Her Nefes - Mayıs 2015 / İslâm ve Çin Medeniyeti / Tasavvufa Giriş Eğitim Programı

Page 1

MAYIS 2014 2015 KASIM

68.sayı 62.sayı

AYLIKAYLIK TASAVVUF DERGİSİ TASAVVUF KÜLTÜRÜ KÜLTÜRÜ DERGİSİ

İslâm ve Çin Medeniyeti / Tasavvufa HZ. Harakâni Giriş Eğitim Programı


EDİTÖRDEN Merhabalar Canlar, Mayıs 2015 sayımıza gecikme ile de olsa kavuştuk, çok şükür. Bu sayımızda konumuz birden fazla… Çin’de, din olmayan bir ülkede 2-8 Nisan 2015 tarihleri arasında yapılan “İslâm ve Çin Medeniyeti” konulu uluslararası sempozyumdan ve Üsküdar Üniversitesi bünyesinde kurulan Tasavvuf Araştırmaları Enstitüsü tarafından başlatılan “Tasavvufa Giriş Eğitim Programı”ndan bahsedeceğiz. Ken’an Rifâî Hazretleri’nin yıllar önce söylediği “Tasavvuf bir gün akademilerde okutulacaktır” sözünün hayat bulduğunu ve kâmil insanların zamanın ötesini nasıl gördüğünü, bildiğini, canlı ve yaşanmış örnekleri ile anlatmaya çalışacağız. Kâmil insanın “Zamanın Babası” olduğuna bir kez daha şâhitlik edeceğiz inşaallah. Şâhitlik denilince her iki konumuzun da ayrı ayrı târihî şâhitlikler olduğuna dikkatinizi çekmek isterim. Dinin yasak olduğu bir ülkede, dünyanın en önemli tasavvuf ve Konfüçyüs hocalarının bir araya gelmesi, Çin ve dünya için BİR İLK. Yine, farklı disiplinden gelen öğrenciler için ilâhiyat eğitiminden bağımsız olarak planlanan, ilâhiyat kökenli akademisyen hocalardan sanatçılara, mühendislerden psikologlara kadar farklı alanlarda eğitim görmüş kişiler tarafından aktarılan “yaşanabilir İslâm Tasavvufu” eğitimi de ülkemizde BİR İLK. Bu programı çok müstesnâ yapan bir diğer nokta öğrencileri: Tıptan, işletmeye ve sanata, mâliyeden fen ve mühendislik bilimlerine kadar farklı formasyonlardan gelen bu öğrencilerin yaşları da bir o kadar farklı. 17’den 60 yaşına kadar olan bireylerden oluşan, evlâtlar ile babaların aynı sıralarda oturduğu, tamamen farklı, sıradışı bir öğrenci grubuna sahip bir programdan bahsediyoruz. Bunları biraraya getirince, şöyle söylemeden edemeyeceğim; “Evet, siz Her Nefes dostlarına gecikme nedeni ile biraz mahcup olduk, doğru; ama fark ettim ki galiba tarihe şâhitlik ediyormuşuz, hoşgörün lütfen…” Bu şâhitliklerimizi biraz gecikme ile de olsa sizlerle ve elbette dilimizin döndüğü, gönlümüzün aldığı kadar paylaşalım dedik. Bu muhteşem zamanlara madden ve mânen katılan dostlardan, hislerini bizlerle paylaşmalarını ricâ ettik. Târihî şâhitlikler ile dolu dolu olan sayımıza, hoşgeldiniz, safâlar getirdiniz. Yosun Mater



SOHBETLER Hocamız sofrada, damadı Doktor Ziya Cemal Bey’e, Fener Rum Mektebi muallimlerinden Hami Bey ismindeki bir zat ile yapmış olduğu bir konuşmayı anlatıyordu. Birkaç dil bilen ve okumaktan çok hoşlanan bu kimsenin ilmî tedkikleri olduğunu, bilhassa İslâm dîni hakkında yaptığı araştırma ve tercümeleri Avrupa’ya göndermekte bulunduğunu söyledikten sonra, Çin târih ve medeniyeti hakkındaki tedkikleri neticesi, bu milletin, binlerce sene evvelden beri târihî vak’aları günü gününe kayıt ve muhâfaza ettiklerini de söylemiş. Bu kitâbelerin bi¬rinde ‘Semavî bir hâdise oldu. Kamer süzüldü ve iki parça oldu’ diye kaydedilmiş bulunduğunu, vak’anın zamanını tedkik edince de Asr-ı Saâdet’te olan şakk-ı kamer (ayın ikiye bölünmesi) hâdisesinin târihiyle tamâmı tamâmına karşılaştığını söylemiş: - “Ben de dedim ki: Resûlullah Efendimiz buyuruyor ki: İlmi Çin’de bile olsa arayınız.” Güzîde Hanımefendi: -Demek ki bu hadîs-i şerif bunun için söylenmiş. - “Yine dedim ki bir İngiliz astronom da tedkiklerinden bahsederek, bir zamanlar ayın iki parça olduğunu tesbit ettiğini, bunun olsa olsa müslümanların iddia ettikleri şakk-ı kamer hâdisesinden ileri geldiğini söylemektedir. Hâmî Bey, evet, dedi. İngilizlerin İslâmiyet hakkında ilmî tedkikler yapmakta olduklarını ve her gün fevc fevc İslâm’ı kabul edenler bu¬lunduğunu, hattâ Lordlar Kamarası’nda bir müslüman âzâ grubu olduğunu sözlerine ilâve edip İstanbul’da da bir ay zarfında üç yüz yirmi beş kişinin müslüman olduğunu söyledi. Ne hoş nasibi ve ne güzel meşgalesi olan bir zat!” (Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyâtı, 2000, s. 301)

- “Ölüm, insanın ilmî kazançlarının imtihan yeridir. Herkes oraya imtihan edilmek üzere gider, tâ ki burada tahsil edilmesi îcap eden ilimden cevap versin, diye... Eğer kendisine tevcih olunan suallere gereken cevâbı verebilirse daha âlâ mevkilere, yükselir. Yok eğer cevaptan âciz kalır da dönerse cehenneme gider. Yâni cehennem gibi olan hicran ve firaka atılır. İmtihana çekilenler de üç kısımdır. Tıpkı talebenin çalışkan, orta ve tembelleri olduğu gibi... Çalışkan talebe, sorulan suallere kolaylıkla cevap verir: Sâdıklar ve âşıklar gibi. Ortalar, mü’minlerdir. Tembeller ise kâfirler.” -Filozoflar: diyorlar.

Felsefe,

ölüme

hazırlanmaktır,

- “Doğru, fakat çok defa ilmen bilip de tatbik edemedikleri bir söz... Gerçi bu düşünen kimselerin, bu tefekkür erbabının içlerinde bir kaynama, hakikati bilmek için bir merak ve hareket olduğu muhakkak. Fakat bu kıpırdanış, ilmi ile âmil olmak ilminin gerektirdiğini işlemek demek değildir. Onun için sırasında filozofun bilgisi, değil başkalarını, kendini dahi tatmin edip huzura kavuşturamaz. Meselâ insanlar eski zamanlarda yaprakla, deri ile setr-i avret ederler ve barınmak için de ağaç kovuklarına mağaralara girerlerdi. Ne için? Hep kendilerine uygun yaşama şartlarının temîni için, değil mi? Fakat ne ibtidâî ne basit vâsıtalar ile... Bugün ise sıcakta ve soğukta giymek üzere ne kadar çeşitli kumaşlar ve bu kumaşlardan yapılmış türlü türlü ne elbiseler var. Keza bugünün köşklerinde, konaklarında, saraylarındaki rahat ve düzen ile ağaç kovuğundaki emniyetsiz ve huzursuz barınış bir midir? İşte filozofun küllî akla yol bulamamış cüz’î aklı ile, ehlullâhın küllî aklın azameti içinde fânî olmuş aklı arasındaki


fark! En fazla bildiğim, aczimi bilmekliğimdir demiş olan filozoflara zamanlarının en¬biyâ ve evliyâsı demek yerinde olur.” (Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyâtı, 2000, s. 24)

**** İngiltere’de Nicholson isminde bir ilim adamının dokuz senede üç cilt Mesnevî-i Şerîf tefsir etmiş olduğundan, tamamlaması için de daha pek çok yıllara ihtiyaç duyulduğundan bahsedildi. - “Bu zat, en aşağı yirmi sene araştırma ve incelemeden sonra ancak tefsire başlamış demektir. Sonra da bir o kadar daha bu işle meş¬gul olup uğraşacağına göre kendini, tamamen meslek edindiği bu işe vermiş oluyor. Eğer bir manevî zevk duymamış olsa, bunca intihap edilecek meslekler arasından böyle bir iş seçip onunla meşgul olur muydu? Cins cinsine meyleder, hükmü, hisler ve zevkler hakkında da geçer. Şimdi bu zâta nasıl olur da müslüman değildir deriz? Bu bir müslümandır hem de gerçek bir müslüman.” - Bu zat, bütün ömrünü tetkik ve tefsire hasr edeceğine, o ilmi bir kâmil insandan bir manevî tefsirciden öğrenseydi belki daha kestirme¬den gitmiş olurdu. - “Niçin her şeyin hakkını vermiyorsun? Bu adama da tecellî oradan olmuş. Hem, herkesin derecesi de bir olamaz. Öyle yükseklere sıçramayın! Esasen bu zâtın böyle bir işe sarılmış olması, kendi derecesinin hakikatini araştırması demektir. Hadîs-i şerîfte ‘Kim ki arar ve aramasında ısrar ederse bulur!’ buyrulduğuna göre, bu adamın emekleri de aramak demektir. Elbet Allah mahrum etmez. (Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyâtı, 2000, s. 53)


Kalıpları Kırmak ŞERİAT TARİKAT YOLDUR VARANA/ HAKİKAT MÂRİFET ANDAN İÇERU Hz. Niyâzî-i Mısrî Bütün âlem farklı form ve biçimlere bürünmüş, tek bir mânâyı anlatmaya çalışırken kendimize yakın hissettiğimiz bir şeklin kalıbına takılıp kalmak mânâyı bulma yolunda acınacak bir kısıtlama olur. Sanki okyanusa varan ancak içinde durduğu kavanozu kıramadığı için suya karışamayan bir akvaryum balığının hâli gibi…

emine ebru

Bu dünyada bulunan insan adedince Allah’a uzanan yol varsa ve İslâmiyet bütün semâvî dinlerin kemal noktası ise, herkesi kapsamak ve kucaklamak değil midir aslolan? Her itikattaki yaratıcıya hürmet boynumuza borç değil midir? İslâm şeriatına tam ve sabit şekilde sahip çıkmak, ama bu şeriatın -cevizin kabuğu misâli- aslında yalnızca özü korumakla görevli olduğunun bilincinde olmak... Şeriatımıza dayanarak, Hz. Pîr’in buyurduğu gibi, yetmişiki milleti kucaklamak değil midir bu işin esası? Değildir, bir kısmı için... Meseleyi şekilden ibâret sanan, kendisiyle değil etraf ile uğraşan, kendisinde değil de etrafında kusur arayan için her bir itikattaki insanı kucaklamak nasıl mümkün olur? İnsanlık makamından kastedilen ünsiyet (yakınlık) bir kısmımıza yalnızca kendi şeklî doğrularımızı zorlamak ve yine yalnızca bizim gibi yaşayanla ünsiyet kurmak gibi gelir. Sanki bizim gibi düşünmeyen, bizim gibi inanmayan ve bizim gibi yaşamayanı hâşâ başka bir yaradan halk etmiş varsaymak şüphesiz ki daha kolay ve konforludur. Peygamber ümmetini kendi fırkamızın sınırlarınca bilmek, o koskoca Peygamber’e sınır koymak değil de nedir?

Zor olan, bu âlemdeki tüm yaratılmışları Mevcûd-u Mutlak’tan bilmek, gerekliliklerine iman etmek ve ayırımsız kabul edebilmektir. Zordur, pek zordur; bilirim... Zirâ başkasının yüzündeki ise bakmadan evvel kendi yüzümdeki isi bilirim, kendi kalıplarımın ışıldayan keskin yüzlerini farkederim. Nisan ayının ilk haftasında Pekin Üniversitesi İleri Beşeri Bilimler Enstitüsü, Kerim Vakfı ve Türk Kadınları Kültür Derneği İstanbul Şubesi ortak girişimi ile Pekin Üniversitesi’nde organize edilen “İslâm ve Çin Medeniyeti” Uluslararası Sempozyumu dolayısıyla bir ilkin gerçekleşmesine tanıklık ettik. Çin’e “ilmi” aramaya gittik; benim nasibime yine kalıplarımla yüzleşmek düştü. Dünya coğrafyasının en doğusu olan Çin’de -Hz. Resûlullah Efendimiz tarafından müjdelenmiş şekilde- ruhumun doğabilmesi için, hay nefesinin üzerime üflenebilmesi için nefis perdelerimin kalkabilmesi lâzım gelir. Daha iyi, daha ayrıcalıklı, daha müslüman ve benzeri daha ne kadar ayrıştırıcı kalıp varsa hepsini ilmin çekiciyle kırmam gerekir ki perde kalksın içimdeki “Çin” vücud bulsun. Pekin’de gerçekleşen sempozyum süresince benim gibi kimbilir daha kaç izleyici kendi tefekkürü ile hemhâl oladururken bir taraftan da günümüz Çin’i için başlayan bir değişimin adım adım ilerleyişine tanıklık edildi. Siyasi erkin zorlamasıyla dinin yasak edildiği, ezanların susturulduğu, Kur’anların topraklara gömüldüğü ve camilerin öksüz ve boynu bükük bırakıldığı bir ülkede dinin tekrar yeşermesi için dört yıl önce atılan İslâm Kürsüsü tohumları gördük ki çoktan ağaç olmuş, dalları bekaya uzanır. Ağacın ilk meyveleri yetiştirdiği öğrenciler olmuş, şimdi de din anlayışından yoksun bırakılmış bir millete bir sempozyum aracılığı ile Ahlâk-ı Muhammedî anlatmaya soyunmuştur. Amerika, Kanada, Malezya, Türkiye ve Çin’den katılan pek çok akademisyen İslâm konuşmuş,


İslâm anlatmış ve dinin tekrar kabarması için o toprağı mayalamıştır. Kalıplar kırıldı bu iki günde. Ayna tutuldu yüzlere. Çin medeniyetinin düşünce iklimini şekillendirmiş olan döneminin âriflerinin öğretileri üzerinden benzerlikler kurularak Ahlâk-ı Muhammedî tatlı tatlı zerk edildi gönüllere. Hem de hazîrûnun çeşitliliğini kucaklayarak, kimsenin farklı olan inancını ya da inançsızlığını küçültmeden, reddetmeden... Boynu bükük müslümanlar ilimlerini arttırabilsinler, dinden uzak yetişmiş olanlar ise güzel ahlâkın kavramlarını anlayabilsin ve bununla amel edebilsinler diye maya çalındı Pekin’e. Ve bu çalışmanın fikir sahibi ve baş mimarı olan, minnacık bir vücutta tecelli etmiş okyanus gibi bir gönül her dakikasında mütebessim söyledi, dinledi. Kendinden bilmediği bu önemli hizmeti alnı ak ve muzaffer tamamlarken yalnızca bir izleyici olarak katılmışcasına başı öne eğik, ibret, takdir ve gözyaşı yüklüydü. Hiçbir kalıbın ağına takılmadan gelecek planları yapıyor ve Ahlâk-ı Muhammedî’yi dünyanın başka hangi köşesine zerk edebilirim diye düşünüyordu. Kolları hep sıvalı bir başka projenin temellerini atıyordu. Henüz birisi dahî bitmeden…


İslâmın güleryüzü

asuman sargut kulaksız

Pekin’deyiz... Mao’nun kocaman heykelleri ve resimleri arasından Pekin Üniversitesi’ne uzanıyoruz. Onlarca yıl boyunca inanç hürriyeti elinden alınmış olan bir halk ile beraber “İslâm ve Kadim Çin Medeniyeti” başlıklı sempozyumun bir parçası olmaya geldik. Müslüman Çinliler’de bu etkinliğin yarattığı heyecan, bizim kalbimizdeki coşku ile kucaklaşıyor. Çinli Süleyman, yanımıza sokuluyor. Gözleri ışıl ışıl... “Ben” diyor, “Kenan Rifâî Kürsüsü kurulduğundan beri orada verilen bütün derslere girdim. İnşaallah ileride Mesnevî’yi Çince’ye çevirmek istiyorum.” Pekin’deyiz... Ilık güneşli bir gün, Çin mimârîsinin estetik güzelliğini seyrederek üniversite içinde yürüyoruz. Adımlarımız günün mânâsını idrak edercesine enerjik, istekli. İlmi Çin’de bile olsa bulmamızı söyleyen o büyük peygamberin sevgisi, Nisan güneşine nispet edercesine sıcacık ısıtıyor bizi. Salon dolu. Türkiye’den bizimle gelen konuşmacılar, Türkçe, Çince, İngilizce simultane tercümeler, Çinli, İranlı, Amerikalı bilim adamları... Pekin Üniversitesi İslâm’ın güler yüzü ile pırıl pırıl parlıyor... İslam tasavvufu ile Konfüçyüs öğretileri mukayese edilirken annem Meşkûre Sargut’un İslâmiyetten önce yaşamış kâmil insanlarla ilgili anlattıkları aklımda. Hocası Kenan Rifâî Hazretleri’nden öğrendiklerini bize büyük bir titizlikle, tekrar tekrar nakledip iyice aklımıza kazımış. Hazret’in ismi salonun her tarafından yankılanıyor. Bir kez daha her dâim huzurda olduğumuzu hatırlıyoruz... Ve Kendilerinin bir şiiri İngilizce olarak okunmaya başlıyor. Heyecan gözyaşı oluyor bu kez...

Hak suretidir âlem-i imkân ile âdem Bundan güzeli nerde ki cennet’te mi sandın Ner yer ne güzel menba-ı hüsn, insan güzeli Sen de bu cemâli, huri gılmanda mı sandın Her yerde, fakat ârifin kalbindedir Allah, Yoksa sen onu arz u semâvâtta mı sandın Dünyâ diyerek geçme sakın, burdadır her şey Mîzân ü sırâtı mutlaka orda mı sandın Cennet ü dûzah, gamm ü sürür, zulmet ile nûr Yaptıklarının gölgesi, hâriçte mi sandın Bilgin sana kıymet, talebin neyse osun sen İnsanlığı sâde yiyip içmekte mi sandın Hâlin ne ise müşteri sen oldun o hâle Noksânı meğer adl-i ilâhîde mi sandın Fikrim bu benim, virdim ise her lahzada âh Sen âh-ı ateş-sûzumu beyhude mi sandın Yeniler her âh ile Ken’ân ahd-i elesti Âhım acaba nefha-yı hâbîde mi sandın Bir Çinli profesör Arap harfleri ile yazılan Çince Arapça ve Farsça karışımı bir dilden bahsediyor. Buna bir örnek olarak o dilde yazılmış Fâtiha Sûresi’ni ekranlara yansıtıyor. Pekin Üniversitesi’nde Fâtiha okunuyor. Şükür, şükür, şükür... Pekin’deyiz... Kenan Rifâî Hazretleri’nin himmeti ile gönüller aydınlanıyor. Kendi vücudumuzun içindeki Çin’e ulaşabilmeyi diliyoruz.



elif erhan

Kenan Rifâî İslâm Çalışmaları Kürsüsü ve İslâm ve Çin Medeniyeti Cemâlnur Sargut’un başlatmış olduğu inisiyatif ile Pekin Üniversitesi’nde 2011 yılı Kasım ayında bir İslâm Çalışmaları Kürsüsü kurulmuştur. Kürsü, 20. yüzyılın en önemli mutasavvıflarından olan Kenan Rifâî’nin ismini taşımaktadır. Pekin Üniversitesi 1.4 milyar nüfuslu Çin’in en büyük üniversitesidir. Kürsünün tesis edildiği enstitünün başında dünyanın en karizmatik bilim adamlarından birisi olarak kabul edilen Tu Weiming bulunmaktadır. Tu Weiming 34 yıl Harvard Üniversitesi’nde görev yapmış, daha sonra Çin hükümeti tarafından kendisine yapılan dâveti kabul ederek Pekin Üniversitesi’ne gelmiş ve İleri Beşeri Bilimler Enstitüsü’nü kurmuştur. Tu Weiming, halen bu enstitü bünyesinde bulunmakta olan Kenan Rifâî İslâm Çalışmaları Kürsüsü’nü şu sözleriyle değerlendirmektedir: “Yapılan bu çalışmalar Pekin Üniversitesi câmiasının kültürel ve özellikle de ahlâkî değerlerinin dönüşümüne sebep olmuştur. Dolayısıyla katkı, sadece dersler sunma kabiliyeti değil, Çin’in hâlihazırda kendi içine bakma ve kendini anlamasına yönelik olarak İslâm’ın ahlâkî bakışını ve dinî soruları ortaya çıkarma kabiliyetidir (…) Bu hâdisenin en can alıcı noktası, İslâmiyet’in Çin kültürünün ayrılmaz bir parçası olmasının yanı sıra Hui Konfüçyüs diyaloğu olarak adlandırdığımız muhteşem bir Çin geleneğinin de bu sayede yeniden anlaşılıyor olmasıdır. Burada Çinli Müslümanlar, meselâ Uygurlar vardır ve bunun ötesinde geniş bir İslâm dünyası bulunmaktadır.

Geleceğe baktığımız da ise Çin, entelektüel ve mânevî hassasiyetini İslâm dünyasına kanalize edecektir.” Çin, kendi tarihi itibariyle iki önemli İslâm geleneğine hâmîlik etmektedir. Uygur Türkleri ve Çinliler kendi kültürleri ve dilleri ışığında kendi İslâm geleneklerini oluşturmuşlardır. Arapça kelime ve kavramların doğrudan Çinceye çevrilmesinde önemli güçlükler bulunmaktadır. Çinli mutasavvıflar Konfüçyüs geleneğindeki temel kavramların, İslâm’ın âlem anlayışı ile uyumunu fark etmiş, halkı İslâm’a çekmek ve Kur’an’ı öğretebilmek için İmam Gazâlî, Sühreverdi, Nesefî gibi mutasavvıfların önemli temel eserlerinden bölümlerin yer aldığı kitaplar hazırlayarak İslâm’ın temel kavramlarını halkın âşinâ olduğu Konfüçyüs öğretisindeki benzerlikleri kullanarak açıklamışlardır. Bunlara Han Kitab adı verilmektedir ve Hui Konfüçyüs adıyla bilinen Çin-İslâm geleneğinin temel kaynaklarını temsil etmektedir. Çin yaklaşık 70 yıl ağır bir baskı döneminden geçmiş, bu süreç zarfında din ile ilgili kurumlar zarar görmüş, din adamları ve İslâm konusunda çalışan ilim adamlarının son iki jenerasyonu kaybolmaya yüz tutmuştur. Son yıllarda Çin’in gerek ekonomik gerekse toplumsal alanda refah düzeyi arttıkça, dinî açıdan da daha elverişli bir dönem yaşanmaya başlamıştır. Ancak bu süreç, Çin’i de tüm dünyada etkili olan modern İslâm akımlarının Vahâbî anlayışı ile karşı karşıya bırakmıştır. Şimdilerde Çin’i çok iyi tanıyan bir bilim olarak Tu Weiming Çin’in kendi gelenekleri üzerinden İslâm’a varabilmesinin yolunun kendi tarihi içindeki Hui Konfüçyüs geleneğinin yeniden canlandırılmasından geçtiğini açıkça ifade etmektedir. William Chittick, İstanbul’da gerçekleştirilmiş olan Rahmet Kapısı Uluslararası Kenan Rifâî Sempozyumu’nda, kürsünün, Çin’in kendi geçmişini reddetmek zorunda kalmadan İslâm’ı öğrenebileceği, târihî bir fırsat yarattığını dile getirmiştir. Kürsüyü Çin’in kendi İslâm geleneğinin yeniden canlandırılabilmesi için konuya hâkim bilim adamlarının yetişeceği ve bu


alanın birincil kaynaklarının yeni neslin okuyup anlayabileceği şekilde hazırlanacağı yegâne adres olarak göstermektedir. Geçtiğimiz Nisan ayında ise bu eşsiz projeyi perçinleyecek çok önemli bir adım daha atılmıştır. Pekin Üniversitesi’nde, TÜRKKAD İstanbul Şubesi, Kerim Vakfı ve Pekin Üniversitesi İleri Beşeri Bilimler Enstitüsü işbirliği ile “İslâm ve Çin Medeniyeti” başlıklı bir sempozyum düzenlenmiştir. Sempozyumda dünyanın çeşitli ülkelerinden 16 araştırmacı ve bilim adamının sunduğu tebliğlerin yanı sıra, açılış ve kapanışta Tu Weiming ve Cemâlnur Sargut’un önemli değerlendirmeleri olmuştur. Sempozyuma Türkiye’den Mahmud Erol Kılıç, Ekrem Demirli, Osman Nuri Küçük ve Semih Ceyhan, Amerika’dan Muhammed Khalil ve Kristian Peterson, Malezyadan Sloan Douglas Crow dâvet edilmiştir. Sempozyuma Çin’in önemli üniversitelerinden 8 bilim adamı katılmıştır. İlk oturum kürsünün son yıllarda hocalığını yürütmekte olan Gholamreza Aavani’nin yönetiminde, Cemâlnur Sargut’un İslâm Tasavvufu ve Konfüçyüs geleneğinin karşılaştırıldığı tebliği ile açılmıştır. Cemâlnur Sargut “İslâm’a göre bütün mahlûkat ve bütün yaradılış âlemi Hakk’ın güzelliğinin aksidir ve âlem Rahman’ın sureti üzere icat edildiği için kâmil insanın hakikati tabiat denen aynada ortaya çıkar. Yaratıcı tecellisi itibariyle kâmil insandır, bütün isim ve sıfatların ortaya çıkışıdır. Aynadaki görüntüsü olan tabiatta ise pasiftir” demişler, Yaratıcının ise zâtı itibariyle ihâta edilmekten ve tam olarak bilinmekten münezzeh olduğunu, varlık mertebeleri ile açıklanan bu bâtınî içeriğin kemâlini ancak İslâm’da bulduğunu ifade etmişlerdir. Ardından Osman Nuri Küçük, İslâm tasavvufunda ve Lao-Tzu geleneklerinde insân-ı kâmil anlayışını karşılaştırdığı çalışmasını sunmuştur. Mahmud Erol Kılıç da yine İslâm ve Çin mâneviyatında insanın bâtınî seviyelerinin değerlendirildiği bir konuşma yapmışlardır. Semih Ceyhan “Son insân-ı kâmil Çin’den gelecektir” diyen

İbn-i Arabî’nin Fusus’ta Şit fassında ele aldığı metaforu yorumlayan tebliğini sunmuştur. Oturum büyük ilgi görmüş, sunumların süresine eşdeğerde soru ve cevap bölümü eklenmiştir. Aavani, tartışma bölümünün sonunda İslâm’ın doğru anlaşılabilmesi için bâtıni yönüne vurgu yapmıştır. “Yatay ve dikey İslâm” olarak tanımladığı çerçevede, yalnızca tarihî perspektif, kural ve kaidelere bağlı olarak ele alınan yatay İslâm’ın zamanı ve farklılıkları kavramakta yetersiz kalacağını, bu kavrayışın ancak İslâm’ın bâtıni yönünün anlaşılması ve ön plana çıkarılması ile dinin ikame edilebileceğini söylemişlerdir. Daha sonraki oturumda Sha Zongping, Wang Xi ve Yang Guiping tarafından, Konfüçyüs geleneği ve İslâm arasındaki etkileşimlerle doğmuş olan Çin-İslam Teolojisi, Çin-İslâm geleneğinin önemli mutasavvıflarından Liu Zhi’nin ve Zhen Jing Zhao Wei’nin görüşlerine yer verilmiştir. İslâm’ın Konfüçyüs geleneğine nasıl entegre olduğu ustalıkla ele alınmıştır. Sempozyumun ikinci günü, Mohammed Rustom’un Çin İslâm’ının referans kaynağı olarak ele aldığı, Kur’an’ın İslâm mutasavvıflarının görüşlerine göre açıklandığı metinlerden oluşan “Han Kitab” konulu çalışması ve Kristian Peterson’un yine geleneksel Çin İslâm’ının köklerini açıklayan, Çin’in Kur’an’ı anlama yaklaşımları üzerine yaptığı önemli bir çalışması yer almıştır. Muhammed Rustom sadece metafizik düşüncenin devam eden önemini vurgulamakla kalmamış, aynı zamanda müslüman Çincesinin kullanımından ilhamla, İslâm’ı daha doğru anlamak için İngilizcede de benzer bir ıstılahın yapılabileceğine ve böyle bir İslâmî entelektüel projenin ne denli önemli olduğuna dair önemli pencereler açmıştır. Ding Shiren, Çinlilerin İslâm’ı öğrenmesinde başlıca engel olarak kabul edilen Çince’nin Arapça harfleri ve kavramları ifade edebilmekteki güçlüklerini örneklendirdiği ilgi çekici bir bildiri sunmuştur. Oturum Ekrem Demirli’nin sunduğu Peygamber Efendimiz’in “İlim Çin’de dahi olsa arayınız” hadisi için bazı atıflar ve değerlendirmeleri ile sona ermiştir.


Son oturum iki ayrı bölümde gerçekleştirilmiştir. İlk bölüm Aavani’nin Nasir al Din Tûsî’nin İslâm’ın bâtınî boyutunu vurgulayan çarpıcı görüşlerine yer verdiği bildirisi ile başlamıştır. Douglas Sloan Crow Çin’de müslüman ve müslüman olmayan Çinliler adına modernizmin karşı karşıya bıraktığı ahlâkî problemlerin ortaya çıkardığı medeniyet problemlerini tartışmaya açmıştır. Mohammad Hassan Khalil “İslâm ve ötekilerin kaderi” başlığı altında Gazalî’nin gayrimüslimlerin kurtuluşu konusunda öne sürdüğü kıstaslar ve bu kıstaslar üzerine kendisinden 8 asır sonra yaşamış olan Muhammed Raşid Rıza’nın değerlendirmelerini aktarmıştır. Oturumun ikinci bölümü Wang Jianping’in eski Çin medeniyetinden Hui Konfüçyüs geleneğine kadar farklılıkların nasıl buluşturulabileceğini vurgulayan, çatışır görünen sosyal sistemlerin ortak değerler çerçevesinde bir araya getirebileceğini anlatan bildirisi ile başlamıştır. Sempozyumun son tebliği Hua Tao tarafından sunulmuş, Müslüman Uygur Türkleri, Çinli Müslümanlar ve Müslüman olmayanlar arasında son 15 yıldır kurulmuş olan köprülerin Çin’in bugününü ve geleceğini nasıl etkileyeceği anlatılmıştır. Oturum, konunun taraflarının karşılıklı bir araya gelmesini sağlamış olan bu sempozyumun önemine atıflar ve vurgular yapan etkili bir tartışma bölümü ile sona ermiştir.

elif erhan

*** Pekin Üniversitesi azınlık statüsünde kabul edilen Uygur Türklerinin öğrenci ve öğretim üyesi olarak kabul edilmediği bir kurumdur. Çin hükümetinin siyasi hassasiyetleri ve ayrımcı prosedürleri katı bir şekilde uygulanmaktadır. Azınlıkların gittiği üniversitelerden öğrenciler Pekin Üniversitesi’nden dışarıdan olmak kaydıyla dersler alabilmektedir. Bu öğrenciler, açılmış olan İslâm araştırmaları kürsüsündeki tüm dersleri takip etmişlerdir. Kenan Rifâî İslâm Çalışmaları Kürsüsü profesörleri, Çin’deki en büyük azınlık üniversitesi olan Minzu Üniversitesi’nde de dönemlik dersler vermiştir. Kürsü, çalıştay ve sempozyumlar düzenleyerek

azınlık üniversitelerinden bilim adamlarını biraraya getirmiş, Remin, Zhejiang, Ningxia ve Jiujiang Üniversitelerinde ortak çalışmalarda bulunmuş, Uygur Türkleri ile Pekin Üniversitesi arasında görünmez bağlar kurmuştur. “İslâm ve Çin Medeniyeti Sempozyumu” her yönüyle 2011 yılından bu yana yaratılmaya çalışılan hoşgörü ortamına bir ayna ve âdetâ tüm bu gayretlerin izlenebildiği bir tarihî sahne olmuştur. Bu köprüler Tu Weiming’in karizmatik bilim anlayışının, basiretinin, Kenan Rifâî Kürsüsü Seçkin Profesörleri William Chittick, Sachiko Murata ve Ghulam Reza Aavani’nin adanmış hocalıkları ve samimi imanlarının eseridir. Kürsünün ayakta durmasını sağlayan, isimlerini bu güne değin hiç geçirmemiş Özada ailesinin eseridir. Evvel emirde her şeyi yerli yerine koymasını bilen, hâdiselerin önünü sonunu görebilen, kimsenin bilemeyeceğini bilmekte olan eşsiz bir inisiyatifin eseridir. *** Sempozyum sonunda Cemâlnur Sargut ve Tu Weiming birer değerlendirme konuşması yapmışlardır. Cemâlnur Hocam, başta Prof. Tu Weiming olmak üzere, kürsüye emeği geçen çok sevgili dostları Chitticklere ve Avaani’ye şükranlarını sunmuş, sempozyumun Çin’deki farklı İslâm geleneklerini bir araya getiren ve buluşturan yönüne vurgu yapmıştır. İslâm’ı tahkikin ahlâk-ı Muhammedî’nin yayılması ile gerçekleşebileceğini ve Çin kürsüsünün her anlamda amacına ulaştığını söylemişlerdir. Sözlerine Çin’i İslâm’a davet eden açık ifadeleri ile son vermişlerdir. Tu Weiming, sempozyumun birleştirici, karşısındakini anlamaya yönelik bir hoşgörü ortamı yarattığını, kültürler arasında iletişim imkânlarını artırdığını belirtmiştir. Çin’in bilhassa ekonomik anlamda tanımlanan Çin modernleşmesini anlamaya yönelik derin çabaları bulunduğunu ve şimdi Çin’in modernleşme dürtülerine karşı farklı arayışlar içinde olduğu görüşünü tekrar etmişlerdir. Modernleşme ve materyalizmin olumsuz tesirlerinden kurtularak


kendisini anlamak isteyen her insanın mâneviyata ihtiyaç duyacağını, bir Çinli için müslüman olsun olmasın, İslâm’ın bâtıni boyutlarını öğrenmekle kendisini ve kendi geleneğini daha iyi anlayabileceğini söylemişler ve sözlerini “En yüksek mistik boyut, İslâm’ınkidir!” diyerek tamamlamışlardır.


Uzakdoğu’da Bİr Zemzem Kuyusu

melike türkân bağlı

Çocukluğumda dünya bu kadar küçülmemişti; o yüzden daha da uzaktı herhalde Uzakdoğu… Ancak tarihin ve sosyolojinin genel geçer doğrular, bazı hayatlar için geçerli olmayabiliyor. Uzakdoğu’nun uzaklığı meselesi de, bizim ailemiz için başka bir anlam taşıyor. Türkiye’nin iki büyük şehrinde yaşayıp yetişen annem ve babam, evliliklerinin ilk yılında, yurdun Doğu sayılabilecek bir şehrine, Gaziantep’e taşınmış ve hayatlarını orada kurmuşlar. Babamın bulduğu iş dolayısıyla verilen bu kararla, bizim ailemiz bir parça Doğu’ya yaklaşmış. Aslen Güneydoğu Anadolu Bölgesi olarak adlandırılan bu sıcak coğrafya, bu yeni kurulan ailenin, bir proje kapsamında Türkiye’de bir müddet çalışmak üzere Uzakdoğu’dan gelen bir başka aile ile tanışmasına vesile olmuş. Anneme ve babama göre yaşları daha ileri olan bu çift, Çinliymiş. Evimizde daha sonraki yıllarda “Changlar” olarak bahsedilen bu karı-koca ile Türkiye topraklarında gerçekleşen tanışmayla başlayan ilişki, mecburiyetler neticesinde aynı evin paylaşılmasına kadar ilerlemiş. Bu iki çift, o zamanlar, farklı büyüklüklerde yeteri kadar ev bulunmayan Gaziantep’te aynı evin farklı odaları ile tuvalet ve banyoyu aralarında paylaşmak suretiyle bir müddet birarada yaşamışlar. Ortaklaşa kullandıkları mutfak, farklı yemek anlayışlarının birarada var olduğu ve farklı araçların el değiştirdiği gerçek bir yaşama alanı olmuş. (Uzun yıllar çatal-kaşık çekmecemizde bulunan bambudan yapılmış Çin çubuklarının zarâfeti hâlen aklımdadır.) Aileye üçüncü üye olarak katılan ben, Ankara’daki doğumumun hemen ardından evlerine dönen annemle babamın kucağında “Changlar” ile karşılaşmış

ve kendi evlâdı olamayan Chang Amca’nın titrek kollarında evimizin içine kadar sirâyet eden Uzakdoğu ile tanışmışım! Daha sonraları “Milliyetçi Çin” olarak adlandırılan memleketlerinden gönderdikleri kart ve mektuplarla evimizin eski fotoğraf, mektup ve evrakların bulunduğu çekmece ve kutularını arada bir karıştırırken karşılaşır ve aile tarihimize dahil olan bu çiftin uzaklardan gönderdikleri fotoğraflarına bakarken bu tanışmanın sıradışı yanını düşünürdüm. Aynı ülkede, aynı şehirde ve hatta aynı mahallede bile değil, aynı evin içinde iki farklı yaşama kültürünü çok kısa bir süre için de olsa vâr etmiş bu iki çift, mensup oldukları kültürlerin farklı yanları mı yoksa ortak yanları üzerine mi bir farkındalık geliştirdiler? Birbirlerinin yaşayışlarında, davranışlarında ve muamelelerinde ne gördüler? “Öteki”ni mi, “ötedeki teki”ni mi? *** Cemâlnur Hocamızdan son zamanlarda sıkça duyduğumuz bir kavram: Ötedeki teki… “Öteki” kavramının taşıdığı bütün dışlamayı ve negatifliği, yeni bir kavramsal proje ile gidermeyi amaçlıyor. Bu, kelimelerin taşıdıkları anlamı yeniden ve olumlu bir perspektifle tedâvi ederek düzeltme girişimi… Aslında zaten tasavvufî mânâda “öteki”, ontolojik olarak da ahlâken de var olamaz; zira hepimiz tek bir nefisten yaratıldık ve “bir”e âidiz. Muhakkak ki, birbirimizden farklıyız ama aynı “bir”den gelmek hasebiyle aynı varlığa mensubuz. Bu anlamda “ötedeki tek”, bizimle esâsen aynı özü taşıyan kardeşimizdir; “öteki” değil, “ötedeki tek”imizdir… Şimdilerde Çin ve Çinliler, bizler için başka bir anlam taşıyor. 2011 senesinde Kenan Rifâî İslâm Araştırmaları Kürsüsü’nün kuruluşu için Pekin’e giden ve Türk Kadınları Kültür Derneği adına imza atan Cemâlnur Sargut’un, insanı “ötedeki teki” ile elele tutuşturup kaynaştıracak, onu yaradılış mayasındaki öze yönlendirerek önce kendisi,


sonra da etrafı ile kalıcı bir şekilde barıştıracak olan İslâm tasavvufunu dünya çapında prestijli bir üniversite olan Pekin Üniversitesi’nin çatısı altında, hocasının vizyonu ve ism-i şerîfi ile akademik bir çerçevenin hizmetine emânet etmesiyle birlikte, yeni, büyük ve heyecanlı bir macera başlamış oluyor. Kürsünün kuruluşunu tâkiben dünyanın kendi sahalarında önde gelen profesörlerinden olan William Chittick ve Sachiko Murata, kürsüde bir yıl boyunca dersler verip daha sonra yerlerini İranlı profesör Gholamreza Aavani’ye bırakıyorlar. Bu hocaların hizmetleri ile kürsü, kurulduğu günden bugüne, dünyanın en eski medeniyetlerinden biri olan, komünizmin ağırlığını hâlen taşıyan ve bu yüzden de özellikle Müslümanlar için dinî kısıtlamaların hâlen devam ettiği Çin’de âdetâ İslâm adına açılmış bir zemzem kuyusu gibi kutsal bir vazife görmüş bulunuyor. 2015 yılı bu seyirde, yeni ve önemli bir başka safhanın başlangıcıdır. Nisan ayında Pekin Üniversitesi İleri Beşeri Bilimler Enstitüsü, Türk Kadınları Kültür Derneği ve Kerim Vakfı işbirliği ile Pekin’de düzenlenen “İslâm ve Çin Medeniyeti” başlıklı uluslararası sempozyum, İslâm ve Çin medeniyetlerinin buluştuğu zeminin Pekin Üniversitesi çatısı altında değerlendirilmesini sağlamış ve bu değerlendirme, özellikle Çin’in önemli entelektüellerinden olan Tu Weiming tarafından Çin kültürünün kendisine daha zengin bir bakış açısıyla bakması yönünde önemli bir gelişme olarak ifade edilmiştir ki, bu mülâhazanın özeti, Çin medeniyetinin kendi köklerine ancak İslâm tasavvufu ile ulaşabileceği ve ancak bu yolla kendini yeniden yapılandırarak yeni çağlara doğru bakabileceği anlamını taşımaktadır. *** Aile tarihimizin bir parçası olan Chang Amca ve eşi ile hiç fotoğrafımız yok. Ancak onların doğup büyüdükleri coğrafyaya, bizim medeniyetimizin kaynağını oluşturan İslâm tasavvufunun daha sonra filizlenip boy verecek tohumundan yollamış olan Cemâlnur Hocamız ve Çinli arkadaşlarımızla

sempozyum günü üniversite binasının önünde çektirdiğimiz fotoğrafla, onların akrabalarına, dostlarına ve bütün bir Çin medeniyetine gülümsüyoruz.


İslâm ve Çİn Medenİyetİ: Sempozyuma Dâir… Pekin Üniversitesi’nde yapılan İslâm ve Çin Medeniyeti Sempozyumu’na katılarak tebliğ sunan akademisyenler ile kısa röportajlar yaparak sempozyum ve düşündürdüklerine dâir görüşlerini ve değerlendirmelerini alma imkânı bulduk. Bu röportajları sizlerle paylaşıyoruz.

Tu Weiming

(Çin/ Pekin Üniversitesi İleri Beşerî Bilimler Enstitüsü): 2001 senesinden beri medeniyetler arası diyalog konusuyla derinden bir ilişkim oldu. Hattâ İslâm ve Konfüçyüs diyaloğu ile ilgili ilk büyük toplantımızı Malezya’da, Kuala Lumpur’da

1995 senesinde yaptık. Fakat bundan önce Cambridge’de bir toplantı yapmıştık. Bunun Çin’de de sürdürülmesinin çok önemli olduğunu düşünüyorum. Aslında Çin’deki Konfüçyüs ve İslâm diyaloğu, bundan 15-16 sene önce başladı. Ancak bu diyalog sadece mutlak bir gereklilik arzetmekle kalmıyor. Bu, sonunda inşaallah bir diyalog medeniyetini başlatacak bir harekettir. TÜRKKAD’ın Çin’de özellikle tasavvufî bir bakışaçısı taşıyan bir İslâmî Çalışmalar kürsüsü kurulması konusundaki katkılarıyla birlikte, şu anda burada dinin sadece yüzeysel bir incelemesi değil, derinlerdeki ruhu hakkında bir inceleme yapılması sözkonusu oluyor. Başlarda sadece sınırlı sayıda kişiye ulaşılabiliyordu fakat bu, yalnızca hoşgörü, birbirini kabul etme, saygı ve karşılıklı öğrenme anlamında değil, aynı zamanda karşılıklı atıflaşma (birbirine referans verme) anlamında da ileride daha da gelişecektir. Artık farklılıkların kutlanmasının zamanının geldiğini düşünüyorum. Farklılık, âhenk için bir önşarttır. Yüzeyde benim için çok büyük farklılık arz eden bir şeyi anlamaya çalışmak anlamına gelen İslâm dinini öğrenmek, benim kendi Konfüçyüs geleneğimi daha geniş bir bağlamda anlamama yarayan bir tecrübe oluyor. Çin’de Çince konuşan Müslümanlar olan Hui’ler var. Bundan başka sadece Çince konuşan değil, Çince konuşmayan Müslümanlar da var; örneğin Şincan’daki Uygurlar… Ama bundan da büyük olan İslâm dünyası var. Bazı klasik Çinli Müslüman düşünürler, ikili bir süreç kullanmışlardır. Önce, Çinli bir entelektüel topluluğa, Çin elitine İslâm’ı tanıtıyorlardı. Yani Müslümanların sadece yaşayışlarını değil, Çin kültürünün bir parçası olarak onların dinî anlayışlarını da anlamaya çalışıyorlardı. Daha sonra da Çin’i daha büyük kitlelere, İslâm dünyasına tanıtmaya çalıştılar. 18. yüzyılda bu çabanın kıymeti çok iyi anlaşılmamış olsa da, şu anda 19. yüzyıldan önce ve 18. yüzyılda yapılanların önemi daha iyi anlaşılmaya başlanmıştır. Şimdi ise Budizm, Konfüçyüsçülük ve Taoizm hakkındaki felsefî ve mânevî tefekkürün canlanmasıyla ve bunlara İslâm ve


Hristiyanlık’ın da eklenmesiyle birlikte bu beş din, Çin’in kendisini anlamasında oldukça merkezî bir hâl aldı. Sonuç olarak bu katkı, gerçekten takdire şâyân.

Gholamreza Aavani

(İran/ Pekin Üniversitesi Kenan Rifâî İslâm Araştırmaları Kürsüsü Eski Öğretim Üyesi): Çok iyi bir konferans oldu. Çok iyi ve çok gerekliydi çünkü bugün İslâm ve diğer medeniyetlerin diyaloğuna çok ihtiyacımız var. Tabiî ki Çin çok önemli. Çünkü hem Çin çok büyük bir medeniyet ve geleneksel olarak İslâm’la çok iyi ilişkileri olmuş hem de burada yaşayan çok sayıda müslüman var. Burada kendilerince bir hayat kurup yaşamlarına devam etmek istiyorlar. (…) Bu iki gün boyunca konunun târihî, kültürel, siyâsî, etnik vb. boyutları hakkında hârika tebliğler sunuldu ve çok iyi tartışmalar yapıldı. İki ya da üç oturum sonunda bir saati aşan tartışmalar yapıldı ve katılımcılar ve dinleyiciler akademisyen oldukları için çok hareketli ve güzeldi. İyi sonuçlar çıkarıldığını düşünüyorum. Eğer bu tebliğler yayınlanabilirse çok iyi bir hizmet olur ve ümit ediyorum, başka açılardan da fayda sağlanabilmesi için gelecekte de bu çalışmalar devam eder. Şu an müslümanlar için önemli olan, gerçek İslâm’ın tanıtılmasıdır. Tabiî ki İslâm çok eski bir din. Fakat bizler yeni bir çağdayız ve her şey çok değişti. İslâm’ı olduğu gibi tanıtmalıyız. İslâm bugün çok gereklidir. Bu herkesi müslüman yapmamız gerektiği anlamına gelmiyor. Bu mümkün değil. Bu tüm lisanları tek bir dil haline

getirmek gibi bir şey… Çünkü bu dünyada sadece Allah birdir. İki tane Tanrı yoktur. Fakat bu dünya çokluklar dünyasıdır. Birçok dil, renk ve çeşit var. Varlığın güzelliği buradadır; çoklukta… Dinlerin çokluğu sözkonusudur, fakat “dikey” bir İslâm var: “el-İslam”. Bu Allah indindeki dindir, bizim indimizdeki değil…. Bu, Peygamber tarafından tebliğ edilmiştir. Allah indindeki din bizim indimizdeki dinden farklıdır. Bizim atalarımızın farklı inançları oldu, onlar çok büyük insanlardı. Fakat büyük insanların büyük hatâları olur. Biz hatâları tekrar etmemeliyiz. Meselâ tekfîr (bir kimsenin kâfir olduğuna hükmetme) . İslâm’da tekfîr yoktur. (…) İslâm herkesin müslüman olmasını beklemez. Bu mümkün değil. (…) Kur’an’da tüm peygamberlere iman şarttır. Bu yüzden İslâm’a göre tüm dinler barış içinde yaşar. (…) İslâm kadar diğer dinlere hoşgörülü başka bir medeniyet bulamazsınız.

Kristian Petersen

(Amerika Birleşik Devletleri): Bu diyalogların olmasının önemli olduğunu düşünüyorum. Birincisi Çin’de İslâm lâyık olduğu şekilde araştırılmamış. Bugün Çin’de 20 ilâ 30 milyon müslüman yaşıyor. Bu birçok Ortadoğu ülkesi nüfusundan fazla. Çin’de ne olup bittiğiyle ilgilenmemek, İslâm hakkında sadece Ortadoğu perspektifinden bir fikir geliştirmek anlamına gelir. Çin’de ne olduğunu göstermenin önemli olduğunu düşünüyorum. Bu tip konferanslar beynelmilel akademisyenleri diyalog için biraraya getirmesi açısından çok güzel. Çok değerli olduğunu düşünüyorum.


Muhammed Hassan Khalil (Amerika Birleşik Devletleri):

Çok güzel bir konferans olduğunu düşünüyorum. Biliyorsunuz, insanlar, Çinli müslümanlar ya da Çin’de İslâm hakkında pek düşünmüyorlar. Burada Çin’de zengin bir İslâm tarihi ve zengin bir müslüman topluluğu olduğunu görüyoruz. “Medeniyetler çatışması” kavramı hakkında söylenenleri biliyorsunuzdur. Dünya hakkında basit bir yaklaşım olan “siyah ya da beyaz” görüşü ile mücadele edebilmek için bu tür programlara ihtiyacımız var. Sonuçta çok güzel bir konferans oldu.

Osman Nuri Küçük (Türkiye):

Öncelikle bu konferans köklü iki medeniyetin birbirlerini daha yakından tanıması, birbirlerini daha yakından görmesi, gelecekte uzlaşı zeminlerine zemin hazırlaması bakımından önemli bir girişim. Çin tabiî doğunun medeniyet kuşaklarından, kavşaklarından birisi. Kadim bir gelenek. Bunun özellikle bizim kültürümüzde, İslâm tasavvufuyla derinden alâkası, yakından bağlantısı var. M.Ö. 2000`li yıllarda yaşamış olan Lao Tzu`nun İbni Arabî ile yapılan mukayeseli çalışmalarda hemen hemen aynı şeyleri farklı kelimelerle söyledikleri, “rivâyet muhtelif, amma mânâ bir” dedikleri türden yaklaşımların ortaya çıktığını görüyoruz. Bu anlamda, özellikle günümüzde medeniyetler çatışmasından söz edilen bir ortamda bu çatışmanın en ciddi sac ayaklarından birisini medeniyetlerin birbirini tanımamasının oluşturduğunu ve bu tanımamazlıktan kaynaklanan kültürel farklılıkların daha sonra gönül düşmanlıklarını ve peşinden siyasal ve kültürel farklılıkları getirdiğini görüyoruz. Meşhur bir söz var bildiğiniz gibi: “İnsan bilmediğinin, tanımadığının düşmanıdır.” Kültürler arasındaki bu uzlaşının ilk yolu kültürlerin birbirlerini tanıması. O yüzden yine bu topraklara ait olan, Çin medeniyetine ait olan Konfüçyüs’e sorulur, “Üstad, eğer imkânınız olsa neyi düzeltirdiniz?” diye. Müridleri, öğrencileri, etrafındaki insanlar daha iddialı cümleler beklerken, Konfüçyüs’ün söylediği şu olur: “Dili, lisanı düzeltirim.” “Neden?” diye sorduklarında, Konfüçyüs şu cevabı verir: “Eğer lisan doğru konuşulmaz ise, bir nesil yaşadıklarını diğer nesle doğru aktaramaz ve insanlar arasında karmaşa yaşanır.” Bugün üçüncü dünya ülkeleri diye nitelenen ülkeler arasında da (belki ekonomik olarak gelişmiş ülkeler arasında da) en temel sorunun “kavram kargaşası” denilen sorun olduğunu söyleyebiliriz. Yani, insanlar arasında yeterince iletişim kurulamıyor. Dile dayalı iletişim bile kurulamıyor ki, mistik geleneklerde bunun daha ötesinde bir iletişim türünden daha bahsedilir.


Bu, gönüle dayalı iletişim türüdür. Hz. Mevlânâ bunun, yani gönül dilinin, sadece işaret dilini, yazı dilini ve beden dilini kullanan normal iletişime göre binlerce kat daha güçlü olduğunu söyler. Dolayısıyla, bu sempozyumun bu gönül diline atılan önemli bir zemin ve tuğla olduğu, önemli bir sac ayağı oluşturduğu kanaatindeyim. İnşaallah bu sac ayağı ve bu zemin, ileride yapılacak başka çalışmalarla gelişerek, serpilerek devam eder. (...)

Semih Ceyhan (Türkiye):

2006 yılından itibaren TÜRKKAD’ın düzenlemiş olduğu başarılı organizasyonlardan bir yenisine daha şâhit olduk, Türkiye’den oldukça uzak bir ülke olan Çin’de... Tabiî bu başarının arkasında, Pekin Üniversitesi’ne bağlı başında Profesör Tu Weiming’in olduğu İleri Beşerî Bilimler Enstitüsü’nün (IAHS) de katkılarını göz ardı etmemek lâzım. Organizasyon çok başarılıydı. Bu sebeple bütün TÜRKKAD mensuplarına ve Pekin Üniversitesi’nden bu organizasyonda emeği geçen bütün yetkililere teşekkür etmeyi bir borç telâkki ederim. Her aşamada -sempozyumun öncesinde, hazırlık aşamasında, sempozyum süresince ve sempozyum sonrasındaki aktivitelerde-

herkes elinden geldiğince çok yakın bir ilgi gösterdi. Tabiî bu bir konu olarak, İngilizce’de “Comparative Studies” dediğimiz yani İslâm ve Çin medeniyetlerinin karşılaştırmasını esas alan bir alan. Çok geniş bir alan. Başka teşkilâtlar da bildiğim kadarıyla Türkiye’de buna dâir başka organizasyonlar yaptılar. Bu sempozyumu bir altyapı çalışması olarak değerlendirmek lâzım. Sempozyum olarak bırakmamak lâzım. Bunun üzerine bir şeyler inşâ etmenin gerekli olduğu kanaatindeyim. (...). Bu Çin’de gerçekleştirilmiş bir organizasyon. Belki bunun bir ayağı da, -Türkiye’deki ilgililerin, gerek akademik çevrelerden gerekse de ilgili kesimin ilgisini çekecek şekilde, yine aynı başlıkta da olabilir farklı bir başlıkta da olabilir- yine İslâm ve Çin medeniyetlerini karşılaştırıcı, Türk halkınının bilgilendirilmesine, aydınlatılmasına yönelik bir faaliyet olarak gerçekleştirilebilir. Böylelikle, İslâm ve Çin arasında, tasavvuf ve irfan temelinde bir köprü oluşturulmaya çalışılabilir. Tasavvufî İslâm anlayışının, irfan anlayışının çok önemli bir motor güç olduğu kanaatindeyim. Bunun üzerinde çok durmak lâzım. Buradan bir açılım sağlamak lâzım. (...) 17. asırda Çin Tasavvufu yani Çinlilerin ortaya koyduğu tasavvuf literatürüne baktığımızda, bizim de, yani Türk insanının da yakından tanıdığı Abdurrahman Câmî gibi, onun Leva’ih’i gibi eserler tercüme ediliyor. Yani, ortak noktalarımız var. (...) Yani Tasavvuf tarihi açısından, İslâm Tarihi açısından bu ortak noktalar üzerinde daha fazla durmak lâzım. Meselâ bu konuda yayın faaliyetleri de yapılabilir. TÜRKKAD’ın yayın faaliyetleri de var; bu çerçevede meselâ Tu Weiming’in, Sachiko Murata’nın ve William Chittick’in hazırladıkları, “Liu Zhi” üzerine bir İngilizce kitap var. “Liu Zhi” 17. asırda Çince’de tasavvuf üzerine çok önemli eserler üretmiş bir sûfîdir. Tu Weiming, William Chittick, Sachiko Murata’nın hazırladığı bu İngilizce eser Türkçeye kazandırılabilir. Bunun dışında yine Murata’nın “The Tao of İslam” eseri tercüme edilebilir. Yani bu yayın faaliyetleri genişletilebilir. Şunu


söylemek istiyorum, İslâm ve Çin medeniyeti arasındaki bizim en ortak bağlantı noktamız olan sûfî İslâm anlayışı üzerinden, o irfânî anlayıştaki o sinir uçlarına dokunarak bunu geliştirmek lâzım. Bu daha sonra yavaş yavaş gelişir. Bunu sahiplenen başka kurumlar da olabilir. İşte atölye çalışmalarına dönebilir, daha akademik faaliyetlere de dönebilir, popüler faaliyetlere de dönebilir... Böylelikle, yani biz şu gerçeği gayet iyi biliyoruz ki, İslâm’ın gerek Batı’da gerek Doğu’da intişârında, yayılmasında sûfîlerin çok büyük bir önemi, rolü olmuştur. Bu rolü dâimâ gündeme getirmek lâzım. İnşaallah yakın ve uzak vâdede -Çin’de olur, başka topraklarda olur, Afrika’yı önemsemek lâzım mesela... Afrika çok münbit alandır. Çok ihmal edilmiş bir alandır. Yani aynı Uzakdoğu gibi... Onun üzerine de çeşitli faaliyetler yapılabilir. Yani inşaallah bunların çok bereketli sonuçlar doğuracağı kanaatindeyim. Bunun için gönülle, muhabbetle, vicdanla, ciddiyetle bu işlerin üzerine eğilmek lâzım. Muhakkak sonuç verecektir. (...)

Ekrem Demirli (Türkiye):

Doğrusu ilk kez bu tarz bir organizasyona şâhit oluyorum. Yani genellikle yurtdışına akademik toplantılara gidiyoruz fakat Türkiye’den bir kurumun yurtdışındaki bir kurumla irtibatlı olarak organize ettiği böyle bir konferansa ilk kez katılmış oluyoruz. Muhtemelen Türkiye için de nâdir örneklerden birisi olabilir; kendi alanımızla ilgili söylüyorum. Bu bakımdan ilk başta bazı

endişelerim vardı doğrusu, ancak organizasyon çok güzel oldu, çok başarılı yapıldı. (…) Şunu açıkça ifade etmek lâzım: Bence akademik düzeyi çok yüksek bir toplantı oldu. Gerek Türkiye’den ve Amerika’dan, yurtdışından gelen hocalar, gerek Çin’den katılanlar bence çok güzel konuşmalar yaptılar, çok iyi değerlendirmeler yaptılar. Bir konu bütünlüğü oluştu. İlk kez Türkiye ve Çin arasında ya da İslâm ve Çin arasında ilk kez bu tür bir karşılaştırma yapıldı. Bu çok önemli bir şeydir. Yani bir şeyin ilk olması ve bu seviyede yapılması, gerçekten büyük bir başarıdır. Bu bakımdan bence –şahsen kendi adıma söyleyeyim- beklentimin çok üzerinde bir toplantı oldu. Bunu açık yüreklilikle söylemek istiyorum. Muhtemelen Türkiye’de de bu kanaatimi paylaşacağım. Bu açıdan TÜRKKAD yetkililerini –başta Cemâlnur Hanım olmak üzerebütün arkadaşlarımızı tebrik ediyorum. Çok başarılı bir iş yaptılar. Katılan bilim adamlarını, tebliğcileri tebrik ediyorum; çok başarılı bir çalışma yaptılar. Bu, tabiî çok önemli bir başlangıç noktası; bunun arkasının gelmesi çok önemli… Gerçekten Çin’de Pekin Üniversitesi’ne bir birim açmak kolay bir şey değil tabiî. Bunun arkasının gelmesi lâzım. Kayıtlara geçmesi açısından, birkaç hususa değinmek istiyorum. Birincisi, burada görev alacak hocaların, burada çalışma yapacak kişilerin çok iyi planlanması, çok iyi hazırlanması gerekiyor. Büyük emeklerle bir şey yapılıyorsa bunun verimli olması açısından bu çok önemli bir sorun gibi geliyor bana. Hepimize bir görev düşüyor. (…)



İll edeb

hüseyin gökhan

Aslî olarak bir hâl ilmi olması sebebiyle tasavvufun akademik tahsili çok tartışılan bir konu olagelmiştir. Mânevî bir ilim olmakla beraber, 14 asırlık tarihi boyunca farklı alanlarda kültürel izler bırakmıştır. Edebiyattan güzel sanatlara, sosyal bilimlerden siyasete, hatta temelde ayrı olmakla beraber felsefe ve düşünce tarihinde İslâm coğrafyası başta olmak üzere dolaylı da olsa tüm dünyada etkileri izlenebilir. Bu yönüyle tasavvufun akademik çalışmalara konu olması şarttır. Sanatın, sosyolojinin, edebiyatın, siyasetin, felsefenin, gastronominin, hatta pozitif bilimin istifâde edeceği yönleri vardır. Hz. Muhyiddin İbni Arabî’nin vahdet hakkında açıklamalarının fiziğin aradığı tümleşik evren teorisinin bulunmasında büyük katkılarda bulunacağına inanıyorum. Fütûhat’ında bahsettiği birçok kavramın, kuvvetli hayalgücüne sahip birinin fantezilerinden ziyâde, algısı bize göre üst perdelerde olan birinin müşâhedeleri olduğunu görmeye başladığımız ilginç zamanlardayız. Ya da aslı Hz. Peygamber’in sünnetiyle başlayan yeme-içme ile ilgili birçok tavsiyenin insan fizyolojisinde neden olduğu olumlu değişimleri tıp ilmi ya da benzer disiplinler deneysel olarak ispat etmekte. Örneğin orucun ya da az yemenin beyindeki olumlu etkileri artık genel kabul görmeye başladı. Hatta ismi oruç olarak anılmasa da oruca çok benzer perhizlerin sağlık ve zihinsel huzur için uygulanmaya başladığını görüyoruz. Bu konularla yakından ilgilenen bir arkadaşım geçenlerde 8/16 diyetinden bahsediyordu: Günde sadece 8 saat yiyip 16 saat hiçbir şey yemeyerek zihin ve beden üzerinde olumlu etkilerin elde edildiği görülmüş. Tasavvufun sunduğu tüm bu bilgilerin günümüz bilimi ışığında tekrar tekrar incelenmesinden büyük faydalar elde edileceğine inanıyorum.

Esas konusu eğitim olan bu ilim, özüne lâyık şekilde incelenirse, hem ilmin sahibi sultanlara hürmette kusurdan kaçınılmış, hem de ilmi tahsil eden kişi tasavvuf hazinesinden daha verimli şekilde faydalanabilmiş olur. Cemâlnur Hocam, dünyada akademik bir ilk olan Kenan Rifâî Kürsüsü’nü Kuzel Karolayna Üniversitesi’nde açmadan önce üniversite yönetimiyle çok önemli bir anlaşma yaptı. Bu anlaşmanın belki de en temel, en önemli maddesi, kendilerinin ismini taşıyan kürsüde görev alacak hocanın yaşayışının tasavvuf esaslarıyla uyum içinde olmasıydı. Görev yapacak profesör hangi konuyu incelerse incelesin, bir efendi evlâdından beklenen şeyler kendisinden beklenecekti. Aynı şart, Pekin Üniversitesi’nde kurulan İslâm kürsüsü için de geçerli oldu. Bunları söyledikten sonra merhum Meşkûre Annemizin bir toplantıda profesörlere “İmansız ilim insanı ahlâksızlığa götürür!” deyişi geldi hatırıma. Öyle ya, tasavvuf olsun, diğer alanlar olsun, ilmin mutlak amacı kendimizi tanımak, Rabbimizi bilmek ve nihayetinde edebe yaklaşmak olmalı. En azından tasavvufun, akademik olarak çalışılmasında dahî olsa, asgarî şart yine edeb olmalı. Tasavvuf, bir mürşid-i kâmilin bir ayağını İslâm şeriatında sâbitleyerek, diğer ayağıyla öğretisini zaman ve mekâna uyarladığı ve kalbî aynasında talebesine kendi hakîkatini gösterdiği bir ilimdir. Bu yönüyle hiçbir zaman mürşid olmadan kitaplardan okunan ya da üniversitelerde tahsil edilebilen bir ilim olmayacaktır. Fakat yazının başında belirttiğim konulara tutacağı ışıktan istifâde etmek, akademik anlamda mümkündür ve çok gereklidir.



HER ŞEYİN BAŞI EĞİTİM Geçenlerde sevgili Cemâlnur Öğretmenimin Almanya’daki bir konferansına katılma şerefine nâil olduk. Her yurtdışı konferansı sonrasında hissettiğim gibi, bu konferans esnâsında da yine tasavvufta eğitimin yerini, tasavvuf eğitiminin insan gelişimindeki yeri ve önemini, ve hattâ tasavvufun kültürler arasında bir köprü oluşturmadaki gerekliliğini yeniden idrak etmiş oldum.

sesil pir

Farklı ülkelerde tasavvuf konuşmanın gereği nedir derseniz, bence tam yerinde bir soru sormuş olursunuz. Öncelikle başka ülkelerde bizim din ve dil kardeşlerimiz var. Gerek akademik, gerek turistik amaçlı seyahatlerimiz esnâsında bu kardeşlerimizin mâneviyata çok ihtiyaç duyduklarını gözlemlemekteyiz. Ben kendilerine ‘uzaktaki kardeşlerimiz’ diyorum. Uzaktaki kardeşlerimiz çoğu zaman göçmen sıfatı altında, bazen kendilerini çok ait hissetmeyerek, bazen de entegre olmuş bir biçimde kendi doğup büyüdükleri şehirlerden, alışık oldukları kültürlerden uzak yaşamaktalar. Bu uzakta yaşama işi kulağa ilk çalındığında hissettirdiğinden çok daha zor bir iştir. Çünkü uzakta yaşamak için göç etmiş olmak gerekir. Lesley Hazleton’ın ‘İlk Müslüman’ adlı kitabında Hz. Muhammed’den (sav) bahsederken dile getirdiği gibi “göçmenler kendilerini hep bir yetimhanenin içinde hissederler.” Gerçekten de göçmen hissiyatı esâsen böyledir. O kişi ki, göçmeyi tercih etmiş olmak ile gittiği yerde ne yiyeceğini, ne giyeceğini, ne söyleyeceğini, toplum tarafından kabul görüp görmeyeceğini bilmeden yola çıkar. O kişi ki uzun süreler, belki ebediyen sıla hasreti duyar; her nefes alışverişinde evine ait izler arar.

O kişi ki muhakkak zaman zaman kendinden büyük bir güce sığınma ihtiyacı duyar. Ne bulunduğu yere ait hisseder, ne de geldiği yere… Bizim göçmen kardeşlerimiz de evlerinden, ezan sesinden ve tanıdık sohbetlerden uzak olmanın sonucu olarak mâneviyata müthiş bir özlem duymaktadırlar. Onlara geçici olarak bile olsa ‘ev’de hissedecekleri, hemcinslerine eşit mesâfede olup korkularını, endişelerini, sevinç ve hüzünlerini dile getirebilecekleri bir ortam sağlayabilmek ne güzel bir hizmet şeklidir ki, çok şükür, bizler bu güzelliklerin kıyısından köşesinden bir parçası olabiliyoruz. Ayrıca İslâm’ın, Batı ve Doğu ülkelerinde, çoğunlukla televizyonlarda, taraf medya kurumlarının yorumlarıyla bir şiddet dini olarak tanıtıldığına sık sık üzülerek şâhit oluyoruz. Oysa bizler Amerika’da, Çin’de kurduğumuz tasavvuf ve İslâm kürsüleri aracılığı ile, Avrupa’da katılmaya çalıştığımız sempozyumlar, konferanslar sayesinde, İslâm’ın, bir şiddet dini olmak bir yana bir barış dini olduğunu insanlara anlatmaya çalışıyoruz. Bu aktiviteler kültürler arası köprü kurmakta, var olan diyalogları yumuşatmakta ve dahi pekiştirmekte fevkalâde önemli bir rol oynamaktadır. Yine geçen hafta, Cemâlnur Öğretmenim konferansın ilk gününde İslâm’ın kapsayıcılığını anlatırken çok hoş bir dileğini paylaştı ve şöyle dedi: “Bizim dinimiz, yani İslâm, Hristiyanlığı, Museviliği ve gelmiş geçmiş bütün dinleri kabul eder. Bu yüzden Türkiye’de ve diğer İslâm ülkelerinde çokça ‘Musa’, ‘İsa’, ‘İshak’ isimleri duyarsanız. Bu isimlerin Müslüman aileler tarafından çocuklarına verildiğine tanıklık edersiniz.” Sonra devam etti: “Benim dileğim, bir gün Hristiyan ve Musevi ailelerin de çocuklarına ‘Ahmet’, ‘Muhammed’ gibi isimleri vermekten çekinmemeleri – ve hattâ o isimleri mânâları sebebiyle çocuklarına vermek istemeleri…” O an etrafıma baktığımda onlarca Alman katılımcı dostumuzun başını öne arkaya salladığını gördüm. Sanırım ve inşaallah mesajı almışlardı.


Üstelik yüzlerinde zarif de bir gülümseme vardı. İşte bu gibi yapıcı sohbetler, düşünce alışverişleri kültürler arası diyalogların gelişmesinde çok önemli rol oynamaktadır. Sanırım, bu çerçevede bizlere düşen görev de kendi dinimizi yakından ve en iyi şekilde tanımaya çalışıp sohbetlerde sözkonusu olan konuların birer yaşayan örneği olmaya gayret etmektir. Eklemeden geçemeyeceğim, Türkiye’de olan dostlarımız için hârika bir sertifika programı başlatıldı tasavvuf üzerine. Bence imkânı olan dostlar için kesinlikle kaçırılmaz bir fırsat! Bu programa yazılmalarını ve hattâ dostlarını yönlendirmelerini ısrarla tavsiye ederim. Allah hepimize kendisine giden yolda kendimizi geliştirmek üzere eğitim ve öğretim imkânı sunmaya devam etsin inşaallah.


ANA’DOLU HAKKI

elif hilâl doğan

Geçen gün biraz yürümek istedim. Çocuk parkının önünden geçerken duyduğum bir nidâyla sarsıldım. Oradaki küçük çocuklardan biri anladığım kadarıyla dönen ve üstü kapalı olan bir kaydıraktan kayıyordu. Belki korkuyla karışık duyduğu o heyecanla kendini aşağı doğru bırakırken öyle bir “Allaaah” diye bağırdı ki, söyleyişini, sesini kalbimde zevkle tekrar tekrar dinlemek istedim. Öyle hâlisâne bir “Allaaah” nidasıydı ki bu! O küçücük yaşında ne “annee” ne de “babaa” diyerek değil, “Allaaah” nidâsıyla kaydıraktan kaymıştı. O çocuk evinde annesinden, babasından, çevresinde büyüklerinden, arkadaşlarından Allah sözünü duya duya, kaydıraktan kayış heyecanında bile “Allah” demişti. Türk ve Müslüman bir ülkede doğmak, Anadolu’da yaşamak gerçekten çok büyük bir lûtuf. Hele “Allah” diyebilmek… Cemâlnur Hocam, Allah bizi anmasa, ismini anmamıza izin vermese biz “Allah” bile diyemeyiz, diyor ya hep... O çocuğun sesi de bana bunları hatırlattı. Minicik bedenden çıkan o yüce nidâyla, ezelden tanışık olduğu sevgilisini, her şeyini, var edenini hatırlayıp sığınabilmiş, O’nun adıyla haykırabilmişti. Biz ne güzel bir milletiz ki, çocuklarımız kaydıraktan kayarken bile “Allah!” diye atlayabiliyorlar. Bizler oynayacak kadar sevinsek de “Allah!” diye çığlık atabiliyoruz, ağlayacak kadar üzülsek, korksak da “Allah!” diye seslenebiliyoruz. Heyecanlandığımızda da “Allah Allah!” diyoruz, şaşırıp kaldığımızda da “Allah Allah!” diyoruz. Allah’a inanmıyorum diyenlerimiz bile konuşurken sık sık samimiyetle “Vallâhi” diyorlar. Dilimize de içimize de Allah

lafzı öyle bir işlemiş ki, farkında olsak da olmasak da her gün defalarca Allah’ın adını anabiliyoruz. Bazen televizyonda en ilgisiz görünen insanların bile “kader, inşallah, nasip, hayırlısı, şükürler olsun” dediklerini gördükçe, hepsini, herkesi çok seviyorum. Boşuna bu diyâra Anadolu dememişler. Gerçekten Anadolu ana dolu… Her yerde bir evliyâullah, bir büyük sultan bizlere hakîki analık yapmakta. Onların feyzi ve bereketi, farkında olsak da olmasak da hepimizi sarıp sarmalamış. Hepsi Allah’ın aşkını, ilmini, Hz. Peygamber’in mânâsını ana sütü gibi bize içirmek için dipdiri başımızdalar. Bu vatanda yaşamak gerçekten çok büyük bir nasip. Adımımızı atsak Dârende, Somuncu Baba… Sonra Ankara’da O’nun evlâdı, Hacı Bayrâm-ı Velî… Hemen sonra Konya’da Hz. Mevlânâ, Hz. Şems, Konevî Hazretleri hazırlar. Kars’ta Hz. Harakânî, Bursa’da Hz. Üftāde, Emir Sultan… İstanbul zaten anlatılamaz: İllâ Hz. Ken’ân!.. Nereye gitsek, nereye dönsek, kim olsak, bize anadan da öte bir şefkatle kucağını açan, bizi Hz. Peygamber’in mânâsına taşımak için o kucakta taşıyan bir sultan var. Şahâdet parmağı gibi, kalem gibi göğe uzanan minârelerimizde beş vakit okunan ezanlarımız var. O ezanları duyabilmenin ne demek olduğunu, Harakânî Hazretleri Sempozyumu için yurtdışından Kars’a gelen misâfirlerde seyretmiştim. Orada ezan sesini duydukça gözleri dolarak konuşamayan ve öylece başlarını omuzlarının içine çekip pür hürmet, pür aşkla ezanı dinleyen misafirlerimizi gördükten sonra, duyup da duymadığım ezanlar için her zaman utanıyorum. Bu topraklarda yaşamanın zekâtı nedir, bilmiyorum… Ben Malatya’da yolda yürürken, Niyâzî Mısrî Hazretleri’nin hasretle bastığı yollara, İbnü’l Arabî’nin geçtiği yerlere değiyor olabileceğimi düşünüp seviniyorum. Biz Malatya’nın küçük bir mahallesiyken o kadar zengin, o kadar şanslıyız ki… Çocukların oynadığı oyun parkının adı bile “Somuncu Baba Parkı”. Bizim Ali Abi çocuklarına hep peygamberlerin


isimlerini vermiş, şimdi en küçüğün adını da Eyüp koydular. Karşı sokakta bir Muhammed İsa’mız var. İsmini ilk duyduğumda çok şaşırmıştım. Ama şaşıracak ne var? Bizde İsa’lar, Musa’lar, Davut’lar, İbrâhim’ler, Yakup’lar, Yusuf’lar o kadar çok ki… Âmine, Emine’ler, Hatice’ler, Ayşe’ler, Fatma’lar, Ali’ler, Hasan ve Hüseyin’lerle doluyuz biz. Anadoluyuz biz. Askerine Mehmetçik, Muhammetçik denen bir milletiz biz. Şehitlik ve gāzilik aşkıyla, Allah’ın askeri gibi bir milletiz biz. Müslümanlığı en güzel yaşayan millet, Türk milletiyiz biz. Sanırım bunun zekâtı da kimseye özenmeden, kimliğimizi kaybetmeden, kendimiz olmak ve her konuda bütün dünyâya örnek hâlde yaşamak, bu maneviyâtı yansıtmak, taşımak olmalı. Dünyanın analık makāmı gibi olan Anadolu’da yaşamanın, Türk ve Müslüman olan bu milletin evlâdı olmanın zekâtını verebilmemiz niyâzıyla efendim…


İstanbul Günleri 6 TAVUK PAZARI VE EDEP

Tavukpazarı, Sâmiha Ayverdi’nin “İstanbul Geceleri” kitabını takip edererek ilerlediğimiz yazı dizimizde bu ay ziyaret ettiğimiz semt. Her zamanki duâmızla yola çıkalım: O’nun fikir kuşu bize yol göstersin; olursa kusurum şimdiden affolsun, yolumuz açık olsun.

elif dinler

* Sâmiha Anne der ki: “İstanbul Geceleri’nin yapraklarını çevirenler arasında, karşıma bir sorgu, bir târiz (dokundurma) heykeli fırlayıp yolumu kesmek isteyecek ve – Sen ey kadın, neden dizdize, başbaşa olan İstanbul semtlerini bırakıp onları bir zincirin halkaları gibi sırasıyla dolaşmıyorsun da, canın neresini isterse oraya sapıyor, gönlün hangi tarafa kayarsa oraya sürükleniyorsun?... Doğru…Kimbilir bundan sonra da daha ne sıçramalar, ne atlamalar, ne mızıkçılıklar olacak… Hattâ şu anda bile, bir küçük esnaf, iş ve haşarat yatağı olan Tavukpazarı’nı koyup bir hasbihale (halleşme) kalkışmak da gene mızıkçılıktan başka bir şey değil ki…” Herhalde ben de Mısır Çarşısı 78 numaraya gidip Tavukpazarı’nı sorunca benzer bir kafa karışıklığı

yaratmışımdır. Mısır Çarşısı’nda birkaç nesildir hizmet veren, eski Türk el sanatlarını yaşatma arzusu ile porselen fincanlar, fincan takımları ve diğer objeler üretip satan bu dükkânı işletenler Sâmiha Anne’den feyz almışlar zamanında. Onlara tanıdıklar vâsıtası ile bu yazı için gönderilen ben, Tavukpazarı’nı sorunca eminim yadırgamışlardır. Doğrudur. Lâkin neden oraya gönderildiysem, neden Sâmiha Anne’nin gönül izinden İstanbul Geceleri’nin yapraklarındaki semtleri adımlıyorsam, işte bu âlem sahnesinde oynanan piyeste kendi üstüme düşeni yapmak için bu ay Tavukpazarı’nı arıyorum. Onlar da, sağolsunlar, bana Tavukpazarı ile ilgili bildiklerini anlatıyorlar. Bana sundukları sade kahvemi gayet süslü ama zarif fincanlarında içiyorum. 16.yy. Topkapı ve 19. yy. Dolmabahçe Sarayları tarzı altın varaklı renk ve süslemeleri olan fincan çeşitlerini inceliyorum. Formların ve desenlerin 19 yy.’a gelindiğinde nasıl o zamanın modası ile Avrupâî hâle geldiğini görebiliyorum. Gözüme açık mavi bir şekerlik ilişti. Çocukluğumuzda komşu teyzelerin kırılmasın diye dokunmaya korktuğumuz böyle şekerlikleri olurdu. Dişe yapışan şekerlerden kibarlık olarak bir tane alsak da komşu teyzenin ısrarlı ikramıyla daha çok alıp avucumuzu doldurmak ne büyük bir heyecan verirdi. Gerçekten bu dükkân, ürünleriyle geçmişi bugüne taşıyor sanki. Bu arada bana Sâmiha Anne’den anılarını da aktarıyorlar. Daha fazla oyalanmadan yola koyulmalıyım; internetten öğrendiğim Tavukpazarı Mısır Çarşısı’ndan Çarşıkapı’ya kadar olan kısım değilmiş. Çemberlitaş’a gitmek gerekiyor, Mısır Çarşısı’ndan epeyce yol var. * Çemberlitaş’a gelince Kubbealtı Akademisi’ni arkanıza Çemberlitaş Hamamı’nı sağınıza alıp sola doğru giderseniz, Tavukpazarı Sokağı’na ve Tavukpazarı olarak bilinen civarına ulaşıyorsunuz.


Sâmiha Anne “Bu semt bir vakitler hanları, tonazları, barakaları, imâlâthâneleri, salaşları, bekâr odaları, hamal, esnaf ve esrar kahveleriyle şehre, bir yüzü faydalı olurken, diğer yüzü çıban gibi işler dururdu.” diye anlatmış. Günümüzde Tavukpazarı’nda gördüğümüz takıcılar daha çok gümüş, biraz da altın işçiliği yapan bu dükkânların aralarında da kuyumculara ürünlerini sergilemek için vitrin malzemesi satan iş yerleri var. Beyazıt yönüne ilerleyince hafif elma kokulu iç avluda bir duman bulutunun altında nargile içilen kahvehaneler buluyoruz; turistik ve derli toplular. Sâmiha Anne’nin anlattığı salaş kahvelere benzemiyorlar. Sanki o zamandan bu zamana derlenmiş, toparlanmış, temizlenmiş bu Tavukpazarı semti. Artık İstanbul ağacının döktüğü kurtlu meyve değil gibi. * Gelmişken civardaki târihî yapıları da öğrenelim. Tavukpazarı ile Çemberlitaş çok yakın, sanki içiçe. Çemberlitaş sütunu Bizans imparatoru Konstantin tarafından Roma’daki Apollon tapınağından söktürülerek buraya diktirilmiş. Büyük yangınla zarar görmesinin ardından 17. yy’da demir çemberlerle sardırılarak sağlamlaştırılmış ve Çemberlitaş olarak anılmaya başlanmış. Başka bir yapı da Mimar Sinan

tarafından yapılmış olan Çemberlitaş Hamamı; bugün hâlâ işletilmekte. Hamamın karşısında Köprülü Mehmed Paşa Camii, medresesi ve türbesi, yanında Vezir Hanı, eski Dâr’ül-fünun binası, civârında ise Sultan II. Mahmud Türbesi ve haziresi, Köprülü Kütüphanesi, Atik Ali Paşa Camii, medresesi ve Ali Baba Türbesi bulunmakta. Ayrıca Nuriosmaniye Camii’ne ve Kapalı Çarşı’ya da Tavukpazarı mevkiinden kolayca erişilebiliyor. Tavukpazarı’ndan ayrılırken Mısır Çarşısı’ndaki dükkânda bana aktarılan bir Sâmiha Anne anısı geldi aklıma: “Sâmiha Anne, Tavukpazarı’ndan Kubbealtı’na doğru yürürken -her zamanki gibi döpiyesi, beyaz yakasıyla; Kolunda da çantası“aynen bu lâfı biz duyduk” diyor anlatan, “A.. Sâmiha’ya bak, yoldan geçiyor, eteklerinden edep akıyor.” Sâmiha Ayverdi onu anlatanların ağzından hep bir edeb âbidesi olarak tanıtılıyor. Cemâlnur Hoca “Sâmiha Ayverdi ile Sırra Yolculuk” kitabında “Benim hocamda gördüğüm ve kesinlikle çok etkilendiğim bir husus da onun edebidir… Sâmiha Ayverdi Allah’la olan irtibâtını öylesine bize aksettirdi ki O’nun halkı Hak görerek onlara muâmelesinden örnek aldık. Burada halkı Hak görüşü, yani yaradılmış her varlıkta Allah’ın hakkını idrak edişi, sanki Hakk’la muâmele edermişcesine yaradılmışla konuşuşu, insanın edebinde en yüksek seviyedir” der.


Sâmiha Ayverdi’nin edeble ilgili yazdıklarına bakınca ise hocası Kenan Rifâî’yi buluyoruz. Kimbilir belki de edebiyle bizleri hocasına yönlendiriyordur. “Kenan Rifâî ve Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık” kitabında Sâmiha Anne şöyle demişler: “Kenan Rifâî bir bakıma tasavvufu, ‘Her hâl ve vakt ü mahalde edeptir.’ diye alıyor. Ve ‘Tasavvuf güzel ahlâktır, güzel ahlâk ise edeptir, edep ise Hak’tan başka bir şey görmemektir.’ diyor. “O ‘Her zerrede bir nur, her katrede bir zuhur vardır’ diye şu âlem içre ne varsa hepsi ile muâmelesini Hakk’la muâmele biliyor, her şeyi Hak diye yüceltiyor, şereflendiriyor ve seviyor. Seviyor! Bizce üstünde en çok durulacak nokta budur ki şu sûretle Kenan Rifâî, Allah sevgisini soyutluktan kurtararak, somut dünyaya mahlûkata getirmiş, yani başka bir deyişle kuvveden (düşünceden) fiile intikal ettirebilmiştir.” Edebimizi ve sevgimizi arttırmak dileğiyle, İlâhiyât-ı Ken’an’dan şu dizelerle bitirelim: Ten-i âdemdeki can bil ki edepdir, Dil ü çeşm-i beşerin nûru edeptir.

elif dinler

Edebi olmayan âdem, değil âdem Ayıran âdemi hayvandan edepdir.

Not: Bu yazı ile ilgili düşüncelerinizi paylaşmak isterseniz elifkdinler@gmail.com adresine veya Instagram elifkdinler hesabına yazabilirsiniz.



SELâmİÇEŞmELİ yaKUBİ BaBa

EV YAPIMI FINDIK KREMASI


Malzemeler 250 gr. Kavrulmuş fındık 100 gr. Bal 100 gr. Labne veya beyaz krem peynir 2 Çorba kaşığı gurme kakao 4 Çorba kaşığı fındıkyağı veya badem yağı 1 Tatlı kaşığı vanilya özü veya 1 paket vanilya 1 Tutam tuz

Hazırlanışı Tüm malzemeyi sürülebilir püre kıvamına gelene kadar rondoda çekin. Gerekirse az miktarda süt veya su ekleyebilirsiniz. Kızarmış ekmek, krep, pancake, krosan veya waffle ile beraber kahvaltılarınızda yiyebilirsiniz. Hava almayan bir saklama kabında iki hafta kadar buzdolabında saklayabilirsiniz. Âfiyet olsun


GÖRÜŞMEK ÜZERE

www.nefesyayinevi.com hernefesdergisi@nefesyayinevi.com facebook.com/HerNefesDergisi twitter.com/HerNefesDergisi instagram.com/hernefesdergi


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.