Her Nefes - Haziran 2015 / Uluslararası Kenan Rifâî Sempozyumu

Page 1

HAZİRAN 2015 KASIM 2014

69.sayı 62.sayı

AYLIKAYLIK TASAVVUF DERGİSİ TASAVVUF KÜLTÜRÜ KÜLTÜRÜ DERGİSİ ULUSLARARASI HZ. KENAN RİFÂİ SEMPOZYUMU Harakâni


EDÝTÖRDEN Merhabalar Her Nefes Dostlarımız, Efendim, bu sayıda konumuz 29-31 Mayıs 2015 tarihleri arasında Yenikapı Mevlevîhânesi’nde başlayan ve Cemal Reşit Rey Konser Salonu’nda devam eden, Cemâlnur hocamızın “Ben 63 yıl bugünü bekledim” dediği “Uluslararası ‘Rahmet Kapısı’ Ken’an Rifâî Sempozyumu”na dâir… Haziran 2015 sayımızda sempozyumumuzu ve bu sempozyumun bizlerdeki etkisini sizlerle paylaşmaya çalış k. 29 Mayıs’ta, İstanbul’un Fethi’nin 562. yılının idrak edildiği günde Yenikapı Mevlevîhânesi’nde semâ töreni ile başlayan, diğer bir deyişle “nefslerimizin fethi” ile başlayan bu kutlu sempozyumumuz, 31 Mayıs’ta sırlanmasını tâkiben kavuştuğumuz Berat Kandili ile ve inşaallah sağ taraflarımızdan aldığımız berâtlarımızın bir sancak misâli, gönül kalelerimize dikilmesi ile tamamlanan bir “Mânâ Fethi”ne dönüştü. İşte tam da bu yüzden hislerimizi, siz gönül dostlarımızla paylaşmayı istedik. Dünyanın en önemli tasavvuf profesörlerinden farklı konularda uzmanlığı olan ka lımcılara kadar yaklaşık 40-45 konuşmacının ağırlandığı, sayısı bine ulaşan bir dinleyici topluluğunun ka ldığı bir sempozyumdan bahsetmek is yoruz. Sempozyumumuzda, adı gibi “rahmet” dolu, ha a rahme n dolup dolup taş ğı bir kapıyı Ken’an Rifâî Hazretleri’ni anlamaya ve anlatmaya çalış k. O’nun engin ilminden feyzlenirken, bu kapıya hakkıyla ve lâyıkıyla hizmet etmeye, O’nun bitmez tükenmez menbaından doya doya içerek ve hâlini, edebini ve inşaallah mânâsını idrak etmeye çalışarak gayret e k. Tüm ka lanların, çalışanların ve düzenleyenlerin gönüllerine fe hlerin en kutlusunun gergef gibi işlediğini düşündüğümüz bu günler vesilesi ile “Rabbim bizleri bir nefes senin bu rahmet dolu kapından ayırmasın ve inşaallah her nefes O’nunla ve O’nun ve Hakk’ın yolunda olalım. Her an yeni bir şen’le dirilen o sultanlar sultanına şâhitliğimiz dâim olsun” diye niyaz ediyoruz. Cân-ı gönülden “Rahmet Kapısı” vâsıtasıyla yaşanan fe hlerimizi kutluyor ve sizleri Haziran sayımıza dâvet ediyoruz. Elbe e eksiklikleri ve kusurları vardır ve bunlar bizlere ai r. Tüm güzellikleri de elbe e bu Rahmet Kapısı’nın ve tüm kapıların yegâne sahibine, o güzele ait olarak, yeni sayımıza hoşgeldiniz, gönlümüzü hoş e niz. Yosun Mater



SOHBETLER - “Dün Ekrem’e dedim ki: Mîmârım, diye niçin böbürleniyorsun? Biz de mimarız. Herkes hayâ binasının mimarıdır. Faraza sen, yap ğın bir yapıyı, fena malzeme kullanır, çürük ve hesapsız yaparsan, yap ğın bina yıkılır, ne cede seni mes’ul ederler. İnsanların buldukları ferah, keder, cennet, cehennem, iyilik ve fenalık da, hayatları binasını iyi veya fena kurmuş olmalarındandır. Erdiğimiz ne cenin mes’uliye başkalarının değil, kendimizindir. Eğer biz de vücûdumuz binasını çürük ahlâklar ve kötülükler ile yaparsak, günün birinde kendi kendine çöküverir. Nihayet Cenâb-ı Hakk’ın huzuruna çıkarılıp ‘Ben sana bu vücûdu emânet vermiş m. Onu niçin çürük ve kötü malzeme ile bina e n?’ diye muhakeme edilir ve ne cede de mahkûm oluruz.” (Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbeal 2000, s. 426)

***

Neşriyâ , İstanbul,

- Seven kimse Allâh’ından sevilmek talep edebilir mi? - “Aşkın dereceleri vardır. Sevgiyi meyveye benze rsek, yeşil kabuğu, dış kabuğu, iç kabuğu ve bir de zarı olduğunu görürüz. Eğer sen de cevizin yeşil kabuğunda isen, isteyebilirsin. Ama lübbe ermişsen isteyemezsin. Çünkü gerçek âşıkta arzu kalmaz. Çünkü kendi kalmamış r. Mâdemki âşık olmuştur, bu aşkın içinde sevilmek de mevcu ur. Zîra senin sevmekliğin aynı sevilmekliğindir. Eğer sen sevilmeseydin, sevemezdin.” (Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbeal 2000, s. 632)

Neşriyâ , İstanbul,

*** - “Dünyâya gelmekten maksat, kişi Rabbini bilmek r Rabbini bilmeye sebep evliyâyı bulmak r Bulmak değilmiş bilmek, bilmek değilmiş bulmak Evliyaya gönül vermek rengine boyanmak r.

‘Buldum, gördüm, bildim!’ demek maksûda ermek için kâfi değildir. Bu, ben kırk senedir dervişlik ediyorum diye öğünüp güvenme işi de değildir. Maksat, o terbiyesi halkasına girdiğinin velînin rengine boyanmak r. Yâni güzel sıfatlarını giymek, doğruluğuna, adâle ne, irfânına ve aşkına bürünmek r. Evet kırk sene bir kapıya hizmet eder bir şey alamaz da, üç gün dervişlik etmekle, onun kırk senede bulamadığını elde ediverir. Çünkü ezelde hazırlanıp da gelmiş r.” (Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbeal 2000, s. 152)

Neşriyâ , İstanbul,



“Kenan Rifâî Bize Allah Aþkýný Öðretti” “Rahmet Kapısı” Uluslararası Kenan Rifâî Sempozyumu - Açılış konuşması

cemâlnur sargut

Yılın, ha a yüzyılların en büyük mutasavvıflarından bir tanesi, tevhid anlayışının sultanı, peygamber yolunun yolcusu bir büyük mürşid-i kâmil Kenân er-Rifâî Hazretleri. Bizim haya mızdaki rolünü kelimelerle anlatmak mümkün değil. Ama O’nun dünyaya yayılışını kendi ağzından dinlersek, “İndifâ eden bir yanardağın lâvlarını tutacak bir el ayası bulunmadığı gibi tasavvufun, özellikle İslâm tasavvufunun yeryüzüne akmasını önleyecek hiçbir kuvvet ve kudret yoktur.” Bugün görülüyor ki hocamın anlatmaya çalış ğı ahlâk-ı muhammedî, edep, aşk kavramı içinde yoğurduğu güzelleşen insan, insan olma seviyesine çıkma, bütün bunlar bugün ba ya örnek olmak için akıyor, akıyor… O’nun ge rdiği iman, inanç, tevhid, birlik, her şeyden memnun olma kabiliye , özellikle peygamber ahlâkını yaşamadaki üstün tavrı bize örnek olmaya devam ediyor. Kendisinin de söylediği gibi zamanın, vak n olmadığı bir dünya yara bize. Bize Allah aşkını öğre . Bizi adam etmeye çalış . Bizim için çok gayre var. Bunun için de bir özel çaba göstermiyor. O tebliğ etmeye gelmiş r. Bilir ki son noktayı Allah koyar. Biz O’nun, hâlinden memnun olma, her şeyden memnun olma sana nı elde etme gayre içindeyiz. Biz O’nun bize, dünyaya taşıdığı cenne yaşamak gayre içindeyiz. Bize öğre ği; bölünmenin, ayrılmanın yanlış olduğunu öğrenme gayre içindeyiz. Birliğin,

beraberliğin önemini anlama ve idrak etme gayre içindeyiz. Bize birleşin dedi; bir araya gelin, bölünmeyin, aranızdan hiçbir varlık geçmesin. Birliğin öneminden bahse bize, Allah’a beraber gitmenin zevkinden bahse . Ne güzel şeyler öğre bize... Doğru yolu, zevki öğre , idrâki öğre . Ne kadar yapabildik bilemiyorum ama biz hedefle yaşamanın zevkini aldık. Bugün belki gençlerimizin en büyük eksiği, mürşid-i kâmillerin kurduğu, koyduğu hedefleri bilmemek. Bugün ba nın, doğunun yanlış İslâm anlayışı, uyuşturucu etkisi, bunlar hep hedefsiz insanların uğradığı felâketlerden ibâret. O bize hedef verdi ve o hedefe doğru yönlenin, dedi. Tıpkı Peygamber Efendimiz’in mîrâca çıkarken gözünün hiçbir yere bakmayışı gibi, gözümüzü hocamıza dik r . Hocamızın da bir varlık olmadığını, O’nda Hazre Peygamber’in tecelli e ğini bize öğre . Vücutların kırılacağını, tekkelerin kapa labileceğini, varlıkların, mekânların yok olabileceğini ama mânânın asla yok olmayacağını öğre . Mevlânâ Hazretleri’nin buyurduğu gibi, Kur’an yansa da mânâsı yanar mı bir evin içinde? Bu hakika öğre bize… Kur’an gibi yaşamaya, yaşayan Kur’an olabilmeye çalış k. Onun derdine düştük, derdimiz bu oldu. Sevgiliyi daha iyi anlamak, daha çok sevmek; böylece onun her anki tecellisine iş rak etmek ve zaman kavramından kurtulmak zevkine düştük. İbn-i Arabî Hazretleri’nin dediği gibi; aşk, diyor ve iman seni zaman kaydından kurtarıyor ve mutluluk veriyorsa gerçek imandır. Bize bunu öğre hocamız. Çok enteresandır ki O, en kötü, ne fenâ, ne çirkin dediğimiz hâdiseleri güzelleş rdi. Allah indinde yanlışın, abesin olmadığını, insanların i katlarını Allah hâlinde düşündüklerini öğre bize. İnsanların fikirlerine hürmet etmeyi, farklılıkları hoşgörmeyi öğre . Yapabildik mi bilmiyorum ama öğrenme çabası içindeyiz.


Öyle güzel insanlar ye ş rdi ki, bir Sâmiha Ayverdi, bir Semiha Cemâl Sultan, Nazlı Anne, Meşkûre Sargut, İlhan Ayverdi, Ekrem Hakkı Ayverdi… Daha sayılabilecek milyonlarca insan… Sofi Huri’ler, Safiye Erol’lar, Nezihe Araz’lar… Hepsi kendi çapında hedefe gözünü dikmiş insanlar. Hepsi kendi yolunda olanlara örnek oldular. Ama bazıları hepsinden de daha çok örnek oldular. Onlar kimlerdi, biliyor musunuz? “Ben yokum, yalnız Efendim var” diyenlerdi. Onlar “Ben Efendi’nin kalemiyim, bende bir varlık yok” diyenlerdi. Onlara bak k, hayran kaldık, benzemeye çalış k. Şimdi bir gayemiz var: O’nun istediği gibi her şeyden memnun olma sana nı elde etmek. Mücâdelemizi sonsuza kadar vermek ve İslâm’ın hakiki yüzünü dünyaya anlatmak. Tasavvu mânâsını herkese anlatmak ama bunu yaşayarak yapmak... Bir gayemiz var. Bizim çok şükür ki bir gayemiz var. Müslümanlığın hakika ni yaşayarak ölmek is yoruz. Ve bir

gayemiz var, Cemâlullah’a ulaşmak is yoruz. Âye e buyurulduğu gibi herkes kendi Âdem’inin bayrağı al nda kalkacak r. Mürşidimizin bayrağı al nda, Allah’ın istediği kul olarak, Peygamber’imin memnun olduğu kul olarak O’na varmak is yoruz. Ama bunu yalnız yapmak istemiyoruz, sınıfça yapmak is yoruz. Allah bizleri bu birlikten, beraberlikten, hocamızın mânâsına hürmet etmekten ayırmasın ve dâimâ doğru yolda sâbit kılsın. Teşekkürler ediyorum efendim hepinize…


KEN’AN RÝFÂÎ HAZRETLERÝ’NÝN HAYÂTI 1867 senesinde Selânik’te dünyâya gelen Ken’an Rifâî Hazretleri, Filibe hânedanından Hacı Hasan Bey’in oğlu Abdülhalim Bey’le Ha ce Cenan Hanım’ın çocuklarıdır. İstanbul’da Galatasaray Sultânîsi’ni (bugünkü Galatasaray Lisesi) bi rdikten sonra Bâb-ı Âlî Hâriciye Kaleminde vazîfe almış, Acem Mektebi’nde tabiat muallimliği yaparken Posta – Telgraf Nezâre ’nde Alman müşâvir Groll’ün muâvinliğine ge rilmiş, bu arada da Hukuk Fakültesi’ne devâm etmiş r. Oğlunun ilk mürşidi annesidir. Kendisine mânevî dünyânın, Allah yolunun kapılarını açan annesi Ha ce Cenan Hanım, daha sonra onu kendi mürşidi Şeyh Edhem Efendi’ye teslim etmiş, bu sûretle Ken’an Rifâî Hazretleri’nin mânevî şahsiye bu iki mürşid tara ndan oluşturularak kemâle ermiş r. Madde ve mânâ dünyâsını et ve rnak bilen Ken’an Rifâî Hazretleri, günün birinde kendini maârif ça sı al nda bularak sırası ile Balıkesir İdâdîsi, Adana, Manas r, Üsküp, Trabzon Maârif Müdürlükleri, daha sonra Numûne-i Terakkî ve Medîne-i Münevvere İdâdî-i Hamîdî Müdürlükleri yapmış r. Tekrar İstanbul’a döndükten sonra Erkek Muallim Mektebi Fransızca hocalığı, Tedkîkât-ı İlmiye Encümen Azalığı, Dârüşşafaka Müdürlüğü ve Meclis-i Maârif Azalığı vazîfelerinde bulunmuş, emekliliğinden sonra da onüç sene Fener Rum Lisesi’nde Türkçe hocalığı yapmış r. Onbir aylık Balıkesir devri, genç müdürün Allah

velîsi anne eliyle yükselen mânevî temelinin, ar k mürşidi Edhem Hazretleri’nin taş taş işlenme mesûliye ni bütünü ile üstüne aldığı devirdi. Hocası kendilerinin maddî ih yaçlarını kısıtlayarak, en azla yaşamanın temizleyici zevkini ta rıp (riyâzât), ileride halkının bütün acılarını paylaşacak olan o mürşid-i kâmili bir mânevî âbide derecesine ulaş rmış r. Yine burada bir san’atkârdan mûsıkî nazariya öğrenmesini ve ney meşk etmesini istemiş, daha sonra da keman ve piyano çalmayı öğrenerek manevî feyzini öğrencilerine aktarmanın diğer bir yolu olan mûsıkîyi, bestelediği ve gü elerini yazdığı ilâhileri ile çevresine akıtmış r. Manas r Maârif Müdürlüğü sırasında mürşidi Edhem Şah cemâle yürümüş, kendisine yerini bırak ğını, mânâ âleminden haber vererek dünyâdan göçmüş olduğunu bildirmiş r. Medîne-i Münevvere’de İdâdî-i Hamîdî müdürlüğü yap ğı dört sene zar nda Şeyh’ül Meşâyih Seyyid Hamza Rifâî Hazretleri’nden, dört sene hizmetlerinde bulunduktan sonra icâzet almışlardır. Bir gün Hamza Rifâî Hazretleri, “Oğlum, bilmem ki ben mi senin şeyhinim, yoksa sen mi benim?” demekle Ken’an Rifâî Hazretleri’nin vâsıl olduğu mertebenin yüceliğine pek güzel bir şekilde işâret etmiş r. İstanbul’a avdetlerinden sonra Erkek Muallim Mektebi’nde Fransızca Hocalığı, Tedkîkat-ı İlmiyye Encümeni âzâlığı, Darüşşafaka Müdürlüğü, Meclis-i Maârif Âzâlığı’nda bulunmuştur. Aynı yıllarda annesi Ha ce Cenan Hanım’ın Hırka-i Şerîf’te inşâ e rdiği Ümmü Ken’an Dergâhı’nda postnişîn olarak irşâd faâliye ne başlamış r. Ken’an Rifâî’nin irşâd faaliye ni dergâh ça sı al nda götürmeyi tercih edişini Sâmiha Ayverdi devrin icâbe rdiği şeyi yerine ge rmek olarak yorumlar: “O devrin şartlarına göre bu meydan, ancak bir dergâh olabilirdi. Eğer o zamanki cemiyet, bir zâviye değil de bir akademi yoluyla fikrini yaymak imkânlarına sahip olsaydı belki de Ken’an Rifâî bir akademiyi tercih ederdi. O,


cemiye n nabzını elinde tutarken, insanları hayâ n endîşe verici dönemeçlerinde, vartalı yollarında, kıymet ölçülerini benimsemesinde, fikir ve ahlâk muhâsebesinde, hulâsa varlığının bütünü üstünde emniyet ve ahenk sağlayacak bir kontrol ve mesuliyet hissinin sahibi kılmak is yor ve terbiye sistemini o yola yönel yordu. Bir tara an irşâd işleri ile meşgûl olurken, diğer tara an da memleket kültürüne katkıda bulunma, öğrenci ye ş rme ve idârecilik yapma gibi vatan hizme ne de yeniden başlamış, Darüşşafaka ve Gelenbevî okullarında müdürlük yapmış, yüksek sınıflara da Edebiyat ve Fransızca dersi vermiş r. 1925 yılında dergâhlar kapandıktan sonra da Ken’an Rifâî’nin vazifesi bitmiş olmadı. Bu defa da kendi kendine gelişen tabiat hâdiseleri gibi, etra nda tabiî bir akademi teşekkül ediyordu. 1925’de tekkelerin devlet eliyle kapa ldığı zaman halkın sesini Hakk’ın sesi olarak kabul eden Ken’an Rifâî bu durumu en küçük i raz ve hoşnutsuzluk göstermeden kabul etmiş . Onun için tarîkat bir gāye değil bir vasıtadan ibare . Ken’an Rifâî tarîkat kurumunun sadece şekilde kalmış olduğunu görmekte ve devrin ih yaçlarını karşılayacak nitelikte olmadığını bilmekteydi. Bu fikri öylesine samimiyetle benimsemiş r ki, kendisine bu konuda soru yönelten bir gazeteciye hâlihazırda açık olan üç yüz küsur dergâhtan pek azının irfâna hizmet e ğini ve söz konusu kanun ile bu duruma bir son verildiğini ifâde etmiş r. Maârif Vekâle ’nden emekliye ayrıldıktan sonra on üç yıl boyunca Fener Rum Lisesi’nde Türkçe hocalığı yapmış, soyadı kanunu ile Büyükaksoy soyadını almış r. Ken’an Rifâî, 7 Temmuz 1950 tarihinde vefât etmiş r. Kabri Merkezefendi Camiî avlusunda şadırvanla kabristan duvarı arasındaki hazîrede bulunmaktadır. Kendileri Fransızca, Almanca, İngilizce (80 yaşından sonra öğrenerek), Arapça, Farsça,

Rumca, Çerkezce’yi anadili gibi bilmekteydiler. ESERLERİ • • • • • • • •

Muktezâ-yı Hayat Camille Flammarion’dan tercüme “Dünyânın İnkılâbı” Rehber-i Sâlikîn Tuhfe-i Ken’an Ahmed er-Rifâî İlâhiyât-ı Ken’an (ilâhileri ve besteleri) 1 cilt şerhli Mesnevî-i Şerif Sohbetler

Kaynak: Sâmiha Ayverdi, Ken’an Rifâî ve Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık, Kubbeal Neşriyâ , 2009, İstanbul, s. 111, 120-121.


DOST ...Tasavvufun inandığı hürriyet, nefsin kin, kibir, yalan, gösteriş, menfaat, benlik gibi insanı hayvanlaş ran esâre nden kurtulması olduğuna göre, velîlerin gayesi, âdemoğlunu, cemiye n hür adamı yapmak r. Zîra kendileri hürdürler. Üstelik, dünya sevgisi ile bağlı olmadıkları için, dünya ehlinden de korkuları yoktur. Bu hikmet, irfan, îman ve aşk merkezleri, bizâ hi hâmil oldukları değerleri ücretsiz ve karşılıksız olarak etraflarına dağıta dağıta, sâkin âlemleri içinde yaşarlar. Asırlar asırları tâkip etse de, kütleye adadıkları varlıkları ile, kâh gizli, kâh âşikâr, etraflarına huzur ge rmekte kıyâmete kadar devam eyleyeceklerdir.

sâmiha ayverdi

Kendileri için doğmamış, kendileri için yaşamamış bu uluları, ne yazık ki bugün körebe şaşkınlığı içine düşmüş dünya fark etmeyecek bir gaflet içindedir. Kimbilir, daha ne kadar zaman kollayıp aramayı da düşünemeyecek r. Halbuki yara lış âlemi içinde tecellîleri eksiksiz olan Allah, evliyâsını eksik eder mi? Yeter ki kütle uyansın ve gene bu merkezlerin etraflarında kurtuluşunu aramak ih yâcını duysun. Arayıcı olan, elbe e bir gün bulucu da olur. *** İşte XX. asrı şereflendiren bir kütle fedâîsi, bir rehber Ken’an Rifâî’dir. İlâhî irâdenin, insanoğluna bir armağan olarak göndermiş olduğu Ken’an Rifâî’yi, anlatmak isteyenin, mazgaldan u u gözleyebildiği kadar seyreden bir nöbetçiden farkı yoktur. Niçin mi? Kulaçlamakla sonsuzluğuna erişilemeyecek bu ihlâs ve samîmiyet âbidesi, insan idrâkinin

zorlukla kavrayacağı bir hayır ve sevgi hazînesini akılları durduracak ölçüde etrâ na saç ğı için, anla lması ve anlaşılması güç, belki de muhaldir. İlmine, fazlına, fazîle ne, maddî- mânevî asâle ne rağmen, bu iddiasız, sâde, şatafatsız büyük velî, kendisine il câ edenlerin, maddî-mânevî yardım bekleyenlerin ellerini boş çevirmemiş, almadan vermiş, fegâga ni, tevâzuunu, vefâsını, sabrını, merhame ni, adâle ni, eksiksiz bir insanlık tablosu içinde toplayarak etrâ na sunmuştur. Öğre ği, tâlim ve tedris e ği iyilikleri ve güzellikleri nazarî ve ka üniformalar içinde bırakmamış, onları yaşayarak etrâ na göstermiş r. “Hakîkatle mağlûp edilmekten üstün bir zevkim yoktur” demişse, muhâtabının doğru bulduğu fikrini derhal kabul etmekte bir an tereddüt etmemiş r. Kezâ, “Ben yalan söylüyor muyum? Ben dedikodu ve gıybet ediyor muyum? Ben kalp kırıyor muyum? Ben kin tutuyor, kibir ediyor muyum? Eğer bunları yapıyorsam, size de bol bol izin! Amma beni hocanız bilmişseniz, bende olmayan sıfatlarda konaklamanız, üstünüzdeki mânevî hakkımı red etmek olmaz mı?” demiş r. Evet, hiçbir söz ve nasîhat, hayâ nın hesâbını bu derece cesâretle ve açık alına veren bir mürebbînin beyânı kadar tesirli olamaz. İşte Ken’an Rifâî, söylediğini işleyen, tâlim e ğini tatbik eden, fiilleri ile fikirlerine ihânet eylemeyen bir kahraman olduğu için, dâvâsında muvaffak olmuş ve böylece de etrâ , sevgi, îman ve vatan aşkını aksiyon hâline ge rmiş seçkin bir kadro ile dolup taşmış r. Bir gün “Sizin hakkınızı nasıl ödeyelim?” yollu sorulan bir suâle, tereddütsüz şu cevâbı vermiş r: “Yolumdan gelin, hepsi o kadar..” İşte böylece de, yalnız sual sâhibine değil, bütün yakınlarına, hiç kimseden ihsan ve â fet beklememiş olan bir ulu kişinin prensibini açıklamış, karşılığını vermiş r. (Sâmiha Ayverdi, Dost, Kubbeal Neşriyâ , İstanbul, 2007, s. 12-13)



Efendim Hayatýmda

kendileri giderlerken arabayı durdurdular ve yolda yürüyen bendenize “Atla arabaya!” dediler ve Sâdiye Hanım’a hitâben fakiri gösterip “işte ruhûmun doğurduğu evlât” buyurdular.

Annem, babam, ablalarım, hepimiz Efendimin mânevî evlatları câmiasından olup ihvan halkasına dâhil olmak şerefi ve bu en büyük nasip ile ezelden lû a uğramışız. Bayramlarda, 3–4 yaşında iken hep ha rladığım, yeni elbiseler ve ayakkabılarla bayram namazından sonra konağa giderdik, Efendimizin elini öperken şu duâ her zaman kulaklarımda çınlamış r. Kendileri “Allah’ın rızâsı üzerinize olsun” buyururlardı. Çocukları, şekerler çikolatalarla sevindirirlerdi. Beni de o yaşımda elimden tutar, kendi ziyâret odalarına götürürler ve eteğime bir kutu çikolatayı boşal rlardı.

O seneler hep huzûra gider, sorular sorar cevaplar alırdık. Gösterdikleri misalleri hârikulâde sever, beynimize iyice yerleş rirdik. Bir seferinde “Peygamberimizin rûhu her şeyden önce vardı, fakat zuhûru bütün peygamberlerden sonra oldu, sebebi neydi?” diye sorduk. Cevâben “Bir şe ali meyvesini elde etmek is yorsun, önce tohumunu, çekirdeğini toprağa ekersin, filiz verir, sonra yeşerir, gövdesi olur, yaprakları, dalları olur, en sonra meyvesi meydana gelir. Bütün bu gövde, dallar, yapraklar her şey, bu meyve içindir” buyurdular.

meþkûre sargut

*** Biz Fâ h’e, kendi evimize geç kten sonra yine konağın karşısında oturan Ömer Efendi ve Şaziment Hanım’ın evine gider, ziyaret saatlerinde konağa karşı olan pencerenin önünde otururduk. Efendimiz, Sabiha Hanımefendi’nin odasına teşrif ederler, pencere önündeki koltuğa otururlardı. Pencereden bizi görünce biz çocukları daima konağa çağırır, gel işare verirlerdi. Büyükler her zaman çağrılmazlardı. Biz çocuklar ekseriya huzurda oturur, “Söyle bakalım” buyurduklarında sualler sorardık. Bir seferinde Mansur şöyle sormuştur: “İslamiyet’te mâtem yoktur buyuruluyor. Muharrem’de niçin matem tutuyoruz?” Efendimiz ona hitâben “Bu, mâtem değil saygı, Ehl-i Beyt’e gösterilen hürmet ve bağlılık. Senin annen baban yahut çok sevdiğin bir kimse ölse, o ölüm gününde eğlenmek içinden gelir mi? İşte bu saygıyı o ölüm yıldönümlerinde gösterirsin.” buyurmuşlardı.

Sultânım Efendim yazlığa nereye giderse bizler de orada yaz için ev kiralardık. Bir gün atlı bir araba içinde Lü iye Vâlide ve Sâdiye Hanım ile birlikte

***

*** Bir sefer de “Kur’an, Peygamberler arasında fark yoktur” diyor. Fakat en mükemmel insanın son peygamber olduğunu söylüyor?” diye sorduk. “Güneşin doğduğu anı, Hz. Âdem farz et. Dünyaya ışınlarını ne kadar yolladığını düşün. Güneşin yavaş yavaş yükseldiğini ve ışınlarının dünyaya daha çok geldiğini düşün ve güneşin bu sa alarını diğer peygamberlere benzet. Sonra da tam öğle vak dünyaya yolladığı ışınların nasıl dik geldiğini ve tam mânâsıyla her tara kuşa ğını gör. İşte Hz. Muhammed. Güneş hep aynı güneş, fark yok, ama derece farkı var. Mesele bu” buyurdular. *** Eşim Doktor Faruk Bey, Efendimizin kerâmete i bar etmediklerini bilir ve akıl hârici iş görmezler diye iddia ederdi. Bir gün Ziya Beyefendi’nin arzusu üzerine Profesör Muzaffer Esat’ı konsültasyon için Faruk Bey ge rdi. Faruk, kendilerinin her zamanki hekimiydi. Efendimize felç gelmiş . Bir taraf hiç hareket etmiyordu. Ve bu felç iki sene sürdü. Fakat birinci ayında iken Muzaffer Esat “Hiç hareket yok mu?” diye


üst üste sorup Faruk’u iyice sıkış rdığı esnâda Sultanım Efendim Muzaffer Bey’e “Allah için güçlük yoktur oğlum” deyip “Lâ ilâhe İllâllah Muhammeden Resûlullah” diyerek kalkmışlar, tutmayan taraflarına rağmen salonu baştan başa dolaşmışlar, tekrar eski hallerini almışlar. Muzaffer Bey hayretler içinde kalarak “Bu ne iş r, p buna ne der Faruk Bey?” diye sorunca Faruk “Buna p karışmaz, bu işe Rifâîler karışır” demiş. Bu hâdiseyi Doktor Bey bize hayretler içinde anla . *** Sultanım “Duygulu Gönüllere Hitap” isminde yazdığımız bir kitapçığın basılması için bizi Kâdirî Şeyhi eski Erzurum mebusu Salih Yeşil’e yolladı. Onların matbaası varmış. İhvandan Mesude Hanım ile birlikte gi k. Efendimin selâmını götürdük ve matbaada bu kitabın basılmasını Efendimin istediğini söyledik. İçeri girer girmez bu zat “Kızım, Efendi evlâdısın, hemen aklına ilk geleni söyle” dedi. Fakir de Bayezid Bistâmî’nin bir sözünü söyledim: “Sûrete i bar yok, nazar sîretedir” dedim. “Aferin kızım, aferin kızım” dedi. Meğerse bir bacağı trafik kazasında kesilmiş. Ben bilmiyordum; çünkü bacaklarının üstünü ba aniye ile örtmüşlerdi. Bana “Efendine söyle: cismimle, onun cisminin ayaklarından; rûhumla rûhunun kanatlarından bûs ederim” dedi ve kitabın basılmasını temin e . Efendimiz,

fakire bu kitapçığı üç kere oku ular. Kendileri benim teşekkür etmem için bu zâta beni tekrar yolladılar ve şunu söylememi istediler: “Beş pençe-i Âl-i Abâ olan o elin içinden ve dışından öperim.” *** Bir gün Konak’ta, salondaki bir levhada yazılı olan yazıların mânâsını sordum. Salon ihvanla doluydu. Kendileri anlatmağa başladılar: “Hazre Ahmed er-Rifâî hacca gi klerinde Medine’ye varıp Peygamber Efendimize şöyle hitapta bulunuyor: ‘Her zaman rûhumla gelir seni tavâf ederdim. Bu kez nöbet vücûdumda, uzat mübârek elini de o eli öpmekle dudaklarım şerefyâb olsun.’” Bunun üzerine bütün hacıların gözü önünde Türbe-yi Saadet’ten el uzanıyor ve Hazre Ahmed er-Rifâî o mübârek eli öpüyor ve sonra sonsuz tevâzu ile “Allah’ını seven bana bassın da geçsin” diyor. Fakir bunları duyunca öyle ağladım ki sanki gözlerimden seller ak . Sultânım yerlerinden kalk lar, fakirin önüne geldiler, “Al bu mendili, o gözyaşlarını sil; çünkü Allah için dökülen gözyaşlarının kıyme ni ancak biz biliriz” buyurdular. Gözyaşlarımı mendile silerek kendilerine iâde e m. (Meşkûre Sargut Hanımefendi’nin anla mından yola çıkılarak deşifre edilmiş ve yazıya geçirilmiş olan “Efendim Haya mda” başlıklı yazıdan seçilmiş r).


DERVÝÞ ÖDÜLÜ Yoldaşım gel, Allah Allah diyelim! Hakk’a verdiğimiz ahdi güdelim Allah adın dâimâ zikredelim Her iş Allah’dandır, onu bilelim! Her tara a Hakk’ı dâim görsene, Nefsi a p Allah’ı bir bilsene, Gel, bu meydâne soyunup girsene! Gıll ü gışşı kalb evinden silsene. Hak yara kulluk için insanı, Eyledi dünyâyı onun zindanı. Bu karanlıkta bulanlar irfanı Hak’la bâkî onların dâim canı. Allâh’ın arslanını dünyâda bul! Bulmayan burda, olur orda melûl. Ol edeple, başla canla ona kul! İs kāme en sakın etme udûl! Kimseyi hor görme, aybın söyleme, Kaç yalandan, Hakk’a hiç şirk eyleme! Hem gönül kırma, kibir, fahr eyleme, Kalbde aslā bir fenâlık gizleme! Geçmişi düşünme, is kbâli hiç, Boş geçirme hâli, gāfil olma hiç! Âşık ol Allâh’a, hamr-ı aşkı iç, Ölmeden evvel ölüp dünyâyı geç! Mürşidi Hak bilmeyen bulmaz murâd, Feyz-i Hak’tan olmaz aslā mermurâd. İstemezsen eyleye şeytan fesâd, Her hususta mürşide kıl inkıyâd! Dervişim gel, yana yana dönelim! Aşk şarâbın kana kana içelim! El ele Ken’ân tutup seyredelim, Dost cemâlin aşk ile tavf edelim! Ken’ân Rifâî Hz.



yeþim

Öyle bir rahmet ki… Allah bana rahmet eylemiş...

Allah bana rahmet eylemiş…

Öyle bir rahmet ki, bir kum tanesi gibi havada uçuşurken almış beni rahmet kapısının önüne ge rmiş. Sonra bakmış ki ben kapıya bakıyorum, anlamadan, idrak etmeden, sır mdan hafifçe itmiş içeri gireyim diye... Ben i ldiğim yerde nerede olduğumu anlamaya çalışırken, beni kuvvetlice sarsmış. Öyle bir sarsma ki kendime dâir, hayata dâir, gayrete dâir, akla dâir tüm bildiklerimi unu uran... Allah bana rahmet eylemiş, öyle bir rahmet ki ilk bakışta dehşet gibi gözüken, sonra yavaş yavaş dehşe n lû unu gösteren... Cüz’î aklımla anlayamadıklarımı, ancak O’nu sevince anlayabilmemi sağlayan...

Öyle ölmemi falan beklemeden, çok geç olmadan, bu dünyada zevk edinmem, yanlıştan dönmem, aşkı hissetmem, O’nu anmam için... Yüce kitabımızda ve pek çok tasavvuf eserinde Allah’ın istediğine lû edeceğini ve lû unun sınırı olmadığını yazar. Ben Allah’ın lûtu a bulunduklarındanım. Öyle olmasa benim gibi bir bîçâreyi, zorla, sevgiyle, kızarak, okşayarak cahillikten alıp böyle bir kapıya ge rir miydi? Ben arayanlardan değildim, O beni aldı ve bu aşk deryâsının kapısına bırak . Öyle bir deryâ ki


içine aldığını kendinde yok eden, neden geldin, nereden geldin demeden yıkayan, paklayan, bıkmayan ve bırakmayan. Öyle bir kapı ki başı sonu nerede belli olmayan. Öylesine pak, aydınlık, göz kamaş ran… Gülümseyince âlemin güldüğü, kaşlarını ça nca kalbimi kanatan... Her ne olursa olsun, sen yakın ol da gerisi hoş dedirten. Bu sene 29 Mayıs’ta dünyanın dört bir yanından gelen, konusunda âlim pek çok konuşmacının ka lımı ile bu rahmet kapısı için bir sempozyum düzenlendi. Herkes kendi dilinden O’nu anla . Herkes kendi gönlünce O’nu anla . Ben bu sene 29 Mayıs’ta bir kez daha şükre m, bu kapıya beni ge rene, bu kapıdan beni çevirmeyene, bu kapıda eğri büğrü de olsam

yüzüme vurmadan deryâsında beni aşkına gark edene. Lâyık oluruz inşaallah demeyeceğim; biliyorum ki benim durumumun lâyıklıkla bir ilgisi yok ve ne yapsam böyle bir lû a lâyık olamam. Bu nedenle tek temennim, bu zevk ve bu kapıda hizmet dâim ve son nefese kadar olur inşaallah…


Vaktin Sâhibi Mayıs, ayların şâhıdır.

melike türkân baðlý

Mayıs sonu ise, mevsimler arasında şanlı bir yeri olan yazın, elinde güneşin ve günün sancağıyla is klâlini ilân e ği dönemdir. Hz. Fâ h’in İstanbul’u fethinin de bu döneme denk düşmesi bu bakımdan mânidardır. Bizler için her vakit mühim olan bu zaman diliminin bu yılın nasibine düşen bölümünde, bir gönüller fâ hinin mânevî dünyası içine dâvet edildik. Bu dâvet, beynelmileldi, cihanşümuldü, geniş , herkes içindi… Çünkü o fâ h, devrin sâhibiydi… Devrin sâhibi de kimseyi ayırmaz, kollarını herkes için açardı. Kenan Rifâî Hazretleri, zâhiren geçen asırda yaşayanların teneffüs e kleri havaya gül kokuları saçmış, aslen her devrin misk kaynağı, Hakikat-i Muhammedî’nin tam vârisi, iki kutuplu yeryüzünün tevhid sancağı, dudaklarının arasından dökülen hikmet hikmet-i Hüdâ, lisanla ifade edilmesi güç ancak nice lisanlara vâkıf… “Rahmet Kapısı” Uluslararası Kenan Rifâî Sempozyumu, önce nefsinin sonra İstanbul’un fâ hi olan Fâ h Sultan Mehmed’in fe h alanının merkezinde bulunan, nebevî nur sâhibi Merkez Sultan’ın yenilenen makamının ziyaret edilmesinin ardından Yenikapı Mevlevîhânesi’ndeki ney sesiyle açılıyor. Ney ki bu sefer o “dinle” diyor… Neyin “dinle” telkiniyle Kenan Rifâî’nin cemâlinden taşan rûhâniyetle mest olmuş olarak sempozyum filmindeki sözleri dinliyoruz:

“Ben, ilâhî iklimde öyle bir feleğim ki, eteğimde binlerce ay tutarım. Güzelimin hayâli canıma mûnis olalı öyle bir güneşe sâhip oldum ki gurûb etmez ve feleğindeki aylar gözden kaybolmaz. Ben onun aşkından tutuşturulmuş bir şûleyim.

Gelin, cisimlerimizi bana yakîn ediniz, kalplerinizi benim bu yanan nefeslerimden tutuşturunuz! Ben o ateşim ki, ateş de benim yanışımdan şikâyetçi ve feryâd edicidir. Ben o sarhoşluğum ki bütün bâdeler onun tesirinden yanar, parlar. Sarhoşluk da o sekirden, o perişanlıktan mes r. Ölüm nedir bilir misin? Ölüm, bu ateşin aşk kadehine el sürmemek r. Benim canımın nehrinde ebediyet şarabı kaynar. Geliniz, canınızın dudaklarını benim vücûduma yakîn ediniz. Ben aşk kıyâmetgâhının İsrâfil’iyim; benim nefesim, kalbe hayat verir. Ben güzel yüzün esiri değilim, belki bütün güzeller benim sevdiğimin bir şûlesidir; ben o şûleye hayranım. Yoksa benim dedem put kırıcıdır! Ben gizli ve aşikâr deliyim; onun içindir ki belki sesime bir mahrem bulayım da, ona aşk ateşiyle şûledâr olduğumu göstereyim ve ayrılık acısını anlatayım… Benim bu ateş saçan inleyişim, nâlem onun içindir ki, bu sedâmda gizli olan hakîkat ve sır, bana ademden midir, yoksa vücu an mıdır? Benim yanışım, gönlümde bu müşkülü hâl içindir. Benim rûhum için yüz sene ile bir saat arasında fark yoktur, zamanın uzunluğu kısalığı birdir. Çünkü sene, ay ve gün feleğin dönmesine, zemindekilere göredir. Biz mânâ âlemine ve yârin mâneviyâ na varmışız, can âlemine göre bir sene bir an; ve o bir an içinde bin sene gizlidir.


Ben aşkın celâl denizine gark olup bildiğimi bu aşk âleminde mahvederek hayran oldum. Bu feryat ve inleyiş, işte o tahayyürdür. Ben o hayre mden şikâyet ve şikâye de gene kendime yâr eder, yanıp yakılırım.. Cemâl sabahının seheri doğduğunda her an bir türlü sesle ve bir türlü esrarla bülbül gibi nâlân olurum. Bazen vuslat denizine batar, dünyâ ve ahre unuturum. Bazen hasret ve firak ateşi ile yanarım. Benim derdim ne dilin lisânına, ne kalbin lisânına ne de hâl lisânının imâ ve işâre ne gelir.. Belki ben hâlimden taşan mânâda gizliyim.. Ben, bu âlemi araş rıp aşk ağını atarım, belki bu âteşîn kavalın nefesine mahrem bir yar bulurum ümidiyle.. Benim mahrem ve sırdaşıma, benim canımın dudakları nefes verir ve kâh nâle kavala, kâh kamış inleyişe nefes verir. Aşk, hep sînesi yanıkları ih yar eder ve der ki, aşk yolu kanlı yoldur. Sevgilinin gözlerinin bahâsı kandır. Bende o aşkın tabia var. Ben iş yak derdiyle yarılmış, ayrılık hasre yle parçalanmış dert dolu bir sîne ararım ki ona aşkın kanlı yolundan bahsedeyim, onunla eş ve dost olayım.” Kenan Rifâî ile aynîleşmiş bir kalemden Hz. Kenan dilinde dökülen bu kelimelerin ardına yerleş rilmiş, delici bir nazarla özdeş, derin tesirli keskin bir kemençe sesi gönlümüzü gizli gizli kana yor: Bir nokta idim kıldı beni kāmet-i Tûbâ Giydirdi elifden beni tâ yâ’ye o Mevlâ A’yanda iken gizlice bir gevher-i yektâ Rabbim beni kıldı ulu bir Kâbe-i ulyâ

Kürsüde bir sancak, hocasının gayesi ve vizyonu ile dalgalanıyor ve haykırıyor: “İndifâ eden bir yanardağın lâvlarını tutacak bir el ayası bulunmadığı gibi tasavvufun, özellikle İslâm tasavvufunun yeryüzüne akmasını önleyecek hiçbir kuvvet ve kudret yoktur.” Bu dalgalanışı tâkip edecek tek şey, semânın neş’esi olabilir… Aşk ile safâlar sürülüp zinde olunacak zamandır şimdi! ***** Mevlevîhânede açılışı yapılan sempozyum, sonraki iki gün boyunca Cemâl Reşit Rey Konser Salonu’nda devam ediyor. Uluslararası nitelikteki bu birleşim, otoriteleri dünyada i fakla kabul edilen tasavvuf profesörleri ile Kenan Rifâî’nin gönül dostlarını biraraya ge riyor. Sahnede siyâhî bir nuru yansıtan dekor, “Rahmet Kapısı”nı temsil ediyor. Konuşmacılar, bu kapının önünde kendi dillerinde hürmetlerini arz ediyorlar. Kapının iki kanadı, meşhur Nur âye ni ha rla yor… Hem doğuya hem ba ya açılan bu kanatlar, ne doğuya ne ba ya nisbet edilen mübârek zey n ağacından tutuşturulan, nur üstüne nur olan o kandili sahnede âdetâ âşikâr ediyor. O kandilin al nda nurlanıyoruz… Açılış günü zikredilen düsturu ha rlıyoruz. Şimdi bizleri zaman kaydından kurtaran bir imanın zerk edildiği bir aşk iklimindeyiz. Kayıtların en sıkısından kurtulmuş olmak hasebiyle hürüz! Bu rüyâ âlemi bâkî kalsın is yoruz ancak şimdi hizmet vak : Kendi gönüllerimizde bu aydınlığı dâim kılacak şekilde vak n sâhibinin ilmini hâl etmek ve bu aşk ve irfan iksirini bütün dünyaya o sâhibin adı ile götürmek vak … Evet; o, vak n sâhibi… Ezel ve ebed, o sâhibin vak …



Tesbîhâtı: Lâ İlâhe İllallah Fütûhâtı: Lâ Mevcûde İllallah Tarih için geldi, üçler söyledi: Hazreti Kenan Rifâî eyvallah Mustafa Kara

Uluslararası Kenan Rifâî Sempozyumu’na düşürülen tarih - 2015


O’NA DÂÝR KELÝMELER…

kolaydır. Başka bir deyişle, etkiyi görebilirsiniz, insanların nasıl dönüştüğünü görebilirsiniz fakat bu yeteneğin doğasına, özüne parmak basmak çok zordur. Bazı poli kacılar ve özellikle peygamberler ve her türden dinî liderler bunu hâizdir. Etkileri muhâkeme edersek Kenan Rifâî bu karizmaya sahip r. Bu çok ilginç r çünkü resimlerinde hep sükût içinde olduğunu görürüz. Fakat bu hâlin bir nevî yoğunluğu vardır.

Yurt içinden ve yurt dışından pek çok ka lımcı, Rahmet Kapısı Uluslararası Kenan Rifâî Sempozyumu’na tebliğleri ile ka ldı. Bu ka lımcılarla sempozyum esnasında gerçekleş rilen özel röportajlardan Kenan Rifâî Hazretleri’ne ve sempozyuma dâir çarpıcı alın ları sizlerle paylaşıyoruz.

Prof. Dr. Mustafa Kara

Prof. Dr. Carl Ernst Karizma kelimesini ele alalım. Bu kelimeyi İngilizce’de bir yeteneği olan kimse için kullanırız. Bu yeteneğin etkileri hakkında konuşmak, yeteneğin kendisini tanımlamaktan çok daha

İnsanların gönül açlığı, kanun ile yok edilemez. Kanunları çıkarabilirsiniz fakat insanların gönüllerindeki açlığı ve susuzluğu gideremezsiniz. Dolayısıyle insanların, gönüllerine bu ilâhî aşk gıdâsını sunan rehber insanlara ih yaçları vardır. İşte 1925’den sonra, 1930’lu ve 1940’lı yıllarda Kenan Rifâî Hazretleri bu ih yacı karşılamış r. Yani sâkîlik yapmış r. “Sâkî”, tasavvuf edebiya nda insanlara ilâhî aşkı taşıyan ve ilâhî aşkı insanlara aktaran insanlar için kullanılır. Dolayısıyla bu çeyrek asırlık süre içerisinde Kenan Rifâî Hazretleri etra ndaki insanlara, genç-yaşlı, kadın-erkek, çoluk çocuk herkese, 1925’den önce anla klarını anlatmış r. Tasavvu ahlâk adına 1925’den önce söyledikleri ile sonrasında söyledikleri arasında hiçbir fark yoktur. Bunu kitaplarından öğreniyoruz. Dolayısıyla Kenan Rifâî Hazretleri, cumhuriyet dönemindeki insanımıza ulaşan bir gönül adamıdır, bir gönül rehberidir. Toplumumuz ona ve onun gibi bu hizmete gönül veren bu insanlara çok şey borçludur.


Prof. Dr. Bruce Lawrence

Prof. Dr. James Morris

Görebilen için, kötü bir an diye bir şey yoktur çünkü her ânın içinde ilâhî ya da mânevî bir anlam vardır. Kenan Rifâî, bir op mist (iyimser) ya da pesimist (kötümser) değildir. O ümitvar bir tasavvu dünya görüşü içinde duran bir realis r. Ayrıca kadınları da erkekler gibi tasavvuf yolunun merkezinde görür. (…)Kenan Rifâî neyi temsil eder? Kadınları ön plana çıkartması çok önemlidir. Bunu yaparak “Ben sadece yeni bir dergâh kurmuyorum,genişle lmiş bir tekke kurmuyorum” der. “İstediğim şey, tasavvufun modern dünyanın bir parçası olması, üniversitelere girmesidir.” Eği me verdiği büyük önem burada yatar. Konuşmacılardan biri kendisini Bediuzzaman Said Nursî ile karşılaş rdı ve bence bu çok önemliydi; çünkü ikisi bir anlamda çakışırlar. Fakat Nursî modernleşme karşısında ö eli ve hoşnutsuzdur. Kendisinin Risâle-i Nur’unu okudum ve çalış m; üzerine düşündüm. Bence çok önemli bir eser. Fakat bu eser bir protestodur. Oysa Kenan Rifâî “Bu, Allah’ın dünyasıdır” der. Mükemmel olmayan bir şey yoktur. “Sahip olduğumuz tek dünya budur ve haya a olduğumuza şükretmemiz icab eder” diyen Merkez Efendi gibidir. O da Merkez Efendi’ye benzer olarak “bu bize Allah’ın verdiği dünyadır” der. Bizler de kendimizi bu dünyanın içinde kâmil insan olmak üzere hazırlamalıyız. Bu anlamda rolünü sadece Türkiye’deki tarikatler arasında değil, diğer yerlerdeki tarikatler arasında da özel bir yere sahip olarak gerçekleş rir.

Kenan Rifâî büyük bir mânevî öğretmendir. Ne pahasına olursa olsun öğrenme açlığına hitap eden bir rehberlikten ziyâde, herkesin içinde bulunan ve kendi is dâdına göre, kendisi için uygun bir şekil almış bir mânevî ilmi uyandıran ve bizlere, çocuklarımıza, ailemize, meslektaşlarımıza ve etra mızdaki insanlara birer rehber olabilmeyi öğreten bir ilmi aktarır. (…) Kendi devrine uymuş ve çok faydalı bir öğretmen olmaya devam edebilmiş r. O devirde bazıları bunu yapabilmiş, bazıları ise yapamamış r. Fakat ister şirketler, ister binalar, ister büyük kurumlar kurun, biliyoruz ki tarihte bunlar gelip geçicidir. Bâkî olan, etkileyebildiğiniz gönüllerdir ve buradaki dinleyicilerin gözlerine bak ğınızda bunu apaçık görmek mümkün.


Prof. Dr. Omid Safi Kenan Rifâî’nin çok önemli bir sorumluluğu var. Bir tara an kökleri geleneksel tasavvu a: Kur’an, İbn Arabî ve Mevlânâ üzerine bir uzman. Diğer tara a ise özellikle de Türkiye’de her şeyin hızla değiş ği bir dünyada geleneğin esasına tutunurken değişime ve sürekli değişen dünyaya uyum sağlamak durumunda. Açıkçası Osmanlı toplumundan cumhuriyet devrine geçişte tasavvufu dergâhlardan, tekkelerden çıkarıp açarak tüm yeryüzünü, ha a insanın kendisini bir dergâh haline ge rişine hayranlık duyuyorum. Ar k tasavvuf toplumun tümünün ahlâkını şekillendiriyor. (…) Beşerî bilimlerin icrâ edildiği yerler olarak kabul e ğimiz üniversitelerin çok kri k bir rolü var. Beşerî bilimlerin ana görevi ise insan olmanın ne anlama geldiği hakkında çalışmak r. İnsan olmak idrâkı tam olan ‘insan’a doğru giden bir tekâmül sürecidir ve burada tasavvufun bize öğreteceği çok şey var: Aşk hakkında, arayış hakkında, bulmak hakkında ve kim olduğumuz, ha â ne olduğumuz, kimin sûre nde yara ldığımızın özü hakkında... Kenan Rifâî’nin tasavvuf öğre lerini üniversiteye ve akademiye ge rme modeli burada çok önem kazanıyor. TÜRKKAD’daki dostlarımızın Amerika’da ve Çin’de İslâm çalışmaları için aç kları sahalar çok önemli. Üniversitedeki arkadaşlarım, bunun bir benzerini yapabilmiş bir başka organizasyon bilmediklerini söylüyorlar. Özellikle İslâm ve müslümanlar hakkında yanlış anlamaların ve korkunun Ba ’da yaygınlaş ğı bir dönemde bu çok cömert, benlikten uzak ve nazik bir yaklaşım.

Doç. Dr. Osman Nuri Küçük İşte bugün bizim İslâm’ın şartları ve imanın şartları olarak bildiğimiz esaslar bir hadisten çıkar lmaktadır: Hz. Peygamber’e Cebrâil gelir. Önce İslâm’ın, sonra imanın ve sonra ihsanın ne olduğunu sorar. İhsan ile ilişkili olarak Hz. Peygamber şu tanımlamayı yapar: “Allah’ı görüyormuşçasına ona ibâdet etmendir. Her ne kadar sen onu görmüyorsan da o seni görmektedir.” Sû ler geçmişte tasavvufun ne olduğunu bu hadis üzerinden değerlendirmişler ve demişler ki, “Tasavvuf, dinin ihsan boyutuyla değerlendirilmesi ve yaşanmasıdır.” İhsan boyutu hem kendisinden önceki İslâm ve iman mertebelerini içermekte ancak onlarda olmayan, hakika bizzat müşâhede ediyormuşçasına, bir müşâhedenin sonucu olarak da güzelliğe yönelik olarak bir insanın ifadelerini ve hâlini ifade etmektedir bu mertebe. Mesnevî şârihi olması hasebiyle Kenan Rifâî Hazretleri’nin hem eserlerindeki tutumunun hem de yaşam ve öğre lerinin bu düzeyden bir din anlayışı olduğunu söyleyebiliriz. Bu düzey, bir yandan dinin zâhirine, şeriat boyutu dediğimiz boyutuna vurgu yaparken, bunu imanın kanalize edildiği, gösterildiği bir alan olarak yorumlarken, ancak dinde asıl önemli ve değişmez olanın, asıl çekirdek olanın, asıl dinin kalbi olanın ne olduğu hususunda bir vizyona sahip r. Kenan Rifâî Hazretleri’nin kendi dönemlerinde olan olaylara ilişkin tavırlarında bu vizyonu fazlasıyla görüyoruz.


Dr. Turgut Alsırt Mâlûm-u âlîniz Hz. Peygamber, “Allah her yüz senede bir bir yenileyici, bir müceddid gönderir” diyor. İslâm dininin hiçbir tamamlanmaya ih yacı olmadığını biliyoruz. Niye gönderiliyordu o zaman? Zemin ve zamana göre İslâm dininin nasıl yaşanacağını göstermek için gönderiliyordu bu yenileyiciler… İşte bendenizin fikrine göre Kenan Rifâî Hazretleri, 20. asrın yenileyicisiydi. Bunu haya ndan çıkarıyorum. Bir kere ye şmesi, klasik tekkeden ye şme değil. Bir mürşid-i kâmil tara ndan ye ş riliyor tabiî ama tekke terbiyesi ile değil. Sonra ba ile çok alâkası var. Ba kültürü almış, lisan biliyor. Ba yı gayet iyi tanıyor. Yani devrin ba yı tanımaya doğru gi ği zamanda dünyaya teşrif e kleri için ba kültürü ile de alâkası var. Zaten Fa h devrinden beri yapılmak istenen, ba nın iyi taraflarını alarak doğunun iyi tarafları ile birleş rmek meselesi olduğuna göre ben o iş için geldikleri fikrindeyim. Zaten ye ş rdikleri talebelerden, hayat tarzlarından ve talebelerinin hayatlarından bunu anlıyoruz.


KEN’AN RÝFÂÎ VE ÝNSÂN-I KÂMÝLÝN ÖNEMÝ Hepimiz çok şanslıyız. “İstedim ki bilineyim” sırrını yaşatmak için Allah bizlere tenezzül etmiş. İdrâkimiz mesâbesinde ezelde bizleri nasibdâr kılmış. Her aldığımız nefes, gördüğümüz, duyduğumuz, ta ğımız, hisse ğimiz her şey için ömrümüzün sonuna kadar secdeden başımızı kaldırmasak yeridir. Yine de zerresine karşılık gelmez. O gizli hazine ki “Okyanuslar mürekkep olsa kelimelerimi yazmaya kifayet etmez” buyurmuş. Bizler o kelimelerden birkaçını idrak edebilsek ne mutlu!

hüseyin gökhan

Sınırlı da olsa, bu idrâkin zevkini yaşayabilen her insan, varlığın, yaradılışın, doğumun, ölümün ve bu dünya sahnesinde tecellî eden her şeyin bir amaç uğruna var olduğunu hissedebiliyor. İnsân-ı Kâmil’in birçok târifi var. Biri de Cemâl’in temâşâsının kemâl noktası olsa gerek. Allah’ın tecellîsini hakîka yle, perdesiz, tam istediği hâliyle idrak edebilen insan… O her an yeni bir şanda olduğu için de, fehmini her an yenileyen, idraklarında iki günü birbirine eşit olmayan sultanlar… Rabbi Zül Celâli ve’l İkram bu sayısız güzellerini Zât’ı için halk etmiş. O güzel Allah’ım bizlere sonsuz merhame nin en büyük nişânı olarak da kimi zaman mânâsını bu sultanlarından biz âciz kullarına açmış. Hakîka mizi bizlere bildirmekle vazîfelendirilmiş mübârek sultanlara “Mürşid-i Kâmil” diyoruz. Halk edildikleri devrin ümme ne, insanına, o devrin ilmine münâsip dilde Allah’ı bildiren sultanlar. ‘Mürşid-i Kâmil’in esas önemi burada gizli. Allah’ın

sonsuz tecellîsinin te’vilini, yaşadığı devre göre biz âcizlere göstermeleri. Ken’an Rifâî’de bunu en güzel şekliyle görebiliyoruz. Nasıl görüyoruz? Cemâlnur Hocamız ve ona bu ilmi in kâl e ren başta Sâmihâ Annemiz olmak üzere sayısız talebesi vâsıtasıyla. Öğrencilerinden Sâmiha Ayverdi, Safiye Erol, Nezihe Araz ve Sofi Huri bunun en güzel örneğini “Ken’an Rifâî ve Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık” eserini ortaya çıkararak vermişler. Hz. Peygamber’in zarâfe ni, ilmini, tevhid idrâkini 20. asır gözlüğüyle gösteren o değil mi? Hris yan rahiplerin kendi dinlerine yap kları gibi din-i İslâmı camilere ve tekkelere hapsetmeye çalışanlara en güzel cevabı 24 saa ni sünnet-i seniyye üzere yaşayarak vermemiş mi? Bir yandan Mesnevî’nin en mûteber tefsirini yazarken, bir yandan Marcus Aurelius’u tavsiye etmemiş mi öğrencilerine? Güzel dînimizi kalıplardan koruyarak tecelli e ği her yerde müşâhade etme sana nı bizlere o öğretmiyor mu “Sohbetler”inde? Belki her devirde olduğu gibi bu devirde de insanlar karanlıktan, cehâle en, dünyanın kötü gidişâ ndan, ahlâksızlıktan, açlıktan, savaşlardan muzdarip. Herkes bir çıkış yolu arıyor. İnsân-ı kâmili anlamaktan, ona uymaktan başka hiçbir kurtuluş yolumuz yok. Bu devri okumanın, bu devre göre yaşayabilmenin tek yolu bu: “Rahmet kapısı insan-ı kâmili” bulmak. Sempozyumda ilimde ziyadesiyle ilerlemiş nice hocalarımız işte bunun için hizmet e ler, etmeye devam ediyorlar. “Kulluğu mü’minlerin bir ulu Sübhân’edir Hizme dervişler er olan İnsân’edir.” Başka söze gerek var mı?



ÝZÂFÝYET İstanbul’dan Samsun’a gidiyorsun. -Memleke m diye söylemiyorum, güzel şehirdir. Kıyak geç m, adını andım.- Otobüstesin. Cam kenarına güzel bir koltuk ayırtmışsan bir de, deme keyfine. Etra izliyorsun. Oturarak. Kımıldamadan. Fakat ne çabuk geçiyor gördüklerin, film şeridi gibi âdetâ. Bir gördüğüne bir daha bakman mümkün değil. Hızın otobüsle aynı da ondan. Hiçbir emek sarfetmeden, bir koltuk parasıyla ne hızdasın. Halbuki aynı koltuğu alıp vâsıtanın dışına koysak, gene aynı pozisyonda görüş açın ne kadar da değişecek. Bulunduğun yere, bulunduğun açıya göre görüşün, hızın, algılayışın ne kadar da değişiyor. Çok keskin.

mehmet can taþçý

Gökyüzüne bak meselâ. “O, yedi göğü tabaka tabaka yaratandır. Rahmân’ın yara şında hiçbir uyumsuzluk göremezsin. Sonra tekrar tekrar bak; bakışların âciz ve bitkin halde sana dönecek r. Bir kere daha bak! Hiçbir çatlak görüyor musun?” âyetlerine mazhar olan gökyüzüne. Binlerce ışık yılı mesâfedeki yıldızları düşün. Bakıyoruz, bakıyoruz da görüyor muyuz gerçekten? O görüntü bize kaç senede ulaşıyor? Fizikçi değilim, hesap işlerine de hiç alışamadım. Bilmiyorum tam kaç sene geçer, değişir... Bildiğim, gördüğüm o yıldız belki şu anda yok. Yok olanı görüyorum belki de. Rabbin âyetlerindeki inceliklere bak. Zıtlarla varsa her oluş, yok olanı görüyorsam, Allah’ın yara p koyduğu, insanın “icad e ği” değil, “keşfe ği” fizik ilmiyle de sâbitse bu, var olarak gördüğüm, neden aslında yok olmasın? Neden mi bahsediyorum? Senden meselâ. Sen var mısın gerçekten? Sen neyin yansımasısın bana? Bana sen ne gösteriyorsun? Destûr! Sen değil, sendeki sen bana ne gösteriyor? Sendeki senden ya bende de varsa? Destûr! Bendeki sen, sendeki sen, bendeki ben, sendeki ben…Hepsi

aynı ise, biz ne görüyoruz? Biz kimiz? Var mıyız? Büyükler, ölüm için “bir odadan başka bir odaya geçmek r” demişler. Otobüs mevzûmuzla bir âlâkası var mıdır bilemem lâkin soru sorabilirim. “Durduğu yerle bir ir bat neden olmasın?” derim. Odaya transfer olan, ya bizi görüyorsa? Ya odada kendi “yansımasını” hoş bir sadâ olarak seyrediyorsa? Yâ Rab, ne dehşet! Ne kadar büyük bir sır! Gözlerim doldu desem, inanır mısın demem. İnan! *** Mayıs’ın son ha asonu bir rüyâ gibiydi. Rüyâ gibiydi diyorum, kurtuluş gibi mi demeliydim bilmiyorum, insanın kapitalist düzenin kendine daya ğı her oluştan kaçıp kendine dönüşü bir kurtuluş çünkü. Uluslararası Kenan Rifâî Sempozyumu’nun düzenlendiği Cemal Reşit Rey Konser Salonu’nu dolduran nice yürekler aynı şeyi hissetmiş r; buna inanıyorum. Hz. Ken’an’a (k.s.) adanmış üç gün ne kadar da çabuk geçiverdi. Dünyanın dört bir yanından gelen dâvetlilerin tebliğleriyle muhabbet bulan salonda, her meşrepten muhabbet gönüllülerinin olması da Kendilerinin birleş riciliğinin tecellisi olsa gerek. Bu büyük hazre anlatmak bana düşmez, nasipliler nasipleri kadar aldılar vesselâm. Her sır bir gün ifşâ olur. Perdeler bir gün iner, herkes bilmeye yüz tutar. Bugün böyle diye, öteki gün aynı olmakla mükellef değildir. Her ayrı gün, ayrı saat, ayrı saniye ayrı bir şanla dirilir, varolur. Dergâh-ı Şerîf’in de make nin sırrı bir gün âşikâr olur. Otobüs koltuğunu ha rlatsam anlar mısın? Koltuk aynı koltuktu da muhabbet otobüsten daha hızlıydı sanki. Bu fasıl bu kadar. *** İnsan birini görmeden sevebilir mi? Görmek bu fânî gözlerle mi oluyor? Yoksa ba medeniye nde karşılığı olmayan gönülün semâhanesinden mi görüyoruz? Peki gönülde raks eden kim? Biz neye şehâdet ediyoruz? “Şâhitlik ederim ki Allah’tan


başka ilâh yoktur ve şâhitlik ederim ki Muhammed (s.a.v) O’nun elçisidir” nasıl diyebiliyoruz? Hz. Peygamber’i görmeden nasıl peygamberliğine şâhitlik ediyoruz? Şâhitliği burada yapmamız, zaten daha önceden verilmiş bir ahdin taksidi mi yoksa? Nasibi olanlar verdikleri sözü ha rlayıp mı şâhitlik ediyor yoksa? Nâçizâne sadece soru sorabiliyorum. Cevapları bende değil, sende de değil. Sana sordurtan, elbet bir gün cevabını da âşikâr eder. Allah bizi şâhit olanlardan, şâhit olduktan sonra da şehit olanlardan eylesin. *** Şimdi senin görevin bu fasıllarla alâkayı kurmak. Otobüsü düşün. Var ile yok arasında ince bir çizgi falan yok. Her şey durduğun yerle alâkalı. Bak ğın ve gördüğün bir değil. Zaten bakmakla görmek bir değil. Sen, ben, o, O’nsuz var değil. O varsa, ki var. Sen var değil. Selâm ve muhabbet ile…


Semiha Cemâl Haným’dan Hz. Kenan’ýn Meþreb-i Þerifleri En sevdiği şeylerden biri bilmek ya da bildiğini öğretmek r. Veya “is fâde etmeliyim ya da e rmeliyim” der. “Güzellik ve iyilikleri kimde ve nerede görürseniz tereddüt etme, al” der ve yine “Etra mdakilerin öğrenmek için gösterdikleri tehâlük, benim öğretmek için duyduğum hırs kadar kuvvetli değildir” der.

Noksanlığı aşkta dahî çekemez. “Kendi hakkında istediğin hayrı, her bir güzelliği, zevki, derûnî aşk ve nûru başkaları için de iste ki tam âşık olasın” der. Kendisi güzel bir söz söylediği vakit yahut hoşa gidecek bir şey işi ği vakit, bütün sevdiklerine koşarak söylemek ister veya söylenmesini ister. O, sözünde durur. Birkaç sene evvel söylediği sözün, kendi sözü olup olmadığını tanır. Nerede ve ne zaman söylediğini hiç unutmaz. Hiçbir şeyi unutmaz yalnız kötülükleri unutur. İyilikleri ha rlamaya daha ziyade meyyaldir. Ahdinde durmak onun şânıdır. Yapılan en küçük iyiliği unutmaz, nankörlük ve tecessüsü hiç sevmez. Saatle hareke sever. Kimsenin kendisi için zahmete girmesini istemez. Etra ndakileri dâimâ eziyet vermemeleri konusunda ikaz eder. Riyâyı sevmez, yalanı sevmez. Etra ndakilerin ızdırâbına tahammül edemez. İn zâmı sever. Son derece teşyi kuvve vardır. Daha bir meseleyi konuşurken tatbiki cihe ni (uygulanması yolunu) arar. Bir mesele etra ndaki uzun hayallerden sıkılır. Kimsenin sözünü kırmaz, birisi küçük bir söz söylese de meclistekiler onu işitmese yahut ehemmiyet vermese, kim olursa olsun hemen alâkadar olur. Onu anlamak için sorar. İs hzâyı (alayı) sevmez, bir vakaya gülse bile hoşuna gi ği için güler. Hiçbir şeye is hzâ ederek güldüğünü kimse görmemiş r. Sebatkârdır. Mesela bir kitabı tercüme için başlayınca onun üzerine düşer ve meydana ge rinceye kadar aynı arzu ile devam eder. Bir şeye başladığı zamanki arzusu az zaman sonra asla geçmez. Kabalığı sevmez; nezâke en, incelikten hoşlanır. Şahsına karşı yapılan nankörlükleri unutur. Kini sevmez; kendine ihânet edenlere bile merhamet eder. Kimsenin ayıbını yüzüne söylemez. Âdetâ o yapan kimseden daha fazla kaçınır.


Mâlâyânîden hiç hoşlanmaz. Eğer lüzumsuz, mâlâyânî bir söz konuşulursa hemen başını pencereye doğru çevirir. Kendilerine bir şey sorulup da cevabını verdikten sonra ikinci defa aynı mesele hakkındaki suale verdiği rey, ar k o kimsenin gönlüne göre olur ve o söz ar k kendilerinin sözü değil o gönül sahibinindir. Arzusunun aksidir. Söz hak olduğu için büyük bir ehemmiyet verilmesi ve sözle oynanmamasını ister. Dâimâ “ya hayır söyle ya sus” ihtârında bulunur. O, yakınlarının küçük bir ihmâline bile tahammül edemez. Hatâlardan müteessir olması yakınlık derecesi ile mütenasip r. Yakınlık derecesi ne kadar artarsa mes’uliyet o kadar çoğalır.


ALTIN KAPI O’nun rahme nin kuşatmadığı hiçbir şey, hiçbir yer yok. Ama rahme n bir kapısı var. Dışında kalan bir şey yoksa, bu kapı ne içindir? Hem içinde olmak, hem kapıdan girmek nasıl bir şeydir? Veya hem içinde olup hem kapıdan bile girememek…

elif hilal doðan

İdrâk etmekle, hissetmekle, aşk etmekle ama illâ bir şekilde fark etmekle alâkalı bir durum olmalı. Hz. Mevlânâ’nın anla mına göre, hepimiz ezel âleminde o birlik denizinin içindeki su gibiymişiz. Sonra Allah o denizden, beden tes mize biraz su doldurmuş. Böylece vücut giymiş ve bu âleme gelmişiz. Diyor ki, şimdi sen o varlık tes sini yokluk taşıyla kır. Kır ki, o su kaldığı yerde bulanıklaşıp kokuşmasın. Aksın, yine deryaya ulaşsın. E peki mâdem yine deryâyâ ulaşacak , neden bir tes ye konup da uzaklaş rıldı dersen; çünkü başka türlü göremezdi. Denizin içindeki balığın deniz diye bir yer varmış, nerededir diye araması gibi, içinde olduğu denizi idrâk edemezdi. Can acı r ama söyler Hazret-i Mısrî Niyâzi:

Nûr iken adın Niyâzî koydular, Şol ezelki î bârın kandedir? Evet, nerededir ezeldeki o î bar? Nerededir? Aslım nedir? Nasıl aranır ki? Nasıl bulunur, nasıl anlaşılır? Sen zaten sensin. Ama kendini bilmezsin. İçinde olmak ama kapıdan girememek

böyledir. Kapı hak r. Kapı Ali’dir. Kapı mürşi r. Ölü gibi yaşamakla dirilmek arasındaki geçiş yeridir, idrak r. Âlemlere rahmet olsun diyedir. Âlemlere rahmet, Hz. Muhammed’in nurunun bizle olmadığı hiçbir yer-zaman yok. Ama onu bize gösteren bir Ali’si var. O’nun rahme nin kuşatmadığı hiçbir yer yok. Ama o rahme n bir kapısı var. Benim kapım, güzel kapım, Ken’an Rifâî. Onu bana kapı kıldığı için güzel Allah’ıma sonsuz şükürler ederim.



Çaðýrdý Bir Güzel Kapýdan Bir Haziran akşamı hicrete kalkış , Affedişin, hoşgörünün, sevginin kapıları Ardına kadar açıldı. Korkusundan koşuyordu, Umudunun gösterdiği is kamete doğru. O’na koşuyordu İçinden içine taşarcasına… Özünde ne varsa ondan ibâret ya, Oradan geleni arıyor, Yeniden oraya dönmek için. Buradaki istasyonda durduysa tren, Sabredecek tüm gayre yle çalışırken. Ne yerde ne de gökyüzünde, Yalnızca özünde arıyor ar k…

umut alihan dikel

Bir gün, o güzel hakkında konuşma rsa buldular, O ise hizmete daldı. Olduğu yerden sesler ise boğuk boğuk duyuluyordu… Mühim olmadığını fark e . O zaten O’ndaydı ya… Kulağından gireni özünde buluyordu… Özünden çekip çıkacak nasıl olsa, Acelesi yoktu… Anlayanı da yoktu. Anlaşılmaya dair kaygısı zaten yoktu. Bir ih mal verecek , anlamaya ve anlaşılmaya… Kendi anlayabilseydi kendisini, Ucu bucağı olmayan anlam okyanusunda… Hazır rüzgârlar eserken, Gel, biz yelkenleri açalım… Gün geldiğinde anlayacağız, Nereye vardığımızı ve nereden yol aldığımızı… Şimdi desem ki, Yolların başı da sonu da aynı… O güzelin ta kendisi… Kendim bile kelâmımı anlamayacağım. O halde yaşayalım da, Hâlimizden anlayalım, Anlamın anlamını…



“Dünyayý Kurtaracak Olan, Tasavvuf Anlayýþýdýr”

cemâlnur sargut

Efendim, önce merhabalar… Çok mutluyum tabiî; altmış üç yıllık aşkım, hayâlim bugün gerçekleşiyor ve şu anda ciddi söylüyorum, dünyada mücâhid olarak İslâm’a hizmet eden dört kişiyle aynı masada olmaktan da çok büyük şeref duyuyorum. Bu dostlar İslâm için çalışıyorlar. Benim gibi ömürlerini İslâm’a adamışlar. Carl (Ernst) ha rlıyor mu bilmiyorum ama bizim Carl ile kardeşliğimiz 2000’li yıllarda başladı. Carl’a ilk defa Annemarie Schimmel’den bir şiir okuduğum zaman yanıma yanaş ve “siz bu şiiri nereden biliyorsunuz?” dedi bana. Ben de hocama a edilmiş bir kitaptan, Annemarie Schimmel’in Sâmiha Ayverdi’ye a e ği “Ruhum Bir Kadındır” adlı bir kitaptan okuduğumu söyleyince gözyaşlarıyla yanaş ve aynı sene kendisi Kenan Gürsoy’un da bulunduğu bir toplan da, zannederim Milano’da, rahiplerin önünde hocamdan bahse ler. Yani 2000 senelerinde ilk karşılaşmamızdan sonra Carl’ın kafasında oluşan şuydu: Kenân er-Rifâî büyük bir mutasavvıf ve ancak onun tasavvuf anlayışı dünyaya hakikî İslâm tasavvufunu yayacak r. Ben onda bunu anladım. Hocamın şu sözleri Carl’ın bu görüşünü teyit eder gibi… Diyor ki Hocam: “Tasavvuf, insanlıkla beraber başlayan ama din kaydından müstakil bir yapılanmadır. Dinlerin cevherini meydana vurma keyfiye dir. Kemâl noktasını İslâm dini ile bulmuştur. Nasıl ki İslâm dini bütün dinleri kapsıyorsa İslâm tasavvufu da böyledir.” Şimdi burası çok etkileyici: “İndifâ

eden -yani patlayan- bir yanardağın lâvlarını tutacak bir el ayası bulunmadığı gibi tasavvufun da yeryüzüne akmasını engelleyecek hiçbir kuvvet yoktur.” İşte bugün görüyoruz ki, tasavvuf, Çin’den, en doğudan en ba ya, Allah’ın mânâsını anlatmak üzere çeşitli şekillerde yayılıyor. (…) “Uygur Türkleri İslâm kürsüleri sayesinde ilk defa haklarını koruyorlar” Çin gerçekten benim hayâlimdi. Zira en doğuydu. Amerika en ba ydı. Niye en doğu? Çünkü tabiî ki peygamberimizin hadisi Çin’i kapsıyordu: “İlim Çin’de bile olsa arayınız.” Ama aynı zamanda İbn Arabî Hazretleri’nin “Son insân-ı kâmil Çin’den gelecek r” sözü de beni çok etkilemiş . Ben Allah’ıma her gün şükrediyorum Chi ck’ler gibi dostlarım olduğu için. Kendileri gerçekten İslâm’ı çok iyi anlayan, çok iyi bilen, çok iyi anlatan ve onu İbn Arabî teknesinden bize sunan büyük öğretmenler. Kendileri Çin’de başla kları Konfüçyüs ve İslâm zevkini, Profesör Weiming Tu’nun da yardımıyla Çin’e yaydılar. Kendileri bilmiyorlar ama bu sene Çin’de yap ğımız büyük programda Çinli öğrencilerin bana gelerek şöyle söylediklerini duydum: “Ne kadar mühim bir iş yapıldığını tahmin dahî edemezsiniz. Çin, İslâm’ı sadece namaz kılmak, oruç tutmaktan ibâret sanıyordu ve maalesef Vahâbî İslâm burada gelişiyordu. Ama şu anda biz Chi ck’lerin başla ğı derslerin, Aavani’nin devam e ği gerek İbn Arabî yorumlarının gerek Hz. Mevlânâ’nın Mesnevî çalışmalarının sayesinde asıl dinin mânâsını öğrenmeye başladık. Çin Müslümanları dini bu kürsüde öğrenmeye başladılar. Bu şekilde de öyle bir bize gelecek çizildi ki biz gidip William Chi ck ile çalışıp Çin’in her yerine dağılıp İslâm’ı anlatmak is yoruz.” İşte gözlerimi yaşartan bu konuşmalardı. Bir tara an da Chi ck’in de bahse ği gibi oradaki Türk Müslümanların, Uygur Türklerinin yalvarışları vardı “Mesnevî yollayın bize, Türkçe biliyoruz… Mesnevî okuyacağız… Bize haklar tanınmayacak mı?” (…) İslâm Bölümü’nde Pekin Üniversitesi’nde bunu sordular. Profesör Tu bana


dedi ki “Bu bir mucizedir hocam. İlk defa Uygur Türkleri haklarını koruyorlar” dedi. Bu da İslâm kürsüleri sayesinde oluşuyor. Bu kürsüleri biz açmış değiliz. Bu kürsüleri Kenan er-Rifâî’nin muazzam vizyonu aç . Onun akıl almaz görüşü ve asırlara etki eden mânevî bilinci aç .

bazen ağaçtan “Ben sizin Allah’ınız değil miyim?” diye konuşan Allah değil miydi? Zamanın içinden tecelli eden kimdi? Onun isim ve sıfatlarıydı. Öyleyse zamanı yaratan kâmil insanlardır. Onlar zamanın babalarıdır. Onların zamanları sonsuzdur. Onlar her zamanın insanlarıdır.

“Kenan er-Rifâî bugün kürsüler açmak üzere bizi âdetâ hizmete yönlendirmektedir”

Bunun en güzel örneği Kenan er-Rifâî Hazretleri’nin anneme ilk yazdırdığı de erin Konfüçyüs oluşuydu. İlk de erin toplamı Konfüçyüs’ün öğre leridir ve bunun Hazre Mevlânâ ile mukayeseleri ile anlatmış r. Ben bunu Profesör Tu’ya söylediğimde büyük bir şaşkınlıkla, “nasıl bir kürsü kuruluyor burada, akıl almaz…” dedi. Görülüyor ki bütün dinleri kapsayan ama İslâm dininin şer’î mânâsında ayağını sabit tutan, öbür ayağıyla pkı Mevlânâ’nın söylediği gibi yetmiş iki milletle bir ve beraber olan Hazre Kenan er-Rifâî bugün dünyanın her yerinde kürsüler açmak üzere bizi âdetâ hizmete yönlendirmektedir.

(…) Omid Safi, bir hikâyeden bahse . Türklerle, yani Rum ilinde yaşayan Türklerle Çinliler arasındaki hikâyeden… Bu hikâyeyi Mısrî Niyâzî Hazretleri şöyle yorumluyor İrfan Sofraları adlı kitabında. Diyor ki: “İnanılmaz bir resim yap Çinliler. Bu resim aynı maddî ilim gibiydi. Sonsuz bir güzellik taşıyordu. Maddî ilim insanı etkiler, vurur. Bu resim de öyle güzeldi. Karşı tara a Rum ilinde yaşayan Türkler duvarlarını yon ular. Bu duvar neydi? Mânevî ilim ih vâ eden gönülleri idi. İşte maddî ilimler, mânevî ilim ih vâ eden gönüllerden aksedince ortaya bir şâheser çıkıyordu.” Hocamın Fransızcayla, Arapçayla, Farsçayla ve bütün lisanlarla öğretmeye çalış ğı gönül ilmi her kuşun sesine hitap edecek şekildeydi. O, devrin Süleyman’ı gibi mührün sahibiydi. O, “Dehr Allah’ r” hadisinin tecellisi idi. Dehr Allah’ r... Peygamber’in kalıpları yıkan bu hadisi “Zaman, Allah’ r” diyordu. Evet, niye zaman Allah’ r sözü bizi şaşır yordu? Allah

Altmış üç yaşındayım, otuz dört kiloyum, birçok insan için mucizeyim ben. Ama gerçekten Allah aşkı ile dolmak insanı her an harekete geçiren bir şey oluyor. Bunu yapan Kenan erRifâî Hazretleri’dir, Onun bize verdiği enerjidir. Eylül’ü (Yalçınkaya) Harvard’lara beş kuruşsuz yollayan, Cangüzel’i (Zülfikar) Amerika’ya hiçbir şekilde ne yapacağını bilmeden gönderen, Fahir’ciğimi (Zülfikar) orada bambaşka işlerde


çalış rtan ama İslâm’a hizmet için gayrete ge ren, bugün burada gördüğünüz sayısız öğrencisinin simsiyahlar içinde, boyunlarında eflâtun fularlarıyla hizme en başka hiçbir şey düşünmeden yalnız Allah aşkı ile hizmetlerini sağlayan, işte bu enerjidir. Bu enerji, dün orada iki kürsü kurduysa yarın başka şeyler yapacak.

“Dünyaya İslâm tasavvufu anlayışının Osmanlı kültüründen yayılmasını sağlamak is yoruz”

cemâlnur sargut

Kenan er-Rifâî Hazretleri’nin bize öğre ği şekilde (…) neler yapmak is yoruz? (…) İlk önce Oxford’da bir kürsü açmak is yoruz. Bu kürsü, kürsü değildir. Doktorasını bi rmiş genç araş rmacıları tasavvuf alanında araş rmalar yapmaları için üç yıllık kadrolar is hdam edecek şekilde “fellowship” programı açacak bir kürsüdür, bir ens tü gibidir. Bu kişiler hem araş rma yapacak hem de diğer post-doktora programlarından farklı olarak ders açabilecekler. Bu dersler, master ve doktora şeklinde olacak r. Bu teklifi bize yapan Oxford Üniversitesi’dir. Oxford Üniversitesi iki buçuk sayfalık yazılarında bizim tara mızdan açılması istenen bu çalışmanın niye bizim tara mızdan açılması istendiğini çok geniş bilgilerle anlatmış r. Vahâbî zihniye nin anlatmadığı gerçek İslâm tasavvufunun yayıldığı bu tür bir çalışmayı istemektedirler. Benim bir inancım vardır. Allah, bir şeyi is yorsa orada başarılı olan Allah’ r. Biz Allah’ın isteme vak ni bekliyoruz şimdi Oxford için. (…) Türkiye’de ilk defa ilâhiyat fakülteleri içinde olmayan bir ens tü kurmuş olmanın zevkini yaşıyoruz. Üsküdar Üniversitesi içinde bir tasavvuf araş rmaları ens tüsü kuruldu. Bu ens tü üç amaç üzere çalışıyor. Bir: deminden beri konuşulan, İslâm’ın ana gayesi olan ve Carl’ın da çok güzel bahse ği, günümüzün en büyük problemi olan ahlâk-ı Muhammedî’yi yaymak. Ve bu sebeple halka açık ser fika programları başla ldı. Bu programlar tasavvuf tarihi, tasavvuf dersleri, tasavvufun mânâsı, Mesnevî

ve İbn Arabî okumaları şeklinde devam ediyor. Akıl almaz bir teveccüh var. Programlarımız klım klım dolu. Hocalarımız, Allah razı olsun hizmet etmekte. Eylül döneminden i bâren aynı programların ikinci kısımlarını açmak, birincilerini de tekrar açmak sure yle şu andan kontenjanları doldurmuş bir gruba hizmet etmek is yoruz. Bu çalışma belki doktora ve master çalışması değildir ama daha geniş kitlelere hizmet amacıyla daha büyük bir çerçeveye yayılmaktadır. İkinci yapmak istediğimiz, lisansüstü programları başlatmak. Buradaki en büyük amacımız ilk defa Türkiye’de, ilâhiya a okumamış, farklı branşlardan gelmiş kişilere bu imkânı tanımak. Yani bir psikolog, İbn Arabî ya da Mevlânâ öğrenmeden, Arapça ve Farsça’nın inceliklerini bilmeden psikolojiyle, psikiyatriyle nasıl insanı iyi edebilir? Bu bence mümkün değil. Mevlânâ’yı tanımadan insanı iyi etmenin mümkün olmadığına ar k bugün psikiyatristler de iman ediyorlar. Dolayısıyla psikologlara, sosyologlara, felsefecilere ha a bizim gibi âciz mühendislere insan olma tekniğini öğretecek bu yolu açmak bizim ana gāyemizdir. Burada ikinci bir gāye, gerçek anlamda konulara vākıf olmak için en azından okuyabilecekleri kadar Farsça ve Arapça öğretmek r. Bu kurslar devamlı açık duracak, -yaz kış- ve her öğrenmek isteyene Farsça ve Arapça öğretecek r. Farsça ve Arapça’ya vākıf olmak çok önemlidir ama biz biliyoruz ki Kur’ân sadece Farsça ve Arapça bilmekle öğrenilmez. Kur’ân, Allah lisanıdır. Gönül lisanı bilmekle öğrenilir. Demin James Morris’in hiç Türkçe bilmediğini düşünen insanlar, Türkçe sunumlarda nerede başını salladığını, nerede güldüğünü görünce onun gönül lisanına ne kadar vākıf olduğunu, işte bizim bu lisana ih yacımız olduğunu bir kere daha anlamışlardır. Üçüncüsü çok önemli, arkadaşlar… Türkiye bir kaynak yuvası. Evet, Kenan er-Rifâî Hazretleri’nin her tür çalışması, her şiiri -bugün Asuman Kulaksız ve Aylin (Yurdacan) tara ndan tercüme edilen- her şiiri bir doktora programı için önemli


kaynak r. Fakat bunun dışında Süleymâniye Kütüphanesi’nde henüz halka açılmamış bir sürü el yazması eser var. Bugün henüz yüzde yirmisi biliniyor. Bunların hepsinin üniversitede okutulması, açılması ve ba dan gelen arkadaşlarımızın da yardımlarıyla bütün dünyaya İslâm tasavvuf anlayışının Osmanlı kültüründen yayılmasını sağlamak is yoruz. İşte Kenan erRifâî’nin bize aç ğı vizyon-misyon budur.

“Japonya, benim kızıl elmamdır” (…) Biz kendimizden hiçbir şey yapamadıksa da şunu belki yapabilmişizdir. Kendimizden çok daha kaliteli tasavvuf öğrencileri ye ş rmeye çalış k. Bugün onların birkaç konuşmasını izleyince ben de Sâmiha Anne gibi ellerimi açıp Allah’ıma onlardan dolayı şükre m. Onlar, yarın öbür gün benim yap klarımı bin ka yla, milyon ka yla yapacaklardır. İman ediyorum ki Kenan er-Rifâî adı al nda Japonya’da da bir kürsü açacağız. İnşallah Sachiko’nun (Murata) yardımlarıyla her zamanki gibi o sonsuz tevazuuyla, arkamda duruşuyla, Japonya’da da bir kürsü açacağız. Bu benim kızıl elmamdır. Dini ve İslâm dinini yaymak orada da nasip olacak. Akademik olmadığımızı söyleyenlere gelince… Ben onlara “Biz akademik değiliz. Kenan er-Rifâî’nin akademi anlayışını anlatmaya çalışıyoruz” diye cevap veriyorum. Biz hiçbir şey değiliz. Biz âciziz; o muvaffakiyet, o güzellikler hocamıza ai r. Hocamız gerçek bir insân-ı kâmildir. Demin Asuman Kulaksız’ın ve Yekta’nın (Zülfikar) çok güzel anla ğı örneklerde olduğu gibi ve Turgut Alsırt’ın hakikaten gerçek bir mürşid-i kâmil olan Sâmiha Anne’yi harikulâde anla ğı gibi onların izinde, onların yap ğı gibi dünyaya Allah aşkını, Peygamber sevgisini ve ahlâk-ı Muhammedîyi anlatmak is yoruz. İşte dünyayı kurtaracak olan bu tasavvuf anlayışıdır. (…) Efendim, gerçekten ciddi olarak hizmetçiyiz, hizmet edeceğiz. Bize hizme öğretenlerin ruhu şâd olsun. Allah benimle bu savaşta el ele, sanki -Turgut Alsırt’ın dediği gibi- kaynak bütünlüğü

içinde, safları sıklaş rarak, el ele savaşan bütün ba lı hocalardan, dostlarımdan ve bütün (…) dinleyenlerden ve öğrencilerimden razı olsun. Anneme şükran borçluyum. Onun mânâsı önünde de hürmetle eğiliyorum efendim. Teşekkürler ediyorum.

(Cemâlnur Sargut’un “Rahmet Kapısı” Uluslararası Kenan Rifâî Sempozyumu’nun son oturumunda yap ğı konuşmanın deşifresidir).


SELÂMÝÇEÞMELÝ YÂKUBÝ BABA

ARMUTLU TATLI


Malzemeler 4 adet düzgün ve olgun armut 100 gr şeker veya doğal stevya 600 ml su 2 adet çubuk tarçın 150 gr tereyağ 150 gr şeker veya doğal stevya 2 yumurta 125 gr elenmiş un 1 tatlı kaşığı karbonat 50 ml süt

Hazırlanışı Armutları yumuşatmak için, şeker, su ve tarçını beraber kayna n. Soyulmuş armutları içine a n. Kısık ateşte çatalla yumuşaklığını kontrol ederek 10 dakika kadar pişirin ve bir kenarda soğumaya bırakın. Fırını 180 derecede ısı n. Fırın tabağınızı tereyağıyla hafifçe yağlayın. Tereyağı ve şekeri rengi açılana kadar geniş bir kâsede çırpın. Yumurtaları ekleyin ve güzelce çırpmaya devam edin. Unun yarısını ekleyin, karış rın ve sütün yarısını ekleyin. Sonra unun kalan yarısını ve yine sütün kalan yarısını ekleyerek kaşıktan kolayca akacak kıvama ge rin. Sonra kaşıkla rın tabağının içine koyun. Armutları süzün, alt kısımlarını keserek düzleş rin. Karışımın içine ba rın ve 40 dakika boyunca (veya pudinginizin rengi pembeleşinceye kadar) pişirin. 10 dakika dinlendirip servis yapabilirsiniz. Âfiyet olsun.


GÖRÜŞMEK ÜZERE

www.nefesyayinevi.com hernefesdergisi@nefesyayinevi.com facebook.com/HerNefesDergisi twi er.com/HerNefesDergisi instagram.com/hernefesdergi


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.