Her Nefes - Nisan 2015 / İnfak

Page 1

NİSAN 2014 2015 KASIM

67.sayı 62.sayı

AYLIKAYLIK TASAVVUF DERGİSİ TASAVVUF KÜLTÜRÜ KÜLTÜRÜ DERGİSİ nfak HZ. İHarakâni


EDİTÖRDEN Merhaba Dostlar, Bu ayki konumuz, “infak”, yani “karşılıksız vermek”… Yani çok da kolay olmayan bir konumuz var. Konunun neden güç olduğuna gelince, günümüz insanı için “karşılıksız vermek” herhalde yapılması en zor olan şeylerden biridir. Mâlum-u âlîniz, günümüz insanı ne yazık ki maddî değerlere oldukça düşkün. Dolayısıyla bu fikri düşünmek bile bizi zorlarken, nerede anlamak, idrak etmek ve uygulayarak, hâl haline getirmek? Sanırım tam da bu yüzden etrafımızda yardım isteyenlere bir garip bakıyor, hattâ onları göremiyor ve algılayamıyoruz. Bana göre infak, genellikle yaptığımız gibi “Yapmak istiyorum. Yapacağım” diye başlayan, “Ben” diye devam eden bir hâl değil. Tam tersine “SEN” diyerek başlayan, “O” diyerek devam eden bir hâl. Elbette ve çok şükür ki, günümüzde hâlâ infak gibi değerleri bilenler, bilenleri anlatanlar ve bize bu kelimenin anlamnı yaşamayı öğreten büyüklerimiz ve hocalarımız var. Bu müstesnâ ceddimiz, bizim için sadece geçmişte yaşamış olanlar değil, hâlâ yaşayanlar ve dâimâ yaşayacak olan eşsiz örnekleri ve yol göstericileri oluşturuyorlar. Bu örneklerden en önemlisi ve elbette bu hâlin doruk noktasını, hayatından, ailesinden ve herşeyinden vazgeçerek kendini Allah’a hizmete adayan peygamberimizde görüyoruz. Yaptıkları ve söyledikleri ile her nefeslerinde ve hâllerinde bizlere örnek olan Fahr-i Kâinat Efendimiz, karşılıksız vermede en mükemmel örnektir. Sadece O’nun yaptıklarını ve söylediklerini düstur edinebilsek, günümüzde ve küresel dünyamızda hiçbir sıkıntı ve kriz olmayabilirdi. Elbette Hz. Peygamber gibi sınırsız infak, biz sınırlı beşer için hiç kolay değil. Bununla beraber, merhamet sultanı Rabbimiz ve Peygamber Efendimiz bunu da kolaylaştırmışlar. Bize infakta -karşılıksız vermede- sınır olmadığını, vermenin büyüğü–küçüğü olmadığını göstermiş ve söylemişler. İhtiyacı olana malından, zamanından ve hattâ güler yüzünden vermenin ve misafirperverliğin bile karşılıksız vermek olduğunu anlatmışlar. Evet dostlar, sözü kısa tutayım ve Her Nefes ekibi adına kusurları bizlere, güzellikleri herşeyin sahibi, o güzeller güzeli, o “En Güzel”e ait olarak, Her Nefes Nisan 2015 sayısına “İnşaallah karşılıksız vermenin ne demek olduğunu bizler de öğrenelim ve hâl edelim” duâsı ile hoşgeldiniz, safâlar getirdiniz diyoruz. Yosun Mater



SOHBETLER Cenâb-ı Hak buyuruyor ki: Visale ve Hakk’ın yakınlığına nail olmak için kendisine en sevgili en makbul olan şeyi infak etmek, bol bol vermek lâzımdır. Bu yolda mal bezleden, mal veren can bulur. Can veren cânâna vâsıl olur. Hulâsa sehânın yâni cömertliğin, bezledişin âlâ derecesi, nefsânî zulmetlerden ve cismânî arzulardan kurtulmaktır. Kötü sıfatların en kötüsü, hasislik ve hırstır.” (Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyâtı, 2000, s. 472)

- Kolay kazanılmış paradan sadaka vermekle, güç kazanılmış paradan sadaka vermek arasında bir fark var mıdır? - “Elbet kendi helâl kazancından sadaka vermek daha hoştur. Amma dili ile hayır yapmak, insanları hayra teşvik etmek de sadakadır. Kezâ bedeni ile başkalarına hizmet ve yardım da sadakadır. Sadaka, mutlaka kesesinden fedâkârlık yapmakla olmaz. Allah nâmına yapılan her iyilik bir sadaka demektir.” (Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyâtı, 2000, s. 596)

* “İhtiyâcından fazla malı olanın, şer’î ölçü dâhilinde, sâlih olan fukaraya vermesi vaciptir. Böylece de zenginlerin zekâtı fukaraya ihsan etmek, mallarından vermek, fakirlerin zekâtı da, zenginlere olan ümit ve itimatlarını kalplerinden silmek, yâni verecek diye beklememektir. Âşıkların zekâtı, cânânı uğrunda canını harcamak, ruhlarını Allah muhabbetine bezletmek, vermek, hep vermektir. Âriflerin zekâtı ise, kendi hallerinden ve ilimlerinden, irfanlarından ehil olana, isteyene, talep edene vermek, muhabbet etmek, âşıkları kendi hallerinden nafakalandırmaktır. İlmin zekâtı, talibine tâlim etmektir. Evlâdın zekâtı yetime ihsan, evin zekâtı misafiri ağırlamak ve itibar etmek, sohbetin zekâtı, dedikodudan kaçmak; kuvvetlinin zekâtı zayıflara yardım, nefsin zekâtı, kötü ahlâklardan kurtulmaktır.” (Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyâtı, 2000, s. 473)

*

* Arandığı takdirde bütün güzelliklerin ve iyiliklerin dünyâda bulunacağından söz ediliyordu. Cevap olarak: - “Adamcağızın birinin: Ben dünyâda dört şey görmedim: Güzel dost, helâl lokma, riyâsız amel, hasetsiz âlim... demesi üzerine karşısındaki zat da şu cevâbı vermiş: Yalnız ben bunların hepsini dünyâda gördüm. Güzel dost Kur’ân’dır. Helâl lokma gazabını yenmektir. Riyâsız amel, gizli sadaka vermek, kalp zikri ve yine gizli hayır işlemektir. Hasetsiz âlim ise ehlullahtır.” (Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyâtı, 2000, s. 613)



NAZLI HOCA Evrenos âilesinin güzel kızı Fâikacık, henüz on dört yaşında iken, Selânik’ten Bosna hânedanlarından bir âilenin genç oğluna büyük bir cihazla gelin gönderilmişti. Kızın evlendiği yakışıklı ve zarif genç ile anlaşma ve muhabbeti dillere destan bir sevgi olmuştu. Ancak bu kibar ve güzel gencin kısa zamanda hasta olduğu meydana çıkmış ve âilenin Avusturyalı hekimi, hastalığın hızlı verem denen ciddî bir illet olduğunu ortaya koymuştu. Gerçekten de tâze gelin, henüz karnındaki çocuğu doğurmadan genç adam yatağa düşmüş ve karısı ile el ele geçirdiği haftalar ve aylardan sonra bu ellerin biri gevşeyivermiş ve Avusturyalı hekimin dediği gibi, genç adam, karısının yanı başında meçhul bir âlemin dâvetini kabul ederek çekilip gitmişti.

sâmiha ayverdi

Ardından geçen bir hafta sonra, bu defa yeni bir hayat, o meçhul dünyâlardan bu başı sonu bilinmeyen dünyâya geldi ise de ancak bebek üç gün yaşadıktan sonra o da gene bir gün babası gibi geldiği ülkeye geri döndü. Artık Bosna hânedânına yapacak bir şey kalmıştı: Kocası da, çocuğu da ölen on beş yaşındaki tâze gelini baba evine iâde etmek. Nitekim loğusalık müddeti geçirildikten sonra kızın getirmiş olduğu o muazzam cihaz toparlanmış ve mûtemet muhâfızlar ve korucular, refâkatlerindeki dertli kızı alıp götürmüşlerdi. Yalnız iki katır yükü gümüş, nehri geçerken sular tarafından sürüklenerek kaybolmuş ise de Evrenos âilesinin, kızlarına daha on katır yükü gümüş ve altın vermek imkânları vardı. *

Şimdi gencecik Fâika’yı yeni bir hayat beklemekte idi. Henüz on beş yaşındaki genç kadın ömrünün sonuna kadar yalnız yaşayamazdı. Elbet evlenecekti. Âile genç dâmatlarının beklenmedik zamanda ölüvermesi ile âdeta ürkmüş bulunuyordu. Belki de bu yüzden güzel Fâika ile evlenmek isteyenler arasında Hamdi Bey ismindeki orta yaşlı bir adamı seçtiler. Bu, yüzü gülmez, donuk adam da nikâhtan sonra karısını alarak Rumeli Hisarı’ndaki yalısına götürdü. Ev zengin evi idi. Ne mutbağında ne de dayalı döşeli binâda bir eksik vardı. Ancak evin eksiği, Hamdi Bey’in abus ve sert varlığının bir türlü yumuşamaması idi. Böylece geçen yıllar içinde Fâika’nın evvelâ Nazlı isminde bir kızı, sonra da Mahmut isminde bir oğlu oldu. Kız, son derece yaramaz, ele avuca sığmaz bir mahlûktu. Mektep çağına gelince, çocuğu Emirgân’a kadar kim götürüp getirecekti. Bu haşarı çocuğu idâre etmek için ayrı bir muhâfız lala gerekmekte idi. İşte kızını oğlundan çok fazla seven Hamdi Bey’in, adamları arasında bulduğu disiplin sâhibi lala, kar kış demeden çocuğu mektebe götürdü getirdi. * Görünüşte sert, çatık yüzlü baba, karısını aşırı derecede sevmekte ise de, bu duygusu menfî sûrette tecellî ederek terslik ve kırıcılıkla izhar edilen bir çeşit görünüş altında gizlenmekte idi. Aslında hiç de yumuşak mizaçlı olmayan Hamdi Bey, Hem kötü adam değildi, hem de iyi insânî vasıflara sâhipti. Ne çâre ki karısına olan düşkünlüğünden iz vermemeye uğraşarak onu kendi muhabbeti içinde hapsetmekten zevk alan müşkül mizaçta idi. Hatta karısına göstermemeye dikkat ettiği bu sıcak alâkayı kızına müşfik bir baba olarak tahsis etmek sûretiyle, içindeki o taşkın muhabbete kimsenin fark edemeyeceği bir başka çıkış noktası bularak kendini aldatmakta idi.


Gene günlerden bir gün, lala-kız Emirgân’a doğru giderlerken çocuk birdenbire lalanın yanından kayboluverdi. Dehşete düşen adam, sağına soluna baktı, çocuğa seslendi, çağırdı. Yok, yok… Nihâyet hayli araştırmadan sonra çocuğun kaçarak Balta Limanı Câmii’nin minâresine çıktığını görüp bin ricâ ve dil dökerek aşağıya indirebildi. Hamdi Bey, hiç de usta bir hattat olmamakla berâber, elinden güzel levhalar ve murakkalar da çıkar, sabahtan akşama kadar bunlarla uğraşır dururdu. Ancak ayda bir defa iratlarını dolaşmak ve gelirlerini toplamak için İstanbul’a iner ve bu sayılı günün dışında evden çıkmaz, genç ve güzel karısının yalının içinde dönüp dolaşmasını kimselere fark ettirmeden seyreder dururdu. Küçük kız, lalası ile gide gele sürdürdüğü senelerin sonunda mektebini tamamlayıp şahâdetnâmesini almış bulunuyordu. Fakat Hamdi Bey, kızının istediği ölçüde bilgi sâhibi olduğuna henüz kanaat getirmemişti. Onun daha yüksek bir mektebe devam etmesini arzu ediyordu. Lâkin bu defa, devam etmesi gereken mektep İstanbul’da idi. Henüz motorlu vâsıtaları tanımayan İstanbul’da da Rumeli Hisarı’ndan kalkıp her gün İstanbul’a gidip gelmenin imkânsız olduğu âşikârdı. Bu yüzden Hamdi Bey, Süleymâniye’nin Kirazlı Mescit Mahallesi’nde bir arsa alarak kârgir bir konak yaptırdı. Böylece de mektep bitinceye kadar âile kış mevsimini Süleymâniye’de geçirmeye devam etti. Kızına gösterdiği alâka ve tâkibi oğlundan âdeta esirgeyen Hamdi Bey, Mahmut ismindeki oğlunun ilerde kimsenin işine yaramayacağını, bomboş bir âdem olacağını sanki hissetmiş olmasına rağmen gene de okuyup adam olması için gayret sarfetmiş bulunduğu halde bu gayretinden bir netîce alamadı. Gene seneler geçti. Artık bir genç kız olan Nazlı’sını evlendirdi. Asil bir âilenin oğlu olan dâmat, zengin kayınpederinin malına mülküne

göz dikmeyen, görgülü ve mazbut bir genç adamdı. Mâliyede nişan mümeyyizi olan bu genç dâmat öylesine dürüst idi ki, bir murassa nişan hazırlatacağı zaman, kuyumculara göz açtırmazdı. Kuyumcu kadar bilgisi olduğu için, lekeli bozuk bir taş koydurmak yolunda asla aldatılamaz, böylece de şahsî menfaati uğruna önüne dikilen teklifleri elinin tersi ile iterek devletin menfaatini korumak husûsunda bir atmacadan daha sert olurdu. Bu evliliğin üstünden birkaç yıl geçtikten sonra kayınpederi Hamdi Bey’in ölümü ile yeni yeni acıklı çizgiler, âilenin huzûrunu zedelemeye başlamış bulunuyordu. Zîra babasının ölümünden sonra âilenin geçim kaynaklarını birer birer eritmeye memur imiş gibi Mahmut, îrat ve akarların en işe yarayanlarını satıp satıp yiyordu. Bu mesûliyetten mahrum adamın pervâsız hareketlerine ise ne kız kardeşi, ne de eniştesi müdâhale ediyorlardı. Hoş, karışacak olsalardı, o gene ne yapıp edip hepsini atlatacak tıynette olduğu için, ayrı kutupların adamları olan bu insanların çatışmalarından bir netîce alınamayacağı âşikâr idi. Nitekim de öyle oldu. Bu arada oğluna aşırı düşkün olan Fâika Hanım’ın da, Mahmut’unun davranışını, âdeta mâzur görmesinde ve âilenin malının mülkünün erimesinde payı eksik değildi. İşte üst üste gelen muhârebeler bütün İstanbulluları, hatta memleketin her bir köşesini, bir yokluk bulutunun karanlığı içine almış olduğundan, Hamdi Bey’in bin naz ile sevip kolladığı kızı, erkek kardeşinin satıp savurduğu emlâkin geri kalan birkaç parçasını da geçim yüzünden elden çıkarınca, babasının türlü fedâkârlığa katlanarak Kız Muallim Mektebi’nden aldırdığı mezûniyet kâğıdına ihtiyaç duyulacağı zaman gelmiş çatmıştı. İşte böylece de Hamdi Bey’in sevgili kızı Nazlı, nihâyet bir gün kendisini


civarındaki bir ilk mektebin hocaları arasında buluverdi. Evlerinden yarı aç yarı tok gelen çocuklara kendi evinden taşıdığı yemekler, belki de talebelerinden bir çocuğun gıdâsızlıktan yatağa düşmesinin önüne geçmiş bulunuyordu. El altından yaptığı iyilikler o kadar çoktur ki bunları ne söylemek, ne de anlatmak kābildir. Çevresi tarafından saygı ile berâber sevgi gören Nazlı Hocahanım’ın böylece de eşi dostu hayli kalabalık idi. Ciddî ve inandırıcı bir samîmiyetle yalnız kendisi için yaşamanın ayıp, hatta günah olduğu fikrini etrâfına kabul ettirmiş olduğundan, yakınlarına karlı buzlu günlerde sırtları âdeta çıplak gelen çocuklar için kazak ördürtür, böylece de eşinden dostundan gelen eşyâlarla çocuklara alabildiğine hizmet eylerdi. Seneler sonra mezun ettiği çocuklardan biri yüksek tahsilden sonra bu emektar hoca hakkında yazmış olduğu yazıda: “Nazlı Hocamızın zengin mi fakir mi olduğunu bir türlü bilememiştik. Yaşayışına bakılırsa ona zengin denemezdi. Ama hesâba kitâba gelmeyecek hayırhahlığına bakılınca, ona zengin, hem de çok zengin demek icap ederdi.” demiştir.

sâmiha ayverdi

* Evet Nazlı Hoca gerçekten talebesini şaşırtacak müstesnâ kadındı. Parayla pulla elde edilemeyen ve ölçülemeyen bir zenginliğe sâhip olduğu ve yoksullukları bir kalemde varlığa gark eden gınânın, ona ilâhî aşk pınarından akan bir güçle yetiştiğini söylemek doğru olur. O seçkin kadına âit bir hâtırayı belki ikinci defa kaydetmek istemekteyim. Bir gün talebesine, çocuklar en sevdiğiniz meyvenin hem adını yazın, hem de resmini yapın! demişti. Önüne gelen kâğıtlardan birinde dallarında dört köşe bir şeyler sallanan ağaçta

“börek ağacı” yazılı idi. Hocasının evinden getirdiği böreklerle uzun zaman karnı doyan bu çocuk, börekleri bir ağacın mahsûlü sanıyordu. Kendi sofrasında börek tadını tatmamış çocuk için hazin ve ibretli bir netîce idi. Evet, Nazlı Hoca, yalnız görgülü ve kibar bir İstanbul hanımefendisi değil, çehre güzelliği yanı sıra bir ruh güzeli ve bir de mânâ güzeli idi. Şu halde kendi kendimize zengin kimdir, diye soracak olursak, el hak: Nazlı Hocalar gibi etrâfına, tâlim ve tedris gayreti içinde bulunan medenî bir zenginliğin büyüsü ve ibâdet ölçüsünde şefkat ve dostluk aşkı ile vazîfesini îman kılıfı içinde sarıp sarmalamış olan bahtiyarların yolunda gidendir, diye cevap verebiliriz. Bir müddet evvel onun baba yâdigârı hanı hamamı, îrâdı ve akarı da vardı, ama şimdi onların hiçbirisinin mevcut bulunmamasına rağmen Nazlı Hoca, nice Kārun gibi zengin olanların karşısında gerçek zengin değil de ya ne idi?”

Sâmiha Ayverdi, Küplüce’deki Köşk, s. 114-119



sevmek ve vermek Şiir sever bir evde büyüdüm. Annemle babam bize her fırsatta edebiyat, özellikle şiir sevgisi vermeye çalıştılar. Annemin bir şiir defteri vardı. İçine yıllar boyunca sevdiği şiirleri yazdığı... Bu defterde kısa bir şiir vardı sürekli okuduğum ancak anlayamadığım:

“Kim o deme, benim ben Öyle bir ben ki kapına gelen Baştan aşağı sen”

yeşim

Nasıl sevmek bu, diyordum kendi kendime. Baştan aşağı sen… Kapıdakinde artık kendisine ait hiçbir şey olmayan… Bir insan bir insanı nasıl bu kadar sever diye düşünürdüm. Biraz da âcizce yazılmış satırlar gibi gelirdi bu sözler. Öte yandan defteri her elime aldığımda gözüm bu şiire takılırdı ister istemez. Bana iyiliğin, doğruluğun faziletinden bahsederdi ailem. Paylaşmanın, vermenin öneminden. Zaman zaman da hatırlatırlardı; öyle fütursuzca değil -kendi haklarını koruyarak, kendini kullandırmadan vermenin öneminden. Babamın sürekli tekrar ettiği bir söz vardı, bana söylediği: “Kızım” derdi, “atalarımız ne güzel söylemiş: ‘Yiğit der candan, cömert der maldan ederler.’ Denge, herşeyde denge önemli” derdi. Benim kendi aklımca doğru bularak yaptıklarım, aile çevremde genellikle saflığıma verilirdi. Aklı olanın yapacağı işler değildi, oysa bana bir yandan da okulda herkes akıllı derdi. Kafamın karıştığı dönemlerdi. Sonra hayatımın bir aşamasında tasavvuf ile tanıştım; vermekten ve vermenin güzelliğinden bahseden... Kötü huyları vermekten, kendinden hesapsızca vermekten dem vuran.

Yardımlaşmaktan ve halka hizmetin Hakk’a hizmet olduğundan... En güzel hizmetin karşılıksız, bir menfaat gözetmeden yapılan hizmet olduğunu söyleyen... Kendinden geçmekten, benliği bırakmaktan, yok olmaktan ve bu yokluğun güzelliğinden söz eden... Yapamadığım, tam olarak kavrayamadığım, ancak bana ilminin bile zevk verdiği şeylerden bahseden... Günler, aylar ve yıllar sonra çocukluğumda okuduğum şiirin mânâsını kavradım: Başka birinde yok olmanın, benliğin kalmamasının, öfke, üzüntü, sevinç ve mutluluğun ölçüsünün sadece bir kişide olmasının nasıl bir şey olduğunu, kapısına gittiğiniz kişinin artık karşısında pürüzsüz bir şekilde kendi güzelliğini seyretmesinin nasıl birşey olabileceğini kavradım. Bunun sadece vermek ile mümkün olduğunu, vermeden olmayacağını, bu süreçte vermenin haz olduğunu anladım. Haz olunca vermenin vermek gibi algılanmadığını, nasıl damarlarımızda akan kanı hissetmiyorsak, bu aşk ile verilenlerin vermek gibi gelmediğini ve varlığın doğal bir parçası olduğunu kavradım. Kavradım derken yapabiliyorum demek istemiyorum, sümme hâşâ! Ben böylesine verici bir sultanda, kar, kış, sıcak, hastalık demeden Allah diyip istikamet eden hocamda bu güzelliği seyrederken anlattıklarının mânâsını kavradım. Hâl etmek de nasip olur inşaallah.



Görmeden, İşitmeden Yürüyen

umut alihan dikel

Bir gün vardı. O gün boyunca hep yazmak mümkündü. Akşam oldu. Gün bitiverdi. Yazamıyordu artık... Kalemi bıraktığında hâli belirsizdi; ya yazacak ilham kalmamıştı ya da gün yazıyı elinden alıvermişti. Kendisinden biraz dolaşmasını, azıcık yaşamasını ister gibiydi. Nasıl yaşayacağını sordu da yanıtları duymadı. Kalemi ile birlikte kulağı da ondan alınmıştı. Alınmasından ziyâde vermiş olmak isterdim diye içinden geçirdi. Olsun, buna da razıyım, dedi. Yolunda yürümeye devam ediyordu. Gözü de kapanmıştı. Gördüklerini bir kavanoza sığdıramayacağını fark etmesi gerekirdi. Geç kalmıştı. Kendisine görünenleri elinde tutamayacağını biliyordu da kendisine yenik düşüyordu. Hep sahipleniyordu. Dolayısıyla gözü de alınmıştı. Halbuki verebilirdi. Olsun, her şeye rağmen yolunu kaybetmemişti. Buna da razıydı. Adım adım yürümeye devam ediyordu. Gözü, kulağı olmadan, görmeden, işitmeden yaşıyordu. Yaşıyordu da aslen ölüydü. Fakat ölü vücudunu taşırken güvenmeyi öğrendi. Bir hayır vardır diye geçirdi içinden. Karanlıkta kaldı diye yolundan dönecek değildi ya. Bir adım daha attı. Hiçbir şey olmadı. Öbür adımı da attı. Yine hiçbir şey olmadı. Olsun, ümidimi yitirmem ben dedi. Elinde kalan tek mum ışığına üflemeye hiç niyetli değildi. O, güveniyordu. Güvenmeyi öğreniyordu. Günler geçip gidiyordu. Ne kadar istese de gözleri ona açılmıyordu. Ses çıktığını biliyordu fakat kulakları duyamıyordu. Her yerden akan nehirleri, çıkardıkları sesleri özlüyordu. Olsun,

anısı var buna da razıyım dedi. Vakit geçtikçe içine bir his doğuyordu ki onu acele etmeye zorluyordu. Geç kaldığını, ömrünün kısalığını hatırlatıp duruyordu. İçi boş bir aceleciliğe kapılıp yolunu şaşırmasını ister gibiydi. Neyse ki, kendisi ne işitiyordu ne de görüyordu. Yalnızca yürümekteydi. Evet, hâlâ memnun memnun yürüyordu. Vakit onun için ne duruyor ne akıyordu artık. Geçip giden günlerde sabretmeyi öğrendi. Sabretmekteydi. Ne şanslıydı ki her bir adımda bir şekilde topraktan filizlenen ağaçlar gibi dallanıp budaklanıyordu. En azından böyle hissediyordu. Bundan emindi. Güneşe uzanmaktı gayreti. Belki hiç dokunamayacaktı. Fakat doğru istikamette olduğuna dair hiçbir şüphesi yoktu. Emindi. Hatta belki de dokunmaması kendisi için daha hayırlı diye düşündü ve devam etti. O adım adım yaklaşıyordu. Yolu uzundu. Ne başı ne de sonu vardı. Bu onu ne sevindirdi ne de üzdü. Görmeden, işitmeden, varlığından haberdar ve emin olarak sabrediyordu. Her gün bir arpa boyu kadar da olsa yol alıyordu. Vicdanı rahattı. O nasıl olsa hiçbir şeyden farksızdı. O kadar sessiz sedâsız kalmıştı ki fark edeni yoktu. Yokluğunu tattığını idrak etti. Her gün kendisinin sandığı şeylerin ondan bir bir alındığını hatırlayıverdi. Bu sefer o alınmasına sebebiyet vermeden verecekti. Elinde ne kaldığını düşündü. Hiçbir şey yoktu. Kendisi de yoktu. O halde yalnızca verecekti. Yokluğu da kalmayınca...



İbnü’l-Arabî’den İnfak Üzerine…


Allah şöyle buyurur: “Sevdiklerinizden infak edinceye kadar iyiliğe ulaşamazsınız.” İnsan için sevimli olan şey, nefsidir. Nefsini Allah yolunda infak ederse, onun karşılığını ve bedelini elde eder, çünkü bir şeyi yok eden kimsenin yok ettiği şeyin değerini ödemesi gerekir. Hak, kulun nefsini yok etmesini istemiştir, çünkü insana sevdiği şeyleri infak etmeyi emretmiştir. O’nun yanında ise nefse bedel olarak cennetten başka bir şey yoktur. Bu nedenle, başka bir şey bulamadığında, Allah’ı bulursun, çünkü Allah, kendilerine boyun eğilen eşya bulunmadığında bulunabilir. İnsanın nefsi ise, bütün eşyadır ve o yok olmuştur. Öyleyse, nefsin bedeli zikrettiğimiz şeydir (Allah). Sadakanın değerinin ne kadar yüksek olduğuna bakınız! İbnü’l-Arabî, Futûhât-ı Mekkiyye, çev. Ekrem Demirli, Litera Yayıncılık, İstanbul: 2006, c. 4, s. 386.

*****

İnfak edeceğin zaman; ihtiyaç sahibini güler yüzle karşıla. Hiçbir sûrette onu boş çevirme! Velev ki ona hiçbir şey veremesen dahi, güzel söz ve güler yüzle muamele et! Zîra sen de Allah’ın huzuruna kıyâmet gününde ihtiyaç sahibi olarak çıkacaksın. O vakit de, ihtiyaç sahibine yaptığın muamelenin misli ile Allah sana muamele eder. İmam Hasan Efendimiz, ihtiyaç sahibi ondan bir şey istediğinde istediği şeyi vermekte acele ederdi ve “Benden önce azı¬ğımı âhirete taşıyan, sefâ geldin, hoş geldin!”derdi. O ihtiyaç sahibini ondan önce âhirete azık taşıyıcısı olarak görürdü. Niçin böyle görürdü? İnsan, Allah’ın verdiği nîmetlerden ihtiyâcının fazlasını infak etmezse kıyâmet gününde, nîmetler hususunda suâle tâbî tutulur. İbnü’l-Arabî, Kitab’ul-Vasâyâ, çev. Abdullah Tâhâ Feraizoğlu, Kitsan, İstanbul: 1999, c. 1, s.101-105.


Komşuluk Hakkı Can komşum, Sen benim mahalle komşumsun. Evinin kokusunu bildiğim; iyisinde kötüsünde derdimi paylaştığımsın. Sohbetimizi hemen hergün birimizin evinde mayaladığımız yetmezmiş gibi kapı önünde dakikalarca ayakta devam ettiğimsin. Pazar dönüşü elimin yükünü; sohbetinle kalbimin yükünü hafifletensin. Televizyonu birlikte izlediğimde daha bir zevk aldığım; çay ve çekirdekle sohbetini mayaladığımsın. Elim çırptığım kekin içine dalmışken bittiğini farkettiğim bir çay bardağı yağın Hızır’ısın sen. Yaptığım örgünün gönüllü rehberi, hayatımın can yoldaşı, yokluğunu aradığımsın.

emine ebru

Sen bensin ben de senim. Ölümünle azalıp doğumunla çoğalanım. Derdinle dertlenen, neşenle zevklenenim. Kandillerde tereyağında kavrulmuş fıstıklı helvanın mis kokusuyla kokan sensin. Allah kabul etsinlerle duâlarına âmin diyense ben... Pazar tezgâhındaki kazıkçı esnafın kötü malından sakındığım, iyi bir şey bulduğumda sen de faydalan diye hemen muştuladığımsın. Can komşum. Sen benim çocukluğumun komşu bey amcası, hanım teyzesisin. Sokağın ortasını misket ve seksekle oyun alanına çevirdiğimizde ve annemin ev işi ağır olduğu için gözünün akıyla beni takip edemediğinde doğal bekçiliğime ortak olansın. Evden zar zor aldığımız yer örtüsü ve evcilik takımlarımızla kurduğumuz yalancı piknik sofralarımız boş kalmasın diye bir tencere pilavı sokağa gönderensin. Meşreben farklı da olsak zaten bir nokta olan bu dünyada noktanın noktasında hayatları kesiştiği için birbirini seveniz biz. Hakiki mümin olmamın anahtarını seninle iyi komşu olmama bağlayan bir Peygamber’in ümmeti olarak seni üzmekten, seni kırmaktan korkar titrerim ben.Evimi şenlendiren, kapımı nurlandıran komşum. Peki ne değişiyor bu

aralar? Neden zayıflıyor aramızdaki bağlar? Bizim buralara birileri geldi; “evinizi yenileyeceğim” der. “Eviniz daha çok para edecek” der. “Depreme daha bir dayanıklı olacak” der. Bu dediklerinde kötü bir yan yok ama bu süreçte birbirimize düşürür bizi. Yıllarca âhenkle pişmiş komşuluk çorbamızı kaşık yerine parayla karıştırmaya kalkar da biz de kanar, birbirimizle tartışırken buluruz kendimizi. Komşuluğumuzu kentsel dönüşüme kurban mı veriyoruz yoksa? Varlığınla daha bir anlam bulan evim kentsel dönüşümde daha çok para edecek diye birbirimize düşmemize değer mi? Bahçemizdeki elli yıllık ıhlamur ağacını hoyratça kesmeyi planladıkları gibi benim seninle olan bağımı da mı kesecekler? Yok mudur seninle olan dostluğumu ve bahçemdeki mahlûkatı koruyacak bir proje? Yok komşum yok; adına komşuluk denen ve yüzyıllardır biriktirdiğimiz irfan geleneğimizle şekillenmiş bu müesseseyi müteahhitlerin vahşice köpürttüğü kentsel dönüşüm girdabına kurban etmek istemiyorum ben. Kapılarımızı aynı anda açtığımızda birbirimizi görmemizi kasten engelleyen mimârî planları reddediyorum. Apartman toplantılarında karşı karşıya gelip fikir ayrılığı yüzünden selâmındaki sıcaklığı yitirmek istemiyorum. Âlem-i cemâle göçerken yanımızda çeyiz olarak ederi daha fazla evlerimizi mi taşıyacağız? Yoksa birbirimize olan hakkımızı mı? Söylesene komşum zembereğinden boşanmışcasına devam eden ve bizleri daha paralı ancak aslında daha fakir yapacak bu akıma neden kurban ediyoruz komşuluğumuzu? Yok komşum yok, ben seni kaybetmeyi hiç istemiyorum… Zira hayatımı seninle paylaşabildikçe çoğalıyor, zenginleşiyorum…



VERMENİN BEREKETİ

banu büyükçıngıl

İslâm, çeşitli kurallar ile maddî ve mânevî dünyamızda bir denge içinde yaşamamızı sağlar. İslâm’ın şartları, maddî bedenimizi koruyup temizlediği kadar ruhumuzu da besler ve güzelliğini ortaya çıkarır. Her bir beş şartın hem zâhirî hem de bâtınî mânâları vardır. Her bir şart eşit şekilde önemli ve kıymetlidir, çünkü İslâm bu beş şart üzerine inşâ edilmiştir. Bunlardan biri olan zekât, zahirde malımızın bereketini artırır, bâtında ise nefsimizin kötü huylarını vererek bizi egomuzun köleliğinden kurtarır. Zâhirde zekât malın 1/40’ını infak etmektir. Böylece bize ait olan malın bir kısmını paylaşarak Allah bizi biriktirme ve cimrilik hastalığından korumak istemiştir. Cimrilik ve mal biriktirme, nefsin en çok sevdiği hallerdendir. Nefis kazandıkça yenilmez ve daha güçlü olduğunu sanır. Eşyasına tuttunup onun kölesi olur. Tabiî ki sadece zenginler bu hastalığa tutulmaz. Farz-ı misal çöp biriktirenleri düşünelim, ufacık işe yaramaz çöpleri biriktirip toplarlar ve evlerini dev bir çöp kutusuna çeviririler. Bu tabiî ki bir uç noktadır. Dolayısıyla ne zaman bir şeyimizi vermeye gönlümüz razı olmazsa belki de sadece nefsimizi adam etmek için vermeyi denemeliyiz. Eğer zekât verebilecek bir malımız yoksa biz de elimizdekini paylaşmalıyız; örneğin otobüste bir yaşlıya yer verme, yolda düşen birini kaldırma, hattâ bazen sadece bir gülümseme o günün zekâtını vermemizi sağlayabilir. Zekâtın bir de bâtınî boyutu vardır, yani iç mânâsı vardır. Kötü huylarımızı bırakmak çoğu zaman malını vermekten daha zordur. Kötü huylarımız egomuzun bir parçasıdır. Cimrilik, ihtiraslarımız, kin ve nefretlerimiz bizim kötü huylarımızdır. Bunlar egomuzu oluşturan büyük çöp evin

birer parçasıdır. Eğer çevremiz gibi içimizi de temizlemek istiyorsak, yüzümüzü Allah’a çevirip onun yolundan giderek bu kötü huylarımızı tek tek vermeliyiz. Bu yol kolay bir yol değildir, fakat gözümüzü Allah’a dikince her yol kolaylaşır. Her öfkelendiğimizde “Allah gayzını yeneni sever” âyetini hatırlayıp boynumuzu bükmeliyiz. Yapamıyorsak bile Allah’a duâ edip yardım dilemeliyiz. Allah O’na sığınanları geri çevirmez.



HİZMET Cemâlnur Sargut Öğretmenimin bütün güzel öğretilerinin yanında, biz öğrencilerine sık sık hatırlattığı bir öğretisi vardır ki ne zaman duysam, baştan aşağıya yeniden ümit dolarım. İslâm’ın bir denge ve ılımlılık dini olmasına karşın, şöyle der öğretmenimiz: “İslâm’da iki şeye sınırsız izin verilmiştir: 1. Allah’a karşı duyulan sevgi, 2. Verici olmak.” Bu ayki konumuzun ‘infak’ olmasından dolayı, ben sizinle geçen ay iş seyahatim esnâsında yaşadıklarımı ve hissettiklerimi paylaşmak isterim. Şubat ayı ortasında, danışmanlık servisi verdiğimiz bir müşterimizin yüksek yönetim kurulunun yıllık planlama toplantısına katılmak üzere Honduras’a gitme imkânı buldum.

sesil pir

Müşterimiz, Güney Amerika ve Karayipler’de devletin güvence altına almayı reddettiği ve/ veya anne babası tarafından bakımı reddedilmiş çocuklara bakım ve eğitim imkânı sunan bir vakıftı. Operasyonları 9 ülke ve 12 bölgede yer alan bu vakıf, yaklaşık 4000 çocuktan sorumluydu. Honduras, Haiti ve El Salvador’dan sonra en fakir üçüncü ülke olması sebebiyle en çok yatırım yapılan ülkelerden biriydi. Biz danışmanlık şirketi olarak vakıfa daha fazla masraf çıkarmamak adına vakfın sahip olduğu yetimhanelerde kalıp 10 gün boyunca çocuk yemekhanelerinde yemeyi tercih ettik. İyi ki etmişiz. On gün içerisinde gördüklerimden, hissettiklerimden o kadar memnun ayrıldım ki, dilerim Allah herkese böyle bir ziyaret nasip etsin.

Honduras, tahmin edebileceğiniz üzere oldukça yoksul. Biz başkenti Tegucigalpa’da olmamıza rağmen, insanların şehir içinde gecekondularda yaşadıklarına şâhit olduk. Neredeyse hiç apartman veya yeni inşâ edilmiş bina yok. İnsanlar kendi emekleriyle yaptıkları tek katlı barakalarda, çatıları teneke evlerde oturuyorlar. Yollar tamamıyla toprak, çukur, ve çakıl taşı. Yol kenarlarında insanların kendi evlerinin bahçelerinde yetiştirdikleri meyveleri satmaya çalıştıklarına şâhit oluyorsunuz ve çoğunun ayağında ayakkabı bile olmadığına... Devlet, maalesef hiçbir sosyal destek sağlamıyor ve daha önemlisi sosyal güvenlik de sağlamıyor. Bu şu demek oluyor: Devlete bağlı hastane yok, eczane yok, okul yok. Birçok mahalleye, uyuşturucu satıcıları yüzünden yerliler bile giremiyor. Özel arabaların hepsi zırhlı. İnsanlar her an bir saldırıya uğrama korkusu içinde hayatlarına devam ediyorlar. Aynı zamanda devlet öksüz ve yetim kalmış, fakat sorunlu bir geçmişe sahip olan ve/veya hasta çocuklara bakmayı reddediyor. Bu yüzden sokaklarda yatan, üstü başı kir pas içinde, aç ve hasta bir sürü genç insan görüyorsunuz. Genel durum, benim gibi varlıklı olmayan bir aileden gelen biri için bile gerçekten çok kötü. Haliyle bu koşullar altında vakıfların yapmaya çalıştıkları aktiviteler çok değer kazanıyor. Bu ülkelere direktörlük yapan arkadaşlarla uzun sohbetler yaptık. Öğrendik ki birçoğu dünyanın sayılı üniversitelerinden mezun, meslek sahibi ve gelişmiş ülkelerde yetişmiş kimseler. Aynı zamanda vakıflarda altı ay ile iki sene süresince gönüllü çalışan arkadaşların çoğu da üniversite mezunu. Birçoğu ufuklarını genişletmek ve/ veya halka hizmet amacı ile ziyaretçi olmuş kimseler. Bu denetim ve yönetim kadrolarının kendilerinden ne kadar vazgeçerek nasıl hayatları geride bıraktıklarını ve sonrasında ne şartlarda yaşamayı kabul ettiklerini görmek, beni gerçekten hayattaki önceliklerimi düşünmeye ve hizmet anlayışımı gözden geçirmeye itti.


Bunun yanı sıra, beni asıl derinden etkilen bambaşka bir grup oldu. Şöyle ki, bu tarz vakıfların eğitim köylerinde sadece yetimhane ve yemekhaneler bulunmamakta. Vakıflar aynı zamanda, ilk, orta ve lise dereceli okullara, meslek kürsülerine, tarım alanlarına ve kliniklere de sahipler. Hattâ Honduras gibi gerçekten çok fakir olan ülkelerde hem iç hem dış klinik bulunmakta. Yani hem bakımını üstlendikleri çocuklara bakacak bir klinikleri bulunmakta, hem de vakfın dışındaki mahallelerde yaşayan halka bakacak klinikler bulunmakta. Bizim Honduras’a vardığımız günün akşamı bir otobüs dolusu insan geldi. Ertesi gün öğrendik ki ABD’nin farklı eyâletlerinden on iki cerrah, 10’u aileleri ve çocukları ile birlikte tatillerini geçirmek üzere gelmişlerdi. Sonraki günlerde öğrenmeye devam ettik ki, bu cerrahlar, zaman zaman hiç para talep etmeden iki hafta boyunca aileleri ile bu ülkelere gelip kalmakta ve orada bulundukları süre içinde kliniklerde gönüllü olarak hizmet vermekteler. Bizim Honduras’ta kaldığımız 10 gün boyunca, bu grup, toplam 74 ameliyat yapmış, 250’ye yakın hasta görmüş. Cerrahların eşleri, vakfın mutfağında, tarlalarında, bahçelerinde, küçük el işleri veya çocuk bakımı ile uğraşmış, çocukları ise yetimhanelerdeki arkadaşlarına günlük işlerinde yardım etmişlerdi. Arkadaşlar, sizi bilmiyorum ama ben mesleğinde uzmanlığa erişmiş, belirli bir gelir düzeyinin üstünde gönüllü çalışan bir sürü arkadaşa sahip olmama rağmen, kendinden bu kadar vazgeçebilen, bu kadar kalabalık bir grup ile hiçbir arada olmamıştım. Oradaki ‘hizmet’ enerjisini, o kardeşlik duygusunu size ifade etmem mümkün değil. Şimdi sorabilirsiniz ki bu insanlar hangi dine sahipler? Açıkçası, sormadım, bilmiyorum. Fakat benim için bu kimseler Hakikat-i Muhammediye’yi okumadan yaşamlarına geçirebilmiş, şeklen olmasa da mânen müslüman kimselerdir.

Geri dönüşümde kendi ailem ve bütün yaratılmış için aynı duâyı ettim: Dilerim her birimiz, hayatımızın er veya geç bir noktasında kendimizden bu kadar vazgeçebilecek seviyeye ulaşabilir ve inşallah kendi çocuklarımıza yaşam şeklimiz ve davranışlarımız ile örnek olabiliriz. Allah hepimize nasip etsin inşaallah.


ADINI “SEN” KOY Ceyhun Özdemir Öyle bir sırattayım ki bugün, Solum uçurum, sağım uçurum… Ne yolun sonu belli, ne de uçurumun dibi… Ben ise kıldan ince, kılıçtan keskin bir ipte cambazlık yapıyorum. Aşağıya baksam ayaklarım titriyor. Karşımda duran yüzüne baksam güzelliğinden başım dönüyor. Hele ki senin güzelliğinin haddi hesabı yok ey güzel sevgili! Sevgili, Sorma bugün bana hatırımı! Sen gel, sen gör, sen bak n’olur? Kızma bana bu sefer! Ben ağlamaktan sesi kısılmış bir bebekten ibâretim. İsteme benden bir şey! Elini açmış bir dilenciden ibâretim. Hatâlarımı söyleme yüzüme! Doğrularını unutmuş insandan ibâretim. Bilmiyorum sevgili bilmiyorum… Adını sen koy bu şiirin, Adını sen koy bu hâlime. Bir kelâm söyle benim için. Senle başlasın, senle bitsin. Bir resim çiz benim için. Gökyüzü topraktan, yeryüzü havadan olsun. Bir ağaç kondur ortasına. Kökü havada, dalı toprakta olsun. Bir öpüver yüzümü. Kokusu gül olsun. Bir selâm ver evvelin. Sesi kadife olsun. bir 12 nisan akşamı 2015



İstanbul Günleri 5 AKSARAY’I DİNLİYORUM Bu ay Aksaray’dayız. Sâmiha Ayverdi’nin “İstanbul Geceleri” kitabı bizi sanki bir diyardan başka bir diyara götürüyor; karşımıza öyle renkler, sesler ve kokular çıkarıyor ki fark etmeden geçemiyoruz. O’nun fikir kuşu bize yol göstersin; olursa kusurum şimdiden affolsun, yolumuz açık olsun.

elif dinler

İstanbul’da kışın bahara bir türlü teslim olamadığı, soğuk-sıcak gelgitler yaşadığımız bu döneminin oldukça ılık ve güneşli bir gününe rastladı gezimiz. Sâmiha Anne de kitabında benzer mevsimde başlamış Aksaray’ı anlatmaya. Eski zamanlarda, havaların ısınmasıyla mahalle kahveleri sandalyelerini dışarı çıkarıp bahar hazırlıklarına başlarmış. Refah dönemleri olan 16. ve 17. yüzyılda Aksaray’daki mahalle kahvehaneleri estetik inceliklerle dolu, usta kalemdarların, oymacıların elinden çıkmış yaldızlı, nakışlı, havuzlu, her zümrenin toplantı yerleriymiş. Buralarda çubuk içilir, en parlak şiir, edebiyat ve mûsıkî meclislerinin sahnesi olurmuş. O zamanki kahvehane tiplerinden biri de semâî kahvesi denilen bir çeşit çalgılı kahvehane imiş, Sâmiha Ayverdi’nin anlattığına göre bunları diğerlerinden ayıran başkalık, çeşitli semâî kahvehanelerinin takımları ile karşılaşmalar yapılıp semâî, koşma, mâni, muammâ (bilmece) yarışına çıkılması, böylece de halk espri edebiyatına bir hayırlı hizmet edebilmesi imiş.

Kahvehaneler sadece Aksaray’da değil, tüm İstanbul’da artık yok olmuş olsa da bu gezi için yıllar sonra buluştuğum üçüncü kuşak Fatih/ Aksaraylı eski bir arkadaşımla kahve içecek güzel bir mekânı zar zor da olsa bulabildik. Umuyorum ki eski arkadaş Aksaray’da bugün gözümüzün görebileceğinden, kulağımızın duyabileceğinden fazlasını bize aktarsın. Zira şimdiki Aksaray semti, içinden koca bulvar geçen, trafik uğultulu, orta ayar dizi dizi otelleri, Rusya ile ticaret yapan dükkânları, çeşitli hastaneleri ile anlatması çok ilginç ve özgün bir yer gibi görünmüyor. Belki de Pertevniyel Vâlide Sultan Camii ve Ragıp Paşa Medresesi, üzerine iki söz edilebilecek eserler. Pertevniyel Vâlide Sultan Camii 1871’de açılmış, Osmanlı’nın yaptığı en son camilerdenmiş. Tabii girişinde yazılan Eski Türkçeyi okuyup hangi Vâlide Sultan olduğunu anlayamıyoruz ama Google ile II. Mahmut’un eşi, Abdülaziz’in annesi Vâlide Sultan olduğunu öğreniyoruz. Cami yapımında Gotik, Hint ve Türk mimârî tarzı bir arada kullanılmış, İtalyan bir mimara yaptırılmış. Şimdi yollar ve alt geçitin girişine gizlenmiş, gelip geçerken fark bile etmediğimiz ön kapısındaki taş işçiliği en iyi örneklerdenmiş. İstanbul’un fethinden sonra Fatih Sultan Mehmet, Anadolu’nun değişik yerkerinden halkı İstanbul semtlerine yerleştirmiş. Sadrazam İshak Pasa’nın Karaman seferi ardından da İç Anadolu’nun Aksaraylısından İstanbul’a yerleşenlerle bu semt Aksaray olmuş. 19.yy’a gelince Aksaray, Şehzadebaşı ve Çarşamba gibi zamanın kalburüstü semtlerine komşu olması ile değerliymiş. 1950’lerdeki imar hareketi, açılan yollar ile o kalburüstü semtlerin insanları Aksaray civarında yeni yapılara geçmiş. 1980’lerde İstanbul’un dışardan çok göç alması, semti değiştirip bazılarına göre kalitesini bozmuş. Artık eski nesillerden gelen doğma büyüme Aksaraylı, ben Aksaraylıyım diyemez olmuş, çoğu başka semtlere taşınmış.


Sâmiha Ayverdi, Aksaraylıyı şöyle anlatmış: “Aksaray’ın, kuvvetini aile bağlarından alan ve cemiyet ölçülerini mukaddes bir hudut belle¬yip ileri geri çalkalanmayan sınıfı içinde hayat çok temiz ve sâde geçerdi. Zâten cemiyeti de ayakta tutan, şehrin her tarafında aynı ölçülere sadâkat ve bağlılığı sabit, bu aile çevreleri değil miydi?” Sâmiha Anne “Bir Dünyadan Bir Dünyaya“ kitabında da Türk ailesine değinir ve şöyle der: “Haram ile helali,doğru ile eğriyi, güzel ile çirkini, mektep sıralarına oturmadan öğrenen bir nesil ne kadar bahtiyardır. İşte kütlelerin mukaddes bir zincir halinde birbirine emânet ettiği bu terbiyeyi devam ettirmek, Türk ailesinde bir iman borcu idi. Onun için de aile Türk fikriyat ve ahlâkının bir mecellesi (içinde hikmet bulunan sayfası) olmuştu.” Acaba Türk ailesi bu iman borcunu hangi nesilllere kadar taşıdı? O günden bu güne ne kaldı? Sâmiha Ayverdi kelimeler, satırlar, sayfalar, kitaplar dolusu yazmış, bize eskiyi nasıl toptan çürüğe çıkarıp küçümsediğimizi, eskiden ruh hijyenine tahsis ettiğimiz enerjimizi şimdi

toptan başka işlere harcadığımızı... Eskilerden değerlerimizi bize örneklerle anlatmamış mı; katlanmak, sabretmek, ferâgat, toksözlülük, başkalarını düşünme/dîger-binlik, gayret ve çalışkanlık... Ardından da sormuş: “Acaba iman deyince neden fikir ve duygu tarihimizin hârikulade motiflerini düşünmüyor da, şarkın taassup çizgilerini, bir medrese dogmatizminin basiretsiz inadını hatıra getiriyoruz? İnsana insanlığını göstermeyen ve onu beşeriyete bir dert kılan başıboş bırakılmış heves ve meyillerimizi sınırlamak, hiç değilse uyarmak için huyları teftiş edici, bencillikle çarpışıcı bir iç terbiyesi, iç kontrolü, söyleyin niçin tekmelenir, niçin küçümsenir?“ Dinde taassubu sıkça eliştiren Sâmiha Anne, medrese mantığının insanın doğasında olan şüphe ve arayıcılığa hürmet etmediğini söylemiş ve eklemiş: “Böylece de bir yanda felsefe ve ilim dünyası, bir tarafta madde ve keşifler dünyası alabildiğine koşup dururken, taassup ve inadı, iki kıyâmet şâhidi zanneden şekilci din adamı ilim ve fen davâsı güdeni taşlamasını unutmadı. Amma ne yazık ki bu arada din, kabahatin kendinde olmayıp, din adamı geçinende olduğunu söyleyenden mahrum,...bir dinsizler zümresinin çomağına çelik olup kaldı.” Aksaraylı arkadaşımla kahvelerimizi muhteşem bir Haliç manzarası karşısında içerken Türk ailesinde her neslin iman anlayışı nasıl değişti sorusu hâlâ aklımda. Ailesinin hikâyesinden öğreniyorum ki, babaanne orucunda namazında, ama bunu daha çok bir gelenek, bir kültür olarak yaparmış, mutaasıp değilmiş. Annesinin nesline iman mirasından oruç intikal etmiş, arkadaşın nasibine de yaratıcıya, Allah’a inanmak yâdigâr kalmış. Gelecek nesilleri konuşurken de çocuğunun kendi inanç anlayışını özgürce arayıp bulmasını ve dogmalara pabuç bırakmamasını dilediğini öğreniyorum. Oradan buradan konuşuyoruz arkadaşımla. Haliç’te eskiden tersane varmış; Orhan Veli “İstanbul’u Dinliyorum“ şiirinde “Çekiç sesleri


geliyor doklardan“ derken buradan söz ediyormuş. Gerçekten de Lodos rüzgarıyla o “tok tok“ çekiç sesleri Aksaray’dan duyulurmuş. Artık tersane kaldırılmış ve o sesler yok. Ama şimdi ben karşımda bir hâlis kalbin tok seslerini açıklıkla duyuyorum. Arkadaşın misâfirperverliği, iyi niyeti, samimiyeti, anlatamadığım derdimi anlaması, benim için dertlenmesi, istemeden vermesi, karşılık beklemeden vermek istemesi ve tüm bunları benim gibi yıllardır görmediği yabancıya yani herhangi birine doğallıkla yapması... Uzun yıllar yurtdışında kendisini ve kendi dünyasını merkez alanların arasında yaşadığım için bu durumun bana ne kadar değişik geldiğini anlatamam. Sanki Sâmiha Anneye müjdeyi vermek ister gibi hemen aklıma notumu alıyorum:

elif dinler

“İstanbul Geceleri” kitabında anlatılan Türk ailesi örneği Aksaraylı, artık Aksaray’da oturmasa da, Aksaraylıyım diyemese de, imanı taassup korkusuyla sekteye uğradıysa da güzel ahlâkı nesilden nesile aktarmayı başarmış.

Not: Bu yazı ile ilgili düşüncelerinizi paylaşmak isterseniz elifkdinler@gmail.com adresine veya Instagram elifkdinler hesabına yazabilirsiniz.



SELÂMİÇEŞMELİ YAKUBİ BABA

kabaklı naneli linguine


Malzemeler: 250 gr linguine (yassı spagetti) 2 çorba kaşığı sızma zeytinyağı Doğranmış yarım baş soğan 300 gr kalın rendelenmiş kabak Bir avuç dolusu taze koparılmış nane yaprağı 3 çorba kaşığı rendelenmiş parmesan veya koyun peyniri Tuz Karabiber 1 çorba kaşığı limon ve zeytinyağı karışımı

Hazırlanışı: Makarnanızı içine bol tuz atılmış kaynayan tencerenize atın. Makarna kaynarken diğer ateşte derin tava içerisine zeytinyağını dökün ve soğanları yumuşatın daha sonra kabak ve nane yapraklarını ekleyin birkaç dakika pişirin. Kaynayan makarna suyundan bir kap kadar kabak karışımına ekleyin. Makarna piştikten sonra süzün ve kabak ve nane ile karıştırın. Üzerine peynir serperek ve zeytinyağlı limon gezdirerek servis yapabilirsiniz. Âfiyet olsun.


GÖRÜŞMEK ÜZERE

www.nefesyayinevi.com hernefesdergisi@nefesyayinevi.com facebook.com/HerNefesDergisi twitter.com/HerNefesDergisi instagram.com/hernefesdergi


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.