Her Nefes - Ocak 2016 / Cân-ı Candır

Page 1

OCAK 2016

75.sayı

AYLIK TASAVVUF KÜLTÜRÜ DERGİSİ

“CÂN-I CANDIR”


EDİTÖRDEN Merhaba Dostlar, “Cân-ı Candır” 2015 Özel “Dost” İslâm’a Hizmet Ödülleri gecesini konu alan Ocak 2016 sayımıza hoşgeldiniz. Bu sayıda Aralık 2015’te idrak etmeye çalıştığımız Mevlid Kandili için hazırlanan bu özel geceyi konu aldık. Bu gecede, geleneksel olarak takdim edilen “DOST” İslâm’a Hizmet Ödülleri, Türkiye’den Doç. Dr. İbrahim Kalın’a ve yurtdışından Rene Guénon’a verildi. Bizler de Her Nefes ekibi olarak oradaydık. Bu çok özel ve çok güzel, bereketli ve feyizli gecede yaşadıklarımızı, dilimizin döndüğü, aklımızın ve inşaallah gönlümüzün alabildiği kadar paylaşalım istedik.

Elbette bu benzersiz geceyi hazırlayan tüm büyüklerimize, dostlarımıza ve arkadaşlarımıza, hizmet eden, geceye katılan ve elbette bu gecenin düzenlenmesine vesile olan herkese Hz. Peygamber’in mübârek ismi hürmetine hayırlar diliyorum.

Bu sayımızda Hz. Peygamber’imizin mübârek Ravza-i Mutahharası önünde yapılan gecemize katılabilen okuyucularımızla geceyi tekrar yaşamak ve katılamayan dostlarla da oradaki anlarımızı paylaşabilmek temennisi ile kusurları bizlere güzelliği gecenin sahibine ait olan Ocak sayımıza hoşgeldiniz ve safâlar getirdiniz, demek istiyorum. Hürmetlerimizle…

Yosun Mater



SOHBETLER - “Cenâb-ı Hak kaleme yaz dedi ve kalem her şeyi yazdı. Lâ ilahe illallah yaz, dedi. Onu da yazdı. Ama, sıra Muhammed Resûlullâh’a gelince, kalem şakk oldu, ortasından yarıldı. Kamış kalemlerdeki çatlak gibi. Çünkü Resûlullah ilâhî aşka mazhardır. Onun için kalem bunu yazmaktan âciz kaldı. Tıpkı Cebrâil Aleyhisselâm’m, Mîrac’da, Sidre’den öteye gidemeyince, Resûlullâh’ın “Ko yanarsam ben yanayım” deyip ileri geçtiği gibi. Aşk, her şeyin, zikrin de fikrin de üstündedir. Ah! İbâdet de aşksız olursa işe yaramaz. Yüz binlerce tesbih çekmiş namaz kılmışsın, ne ehemmiyeti olur. Halbuki Süleyman Çelebi’nin dediği gibi: Bir kez Allah dise aşk ile lisan Dökülür cümle günâh misl-i hazan Âşıkın yüreğinden fırlayan bir âhı, âbidin yüz senelik ibâdetini aşıp geçer. Sahâbeden bir zat, Harem-i Şerif’te kılınan sabah namazına yetişememiş, mescitten içeri girdiği sırada namazdan fariğ olunuyormuş. Teessüründen öyle bir âh etmiş ki bunu duyan bir başka sahâbe “Sen bana o âh’ı ver ben sana bütün bu cemâatin sevabını vereyim!” demiş. Âşıkın âbı, cemâlullâhı görmekledir. Cemâli görerek edilen ibâdetle, Allah’ın emri olduğu için edilen ibâdet arasında ne kadar büyük fark vardır. Fakat bu da kazanmakla olmuyor, Allah vergisiyle oluyor. Çünkü aşk Allah’ın sıfatıdır. Hadîs-i kudsîde de Cenâb-ı Hak “Ben gizli bir hazîneydim istedim ki bilineyim...” buyuruyor. Cenâb-ı Hak kendi güzelliğini temâşâ için âlem aynasını halketti. Ve âlem aynasında da kendi cemâlini gördü. Bu âlem aynasının ruhu da kâmil insandır. (Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyâtı, 2000, s. 187)

Gece, Kandilli dağlarının arkasından ay doğuyordu. - “Baksanıza çocuklar, ay doğuyor. İşte, şu ilk görünen parçacık, Âdem. Biraz daha yükselince Nûh, İbrahim, Mûsâ, Îsâ, nihâyet bedir hâli, zuhûr-ı Muhammed gibidir. Şimdi bunların nur cihetiyle, yâni ay olmaları itibâriyle asılları hep birdir. Aralarında fark yoktur. Lâkin ayın henüz doğarken neşrettiği hafif ve zayıf ziyâ ile bedir hâlindeki şavkı bir midir?”

(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyâtı, 2000, s. 10)



Kâbe-i Vechin Tavaf Etmekteyim… Cemâlnur Sargut Dost Gecesi Açılış Konuşması Efendim, Hazret-i Peygamber’in tenezzülüyle bir güzel Dost Gecesi’ni daha idrak ettik. Allah sevgililerine, Peygamber’e gösterdikleri aşk, sevgi ve Peygamber adı altında İslâm’a gösterdikleri lûtuf ve İslâm’ın mânâsını yücelten hakikatlerini anma şerefine nâil olduk. Çok büyük birini, Rene Guenon’u, Abdülvâhid Yahya Beyefendi’yi anmak lûtfu bize nasip oldu. İbrahim Kalın Beyefendi’yi anmak da nasip oldu. Kendisinin İslâmofobya ile ilgili yaptığı büyük çalışmalar bize büyük ışık tuttu, Allah râzı olsun. Ben bu güzel gecede çok güzel konuşmalar olacağına inandığım için Hocam Ken’ân er-Rifâî Hazretleri’nin bizim aşkımızı çok güzel anlatan bir şiirini okumak istiyorum müsaade ederseniz. Hocam şöyle buyuruyorlar:

Ya şefîa’l müznibîn, şemsü’l hüda şâhım meded Hiç âzâd etmem kabul, kurbânınım şâhım meded Âşık-ı meftûnunum bezm-i elestten ben senin Şem’i aşkınla yanar pervânenim şâhım meded Zulmet-i isyan ile kapkâre olduysa yüzüm Şems-i lutfun nûru, nur eyler beni şâhım meded Cümleden geçtim büründüm yokluğun ihrâmına Kâbe-i vechin tavaf etmekteyim şâhım meded Bir avuç toprak vücudum girdi bahr-i lutfuna Merhamet, şefkat, inayet senden ey şâhım meded Afvına layık değil gerçi vücud-ı pür zünûb Rahmetin deryâsı hadsizdir, ulu şâhım meded

Derdimin dermânı ancak aşk u nûrundur benim Dest-gîrimsin efendim, şâh ü sultanım meded Sen inâyet kılmasan yer gök kabul etmez beni Melce ü âmân-ı cânımsın benim şâhım meded Her tarafta vechini görmekte cânım daima Cümle âlem sensin ancak, gayrı yok şâhım meded Taib ü müstağfirim ben cürmüm efzûn ise de Dergâhından dönmem asla lutfu bol şâhım meded Kuldan isyân u hatâ, şehden mürüvvetle atâ Sen gibi sultâna kulda yok fütûr, şâhım meded Hakk’a makbul bir işim yok, ben zebun-i nefsim âh Din ü îmânım emânettir sana şâhım meded Ya Resûlâllah, Cenân, Ken’ân da, cân da hep senin Vuslatından etme mahrûm el-meded şâhım meded

Allah ayırmasın mânâsından ve dâim aşkında sabit kılsın bizleri efendim. Teşekkürler ediyorum.



2015 Özel “Dost” Ödülü Sahibi R İslâm, Hint ve Çin tasavvuf doktrinlerini entellektüel seviyede ele alan ve modern dünyayı her yönüyle tenkit eden görüşleriyle tanınan Fransız mutasavvıf ve mütefekkiri Rene Guenon, 1886’da Fransa’da doğdu. Soy bakımından tamamen Fransız ve Katolik bir ailenin çocuğudur. Orta öğrenimini dinî bir okulda yaptı. 1902’de retorik öğrencisi olarak koleje başladı. 1903’te kolejin felsefe bölümüne girdi ve aynı yıl felsefe-edebiyat diplomasını aldı. Ekim 1904’te Paris’te Collège Rollin’e matematik öğrencisi olarak yazıldı. Sağlık durumu el vermediği için üniversite öğrenimini bırakarak Paris’e yerleşti. Klasik öğretimin verdikleriyle tatmin olmadığını hissederek entellektüel ufkunu genişletmek için, o devirde rağbette olan “néo-spiritualiste” doktrinleri incelemeye yöneldi. Bir arkadaşı vasıtasıyla, “bâtın ve gizli ilimler” ile uğraşan “occultiste” bir cemiyetin ileri gelenleriyle tanıştı. Kısa zamanda ciddiyet ve titizliğiyle kendini kabul ettirdi. 1912’de Ezher şeyhi, Mâlikî âlimi ve Şâzeliyye tarikati şeyhi Abdurrahman İllîş el-Kebîr’in halifesi Abdülhâdî vasıtasıyla müslüman olup Şâzeliyye tarikatına intisap etti ve Abdülvâhid Yahyâ adını aldı. 1917’de Cezayir’in Sétif şehrindeki kolejde felsefe dersleri ile Fransızca ve Latince okuttu. Bu şehirde bulunduğu sırada Arapça’sını ilerletti. Muhtemelen bazı tasavvuf ehli kimselerle de tanıştı. 1918’de Fransa’ya döndü ve doğum yeri Blois’da felsefe öğretmeni oldu. Ertesi yıl öğretmenliği bırakıp Paris’e gitti. 1920’li yıllarda Paris Üniversitesi’nde kütüphaneci olarak çalıştı. Bu yıllarda evinde Hindû, Müslü-

man ve Hıristiyan ziyaretçileri kabul ederek sohbetlerde bulundu. Bazı dostlarının evinde Müslüman, Hindû, Yahudi ve Hıristiyan gençlerin devam ettiği toplantılara da katıldı. 1929’da tanıştığı Mısırlı mühendis Hasan Ferid Dina’nın dul kalan zengin eşi Marie W. Shillito’nun Abdülvâhid’in eserlerine büyük ilgi göstermesi ve Abdülvâhid’in eserlerini neşredecek bir yayınevi kurmayı düşündüğünü kendisine bildirmesi üzerine bu düşünceyi gerçekleştirmek için Abdülvâhid’in Mısır’dan bazı tasavvufî eserleri getirip bunları tercüme etmesi kararlaştırıldı. Abdülvâhid Yahyâ, bu maksatla Dina Hanım ile birlikte 1930’da Mısır’a gitti. 1931 kışında dostlarına Fransa’ya dönmekten vazgeçtiğini bildirdi ve Kahire’de, yeni memleketinin bütün örf ve âdetlerini benimsemiş “Şeyh Abdülvâhid Yahyâ” olarak yaşamaya başladı. 1934 Temmuzunda Şeyh Muhammed İbrâhim’in büyük kızı Fâtıma ile evlendi. Ertesi yıl arkadaşlarına mektup yazıp Paris’teki evini boşaltmalarını, kitap ve evrakı kendisine göndermelerini istedi. 1948’de Mısır tâbiiyetine geçmek için müracaat etti. Bu isteği ancak uzun teşebbüsler ve çok yüksek seviyede müdahaleler sonunda gerçekleşebildi. 1947’de bozulan sağlık durumu 1950’nin son aylarında daha da kötüleşti. 7 Ocak 1951’de vefât etti. Vasiyeti üzerine Seyyidinâ Hüseyn Camii’nde kılınan cenaze namazından sonra Derrâse Mezarlığı’na defnedildi. Abdülvâhid Yahyâ eserlerinde daha çok Hindû


Rene Guenon Kimdir? doktrinlerini incelemek ve terminolojisini kullanmakla beraber, yeri geldikçe bütün dinlerden bahseder. İslâm tasavvufuna ayırdığı birkaç makale dışında İslâmiyet ve tasavvufa pek az yer verir; ancak bazı temel mefhumları, bilhassa “tevhid”, “vahdet-i vücûd”, “insân-ı kâmil”, “şeriat”, “tarikat” ve “hakikat” gibi mefhumları sık sık kullanır. Tevhid ve vahdet-i vücûdu düşüncesinin hem hareket hem de varış noktası olarak bütün yazılarında görmek mümkündür. Sanskritçe ve Arapça’yı, Hint, Çin ve İslâm tasavvufu hakkındaki bilgilerini Doğulu üstatlardan şifâhî olarak öğrenen Abdülvâhid Yahyâ’nın tarikatlar Şâzeliyye ve Ekberiyye’dir. “İslâm Tasavvufu” adlı makalesinde bütün an‘anevî doktrinler içinde şeriat ve hakikat farkının en açık bir şekilde İslâm’da ifade edildiğini, şeriatın herkes için müşterek, hakikatin ise yeterli kabiliyete sahip bir havas zümresine mahsus olduğunu belirtir. Ona göre İslâm tasavvufu herhangi bir dış tesirle doğmamıştır. Hz. Peygamber’e ulaşan bir intisap zinciri bulunmaktadır ve tamamen İslâmî’dir. 1904-1914 yılları arasında, az veya çok gizlilik vasfı taşıyan “occuliste”, “théosophiste” ve ispirtizmacı teşekküllere girip bunları içerden tanıma imkânını elde eden Abdülvâhid’e göre bu sözde ruhçu ve mâneviyatçıların görüşlerine dayanarak sağlam bir fikir binası kurulamaz. Onların görüşleri, değişik kelimelerle ifade edilen bir materyalizmden ibârettir. Eserlerinde mevcut ve geçmiş bütün dinlerden

bahseden ve modern Batı medeniyetini her yönüyle tenkit süzgecinden geçiren Abdülvâhid Yahyâ çeşitli din, fikir ve sanat çevrelerini derinden etkilemiştir. Fikirlerini benimseyenler Études Traditionelles dergisinde toplanmış, ölümünden sonra da bu dergiyi onun görüşleri doğrultusunda devam ettirmişlerdir. Titus Burckhardt (İbrâhim İzzeddin), Michel (Mustafa) Valsan, bazı fikrî ihtilâfları olmakla beraber İsviçreli Fritjof Schuon (Şeyh Îsâ), Martin Lings (Ebûbekir Sirâceddin), ve Ananda K. Coomaraywamy, onun ana fikirleri çerçevesinde kıymetli ilmî yayınlar yapmışlardır. Abdülvâhid Yahyâ’nın eserleri İngilizce, İtalyanca, İspanyolca, Portekizce, Almanca gibi Batı dillerine tercüme edilmiştir. Kitaplarında René Guénon adını kullanmış, sadece Arapça yazdığı makaleler Abdülvâhid Yahyâ ismiyle yayımlanmıştır. On yedi kitap, beşi Arapça olmak üzere 350 kadar makale yazmış, makaleleri konularına göre derlenerek ölümünden sonra dokuz cilt halinde basılmıştır. Doğu ve Batı, Modern Dünyanın Bunalımı, Yatay ve Dikey Boyutların Sembolizmi, İslâm Maneviyatı ve Taoculuğa Toplu Bakış, Vedanta’ya Göre İnsan ve Halleri, Hristiyan Mistik Düşüncesi, Büyük Üçlü gibi, Türkçe’de de yayınlanan birçok eseri bulunmaktadır.

(Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi’nin Rene Guenon maddesinden yararlanılarak hazırlanmıştır)



Oğul Abdülvâhid Yahyâ’dan... Öncelikle burada babam Şeyh Abdülvâhid Yahya René Guénon’un adını hatırlayan herkese büyük bir teşekkür etmeme müsaade etmenizi isterim. Ailesi adına hepinize teşekkür ederim. İzninizle Fransızca konuşmak istiyorum. Bu, babamın fikirlerine hürmet amacıyladır. Aslında Arapça konuşmam gerekirdi, fakat babamın düşüncesini onore etmek amacıyla Fransızca kısa bir konuşma yapmak istiyorum. Çünkü kitaplarının çoğunu bu lîsanda yazdı.

karışıklığına ve Okültizm gibi yanlış dinlere karşı çıkar.

Hep beraber belgesel filmi izledik. Tahmin ediyorum çok tafsilâtlı bilgi verildi. Fakat yine de doğumundan ölümüne kadar hayatını özetleyen kısa bir sayfa okuyacağım.

Kahire’ye yerleştikten hemen sonra yerel bir dergi olan “El-Mârife” dergisinde yazmaya başlar. Bir yandan dergi için geleneksel araştırma yazıları kaleme alırken, bir yandan da kitaplarını yazmaya devam eder. 1930’da başlayan bu dönem sırasında, makâleleri ve kitapları inisiyatik bir düzen önceliği göstermektedir.

15 Kasım 1886’da Blois’da doğan Abdülvahid Yahya genç yaşlarında Paris’e yerleşir. Eserlerinin hayata geçirilmiş hâli olan yaşamında iki uzun dönem ve üç büyük eksen gözlemlemek mümkündür. Paris ve Kahire dönemleri: Paris’te bazı esasları oluşturacak ve Kahire’de bu esasları hayata geçirecektir. Üç ekseni de kısaca, modern ve geleneksel olmayan dünyanın terki, metafizik esasların açıklıkla belirlenmesi ve mânevî tekâmül yollarının târifi olarak özetlemek mümkündür. Bu üç etap, İslâm inancına çifte tasdik getiren etaplardır: 1. Lâ ilâhe: Yanlış tanrıların, putların reddi. 2. İllâ Allah: Vahdetin metafizik esâsını tasdik. 3. Muhammedun Resûlullah: Kur’an’ı hayâta geçirme ve böylece Tanrı’ya ulaşmak için örnek. Bu taslağı sayısız örnekte bulmak mümkündür. Bu örneklerden biri Hz. İbrahim’in (a.s.) güneşi, ayı ve ardından yıldızları tanrı zannedip sonunda bunların hepsinden geçerek tek hakîkî ilâhı bulmasıdır. Şeyh Abdülvahid Yahya, ilk yazıları olan “Hindu Doktrinleri Çalışmalarına Genel Bakış”, “Ruhçu Yanılgı”, “Teozofi”, “Modern Dünyanın Bunalımı” adlı eserlerinde, modern dünyanın

Paris döneminin sonu ve Kahire döneminin başlarında yazdığı yazılarında metafizik konuları ele alır: “Vedanta’ya Göre İnsan ve Halleri”, “Yatay ve Dikey Boyutların (haç) Sembolizmi” ve “Varlığın Çeşitli Halleri”. Bağlı olduğu Kahireli şeyh İllîş el-Kebîr şöyle demiştir: “Eğer Hıristiyanlar haçın işâretini hâiz ise, biz Müslümanlar da mânâsını hâiziz.”

Son kitapları arasında “İnisiyasyon Üzerine Gözlemler” ve “Sonsuz Küçüklükler Hesabı Esasları”nı sayabiliriz. Bu kitap eserlerinin bir sentezi gibidir. İlk bölümlerde modern matematikçilerin tezlerini ve formüllerini eleştirir. Ortalarda sadece tek olabileceğini isbatlayarak sonsuzluğun hakîkati üzerine düşüncesini geliştirir ve kitabın sonunda mânevî tekâmül modeline örnek olarak “Entegral hesabın” ve limite yaklaşmanın sembolizmine değinir. Bu son kitabında temel üç noktaya matematik sembolizmi açısından değinilir. René Guénon, 7 Ocak 1951’de, Kahire’deki evinde, eşi, çocukları ve dostlarının arasında vefât eder. Teşekkürler! İzninizle, sahneyi terk etmeden önce babamı hatırlayan herkese teşekkür etmek istiyorum. Burada sayısız insanla tanıştım, tek tek isimlerini zikretmeden, özellikle Kerim Vakfı ve TÜRKKAD’daki tüm dostlarıma teşekkür ederek yakında görüşmek dileğiyle diyorum. Teşekkürler! Hoşçakalın! (Rene Guenon’un oğlu Abdülvâhid Yahya’nın 2015 Özel “Dost” İslâm’a Hizmet Ödülleri takdimi gecesinde babası adına ödül alırken yaptığı konuşmanın metnidir.)


2015 Özel “Dost” Ödülü Sahibi İbrahim Kalın, 1971 yılında İstanbul’da doğdu. 1992 yılında İstanbul Üniversitesi Tarih bölümünden mezun oldu. Yüksek lisansını, 1993-95 yılları arasında Türkiye’nin de kurucuları arasında bulunduğu Malezya Uluslararası İslâm Üniversitesi’ne bağlı Uluslararası İslâmî Düşünce ve Medeniyet Enstitüsü’nde, İslam Felsefesi alanında yaptı. Doktorasını, George Washington Üniversitesi’nde Beşeri Bilimler ve Mukayeseli Felsefe alanında yapan Kalın, Molla Sadra’nın varlık görüşü ve bilgi felsefesi üzerine yazdığı teziyle 2002 yılında doktor ünvanını aldı. College of the Holy Cross, Georgetown, Bilkent ve TOBB üniversitelerinde İslâm düşüncesi, İslâm-Batı ilişkileri ve Türkiye üzerine dersler verdi. Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Araştırmaları Merkezi’nde akademik araştırmalar yaptı. İslâm felsefesi, İslâm-Batı ilişkileri ve Türk dış politikası üzerine kitap ve makaleler yayınladı. İslâm ve Batı adlı kitabı, 2007 Türkiye Yazarlar Birliği Fikir Ödülünü kazandı ve Yunanca ve Arnavutçaya tercüme edildi. Molla Sadra’da varlık ve bilgi sorununu ele alan çalışması, Klasik Yayınları tarafından Varlık ve İdrak: Molla Sadra’nın Bilgi Tasavvuru başlığıyla Türkçe olarak da yayımlandı. John Esposito ile beraber editörlüğünü yaptığı İslâmofobi: 21. Yüzyılda Çoğulculuk Sorunu isimli eserinde Batıda son yıllarda tekrar yükselişe geçen İslâm karşıtlığını ve çoğulculuk sorununu ele aldı. Kitabın Türkçesi İnsan Yayınları tarafından 2015 yılında yayınlandı. Kalın, 2000’li Yıllarda Türkiye’de Dış Politika adlı kitabın editörlüğünün yanısıra War and Peace in Islam: The Uses and Abuses of Jihad adlı çalışmayı

da, Gazi bin Muhammed ve Haşim Kemali ile birlikte yayına hazırladı. Kalın ayrıca, Oxford İslâm’da Felsefe, Bilim ve Teknoloji adlı iki ciltlik ansiklopedinin de baş-editörlüğünü yaptı. Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi’nin yanısıra, İslam ve İslam felsefesi alanındaki birçok uluslararası ansiklopedik çalışmaya katkıda bulundu. İbrahim Kalın, 2005-2009 yılları arasında SETA Vakfı’nın kurucu başkanlığını yaptı ve bu dönemde politika yapımına yönelik araştırma, raporlama ve yayın faaliyetlerine yoğunlaştı. 2009-2012 yılları arasında Başbakanlık Kamu Diplomasisi Koordinatörlüğü görevini yürüten Kalın, 2 Ağustos 2012 tarihinde Başbakanlık dış politika konularından sorumlu Müsteşar Yardımcılığı görevine getirildi. Eylül 2014 tarihinden bu yana Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreter Yardımcılığı görevini yürütmekte olan Kalın’a, bu görevinin yanısıra Aralık 2014 tarihinde Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü görevi de tevdi edilmiştir.


襤brahim Kal覺n Kimdir?


“Özgürlük, sûretlerin ötesindeki mânâyı kavrayıp hakikat makamına ulaşmaktır” İbrahim Kalın Rahman ve Rahim olan Allah’ın Adıyla Muhterem konuklar, sevgili dostlar, Türk Kadınları Kültür Derneği ve Kerim Vakfı tarafından, Hakîkat-i Muhammedî yolunda İslâm’a hizmet eden kişilere verilen “Dost” İslâm’a Hizmet Ödülüne lâyık görülmem münâsebetiyle duyduğum memnuniyet ve mahviyeti ifâde etmek isterim. Bu âl-i cenablığı gösteren vakıf yönetimine ve jüri heyetine teşekkürlerimi sunuyorum. Bugün aranızda bulunamadığım için beni mâzur göreceğinizi umud ediyorum. Ukrayna’da devam eden çatışmalar nedeniyle evlerinden edilen Ahıska Türklerinin ülkemize intikali için el’an yürüttüğümüz çalışma nedeniyle Ankara’dan ayrılamadım. (…) Âlemlere nur saçan bir kandil ve rahmet olarak gönderilen Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa’nın bu dünyayı teşriflerini takip eden günlerde O’nun hikmet ve hakikati etrafında toplanmak ne kadar da güzel bir ameldir. Metafizikten topluma, siyasetten sanata hayatımızın her alanında Hakikat-ı Muhammediyye’yi bi-hakkın idrak edebilsek, dünya şüphesiz daha yaşanılır bir yer haline gelirdi. Zira bu dünyada yaradılışın gayesiyle mütenâsib bir hayat yaşamak, dünyayı da dünya hayatını da daha değerli ve anlamlı bir yer hâle getirir. Kur’an’ın buyurduğu gibi “Şüphesiz ki Allah hiçbir şeyi boş yere yaratmamıştır”. Bu aslında bütün kadim geleneklerin ve dinlerin temelinde yatan iman, anlam ve hikmet meselesiyle doğrudan irtibatlı bir konudur.

“Hikmet, bize yaptığımız her işin mânâsını ve gayesini anlatır” Bugün insanlığın ve hassaten İslâm dünyasının temel sorunu, ‘hüküm ile hikmet’ arasındaki dengeyi kaybetmiş olmasıdır. Bugün hayatımızda çok hüküm var ama çok az hikmet var… İslâm, insanların imanlı, ahlâklı ve erdemli yaşamasını temin edecek kurallar koyar. Haram ve helâller dediğimiz bu kurallar manzûmesi, kaynağını, dinin asıl gayesine hizmet etmek isteyen bir idrakten alır. Temel hükümler ve ilkeler sadece kural olsun diye konmamıştır. Mekasidü’ş-şeria olarak bilinen, bugün ‘dinin gayeleri’ diyebileceğimiz ve her amelin arkasında yatan asıl neden, ‘hikmet’tir. Hikmet, bize yaptığımız her işin mânâsını ve gayesini anlatır. Hikmet olmadan emirler ve yasaklar, basmakalıp formel kurallar haline gelir. Hukukun koyduğu hükümler ‘ne’ ve ‘nasıl’ sorularına cevap ararken hikmet, ‘niçin’ sorusunu yanıtlar. Etimolojik olarak hikmet sözcüğü Arapça’da ‘sınırlama veya önleme’ anlamına gelen ‘h-k-m’ kökünden gelir. Hikmet, bizi cehâletten, ayıplanacak iş yapmaktan ve adâletsizlikten koruyan şey demektir. Aynı kökten türeyen “hüküm” sözcüğünün de benzer bir anlamı var. Hüküm, aklımızla hatâ yapmamızı ve ahlâken yanılmamızı önler. Hüküm-hikmet sözkonusu olduğunda ‘nasıl’ ve ‘niçin’ soruları da birbirini bütünler hâle gelir. Amellerin mânâ ve gayesinin nasıl belirleneceği konusu İslâm düşünce geleneğinde etraflı bir şekilde ele alınmıştır. Bazı ekollere göre bir şeyin iyi veya



kötü olmasının yegâne sebebi, Allah’ın irâdesidir. Her tür hükmün kaynağı yalnızca O’nun irâdesi ve takdiridir. Yalan söylemek ve zulmetmek yanlıştır, zira Allah böyle emretmiştir. Aynı sebeple, hayırseverlik veya dürüstlük iyidir, zira Allah öyle takdir etmiştir. “Allah, kullarından hakikat, adâlet ve merhamete aykırı hiçbir şeyi istemez” Aralarında ârif, filozof ve mutasavvıfların da bulunduğu Müslüman mütefekkirlere göre ise Allah-u Teâlâ’nın, bir şeyi iyi veya kötü emretmesi ile o şeyin tabiatı arasında bir tenâkuz yoktur. Allah yalan söylemeyi yasaklamıştır, çünkü yalan söylemek tabiatı itibârıyla kötü bir eylemdir. Allah adâleti emretmiştir, çünkü adâlet özünde iyi bir ilkedir. Bu durum Allah’ın akudretini sınırlamaz, zira Allah-u Teâlâ her şeyin zaten mutlak yaratıcısıdır. Kur’an’ın buyurduğu gibi Cenâb-ı Hak, hikmet ve gayeyle hareket eder. Allah, kullarından hakikat, adâlet ve merhamete aykırı hiçbir şeyi istemez. Mefhum-u muhâlifiyle söyleyecek olursa Cenâb-ı Hakk’ın peygamberleri vâsıtasıyla kullarına gönderdiği bütün emir ve yasakların temelinde hakikat, hikmet ve merhamet vardır. Rahman ve Rahim olan Rabbimiz “hiç kimseye taşıyamayacağı bir yük yüklemez”. Hikmet; idrak, doğruluk ve merhamet demektir. Hikmet, inancımızın ve amellerimizin metafizik ve ruhânî boyutunu ortaya koyar. Doğruluk ve dürüstlük içinde yaşayabilmemiz için bizi hakikate sevk eder. Hikmet, yaptıklarımıza bir anlam ve amaç verir.

Bugün Müslümanların bu hikmet anlayışını yeniden keşfetmesi gerekiyor. ‘Niçin’ sorusuna cevap verilmediği sürece, dini hayat formel ve şeklî kuralların ötesine geçemez. Kur’an’ın yüzlerce âyeti, inananları evrene ve kendilerine bakarak her şeyin anlamını ve gayesini idrak etmeye dâvet eder. Allah hiçbir şeyi amaçsız yapmıyorsa, insanların da herhangi bir şeyi amaçsız ve gayesiz yapmasını istemez. İslâm dünyası çeşitli dinî ve siyâsî sebeplerle bu hikmet anlayışını büyük ölçüde kaybetti. Gaye ve hikmetini idrak etmek, her ibâdetin ayrılmaz bir parçası iken bazen din, bereket ve zarâfetten yoksun şekilsel törenlere, âdetlere ve kurallara indirgenebiliyor. Mânâyı kavramadan sûrete sarılmak, özden uzaklaşma tehlikesini beraberinde getiriyor. Sûret-mânâ dengesini kurmak, aynı zamanda hüküm ile hikmet arasındaki dengeyi bulmaktır. Sûretler ve sebepler âleminde yaşadığımız için zâhir önemlidir. İman, amel ve ahlâk, sûretsiz ve zâhirsiz olmaz. Lâkin sûretlerin ötesindeki mânâya ulaşmak, bütün yolculukların nihâî amacıdır: Kur’an’ın bendesi ve bir Peygamber aşığı olan Hz. Mevlânâ’nın dediği gibi: “Eğer insanlık âdemin suretinden ibaret olsaydı Ahmed (Hz. Peygamber) ve Ebu Cehl aynı olurdu.” (Mesnevî I, 1019) Özgürlük, sûretlerin ötesindeki mânâyı kavrayıp hakikat makamına ulaşmaktır. Çünkü mânâ, özgürleştirir. Özgür olmak, içeriği ve anlamı olmayan tercihlerde bulunmaktan ibâret değildir. “Özgürüm,


istediğimi seçerim” demek, modernitenin temel düsturlarından biridir. Lâkin özgür olmak adına mânâdan vazgeçmek de mânâ adına özgürlüklüğümüzü yok saymak da çıkmaz yoldur. Mevlânâ’ya göre biz ancak bir anlama doğru yöneldiğimiz zaman özgür hâle geliriz. Mesnevî’de dediği gibi: “Mânâ odur ki senin her tarafını kuşatır Ve seni bütün sûretlere mahkûm olmaktan kurtarır.” (Mesnevî II, 720) Sûret-mânâ dengesini kurmak, aynı zamanda hüküm ile hikmet arasındaki dengeyi bulmaktır. Bir hükmü uygulamak adına hikmeti bertaraf edemeyiz. Aynı şekilde hikmet ve mânâ adına hükümden ve sûretten vazgeçemeyiz. Şu gerçeği görmemiz gerekiyor: Hikmet, hükme fedâ edildiğinde akıl iknâ olmuyor, kalp yumuşamıyor, nefs itminan bulmuyor. Hikmetten yoksun hükümler, mânevî-rûhî ihtiyaçlara cevap veremediği gibi bizi –Allah korusun- Hz. Muhammed’in kemal yolundan da uzaklaştırıyor. Bugün İslâm dünyasının hüküm ile hikmet arasındaki bütünleyicilik ilişkisini yeniden kurması gerekiyor. Sûret ile mânâ, akıl ile kalp, zâhir ile bâtın, iman ile mantık arasındaki ilişkiyi doğru kurduğumuzda önümüze yeni imkânlar ve ufuklar çıkacaktır. Toplumsal muhayyile, bu hikmet metafiziğinin tecessüm etmiş hâlidir. Metafiziğini ve muhayyilesini yitirmiş bir insanlığın, yaradılışın gayesine uygun bir hayat yaşaması, bütün varlık âleminin ona verilmiş bir emânet olduğunu hatırlaması elbette mümkün

değildir. Bize verilen emânete sahip çıkacaksak, bunu ancak “emin” yani iman ve hikmet sahibi erdemli insanlar olarak yapabiliriz. Sonsuz rahmet sahibi olan Rabbimiz bu konuda bizi yalnız ve çâresiz bırakmamıştır. Bize Hz. Muhammed gibi bir uyarıcı, müjdeleyici ve en güzel örnek (usve-yi hasene) göndermiş, O’nunla yolumuzu aydınlatmıştır. Akıl ve hikmet sahibi insan, bu açık-seçik dâvet karşısında ne yapması gerektiğini bilen insandır. Mevlâ hepimizi Fahr-i Kâinat Efendimizin yolunda sebat edenlerden eylesin. Bu ödül vesilesiyle başta Cemâlnur Sargut Hanımefendi olmak üzere hizmet ve emekleri her dâim takdiri hak eden TÜRKKAD ve Kerim Vakfı yöneticilerine teşekkür eder, feyizli ve bereketli çalışmalarının devamını dilerim. (İbrahim Kalın’ın 2015 Özel “Dost” İslâm’a Hizmet Ödülleri takdimi gecesi için hazırladığı ve Nurullah Koltaş tarafından okunan konuşmasının metnidir)


Âşık Mâşûku Temâşâ Etmekle Firka Ken’ân Rifâi Hz. Lâ ilâhe illâllah!

A güzelim nerdesin?

Nur Muhammed sallallah!

Kaldır hicran perdesin,

Hasbi-Rabbî cellallah!

Bana göster kendini!

Virdim Allah illallah!

Bilirim her yerdesin.

Aşk beni etdi zebûn,

Seni temâşâdayım,

Ne yamanmış bu füsun!

Gerçi ben safâdayım,

Derd-i aşkla gece gün,

Firkatinle âh yine,

Eşk-i çeşmim oldu hûn.

Dembedem yanmadayım.

Gelin âşık, yanalım!

Zevk bana, aşkın hemen,

Aşkı her dem analım!

Seni yansın mı seven?

Can bize aşktır hemen,

Yoksa başka çâresi,

Aşk meyine kanalım!

Al beni benden hemen!

Her taraf gül açıyor,

Kalksın hicrân aradan,

Dere coşkun akıyor,

Vuslatın ver Câvidân!

Bülbül ötüp duruyor,

Merhamet et Ken’an’a,

Benim âhım yakıyor.

Taptığım bir Yaradan!

Demedim mi sana ben,

Ken’an Rifâî Hz.

Bana sensiz bu beden, Oluyor bâr-ı girân. Acı ahvâlime sen!


atten Âzâd Olmaz


Cân’a Candan Yaklaşmak Elif Hilâl Doğan Hayat akıp gidiyor. Boşluklar doluyor, olmaz denenler oluyor, her şey yolunu buluyor. Bu süreç içinde biz neredeyiz? Nelerin etrafında koşup dönüyoruz? Gönlümüz kuşunu nerelerde uçurup kimlere konduruyoruz? Enerjimizi, gücümüzü nerelerde sarf ya da israf ediyoruz? Bazen yerinde sorular sormak, birçok şeyden iyi geliyor. “Bana arkadaşını, sevdiğini söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim.” demiş eskiler. Sevdiğin, yakın olmaktan, vaktini birlikte geçirmekten mutlu olduğun kişilere bak, kendinin kim olduğunu anla, demişler. Bu soruyu daha da çeşitlendirerek, ondan talebim ne, neden seviyor, neden yakın oluyor, neden vaktimi onunla geçiriyor, bundan ne bekliyor, ne elde ediyorum diye sorabiliriz biz de kendimize. Efendiciğimin dizelerini hatırlamamak şimdi mümkün mü?

“Bilgin sana kıymet, talebin neyse osun sen. İnsanlığı sâde yiyip içmekte mi sandın? Hâlin ne ise müşteri sen oldun o hâle. Noksanı meğer adl-i ilâhîde mi sandın?”

mısralarıyla Ken’ân Rifâî Hazretleri gönlümüze sesleniyor. Biz de bazen tek bir şeye takılıyoruz, bazen farklı farklı şeylere müşteri olarak geçiriyoruz zamanı. Yaşayıp gidiyoruz işte... Sâhi, yaşıyoruz değil mi? Sâmiha Annem de Dile Gelen Taş’ta “Ruh için ölmez, derler. Ölmez mi? Allah’la biliş tutmamış her ruh zaten ölüdür. Hak’tan

ırak olan ruh yaşar mı ki ölsün?” diyor. Yaşıyoruz, değil mi? O’nunla beraberiz, O’nu tanımaya çalışıyor, onu çok seviyoruz... Fakat sevmek nedir? Bir büyüğümüz, Ken’ân Rifâî Hazretleri’ne “Efendim, sizi çok seviyorum.” demiş. Efendim de, “Beni sevmek, benim sevdiğim her şeyi sevmek demektir. Benim de sevmediğim bir şey yok.” buyurmuşlar. Allah’ın sevgilisi, sevmeyi böyle değerlendiriyor. Demek ki insanın yaşaması için Hakk’la biliş tutması, O’nu tanıması, o sevgiyle sulanması; Allah’ı sevdiğini iddia edebilmesi için de, O’nun sevdiklerini tanıyıp sevmesi gerekiyor. Buna göre Hazret-i Muhammed’i tanımadan, O’nu sevmeden ve dolayısıyla Ehl-i Beyt’i tanımadan, onları sevmeden Allah’ı tanımanın ve sevmenin mümkün olmadığını görüyoruz. Bu “seviyorum” iddiası kuru bir zandan ibaret kalıyor, sevdiğimizi sanıyoruz. Tıpkı yaşadığımızı sandığımız gibi. Can, hayat, dirilik... Bu mefhumlar bir tek şeye bağlı kılınmış: Hazret-i Peygamber’le olan irtibatımıza. Can olan O, âlemi canlı kılan O’nun varlığı. Yaşamak O’nunla mümkün. Ne kadar O’nunlaysak, o kadar yaşıyoruz. O’nunla irtibatta olarak, O’nu tanıyarak, sevgisiyle bütünleşerek yaşamanın da benim anladığım bir sonucu var. Yaratılmış her şeye, her varlığa gönülden, aşkla, şevkle, muhabbetle hizmet etmek. Hizmet ettiğimiz kadar canlı, hizmete vesile olmaya şükrettiğimiz kadar O’na yakın, bunları kendimizden bilmediğimiz kadar da inşallah O’ndayız…




Kâbe’de Bir Öğle Namazı Yeşim Çiçek desenli halının üzerinde oturuyorum. Çevremde arkadaşlarım, biraz uzakta tanımadığım insanlar; farklı dilde, farklı renkte, farklı kıyafetlerde... Çocuk sesleri yükseliyor zaman zaman. Koşan çocuklar, ağlayan bebekler… Konuşmalar, gülüşmeler, duâ edenler, edeplice uzanmış dinlenenler. İnsanları seyrediyorum; çevremdeki havayı ciğerlerime çekiyorum. Huzur tüm bedenimde, ruhumda. Bekliyorum. Kısa bir süre sonra okunacak öğlen ezanını bekliyorum. Sükûnetle... Müezzinin sesi Kâbe ve çevresinde yankılanmaya başladığında artık farklı bir yerdeyim. Gidenler bilirler, Mekke ve Medine’de ezanlar farklıdır. Canınıza işler. Ezan başladığında artık zaman yok olur benim için. Mekân ise belirsiz… O güzel sesten o güzel ezanı dinlerken artık nerede olduğumu bilmiyorum. Sanki bu dünyada değilim. Mekân önemini yitirmiş, zaman hükmünü kaybetmiş. Ben her şeyden ârî, bir huzur denizinde yüzerken buluyorum kendimi. Ses damarlarıma işliyor, ezanı duyuyorum ama cankulağımla duyduğum şeyler bambaşka. Bu öyle bir dâvet ki sanki tüm ömrümü bu ezanı duymak için yaşamışım. Bildiğim tüm duygular gidiyor -sevinç, hüzün, neşe, endişe, beklenti. Sadece derin bir huşû, büyük bir huzur. Etraftaki sesler ve yüzler ezanın başlaması ile siliniyor, koca Mescid-i Haram’da sadece ezan yankılanıyor. Tüm dünya tek ses oluyor. Sünneti tâkiben farz namaza geçerken saflar sıklaştırılıyor. Mescid-i Haram sanki yekvücud olup hâzır

olan imama uyarak namaza duruyor. Binlerce, yüzbinlerce insan sadece birkaç metre ötesinde olan Kâbe’ye dönük olarak namaz kılıyor. Birbirinden bu kadar farklı insanı böylesine bir uyumla başka ne hareket ettirebilir acaba? Prova olmadan, koreografi olmadan böylesine bir görüntü başka nerede sergilenenilir? Birlik olmanın önemini kavrıyorum, safları sıklaştırmanın, farklara rağmen gözünü tek bir noktaya dikerek görev başındaki imama uymanın önemini hissediyorum. Böylesine bir teslimiyette ortaya inanılmaz bir enerji çıkıyor. Tek ses, tek yürek, ancak herkes kendi idrâkince Allah’ına ibâdet ediyor. Herkes biricik ve kendine has tecrübesini yaşarken diğerleri ile birlikte olmanın huzurunu, enerjisini, gücünü hissediyor. Peygamber Efendimiz’in ve hocamın birlik üzerindeki vurgusunun önemini ben bir öğle namazında Kâbe’de yüreğimde hissediyorum. Kâbe’de ezan başkadır, namaz ise bambaşka. Kılınan farz namazlar, nâfile namazlar, tesbih namazları sonrasında odaya gelince abdest alıp namaz kılma telâşı yaşadığım o akşam kendi kendime gülümsüyorum. İnsanın ibâdette kendisini görmediği, zevk ve yokluk içinde yaptığında hep daha fazlasını isteyeceğini söyleyen hocamın sesi geliyor kulağıma. Çok şükür, diyorum; beni buraya getirene, burayı bana zevk edindirene, bu namazları kılmamızı nasip ettirene. “Çok şükür” dedim, güzel Rabbime.



Cân-ı candır… Ken’an Rifâî Hz. Cân-ı candır Hazret-i Ahmet Muhammed Mustafâ

On iki imamdan elhak şems-i aşk etti tulû’

Tende hem rûh-i revânımdır Aliyyü’l-Murtazâ

Hep bu aşkın âşık u pervânesi buldu rehâ

Kurre-i ayn-ı Muhammed Şah Hasan ibn-i Alî

İstemez ihsânına Allah Azîmü’ş-şân ecr

Hem Hüseyn-i müctebâ şâh-ı şehîd-i Kerbelâ

İstiyor ancak muhabbet, Ehl-i Beyt’e Kibriyâ

Seyyidü’s-süccâd Alî Zeyne’l-abâ Bâkır Velî

Allah’ın emriyle farzdır, hubb-i Ehl-i beyt heman

Şâfi-i mahşerdir elhak Câfer-i nûr-i Hüdâ

Ehl-i Beyt’imde dedi Allah, Resûl-i müctebâ

Mûsa-i Kâzım erenler cem’inin mısbâhıdır

İsrine girmektir ancak bil muhabbet onlara

Hak-nümâdır Hazret-i Şah-ı Alî hulku’r-rızâ

Hüccet ister buna kāl ile olmaz iddiâ

Sâkı-i kevser Takî mısbâh-ı pür-envar Nakî

Seyyid Ahmed’den tecellî etti envâr-ı Alî

Kıble-i irfân hasen el-Askerî bedrü’d-dücâ Rehber-i dîn-i mübîndir, kıble-i hâcâttır Hâdi-i hükm-i şerîat mehdi-i sâhib-livâ

Oldu aktâba Rifaî muktedâ vü pîşivâ Can nedir ki eyleyeyim dâim fedâ-yı Ehl-i Beyt Etmesin aşk u edebden Ken’an’ı Allah cüdâ


Aynı Kandilin Nûru Banu Büyükcıngıl Aralık ayında Peygamber Efendimiz’in dünyayı teşrifini kutladık. Mevlid Kandili, O’nun o kutlu doğumunu azıcık da olsa idrak etmemiz için bir fırsat yaratıyor. İlim öğrendikçe Allah’a duyulan aşk artarmış der büyüklerimiz. Gerçekten de öyle. Peygamberi sadece 600’lü yıllarda 63 sene yaşamı bir zat olarak görmek gene bizim kalıplaştırmayı seven zihinlerimizin bir oyunu olsa gerek diye düşünüyorum. Allah, Hz. Muhammed’in önce hakikatini yarattı, sonra her şey yavaş yavaş oluştu. Dünya, ilk canlılar, bitkiler, hayvanlar, insanlar ve peygamberler… Âdem’le başlayan güneşin doğuş ânı, Hz Muhammed ile öğlen vakti gibi tam tecelli etti. Her şeyin çekirdeği Peygamber’in hakikati iken tüm 63 sene vücuduyla da teşrif etti dünyayı. Peki Peygamber Hakk’a yürüyünce mânâsı çekildi mi? Mânâsının çekilmediğini O’nun nûrunu bir çıra gibi kendinde yakıp kendinden vazgeçip yananların nûrunda görüyoruz. Aynı nur vücut değiştirip farklı kandiller aracılığıyla aydınlatıyor yolumuzu. Hem de tam sahibinin istediği gibi… Müslüman olanı da olmayana da tevâzu, aşk ve ilim ile nurlandırıyor… 25 Aralık’ta düzenlenen Özel Dost İslâm’a Hizmet Ödülleri gecesinde ödül alanlardan biri olan Fransız asıllı müslüman mutasavvıf Rene Guenon da bu nuru taşıyanlardan biriydi. Fransa’da Katolik bir ailede büyüyen Guenon, Allah’ın bir lûtfuyla müslümanlıkla tanışmış ve kitapları ve mektuplarıyla her dilden ve dinden insanı etkilemiştir. Mısır’da yaşayan Guenon, 1951 senesine kadar Mısır’da,

Kenan Rifâî ise aynı senelerde İstanbul’da Muhammedî nûru arzdan arşa taşımışlardır. Kendilerine yanaşanların çıralarını aşk ateşinden tutuşturmuş ve her zaman müslüman ahlâkını, edebi ve ilâhî aşkı anlatmışlardır. Kendileri de bu nûrun tam tecellisi olması hasebiyle Peygamberimizin mânâsının dünyamızdan çekilmeyip aksine bütün dünyada nasipli gönülleri yakıp kül ettiğini görüyoruz. Ve bu nurdan nasiplenen kandiller, bir sonrakini tutuşturup vazifesini teslim ederek vücutlarını terk ederler. İşte Muhammedî nur, dalga dalga dünyayı sarıp bizi Allah’ımıza yaklaştırmak için çalışan rehberlerin önderliğinde her geçen gün daha da bir kor olmaktadır. Allah aşkının ateşi ile bizi doğru yola sevk eden rehberlere şükür.



Öbür Âleme Yolculuk Zeynep C. Gideceğiniz yer Arabistan değil, öbür âlem’ demişti Cemâlnur Abla. Öbür âlem kavramı bize çok tanıdık olmadığından, oralar bize uzak ve yabancı gelmiştir. Çünkü ne oralara giden biri ile karşılaşmıştık, ne de oralara gitmiştik. Yakınlarımızdan o tarafa yolcu ettiklerimiz olmuştu ama idrâkimiz oraya gidenlerin bizden hep uzaklaştığını düşündürmüştü nedense. Yolculuk heyecanı, Medine topraklarına indiğim anda hafifledi. Sanki içimden bir ses ‘rahatla, geldin, hepimiz burdayız’ diyordu. Ravza’ya, yani Peygamber Êfendimiz’in huzuruna gidip orada bulunanların gözlerindeki peygamber aşkını ve heyecanını görünce henüz onun karşısında olduğumu hissedemediğimi fark ettim. Aslında çok yakınımdaydı ama gören gözlerimle göremiyordum. Etrafım duâ edenler, Hz. Pir Ahmed er-Rifâî’nin ravzaya geldiği zaman söylediği gibi ‘uzat elini de öpeyim’ diyenler, ağlayanlar, namaz kılanlar veya gülenlerle doluydu. Ben de onlar ne yapıyorlasa yapmaya çalışan âciz biri gibi hareket ettiğimi düşünürken, önümde duran bir teyze sandalyesini küçük ayak parmağımın üzerine koymuş ve üstüne oturmuştu bile. Tabii ki bir anda ayağımın acısıyla bir ah çekmiş ve ayağımı tutarak, küçük bir çocuk gibi ağlamaya başlamıştım bile. Ben ağlayınca ayağıma basan teyze de ağlamıştı, yanımızdaki bir başka teyze de ve bir başkası da... Hepimiz bir anda ağlamaya başlamıştık. Ağlayışın ardından bir anda o ‘ah’, Allah olmuştu (her âhın içinde bir Allah varmış). İçimi bir huzur ve sevinç kaplamıştı. Ağlamaya devam ederken sanki Peygamber Efendimiz’in bana ‘kızım ancak bu şekilde anlayacaktın’ dediğini duyar gibi oldum. Onun aynı zamanda

esprili de olduğunu bildiğimden içimde muzip bir gülümseme de belirdi. Ama dıştan görenler canımın çok yandığını ve o yüzden ağladığımı düşündüler. Olsun, ben onunlaydım o da benimleydi. Hatta ayağıma basan teyze bir yandan ağlarken bir yandan da ‘kızım affet, çok mu canın yandı?’ dedi. Ben de ‘yok teyzeçiğim, önce acıdı ama sonrası bir zevkti’ dedim. Orada olan olay sadece bir ayağa basma hâdisesi değildi, O bize dokunmuştu. Başka bir arkadaşımın da orada ayak parmağının kırıldığını öğrenince çok sevindim. Demek ki o benden daha güçlüymüş diye düşündüm. Bu olaylarla öbür âlemin güzelliklerini ve huzurunu hissettirmişti canım peygamberim bize. Kendi kapasiteme göre Celâl içindeki Cemâl’in bu olduğunu düşündüm. Bu seyahat sırasında ağladığım tek olay bu değildi. Medine’den ayrılıp Mekke’ye Kâbe’ye gidişimiz ve Kâbe ile ilk karşılaşmamız sırasında da içimden bir şeyler koptu ve kendimi tutamadım. Evet, yine ağladım, hem de hüngür hüngür… Ağlarken de yüzümü kapatıyordum. Neden yüzümü kapattım, bilmiyorum. Belki edep ettim, belki af diledim, belki de utandım. Kâbe’nin karşısında ağlamamalı, huzuru hissetmeliydim. Sonra şunu hissettim, ağlamak beni öyle rahatlatmıştı ki, ardından müthiş bir huzur gelmişti. Kendi kabın ölçüsünde hissedebildiğim ‘huzur’u târif etmek çok zor. Kâbe’de birlik ve tevhid var derlerdi, gerçekten de öyle. Umarım bu huzuru herkes hisseder ve herkes buradaki güzellikleri görür. Huzurumuzun daim olması, hep huzurda olabilmek ve Kâbe gibi herkesi birleyebilmek dileğiyle...



Velvele Hundi Can cânına “Canım” dedi “Benim” demeden “Ümmetim…” dedi Bizlere de can dedi Can bulduk İç, içine “İçim” dedi İçiçe, Şerbetten içtik Yansıdı Yan yana Başladı Başbaşa Seyrettik Kendi, kendine seslendi Kendinden kendine Kendiliğinden “Ol” dedi Olduk




Cân-ı Can Sesil Pir “Akıl adlı ihtiyar fikir adlı çocuğunu aşk mektebine yollamış… Ondan bir şeyler öğrensin diye… Ama nâfile, hiçbir şey öğrenememiş çocuk… Tâ ki kitapları atıp GÖNÜL olarak gidince öğrenmiş hakikati...” İnsan ne tuhaf… İçimizde olan, bize en yakın hâlleri, hakikatleri göremiyoruz da, binlerce ötedeki herşeylerden haber oluyoruz. Her birimizde bir kalp var, çok şükür. Biz vaktiyle kalbi olan herkesi bir zannederdik ve hatta ‘herkesin bir kalbi var işte’ diye bilir, üstünde durmadan geçerdik. Meğer öyle değilmiş: Kalp ayrı seymiş, gönül ayrı, can ayrı seymiş… Herkesteki kalp aynı şekilde zuhur etmezmiş. Kalp denilen şey, maddî görevini yapan bir organcıkmış sadece. O organ ki ancak sahibi hakikat yoluna girip irfan ile aydınlanınca, diğer bir deyişle üzerine ilâhî ilim yansıyınca, onda Hak kendini gösterirmiş. İşte ancak o vakit kalp gönüle dönüşürmüş. Gönül ki, hakikat nuru ile aydınlanınca asla eşitlikten, haktan, çabadan, zarâfetten ve aşktan geçmezmiş. Can ise insanın ruhuymuş, sırrıymış. Yaratılışımızdan gelen, bizdeki gizli isimlerin saklı yeriymiş. Tasavvufî eserlerde can kelimesi bazan Allah anlamında, bazan Resûlullah, bazan da şeyh için kullanılmakta... Demek ki biz de Allah’tan, Hz. Muhammed’den ve ustamızdan birer parça gizli… ama derinde… çok derinde… ve çaba göstermeden kendini âşikâr etmiyor. Bunu bilmek bile insanı heyecanlandırıyor.

Bir zamandır ‘cevher’ diyorum ben bu sırlara; belki doğru, belki yanlış… Dünyadaki en güzel seslerde söyleyenin cevherini duyuyorum veya çizilmiş bir tabloda çizenin cevherini görüyorum. Beyaz beyaz pamukçuk gibi hayal ediyorum o sırları ve yufka yufka görünmelerine rağmen sanıyorum ki çok zor onları taşımak, ağır bir görev ve mücadele istiyor. Belki de bu yüzden çok başarılı insanlar dünyevî bağlar üzerinden cebelleşmeye çalışıyorlar konumları ile diye de düşünüyorum. Bütün dünyanın dinlediği bir ses bahşedilmişse sana örneğin, fakat kimse sana içindeki sırdan bahsetmediyse ve bir usta sana o cevher ile başa çıkmayı öğretmediyse, bocalıyorsun. Bu yüzden biz ihvan dostlarını ve kendimi dünyanın en şanslı insanları addediyorum. Bize dokunup gözlerimizin perdesini açan olmuş, çok şükür, ki şimdilerde içimizdeki cevheri dışarı çıkarmak için çabalıyoruz diye düşünüyorum. Sanıyorum Yunus Emre de “Bir ben vardır, benden içeru” derken, aynı bu sırra, sırlara atıfta bulunuyordu. Allah hepimize o sırlara erişmeyi ve minnacık bir atomdan halka halka çoğalmış gibi hayvanı katmanlarımıza sarılmış cevherleri bir bir açık etmeyi nasip etsin inşallah.


Zaman Emine Ebru Sahnede 11-12 yaşlarında bir kız çocuğu var. Seksenli yılların henüz en başında kardeş kavgasından yorulmuş, aşınmış bir memleketin hafif karanlık, biraz melankolik ve çokça tevâzu dolu dünyasında gelecekle ilgili hayaller kuran bir çocuk. Kendini bildi bileli zamanı geçer akçe saymış. Sabahları 08:30’da kalkılır. 9:00’da kahvaltı yapılır. 11:00’de radyoda Çocuk Bahçesi programı vardır. 12:30’da okula gidilir. Akşam 18:00’de mutlaka yine radyonun başında olunmalıdır. O zamanlar adına henüz “jingıl” denmeyen hep aynı mandolin sesinin tıngırtısı ile başlayan “Arkası Yarın”lar için sabırsızlanır bu çocuk. Efekt, Korkmaz Çakar’dır ve piyesler hayallerini hep yeni malzemelerle donatır. O dönemde televizyonun açılış kapanış saatleri vardır. Pazartesiler Milliyet Kardeş günleri, Cumartesi semt pazarına giden annenin filelerini taşımaya yardım günleri, Pazar mutlaka banyo günleridir. Velhâsıl zamanı bilmek gerekir, zaman pek kıymetlidir. O dönemin Türkiyesi tüketimle henüz tanışmamış. Zincir marketlerin ışıltılarının altında beğeniye sunulan sınırsız çeşidi bilmez bu çocuk. Mahalle bakkallarında tezgâhın önünde duran açık teneke kutulardaki bisküviler ziyâdesiyle yeter onu mutlu etmeye. Bir de özel günlerde kapı girişindeki ipe asılan yaldızlı şemsiye çikolatalardan alınırsa değmeyin keyfine. Babasının her ay başında zarf içinde eve getirdiği tek maaşı meşakkatle ama aynı zamanda basiretle çeviren annesi, zorlukları ne ona ne de kardeşine hissettirmez ki. Mutludur çocuk. Bilmez hayatında hiçbir şeyin eksiğini. Onun için para değil zamandır geçer akçe.

İlkokulu bitirdiği yaz babası bir akşam müjdeli bir haberle gelir. Ertesi gün birlikte Tahtakale’ye gideceklerdir. Niyesini bilmez, meraklı ve sabırsız meşrebine rağmen nedenini bile sorgulamaz. Tahtakale’ye gezmeye gitmek bile başlıbaşına bir karanavaldır onun için. Kız, babasının elini tutar. Babası onu Saatçiler Hanı’na götürür. Kahverengi deri kayışlı, içi altın yaldızlı, küçük diktörgenden zarif bir saatle dönerler eve. İlkokul bitirme hediyesidir bu. O güne kadar görev bildiği hiçbir şeye karşılık hediye almamış bu çocuk, saati gururla takar koluna. Bir daha da ömrünce hep kolunda saat ile yaşar bu hayatı. Allahını çok sever. Hep koruyan, yardım eden, müşfik bir Allah vardır onun için. Din, pamuk anneanne ve dedesinin bu dünyada başkanlığını yaptığı bir sistemdir sanki onun için. Üstelik zamana pek kıymet verir onun dini. Her şeyin zamanı vardır. Namazın, orucun, kurbanın… Her şey tastamam zamanında olmalıdır. Yalnız aklı şu cennet hayatını bir türlü kesmez bu çocuğun. İyi bir insan olmak ister, Allah onu cennetine koysun ister. Bolluk ve neşe içinde bir cennet hayatına iman eder. Lâkin aklı sonsuzluğu kesmez. Sonsuz da nedir yahu? Zamanla nasıl takip edilir ki bu sonsuz? Yok yok, aklı kesmez ama çözmek için büyümeye bırakır bu meseleyi. Sonra büyür bu çocuk. Güya daha karmaşık meselelerle uğraşan, aklı başında bir yetişkin gibi dolaşsa da ortalarda aslında hayata dair basit okumalar yapmayı seçer. Zaman onun için hâlâ kıymetlidir. Geçmiş ve gelecek kavramları, hayallerinin ve planlarının merkezine oturur. Ama tüm putları kırmaya muktedir olan mürşid, tam da bu esnâda devreye


girer ve filmlerdeki akla kazınan sahneler gibi bir anda zaman kavramını da yer ile yeksân eder. Bittabî yerine Allah aşkını koymak şartıyla. Lâkin dışıyla yetişkin, içiyle çocuk olan bu kız zamanın, lineer bir çizgi olmadığını anlamakta ve dünya planını keşfetmek için kullanılan bir mecazdan, bir vehimden öteye bir anlam taşımadığını idrak etmekte bir hayli güçlük çeker. Geçmiş yok, gelecek yok, ayân-ı sâbite olarak kodlanan isimlerimizi ortaya çıkarmak için çok evvelden yazılmış bir senaryoyu oynayan vücutlar olduğumuzu anlamak onun için çok zordur. Nasıl zor olmasın? En büyük meselesi olan sonsuzluğu idrak etmek için elindeki tek ölçü birimi olan zaman kavramı da elinden alınınca başı kesik tavuk gibi ortalarda öylece kalakalmıştır. Mesele burada bitse de düşünmeyi terkedip kendini olayların akışına bıraksa yine iyi. Lâkin bu deprem, artçılarıyla gelmiştir: Okullarda onsekiz yıl boyunca harcadığı mesâiyi bir anda ehemniyetsiz bırakan, vakit ve zamanın birbiri ile eş anlamlı olmadığını farkettiği an bir başka artçının habercisidir. Vakit tam mânâsıyla AN olarak karşısına konur. Ne geçmiş ne de gelecek. Tam da tecrübe edilen tecelliyat ve içinde bulunulan hâlin adıdır vakit. O halde vakte riâyet de o hâle riâyet etmek, hâlin gereğini yerine getirmektir. Dahası vaktin bir sahibi vardır. Makamlar kime işaret ederse etsin, sâlik için mürşididir bu. Yani vakte riâyet bir anlamda mürşidin onun için işaret ettiğine de riâyettir. Bulmuştur işte; zaman değilse de vakit yine geçer akçedir. Tedâvülde kalması ise mürşide rapt ile mümkündür. Kız mutludur artık, zamanın sırrını bulmuştur….



Kendime Ceyhun Özdemir Kimseye bir şeyler öğretmek zorunda değilsin, kimseye bir şeyler anlatmak zorunda da değilsin. Hatta ve hatta hiç bir olaya anlam yüklemek zorunda da değilsin. Sen mutluysan olay bitmiştir! Kimse sana ve senin bilgine muhtaç değil. Kimse senden öğrendikleriyle nirvanaya ulaşmayacak. Kimselere kendini kanıtlamak zorunda da değilsin. Sen mutluysan olay bitmiştir! Varsın, sustuğun için sana câhil desinler, hatta sana ahmak da diyebilirler. Varsın sana ‘o’cu, ‘bu’cu desinler. Varsın, sana en beğendikleri kimlikleri giydirsinler. Herkes kendi seviyesi kadar giydirecektir seni ve sen “desinler”in kölesi olmadığın sürece sorun yok. Sen mutluysan olay bitmiştir! Yarın ölüp gitsen senin yerini dolduracak binlerce insan var bu dünyada. Küçücük bir vücutsun, neyinle övüneceksin? Mezar taşın mermerden olsa ne olur, tahta parçasından olsa ne olur? Sen mutluysan olay bitmiştir! Ancak… Ancak hâlâ kalbinde bir kırgınlık, öfke, kin, üzüntü, endişe, korku, mutsuzluk varsa o zaman daha yolun başındasın demektir. Hiç arkana bakma, arkan bomboş!


Aşk-ı Hırs Yavuz Metrobüs meydan savaşlarını bilirsiniz; eğer mesai saatlerinin başlangıç ve bitiş zamanlarında metrobüse binmeyi göze aldıysanız başınıza ne geleceğini umursamadan zorlu bir mücadeleye girişmeyi de göze almışsınız demektir. Siz dilediğiniz kadar nezaketle sıraya girip kimseye dokunmadan o kapıdan içeri girmeye çalışsanız da muhakkak birileri, o eşsiz koltuklardan birine oturabilme aşkıyla sizi adeta ezip geçecektir. Sonuçta herkesin tek istediği şey rahat bir yolculuk yapmaktır. Bunun tek yolu ise “boş bir koltuğa sahip olmak için başkalarını ezmek ve geçmektir.” Kâbe’nin tam yanında, metrobüs meydan savaşları misâli, hatta ondan daha da zorlu bir itişip kakışma içine girdiğinizi düşünün. Ayıp, günah ve edepsizce mi dersiniz? Asla değil! Eğer Kâbe’de Hacer’ul Esved’e dokunmak istiyorsanız, aman sıraya gireyim, itişip kakışmayayım, kimseye zarar vermeyeyim gibi düşünceler içinde olamazsınız. Gidenler bilirler; Hacer’ul Esved’e dokunmak ve ona yüz sürmek için herkes müthiş bir mücadele içindedir. İnsanlar birbirlerini iterek, önündeki kişiyi çekip onun yerine geçmeye çalışarak, adeta savaşarak ilerler. İnsan o hengâmede arada belki birilerine vurur, zarar verir. Ve elbette kendisi de başkalarından zarar görür. Bu uğurda kaburgaları çatlayan, ayak parmakları ezilen çok kişi bilirim. Ama dönüp de kimseye sen niye bana zarar veriyorsun denilmez. Her türlü bedensel darbeye rağmen kimse kimseye kızmaz, darbelere kimin sebep olduğuna bakılmaz. Herkes hedefe kilitlenip devam eder.

kesin aşkının şiddeti, aşkı tanımlaması başkadır, ama temel aşka dayanır. Aşk bir olunca herkes birbirini anlar, birbirinin aşkına hürmet eder. Alınan darbeler bir aşkın eseridir. Zarar veren kişinin tek maksadı aşkına ulaşmaktır, kimseye ne yaptığının farkında bile olmaz. Zarar gören kişinin maksadı da aynıdır, kimden ne boyutta zarar gördüğüyle ilgilenmez. Peki, kâinatta kaç türlü aşk vardır diye sorsak bir tane mi cevap alırız? Herkesin aşkı, aşk tanımı başkadır. O halde dünya aşkı da bir aşk değil midir? Çoluk çocuk, mal mülk, eş dost, makam mevki aşkları da birer aşk değil midir? Sosyal hayatın içinde bir şekilde birlikte yol almak zorunda olduğumuz hırslı ve egolu insanların hırsları da birer aşk değil midir? Ve dahası, sırf hırsları yüzünden bize zarar veren, ezmeye çalışan bu insanların bize verdiği zarar da bir aşk uğruna değil midir? Evet, kabul etmek gerçekten çok zor. Ama gerçek bu.

Sebep? Aşk.

Eğer Hacer’ul Esved’i öperken kaburganı kıran kişiye sırf aşkı yüzünden hürmet edip yoluna devam edebiliyorsan, para, makam hırsı yüzünden sana zarar vermeye çalışan kişinin bu aşkına da hürmet edip yoluna devam etmeyi öğrenebilmelisin. Herkes bir aşk uğruna sağına soluna bakmadan yoluna devam etmeye çalışıyorsa sen de kendi aşkının ne olduğuna karar verip, başkalarına aşkları sebebiyle hürmet edip, kendi hedefine kilitlenmeyi öğrenmelisin. Etrafa takılıp kimseyle meşgul olmamayı artık öğrenmelisin. Aksi halde uygulamaya çalıştığın din şuursuz bir mecburiyetten, tasavvuf bir moda akımı olmaktan öteye gitmez.

Herkes aynı aşkla aynı hedefe doğru ilerler. Evet, her-

Benden kendime söylemesi.



Birliği Görmeye Niyet Ettim Mehveş Sabaha kavuşmayı bekleyen gecenin misâfiriyim yine. Uykum başını alıp gitti ve bedenim yürümekten yorgun fakat uyuyamıyorum. Zihnim dolu, gönlüm âvâre… Penceremin kenarına oturdum, bir boydan bir boya uzanmış şu caddeyi seyrediyorum. İçten içe de bu renkliliğin hikmetini, çokluktaki birliği, zıtlıkların birbirini nasıl tamamladığını idrak edebilmek istiyorum. Dünya, âdetâ ezel ile ebed arasına köprü olmuş bir bahçe… Kendimize güvenip yerin, göğün yüklenmekten edep ettiği emânete biz sahip çıkmışız. İsim ve sıfatlarımızı kuşanıp gönderilmişiz bu cenk meydanına. Her birimiz başka bir sûrette; herkes kendi mânâsının kokusunu yayıyor. Kimi sümbül kimi menekşe kimi kaktüs kimi ot… Hepsi Gül’ün yüzü suyu hürmetine yaratılmış ve her farklılık birbirini tamamlıyor. Denge kurulmuş; her şey yerli yerinde bu meydanda. Ancak kimse farkında değil. İnsan, emânetten bîhaber, isyan içinde! Eline imkân verilse meydandaki bütün düzeni değiştirir, çünkü hiçbir şey yolunda değildir ona göre. Arzu ettiği yahut hayal ettiği ona verilmiyordur. Cezalandırılması gereken, mutlu mesut yaşıyordur; mükâfatlandırılması gereken ise dertlerle meşguldür. Ne yaşanılanlarda ne de insanlar arasında adâlet vardır. Bu gafletin teşhisi de belli; sûretleri ve hâdiseleri kendimize perde yapınca bütünü görmekten, yani yapan ve yaptıranın kim olduğunu idrak etmekten âciz kalıyoruz. Benim sadece şu pencerenin çerçevesinden görünenleri seyre dalmam, ötesinden habersiz olmam gibi… Meselâ şu cadde, hakikatin bize yansıyan aynalarından biri ve bu yolda herkes âlemdeki rolü icabı hareket ediyor; kimi sağa sola sapıyor kimi düz gidiyor kimi geri dönüyor

kimi de sadece duruyor… Aslında kendi kokusunu nerede duyarsa oraya meylediyor. Bu cümleler neden şimdi zihnimde deverân ediyor, bilmiyorum. Uzun süredir çokluğa takılıp her şeyi sorguladığım için belki de… Halbuki farkında olmadan pek çok bahçede gezerek yetiştim. Türlü türlü çiçekler koklamak nasip oldu. Hem sevdim hem sevildim. Sonra büyüdüm ve bir gün nefis dikenlerine rastlayınca meydanın orta yerinde kalakaldım. Yaram var ey bahçedekiler, son günlerde çok kanıyor! Sizler birbirinizden uzaklaşıp birliği görmezden geldiğiniz için değil. Sizleri örnek alırken hayal kırıklığına uğradığım için de değil. Benlikten kurtulamadığımdan, O’nunla (c.c) râbıta kuramadığımdan! Önce kendime anlatabilsem aslında Gül’ün bahçesinde olduğumuzu… Gönlümü, gözlerimi, dilimi nefsime âlet etmesem ve kimsede kusur görmeyip darılmasam… Hani O’nun rızâsı olmadan bir yaprak dahi kıpırdamazdı? Dinleyip ne çabuk unutuyorum! Şu dünya sahnesinde yeterince yükümüz varken kendimize ve birbirimize ettiğimiz zulüm neden? Cennet O’nun (c.c) olduğu yerken, O’nun olmadığı hiçbir yer de yokken bahçeyi yağmalamak neden? Emâneti hatırlasak, biraz durulup baksak… Aynı ağacın farklı dalları misâli, hakikatte sûretlerin hepsi vazifesini yerine getiriyor. İyi de kötü de kökten, yani O’ndan (c.c) beslenip hayat buluyor. Ve Cemâl’i sırlayan bu çokluk, aslında bir ağaç gibi Birlik’te yeşerip vuslata eriyor. Sonra aşk doğuyor! Gül’ün râyihası âlemi sarıp sarmalıyor. Belki de yaratılışın hikmeti burada aşikâr oluyor vesselâm…



Nefes Alan Tarifler Mantar Burger MALZEMELER:

HAZIRLANIŞI:

125g yumuşamış tereyağı

Tereyağını fesleğen, kekik, maydanoz, sarımsak, köri ve sıkılmış 1 limon suyu ile beraber karıştırın ve sürülebilir bir kıvam elde edin.

2 çorba kaşığı karışık (maydanoz, kekik, fesleğen) 1 diş iyice kıyılmış sarımsak 2 tatlı kaşığı köri 1 limon

4 büyük ızgaralık mantar Deniz tuzu ve karabiber 1 çay fincanı light mayonez 1 tatlı kaşığı acı biber sosu. 4 dilim hellim peyniri Turşu 4 adet çıtır taze hamburger ekmeği

Izgara tavanızı veya döküm demirinizi yada mangalınızı iyice ısıtın, mantarlarınızı otlu karışımlı tereyağınızla fırçalayınız, tuz ve karabiber ekleyerek 5 dakika mantarların her iki tarafını iyice pişene kadar ızgara yapınız. Pişirme esnasında mantarları yağlamaya devam edebilirsiniz. Bu arada mayonezi ve acı biber sosunu bir kenarda karıştırıp hazır tutun. Daha sonra hellim dilimlerini aynı ızgarada her iki yüzünüde altın renginde kızartın. Kızarmış ekmeğinizin üzerine acılı mayonez sosunuzu sürün önce mantarı üzerine peynir ve turşu koyarak servis yapabirisiniz.



www.nefesyayinevi.com hernefesdergisi@nefesyayinevi.com

/hernefesdergisi

/hernefesdergisi

/hernefesdergisi


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.