ARALIK 2015
74.sayı
AYLIK TASAVVUF KÜLTÜRÜ DERGİSİ
“HZ. MEVLÂN”
EDİTÖRDEN Merhaba Dostlar, Her Nefes’in Aralık 2015 sayısına hoşgeldiniz. Bir milâdî yılı daha geride bırakmak üzere olduğumuz bugünlerde sayımızın konusu “Hz. Mevlânâ”. Zamanın, yüzyılların ötesinde olan, Allah aşkının doruk noktalarından, insan-ı kâmiller içerisinde müstesna bir yere sahip, gönüller sultanı Hz. Mevlânâ’yı bu senenin son sayısında ve siz gönül dostlarımız eşliğinde hep beraber zikredelim istedik. Aralık ayı içerisinde hepinizin gayet iyi bildiği gibi 17 Aralık’ı idrak ediyoruz. 17 Aralık, Hz. Mevlânâ’nın Hakk’a yürüdüğü ve kavuştuğu gündür. Kendisi tarafından “Şeb-i Arus”, “Düğün gecesi”, “Vuslat günü” isimleri ile de anılan kendilerinin bu mübârek yürüyüşlerinin 742. sene-i devriyesini de hatırlayalım ve hatırlatalım istedik. Yılda en az bir kez bütün dünyanın kalbinin, hoş bir tevâfuk olarak, Türkiye’nin neredeyse tam ortası, tam kalbi olan Konya’da attığı, Allah âşıklarının orada toplandığı bugünlere de kendimizce eşlik etmeye çalışalım istedik. Âlemlere nimet, Allah’ın sevdiği bu büyük tevâzu sultanını, dilimiz döndüğünce, kalemlerimizden kağıtlarımıza dökülen, kifayetsiz kelimelerimizce, kendimizce anlatmaya çalıştık. Elbette eksik ve yetersiz kaldık. Gayret bizden, nimet kendisinden ve himmet Hz. Allah’tan olsun inşaallah niyâzı ile karşınıza geldik. Bu vesile ile öncelikle Şeb-i Arus’un yüzü suyu hürmetine o güzellerden hakkımızda hayırlı olanı diliyor ve niyaz ediyoruz. Yine bu vesile ile 2016
yılının da herkes için sağlık, mutluluk, bolluk, bereket dolu bir sene olmasını diliyoruz. Yeni sayımıza hoşgeldiniz ve safâlar getirdiniz efendim. Yosun MATER
SOHBETLER Kâmil insan, hakîkî aşkın kapısı... - “Öyledir. Her şey, o kâmilin kalbine girebilmek için yol arar ve o sırât-ı müstakimden aslına ulaşmak için hasret çeker. Her şeyin esas yüzü, bilerek bilmeyerek o, tarafa dönmüştür. Şurada otururken sokaktan geçenlere bakıyorum: Asker, sivil, po¬lis, odacı, çöpçü, türlü kıyafette insanlar geçiyor. Bunlara “Efendiler ne¬reye gidiyorsunuz?” diye sorsanız, hepsi de bağlı olduğu merkezleri ve gidecekleri yerleri söylerler. Meselâ ben muallimim, maârife tâbiyim. Doktor sıhhiyeye, mühendis nâfıaya ve ilh... fakat bu merkezlerin hep¬sini birden cem eden, hepsine birden hükmeden bir ana merkez, bir hü-kümet var. İşte, asıl merkeze tâbî olan bu merkezlerden birini, faraza belediyeyi ele alalım: Bu dâirenin en küçük memurundan, çöpçü, onba¬şı, kâtip, muhasebeciden tâ belediye reisine kadar hepsi de kendi vazifelerinin îcap ve mes’ûliyetleri hududu içinde meşguldürler. Gerçi hepsi de aynı merkezin hizmetindedirler. Fakat aralarında derece fark¬ları vardır. Faraza belediye reisinin belediye merkezine olan yakınhğı ile çöpçününki bir midir? İşte bu tabloyu âyân-ı sabiteye benzetebiliriz. Herkesin mensup olduğu isim onun rabbi, mürebbîsi, âmiridir. Ama âyân-ı sabiteden daha yukarı çıkarsak vahdet zuhur eder. Yâni onu da hükümete benzetebiliriz.” (Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyâtı, İstanbul, 2014, s. 183)
***
- “Vahdet âleminde ne gülmek vardır ne ağlamak. Uzlete çekilmiş bir kimse, dışarıda davullar ile asker çağrıldığım işitmiş. Nefsi ona “Kalk, ne duruyorsun?
Din uğrunda harbe git... ya gazi olursun ya şehit!” demiş. Nefsinin bu teşvikine karşı bu zat: “Ey nefsim, hayır için beni teş¬vik etmezsin. Bu işten maksadın nedir?” diye sorunca, nefsi “Eğer muharebede ölürsen, ölüm bir keredir, kurtulurum. Çünkü sen beni her an yerden yere vurmakla durmadan öldürüyorsun!” demiş. İşte nefis ve ruh ayrı ayrı âlemlerde iken bu çekişmeler eksik ol¬maz. Halbuki birlik âleminde bunların hiçbiri yoktur.” (Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyâtı, İstanbul, 2014, s. 23)
***
Ölüm ve ölüm ötesinden konuşulurken: - “Ölüm, inşanın ilmî kazançlarının imtihan yeridir. Herkes oraya imtihan edilmek üzere gider, tâ ki burada tahsil edilmesi îcap eden ilimden cevap versin, diye... Eğer kendisine tevcih olunan suallere gereken cevâbı verebilirse daha âlâ mevkilere, yükselir. Yok eğer cevaptan âciz kalır da dönerse cehenneme gider. Yâni cehennem gibi olan hicran ve firaka atılır. İmtihana çekilenler de üç kısımdır. Tıpkı talebenin çalışkan, orta ve tembelleri olduğu gibi... çalışkan talebe, sorulan suallere kolaylıkla cevap verir: Sâdıklar ve âşıklar gibi. Ortalar, mü’minlerdir. Tembeller ise kâfirler.” (Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyâtı, İstanbul, 2014, s. 24)
“İnsân-ı Kâmil, hâliyle öğreticidir” Cemâlnur Sargut’la Söyleşi Öncelikle bize kendinizden bahseder misiniz? Çok şükür büyük bir lûtuf olarak ben mutasavvıf bir ailenin içine doğdum. Kendimden çok ailemi anlatabilirim çünkü bana çok örnek oldular. Hayatta hiçbir şeyin problem olmadığı bir ailede büyüdüm. Çok büyük felâketler, sıkıntılar geldi başımıza fakat bizim evde düğün bayram gibi geçti. Annem hâdiselerin hep negatif taraflarını silip pozitif taraflarını gördüğü için üzülmeye iznimiz yoktu. Evlât kaybından tutun, babamın uzun süre hapiste kalışı gibi bayağı zor devrelerin çok zevkli geçtiği bir hayat sürdük. Ben altı yaşında ağır bir verem geçirdim. Bu verem meselâ beni ölüme çok yaklaştırdı. Ölümü sevmeyi, ölüm zevkini öğrendim. Ölümün aslında güzel olduğunu ve hazır olduğumu hissettim. Bana farklı bir tecrübe yaşattı. Bunun dışında anne ve babamın dâimâ etraf için çalışması, hiçbir zaman kendilerini ve ailelerini ön plana almayışları da bizi iki kardeş olarak son derece etkiledi. Annem, doğduğumuz günden beri “ben sizi hem milletinize hem de İslâm âlemine hizmetçi olarak doğurdum” dediği için hep hizmet arzusuyla yetiştik. O bakımdan da kız kardeşim doktor oldu. Bende bu tarz bir öğretmenliği tercih ettim. Evlendim, eşimle ayrıldım. Bunlar da bana çok iyi tecrübe oldu. 34 yaşından beri bekâr yaşıyorum ve çok zevkli bir hayat sürüyorum. Her gün artan Allah aşkıyla, öğrendikçe zevkten zevke girilen, çok şükür hayatı değerli kılan, cenneti dünyada bulduran bir sevgiye yöneldim. İnsan Allah’ı sevdikçe kulu sevmeyi de öğreniyor. Kulların kusurlarını görmemeyi, herkesin bir vazifeyle geldiğini görüyorsunuz. Toplumda çok sık kullanılan, çoğu zamanda yanlış kullanılan tasavvuf kelimesi size göre nedir ve
nasıl tanımlanmalıdır? Tasavvufun kişi ve toplumların ortak dili olacağını savunuyorsunuz bu nasıl olur? Tasavvuf Hz. Âdem ile başlamış bir kere çünkü herkesin kendi hakikatini arama yoludur. İçine bir yolculuk yapması gerektiğine inanıyor insan. Çok enteresandır kendini tanıyabilmesi için önce dışarıyı tanıması gerekiyor. Çünkü dışarıdaki her şey insanın kendisi için var olmuştur. Meselâ gördüğü hayvanlar kendi içindeki hislerin bir tezahürüdür. Tasavvuf, İslâm’la en yüksek seviyesine ulaşmıştır. Çünkü tevhit anlayışı sadece İslâm’da var. Yani Allah herkesin Allah’ıdır. Bir dine mensup değildir ve peygamber herkesin peygamberidir. Bu idrak tasavvufu zirveye ulaştırmıştır. İnsan dinin güzel ahlâk olduğunu ve güzel ahlâklı olmanın tüm dinlerin esas ve birleştirici noktası olduğunu öğreniyor. Peygamber ise “ben güzel ahlâktaki en son tuğlayım” demekle bir tamamlanış yaşadığından bahsediyor. Öyleyse ben kendi çapımda bu tamamlanışı yaşamazsam dindar olamam. Peygamber’in yaşantısını yaşamak, işine olan hürmetini, saygısını, kibarlığını, zarafetini, kadına verdiği muazzam değeri, çocuğa verdiği üst seviyedeki değeri, komşuya verdiği değeri, üç tane köpek yavrusu yüzünden savaşın yolunu değiştirmesiyle hayvana verdiği değeri işte tüm bunları yaşadığınız zaman tasavvufu yaşıyorsunuz demektir. Zaten tasavvuf bir yaşam biçimidir. Onun için de herkesin yaşam biçimi farklı olduğundan tüm bu tasavvuflar da farklı bir tarif oluşturuyor. Mesela en büyük mutasavvıflardan biri Cüneyd-i Bağdâdî tasavvuf sıkıntı ve belâ ânında kalpte ferahlık duymaktır diyor. Tüm bunların özeti tasavvufun güzel ahlâk, edep ve
bunları yaşama biçimi olduğunu anlıyoruz. Buradaki farklılık herkesin faklı yaşamasıyla alâkalıdır. Siz kendi çapınızda en doğruyu yaşamaya gayret ediyorsanız o zaman huzurlu oluyorsunuz. Huzurlu olunca da Allah’ın huzurunda olduğunuzu hissediyorsunuz. Sizce biz toplum olarak inançlarımızla ve ibâdetlerimizle barışık mıyız? Çok barışık olduğumuz söylenemez. Eğer ibâdeti sadece beş vakit namazla sınırlarsanız o namazın hakikatini yerine getirmemiş oluyorsunuz ki ibâdetten gaye Allah’la bir ve beraber olmaktır. Meselâ beni çok etkileyen bir hadiste Peygamber Efendimiz’e soruyorlar zina günah mıdır diye. “Duâ edelim de bir daha yapmasın” diyor. “Yalan söyleyen Müslüman mıdır?” diye sorduklarında ise “değildir” diye cevap veriyor. Eğer Müslümanım diye iddia ediyorsanız yalanın hiçbir türlüsü olmaz. Zina yapmamak daha kolay, çünkü insan kendini bir şekilde zinadan koruyabiliyor fakat yalan söylememek çok zor bir iş. O kadar alışmışız ki; yalana ezelden beri bir yatkınlığımız var. O yüzden İslâm, dinlerin en zorudur ve en güzelidir. Dedikodu etmeyecek siziniz, yalan söylemeyeceksiniz. Yani bunları yapabilmek en zor iştir. Çünkü bakıyorsunuz televizyonlar baştan aşağıya dedikoduya yöneliktir. Bizi hiç ilgilendirmeyen mahremiyetler tüm görselliğiyle gözümüzün önünde yaşanıyor. Bu mahremiyet herkese açıldığı zaman zaten birlik kayboluyor. Aile birliği kayboluyor, boşanmalar, sıkıntılar ortaya çıkıyor. O bakımdan da ahlâkî değerlerimizi yaşamadığımız sürece dindar adı almamız mümkün olmuyor. Ama bunun yanı sıra tasavvufun getirdiği muazzam bir hoşgörü var. Çünkü tasavvuf diyor ki herkes Allah’ın bir ismiyle bu âleme gelmiştir, hangi ismi taşıyorsa ona doğru yönelmek mecburiyetindedir. Bu bakış açısıyla da tasavvuf evrenseldir. Tamamlar, birleştirir, hoş görür. Çünkü bilir ki bir insan kendi dini ve kitabıyla Allah’a ulaşıyorsa o din onun için doğrudur. Yahut bir mezheple, bir tarikatla, bir mürşitle hangi yolla Allah’a doğru yürüyorsa o onun için hakikat ve doğrudur. Ülke olarak zor günler geçiriyoruz. Terör olayları, sürekli yenilenen seçimler, ekonomik sıkıntılar ve
işsizlik gibi. Bunlar bir şekilde topluma da yansıyor. Yaşadığımız zorlukların üstesinden gelmede nasıl bir manevi tutum sergilemeliyiz? Bizim öncelikle bildiğimiz, yapanın ve yaptıranın Allah olduğudur. Şimdi bu bize ne getirir? İçimizde hiçbir şekilde hiçbir hâdiseye itiraz olmaz. Ama bir taraftan da Allah’ın emri olduğu için yanlışla ve zâlimle mücâdele ediyoruz. İsyan etmeden mücâdele etme zevkini kazanmalıyız. Bizim mücâdelemizde başarılı olmalıyım diye hata var. Halbuki mücâdele mücâdele içinde zevklidir, başarı için değil. Yani siz Allah için yanlışla mücâdele edeceksiniz ama hiçbir şeyi düzeltemezsiniz. Peygambere bile sen düzeltemezsin emri gelmiş. Tabi ki bazı hatalar yapıyoruz, o hataları ödüyoruz. Siz hiç daimi yaz gördünüz mü? Kış gelmezse yazın zevkini anlamıyorsunuz ve bu sefer Gezi olayları gibi her şeyden şikâyetçi hale geliyoruz çünkü kış görmemişiz. Onun için arada bir kış göreceğiz, yaza lâyık olacağız. Bu bakımdan hiçbir şey her zaman mükemmel gitmez. Hz. Ebubekir demiş ki, “Allah’ım beni hiç mi sevmiyorsun ki acı vermiyorsun?” O anda en sevdiği devesini öldüğü haberi gelmiş. “Çok şükür, selâmını aldım Allah’ım” demiş. Yani bunlar Allah’ın imtihanlarıdır ve bu imtihanlarla terbiye eder. İslâm nedir? Allah’ın kurallarına ve kararlarına teslim olmaktır. Bizde bu teslimiyetin aksi var, teslim olamayıp kendimiz bazı şeyleri değiştireceğimizi düşünüyoruz. Değiştiremeyiz ama uğraşırız. Uğraş emri var çünkü. Devamlı çalış, çabala, mücâdele et ama sonuç senin elinde değil onun elinde. Bu çok rahatlatıcı bir şeydir. Hz. Ali’nin yüzüne tükürüldüğünde kılıcını bıraktığı hâdiseyi hatırlayın. Hakikati budur savaşmanın; nefsin için değil Allah için mücâdele et. İslâm’ın bir hoşgörü dini olduğunun herkes tarafından bilinmesine rağmen kin ve nefret duygusu bizim toplumumuzda yaygınlaşıyor, gittikçe daha asabi oluyoruz. Acaba bunun sebeplerinden bir tanesi de dinimizden uzaklaşmak mıdır? Özellikle 2000 yılından itibaren dünyanın fiziksel olarak aşırı hızlandığını fark ediyoruz. Dünyamızda hız arttı, bu fiziksel olarak da mânevî olarak da böy-
le. İşte bu duruma ayak uyduramadığınızda sıkıntılar başlıyor. Ayak uydurabilmeniz içinse iman lâzım. Yani bundan kasıt, dindar olmak değil, imanlı olmak. İmandan uzaklaşınca hayat bize çok daha zor geliyor. Onun içinde daha karamsar, daha kırıcı, daha çok insanlarla kavgalı oluyoruz. Mevlânâ’ya soruyorlar, “Namazdan daha büyük bir ibadet var mı?” Bunun üzerine “İman vardır” diyor. İmansız namazın ne faydası var? Dinimizde bedduânın yeri nedir? Anne ve babanın bedduâsı tutar mı? Bedduânın günahı nedir? Bir anlık sinirle edilen bedduâlar yerine ulaşır mı? Edilen tüm bedduâlar yerine ulaşmayacağı gibi bize geri döner. Tamamen kendimize ediyoruz. Çünkü Allah zaten kime ne yapacağını bilir ve bize sormayacaktır. Ayrıca bizim Allah’a akıl öğretmek gibi bir haddimiz yok. Aslında herkesin insana faydası vardır. Benim kimseyi cezalandırma hakkım yok. Mevlânâ diyor ki, “hiçbir dostun dosta faydası olmaz tekâmülde, düşmanın faydası olur.” Onun için şeytan çok yararlı bir varlık. O olmasa sizin ahlâklı olduğunuz nasıl çıkacak ortaya. Zaten dün nefret ettiğimize yarın duâlar ediyoruz. Bu nedenle bedduâlar bize döner. Kesinlikle bedduâ etmemek gerekir. Tabi ki anababanın bedduâsını almamak gerekir. Çünkü ana ve babanın evlâdıyla olan ilişkisi Allah katında çok önemlidir. Bunun sebebi de vefâsızlıkla alâkalıdır. Bizi bu dünyaya getirip Allah’ı anlamamızı, sevmemizi ve bilmemizi sağlayan ne olursa olsun ana ve babamızdır. Onun için biz vefâlı olmalıyız. “Ahlâksız bile olsa hürmet edilecek” diyor Peygamber. Peki, kalbimizi kıran insanı nasıl karşılamalıyız? Aramızdaki husûmetleri nasıl kapatmalıyız? Kalbimizin kırılmasından daha büyük bir lûtuf olamaz. Çünkü Allah diyor ki, “senin kalbin ne zaman kırıksa ben senin yanındayım ve tüm isteklerini kabule hazırım.” Kalbi kırılan insan kalbini kıranla meşgul olacağına Allah’ın yanında olduğunu düşünerek istekte bulunsa daha hayırlı bir şey yapmış olmaz mı? Yani dışarıdaki her şey aslında sanaldır. Biz sanal olanları varlık sanıyoruz. Allah çeşitli isimlerle o
sanal dünyada tecelli ediyor ve bizi onlarla adam etmeye çalışıyor. Tüm mesele bundan ibarettir. Sizce mutluluğun sırrı nedir? Yalnız ve yalnız hâlinden memnun olmaktır. Başka mutluluk yok. Başınıza gelen her şeyin sizin için hayırlı olduğunu bilerek yaşamaktır. Cennetin kapıcısının adı Rıdvan’dır. Rıdvan râzı olanların en yücesi demektir. Râzı olduğunuz her şey sizi cennete sokar. Cehennemin kapıcısının ismi ise Mâlik’tir. “Benim” dediğiniz her şey de sizi cehenneme sokacaktır. Özellikle yurtdışı konferanslarınızda Müslüman olmayan insanların bizim dinimizle ilgili size yönelttikleri sorular nelerdir? Şiddetin en çok İslâm coğrafyasında olmasını yadırgıyorlar mı? Ben bu soruları kesmek için en başta dinimizin tam mânâsıyla uygulanmadığını anlatmaya çalışıyorum. Şiddet, İslâm coğrafyasında değil, şiddet peygamberlerin indiği coğrafyadadır. En problemli yer neresiyse peygamberler oraya inmiş. Şiddet dindarların coğrafyasında çünkü Allah düzeltmek için oradan başlamış. Fakat insanın yapısında negatiflik varsa, cehennem varsa, ateş varsa, şeytan gibi ateşten yaratıldıysa doğal olarak kavga, gürültü sevecektir. Bunu da dışarı vururken bir sebebe bağlayacaktır. Komünizm, kapitalizm bitti, şimdi İslâm’ı karşılarına almak gibi bir fikir yarattılar. Bunu daha göze sokmak için kışkırtıyorlar. ABD’de İslamafobi var. Ben çok şükür var diyorum. Bu sayede çoğu insan İslâm’la daha çok ilgileniyor, daha çok okuyorlar. Böylece bu tam ters tepki yaratıyor. Müslümanlığın artmasına neden oluyor. Ama bu arada biz de boş durmuyoruz. Yurtdışında açılan kürsülerin hepsi İslamofobi ile peygamberin hakikati anlatılmak suretiyle mücâdele veriyor. Yurt dışında açılan İslâm kürsüleri hakkında bilgi verir misiniz? Öncelikle ben Türkiye’de dâimâ bir tasavvuf enstitüsü kurmak istedim. Bunu dinî bir okulda değil de, normal bir üniversitenin içinde kurmak istedim. Hemen hemen 20-25 senedir bu tür bir çalışmam var. Fakat önceleri şimdiki kadar müsâmaha olmadığı
için böyle bir şey yapamadık. Yapamayınca ABD’de 10 senedir ders verdiğim Kuzey Karolina Üniversitesi ile anlaştık. Orası benim teklifime çok pozitif baktı. Dolayısıyla orada bir İslâm Kürsüsü kurduk. Çok başarılı oldu. Yani şu anda tasavvufî bir İslâm Kürsüsü orada hizmet veriyor. Başında Müslüman bir hanımefendi var ve inanılmaz çalışmalar yapıyor. Kitaplarıyla çok tesirli olduğu gibi doktora ve master öğrencileri de yararlanmak için peşindeler. İslamofobi ile mücâdele ediyor ve İslâm’ın kadın haklarıyla ilgili kitaplar yazıyor. Daha sonra Çin’de bir kürsü kurduk. Bu bir mucizedir. Hiç yabancı ve dinî kürsü yoktu. Türk adı bile geçmiyordu. Biz Türk Kadınları Kültür Derneği olarak kurduk. Dolayısıyla Çin’deki kürsümüz çok başarılı oldu. Bu sene muazzam bir İslâm sempozyumu yaptık. Çok tesirli oldu. Özellikle Uygur Türkleri ilk kurduğumuzda bayramımız bugün dediler. Pekin Üniversitesi Uygur Türklerini kabul etmiyordu. İlk defa derslere girip dinleyebilme hakkını elde ettiler. Bu sene sempozyuma gittiğimde bana oradaki tüm Çinli öğrenciler “biz üniversitenin çeşitli bölümlerini okuyorduk, adımız Müslümandı ama sadece namaz kılıyorduk. Şimdi artık geleceğin İslâm profesörleri olarak tüm dünyaya Çin’den hizmet edeceğiz” diyorlar. Bizim Çin’de kurduğumuz kürsü dinî şeriat kısmını, dinin hakikatini de öğretiyor ki dine gelsinler diye. Son olarak Japonya ile anlaştık. Kyoto Üniversitesi bizi kabul etti. Önümüzdeki Mayıs ayında Allah izin verirse büyük bir sempozyumla oradaki kürsümüzü de açacağız. Önümüzdeki yıllar için hedefleriniz nelerdir? Türkiye’de nihayet Üsküdar Üniversitesi’nin içerisinde bir tasavvuf enstitüsü kurduk. İki senedir sertifika programlarına başladık ve dolup dolup taşıyor. Doktora ve master için hocaya ihtiyacımız var. Hocalarımızı tamamladığımızda onlara da başlayacağız. Benim çok büyük bir idealim olan Arapça ve Farsça derslerimiz de üniversitemizde başladı. Arabistan’dan ve İran’dan gelen, konularına çok hâkim olan profesörler ders veriyorlar. Oxford Üniversitesi bizden bir kürsü istedi. Tabii bunların hepsini gerçekleştirmek, ciddi bir mâliyete dayanıyor. Bizim de şu an açıkçası beş kuruşumuz yok. Bizim hayatta hiçbir
zaman paramız olmaz. Benim şöyle bir düşüncem var. Allah bir şeyi yapmamı istiyorsa o parayı yollar. İstemiyorsa yollamıyor. O zaman ben de vazgeçiyorum. O bakımdan tabii ki paraya dayalı bazı şeyler var. Üniversitedeki hocalarımızın paralarının da ödenmesi gerekiyor. Bunları inşallah bir kolay yolla Allah nasip eder. Beni çok memnun eden şeyler var. Arkamdan gelen beni kat ve kat geçmiş ve tasavvufu yaşayan koca bir güruh var. Onlarla beraber yaşadık, onlarla beraber hâdiseleri karşıladık ve onlar bu yolu devam ettireceklerdir. Tabii onun için kişiye bağlı olmadığını da görüyorsunuz. Bu işler ekiplere bağlı, doğru ekipler, doğru çalışmalar, doğru yaşamak, bu yolu devam ettirecektir. Benim şu an çok ana bir gayem var: O da şehit olmak. Allah bana şehâdet nasip etsin. Bu şehitlik tabii illâ ki herkesin anladığı şehitlik olmuyor. Şehitlik şudur ki, son nefesimizde bile doğru hareket ederek Allah’la bir ve beraber olmaktır. Allah bunu ve İslâm’a hizmet etmeyi nasip etsin. Birçok kitap yazdınız, yazmaya da devam edeceksiniz. Size bu kitapları yazdıran, çıktığınız bu sırra yolculuğu okuyucularınıza nasıl açıklarsınız? Ben zaten tecrübelerimi anlatıyorum. Görmediğim, bilmediğim ya da duymadığım, yaşamadığım hiçbir şeyi anlatmıyorum. Ütopik görülen şeyleri de yaşamışımdır mutlaka ya da çevremde birileri yaşamıştır. O bakımdan bu çevre olduğu sürece de yazmaya devam ediyorum. Bizim samimi bir şekilde İslâm’ın tüm şartlarını uygulayan bir grup olarak asla şeriattan taviz vermeden, ne namazımızı bırakarak ne orucumuzu bırakarak işin mânâsını anlatmaya çalıştığımızı bu yüzden de bir birlik ve beraberlik oluşturmaya çalıştığımızı insanların görmesi benim çok büyük bir isteğim. Not: Meclis Özel Dergisi’nde Ekim 2015’de çıkan röportaj metnidir.
Elif’ten Yâ’ye Elif Hilâl Doğan “Ey beni kapıda görüp de geriye dönen; sonra da başka taraftan gizlice bana nergis kokulu yüzünü gösteren sevgili! Sen bu tavrınla: Evvelce bir an için gördüğün sevgilinin burada olduğunu anla, demek istiyorsun ve benim bu hâle hayretle bakışıma da, ara sıra şeker gibi gülüyorsun…” Divân-ı Kebîr’i uykusuz bir gecede ilk olarak kurcalarken okuduğum sayfalardan birinde Hazret-i Mevlânâ’nın bu sözleriyle karşılaşmıştım. Aynı zamanda Hazret, “Âlemin altında ve üstünde aşktan bu ıstırap nedir? Hâlbuki, aşk, alttan, üstten berîdir. Güneş doğunca gece kalır mı?” diyordu. Anlamasam da içimdeki sızıya merhem gibi sürülmesini istiyordum okuduklarımın. Sevmeden anlamı yok, mânâsı yok yaşamanın. İllâ sevmek lâzım. İnsan olmak için, illâ aşk lâzım. Harf harf o aşkı yaşamak lâzım. Ayn, şın, kaf… Gör, sarhoş u mest ol, geç kendinden, o ol... Aşk, yoktur, yokluktur. Aşk, sevgilinde yok olmanın yoludur. O sevgilinin güneşinde kalıp varlık karanlığında geçen uzun gecenden kurtulmaktır. Benim yaptığım gibi sadece kapısında, penceresinde dönüp dolaşmak değil… İllâ sen diye diretmektir, başka bir şeye kanmamaktır, vazgeçmemektir, beklemek, beklemek, durmadan gayret etmektir. Yüzünü nereye dönse, neye baksa, O’ndan başkasını görmemek, görememektir. “Ey beni kapıda görüp de geriye dönen; sonra da başka taraftan gizlice bana nergis kokulu yüzünü gösteren sevgili!” Ey güzel Allah’ım!.. Her yerden kendi güzelliğini açan, herkesten farklı bir güzellikle zuhur edip, hepsinden de gizlenen Allah’ım! Seni tek bir yerde bulmak ne mümkün…
“Sen bu tavrınla: Evvelce bir an için gördüğün sevgilinin burada olduğunu anla, demek istiyorsun ve benim bu hâle hayretle bakışıma da, ara sıra şeker gibi gülüyorsun…” Ezelde “bir an” için gördüğüm, ey merhamet sultânı sevgilim! Lâtifliğinle kendini durmadan ihbar ediyor, burada da ben varım diyorsun. Ne bana kapıyı açık bırakıyor, beni hemencecik içeri alıyorsun, ne de beni olmadığın bir yere çekiyorsun. Anladım, kaç kere anladım hem de. Elif’ten Yâ’ye tüm harflerle bezeyip donattığın âlemde Elif de olan sensin, Yâ de... Elif olup Yâ’yi kendine çeken de sensin, Yâ olup Elif’i seven de. Aşkın rüzgârı senden esmekte. Kendinden, kendine… Seven, sevilen; yalnız, yalnız sensin. Ama seni tek bir yerde bulmak ne mümkün! Neden beni kapına çektiğin hâlde, içeri kaçıp kendini gizlersin? Neden sonra yine orada olduğunu anlayayım diye başka bir taraftan gizlice güzel kokularını estirirsin? Neden kendini hemen ele vermeden türlü aşk oyunlarıyla, cilvelerle bu zavallıları derde salar da salarsın? Bunca nankörlükle başka türlü kıymetini bilemem diye mi? Hüsnüne nihâyetin olmadığını iyice göreyim diye mi? Yoksa beni oraya buraya çekişlerin, kendini bu gizleyişlerin, beni hayran bırakıp arkadan gülüşlerin, hep beni sevdin diye mi? Açık bırak da çevresinde dönüp dolaştığım şu kapıdan artık gireyim, saklanma desem, boş… Seni tek bir yerde bulmak ne mümkün?
Koşarak Gelen Adam Hüseyin Gökhan Bu aralar Yâ Sîn Sûresi’ni çok okuyorum. İnsanı kendisine çeken gizemli bir enerjisi var. Bazen bir oturuşta defalarca okumak istiyorsunuz. Kimi ayetleri o kadar hoşuma gidiyor ki, tekrar üstüne tekrara doyamıyorum. “Selâmün kavlen min Rabbi’r-Rahiym!”…
süresi kadar dahi Allah’ı inkâr etmemişlerdir. Hz. İbn Arabî ise bu adamın aşka remiz olduğunu ifade ediyor Kur’an Tefsiri’nde. Adam koşarak geliyor, çünkü aşkın hareketleri hızlıdır ve herkesi kahırla ve zorla resullere uymaya çağırır.
Karya halkıyla ilgili bir bölüm var. O bölüm kafamı çok meşgûl ediyor. Bu halka önce iki resûl gönderiliyor. Sonra onları desteklemek için bir üçüncüsü… Şeyhü’l Ekber bunu şöyle açıklıyor: Karya halkı beden şehrinin ehli, gönderilen ilk iki resûl de kalp ve ruhtur. Fakat nefsânî unsurlar bunları kesinlikle anlamıyorlar. Bunun üzerine maslahat ve ihtiyaç bakımından nefse nisbeten daha uyumlu olan akıl veriliyor. Bu üç resûl de nefsânî isteklerden uzaklaşmayı tavsiye edince beden şehrinin ahâlisi çılgına dönüyor. Onları taşlamaya başlıyor.
“Sabır ilâcı ki, nefsin arzusunu vermemektir, gözün perdeleri olan cehâleti, zulmet, gaflet ve dünya sevgisini yırtar” buyuruyor Hz. Mevlâna. İşte bu sabır ilacını verecek olan aşk mürşididir.
Bu tavsiyeye uymak çok zordur. Nefis işin sonunu göremez. Uzun vâdeyi görecek bakışı yoktur. İstediğini yemek ister ama şişmanlayınca üzülür. Çalışmaktan yorulur, hemen vazgeçer ama istediği okula giremeyince haksızlığa uğradığını düşünür. Boş işlere, günlük eğlencelerle parasını çarçur eder, sonra da neden hâlâ başını sokacak bir ev alamadığını düşünüp hayıflanır. Bu konuda bir şey öğrenme ümidi de yoktur. Çünkü onun doğası, isteklerinin yerine gelmesi üzere kurulmuştur. Yapması gereken tek şey, onda olmayan basîrete sahip birine teslim olmaktır. Ancak o zaman işin sonunda felâha erebilecektir. Yâ Sîn Sûresi’ndeki kıssaya dönersek, resullerin taşlandığı sırada şehrin öbür ucundan koşarak bir adam geliyor. Bu adam hakkında Hz. Peygamber bir hadisinde “ümmetinin önde giden üç kişisinden biri” diyecektir. Diğer ikisi de Hz. Ali ve Firavun hânedânından îmân eden kişidir. Bunlar bir göz açıp kapama
Bu “koşarak gelen adam” hakkındaki son âyet insanın gözlerini yaşartır: “Ona ‘Cennete gir’ denilince, ‘Keşke, dedi, kavmim bilseydi!’” Cennetle mükâfatlandırıldığında dahî hiçbir karşılık beklemeyen bir yokluk içinde kavmini düşünür. Bu, aslında Hz. Peygamber’in özelliklerinden biridir. Kundaktan vefâtına kadar “ümmetim!” diye sayıklamıştır. Cemâlnur Hocamdan da birçok kereler duyduk: Yâ Sîn, Hz. Peygamber’i anlatır. Şüphesiz onun güzelliği bu sûrede vücut bulmuştur. İnsanda onu okuma isteği Peygamber tecellîsinin hissedilmesinden başka bir şey değil. Şehrin diğer ucundan koşarak gelen adam! Seni lâyık olduğun şekilde anlayamıyoruz. Hatta seni taşlıyoruz. Sen yine de bizler için feryâd ediyorsun. Biz her an isteklerimizin yerine gelip gelmemesine göre olayları “iyi” ya da “kötü”, “hayır” ya da “şer” olarak ayırıyoruz. Hz. Peygamber’in ümmetindeki herkesten ayrı yere koyduğu üç kişiden biri olan Hz. Ali ise “Rabbimi isteklerimin olmamasıyla bildim” diyor. Ah! Bir bilseydik!
Hz. Mevlânâ ve Şems Yeşim Hz. Mevlânâ, devrinin önde gelen, belki de aristokrat olarak tanımlanabilecek, hem varlıklı hem de eğitimli ailelerinden birinde yetişmişti. Devrinin ve şehrinin önde gelen isimlerindendi. Böyle iken kimi kimsesi olmayan, üstü başı pek makbul görünmeyen, dahası çevresinde pek de sevilmeyen Şems ile karşılaştığında neden bu kadar etkilenmişti? Neden o güne kadar olan çevresinden uzaklaşıp insanların öfkesini körükleyecek kadar Şems’e bağlanmıştı? Mesnevî 434. beyit diyor ki “Yürü (Hakk’ın) gölgesi olan bir güneş bul. Şah Şems-i Tebrîzî’nin eteğini tut.” Bu beyiti Kenan Rifâî şöyle şerh etmiş: “Felekteki güneş de anlayana Hakk’ı tanıtır, amma, sen Şems-i Tebrîzî gibi bir güneş bulursan, gerçekleri daha yakından öğrenirsin. Onun emirlerine, onun uyarışlarına sımsıkı bağlan. Eğer seni Hak visâline götürücü Şems-i Tebrîzî’yi bulamazsan, onu, Hakk’ın ziyâsı Hüsâmeddin’den sorup öğren.” Sonraki beyit için şerh şöyle devam etmekte: “Ancak hasetten sakın! İnsandaki şeytanı harekete getirip, nefsi eğri yola sapıtan, o menfur hasettir. Şeytanın Âdem’e secde etmeyişi onu kıskanmasındandı. Bu sebeple Hak katından ve nur âleminden kovuldu. Sen de kendinden üstün olanlara, hele üstün insanlara haset gözüyle bakma. Gözlerine âlemleri simsiyah gösterecek olan o hasut bakışlardır. Hasetten kurtulduğun veya haset şeytanının tuzağına düşmediğin takdirde büyük nuru göreceksin.”
Öyleyse Hz. Mevlânâ Şems ile karşılaştığında Şems’in yüceliğini görmüş, bu yüceliğe bağlanmış ve onun emirlerine, uyarılarına sımsıkı bağlanmıştır. Bunu yaparken nefsin oyununa gelmemiş, ben daha zenginim, daha bilgiliyim, daha ünlüyüm, dememiş. Kendinden oldukça farklı ve şeklen aşağı görünen bu kişinin karşısında bir çocuk gibi oturmuş, kendini onunla kıyaslamak yerine, bu ummana nasıl gark olurum, demiş. Hazret, bahsi geçen beyitlerde bizi uyarmış, seni de Hakk’a götürecek kişi, tasavvur ettiğinden farklı, senden ve hayat tarzından uzak, beklentinden gayrı olabilir. Sen yine de gözünü dört aç, çünkü nefsin tuzağına düşmezsen bu kişideki nuru görüp onun eteğini tutarak kendi hakikatini bulma şansını yakalayabilirsin. Ancak başkasının kendinden üstün olduğunu kabul etmek kolay değildir. Haset perdesini yırtmak, acz kemerini takmak ve nasipte varsa aşk libâsını giymek gerekir. Böylece yiyip içen, gezip tozan, ezberini bozan bir Allah’ın kulunun senden üstün olduğunu kabul edebilirsin. Böylece onun ağzından çıkan her sözü hikmet, her hali nimet bilirsin. Ona uymakla, yap dediklerini yapıp men ettiklerinden uzak olmakla, kendine yaklaşırsın. Kendi hakikatini gördükçe seni bu hakikate yaklaştıranı daha çok seversin. Herkes Şems hakkında atıp tutarken, Mevlânâ’yı ondan uzaklaştırmak isterken Mevlânâ Şems dedi başka bir şey demedi. Halk anlamadı, koskoca âlim Celâleddin Rûmî’nin bu yabancı için böyle
yanmasını... Dedikodular arttı, Mevlânâ’nın itibarı azaldı, o ise hiç vazgeçmedi. Kendisini kendisine gösterene tam bir vefâ ile bağlı kaldı. Mevlânâ, Şems’teki şekle bakmadı. Onu öyle ya da böyle sınıflamadı. Sadece hakikatini, yüceliğini ve üstünlüğünü gördü. Kendini ona teslim etti. Böylece Celâleddin, Mevlânâ oldu. Yaşadığı sürece ve vefâtından sonra yüzyıllar boyunca gönül yaralarına devâ arayanlara şifâ, yolunu kaybedenlere ziyâ oldu. Yüzyıllardır nicelerine ışık tutan yüce sultan! Ben sendeki Allah aşkını çok sevdim. Yazdığın her satırda ve yaptığın semâda bu aşkın tezâhürünü yudum yudum içtim. Şems’e olan hürmetin, vefân ve sevgin içime işledi. Ey sevgili, ben seni çok sevdim, ancak ben en çok senin Şems’i sevişini sevdim…
Ne mutlu benim yüzümü göreni görene…
Bilirsin ki Allah kendi isimlerini kendi sıfatlarını onların bütün kudret ve mânâlariyle Âdem Peygamber’e göstermiştir. Âdem’den sonra gelenlere ise aynı isim ve sıfatları ya Âdem vâsıtasıyle yâhut Âdem neslinden gelen velîler ve nebîler delâletiyle bildirmiştir. Sen bir nûru, ister Hakk’ın bir âyinesi olan insandan, ister bizzat Rabb’in kendisinden al, aynıdır. Hakîkat ilmini ve yaratılıştaki sırları ister bir velîden ister bir nebîden, ister doğrudan doğruya ilâhî ilhamdan öğren, fark yoktur. Bu, kadim bir şarabı, bir ilâhî aşk bâdesini ister küpten ister tastan içmek gibidir. Maksat ve hedef böyle bir nurla dolup böyle bir iksir ile kendinden geçebilmektir. Zîra halîfenin varlığı tası, o halîfeyi gönderenin birliği küpüne bağlıdır. Zîra halîfenin derûnu, ilâhî şarapla doludur. Kap ile küp arasındaki bağlılığı düşünürken şunu da bil ki o kap, o şarapla dolarken senin duyduğun zevki aşmıştır. O artık nefis tatlarını hissetmez olmuştur. Çünkü içindeki aşk şarabını sâdece içmemiş, massetmiş öyle ki şarabın kendisi olmuştur. Hak’la Hak olmuş nice kimseler vardır ki görünüşleri herkes gibidir. Hakîkatte alış verişleri Allah’tan başkasiyle değildir. Onların varlıklarındaki zevk ve neş’e, dünya şarabiyle mest olduklarından değil, o vahdet küpüyle dolan ülfet ve yakınlıklarından dolayıdır. Hazret-i Muhammed’in “Ne mutlu beni görene ve ne mutlu benim yüzümü göreni görene” diye buyurması bundandır.
Çünkü bir insan ki Hazret-i Muhammed’in hakîkatini ve nûrunu bizzat Peygamberden alsa yâhut aynı nûru onu gören bir ermişten değil de onun asırlar sonra gelen bir velîsinden elde etse, mâdem ki alınan nur o nurdur, bunu bizzat Hazret-i Muhammed’den almış demektir. Bu tıpkı bir mumdan bir başka veya bin başka mumun yakılması gibidir. Mumları uyandıran ve onlar vâsıtasiyle cihânı nurlandıran alev aynı alevdir. Sen bu şekilde yakılan mumlardan en sonuncuyu da görsen gördüğün ve nurlandığın ışık, bil ki o ilk ışıkla yandı ve sana onun nûrunu gösteriyor. Sen istersen bu nûru son gelen bir velîden, istersen ilk getiren nebîden al. Aldığın mâdemki kâinâtı aydınlatan aynı ilâhî nurdur. Bunda ne fark var? Kaynak: Şerhli Mesnevî-i Şerif, Ken’an Rifâî, Kubbealtı Neşriyatı, 2010, s. 275-276.
Neden Hz. Mevlânâ? Sesil Pir Ben Hz. Mevlânâ ile yirmili yaşlarımın başında Türkiye’den çok uzak bir ülkede soğuk bir kış mevsimi, akılları durduracak güzellikte bir kütüphanede tanıştım. O ilk tanışmadan sonra, her ne kadar içimde bir uyanma olduysa da, Mesnevî’yi evime ve elime alabilmem ve tasavvufa baş koyabilmem birçok seneler aldı. Ben bir filozof değilim ama var oluş soruları kendimi bildim bileli kafamın içindeydi. Bir teolog değilim ama dinleri, dinlerin sosyolojisini, inanç psikolojisini mütemadiyen merak etmişimdir. Sırf bu merakım yüzünden dört senelik üniversite müfredatını, zorunlu olmadığı halde her dönem dinî araştırma vb. ile ilgili dersler alarak dört buçuk senede bitirmişimdir. Seneler içerisinde bütün dinlerin tarihini, sosyolojisini, coğrafyasını çeşitli kaynaklardan okudum, doyamadım. Bildiğim farklı dillerdeki din kitaplarını hâlâ okumaya devam ediyorum. Batı Doğu sentezi arasında büyümüş olmama, Batı’da kiliseye giderek, Doğu’da namaz kılan bir anneanneye el vererek yetişmeme rağmen, gerçek inancımı ve hayat felsefemi tasavvuf ile karşılaşana ve tabii ki Cemâlnur Sargut öğretmenim ile tanışana kadar bulamadım. Bununla beraber, her ne kadar hâlimden memnun olsam da, idrakım geliştikçe kendime şu soruyu sormaya devam etme çabasındayım: Neden tasavvuf? Neden Mevlânâ? Neden Kur’an-ı Kerim? ‘Neden tasavvuf’ ve ‘neden Kur’ân-ı Kerim’ başka zamanın konuları ama ‘neden Hz. Mevlânâ’ sorularının cevaplarını, kendimce şöyle sıralayabilirim: 1. O akıldan çok gönüle hitap ediyor. Diler okullu olsun, diler alaylı, her akılı bir başka akıl elbet bir gün yeniyor. Akıl bir yerden başka yere kolayca akıp gidi-
yor, ama gönül, görmeyi bilen için, konduğu yerden hiç geçmiyor. Hz. Mevlânâ Mesnevî’sinde de, diğer eserlerinde de herşeyden çok ruhumuza, gönlümüze hitap ediyor. 2. O eskimiyor. Hz. Mevlânâ, her eserinde okuyana farklı bir yerden hitap edip her defasında farklı bir ders veriyor. Özellikle Mesnevî hiç ama hiç eskimiyor. Her başa dönüşte, her hikâyeden çok çeşitli mânâlar zuhur ediyor. Derinliği ile insanı hiç bıktırmadan eğitiyor. 3. O birleştiriyor. Hz. Mevlânâ, öğretileri ile hiç kimseyi, hiçbir milleti ayırmıyor, herkese eşit mesafede duruyor. Ayırmak bir yana dursun, hak yolunda haksızlıklara mutlak sûrette ses veriyor, gerektiği yerde şartlar ne olursa olsun birleştirici güç olmaya gayret ediyor. Divân-ı Kebir de bu hâli şöyle dile getiriyor: “Biz bu dünyada güneş gibiyiz. Herkese can vermeye, tüm insanlık âlemine yararlı, faydalı olmaya gelmişiz… Biz altın gibi birkaç kimsenin öz malı değiliz. Biz ummanlar gibiyiz, madenler gibiyiz; biz bu âlemde herkesin malıyız.” 4. O kişisel gelişim sürecine destek oluyor. Hz. Mevlânâ, felsefesi ve menkıbeleri ile sadece biz Doğu kültürünün etkisindeki kimselere değil, bütün dünyaya hitap ediyor. Nefsinden arınmaya baş koymuş, ruh, gönül, beden ve davranış temizliğine çıkmış, ihtiyacı olan herkese destek oluyor. 5. O insanı aşka getirip aşkta tutuyor. Hz. Mevlânâ tam bir Allah ve peygamber âşığı olarak, bizlere yol gösterici konumunda duruyor, dost oluyor. Gittiğim her ülkede gururla bahsettiğim o büyük sultanı, lâyıkı ile anlamayı diliyorum.
Kapıyı Çalan Benim Banu Büyükçıngıl Herkesin hayattan beklediği ve istediği şeyler vardır. Acaba bu isteklerimiz bizim için en iyisi midir? Peki ya her çaldığımız kapının yüzümüze kapanmasında ne gibi bir hayır vardır? Hepimiz mutlu olmak ve dilediğimiz hayatı yaşamak için gelmişizdir bu dünyaya. Yani en azından böyle sanmaktayız. Şöyle bir düşünelim, kim kötü bir hayat ister ki? Güzel eş, sağlıklı ve akıllı çocuklar, iyi bir kariyer ve bol para birçoğumuzun arzuladığı şeylerden bazılarıdır sadece. İstekler hiç bitmez. İçimizdeki arsız nefis hep ister, hiç doymaz. Nefis ister, lâkin Allah dur der. Nefis koşar, ama Allah kapıları kapatır. Nefis ağlar, Allah sabır der. Nefis depresyona girer, Allah ümidini kaybetme der. Böyle böyle ağlaya zırlaya, düşe kalka akıl kalbe dönüp boyun eğerse, nefis de pes eder, artık ruhun bu hâkimiyetini kabul eder. Elbette nefis kolay kolay pes etmez, lâkin Allah da pes etmez, bizden kolay kolay vazgeçmez. Allah’ın bizim için bir istediği vardır. O’nun arzusu bizim nefsânî arzularımızdan kat kat üstündür. Biz buraya, ezelde bildiğimizi tekrar hatırlamak için geldik. Ne var ki bu öyle kolay bir hatırlama değil. Ezelde ne bildiğimiz bir yerde yazmıyor, onu Allah’ın bizim için hazırladığı hâdiseler ışığında hatırlamayı ummuyoruz. O bize hatırlatmak için bir dizi ortam yaratıyor, fakat biz kendi istediklerimiz olsun diye çırpınırken buraya gelme ve hatırlama amacımızı unutuyoruz. Şâyet amacımız Allah’a ait mânâyı hatırlamak, yani ismimiz doğrultusunda Allah’a ulaşmaksa, kapıların kapanması ve nefsânî isteklerimiz bizi durdurmamalıdır. Hz. Mevlânâ’nın da dediği gibi çalınan her
kapı hemen açılsaydı, ümidin, sabrın ve isteğin derecesi anlaşılmazdı. Ben hayatım boyunca çeşitli kapıları çaldım. Kimini çalıp biraz bekledim, kiminin önünde günler geçirdim. Sonunda her bir nefsânî arzu ya bir hayalkırıklığı ile sonlandı ya da kendiliğinden soldu gitti. Bir zaman sonra öyle bir kapıya geldim ki, ondan hiç duymadığım gül kokuları geliyordu. Önünde kalıverdim. Çaldım kapıyı, birileri araladı… İçeri bakınca âşık oldum, lâkin giremedim içeri. Hâlâ o kapının önünde bekler dururum. Zaman zaman kapıyı yumruklarım, bazen de ümitsizliğe kapılırım hiç açılmayacak diye. Sonra korkarım, ya bu halimi görünce benden vazgeçerlerse diye korkarım. Gayreti elden bırakmadan sabrımı, isteğimi ve ümidimi perçinlerim. Arada nefsânî kapıların ışıltısına kapılsam da bilirim ki bu kapı benim kapımdır. Bilirim ki bu kapı benim unuttuğumu hatırlayacağım yerdir.
Cemâlnur Sargut, Frankfurt ve Dortmund’daydı Bülent Şener Cemâlnur Sargut, geçtiğimiz ay Almanya’nın Frankfurt ve Dortmund şehirlerinde verdiği konferanslarla bu yılki Almanya programlarını tamamladı. 19 Kasım ve 21 Kasım tarihlerinde Frankfurt’taki Kutsal Kadın Kilisesi’nde ve Haus am Dom’da “İslâm ve Hristiyan Tasavvufunda ‘Dişilik’ Kavramı” başlıklı konferanslar verdi. Ardından 21 Kasım’da yine Frankfurt’ta Haus am Dom’da da aynı konuyu ele aldı. 22 Kasım Pazar günü ise Dortmund’da “Tevhid” konulu bir konferans verdi. Cemâlnur Sargut’un önümüzdeki Almanya programı 2016 Nisan ayının başında olacak. Cemâlnur Hocamız, Berlin ve Braunschweig’ta konferanslar verecek ve Almanya’daki vatandaşlarımızla buluşacak.
Öldükçe Dirilen Umut Alihan Dikel Kalemi, kıpırdamıyor. Gözleri, görmüyor. Kalbi, atmıyor. Günü batmış. Gafletin gölgesine bürünmüş. Kendini kendinden kurtaramamış. Âlem, içine doğmuşken… Gün doğuşuna hasret, Tekrar kavuşmaya çalışıyor. Unutuyor ki Kendi kendine değil, Kendinden kendine kavuşulur ancak… Günün en karanlık vaktinde Az kala ümidini yitirecek. Ümitsizlik olmaz! Geri tekâmül olsa da duruyor. Hareketsiz kalıyor. Rahmet dolu dünyasında Bir nidâ kulağında; “Ah, teslimiyet!” Kulağından içeri Geldi sultanı. Varı ve yoğu yaktı. Taşırdı. Coşturdu. Kavuşturdu. Kendine geldiğinde Sultanı gitmişti. Geriye kalan, Aşk’a kaldı.
Artık Umut ediyor; Kalemini kendi tutmasın. Ten gözünden görmesin. Kalbi, kendisi için atmasın. Gün, içinden doğsun. Kendinden kurtulsun. Gördüğü şu rüyâda, Bir dem ölüp Bir dem dirilsin…
İnsan İlişkileri Güçlü Eleman Aranıyor Yavuz
İnsan ilişkilerinin güçlü olması diye bir yetkinlik var. İş dünyasında her çalışandan beklenen, bütün iş ilânlarına bir madde olarak eklenen, iç ve dış müşterileri memnun etmek için olmazsa olmaz koşul olduğu düşünülen, büyülü, süslü bir yetkinlik. Ama on yıllık iş hayatım boyunca, özellikle kurumsal şirketlerde izlediğim kadarıyla bu yetkinlik ne yazık ki insanla ilişki kurmaktan çok, monolog bir anlayışla kendini pazarlayabilme stratejisi olarak algılanıyor. Yani ne kadar iyi rol yapıp mutluluk dağıtabiliyorsanız, insan ilişkilerinizin o kadar güçlü olduğu düşünülüyor. Aslında çalışanlar bilir; iş hayatındaki “farklı anlayış biçimleri” arasında insan ilişkileri konusu belki de en masum olanıdır; meselâ başkalarına ait ne kadar fazla açık yakalayabilirseniz, ne kadar fazla “biliyorum“ derseniz o kadar dikkatli ve yoğun çalıştığınız anlamına gelebilir. Ya da öyle olduğunuzu zannedersiniz desek daha doğru olur, neyse… Fakat şunu bilmeli ki çok fazla konuşup etrafınıza çok kişi toplayabiliyorsanız, bu insan ilişkilerinizin güçlü olduğu anlamına gelmez.
Espri yapabilme ve insanları güldürebilme kabiliyetiniz de insan ilişkileri konusunda başarılı olduğunuzun bir göstergesi değildir. Menfaatleriniz doğrultusunda çok iyi cümleler kurabilme ve ikna edebilme yetkinliği, sizi iyi iş çevirebilen bir insan yapar fakat insan ilişkileriniz iyi denilemez. Peki insan ilişkilerinin güçlü olması ne demektir? Zaten gayet iyi bir şekilde anlaşabildiğiniz insanların dışında, sizinle zıt meşreplere sahip tüm insanlarla/iş arkadaşlarınızla kolaylıkla iletişim kurabiliyorsanız, bir insanın sizi zorlayan her türlü davranışına rağmen ona kızmadan, anlamaya çalışabiliyorsanız, birine kızmış olsanız bile kendi penceresinden bakıldığında onun da kendince haklı olduğunu düşünebiliyor ve haklı olduğu
hassasiyetlerini dikkate alarak ona yaklaşabiliyorsanız, insan ilişkileriniz son derece iyi ve güçlü demektir. Yani işin özü şudur ki ne kadar sûfî iseniz iletişim becerileriniz de o kadar iyi demektir. Aksi halde sahip olduğunuz yetkinliğin adı güçlü insan ilişkileri değil, başarılı menfaat oyunculuğu olur. Kimseye işini öğretecek bir hadde sahip değilim elbette ama şöyle bir fikrim var: Eğitmenlerin, psikologların, sosyologların, malzemesi insan olan her türlü iş ehlinin muhakkak Mevlânâ’yı okuması lâzım. Aksi halde yapılan işler “bence” eksik kalır, kemâlini bulmaz. Keşke bütün şirketlerin bünyesinde tasavvuf konusunda uzman olan bir kişi/grup olsa ve çalışanlara tasavvufî değerler çerçevesinde etkinlikler, eğitimler düzenlense. Tüm çalışanlar bu bakış açısı ile çalış-
maya ve birbirleri ile iletişim kurmaya yönlendirilse... Zira herkesin kendi zihinsel, bedensel ve ruhsal yapısı içinde değerlendirildiğinde son derece haklı olduğunu ve insanın mutlu olmasının bir başkasını mutlu etmeye bağlı olduğunu anlaması, “sürdürülebilir” bir bakış açısı olarak, ancak tasavvufî değerleri benimsemesi ile mümkün olur. Sadece bu iki bakış açısına sahip olmak bile insanın çalışma hayatında birçok şeyi değiştirir. Birlikte çalışma, ekip olabilme, motivasyonu ve verimliliği artırma, işlere yeni bakış açıları kazandırma gibi amaçlar doğrultusunda, şirketlerin özel ve büyük bütçeler ayırarak düzenledikleri ama -şahsî kanaatime göre- pek de faydalı olmayan birçok etkinlik yerine daha kısa yoldan, daha az zamanda, daha az mâliyetle, daha fazla verimliliğin sağlandığı yeni çalışmalar yapılabilir.
İyimserlik 4,5 Sanem Ömürlü Yazımın başlığını okuduğunuzda “bu da ne demek şimdi?” dediğinizi duyar gibi oldum. Kişilik envanterleri ile haşır neşir olanlar bilir; envanterlerde insanların iyimserlik seviyesini de ölçen sorular vardır ve bunlara verdikleri cevap doğrultusunda 1 ile 10 arasında bir skalada, hayata karşı ne kadar pozitif baktıkları skorlanır. Son zamanlarda farklı yaş ve meslek gruplarından yaklaşık 200 kişiye uyguladığımız envanterlerin iyimserlik ortalamasına baktığımda gördüğüm ortalama değer ise 4,5 oldu. Bu kişilerin bazıları geleceğe 9 seviyesinde umut dolu bakarken bazıları ise 1 seviyesinde endişe ve belirsizlik dolu bakmaktaydı. Bir de ortalarda, duruma göre kâh umutlanıp kâh “gidişat kötü” diyenler vardı elbette.
dostumuzsa zamanımızın geri kalanını köprüler inşa etmekle geçiririz. Yok eğer düşmanca bir yerse bu defa da ömrümüzün geri kalanını duvarlar örmekle geçireceğiz demektir. Bir karar vermek zorundayız!”
Geçenlerde Dr. Marilyn Atkinson’ın henüz Türkiye’de yayınlanmamış olan bir kitabına erişebildim. Oradaki bir hikâye oldukça dikkatimi çekti ve bu yazıyı yazmama neden oldu. Hikâye şöyleydi:
Hepimiz ülkemizde ve dünyamızda olup bitenleri yakından izlemeye, hissettiğimiz belirsizlik duygusunu bir nebze daha belirginleştirebilmek adına olabildiğince çok bilgi toplamaya çalışıyoruz. Bir yerine 7 gazete, 14 haber kanalı, sosyal medya, açık oturumlar, komplo teorileri, gizli bin yıllık örgütler derken akla ziyan bir noktaya doğru adım adım ilerliyor gibiyiz.
Bilim dergilerinden birinde çalışan bir araştırmacı, dergisinin özel bir çalışması için devrin önemli bilim insanları ile görüşerek onlardan önemli bilim insanları tarafından sorulabilecek en önemli soruları toplamaktadır. Bu amaçla Einstein’a gelir ve büyük bir bilim insanı tarafından sorulabilecek en önemli sorunun ne olabileceğini sorar. Bir 10 dakika kadar düşünen Einstein, “bence herkes tarafından sorulması gereken en önemli soru şudur” der. “Acaba evren dost mu yoksa düşmanca bir yer mi?” Bu soru karşısında şaşıran araştırmacı, “nasıl olur da sorulacak en önemli soru bu olur?” cevabını verir. Bunun üzerine ünlü âlim devam eder: “Eğer evren
Okuduğum andan itibaren zihnimden bir türlü çıkartamadığım bu anekdot beni de bir seçim yapmaya zorluyordu içten içe. Zor günler geçiriyoruz, şüphesiz! Güvenlik kaygısı bir taraftan, bildiğimiz konfor alanlarımızın bir bir sarsıldığını görmek bir taraftan, dünyanın dönüşüm hızı bir taraftan, belirsizlik diğer taraftan. İyi de hâl böyleyken biz ne yapacağız? Hangi yöne gideceğiz, nelere değer atfedip nelerden ferâgat edeceğiz? Dönüşeceğiz kaçınılmaz şekilde ama neye dönüşeceğiz?
Peki ya belirsizlik ve bilinmezlik perdesi aralanıyor mu? Pek öyle de görünmüyor. O perde aralanmadığı gibi bir de kafa karışıklığı, daha fazla şüphe, daha fazla kaygı ve bir kat daha örtüye bürünmüş yeni bir belirsizlik resmi çıkıyor karşımıza. Bizler ise biraz daha yorgun, biraz daha bıkkın, biraz daha yılgın… Tüm bu kocaman kocaman sorular karşısında “ben ne yapabilirim?” in cevabını aramayı unutan, “dönüşüm benden başlar” demeyi bir kenara bırakan biz-
ler “ahh o güzel eski günler” diye içimizi çeke çeke otururuz. Oysa Einstein’ın da dediği gibi hepimizin ve her birimizin karar vermesi gereken çok önemli bir nokta var. Ya inanmanın gücüyle iyimserliğimizi koruyup ve hatta güçlendirip köprüler inşa ederek birleştirenlerden olacağız ya da karamsarlığa ve kaygıya bürünüp duvarlar örerek ayrıştıranlardan... Birleştirmek ve ayrıştırmaktan kastım ise tamamen bireysel algı ve davranış seviyesinde ortaya çıkan hoşgörülülük, açık fikirlilik, sevgi ve özüne güvenli olma halinden başka bir şey değildir. Bundan 6 yıl önce Cemâlnur Hoca’ya bazı öğrencilerinin 2012 yılında başlayacağı söylenen foton çağı hakkında sorular sorduklarına tanıklık etmiştim. Hatta o zamanlar çok popüler olan bir Marduk senaryosu bile vardı. Zeminini Maya takviminin 5000 yıllık ömrüne dayandıran bu hikâyeye göre 2012 yılında dünya Marduk ile çarpışacak ve bir nevi kıyamet olacaktı. İşte tam da bu konuyla ilgili soruların da sorulduğu bir ortam oluşmuştu. Cemâlnur Hoca’nın verdiği cevabı hâfızama kazımışım âdeta… Kendisi, o çarpışmanın ve kıyametin sembolik bir anlamının olduğunu, yeni bir devrin bu yıllarda başlamakta olduğunu ve dünyada bilginin âşikâr olacağını, hakikatin hızla su yüzüne çıkacağını, bütün birliklerin parçalarına ayrılıp yeni birliklerin oluşacağını ve değişimin inanılmaz bir hıza erişeceğini anlatarak bu kuvvetli dönüşüme ise ancak güçlü bir inanca sahip olanların uyum sağlayabileceğini belirtmişti. Bu anlamda baktığım zaman iyimserliğin ve pozitif olana odaklanmanın da önemli bir inanç işi olduğunu hissetmekteyim. Çünkü iyimser olma hâli, doğası gereği geleceğe yani henüz elle tutu-
lup gözle görülemeyene yönelik bir ruh halidir. Bu nedenle de bilmek değil inanmakla daha yakından ilgilidir. Her ne kadar içinde bulunduğumuz anda deneyimliyor gibi olsak da geleceğe yönelik bir tercih etme hâlidir. Verilmesi gereken bir karardır bir anlamda. Yazımın başındaki “4,5”a dönecek olursak. Ortalamaya çok yakın görünüyor ve hattâ biraz da kanaat notu eklersek geçer not diyebiliriz. Yani bu 200 kişi üzerinden naif bir genelleme yaparsam bizim de toplum olarak durumumuz ümitvâr görünüyor. Ne deyim, iyimserim yani!
Bir Fil Hikâyesi Nurdan Tuhfe Mevlânâ’nın Mesnevî’sinde anlatılan fil hikâyesi beni her okuduğumda şaşırtır, etkiler. Karanlık bir ortamda bir fili nasıl tanımlarsınız? “Fili târif et!” dendiğinde, herkes bu devâsâ hayvanın bir uzvunu geçirecektir eline. Birisi kulağını, diğeri hortumunu, bir başkası ayağını yakalar ve bir şeye benzetir fili. Oysa fil bunların hiçbiri değildir; hepsidir belki ama tek başına hiçbir parçası fili bütünüyle temsil etmez. Neden etkiliyor bu hikâye beni? Belki de her şeyi eksik, kusurlu gördüğümüze ilişkin iyi bir mesel olması, dünya hakkında açıklamalara muhtaç varlıklar olmamızı hatırlatması… Evet, belki de bu hikâyeyi seviyor olmamın sebebi bunlardır. Mesnevî’yi açıp okur ve kaybolursunuz içinde… Söyleneni anlarsınız belki ama tam olarak anlamının derinliğine varamazsınız… Evet, iman ediyordum: Mesnevî’de anlatılanlar beni cezbediyordu; ama böylesine kapsamlı bir eser karşısında hep satıhta kalıyordum. Daha ilk on sekiz beyitte sarsılıp kendime geldiğimi; bu eseri ancak bir mürşid aracılığıyla kavrayabileceğimi hissetmiştim. Tam da bu endişeli ruh hâli içindeyken başımız sıkıştığında hep Hızır misali yetişen Kenan Rifâî Hazretleri’nin Mesnevî şerhi ilişti gözüme. Besmeleyle kitabı açtım ve daha ilk cümlede “Dinle!” diye başlayan metni duymaya, bu sözlerdeki derin mânâyı idrak etmeye başladığımı hissettim. Şerhin koyu renkle yazılıp vurgulanan kısmına geldiğimde yine bir eksiklik duygusuyla şaşırıyordum ama şerh bölümü bendeki şüpheyi alıp götürüyordu. Hepimiz kabımız ölçüsünce anlarız ama Kenan Rifâî
Hazretleri bizi o dar kaptan kurtarır, bizi geniş bir perspektife yerleştirir. Böylelikle beyitte söyleneni, tıpkı fil hikâyesinde olduğu gibi, parçalı bir şekilde, yani kısmen anladığımızı ama mürşidimizin bizi bu noksan bakış açısından kurtardığını anlıyordum. Şerhle birlikte gelen coşku, parçadan bütüne sıçramanın verdiği neşeydi aslında. Efendim’le birlikte duymak, onunla anlamak beyitleri… Tasavvufî neşe bu olsa gerekti! Hz. Mevlânâ’nın biz anlayalım diye kullandığı teşbihlerin, hikâyelerin hepsini Efendim’in gözlüğünden okumak, Mevlânâ’yı derinlemesine kavramak demekti benim için. Çünkü filin ne olduğunu anlamak, aslında hakikatin ne olduğunu idrak etmek anlamına geliyordu. Eğer hakikate nüfuz etmek istiyorsak kendi noksan, parçalı görüşümüzü bir kenara bırakmalı, geniş bir perspektife, yani Efendimize doğru yelken açmalıyız. Belki O’nun sayesinde kabımız genişler de biz de bir gün kendi başımıza bir fili bütünüyle algılayabilir hâle geliriz.
İstanbul Günleri - 8 Çırpıcı ile Zorluk ve Kolaylık Elif Dinler Sâmiha Ayverdi’nin “İstanbul Geceleri” kitabını takip ederek çıktığımız gezilerimize bir süre ara vermiştik, kusura bakmayın. Kaldığımız yerden devam ediyoruz. İstanbul semtlerini geziyor, Sâmiha Anne’nin İstanbul’unu anıyor, bize aktardığı fikirleri de idrak etmeye çalışıyoruz. Dileriz ki O’nun fikir kuşu bize yol göstermeye devam etsin; olursa kusurum şimdiden affolsun, yolumuz açık olsun. 1950’lerin başında yazılmış ve o tarihten 40 yıl öncesinin aktarıldığı “İstanbul Geceleri” kitabında anlatılan ünlü mesire yerlerinden biri olan Çırpıcı’dayız bu ay. “Tarihin doğru konuşan dudağı şâhit ki, eskiden eğlenmek isteyen İstanbullunun emrinde hesapsız bağlar bahçeler ve mesireler vardı” diye anlatıyor Sâmiha Anne. Ayaspaşa, Tophane, Beşiktaş ve Fındıklı sırtları ve sahilleri, Çırağan Kasrı, Sâdâbad Kasrı, Küçüksular, Göksular, Kalender, Sarıyer gibi liste uzayıp gidiyor. Sadece “İstanbul Geceleri“ kitabında değil “Boğaziçinde Tarih“ ile de bu yerler hakkında bilgileniyoruz; İbrahim Efendi Konağı sâkinleriyle bu mesirelere gidiyoruz. Sâmiha Anne’nin kendi çocukluk anılarını serpiştirdiği eserlerinde de eğlencelerden nasibimizi alıyoruz. Sâmiha Anne’nin anlatımıyla eğlenceye türlü vesileler bulan İstanbullu bir bayram, bir tatil, bir ramazan, bir yıldönümü vesilesiyle çoluğu çocuğuyla ile kendinden geçer gibi eğlenirdi… Sadece gülüp söylemek değil, ağlamakta da bir çeşit zevk bulmuştu zamanın İstanbullusu. Dertlenir durur, düşünücü olur ardından tekrar neşelenirdi. İstanbul halkının eğlencelerini anlatan “İstanbul Geceleri” kitabının bu bölümünü okurken hayatın
zorluklarının iyice hissedildiği, Osmanlının bu sıkıntılı döneminde, halkın ruh hâlini düşünmeden edemiyoruz. Acaba kitapta anlatıldığı gibi o dönem halkının her fırsatta eğlenceye akması mâzinin son âdetlerini hâlâ yaşıyor olması mı, yoksa dertlerini bir süre için de olsa unutma arzusu, yaşanan bu zor dönemi kolaylama yöntemi miydi? Gelin, eski zamanın rağbet gören mesiresi Çırpıcı’yı gezelim, gezerken de “zorluk ve kolaylık” üzerine düşünelim. Zeytinburnu semtinin Çırpıcı mahallesine metro ile ulaşıyoruz. Veliefendi mahallesi ve Bakırköy ilçesine komşu olan Çırpıcı’ya giderken yolda Merkezefendi’ye de uğradık, Sâmiha Ayverdi’yi andık. Çırpıcı ile ilgili yaptığımız araştırmaya göre ortasından dere geçen, Çırpıcı çayırı adıyla ünlenmiş bu yer zamanında “Ayazma“ olarak da bilinmekteymiş. Bazı eski kaynaklar ise Çırpıcı’yı fetih sonrası Anadolu’dan gelip yerleşen boyacı ailelerinin ipleri, yünleri keçe ile halı türünden kumaş ve dokumalarını derenin suyunda yıkayıp parlattıkları yer olarak dile getirmekte. Kimbilir “Çırpıcı” adı da oradan gelmekte. I. Dünya Savaşı sırasında artezyen kuyularının açılması, 1945 sonrası çevresinde kurulan sanayi tesisleriyle mevkinin endüstriyeI niteliğini arttırmış ve 1950’lerde artık mesire özelliğini kaybetmiş. Doğrusunu isterseniz bu gezimizde endüstrileşme ve yanlış şehirleşme ile gelen betonlaşma nedeniyle zamanın meşhur mesiresi Çırpıcı çayırını bulmayı ummuyorduk ama yerinde Çırpıcı Parkı’nı bulduk ve mutlu bir şaşkınlık yaşadık. Zamanın yeşilliğinin belki de örneklemesi olsa da, blok blok yapılar çevresinde baskıcı bir çember oluştursa da işte çayı-
rımız. Bu son derece organize parka çayır demek komik, biliyorum. Yeşil alanları, futbol, basketbol sahaları, tenis kortları, kaykay alanı, hatta BMX parkı, yürüme ve bisiklet parkurları, çocuk parkları ve kafe ile Çırpıcı Parkı, ailece gelinip iyi vakit geçirilecek bir yer gibi görünüyor. Eğer bu kadar spor ve hava alma bize çok diyenler olursa hemen yanında kocaman bir de AVM var, isteyenler buyursun. Çırpıcı’yı “İstanbul Geceleri” kitabında daha çok bir esnaf ve hovarda mesiresi olarak anlatmış Sâmiha Anne. O zamanın İstanbul halkının her kesiminin kendilerine ait eğlenme âdetleri varmış. Örneğin varlıklı evlerde hizmet veren zenci halayıkların baharı karşılamak için yaptıkları ot toplama merâsimleri sırasında Çırpıcı en kalabalık zamanını yaşarmış. Bunun yanısıra Çırpıcı, kabına sığmayan İstanbul delikanlısına zurna, darbuka, semâî, koşma, mâni ikram eden toplu esnaf eğlencelerine sahne olurmuş. Şimdinin kabına sığmayan İstanbul delikanlısını Çırpıcı Parkı’nda düşünüyorum… Futbolunu oynayan, koşan, kafede nefeslenen, AVM’ye gezmeye, belki de sinemaya giden… Sanırım Çırpıcı, mekân olarak zamanın erozyonuna rağmen eğlendirme veya rekreasyon işlevini hâlâ sürdürmekte. Bu arada eğlence anlayışımızın zamanla nasıl değiştiğini gözlemliyoruz sanki. Sâmiha Anne’nin anlattığına göre “Mahallî hayat, mahallî zevk, mahallî ruh terkiplerinin yoğurup şekillendirdiği İstanbullu, hangi sınıfa mensup olursa olsun, iç ve dış varlığında bu hususi atmosferin çesnisini, tatlı ve tabii istihâlelerle (değişim) asırlar boyunca yaşayıp nesilden nesile emânet ederken, mutlaka dedesinden getirdiği bir hava ve mutlaka torununa bırakacağı bir emâneti vardı” diyor. Şimdi eğlencede mahallî farklar daha az gibi, nesillerin de birbirine aktardığı âdetler sınırlı. Değişmeyen, insanın eğlenme ihtiyacı sanki. “İstanbul Geceleri” kitabının anlattığı Osmanlı’nın son dönemini düşünürsek, kötüye giden ekonomi, bulanık-perişan iç ve dış politika, kaybedilen top-
raklar halk üzerinde kimbilir nasıl olumsuz bir etki yapmaktaydı… Ama geçmişten getirdikleri eğlence âdetleriyle hem hüzünlenmişler hem de gülüp eğlenmişler, sanki içinde bulundukları zorlukları bu şekilde kolaylamışlar. Şimdi de durum buna benzer değil mi? Çok şükür, hayatlarımız büyük dedelerimizinkinden çok daha ferah ama biz de kendimize göre zorluklarla mücâdelede değil miyiz? Bu dünyanın sınavları biter mi? O zaman bunları nasıl aşacağız, nasıl kolaylayacağız? Sâmiha Anne “Mektuplardan Gelen Ses” kitabında demiş ki: “Zorluk ve kolaylık ayrı ayrı birer kimyevî madde olsa, bunları birbirine karıştırdığımız zaman, o iki zıddan huzur hâsıl olur. Yeter ki, solüsyonları birbiri içinde eritmesini bilelim.“ Hayatı tadlandırmak, biraz da onu yaşayış tarzımıza bağlı olduğuna göre, hadi korukları pişirip bal gibi üzüm eyleyelim.
Nefes Alan Tarifler “Krem Peynirli Orman Meyveli Tatlı”
Malzemeler:
Hazırlanışı:
• 100 gr. yıkanmış ve durulanmış ahududu
1. Peynir dolgusunu yapmak için şekerin yarısını ve yumurta sarılarını bir kâsede birleştirin ve karışım açık sarı renk alıp koyulaşıncaya kadar el mikseri veya elektrikli mikser ile çırpın. Daha sonra krem peyniri ekleyin ve iyice karıştırın.
• 100 gr. dörde bölünmüş çilek • 2 bardak elma veya üzüm suyu • 1 paket kedi dili bisküvisi (savoiardi) • 50 gr. rendelenmiş bitter çikolata • Dolgu için beyaz krem veya labne peyniri • 2 yumurta sarısı • 80 gr. pudra şekeri • 250 gr. beyaz krem veya labne peyniri • 100 gr. çırpılmış taze krema • 2 yumurta akı
2. Taze kremayı da ayrı bir kâsede katılaşıncaya kadar iyice çırpın ve krem peynir karışımı ile karıştırın. 3. Temiz bir kapta yumurta akını şekerin geri kalanı ile köpürene kadar çırpın ve yavaş yavaş krem peynir karışımı ile karıştırın. 4. Daha sonra servis yapacağınız bardak veya cam kâselere karışımı göz kararı miktarda koyun. Üzerine bir miktar meyvelerden ekleyin. Boş bir kap içine meyva suyu içinde kedi dillerini ıslatın ve ikiye bölerek kâselere yerleştirin. Üzerine geri kalan krem peyniri koyun. Buzdolabında 1-2 saat soğutun ve servis etmeden önce üzerine çikolata rendeleyin. Âfiyet olsun.
Ne diyelim? İnşallah zaman içinde bu şekilde
www.nefesyayinevi.com hernefesdergisi@nefesyayinevi.com
/hernefesdergisi
yeni bir organizasyon kültürü doğar…
/hernefesdergisi
/hernefesdergisi