Her Nefes - Şubat 2016 / Mânevi Büyüklerimiz

Page 1

ŞUBAT 2016

76.sayı

AYLIK TASAVVUF KÜLTÜRÜ DERGİSİ

“MÂNEVİ BÜYÜKLERİMİZ”


EDİTÖRDEN Merhaba Her Nefes Dostları, İlkbaharın yaklaştığının habercisi bugünlerde yeni sayımızla karşınızdayız. Şubat 2016 sayısında konumuz başta Meşkûre Annemiz, kıymetli Meşkûre Sargut Hanımefendi olmak üzere, Nazlı Hanımefendi, Kâinat Hanımefendi, İlhan Ayverdi, ve Mehmet Dedemiz gibi yaşama bakışları, yaratılmış her şeye muameleleri, özetle hâlleri ile bizleri eğiten, örnek olan ve bu ay içinde Hakk’a, yegâne sevdiklerine, Allah’a kavuşan müstesnâ büyüklerimiz olsun istedik. Elbette bu muhteşem öğretmenler vesilesi ile, hâlleri, hâdiselere bakışları ile örnek tüm büyüklerimizi analım ve inşaallah öğrettikleri edebi ve Allah aşkını siz dostlarımız ile birlikte yaşayalım, yaşatalım istedik. Bu kadar Allah sevgilisinin bir arada olduğu Şubat sayımızda, her nefesleri ile bize örnek olan, eşi – benzeri olmayan kıymetli büyüklerimizi dilimiz döndüğünce anlatmaya niyet ettik. Ettik ama bu görev, oldukça sorumluluk isteyen bir görev oldu. Mâlûmâliniz, ne bizler onları anlatmaya yeteriz, ne de ciltlerce kitaplar o güzelleri anlatmaya yeter. Bu nedenle siz koca gönüllü Her Nefes dostlarından bütün eksik ve kusurlarımızı hoşgörmenizi rica ediyoruz. Başta Meşkûre Annemiz olmak üzere adı geçen büyüklerimizin bir kısmını şahsen tanıma şerefine ermiş bir beşer olarak, onların biz eksik çocukların hatâlarını hoşgöreceklerine cân-ı gönülden inanıyorum. İnşaallah, bizler de o güzellere, onların bize lûtfettiği nazarlarına ve sohbetlerine lâyık olabilelim duâsı ile Şubat 2016 sayımıza hoşgeldiniz, sefalar getirdiniz. Hürmetlerimizle efendim… Yosun Mater



SOHBETLER “İnsanı hayvanlardan ayıran ilk alâmetlerden biri tebessümdür! Bir çocuk yeni doğduğu vakit beşikte tebessüm eder. Çocuğun, kundaktaki tebessümleri ailenin saadetine saadet katar. Aşk da, o kadar kanlı şanlı olan aşk da evvelâ tebessümle başlar.” Sâmiha Hanım: - Hâfız-ı Şirâzî’nin ‘Aşk evvel kolay göründü, fakat ona intisaptan sonra nice müşküller belirdi’ dediği gibi... - “Öyledir. Aşkın bidayeti tebessüm fakat nihayeti gözyaşı ve yürek yanığıdır. Tebessümün insanlık âlemindeki mevkii çok ehemmiyetlidir. Hep muvaffakiyetler tebessümle hâsıl olur. Gülümsemez bir kimseyi görürsen hasta zannedersin. “Bu adam hiç gülmüyor, hasta veya asabî...” dersin.Tebessümü bilmeyen bir koca, karısını mes’ud edemez ve nihâyetinde de anlaşma hâsıl olmaz. Kezâlik tebessümü bilmeyen bir kadın da kocasını mes’ud edemez. Milletler arasındaki karakter farkında da tebessümün yeri büyüktür. Şen bir millet, muvaffakiyet ve refah içinde demektir. Bir doktor tebessüm etmeyi bilmezse, mesleğinde muvaffakiyet gösteremez.” (Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyâtı, 2000, s. 151)

- Tevhîdin hakikati nedir? - “Muhiddîn-i Arabî Hazretleri ‘Tevhîdin hakikati sükûttur’ buyurmuşlardır. Tarîkattan maksat da edeptir. Hele îtiraz, tarîkatin en büyük düşmanıdır. Yine Muhiddîn-i Arabî Hazretleri öyle buyurur: Lisânı tutmak her şeyden iyidir. Fakat anlamak, itminan hâsıl etmek, yâni emin olmak, kanaat getirmek için sormak başka.” (Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyâtı, 2000, s. 151)

***** “İki cihanda da sermâye, aşk ve edeptir. Fakat bu her ilim gibi akılla bilinmiyor. Onun medresesi yok. Onun medresesi cemâl. İnsan demek görmek, bilmek, idrak etmek demektir. Gören, bilen, idrak eden yalnız, yalnız aşk…” (Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyâtı, 2000, s. 402)

**** “Dervişlik kime bağışlanırsa onun kalbi pâk olur. Etrafına gölgesini yayan, yemişi tükenmez, dâim taze olan ağaca benzer. Onun nefesinden misk ü amber tüter. Budağından etrafı yeşillenir, yaprağı dertliye derman olur. Gölgesinde birçok hayırlar işlenir.”

(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyâtı, 2000, s. 452)



“İnsan-ı kâmilin gönlüne girmek Allah’ın gönlüne girmek demektir” Cemâlnur Sargut’la Söyleşi Her Nefes’in bu sayısında maddî ve mânevî varlıklarıyla bizlere mürşitlik eden büyüklerimizin mânâlarını daha iyi idrak edebilmek niyâzıyla çıktık yola… Onları yâd etmek, onların himmetlerini dilemek üzere… Cemâlnur Sargut Hocamızla da kendisinin hayatına yön vermiş hocaları üzerine sohbet ettik. Hocaları Ken’an Rifâî’yi birebir yansıtan Nazlı Anne, Sâmiha Anne ve Meşkûre Anne’nin hâtıralarıyla dopdolu olan bu söyleşiyi büyüklerimizin varlığından dolayı sükürle siz okuyucularımıza sunuyoruz. Müge Doğan: Ken’ân Rifâî Hazretleri’nin birçok eseri bulunuyor ancak kendilerinin asıl eserinin insanlar olduğu ifade ediliyor. Nazlı Hanımefendi bu eser insanlar arasında hangi mertebeyi temsil ediyor? Cemâlnur Sargut: O, Peygamber Efendimiz’in yanındaki Hz. Ebû Bekir makamında.... Yani tam sıddık makamını temsil ediyor. Gerek sadâkatiyle, gerek ilmiyle, gerek Peygamber’e olan aşkı gibi efendisine olan hürmeti, saygısı ve ondaki tecelliye olan aşkıyla ve Hz. Ebû Bekir’in Peygamber’in ahlâkını giyinişi gibi Nazlı Anne’nin de Efendimin ahlâkını giyinmiş olmasıyla anlıyoruz ki orada tamamen Efendim’le olan ilişkide Ebû Bekir-Peygamber ilişkisi var. Zaten Hz. Peygamber’in, Hz. Ebû Bekir için “Ölmeden önce ölü görmek isteyen ona baksın” buyurdukları gibi, aynı sözü Efendimiz de Nazlı Anne’ye söylemiştir. Sâdıklık çok yüce bir makamdır. Sâdıklık onun ahlâkını giyinmek, onun rengine boyanmak demektir. Onun söylediği her söze şeksiz şüphesiz iman etmek demektir. Kendi varlığını aradan çekerek mürşidinin varlığında yok olup fenâfişşeyh olmak demektir. Sadâkat artık varlık istemez, yokluk ve hiçlik ister. Nazlı

Anne’de bunu çok bâriz görürdük. Hiçbir zaman kendi için yaşamadı, dâimâ etrafı için yaşadı. Enteresan olan tarafı, hayatını tamamıyla adadığı mürşidinin vefâtında annem ağladığı zaman, “niçin ağlıyorsun, onlar ölür mü ki ağlıyorsun?” diyecek kadar dirâyetli. Gene mürşidi herkesle tek tek vedâlaştığında üç gün boyunca, onun odasına girmeyip onu rahatsız etmeyecek kadar da gerçekten sevmeyi bilen bir insandı. Müge Doğan: Anneniz Meşkûre Sargut, Nazlı Hanımefendi’den, Ken’ân Rifâî Hazretleri’nin âlem-i cemâle yürüyüşlerinden sonra Hz. Ebû Bekir’e sığınır gibi Nazlı Sultan’a sığındık diye bahsediyor. Bu süreçteki vazifelendirilme ne şekilde oldu? Cemâlnur Sargut: Ken’an er-Rifâî Hazretleri’nin vefatından sonra Sâmiha Anne ve Nazlı Anne iki değişik vazifeyi birden yüklendiler. Birisi yazarak mürşidini anlattı ve bu çok büyük bir vazifeydi çünkü eğer Sâmiha Anne, Ken’ân Rifâî’yi anlatmamış olsaydı, kimse Ken’ân Rifâî’yi öğrenemeyecekti. Kulaktan dolma bilgilerle veya kendi bakış açısıyla Sâmiha Anne’ye bakarak ya da anneme bakarak onu görmeye çalışacaktı. Ama onların hakikatini göremeyeceği için de Ken’ân Rifâî’yi bilemeyecekti. Ancak kendi kadarıyla idrak edecekti. Ama kitapları onun iç mânâsını anlatıyor; yani Peygamber’in hakikati nasıl Kur’an’da yazılıysa ve sonsuza kadar Peygamber’in hakikati bâkî kalacaksa, Sâmiha Anne, -Nezihe Araz, Safiye Erol ve Sofi Huri’nin de yardımıyla-, Ken’ân Rifâî’nin hakikatini anlatan “20. Yüzyılın Işığında Müslümanlık” isminde bir kitap yazdı. İşte bu kitap Kur’an’ı da anlatan bir kitap oldu, Mesnevî’nin de özünü anlatan bir kitap oldu. Daha doğrusu bu bir “anahtar kitap” oldu ve bu kitap vâsıtasıyla insanlar İlâhiyât-ı Ken’ân’ı çözdüler önce.



İlâhiyât-ı Ken’ân’ın hakikatinde Mesnevî ve Kur’an’ın iç mânâlarını ve kapılarını açtılar. Müge Doğan: Siz Nazlı Hanımefendi’den “duasıyla doğduğum sultan” diye bahsediyorsunuz. Bu sultan size “öğretmen olacaksın” diye buyurmuşlar. Siz dünyevî ve mânevî öğretmenliğinizde kendisi de senelerce öğretmenlik yapmış olan Nazlı Hanımefendi’den nasıl etkilendiniz? Cemâlnur Sargut: Annemle babamın on sene çocuğu olmamış. Annemin artık ameliyatsız çocuğu olamayacağını söylemişler doktorlar. Babam da annemin ameliyatına izin vermemiş. Çünkü kendisi de doktor olduğu için ve o devirde ameliyatların çoğu ölümle neticelendiği için babam böyle bir riski çok sevdiği karısı için almak istememiş. Daha sonra ihvânın içinde birisi işsiz kalınca, Nazlı Anne her zamanki gibi el atmışlar çünkü bütün ihvânın derdine dermandı o. İki çocuğuyla karısı ortada kalıyor ve adam işsiz kalıyor; verem olduğu için atıyorlar işten. O zaman babamın da Demokrat Parti ilçe başkanlığı var o devirde. Nazlı Annem, anneme diyor ki “Faruk gitsin, bu beyefendiye iş bulsun, gelsin.” Dünyada babama en zor gelen şey; çünkü başkasından bir şey asla istememiş bir adam. İkincisi de borç içinde çünkü yeni açmış muayenehanesini ve bir gün bile oradan ayrı kalmak babam için çok zor. Annem “başüstüne” diyor ama babamın ne tepki göstereceği hakkında da çok bir bilgisi yok. Dolayısıyla babama geliyor, babam her şeye rağmen “emrederler” diyor. İşte babamın o teslimiyeti, babamın işini kolaylıyor. Muayenehaneyi kapatıyor, Ankara’ya gidiyor fakat daha trenden iner inmez Ticaret Bakanı Enver Güreli’yi görüyor. O da “Sen burada ne yapıyorsun Farukcuğum?” diyor -İs-

tanbul Erkek Lisesi’nden sınıf arkadaşı. Sen diyor, böyle kimseye bir şey istemek için gelmezsin. “Ama bir mübârek istedi benden” deyince, “sen git benim odamda dinlen, ben sana iş bulayım.” diyor. Gidiyor dinlenmeye babam ve on beş, yirmi dakika sonra da iş bulunmuş haberi geliyor. Ve onu duyunca, babam İstanbul’a o gece dönüyor. Nazlı Annem de ağlayarak, babamın bu teslimiyeti üzerine duâ ediyorlar hayırlı bir evlâdı olsun diye. Annem o ay hâmile kalıyor. Bu gerçek mûcizedir. Allah’ın büyük lûtfudur. Sonra Efendimiz ve Valide Sultan her gece Şevket Bacı’nın rüyasına girerek, “Sâmiha’ya da söyle” diye emrediyorlar, “bir kızı olacak, adını Cemâl koyacağız, başka isim asla istemiyoruz, asla! Meşkûre’ye söyleyin, asla!” diyorlar. Onun üzerine Nazlı Annem de, “Biz de Nur ekleyelim” diyor. Burada da tabii bir hikmet var. Cemâl, cemâlî bir isim. Fazla cemâlî isimlerse zorlayıcı ve zorludur. Cemâlle celâlin bir arada olması lâzım ki kemâl zuhur etsin. Nur, celâlî isimdir. Onun için ikisini birleştirmiş Nazlı Annem. Müge Doğan: “Öğretmen olacaksın” diye buyurmalarıyla ilgili ne söylerdiniz? Cemâlnur Sargut: Dördüncü sınıftaydım, o sene vefât ettiler… Çok zorlandım, çünkü çok âşıktım hocalarıma. İkisine de… Konak sağ taraftaydı -Hırka-i Şerif’e inen yolun karşısından bir sokak iniyordu. O sokağın başının bir köşesindeki villada Nazlı Annem, karşı köşesindeki villada Sâmiha Annem oturuyorlardı. Nazlı Annem benim her zaman dünyada en sevdiğim insan oldu. Yani annemdi o benim, biliyordum, ruhumun annesiydi. Sonra dördüncü sınıfta karnemi


aldığımda -Asuman da karnesini aldı- bizi beraber emrettiler, gelin karnelerinizi okuyun diye. Karneleri okudu Behire Teyze ve Nazlı Annem bana kızı Semiha Cemâl’in Gül Demeti kitabını uzattı ve aynen şöyle dedi: “Sen öğretmen olacaksın.” “Ol” ya da “olmalısın” değil! “Bu kitabı çok iyi oku.” Ben bizim yaşımızda, devrimizde, akıllı kızlar mühendis olur gibi saçma sapan bir kavram olduğundan kimya mühendisliğini tercih ettim. Müge Doğan: “Kaç yaşındaydınız bunu söylediğinde?” Cemâlnur Sargut: Dördüncü sınıftaydım ve yani (o sınıf için) bir yaş küçük olduğuma göre dokuz yaşında filandım… O bir de elimize bir çift çorap verdi, “babana söyle bunu giysin de gelsin” dedi. Ve biz Adana’ya gittik, iki senedir babamı hiç görmüyorduk. Adana Cezaevi’ne götürmüşlerdi. Biz Adana’da öğrendik vefat ettiğini. Bu, Nazlı Annem’i son görüşüm oldu benim. Sonra geldim, mühendis oldum ve eşim çalışmamı yasakladı. O sırada ben de o kadar bitirmişim okulu, bir de çocuğum olmuş, çalışmak istiyorum… Araştırdım araştırdım, Güneş Koleji’nde part time öğretmenlik buldum. Yarım gündü. Yalvar yakar onu kabul ettirdim. Öğretmenlik doğuştan olan bir şey, sonradan olmuyor, başlayınca mikrop gibi zaten insanın içine işliyor ve bir daha da onu değiştiremiyorsun. Sonra Allah’ın lûtfu olarak da resmî okula tâyinim çıktı. Ben Nazlı Annemin -sonradan Sâmiha Annem de aynı şeyleri söylediler- bu yorumlarını bu öğretmenlikle alâkalandırdım; ama sonra anladım ki onun bahsettiği öğretmenlik bu değildi. Bu öğretmenlik sadece hakiki öğretmenlik için bir hazırlıktı. İnsanları tanımam, onları sevmem, onları severken beklentisiz olmam için. Ve sonra asıl mânevî öğretmenliği yani bana verdiği kitapta öğretilen aşkın öğretmenliğini, Allah bana nasip etti. Aşkın, öğretmenin en güzel vasfı yahut en lûtuf vasfı, öğretirken hep kendisinin öğrenmesidir. Öğrenmekten zevk aldım ve ömrümün sonuna kadar zevk alacağıma inanıyorum. Müge Doğan: “Sâmiha Ayverdi ile Sırra Yolculuk” kitabınızın “Üç Kadın Bir Resim” başlıklı bölümünde Nazlı Anneyi, Sâmiha Ayverdi ve anneniz Meşkûre Sargut ile birlikte hayatınızın merkezindeki üç kadından biri olarak sayıyorsunuz. Bu üç kadın “âmâ-

nınız” olarak andığınız Ken’ân Rifâî Hazretleri’yle temsil edilen resmi hangi yönlerden yansıtıyorlardı? Cemâlnur Sargut: Bir kere Nazlı Annem’de yokluk, hiçlik, Ebû Bekir vasfı; Sâmiha Anne’de adâlet, sevgi, Hz. Ömer gibi idâre vasfı ve muazzam bir anlatım kabiliyeti; annemde ise yaşayan Ken’ân Rifâî’yi seyrettim. Üçü bir arada olmasaydı, ikisinden bilgi edinip tam yaşamanın nasıl olduğunu görmeyecektim ama annemin varlığı çok büyük hizmet etti bize yani iki evlâdına ve çevresine... O, yaşayan Ken’ân Rifâî’ydi. Olduğu gibi yaşadı ve yaşattı. Sâmiha Anne ve Nazlı Annemi çok seviyordum ama her saniye birarada olamıyorsun. Ama annenle her saniye bir aradasın. Annem, celâlli bir anneydi, benim çok iyi yetişmem için çok uğraştı. Hiç tâviz vermedi. Ama bütün bunların içinde ben annemi çok sevdim. Ben ayrı bile kalamazdım o zaman. Onun için herhalde Allah beni gurbetlere attı. Çok uzun süreler ayrı kaldım. Ama bu ayrılıklar da Şems’den Mevlânâ’nın ayrılışı gibi beni eğitti ve öğretti, yetiştirdi, aşkımı artırdı sonra baktım ki artık sevdiğim annem filan değil yani. Ben Allah’ımı seviyorum. Yani peygamberimi seviyorum; Peygamber’i çok seviyorum, çok... Onları öğrendim. Annemin efendisine olan sevgisi bana bunları öğretti. Onun için hepsine çok müteşekkirim. Yani herkesin hayatında erkekler olur, benim kadınlar oldu... Müge Doğan: Çağımızın insanının Nazlı Anne misalinden öncelikle neyi öğrenmesi ve hayatına hangi prensipleri geçirmesi gerekir? Cemâlnur Sargut: Bir kere o devrinin Harakânî’si gibiydi. Sabah insanlığa nasıl hizmet ederim diye kalkardı. Kendi varlığını tamamen unutmuştu. İyice, her şeyini efendisine fedâ etti. Otuz dört yaşındaki kızı ölürken “oh oh maşallah” dedi. Semiha Cemâl Hanım “efendimi görmek istiyorum, ölmek üzereyim” dediğinde, “hayır, efendimin istirahat saati, göremez” dedi. Yani bu çok yüksek bir seviyedir, herkesin anlayacağı bir seviye değil. İşte bu idrâki öğrendik Nazlı Anne’den. Onun için ben ölümü çok güzel karşılamayı Nazlı Anne’den öğrendim. Ölümde ağlamamayı… Kat’iyen ağlamazlardı. Çok kızarlardı ağlayana. Annem de tamamen Nazlı Anne gibi hareket etti ömrü boyunca. Nazlı Anne verici, fedakâr, başkaları için yaşayan, her


şeyini başkaları için fedâ eden bir sultandı. Efendisinin kulu kölesiydi. Efendisi olmuştu… Öyle bir sultandı. Anneme “Meczuplar gelecek, sen tahammül edemezsin, bunlar dört gün dört gece konuşmak isterler, yemezler, içmezler, ben dayanabilirim, sen evine git kızım” dermiş. Anneannem de çok aşklıydı ve bir gün anneannemle sohbet ederken şöminenin üzerindeki çam kozalağı kendini ateşe atmış onların aşkından. Böyle yürümüş tak tak tak tak ve kendini ateşe atmış. Ondan sonra elini uzatmış, ateşin içinden o yarı yanmış yarı yanmamış çam kozalağını almış Nazlı Anne… Onu Efendimin sürahisine kapak yapmış, ancak ona lâyıktır diye. Çocuktan büyüğe kadar herkese hürmet ederdi. Geçen gün bahsedildiği gibi ya torununu soyardı ya beni soyardı, fakir çocuklara kıyafet olarak bizimkileri giydirirdi. Beni de çocuğu gibi görürdü; yani onun çocuğuydum ben. Hatta evlendiğimde kızı Behire Teyze bana bir hediye getirmiş ve üstüne şöyle yazmış: “Efendisinin ve Nazlı Annesinin pek kıymetlisi” diye… Böyle kıymetliydim ben. Yani insan, kıymetli olduğuna sevinmiyor da onların “kıymetlim” demesine seviniyor. Çünkü insan-ı kâmilin gönlüne girmek Allah’ın gönlüne girmek demektir. Ben verem geçirdikten sonra yürüyemiyordum; bir gün gene annem Efendimize gitmişler ve demişler ki, bunu alacaksan al, her gece 40 ateş, her gece 40 ateş… Üç ay hiç yürümedim; bacaklarım böyle pâre pâre, ciğerlerim çok kötü durumdaydı, şişmiş... Sonra “alacaksan al” dediği gece ateşim düşüyor işte. Demek ki annemin teslimiyetini bekliyor Efendim.

Bir kırmızı elbise dikmişti ablam bana, çok şıktı. Ablam da o zaman Olgunlaşma’da okuyor. Onu giydim ve doktora gittim. Doktor da “esmere al bağla, geç karşısına ağla” dedi. Ondan sonra Nazlı Annemi istedim, onu görmek istiyorum dedim, o da beni görünce “ne güzel, ay kızım yürümüş gelmiş” diye iltifatlar ettiler, sonra da “elbiseni çıkar, buradaki fakir kızın ihtiyacı var” dediler. Ama ben çok sevindim çünkü benden bir şey istiyordu ve vereceğimden emindi yani o çok… Biz onları memnun etmek için yaşadık. Asuman’la okula giderdik, her gün önünden… -konakta oturan fakir ihvan vardı; o zaman Efendimizin eşi orada böyle sığınacak kişileri oraya almıştı konağın bazı odalarına. Onlara seslenirdik ama gözümüz Nazlı Anne’nin penceresinde -o bizi görüyor mu acaba, bir şeye ihtiyacınız var mı efendim, alalım, diye. Onlar bizi beğensin üzere yaşadım ben. Hayatımı onlar için geçirdim. Ne biliyorum, küçücüktüm de sadece o önemliydi yani onların bizi sevmesi ve beğenmesi… Tabii bunda annemin çok büyük rolü var. Annemin o sonsuz sevgisi, babamın -bu kadar çocuklarına, bana düşkünken- bizi fedâ edecek kadar onlara hürmeti ve saygısı, -tabii ki, ezelî nasibimiz de var çok şükür ama- bizim yetiştirilmemizde çok doğru rol oynadı. Teslimiyeti öğrettiler annemle babam bize. Yani muazzam! Dedem, babam, annem, anneannem de dâhil -ki en zor teslim olan oydu- hepsi teslimdi. Bizim ailenin hepsinde, -efendisine bizim kadar bağlı olanlar var, olmayanlar var- ama hepsinde bir efendi sevgisi vardır. Allah bize de onların halleriyle hallenmeyi nasip etsin hocam…



NUR İKEN ADI OLDU MEŞKÛRE Emine Ebru Sosyal medyanın ilk tohumlarını atan mâlûm şahıs henüz Harvard’da öğrenciyken yeni bir devrin pimini çektiğinden haberdar mıydı acaba? Artık yaşa bakmaksızın cümlemizin yeni emziği sayılan akıllı telefonlarımıza müptelâ, dijital dünyada hayallerimize açtığımız alanlarda yaşıyoruz. Bu ifade şeklinin vücudumuza salgılattığı dopamin ile dijital dünyada hiç olmadığımız kadar renkli, hiç olmadığımız kadar cesuruz. Hele bir de bilgeyiz ki sormayın gitsin. Bilgece sözler, dijital kişiliklerimizden dökülen sebil inci taneleri… Pek çoğunun da atfedilen müellifine ait olup olmadığı meçhul. Durum o raddeye varmış durumda ki Hz. Pîr’in mübârek ism-i şerifi cümle erdemli sözlerin dijital dünyadaki mahlâsı sanki. Hâşâ, tüm bu paylaşımları eleştirmek değildir niyetim; zaten yazının amacı da bu değil. Nihayetinde bu fakir de bu dijital dünyanın kendince oyuncusudur haddizâtında. Aksine dijital kişiliklerimiz aslında olmadığımız edep ve irfânı üzerine hâl olarak giyinmiştir çoktan. Dijital kişiliklerimiz gerçekte olmak istediğimizin bayraktarlığını yapmaktadır bir nevî. Gerçek olmayan bir dünyanın daha da gerçek olmayan bir mecrâsında ânı yaşayan, her şeye şükreden, tüm yaradılmışı seven, mutlu olmayı ıskalamayan mümbit bir derviş vahası vardır. Lâkin dünya sahnesinde beden giyinip rolünü oynamaya ve tekâmüle muhtaç ruhlar olarak dijital kişiliklerimiz kadar kolay şekilde “hal” üzere olabilseydik keşke. Oysa “gerçek” dünyada gündelik sorumluluklarımız ve zorluklarımız var. Bize dünyayı “dar” edenler var. Başarıyı, mutluluğu ve kişiliği maddî ve aklî para-

metrelere bağlayan ve bizi ancak bu “norm”lara uygunsak mutlu, başarılı ya da güzel sayan bir anlayışın egemen olduğu bir dünya var. Erdemli olmayı dijital kişiliklerimizin üzerinden sıyırıp gerçek bedenlerimize giyinmek mi? Hodri meydan. Haydi kolaysa buyurun... Kolay değil muhakkak, hiçbir devirde de olmamış. Her devir kendine has baskı ve zorluklarıyla karabasan gibi dolanmış sâlikin bacaklarına. Yine de yılmadan deneyeceğiz, niyet etmişiz bir kere. Lâkin ezelden nasipli bazı ruhlar var ki Allah’ın hikmetleriyle donanmış da gelmişler. Onlar aradığımız “hâl” üzere teşrif etmişler bu dünyaya. Varolan devrin koyduğu düzene uyum sağlamışlar, ancak o kural ve dayatmaları da zerrece “umursamadan”, aşmadan ve şaşmadan yollarında yürümüşler. Hayatın dünyasını “dar” etmek üzere kendilerine sunduğu zorlukları hediye kabul eder gibi baştâcı etmişler. O denli ki zorluklar karşısında ortaya koydukları teslimiyet, şükür ve tüm irfânî meziyetler, dijital kişiliklerimizin bile cesâret edemeyeceği kadar fevkalâdelikler içerir. Bizim zaten sanal olan dünyada daha da sanal olan dijital gerçekliklerimize inat onlar gerçek diridirler. Birisinin adı da Meşkûre Anne’dir. Kendisiyle tanışmak ve birkaç anı biriktirmek şerefine nâil olmuş olsam da, kendisini tanımadığımı ve hâlâ tanımak için gayrette olduğumu hissederim. Meşkûre Anne henüz küçük bir kız çocuğu iken yüksek idrak ve istikrar ile mürşidinin dizinin dibine koymuş ömrünü, bir daha da hiç kalkmamış oradan. Başında kavak yelleri uçması beklenen o


en “havâî” yaşlarda kendi ifadesiyle “kâh var olup cemâle durmuş, kâh yok olup cemâli olmuş.” Şeklî olarak o huzurdan Efendi’nin âlem-i cemâle vardığı 1950’de kalkmış olsa da hep o huzurda kalmış, pür edep ve pür mutlulukla hep huzurlu, hep huzurda. Tâ ki vuslata kadar. Hayatı kolay yaşamamış ama her geleni lûtuf bilmiş. Eşiyle, evlâtlarıyla, malıyla sınanmış. Eşi haksızlıkların en büyüğüne mârûz kalıp tevkif edildiğinde Hz. Yusuf’a eşlik etmenin şükrünü yaşamış. Evine giren hırsıza aldıklarını helâl etmiş. Her sabah, her akşam, her an efendisine niyaz etmiş. Ölüm dahî onu niyazda yakalamış. Hz. Mısrî “nur iken adı oldu Niyâzi” derken salt kendinden bahsetmez elbet. Kendi gibi Hayy isminin bütün sultanlarınadır hitâbı muhakkak. O ezelden nasipli kâmil ruhlar her halleriyle bize örnek olmak için vardırlar. Ezelden ebede elimizi tutmak, tökezlediğimizde ayağa kaldırmak, dünyayı kendimize “dar” etmemize müsaade etmeden hakikati bize göstermek için yaşarlar. Dünyayı ayakta tutan kolonlar ve kirişlerdir onlar. İşte o büyük sultanlardan biri de Meşkûre Anne’dir. Nûr-u Muhammedî’nin bir başka vechesi olarak varlığından dolayı hâlaâ şükrettiğimiz ve hep şükredeceğimizdir.


Mutlu İnsanlar Elif Hilâl Doğan Merkez Efendi Hazretleri’ne varıp, oradan Ken’an er-Rifâî Hazretleri’nin ayak ucuna koşunca kendimi târifsiz bir bahçede buluyorum. Orada kimler yok ki… Efendimin anacığı Hatîce Cenân Sultan hemen kendilerinin yanında. Semiha Cemâl Hanım ve Hayriye Hanım da hemen efendimin yanındalar. Efendimin ayakucunu ise zâhiren orada olan, olmayan tüm büyüklerimiz, ezel akrabalarımız doldurmuşlar. Yine hemen orada Sâmiha Ayverdi, Meşkûre Sargut, Nazlı Anne, İlhan Ayverdi, Ekrem Hakkı Ayverdi derken biraz ilerleyince Cemâlnur Hocamın babası Ömer Faruk Sargut, sonra derslerde hep anlattığı yeğeni Züliş!.. Ve sonra Kâzım Amca… Oraya gidince ayrılamıyorsunuz çünkü orada huzur var. Hava buz gibi soğuksa da orada âdetâ duyulmuyor, yakıcı derecede sıcaksa da… Kaç saat geçmiş, bilmiyorsunuz. Bambaşka bir huzur, bambaşka… Sorularım, komik sorunlarım, neyim varsa orada kaybolur. Duâ etmek isterim, ne diyeceğimi bilemem! Sadece bakarım, seyrederim, şükretmeye çalışırım. Yok, yok, yok hiçbir şey. Allah var… Orada işte bunu görürüm. Onlara her bakış Allah’ı tekrar tekrar hatırlatır. Onları târif etmek için, mâlûm, denizler mürekkep olsa… Bir o kadar da eklense… Hiçbir şekilde târife yetemiyor. Benimse varsa eğer tek bildiğim, o huzurun içindeki sessiz sözsüz mutluluk hissidir. Onlar, “Hazret-i insanlar”…. Onlar mutlu insanlar… Onlarlayken ben de onlarla olmanın mutluluğunu yaşarım. Sadece orada değil, nerede olursam olayım, mutluluğu, nasıl mutlu olunacağını onlardan görüp tanırım. Aslında zaten başka

bir mutluluk yok ve zaten onlar orada yatıyor da değiller. Onlar hakikatleriyle, ezelî ve ebedî dirilikleriyle her an her yerde bizimleler. Gidip sarıldığım, öptüğüm mezar taşları değil. Ama izinin tozuna yüzümü sürmekten de kendimi alıkoymam mümkün değil… Onların hakikatini, mânâsını bu âlemde vücut içinde görebildiğim Cemâlnur Hocam’la aynı ortamda bulunabilmişsem eline öpmeye kıyamadan, kenardan bakıp acaba gözü bana değer mi diye bakışını beklediğim çoktur. Böyle bir bakışı beklerken kendi kendime düşünmüş, düşüncemle zevke dalmıştım. Bu âlemde elini öpmeyi, gözünün bana değmesini ümit ederek neşeyle coştuğum mürşidim, zaten hakikatiyle ezel âleminde beni görmüş, bana dokunmuş, beni yanına almış ki ben burada onun sohbetinden zevk alabiliyorum, onun ilminin ışığıyla yürümeye çalışabiliyorum diye hatırlamıştım. O beni zaten daha o yüce meclisteyken yanına almış… Allah’ım, bu nasıl bir lûtuf, nasıl bir güzellik!.. Yoksa onu bulmak ya da onu sevmek bile benimle ilgili olan, bana ait olan şeyler değil. İnsanın mutlu olması için bunu hatırlaması iki cihanda ona yeter. Mutluluğun başka bir yolu yok. İnsanın mürşidini bulması, mürşidini araması onu bir adreste bulmaya denk düşmüyor. Zaten bize Allah’ın ilmiyle, aşkıyla dokunmuş, bizi ezel âleminde bayrağı altına almış, evlâdım demiş olan mürşidi kaybeden kim? Mürşidini bulmaktan benim anladığım şey, onun varlığını, üzerimizdeki etkisini gönlünde, içinde bulmak, eserini içinde tanıyabilmek demektir. Onun aşkıyla ve ilmiyle hâllenebiliyorsam,


bununla inşallah kirlerimden paslarımdan temizlenmeye çalışabiliyorsam mürşidim zaten benimle demektir. Benim putlarımı birer birer kim kırıyorsa benim mürşidim odur demektir. Tüm âlemin bana mürşit olduğunu, beni terbiye ettiğini bana öğreten benim gerçek mürşidimdir. Vücutların geçici olduğunu, bugün gri elbisesiyle doğudan gelenin yarın yeşil elbisesiyle batıdan gelebileceğini, binek atlarının üstündeki tek padişahın Allah olduğunu bana öğreten benim mürşidimdir. Hiçbir şeyden etkilenmemeyi, ne acının ne de sevincin üzerinde durmamayı, her şeyin gelip geçiciliğini, Allah’tan başkasının olmadığını, huzurun sadece Allah’ın huzurunda olmakla mümkün olduğunu bana gösteren benim mürşidimdir. Nazlı Anne, Sâmiha Anne, Meşkûre Anne… Hepsi benim mürşidimdir. Onlardan görünen Ken’ân er-Rifâî Hazretleri’dir. Cemâlnur Hocam’ın deyişiyle, Allah bizden mutlu olmamızı ister. Onlarsa mutluluğu elde etmiş ve bize de nasıl elde edeceğimizi göstermekle vazifelendirilmiş insanlardır. Mutluluğun ancak Allah aşkıyla yaşanabileceğini, o aşkın da mürşitle anlaşılabileceğini bize hâlleriyle gösteren insanlar... Tüm istekleri bizim Allah’ın huzurunda râzı ve mutlu olarak yaşamamız olan insanlar onlar. Onlar Allah’ın mutluluk elçileri. Onlara bakarım, mutluluktan orada bulunuşuma hayret ederim. Onlara bakarım, Allah’ın güzelliğini seyre dalarım…


Aşk olur Masal Mehveş Önünden her geçenin gözlerine yakalanan ve mânâsıyla Fatih semtini saran bir ev var. Gidip gelerek büyüdüğüm, içinde sohbetler dinleyerek beslendiğim ve bir zamanlar odamın camından seyrettiğim… Şu deli kıza ne büyük lûtuftu! Yoksa kimbilir nerelerde yetişip hangi yollarda kaybolurdum. Şimdi bile bu kadar kararsızken, başına buyrukken… Bu evle ilgili hatırladığım ilk şey, küçüklüğümde bahçesinde koşturduğum bir gün. Evin içi kalabalıktı ve birkaç çocuk dışarıda oynuyorduk. Sonra bahçede dolanırken yanındaki apartmanla arasında yer alan boşlukta bir tabut görünce korkup uzaklaştım. Çocuk hali işte… Meğer güzel sultan Sâmiha Ayverdi yatarmış içinde! Ve zihnimdeki bu görüntüler bir rüyâ mı, yoksa gerçek mi hâlâ emin değilim. Sormadım da kimseye… Yıllar sonra bir pastırma yazı sıcağında bu kez ev, İlhan Ayverdi için dolup taşarken ben de bahçesinde oyun oynamayacak, o günün hepimiz için neler ifade ettiğini anlayacak kadar büyümüştüm. Evin içi de dışı da âdeta mahşer yeri gibiydi. Zaman durmuş, hayat gailesi unutulmuş. Herkes dünyaya neden geldiğini sanki o gün durup da bir hatırlamış. Hepsinin yarası aynı, gözyaşları bir… Kimi annesiz kalmış kimi ablasız kimi de dostsuz… Üstelik onlara bunu güzel karşılamak öğretilmiş ama işte, toz kaçmış bütün gözlere… Şimdi o günü düşünürken içim hep buruk… Çünkü altı yıl önceki o kızcağızı gözümün önüne getirdiğimde hep ağlıyor, insanlar kâh sırtını sıvazlarken kâh sarılırken gönülcüğü çok yanıyor. Zira çoğu kimse benzer bir günü Sâmiha Anne’nin vefatla-


rında tatmışken benim için bütün bu yaşanılanlar çok yeniydi. Hayatta en çok sevdiğim insanı kaybetmiştim, ilk defa cansız bir beden görmüştüm ve o benim annemdi… O günden sonra ilk defa insanın ne olursa olsun her şeye alışabildiğini, zamanın gerçekten ilâç olabileceğini anlamıştım ve giden, benim annemdi… Daha çocukken, İlhan Anne’nin diğer büyüklerden farklı olduğunu hissetmeye başlamıştım. Bu, Allah tarafından bana verilen bir hediyeydi ve gönüllerdeki çerâğı uyandıran bir rehberin varlığını duydukça içimde canlanan da sadece onun cemâliydi. Sanırım Allah lûtfettikten ve nasip olduktan sonra gönlün bir yaşı yoktu. Aslında bu, ezelde âşinâ olduğun birini bambaşka bir âlemde tanıyıp da ona meyletme zevki değil de neydi? Ben annemin hem Küçük Hanım’ı idim hem de meslektaşı… Zaman zaman bana böyle hitap ederlerdi. Her zaman görme imkânım olmazdı, onunla çok vakit geçiremezdim ama yanımda olduğunu bana hep hissettirirdi. Öğrendiğim her şeyin temelinde ondan dinlediklerim vardı. Benliğimden sıyrılıp da dışarıya yansıttığım bir hal varsa ondandı. Çevremdeki insanlardan farklı olarak gösterdiğim bir ölçü, bir tavır varsa yine ondandı. Hâsılı, varlığımdaki bütün güzelliklerin sahibiydi; bütün kötülükler ise benim âcizliğimdendi. İlhan Anne, Allah yolunda ruhumu en güzel şekilde işlemişti ama kalıcı olması için hem onun himmetleri gerekliydi hem de benim gayretim… En son vefatlarından sonra bir yazı kaleme almışken şimdi bunları karalamak benim için hiç kolay

değil. Çünkü gönül dilim, ruhuma bir şeyler fısıldıyor ama tercümanım yok. Gözyaşlarıma hâkim olmaktan başka bir şey yapamıyorum. Annem, bu cümleyi Ken’an Rifâî Hazretleri için söylemişler; âcizane ben de onun için dile getirerek ve himmetlerini niyaz ederek satırlarımı sonlandırmak istiyorum: “Hayat yolumun sizinle kesişmesi, yaşadığım en büyük bahtiyarlıktır.”



“Sen de Bana Duâ Et!” Mehmet Can Taşcı Hayat kısa.

Herkes birbirinin yolculuğu için vazifeli.

Doğarsın, yaşarsın ve tekrar doğarsın sonsuzluğa.

Sen çocuğun için, çocuğun senin için, sen baban için, baban arkadaşı için, babanın arkadaşı onun için, o şunun için.

Ölürsün, gidersin demedim. Tekrar doğarsın sonsuzluğa. Kıyamet âyetlerini bir hikâyeymiş gibi okuma; edebiyattan anlıyorsan âlemlerin Rabbi fiillerde geçmiş zamanı kullanmış. Şimdi bir daha oku da dehşetin artsın mâdem. Belki de kıyâmet dedikleri senin gidişinmiş kendi “meçhûlüne”. *** Sayfalarca doldurduğun, kariyerinin her ayrıntısını yazdığın CV’lerin nerede, bir saati bulan yaz tatili hatıraların, beş sene önce izlediğin, aklının köşesine sinen o maçın o en güzel ânı, çocuğunu ilk kucağına alışın, okulundan mezun olduğun gün, “bilindik” bilinmeyene giderken aklına mı gelecek sanıyorsun? Haydi diyelim ki dünyevî şeylerle vaktini çok harcamadın… O kıldığın namaz mı gelecek aklına veya ilk umren, o meşk geceleri…

Bu ne müthiş bir düzen! Kader dediğin ne diye sorup duruyorsun ya, al sana kader. “Her şey bizim içindir ama hiçbir şey bizim değildir.” Değil mi? *** Anneanne demeyi severdim. Eski İstanbul’u sorardım, anlatırdı. Blok blok üstümüze çöken İstanbul’un, inci gibi ruhları işlediği zamanlarını anlatırdı. Mânâdan bahsederdi. Fakir bilmezdi, o bilirdi. Fakir görmezdi, o görmüştü. Sonradan öğrendim:

Hiçbir şey.

“Keşke yola baş koysa” dermiş.

Bir hiç olduğunu anlayacakken, aklına gelenin bir hiç olması da ne demek acaba?

Son görüştüğümüzde “sana duâ edeceğim, sen de bana duâ et” demişiz.

Neden bu kadar kavga mâdem öyle?

Etmiş.

***

Vesselâm.

Sonu olan başlangıç ile sonu olmayan başlangıç arasında geçen sürede pek çok şey girdi hayata, pek çoğu geldi-geçti, pek çoğu çıktı.

***

Kişinin kemâline yolculuğunda hepsi birer vazifeliydi.

Şehit olanlara ne mutlu. Şehit demek şâhid olan demek değil mi? Onlar diridirler fakat biz anlamayız.


Mutlu İnsanlar Meşkûre Annem Hakkında Hümeyra Livatyalı Muhyiddin İbn-i Arabî Hazretleri buyurmuş ki: “Sizden birisi Peygamber’i görmedi diye üzülmesin, eğer Kur’an insan şeklinde temessül edecek olsa Muhammed İbnü’l Abdullah olurdu, Kur’an’la Peygamber ikizdirler.” Meşkûre Annemin de yıllarca sohbetlerini dinledik, defterlerini beraber okuduk, çalıştık, o defterlerde yazılanlar da eğer insan şeklinde zuhur edecek olsaydı benim için Meşkûre Annem olurdu; zira onun bize okuduklarına ve öğrettiklerine aykırı düşecek hiçbir hareketine ve düşüncesine şâhit olmadım. Bir insanı Allah’ına gerçek bir kul, Efendisine ümmet, Ehl-i Beyt’ine muhabbet, mürşidine evlât, ömrü boyunca bütün ihvânına ve insanlığa hizmetin en üst noktasına götüren hasletleri sadece sözlerinde değil, her hareketinde gördük. Eminim ki onu tanıyan herkes de bunda hemfikirdir. Vefâtından önce hastaneye yatırılacağı günün sabahı çağırmışlardı beni ve şunları söylediler. -Bunu hepimiz için bir vasiyet olarak paylaşmak istiyorum-. “Kızım, Allah’ın en sevgili kullarıyız. Vallahi buna emin ol. Belki de birbirimizi bir daha rahat göremeyeceğiz. Ama şuna îman et ki bu sözlerim senin kalbine yazılsın. Çok bahtlı insanlarız çünkü küllî şuuru kullanan yalnız kâmil insandır. Küllî şuur demek, Allah’ın şuuru demektir. Kâmil insan hiçbir zaman cüz’î şuurunu kullanmaz. Çünkü Allah onu sarmaşığın sardığı gibi sarmıştır. Onun için her yaptığı, Allah’ın emridir, Onun her gittiği yer, Allah’ın istediği yerdir. Kabiliyetim falan olduğuna inanmıyorum. İnsanların kabiliyeti ne kadar geniş de olsa, insan-ı kâmille yaşamaya muvaffak olamaz. Ancak O isteyecek, O tenezzül edecek, yanına alacak,

sohbetiyle bizlerle temas kuracak…” O günün akşamı da hastaneye yatırıldı. Bu hırsız meselesinden bahsetmiştiniz ya, o gün ben oradaydım. Meşkûre Annem ve Maviş ile birlikte polisin gelmesini bekliyoruz. Asuman Abla hastaneden geldi, akabinde de polis geldi. Parmak izlerini alırken dedi ki: “Evinizde yaşayan herkesin parmak izini almam lâzım ki birbiriyle karşılaştıralım. Başka kimse var mı evde?” diye sordu. Asuman Ablacığım da “Oğlum var” dedi. O zaman Ömer sanırım tatil için kısa bir süreliğine gelmişti. “Oğlum var, burada yaşamıyor ama o da şu anda evde” dedi. Polis de “O zaman onun da parmak izini almamız lazım; ama sizi uyarayım, onun parmak izi de kayıtlara geçecektir. Yarın bir gün bir yerde bir suç işlenirse, parmak izi kayıtlı olduğundan o da şüpheli olarak değerlendirilecektir Buna eğer râzıysanız alalım” deyince, baktım Meşkûre Annem hemen Asuman Abla’ya döndü, ne diyecek acaba diye. Asuman Ablacığım da “Ne gerekiyorsa yapın. Eğer bir gün suç işlerse cezasını çeker” deyince, Meşkûre Annem dizlerine vurarak “Aferin kızım, Efendi evlâdısın işte!” dediler. Bunu o kadar sevinçle dile getirdiler ki polis şaşkın şaşkın Meşkûre Anneme bakakalmıştı buna bu kadar sevinecek ne olabilir ki diye? Çok teşekkür ediyorum efendim.

(14 Şubat 2016 tarihinde Fatih’te mânevî büyükleri anmak maksadıyla yapılan toplantıda aktarılan anekdottur.)



Değişen Kader Şehvar Tükek Muhterem İlhan Ayverdi Hanımefendi, sıhhatleri hâlâ elverdiği dönemlerde yaz aylarını ev halkı ile birlikte Çengelköy’de denize nâzır bir yalıda geçirirlerdi. Kendilerini ziyaret etmek üzere annem ve ben bir randevu talep etmiştik. Bize verilen uygun gün ve saatte orada hazır bulunmuştuk. Kendileri salona teşrif ettiler. Bizi güleryüzle ve sevgi ile karşıladılar. Her zaman misafir olduğumuzda ikram ettikleri gibi lezzetli börek çöreklerimiz ve çaylarımız sehpamıza konulduktan sonra bana döndüler ve “Şehvarçığım, kader değişir mi?” diye sordular. Ben bu soruyu hiç beklemiyordum. Hem genç olmam hem de karşılarında durduğum her an hissettiğim heyecan sebebiyle kem küm ettim. “Şehvarcığım, kader değişmez ama kadere bizim bakış açımız değişir” dediler. Bu cümle hayatımın her ânında kulağıma küpe olmuştur. Kadere karşı bakış açımız ne demek? İnsan neyi değiştirir, nasıl değişir? Büyüklerimizin bahsettiği “levh-i mahfuz” ve “levh-i muallak” diye iki ayrı terim vardır. Birisi asla değişmeyen kader ve diğeri de değişebilecek olan kaderdir. Değişebilecek olan kader insan-ı kâmilin duâsına, bence şefaatine kalmış olan kısımdır. Şefaat ise onların insanlara kazandırdıkları bakış açısı, hâlinden memnun olma sanatını öğretmeleri olsa gerek. Bu hâli elde etmiş olan kişi, aslında kaderi değişebilen, değiştirebilen insan olsa gerek. Sâmiha Ayverdi’nin de her zaman ifâde ettikleri gibi “Her şeyin değişmesi senin kendi değişmene bağlıdır.”

Cemâlnur Hocam’la geçirdiğim bir gün de bana bunları idrak ettirmişti. Türk Kadınları Kültür Derneği olarak tüm gücümüzle çalıştığımız ve son raddeye getirdiğimiz bir projede son anda yapılan ve bana göre “engel” diye adlandırılabilecek bir değişiklik sonucunda hepimizin morali bozulmuştu. Herkes ne oldu, nasıl oldu diye fikirler yürütürken Cemâlnur Hocamız içeriye girdiler. Bizdeki sıkıntıyı görünce ne olduğunu sordular. Biz de durumu anlattık. “Amaan buna mı sıkıldınız, Allah ne isterse o olur, bu gider daha güzeli gelir, kendinizi hiiiç bununla üzmeyin. Haydi beraber bir yemek yiyelim” diyerek konuyu kapattılar. Ne olmuştu, kaderimiz değişmiş miydi? Bir bakıma değişmişti. Kaderimizi belirleyen bizim bakış açımız olmuştu. Artık huzurluyduk. Ortadaki mevzu aynı ama biz aynı değildik. Hayatımızın her ânında bize bu gerçeği gerek yazılarıyla, gerek sohbetleriyle, gerek halleriyle gösteren ve öğreten büyüklerimiz tanıyabileme şerefine nâil olduk. Allah onlara lâyık olanlardan eylesin.




Gönülden Gönüle Sesil Pir Birkaç sene önce bir aile büyüğüm hayat felsefemi ve öğretilerini benimsediğim kimseleri eleştirmek üzere bana sormuştu: “İnsan, tanımadığı ve ölü birinin sözüne nasıl güvenir?” Benim cevabım ise sorular içeriyordu: “Birini tanımak için o kimseyi fiziken bilmek gerekli midir? Fiziken yüzyüze karşılaşmış olduğun birini ‘tanımış’ olur musun? Ölü olmak ne demek? ‘Ölü’ diye tanımladığımız kimselerin öğretileri ‘ölüm’den sonra ehemmiyetini yitirmiş mi olmakta? Peki bu âlemde kim kimin sözünü niye dinlemeli? İnsan insana hangi şartlarda güvenmeli?” Doğrusu, o gece büyüğümü bezdirmiş olucağım – ki, o, “hepiniz delisiniz” demek ile yetindi. Ben bu söze çok sevindim. Zira anneannemin çok güzel bir sözü vardır: “Rabbim bana ‘ya deli olarak gel, ya veli olarak’ der. Eee, veli olamayacağımıza göre, varsın deli olup gidelim.” Şaka bir yana dostlar, ben, beş yaşındayken Kandilli’de anneannem ile çay içmeye gittiğim bir teyzenin evinde ‘Cemâl’ adında bir oğlan çocuğunun fotoğrafına bakıp kalbimde ağrı hissetmemi ve ömrüm boyunca kim olduğunu bilmeden ‘Cemâl’ isminde birini aramış olmamı tesâdüf olarak yorumlamıyorum. Aynı şekilde ilkokul ikinci sınıfta şiddet görmemek için kaçtığım büyükanne evinden kapısına sığınıp uyuyakaldığım evin Kenan Rifâî Hazretleri’nin evinin kapısı olmasının da tesâdüf olduğuna inanmıyorum. Ben inanıyorum ki, tıpkı Rabbimizin bize tenezzül ettiği gibi, büyüklerimiz de bizi korumalarına alıyorlar. Öyle olmasa bizim bu lûtuf kapılarında işimiz nedir diye düşünüyorum.

Peki, kişi bu dünyadan göçse ne olur? Bu dünya, o dünya diye bir ayrım var mı ki? Bir çemberin içinde mütemâdiyen semâ etmekteyiz. Koca bir okyanusta minicik bir zerre gibiyiz. Her birimizin varoluş sebebi farklı, mânâsı farklı... Kimimiz maddî dünyada iken üretiyor, paylaşıyor, paylaşımları ile şevk veriyor, kimimiz sonrasında… Kimimiz vermek için geliyor, kimimiz almak için. Klasik müzik severler bilir, meselâ Bach’ın kompozisyonlarının çoğu Bach öldükten sonra piyasada yer etmiş ve binlerce müzisyene şevk vermiştir. Aynı şekilde ünlü ressam Van Gogh’un yaşamı boyunca tek bir tablosu satılmıştır. Kafka’nın yazıları ölümünden sonra ün bulmuştur – ki bugün kitapları bütün felsefe okullarında okutuluyor. Gelelim Kenan Rifâî, Sâmiha Ayverdi, Meşkûre Anne gibi Allah velilerine… Hâl böyleyken, onlar bu dünyadan çekilseler ne olur? Mânâları hep bizimle değil midir? Bizi, biz daha kendi kendimizi fark etmeden korumasına alan yüce insân-ı kâmiller, boyut değiştirince âşıklarını korumalarından çıkarmış mı olurlar? Ben şahsen tam tersine bizi hep bir yerlerden gözettiklerini düşünüyorum. Bu sebepten hâl ve tavırlarımı buna göre şekillendirmeye gayret ediyorum. Geceleri de ‘Sohbetler’ kitabından bir iki parça okuyup sohbet dinlemiş olduğumu varsayarak huzur içinde günü kapatmaya çalışıyorum. Diyeceğim odur ki, bence ‘bilmek’ için de, ‘sevmek’ için de maddiyat gerekmez, “gönülden gönüle bir köprü vardır, gözle görülmez” denildiği gibi. Allah bizi o Hak büyüklerinin mânâlarından ayırmasın inşaallah.


Bahçemin Yaşayan Gülleri Umut Alihan Dikel Dünya üzerinde yaşanmışlıkların, paranın satın alabileceğinden daha fazla değeri olduğuna inanıyorum. Birisi isterse yerin altında tesisler dolusu altın biriktirebilir. Fakat âşikârdır ki nefsimin yaşanmışlıkları biriktirmesi için yalnızca bir ömür süre mevcut. Kısıtlı bir biriktirme alanı olan bu fiziksel ömürde herkes her gün durmadan yeni deneyimler ediniyor. Bu noktada insanoğlu olarak birbirimize çeşitli mecrâlar üzerinden yaşanmışlıklarımızı paylaşabiliyor, aktarabiliyor olmamız beni can damarımdan vuruyor. Paylaşımlarımızla da birbirimize iyice kenetleniyoruz. Sanki insanlık, köklerinden en üstteki yaprağına, kalın gövdesinden en narin çiçeğine, verdiği meyvenin öz dolu çekirdeğine kadar kocaman bir ağaç gibi yerkürede vücut bulmuş yekpâre bir şekilde olgunlaşıyor.

yalnız hâlinden memnun olmaklık var. İnsanın içinden dışarıya taşan, içini ve dışını birleyen o saf zevk. Aşk! İdrak etmenin zevki de bu olsa gerek. Erenlerin bize armağan ettikleri yaşanmışlıkları, insanlara sevgiliyi hatırlatmak üzere yazılmış birer hâtıra defterine benziyor. İnsan, hangi sayfasını okusa yalnızca sevgi doluyor. Bu hisleri aynı şekilde paylaşmayanlar da var tabii. Ezelî nasipte ne varsa insan onu yaşıyor. Bu böyledir. Kimi inkâr ediyor. Kimi teslim oluyor. Netice itibariyle herkes “Ol!” emrinin bir zuhûrâtı. “Ol”anlar arasında teslim olanlar, cemâlin rüzgarlarına kendilerini bırakmış güzel ameller diyarında huzurla akıp gidiyorlar… Aslında şu cüz’î akılla pek de bir şey bilmek mümkün değil. Şükür ki kendileri biliyorlar da bizi alıp götürüyorlar. Bize bildiriyorlar. Çok şükür…

Yerküreye yayılmış insanlık ağacı gibi insanın da içinde yetişen bir bahçe var. Mâneviyâtın yeşerdiği, çiçek açtığı bir güzel bahçede gezinip duruyoruz. Benim gözler ise hep dışarıda... Kendimi içeri bir döndürebilsem kimbilir neler olacak neler? Döndüremiyorum. Âcizim. Şükür ki mânâ âleminin büyükleri, bizlerden evvel bu yerkürenin misafirleri olmuş güzeller, hep o bahçeden bahsetmişler. Her okuyuşta, her dinleyişte sanki insan hep o bahçeyi seyrediyor. Göremediğimi gösteriyorlar. Oralardan güzel bir bülbül uçuruyorlar. Sevgilinin sözlerini fısıldasın diye. Cennet isteğinden de cehennem korkusundan da geçmiş, cemâlden sesleniyor. Onların öpülesi elleri o kadar uzaklara uzanıyor ki insanın içine işliyor. İçinde de yeşeriyor. Güller açıyor.

Erenlerin İslâm’ı yaşayışlarındaki zarâfet ile insanlıklarındaki edebin âhengi gören gözü kendilerine hayran bırakıyor. Aşk, kendilerinden öyle bir taşmış ki zamanı mekânı hepsini aşmışlar. Doğrudan sevgilinin kapısında nöbet tutar olmuşlar. Bir anlık kavuşma için yanmışlar tutuşmuşlar. Kendilerinin bıraktıkları eserlerde, bakışlarda, attıkları bir adımda, ellerinin uzanışında, sevgililerinden bahsedişlerinde ve bütün hallerinde bir aşk ediş, aşka yöneliş var. Bu bir deneyimdir, yaşanmışlıktır. Bunun aktarımı da bir imkândır, bir mucizedir. Hz. Peygamber’in miraçtan “Ümmetim!” diyerek dönmesi bizlere ne büyük nimettir. Kendileri ne güzel aşktır. O’nun ahlâkı ile ahlâklanmışların her an, dünyaya fayda ve güzellik saçmaları sebebiyle kendilerinden Allah razı olsun... Sanki yağan rahmet yağmurlarının damlaları…

Onların sözlerini işitenler de o güzellere uyacak olsa her yanı memnuniyet kaplayıverir. Zaten sanki ortada

Onlar, öyle de bir tevâzudadırlar ki bu yazılanları okusalar hemen yırtıp atarlar. Bir hiç olduklarının,


âciz olduklarının yazılmasını isterler. Öyle bir haddi de yazar kendinde bulamıyor. Hele herhangi birimiz bir an için bile olsa insanlığa armağan ettikleri yaşanmışlıklarının bir yudumunu halimizde tatsak içerideki bahçenin baharından aşklı kelebekler, zevkli güllerin selâmını getirirler. Böyle güzelliklerden de insan nasıl bahsetmeden durabilir ki… Ne mutlu ki onlar bizi seçiyorlar. Seviyorlar ve eğitiyorlar. Böyle bir şansın içinde soluk alanlar için sorumluluk da yüksektir. Onların güvenlerini boşa çıkarmamak gerek. Hakkını vermek gerek. Lâyık olmak gerek. Gayret gerek. Biraz da acı gerek. Acıya gözler kapalı dalmak gerek ki Hz. İbrahim ateşe atıldığında nasıl yanmadığının idrakini yaşamak demek. Yaşanmışlıklar güzeldir. Yaşayanlar ise daha da güzel. Onlar hâlâ yaşıyorlar. Ölmüyorlar. Bir ömür vardır ki başlar biter. Fakat gerçek ömür ne başlar ne biter. Onların ömürleri de böyledir. Aktarabileceklerinin hududu yoktur. Her an dâimâ sevgiliden haber ederler. Hatırlatırlar. Sevdirirler. Daha da sevdirirler. Sevgi deryasının olmayan kıyılarına doğru bizleri genişletirler. Büyük lûtuflar içindeyiz, çok büyük… Şükür!



Deryasında Yok Olmak Banu Büyükçıngıl Kâmil insanları herkes idrâkince anlar, lâkin bazı sultanlar vardır ki onlardan biz kâmilin hakikatini dinleriz. Belki anlamayız ama dinleriz idrâk etmek için. Karınca kararınca, kabımıza ne düşerse artık… 20. yüzyılda yaşamış bir büyük mutasavvıf olan Kenan Rifâî nice erler yetiştirmiştir. Bu erlerden biri de kendisinin dizinin dibinde büyümüş olan Meşkûre Sargut’tu. Meşkûre Sultan, efendisinden öğrendiği ilmi etrafındaki nasiplilere anlatırdı. O, Kenan Rifâî gözlüğünden ilmi tek tek herkesin kalbine zerk ederdi. Efendisi, canı, herşeyi Kenan Rifâî “Meşkûre seni gergef gibi ilmek ilmek işliyorum” demişti. Meşkûre Anne her hücresi Allah aşkı ile işlenmiş Allah’ın sanatının bir örneğiydi. O arınmış, temizlenmiş ve bu yolda gidenlere rehberlik etmek üzere vazifelendirilmişti. Tıpkı her Allah âşıklısı gibi yolunu kaybetmişlere, susuz kalmışlara derman olmaya memur edilmişti. Bir mürşidin talebeleri arasında muhakkak fark vardır. Kimisi o deryayı seyreder, kimisi de deryada yok olur. Meşkûre Annem ve Sâmiha Annem, Kenan Rifâî deryasında yok olmuş, O olmuş sultanlardandılar. Bir büyük veliyi tanımak için onun hakikatini gerçekten görmüş ve “o olmuş” birine ihtiyaç vardır. Meselâ Veysel Karânî Hazretleri Medine’ye gelmiş ve Peygamber vefât ettiği için O’nu görememişti. Bundan da büyük üzüntü duymuştu. Tek tek herkese O’nu sordu. Ebû Bekir “çok sâdıktı” dedi. Ömer “çok âdildi” dedi. Osman “çok edepliydi” dedi. Aslında hepsi de kendi vasıflarını Peygamber’de görmüşlerdi, lâkin Peygamber hem âdil hem sâdık hem de edepliydi. Sıra Hz. Ali’ye gelmişti. Hz. Ali’nin

anlatımına göre Peygamber putları kırması için Hz. Ali’yi omuzuna çıkarmıştı. Hz. Ali “Aşağıya baktım, her yer Peygamber’in ayakları; hizâma baktım her yer Peygamber’in göğsü, yukarıya baktım her yer Peygamber’in cemâli” diye anlatmıştı. Ve Karânî’ye “Vallahi Peygamber’den başka bir şey yok bu âlemde” demişti. Veysel Karânî Hazretleri de Hz. Ali’ye “Yalnız sen görmüşsün Peygamber’i” demişti. Evet, bir kâmilin hakikatini görmek için kendinden geçip O olmak gerekir. İşte “O olan” da kendi hocasını en iyi şekilde temsil eder ve eksiksiz anlatır. Kulaktan dolma bilgi ile değil. Kuşkusuz her bir talebe mürşidi için önemli ve değerlidir. Talebe Peygamber ahlâkını giyindikçe güzelleşir ve dünyadaki maksadına erer. Lâkin veliyi sonraki kuşaklara anlatma vazifesi O’nda yok olmuşlara verilmiştir.


Fethi Gemuhluoğlu Hüseyin Gökhan Geçenlerde bir vefat haberini internetten aldım. Bir Fâtiha hediye etmek için isme baktım: Emine Suzan Gemuhluoğlu. Mâlûm, çok sık rastlanan bir soyadı değil. Bu soyadını taşıyan bir ağabeyimi hatırladım hemen. Tanıdığı olup olmadığını sordum. “Evet” dedi, “Suzan Yengem... Merhum Fethi Amca’mın eşi...” Ertunga Ağabey’i spor yaptığım kulüpte tanıdım. Sadece kendi geçtiği yoldan geçip sporcu olabilmeye çalışan o zamanki biz gençlere hizmeti dokunsun diye bizlerle beraber olur, işinden gücünden, sosyal hayatından fedâ ettiği zamanı bizlerle harcar, maçlarımızda bizlere mânen ve maddeten destek olurdu. On beş yaşlarında genç bir sporcuyken onun seyretmeye geldiği maçlarımızda şevkimizin ne kadar da arttığını hâlâ hatırlarım. İlk karşılaşmamızda tekrar Fethi Amca’sından konuşmaya başladık. On yıl kadar önce Yeni Zelanda’da yaşarken Türkiye’den başbakan himâyesinde bir heyetin orayı ziyâret ettiğini, bu ziyâret sırasında uzmanlık alanı olan hayvancılıkla ilgili konularda heyete rehberlik yapma fırsatı bulduğunu anlattı. Soyadını duyunca başbakan kendisiyle tanışmak istemiş. Benim sorduğum gibi, Fethi Gemuhluoğlu’yla bir akrabalığı olup olmadığını merak etmiş. Amcası olduğunu öğrenince bir saat kadar sohbet etmişler. Cemâlnur Hocam’a bu bahsi anlatınca, Fethi Bey’in ne kadar önemli bir şahsiyet olduğunu, Türkiye’de millî değerlerle yetişmiş birçok önemli kişinin üzerinde hakkı olduğunu anlattı fakire. “Çocuklar ne olur bu büyüklerinizi tanıyın. Arkadaşlarınızla bir araya gelince onlara duâ edin. Kitaplarını okuduysanız

arkadaşlarınızla paylaşın. Onların da bilgilenmesini sağlayın. Bu büyükleri tanımanız çok önemli!” dedi. Fethi Gemuhluoğlu’nu o zamana kadar tanımamış olmanın hicâbıyla hemen araştırmaya başladım. Dostluk üzerine irticâlen yaptığı bir konuşmanın metnini okudum. Konuşmanın başında verdiği selâm dahî şâheser. Mâneviyat ve dünyevî ilmin muazzam bir dengeyle harmanlandığı, peygamber ümmeti azametinin dervişâne bir nezâketle sırlandığı, kullanılan kelimelerdeki zenginliğe bakılarak doğaçlama bir konuşma olduğu kat’iyen düşünülemeyecek bir metin... Fethi Bey hakkında söylenenler de çok etkileyici. O kadar çok insanın yetişmesinde hizmeti olmuş ki, sâdık sevenleri onun bu hasletini hâlâ dillendiriyorlar. Belki de onu en iyi özetleyen, Necip Fâzıl’ın hakkında söylediği şu sözlerdir: “Kendisine hiçbir tecelli zemini aramayan bir tevekkül zarfına bürülü, sessiz ve sedâsız, ortada görünenlere su taşıyıcı, fikir sakası Fethi Gemuhluoğlu.” Ertunga Ağabey’in bir özelliği de elli yaşını aşkın olmasına rağmen, televizyonda en popüler yarışmalardan biri olan Survivor’a katılmış olması. Orada da babacanlığı ve canayakınlığı ile izleyiciler üzerinde müsbet bir intibâ bırakmıştı. Bu muazzam insan hakkında kısa sohbetimiz ardından bana üzülerek söyledikleri çok haklı ve gâyet düşündürücüydü: “Bir eğlence programına çıktığım için beni tanıyanların sayısı, maalesef rahmetli amcamı tanıyanların sayısından daha yüksektir.”


Kocaman bir bina düşünün. Bu binayı kuvvetli rüzgârlara, depremlere ve diğer felâketlere karşı ayakta tutan tek şey temelidir. O temel güçlü değilse, binanın mukavemetini arttırmak mümkün değildir. Koca yapıyı ayakta tutan bu parça dışarıdan bakana gözükmez. Çünkü toprağın altındadır. Fethi Gemuhluoğlu, Sâmihâ Ayverdi, Meşkûre Sargut, Cemil Meriç, Semiha Cemâl ve daha niceleri... Eğer bugün ayakta kalabiliyorsak toprağın altındaki o temeller sâyesindedir. Özellikle gençlerimizin gerçek entelektüelleri, gerçek mânevî zenginleri, medeniyet sancağımızın gerçek sahiplerini çok iyi tanımaları gerekiyor.


İnsanı Anlamak ve Tasavvuf Araştırmaları Enstitüsü Sanem Ömürlü 2015 yılı benim için bir eğitim çeşitliliğinin hayatımda baskın olduğu bir yıl oldu çok şükür. Senelerdir katılmak istediğim pek çok eğitim vardı ve ben o veya bu nedenle bunları sürekli olarak ertelemekteydim. Hani bahanelere ihtiyaç duyduğumuz anda onlar her dâim hazır ve nâzır olarak kendilerini “ama”larla belli ederler ya, işte ben de o pek çok “ama”nın arasına sıkışıp bir türlü gereken adımları atamamıştım. Koçluk eğitimine katılmak istiyordum, ama… Yüksek lisans yapmak istiyordum, ama… NLP’yi öğrenmek istiyordum, ama… Velhâsıl nasıl oldu da o ilk adımı attım bilemiyorum ancak geçtiğimiz yıl hepsi bir sıraya dizildi, kendi içlerinde anlam bağları oluşturdu ve ben bu doğrultuda yol kat etmeye başladım. Benim zihnim genel olarak “bütün” üzerinden yürüme eğilimindedir ve bu da bana öğrendiğim şeyleri birbiriyle bağdaştırıp bütünlemeye çalışırken heyecan verici, coşkulu bir motivasyon olarak geri döner. İnsan kaynakları alanında çalışan birisi olarak mesleğim icâbı insanı haritalar üzerinden okuma konusunda bir yatkınlığım var fakat bu sene haritaların insanı anlamak için önemli birer araç olduklarını görmekle birlikte insanın kendisi olmadıkları hakikatine uyandım. (Bu arada “siz hâlâ insana kaynak gözüyle mi bakıyorsunuz” diyenlere şunu söylemek isterim: “Evet, hâlâ insana, insanlığın yegâne kaynağı gözüyle bakıyorum, çok şükür.) Uyandım diyorum çünkü bir şeyi lâfta bilmek ile o bilgiyi içselleştirmek ve onunla yürümek arasında gerçekten büyük fark varmış. “Bilmek, bulmak ve rengine boyanmak” da bu içselleştirmeye dikkat çeken ne güzel bir cümleymiş meğer.

Daha önceki yazılarda da sözünü ettiğim kişilik envanterleri, insanların metaprogramları, temsil sistemleri, tipolojiler, spiraller, vs. gibi her bir araç bu anlamda bizlerin insanı anlaması, insana ve onun potansiyeline dâir cümle kurması konusunda oldukça güçlü birer harita olarak önemli olmakla birlikte yine de insanın kendisi değil. Çünkü insan, hem onlar hem de onlardan çok ama çok daha ötesi. Bir defa haritalar çizildiği andan itibâren sâbittir, tâ ki bir sonraki çizilene kadar. Oysa ona konu olan, her dâim bir değişim içerisindedir. Her an yeni bir işte, yeni bir oluştadır. Hâl böyleyken tembelsin, dağınıksın, dikkatsizsin, akıllısın, akılsızsın, analitiksin, sosyalsin, asosyalsin gibi etiketleri de yıllarca alnımıza yapıştırıp dolanmak ne yazık! Evet, bu haritalar bize o an için ne üzere olduğumuz, nasıl davranmaya meyilli olduğumuz konusunda çok güçlü fikirler verebilir ama insan, davranışlarından ibâret değildir ki. Davranışlar değişebilir ve zaman içerisinde değişmektedir de zaten. Öte yandan kabullendiğimiz ve ister istemez benimsediğimiz etiketlerimiz ise bu davranış değişikliğini gerçekleştirmemizin, bir anlamda tekâmülümüzün önünde belki de hiç farkına varmadığımız dağlar gibi olabilir. Cemâlnur Hoca’nın pek çok defa “insanları size bakan yüzleriyle değil Allah’a bakan yüzleriyle değerlendirin” dediğini duymuştum. Önceleri ne yalan söyleyeyim bu cümle bana biraz ikiyüzlülük çağrıştırıyor gibi gelmişti. “Nasıl yani, insanın iki farklı yüzü mü var?” diye düşünmüştüm. Oysa şimdi anlıyorum ki bu cümledeki “size bakan yüzü” onların davranışlarını, “Allah’a bakan yüzü” ise değerlerini ifade


ediyordu. Bir değer varlığı olan insanın aslında kim ya da ne olduğuna dair en yakın cümleleri ancak onun değerleri seviyesinden kurabileceğimizi ise henüz kısa bir süre önce fark ettim ve bende bu farkındalığı uyandıran ise, aldığım koçluk eğitimleri oldu. Hakikaten ilim Çin’de de olsa gidip almak lâzım çünkü bazen Çin’deki ilim gelip mirasyedi gibi üzerine oturduğumuz, evdeki ilim hazinesinin kilidini açabiliyor. Bu nedenle disiplinlerarası çalışma konuları muazzam bir zenginleşme potansiyelini içinde taşıyor. Tabii burada yine çok güçlü bir vizyona değinmeden edemeyeceğim: “Tasavvuf sadece ilâhiyatçılar tarafından değil, disiplinlerarası bir şekilde çalışılmalıdır” diyen ve bu düsturla Tasavvuf Araştırmaları Enstitüsü’nün kuruluşuna öncülük eden Cemâlnur Hocamızın vizyonuna... Bu konu üzerine en az bir yazı daha çıkar ve müsaade ederseniz yazmakta oldukça zorlanan bendeniz bunu yedekte saklamayı arzu eder. İkincisi, bizlerin insanı anlamaya dâir her çabamız, onu bulunduğu seviyeden anlayamayacağımız hakikatiyle tekrar tekrar yüzleşmemize ve çok daha alt seviyelerden tarif etme çaresizliğimize dönüşmekte. Günün sonunda neyi kendi ürünü cinsinden anlamaya çalışıp da muvaffak olabiliyoruz ki? Einstein’ın da dediği gibi hangi sorun onun yaratıldığı seviyede çözülebilir ki? Gücün yarattığı sorunların güçle, ilkesizliğin yarattığı sorunların ilkesizlikle, cehâletin yarattığı sorunların cehâletle çözülemediği gibi aklın yarattığı sorunların da yine salt akılla çözülebilmesi pek mümkün değil gibi görünüyor.

Aklı bırakmaktan söz etmiyorum ama yanına başka yoldaşlar da eklemek gerektiğini düşünüyorum. İnsanı anlamaktan buraya nasıl geldiğimize bakacak olursak, şu günün ve yakın geleceğin bu konuyu kendisine dert edindiğini hepimiz görebiliyoruz. Bu nedenle özellikle batıda gözler çok keskin bir şekilde insan beyni üzerine çevrildi ve beynin en mükemmel haritalarını çıkarmak üzere önemli bir grup bilim insanı yola koyuldu bile. Sinan Canan hocanın kitaplarında dikkat çektiği gibi bir kere daha bir şeyi kendi ürünü cinsinden anlamaya çalışmak üzere âlimler “Bismillah” dedi. Şahsen ne bulunacağını çok merak ediyorum ama bu gayretleri küçümsediğimden değil bilakis insanın hakiki potansiyeline giden yolda beynin gerçek rolünü ve yerini anlamada önemli ipuçları sunabileceğine duyduğum inançtan. Peki sonrası? Sonrası için artık başka bir bakış açısına, farklı bir paradigmaya ihtiyaç olacaktır diye naçizane düşünmekteyim. İnsan beyni üzerine uzmanlığı esas alan bir üniversitede Tasavvuf Araştırmaları Enstitüsü’nün kurulması ne güzel, ne mânâlı bir tevâfuktur. Tam da yukarıda sözünü ettiğim o bakış açısına, o paradigma dönüşümüne zemin yaratabilecek, disiplinler arası çalışmayı teşvik eden, insanı bulunduğu seviyeden anlayabilmeyi değil, en üst seviyeden, onu yaratanın seviyesinden görebilmeyi gaye edinmiş muazzam bir platform… Önyargılardan ve kalıplardan sıyrılmış pırıl pırıl bir vizyon. Güneşin Batıdan da doğabileceğine inanan ve ilmi Çin’de aramaktan korkmayan yine de bu toprağı mayalayanlardan bir an olsun kopmayan cesur, ilerici, girişimci ve bir o kadar da vefakâr bir gayret…


Nefes Alan Tarifler ACI BİBERLİ ÇİKOLATA TOPLARI

Malzemeler

Hazırlanışı

200 ml çırpılarak katılaştırılmış taze krema

Küçük bir tencereye krema, biber ve baharatları koyun. Hafifçe tencereyi ısıtın, daha sonra ocaktan alın ve içindekileri 20 dakika kadar demlenmeye bırakın.

1 adet ince uzun acı sivri kırmızı biber 1/2 tatlı kaşığı kakule 1/2 tatlı kaşığı tarçın 300 g bitter çikolata (60% Kakaolu) Süslemek için toz kakao

Aromalandırdığınız kremanın içindeki acı biberi çıkartın ve bir kevgirden süzün. Bir sos tavasında su kaynatın ve daha sonra tavayı ateşten alın. Ateşe dayanıklı bir kâseyi sos tavasının üzerine tabanı temas etmeyecek şekilde yerleştirin ve çikolata parçalarını kırarak aromalı krema ile beraber kâseye koyun. Çikolata eriyene kadar kâseyi bir kenarda tutun. Güzelce karıştırarak krema ve çikolatayı birbirine yedirin. Daha sonra karışımı plastik saklama kabına boşaltın ve buzdolabında 2-3 saat soğutun. Soğuduktan sonra tatlı kaşığı veya yuvarlak dondurma kepçesiyle toplar oluşturun ve hafifçe kakaoya bulayarak servis yapın.

Âfiyet olsun



www.nefesyayinevi.com hernefesdergisi@nefesyayinevi.com

/hernefesdergisi

/hernefesdergisi

/hernefesdergisi


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.