendi kendine sorduğu bu sorguya gülüyor ve derhal hatâsını düzel yor: Hiç aşkı bilmese bu günkü Aliye olabilir miydi? Onu, ucu bucağı olmayan mânâya sürükleyip çeken, bu kuvve en başka ne olabilirdi? İnsanlar, kör ve sağır bir kervan yolcusu gibi dünyâdan bir hamlede geçip kayboluyorlar. Bu acele yolculukta, çok defa aşkı tanımak, onunla bilişiklik etmek imkânını bulamadan resmigeçitleri tamamlanıyor. Halbuki o durakta bir nefes konuklamak, nice yüz bin zevk âleminin kapılarını açıyor. O, tereddütsüz bir salâhiyetle insanoğluna olgunluk damgasını vurarak onu yücel yor. Aliye’nin, ismini bilip kendini bulamadığı gönlü, gönül değil, bir volkan! Bütün varlığını kuşatmış, her bir zerresine kol atmış bir âfet! Genç kız, korku ve ih yatla bu gönlün içine bak ğı zaman, orada gördüğü hayalden, orayı is lâ etmiş azametli varlıktan korkarak geri çekiliyor. Bu hayalle baş başa kalmak yaman ve dehşet verici bir manzara! O, bu manzaradan dâima kaçacak, onu dâima bertaraf edecek. Aşkı bilen Aliye, aşkını kimseye bildirmeyecek. Sâmiha Ayverdi



umut alihan dikel

O, bir hiçtir Günlerden bir gün, şu an, elinde kalem tutan kadına, ta uzaklardan bir mektup gelmiş . “Senin, bir Hak Dost’un varmış. Onu bana anlat!” diyordu... Zavallı, haddini bilmez kalem, bir şeyler yazdı da yazdı ve gene bir gün, Dost’un “O nedir, ver bakayım!” demesi üzerine kağıtları uza ... Nihayet okuyup bi rdiği kağıtları... yır p sepete atarken: “O, bir hiç r! diye yazarsın” dedi... Sâmiha Ayverdi/ Dost

Günlerden bugün, ben yokum. Öğretmenim var. O da bir hiç r. l



ESÂRETTEN ÖZGÜRLÜÐE Herkes karşıdakini kendisi kadar görebilir. Örneğin hiç yalan söylemeyen birisi karşıdaki yalan söyleyince anlamayabilir. Haya nda hiç denizi görmemiş biri denizin ne olduğunu kitaplardan okusa da gerçeğini görünce kafasında tasavvur e ğinin deniz olmadığını anlar. Ben de Sâmiha Ayverdi’yi kendi kitaplarından ve onu görenlerden işi klerimle biliyorum. Her kitabı ayrı bir derya olan Sâmiha Sultan, İslâm’ın inceliklerini muazzam kurgularla bize aktarmış r. Hiç taassup kırın sı olmadan her çağda anlaşılabilecek ve okunabilecek eserler yazmış r. Eserlerini ince bir dantel gibi işlemiş, her ilmekte Muhammedî ahlâkı tebliğ etmiş r. Gayesi bizim gibi beşerleri tekâmül e rip insan makamına erdirmek r. En temel bilgilerden en derin tasavvu anlayışa kadar her makamdan insanlığı irşat etmek için ışık tutmuştur. Helâl ve haramdan başlayıp aile ve toplum hakkında ve ha â nasıl bir vatandaş olunması gerek ğine kadar bize yol göstermiş r.

banu büyükçýngýl

*** Sâmiha Anne’yle ilk olarak “İnsan ve Şeytan” kitabında tanış m. Romanın kurgusu içinde kaybolurken İslâm’ın ince ve zarif çizgilerini okudum. Nefsin bitmez tükenmez arsızlığını okudum. Beşerin ih raslara bulanmış hâlden nasıl tekâmül e ğini anladım. Ve bunca rezilliğe ve acıya rağmen Allah’a sarılanların hiç etkilenmediklerini imrenerek gördüm. “Batmayan Gün” kitabında ise ezelden âşıkların gün gelip hasre ni çek kleri ilâhi aşkın yavaş yavaş içine çekildiğini okudum. Kerim Bey’in ağzından, Ken’an Rifâî Hazretleri’nin sözleri akıyordu, çağlayanlar gibi aşk ateşiyle yanan

Aliye’nin gönlüne. Aliye gibi bir aşk ehlinin tütmeden yanmasını anla yordu bize. Hancı kitabında ise o vakur duruşunun al nda sevgilisine nasıl bir kavuşma isteğiyle yandığını söylüyordu sultan. Kitaplarında benim dikka mi çeken bir başka husus ise vatan ve millet sevgisidir. Köksüz ağacın çok yaşayamadığı gibi, biz de köklerimize ne kadar bağlıysak o kadar güçlü ve sağlam oluruz. Ama bu bağlılık bağnaz bir bağlılık değil, aksine iman ve vatan sevgisi ile bezenmiş bir bağlılık. Köklerimizle olan bağlarımızı koparmamamız, ha â daha da kök salıp birleşmemiz gerek ğini söylüyor Sâmiha Anne. Ben de içimde ne Allah ne de vatan sevgisi yokken kendimi özgür sanırdım, fakat Sâmiha Anne’den öğrendim ki asıl esâret köksüz ve sevgisiz olmakmış. Öte yandan özgür olduğunu sanırken meğer nefsinin arzu ve isteklerinin kölesi oluyormuşsun. Allah mânâsından, ilminden, aşkından ayırmasın. Her okuduğumuz kitabında bir şeyler öğrenmeyi ve içimizde ilâhi aşkı kor gibi büyütmeyi Allah nasip etsin. Himme ve nuru üzerimize olsun. Âmin.



hancý’dan...


Kapını aç, kapını aç.. Sana geldim, kapını aç... Bu dünyâdan o dünyâdan, aldım boyum ölçüsünü... Ezel ebed arasında, nice eyyam gezip tozdum... Sığamadım dü âleme, sana geldim, kapını aç... Yoldaşım var, çi kişiyim, günah benden hiç ayrılmaz... Tek değilsem n’olur sanki? Yer gök sığmış o kapıya... Bizi de al, kapını aç, kapını aç, kapını aç... Sâmiha Ayverdi


AYASOFYA’DA BÝR CUMA NAMAZI Kapa gözlerini Hayal et Hayaller güzeldir, bağlar hayata Her darbede sendelediğinde gelir aklına Bağlanırsın gene o kutlu dâvâya Dertli sanırsın kendini O ne gamdadır oysa Hasre r çekilen tevhide, soğuk duvarlarında En değerli oyuncağı gibi saklar mihrâbını çocuk gibi bağrında Duyabilse sesini, gökler dile gelir ağlaya ağlaya

mehmet can taþçý

Kaç bahar geç Sana gelememenin mahpusunda Boynu bükük medeniye min bağrında Zulümdedir Ayasofya O şen atlılar geliyor, haydi ayağa kalksana Sokmadım bizim oğlanı kapılarından Sitem eyleme bana Görmesin, ha rlamasın bu halini her gecenin sabahında Oysa her uyandığında Sen gelirsin aklına Kapa gözlerini Hayal et Ayasofya Bir Cuma sabahı sana gelişimizi Fâ halar okunduğunda, sicim yağmurların al nda Fa h’in, Sultan’ın, Mehmed’in de saflarda Sil gözünün yaşını Aç kollarını, biz geliyoruz Ayasofya



Ýslâm ve Kadýn On iki gündür yoldayım. İ raf etmeliyim seyahate çıkarken bu ayın konusunu nasıl işleyeceğim diye endişe doluydum. Zirâ, söz Sâmiha Ayverdi gibi bir büyüğe gelince, kalemin ucu kırılıyor. İnsan dört defa düşünüp bir defa söylemek is yor… Ülkemizde yaşanan acı kadın cinâyetlerine bir yenisi eklendi. Gazeteler günlerce konuyu ele aldılar. Sosyal medya paylaşımların ardı arkası kesilmedi. Ben bu süreç içinde okyanusların ötesinde çok uzaklarda bir yerlerde, iş peşindeydim. Haber ile karşılaş ğım o gece, Türkiye’de ertesi sabah olmuştu bile… Benimse ar k uyumam mümkün değildi. Duâya oturdum, düşündüm, söyledim, biraz daha düşündüm.

sesil pir

Bir yanım isyan, bir yanım umut doluydu âdetâ. Bir tara an, bizler İslâm’ı en doğru hâli ile anlamaya, yaşamaya gayret ederken, bir insan cinâye nin sebep ve sonuçlarının kültürel ve eği msel sebeplerden çok bir dine mensûbiyete bağlanmasına, insanların konuyu tar şırken birbirlerine hitap tarzlarına ve kişisel görüşlerdeki kısıtlılığa, sığlığa isyan halindeydi kalbim. ‘Biz kimiz? Kim bu insanlar?’ diyen ateşten bir ses vardı içimde. Sanki sokağa çıkıp bağırsam, okyanusun üstünden sesim duyulacak İstanbul semâlarında… Diğer yandan da, ‘herşeyin bir sebebi var’, ‘bu da yeniliklere vesile olacak’, ‘insanlarla empa kur’, ‘onların eği m imkânlarını genişletmek için çalış’ gibi olgun, makul ve umut dolu ikazlar büyümekteydi içimde. İşte tam o araf halindeyken aklıma Sâmiha Anne’nin okumuş olduğum bütün kitaplarının yanı sıra, beni kalbimden en çok vurmuş olan bir mektubu geldi. Şöyle diyordu o mektubun bir kısmında:

“Bugün İslâm’ın öyle yüz üstü bırakılmış meseleleri vardır ki asırlardır bu ana prensipler, kasıtlı veya gâfil ellerde ihmâl edilmek yüzünden dinin ruhuna onulması müşkül yaralar açmış bulunuyor. Meselâ zekât müessesesi hemen hemen unutulmuş gibidir. İslâm’ın esas şartlarından biri olan çeşitli şahsî iç hadlar ile enine boyuna tefsîr ve kabul edilmek sûre yle âdetâ dinî vecibeler arasından silinmiş r. Öyle ki, kimine göre sadaka vermekle işin içinden çıkılmaktadır. Hac da bir başka hazîn manzara arz eylemektedir. Bulunduğu şehir, kasaba veya köyde, hacca gitmediğinden dolayı kendisine yan bak rmamak için, tarlasını davarını sa p borç harç, gösteriş uğruna Hicaz’ın yolunu tutanlar olduğu gibi, varlıklılar ve dirlikliler arasında da gene eşe dosta gösteriş yapmak için sekiz on defa Hacca gidenler vardır. Ama daha da hazîni hac farîzasını carete ha â kaçakçılığa vesîle edenlerin yekûnu da haylice kabarık r. Birkaç kere hac, maddî-manevî muayyen şartları haîz olanlara farzdır. Sonra da farîza-i haccın esas sebeplerinin en mühimi, çeşitli İslâm milletleri arasında, beşerî ve ilâhî bir ir bat ve alışverişe vesile olacak umûmî bir müşâvere zemini hazırlamak, bu sûretle de İslâm âlemine birlik ve uyanmak imkân ve yollarını açmak r.


Makine mühendisi olan dürüst ve ahlâk sahibi bir dostumdan dinlediğim şu vâkıa, dindar geçinen bir kısım Müslümanların zihniye ni belirtmesi bakımından anlatmaya değer ölçüde hazîn ha a elîm bir çehre arz eder. Şöyle ki, bahse ğim zât, birkaç sene evvel işi icâbı Adana’da bulunurken oranın zenginlerinden iki hacı efendinin konuşmalarına şahid olmuş. İkisinin de carethâneleri varmış, fakat aralarındaki cârî rekâbet yüzünden birbirlerine diş bilemekte imişler. Münakaşa sırasında biri diğerine: Sana öyle bir oyun oynayacağım ki batacak, on paraya muhtaç kalacaksın. Ama bu iş bana bir hacca patlayacak... demiş. Zihniye n dehşe ni düşünebiliyor musunuz, evvelâ kulu mahvet sonra Allah’ı aldatmaya ve hac ile günah temizlemeye kalk. Bu adamlar, kadınlarını tepeden rnağa örtülü gezdirmelerine rağmen Müslümanlık vas na hâiz sayılabilirler mi?” Ne kadar öngörülü bir bakış açısı değil mi? Bundan seneler evvel şahsına yapılan eleş riler karşısında böyle zarif, güvenli, kapsamlı ve sağlam bir duruş sergileyen o yüce ruh, acaba şimdilerde İslâm dininin yalnızca şekle sıkış rılmaya çalışıldığı gerçeğine şahitlik yapsa, olan bitene nasıl tepki verirdi diye düşünüyor; sorumun cevabınca iğneyi kendime ba rmaya çalışıyordum.

Fizik biliminde ‘sarkaç’ın önemi büyüktür. Hiç duymamış olanlar için sarkaç, bir ipin bir ucuna bağlanan bir kütle ile oluşturulan düzenek r. Yerçekimi kuvve ile dengeyi korumaya meyillidir. Aynı sebepten sarkacın ipi uzağa çekilip bırakılırsa, bir sağa bir sola hızla hareket eder – tâ ki dengeyi bulana kadar. Ve mutlaka zaman içinde dengeyi bulur. Ben içinden geç ğimiz tarih olaylarının akışını bu sarkaç düzenine benze rim hep. O veya bu sebepten amacından uzağa çekilen bir olayın veya meselenin, zaman içinde gündemden düşmesi ile öbür tarafa savrulduğunu görürüz. Bu bize mevzuların bir uçtan bir başka uca savrulduğu hissini verebilir – ki doğrudur da… Örneğin, bir sağ kazanır muhâlefe , bir sol. Bir zengin öne çıkar, bir fakir. Bir şeriat baz alınır, bir mânâ. Böyle zamanlarda kendimize ha rlatmamız gereken esas, zamanla herşeyin yeniden dengeyi bulacağı ve özüne kavuşacağı olmalıdır belki de. Eve döndüğümde Sâmiha Anne’nin mektubunu yeniden okudum. O’nun İslâm ve kadın hakkındaki duruşunun bana ve bütün yol arkadaşlarıma örnek olmasını temenni ediyorum. Dilerim ki, kadın-erkek ayrımı yapmaksızın, her birimiz İslâm’ı yaşamanın en güzel örnekleri olma gayre mizden vazgeçmeyelim. Haksızlıklar karşısında zarâfet, ustalık, bilgi ve erdem ile gücümüz ye ğince sessiz kalmayalım. Dilerim ki, bir gün Sâmiha Ayverdi ve onun gibi üstadlarımızın bize bırak ğı o müthiş düşünce ve kültür hazineleri bir bir ortaya çıkarılsın ve baş tâcı edilsin. Biz ve çocuklarımız da yeri geldikçe kabımız elverdiğince kendilerinden faydalanabilelim. Muhabbet ile…


Ýstanbul Günleri 4 SANDIKBURNU’NDA MEVLÂNÂ VE NIETZSCHE ÜZERÝNE…

Sâmiha Ayverdi’yi anmaya ayırdığımız bu sayıda İstanbul gezilerimize özel bir heyecanla devam ediyoruz. Sâmiha Ayverdi’nin “İstanbul Geceleri” kitabını takip ederek İstanbul’un Sandıkburnu sem ndeyiz. Her ay olduğu gibi amacımız Sâmiha Anne’nin İstanbul’unu anmak; hem gezmek ve hem de onun bize tanı ğı fikirleri ha rlayıp üzerinde düşünmek.

yaparken ben güncel İstanbul haritalarında burayı bulamadım. Sarayburnu, Yenikapı, Kumkapı var ama Sandıkburnu yok. Eski İstanbul haritalarını araş rmak gerek bulmak için bu sem . Biz yine de Sâmiha Ayverdi’nin kitabındaki târifi ile Sultanahmet Atmeydanı’ndan sahile doğru ineceğiz buraya ulaşmak için. Topkapı Sarayı civarında da çok oyalanmayıp hızlı hızlı adımlarla yürüyeceğiz. Zira Sâmiha Anne’nin “İstanbul Geceleri” kitabında Topkapı Sarayı için dediği gibi “O hıçkırıklarını yorganı içinde boğan bir çocuk gibi, kendi kendine ağlayıp söylenmekte devam etsin... Şayet bu sesi dinlemek endişesi ile boş bulunursak...günler geceler geçer de, o gene asırlar boyunca çek klerini ve çek rdiklerinin masalını anla p tüketemez.”

elif dinler

Onun fikir kuşu bize yol göstersin; olursa kusurumuz şimdiden affolsun, yolumuz açık olsun. * Sâmiha Ayverdi’nin “İstanbul Geceleri” kitabını okuduysanız veya kitabı bu yazı dizisine paralel okuyorsanız Şehzadebaşı, Beyazıt, ve Süleymaniye gibi bilindik, derlitoplu semtlerin ardından o zamanın meyhaneler sem Sandıkburnu izbelerini ve onun sarhoşlarını Sâmiha Anne neden anlatmaya değer bulmuş da kitabına koymuş diyebilirsiniz. Belki âdil ve tarafsız bir yazar olarak İstanbul gecelerinin hakkını vermek, hem iyisi hem çirkiniyle bize tanıtmak içindir. Kimbilir belki de tevhid ehli olan sultan, dışarıdan bakınca iyi veya kötü gibi görünenin aslında bir birlik içinde gerekli olduğunu bize ha rlatmış ve tekâmülümüze rsat vermek istemiş r. * Peki bu Sandıkburnu neresi? Gezi hazırlığı

* Osmanlı zamanında devir devir içki yasağı konulmuş, bazen şiddetle takip edilmiş, bazen göz yumulup unutulmuş, ardından tekrar yasaklanmış; bu çark da böyle dönüp durmuş. “İstanbul Geceleri” kitabında Sâmiha Anne’nin anla ğı 1910’ların Sandıkburnu meyhaneleri, Galata, Beyoğlu, ve Balıkpazarı meyhaneleri gibi devrin ayyaş ve akşamcılarınının uğrak yeriymiş. “Gedikli” meyhaneler gibi ruhsatlı, “Koltuk“ meyhaneleri gibi kaçak olan kenarda köşede ayak üstü içki içilen ucuzcu pleri varmış. Bugün sahile ulaşıp da bulamadığımız Sandıkburnu’nda, eskilerde denize uzanan salaş meyhaneler hıncahınç dolarmış, özellikle yazın


mehtaplı gecelerinde. Masadaki tuz ise eğer ayyaş parasını ödemezse faydalı olur, kadı önüne çıkan meyhane sahibi “tuz paramı vermedi” deyip parasını borçludan kurtarabilirmiş. Ar k olmayan bir sem n ar k olmayan meyhanelerini nasıl daha fazla anlatayım bu yazıda? En iyisi başka sem n meyhanelerine gideyim insanları gözlemleyip size izlenimlerimi aktarayım da bu ay mızıkçılık yap n bizi gezdirmedin demeyin. İşte böylece yolum iki çeşit meyhaneye düşüyor. Biri eski Sandıkburnu’ndaki gibi üzüm şarabıyla sarhoş olanların mekânı, bir diğer meyhane de Allah kelâmı ile sarhoş olanların yeri. Bilirsiniz Mevlânâ meyhane ve şarap imgelerini çok kullanmış r eserlerinde. Tasavvu a şarap veya mey, Allah aşkı, meyhane ise Allah aşkının sunulduğu yerdir. Gelin, biz önce üzüm şarabı ile şarhoş olanların meyhanesine girelim. Sorabilirsiniz, neden insan üzüm şarabı gibi bir madde ile kendinden geçmeğe bu kadar hevesli olur? Ertesi gün midesi ve başı, acıyla bunun hesabını sormaz mı? Bir de alışkanlığın pençesine düşmüşse zamanla ayyaş vücudu toptan varlıktan düşer, çevresine de yük ve ksin olmaz mı? Sadece üzüm şarabı mıdır başını maddeye gömmüş olarak gönül körlüğü çeken Âdemzâdenin meselesi? Başka hangi maddelere tapılmaz ki, nerelerde mutluluk sarhoşluğu aranmaz ki? Yoksa konu Sâmiha Anne’nin deyimi ile “beşer idrâkinin en eski dâvâsı” ile mi ilişkilidir? Varoluş, ölüm ve tekâmül. Sâmiha Ayverdi “Boğaziçi’nde Tarih” kitabında Muhammed İkbal’in bu konuda Mevlânâ ve Nietzsche karşılaş rmasına değinir. İkbal önce Mesnevî’den şu fikri alır: “Yerlerin diplerinde demir ve taş âlemlerinde yaşadım. Daha sonra renk renk çiçekler içinde gülümsedim. Sonra vahşilerle dolaş m. Yeryüzünde, havada ve denizde gezdim. Derken yeni bir doğuşa

kavuştum. Daldım, uçtum, süründüm, koştum. Cevherimin sırrı şekil aldı ve kendini gösterdi: Âdem oldum. Daha sonraki hedefim, Arş-ı Âlâ’dır. Kimsenin değişmeyeceği ve ölmeyeceği âlemdir. Melek olacağım. Sonra gece ile gündüzün, ölümle dirimin, görülmekle görülmemenin hududu ötesinde var olanın, ebediyyen var olduğu âlemde, bir ve bütün olacağım.” Nietzsche ise hiç de böyle düşünmez. Nietzsche’yi kitabında konuşturan İkbal, “İnsanoğlunun is kbali hakkında beslediği ‘ebedî tekerrür’ fikrinin bir ebediyet inanışı değil, bir yeis ve ümitsizliğin, mevcut olmak fikrine son bir gayretle sarılışı ve âdetâ kendini kandırışıdır” der. Sâmiha Anne bunun üzerine şöyle bir sonuç çıkarır: “Günün insanı, hayat ve hürriyet kaynağı olan ölümden korktuğundan başkaları için yaşamaktan, başkalarını mesut etmekten, başkalarına güven ve sevinç vermekten de korkup kaçıyor. Onun için de, her türlü nime n, her türlü varlık ve dirliğin yolunu kendi yoluna çevirecek kadar kendini çıldırasıya seviyor.” Acaba maddeyle sarhoşluğu seçen, ölümü son bilen, bunun için de sınırlı varoluşunun günlerini gün eden, kendinden başkasının mutluluğunu aklına ge rmeyen midir? Acaba bu insan ilâhî bir aşkla kendinden geçmeyi bilmediği, bunu ona gösterecek birini bulamadığı için mi böyledir?


* Hadi gelin bir de Allah kelâmı ile sarhoş olanların meyhanesine bakalım. Gece, meydanın açılması herkeslerin yerlerini alması ile başlar. “Lillâhi’l fâ ha”yı tâkiben evrad okunur. Duânın sonuna doğru sanki ilk kadeh meyin de sonu gibi dünya ağırlıklarından ve takın larından yavaş yavaş kurtulunur, ilâhilerin ritmiyle gönlün çalkan sı başlar. Pek çok ağızdan “Lâ ilâhe illallah” sözünün tekrarlanması devam eder. İster yüksük kadar az, ister küpü dolduracak kadar çok olsun, gönül suyu ar k kabına sığmaz taşar. Vücut tes si de kırılır. Herkesin gönül suyu birbirine karışır, o da sanki denize kavuşur. Herkesle bir olarak çalkalanırsın. Ar k hem deniz hem de denizde olduğunu bilen balıksındır. Balık sürüleri gibi birlikte gezme âidiyet hissini, o da “lâ ilâhe illallah” yankısını güçlendirir. Deniz kabarır da kabarır, gökkubbeyle birleşir. Yer gök ar k bir olur. Bu sarhoşlukla söylenen ilâhinin sözleri bazen duyulur, bazen duyulmaz. Ama her “Allah” deyiş, her yanda yankılanır, yankılanır, tekrar yankılanır.

elif dinler

Zaman gelir kabaran deniz ve gökler durulur; hissedersin ki gönül suyun daha da artmış, daha da berrak olarak vücudun kabına geri döner. Bazısı sorar “Var mıdır bundan güzel sarhoşluk?“

Not: Bu yazı ile ilgili düşüncelerinizi paylaşmak isterseniz eli dinler@gmail.com adresine veya Instagram eli dinler hesabına yazabilirsiniz.



SELÂMÝÇEÞMELÝ YAKUBÝ BABA

avakadolu çikolatalı mus


MALZEMELER 1 Çorba kaşığı akçaağaç şurubu 1 Adet büyük boy olgunlaşmış yumuşak avokado 1 Adet küçük boy olgunlaşmış muz 1⁄4 Çay fincanı toz kakao 1⁄4 Çay fincanı sıvı yağ 1⁄2 Tatlı kaşığı sıvı vanilya veya 1 paket toz vanilya Göz kararı veya tadına bakarak Stevia

Hazırlanışı: Tüm malzemeyi rondodan geçirdikten sonra servis yapabilirsiniz.

Âfiyet olsun.


GÖRÜŞMEK ÜZERE

www.nefesyayinevi.com hernefesdergisi@nefesyayinevi.com facebook.com/HerNefesDergisi twi er.com/HerNefesDergisi instagram.com/hernefesdergi


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.