NİSAN 2016
78. sayı
AYLIK TASAVVUF KÜLTÜRÜ DERGİSİ
“K YOTO’DA K E N A N R İ FÂ Î TA S AV V U F A R A Ş T I R M A L A R I M E R K E Z İ”
EDİTÖRDEN Merhabalar efendim, Her Nefes’in târihî bir sayısına daha hoşgeldiniz. “Târihî” diyorum, bunu çok iddialı bulan dostlara da Nisan 2106 konumuzun “Kyoto Üniversitesi Ken’an Rifâî Tasavvuf Araştırmaları Merkezi’nin Açılışı” olduğunu söylemek istiyorum. Gerçekten bu, târihî bir sayı… Her Nefes ekibinden bu açılışa katılmak için Japonya’ya gidenlerimize ve cismen olmasa da mânen bu açılışı canlı olarak izleyen dostlarımıza hissettiklerini ve düşüncelerini sorduk. İstedik ki, hep beraber bu zamanı, bu açılışı, bu târihî oluşumu ve yaşadıklarımızı paylaşalım. Çok güzel ve çok etkileyici bir sayı oldu. Konu bu kadar özel ve önemli olunca yazılar da, hisler de, düşünceler de bir o kadar etkileyici ve çarpıcı oldu. Bizler bu lûtfa nâil olmanın şükrünü bilmeye çalışırken, siz dostlarımızı da buna ekleyelim, dahil edelim, hemhâl olalım istedik. İnşaallah eksik ve kusurlu anlatımımıza rağmen, bu târihî anları siz dostlarımızla hakkıyla paylaşabiliriz. Sözü kısa keseyim ve sizi Japonların bahar bayramı olarak kabul ettiği, doğanın uyanmasını simgeleyen “Sakura” adını verdikleri kiraz çiçeklerinin açılma zamanına denk gelen, gönül çiçeklerinin açıldığı, dostlukların perçinlendiği, tarihin yazıldığı
ve inşaallah İslâm tasavvufunun dünyanın dört bir köşesine yayıldığı, ruhumuzun bahar bayramına dâvet edelim. Nisan 2016 sayımıza hoşgeldiniz, safâlar getirdiniz. Yosun Mater
SOHBETLER Bir mes’ele hakkında iyi ve fena diye mukayese yapılması üzerine: - “Fena yoktur. Fenalık denen şey, iyiliğin bir derecesidir. Fena da iyidir. Niçin iyidir? İyiliğin kıymeti onunla meydana çıktığı için. Dünyâda mutlak hayır ve mutlak şer yoktur. Bir kimse için fena olan, diğer biri için iyidir. Dünyâdaki bütün sedalar, Türk, Arap, Acem, Kürt, İtalyan, İngiliz, Çin, Japon, eşek, köpek, arslan, kurt, ağustos böceği, yılan seslerinin hepsi do’dan si’ye kadar olan yedi notanın içindedir. (…) bütün sesler de bu yedi notanın muhtelif tarzda sıralanmasından ibarettir. Böyle olmakla beraber, sizin pek hoşlandığınız alaturka bir parçadan bir Avrupalı hazzetmeyebilir. Onun da hoşlandığından siz zevk almayabilirsiniz. Ama hoşlandığınız da hoşlanmadığınız da hep aynı notaların evrilip çevrilmesinden ibaret. O halde bunları nasıl beğenmez de fenadır, dersiniz? Binâenaleyh hiçbirini ayırt edip hor görmemeli. Hepsini hürmetle dinlemeli ye seyreylemelisiniz. Hiç değilse zevk alanların zevkine hürmeten sen de onlara saygı göstermelisin. Ama zevk almak mes’elesi başka!” (Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyâtı, 2000, s. 353)
***** Sokrat der ki: İlmin başlangıç noktası cehil olamaz. Meselâ hesapta bir veya iki meçhullü bir mes’eleyi halletmek için mutlak evvelce bâzı bilinen şeyler konmuş olmak lâzımdır. Cebirde de meçhullü muadele halletmek için evvelâ bâzı malûm şeyler konmalıdır. Onun için ilmin başlangıcı cehil olamaz, demiş. Fakat bu beyânını şerhetmemiştir. Eflâtun da der ki: “Bilmek demek, evvelce bilinen şeyi hatırlamak demektir.” O halde insanın dünyâya geldiği vakitte aradığı nedir? İlimdir. O ilmi bilecek, ondan sonra hayıra kavuşacak ve hayıra kavuştuğu vakitte de onu icra edecektir. İşte o vakit ilim, ameli meydana getirmiş olur. Bunun için lâzım olan, evvelâ diyalektik mertebeleri geçmektir. Birinci mertebede ruhu ayıplardan, fenalıklardan temizlemek lâzım gelir. Çünkü ayıp ve noksan oldukça ilim elde edilemez. İlim elde edilemedikçe hayıra kavuşulamaz. Yine der ki: Kâinatı ibda eden mîmar, bu tabiatı kendine benzetmiş ve öyle tasvir ve tanzim eylemiştir. Binâenaleyh tabiat, yaratılmış değildir. O, evvelce de mevcut idi. Haz-
ret-i Muhiddîn’in buyurduğu gibi bu imkân âlemi içinde bundan daha güzeli yoktur.
karşı yaptım; oraya gitmekle Hakk’ı tazim etmiş oldum.”
(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyâtı, 2000,
(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyâtı, 2000, s. 369)
s. 364)
***** Fener Rum Lisesi Müdürü’nün bir müddetten beri hasta olduğu söyleniyordu. Nihayet Balıklı Rum Hastahânesi’ne yattığını duymuştuk: - “Bu gün müdürü ziyarete gittim. Beni görünce hem hayret hem de memnuniyet içinde: Ah efendim, buraya kadar niçin geldiniz, sizi bu ziyarete sevkeden sebep nedir? diye hem sevindi hem de hastahâneye kadar gelmiş olmama taaccüp etti. Esasen evde de hastayı yoklamaya gideceğimi söylediğim zaman itiraz edenler olmuş: Mübarek kandil günü bu ziyarete ne lüzum var? demişlerdi. Hastaya cevaben: Beni buraya sevkeden insaniyet duygusudur, dedim. Öyle ya... Bir kalbi memnun etmek gibi güzel şey var mıdır? Nasıl ki kalp kırmak kadar da fena şey yoktur. Hıristiyan olsun, müslüman olsun, her insanın bir kalbi vardır ve kalpten de Allah’a giden bir yol vardır. Şu halde ben o vazifeyi Hakk’a
“Tek Dileğim, Dinin Hakikatini Hep Birlikte Dünyaya Yaymamız…” Cemâlnur Sargut ile Söyleşi Kyoto Üniversitesi’nde kurulan Ken’an Rifâî Tasavvuf Araştırmaları Merkezi’nin açılış töreninin yapıldığı gün, törenin hemen ardından Cemâlnur Sargut Hocamızla bir röportaj yaptık ve kendisinin açılış gününe dair intibâlarını alırken geleceğe dönük planlarını ve düşüncelerini de sorduk. Kıymetli hocam, bugünü nasıl anlatmak istersiniz? Yani anlatılır gibi bir gün değil… Gerçekten hep Hazret-i Hatîce’yi düşündüm bugün. Önceden yollanmış, “erken gelen” adını vermiş Allah’ım ona. Peygamber’e hazırlamış onu. Allah nasıl bir hazırlık yapıyorsa Kyoto Üniversitesi’ni Ken’ân Rifâî Kürsüsü için hazırlamış. Türkçe bilen hocalar, Müslümanlar, tasavvuf ehli ve geleceğin lisanının Türkçe olacağını burada bir kere daha anlamış bulunuyoruz. Tasavvuf lisanı Türkçe olacak buna inanıyoruz ve iman ediyoruz. Çok güzel hocalarla çalışma fırsatını bulduk. Bu mucizeye tanık olmanın zevkini yaşıyoruz. İnşaallah bir dahaki adım Kore’de olur ve ben misyonumu tamamlarım. Allah’ın lûtfudur bana İslâm’a hizmet etme fırsatını vermesi. Japonya çok doğru bir yer. Çok güzel inanç, çok güzel bir
iman, gerçek Müslümanlığı yaşıyor gibiler ya sadece adlarının Müslüman olduğunun farkında değiller. Maddede Allah’ı görme zevkini yaşıyorlar. Allah gerçek İslâm’ı önce bizim ülkelerimize sonra buraya nasip etsin. Çin’i, Amerika’yı ve burayı Ken’ân Rifâî’nin mübârek mânâsında Müslüman görmeyi Allah bizlere nasip etsin inşaallah. Hocam gerçekten buradaki ekibi daha önceki çalışmalarımıza çok yakın, daha önceki çalışmalarımızla işbirliği yapmaya çok istekli gördük. Hem enstitü hem Amerika hem de Çin konusunda. Evet. Burada ilk adım sizce ne olabilir, neler olabilir? Bugün açılış sırasınca ben de bunları düşündüm ve bir kere mutlaka çok sık bir şekilde birlikte çalışmalar ve organizasyonlar yapmalıyız. Ken’ân er-Rifâî Hazretleri’nin “Dinle” başlığıyla İngilizceye tercüme edilen Mesnevî şerhinin acil şekilde Japoncaya tercümesini sağlamak zorundayız. Aynı zamanda “Sohbetler” kitabının Japoncaya tercümesi-
ni sağlamak zorundayız. Bu şekilde İslâm’ın hakikî mutasavvıflar tarafından nasıl yaşanıldığını ve öğretildiğini burada yaymalıyız. Çünkü buranın inancıyla hocamın anlattığı İslâm anlayışı gerçekten çok uyuyor -ki bu Peygamber’in anlattığı İslâm’dır, hiç fark yok. Ahlâk-ı Muhammedîyi onların dilinden anlatmalıyız insanlara. Bunun çok önemli olduğuna ben inanıyorum. Aynı zamanda önümüzdeki sene yapılacak olan ve bütün Türkî cumhuriyetlerini de kaplayan ve Kuzey Afrika’yı kaplayan -çok büyük bir tevâfuk, buradaki çalışmaların da Kuzey Afrika üzerine olduğunu öğrenmiş bulunuyoruz- bu İslâm anlayışının sempozyumunun da birlikte yapılmasını ve buranın da oraya katkıda bulunmasını sağlamak lâzım. Böylece birlikte çalışmanın zevkini yaşamak lâzım. Bir an önce Üsküdar Üniversitesi ile öğrenci mübâdelesine geçmek lâzım. Böylece daha çok Türkçe bilen, daha çok tasavvufu anlayan, yaşayan öğrenci adedini arttırmak lâzım. Buraya, Japonya’ya biz öğrenci yollayabiliriz. Japonca öğrenmelerini sağlayıp burada İslâm’ı anlatmalarını, yaşayan Müslümanların, mutasavvıfların İslâm’ı anlatmalarını sağlayabiliriz. Yani ben her seferinde “Ben misyonumu tamamladım.” derken bakıyorum ki yapacak çok iş var onları görüyorum. Önümüzdeki dönem galiba “Osmanlı’da Tasavvuf” diye çok spesifik bir ders açılacakmış meselâ burada. Evet bu çok önemli bir şey yani çok önemli bir şey. Onun için bir an önce Japonca bilen hocalarımız olmalı ve Türkçeyi burada çok daha geliştirmeliyiz. Sadece İbn-i Arabî
Hazretleri’ni değil, ki o çok büyük bir sultan ve çok önemli İslâm açısından ama Mevlânâ’nın doktrinleri, fikirleri, anlayışının da, Mesnevî’nin burada yaygınlaşmasını sağlamak lâzım. Böylece o hoşgörü sistemini tam oturtmak lâzım. İslâm’ın hoşgörü anlayışını Mevlânâ’nın dilinden buraya oturtmak lâzım. Bunun için de Mevlânâ âilesiyle görüşüp daha sıkı çalışmalara girmeyi düşünüyorum Allah nasip ederse çok iş var… Yani öyle anlaşılıyor ki sözlerinizden, Japonya çok birleştirici ve çok kavrayıcı bir tohum gibi olacak galiba. Şimdiye kadar olan çalışmaların etkilerini de biraraya mı getirecek? Evet çünkü meselâ Çin’de Çinlileri daha Müslümanlıkla hiç tanışmamış görmüştük. Lisan bilmiyorlardı, Arapça bilmiyorlardı, Kur’an bilmiyorlardı, zorla anlamaya çalışıyorlardı. Onlara bir ufuk açıldı orada ve Müslümanlıkla tanışmaya başladılar. Ve dört sene sonra yaptığımız sempozyumda o aşkı gördük onlarda. Fakat orada çok daha, daha baştan başlamıştık. Burada hazır bir topluluk var. Bir kere Çin’e nazaran daha yumuşak, daha aşk dolu, -tabiî idâresinin de verdiği rahatlıkladaha tasavvufa yatkın bir topluluk gördük. Bu yüzden burası daha müsait gibi geliyor. En azından daha üst bir seviyeden başlama imkânı bulabileceğiz. Türkçe bilmeleri de çok önemli tabiî. Bu bakımdan çalışmalarımızın daha kuvvetli olacağına iman ediyorum ben. Hocam sizin en önemli amaçlarınızdan birisi, gerçekten bütün dünya bir şekilde Arapça biliyor, bir şekilde Farsça biliyor
ama Türkçenin bilinmesi bizim açımızdan çok önemli çünkü Türkçe kaynakların çalışılmasını çok istiyoruz. Evet. Türkiye’de bu kısmen yapılıyor, mutlaka yapılıyor ama bunların İngilizce makaleler hâline getirilmesi kısmı oldukça yavaş. Hâlbuki burada hazır Türkçe bilen bir ekip var ve bunlar çalıştıkları makaleleri önce İngilizceye çevirecekler. Yani bu sürecin birleşmesi ve hızlanması açısından Japonya’nın nasıl bir rolü olacak? Çok büyük bir rolü olacağına ben iman ediyorum. Biz mesela Çin’de ve Amerika’da Türkçeyi şartlarımız arasına koymuştuk, öğretilmesini, böyle bir eğitim yapılmasını en azından projelendirmiş ve bir vizyon hâline getirmiştik. Fakat burada ciddi olarak bu çalışmayı görüyoruz ve Japonya’nın çalışmaları Batıya da farklı bir bakış getirecektir İslâm çalışması Japonya’nın ve Türkçe İslâm çalışması. Türkçe’ye bakış da değişecektir, İslâm’a bakış da farklı bir mânâ taşıyacaktır. Bu yüzden çok önemli diye düşünüyorum. (…) Eklemek istediğiniz bir şey var mı hocam? Tabiî ki bir de Kore’de istiyorum inşallah. Allah bana nasip ederse… Hiçbiri benim özel çalışmam değil. Hepsi Allah’ın bana lûtfu, tenezzülü diye düşünüyorum. Kore’yi de lûtfederse çok büyük bir lûtuf olacak gene de bana. Bu bakış açısından Hocamın mübârek isminin, o akıl almaz vizyonunun her yere
yayılmasını diliyorum. Ve onun ismi altındaki gerçek İslâm’ın insanlar arasındaki birliği, beraberliği, ülkeler arasındaki diyaloğu, sevgi bağını arttırmasını diliyorum. Ve inşaallah bir gün -ben bilmiyorum görebilir miyim- ama siz Avrupa’daki üniversitelerde de bu zevki yaşarsınız diye düşünüyorum. Hocam, buraya bu çalışma için gelen herkes mutlaka ne olacağını biliyordu ama gerçek anlamda da ne olacağını bilmiyordu. Tören esnasında herkesin intibâını, tepkilerini izlemeye çalıştık ve şaşkınlık ve hayranlık içerisinde gördük. Siz nasıl değerlendirdiniz? En çok beni ilgilendiren tabiî tasavvuf profesörü arkadaşlarım oldu. Onların mutluluğunu gördüm. Hakikaten onların da şaşırdığını gördüm. Yani ne kadar bekleseler, Çin çok büyük bir ön örnek olmuştu onlara, ne kadar akademik bir çalışma olduğunu görmeleri açısından. Fakat burası gerçekten vurucu oldu. Dilerim ki Kore de öyle olur ve bu grup bana destek olur. Her zamanki gibi ve birlikte yapılır. Çünkü birlikte olan şeyler güzel yürüyor. Ben sizin şahsınızda çok sevgili iki dostuma, William Chittick’e ve Sachiko Murata’ya özel teşekkür etmek istiyorum bana açtıkları muazzam yol için, her zaman arkamda oldukları için. Mahmut Erol Bey’e teşekkür ediyorum büyük destekleri için ve yanımda olduğu için. Osman Nuri Hocama, Ahmet Hocama teşekkürler ediyorum. Ve diliyorum ki bütün ilâhiyat câmiâsı bir araya geliriz, önyargılarımızı bir tarafa bırakırız ve dinin hakîkatini dünyaya yayarız. Tek dileğim bu. Tek bilmeleri gereken şey; ben bir lider değilim, ben bu işin hizmetçisiyim.
Japonya’da Bir Selâmet Kapısı Melike Türkân Bağlı Dünyanın öbür ucuna, Japonya’ya doğru uçuyoruz. Uçakta yanımda oturan genç adamın Suriyeli olduğunu öğreniyorum. Yarım yamalak anlaşıyoruz. Birkaç arkadaşıyla birlikte Osaka’ya, kendi memleketlerinden bir arkadaşlarının yanına gitmekte olduklarını söylüyor. Hepsi de otomobil tamircisiymiş. Japonya’da çalışma imkânı bulabileceklerini düşünüyor. Halep’ten ve Şam’dan bahsediyoruz. Neredeyse tamamen yıkılan şehirler… İslâm coğrafyasının bu en kadim bölgesi, birkaç senedir inim inim inliyor. Üstelik kendisini İslâm kelimesi ile tavsif eden kişilerin, grupların ve yönetimin zulmü altında… “İslâm” -kelime anlamı selâmet ve barış demek olduğu hâldebugün tüm dünyada maalesef terör, şiddet ve savaşlar ile birlikte anılıyor. Tarihin böyle bir döneminde, Japonya’ya doğru yoldayız. İslâm’ın hakikatini tanımak için tasavvufu bilmek ve yaşamak elzem… Terör ve savaşlarla mücâdelede tasavvufun ve muhakkak ki İslâm’ın merkezini oluşturan tevhid fikri en etkili araç olsa gerek. Bu maksatla kurulmuş olan Kenan Rifâî Tasavvuf Araştırmaları Merkezi’nin açılış törenine gidiyoruz.
*** Japonya’da, bizi isimlerinin anlamının selâmet ve barış olduğunu öğrendiğimiz “Yasushi”ler bekliyor: Yasushi Kosugi, Kyoto Üniversitesi’nin Asya ve Afrika Bölge Çalışmaları Fakültesi’nin, yani ASAFAS’ın dekanı. Yasushi Tonaga, ASAFAS çatısı altında kurulan Kenan Rifâî Tasavvuf Araştırmaları Merkezi’nin müdürü. Yasushi İmamatsu da yine ASAFAS’ta görevli bir öğretim üyesi. Hepsi de İslâm’ın bir barış dini olduğunu anlatmak üzere çalışmalar yapıyor; bu konuda önemli bir misyon yüklenmişler. Genç bir ekipleri var: Bu gençler Türkçe biliyorlar, Türkiye’de bulunmuşlar ve Türk-Osmanlı tasavvufuna dair çalışmalar yapmak için programlarını şimdiden oluşturmuşlar. Dünyanın öbür ucunda olduğumuza inanmak zor! *** Açılış töreni için bulunduğumuz Kenan Rifâî Tasavvuf Araştırmaları Merkezi, aslında 2015 senesinin Kasım ayında çalışmaya başlamış. Biz ise bugün bu açılışın tebriki için buradayız. Biz kim miyiz?
Şunu belirtmek gerekiyor ki, Ken’an Rifâî ismi ile şereflenen bu üç üniversite de dünyanın en iyi üniversiteleri konumunda. Ekonomik ve kültürel olarak dünya devleri arasında sayılan üç ülkenin üç seçkin üniversitesine yabancı bir ülkeden gelen ve kürsü ya da merkez kurulmasıyla sonuçlanması hedeflenen akademik tekliflerin birçok bürokratik zorluğa mârûz kalacağını ve bu işin tamamlanmasının en azından zamana mâl olacağını öngörmek için müneccim olmaya gerek yok. Bizler altı sene içinde bu türlü üç akademik girişimin başarıyla sonuçlandığına şâhit olmuş şanslılarız. Tabii bir de Üsküdar Üniversitesi bünyesinden kurulmuş olan Tasavvuf Araştırmaları Enstitüsü var ki, ülkemizde tasavvuf eğitimi adına çok ama çok önemli bir girişim… Yeni açılan bu merkezin fikrî ve mânevî annesi, merkezin kurulması için kurumsal girişimi başlatan Kerim Vakfı’nın kurucu üyesi, yine bu inisiyatifte rol alan Türk Kadınları Kültür Derneği (TÜRKKAD) İstanbul Şubesi’nin başkanı, hocası Kenan Rifâî’nin vizyonunu hayata geçirmek için bütün ruhunu ve cismini hizmete koşmuş bulunan Cemâlnur Sargut… TÜRKKAD Genel Başkanı Emine Bağlı… Türkiye’deki çeşitli üniversitelerde tasavvuf disiplininin öğretimini yapan gönül dostları hocalarımız Mahmut Erol Kılıç, Osman Nuri Küçük ve Ahmet Murat Özel… Bu önemli olayı haberleştirerek kamuoyunu aydınlatmak için gruba dahil olan gazeteciler Balçiçek İlter, Sonat Bahar ve Ayşe Olgun… ABD‘deki North Carolina Üniversitesi ile Çin’deki Pekin Üniversitesi’nde kurulan Ken’an Rifâî İslâm Araştırmaları Kürsülerinin açılışının ardından bu sefer de Japonya’da yapılacak bir açılışa, bir fethe şâhitlik etmek üzere orada bulunan biz tâlipler…
*** 6 Mart 2016… Kyoto Üniversitesi’nde açılış töreninin yapıldığı salondaki konuşmalar, üniversitenin farklı birimlerinin bu merkezi ne derecede sahiplendiğini de gösteriyor bize. Bütün bir üniversite, merkezi âdeta kucaklıyor! Türkiye’nin Tokyo büyükelçisi de Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni temsilen törende… Tam olarak hakikatiyle anlatması zor bir hâdise… Allah’tan teknolojinin bize birçok imkân sunduğu bir devir yaşıyoruz. Bu vesileyle belirtelim ki Kyoto’ya gelememiş olan dostlardan açılış törenindeki atmosferi görmek isteyenler, Kerim Vakfı’nın internet sayfasına müracaat edebilirler. Açılış töreninin ve yetkili isimlerle yapılan röportajların videoları bu sayfada bulunuyor. Ayrıca imzalanan protokol ile basında çıkan haberlere ulaşmak da mümkün…
*** Tarihin kaydettiği bu açılıştan şahsımıza düşen hisse nedir dersek, insanlığa hizmet amacıyla kurulmuş bu birimlerin zeminini oluşturan ahlâkî dönüşüm ve insâniyet eğitimi nüvelerini bir an evvel kendi nefsimize ekmek ve değişimi kendimizden başlatmak için harekete geçmektir. Kendi gönüllerimizi üst düzeyde bir eğitimi almaya hazır hâle getirecek bir enginliğe kavuşturmaktır. Hz. Ken’an Rifâî’nin “Tasavvuf bir gün akademilerde öğretilecektir.” düsturunun ferdî planda bize vaadettiği açılım bu olsa gerek vesselâm…
Açılış Konuşmalarından… Kerim Vakfı ile Türk Kadınları Kültür Derneği’nin girişimleriyle Kyoto Üniversitesi çatısı altında açılan Ken’ân Rifâî Tasavvuf Araştırmaları Merkezi’nin 6 Mart 2016 tarihindeki açılış töreninde yapılan konuşmalardan bir kısmını sizler için deşifre ederek burada paylaşıyoruz. Açılış töreninin kaydı ve diğer görsel mateyaller Kerim Vakfı’nın internet sitesinde bulunmaktadır.
“Bugün Akademilerde Öğretilecek Tasavvuf, Aslında Ahlâk Eğitimidir” Cemâlnur Sargut Tahmin edersiniz ki çok heyecanlıyım bugün. Tekrar, ahlâkın dili olan İslâm tasavvufunun dünyanın bir başka Doğu ülkesinde, peygam-
berimin söylediği gibi, ilmin arandığı Doğu ülkelerinden birinde tekrar bir araya getirici şekilde yaşamak, başlatmak zevkini Allah bana nasip ettiği için Allah’ıma şükürler olsun. [Az önce gösterilen] filmde de gördüğünüz gibi 1920’li yıllarda Hocam Ken’ân er-Rifâî bir tarîkat şeyhi iken “Bir gün tekkeler kapatılabilir ama tasavvuf enstitülerde öğretilecektir.” diyerek bize muazzam bir yol açtı. Bugün akademilerde öğretilecek tasavvuf, aslında ahlâk eğitimidir. Çünkü Peygamber’e sorulduğunda “İslâm nedir?” diye, “Güzel ahlâktır.” diyor. Öyleyse bugün eğer evrensel bir lisan bulacaksak ve tevhitte birleşeceksek bunun lisanı tasavvuf olmalıdır, İslâm tasavvufu olmalıdır. Buradan anlaşılıyor ki güzel tārifiyle tasavvuf, tevhitten bakıp kesrete göre hareket etmektir. O zaman insanlık âleminin ortak nokta bulması, birleşmesi, yaratıcıyı sevmek ve yaratılanı sevmekle mümkündür. Yaratılanı, yaratıcıdan ötürü sevmekle mümkündür. Yaratıcıyı sevmek ancak ilimle mümkün olur. Tevhit ilimle anlaşılır. İlim ise Yunus Emre’nin dediği gibi “İlim ilim bilmektir, ilim kendini bilmektir.” demektir. O hâlde kendini bilen yaratıcısını bilir, yaratıcısını bilen yaratılmış herkesi değil, yaratılmış her şeyi sever. İki gündür Japonya’yı geziyoruz. İlk gelişimiz bizim Japonya’ya ve ben İslâm tasavvufunun burada yaşandığını gördüm. Her şeye çok değer veriliyordu, “her şeye” çok değer veriliyor-
du. O zaman işte bizim birlikte yapabileceğimiz çok şey var demektir. Bizim sizden öğreneceğimiz çok şey var. Belki de bizim de öğreteceğimiz çok şey var. Ben kendi adıma bu konudaki hizmetçilikten çok memnunum. ******
viyatı Türkiye’de herkesin kalbine nakşetmiştir. Zaten Türkiye’deki sufizm sayesinde Türkiye bugün İslâm’ın gerçek anlamını, İslâm’ın güzel yüzünü temsil etmektedir. Türkiye sadece coğrafî açıdan değil medeniyetler arasında da bir köprü rolü oynamaktadır. Türkiye’deki sufizmi, Japonya’da Kyoto Üniversitesi gibi önde gelen bir üniversitede yaşatacak bir merkezin kurulmuş olması kanaatimce Japon düşünce dünyasına büyük bir zenginlik kazandıracaktır. Bugün açılışını yapacağımız Ken’an Rifâî Tasavvuf Araştırmaları Merkezi’nin başarılı çalışmalara kaynaklık edeceğinden eminim. Biz Türkiye Cumhuriyeti Büyükelçiliği olarak bu merkezin çalışmalarına elimizden gelen yardımı göstereceğiz. Bu merkezin kurulmasında emeği geçen, bu girişimi destekleyen herkese teşekkürlerimi sunuyor, sizleri saygıyla, sevgiyle selâmlıyorum. ******
“Türkiye, İslâm’ın Güzel Yüzünü Temsil Ediyor” Ahmet Bülent Meriç Türkiye Cumhuriyeti Tokyo Büyükelçisi Değerli hocalar, değerli misafirler, Türkiye ve Japonya din açısından da değişik inançlara sahip olmalarına rağmen kendi ülkelerinde dinsel hoşgörüyü yaratabilmiş iki millettir. İslâm’da sufizmin beşiği denilince Anadolu’nun akla gelmesi gerekiyor. Türkiye’de dinsel hoşgörünün oluşmasında da sufizmin çok büyük rolü olmuştur. On üçüncü yüzyılda yaşamış olan Mevlânâ Celâleddîn Rûmî “Gel, ne olursan yine gel.” deyişiyle özetleyebileceğimiz mâne-
“İslâm Dünyasındaki Gidişat, Tasavvufî Araştırmaların Bir İhtiyaç Olduğunu Gösteriyor” Mahmut Erol Kılıç Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Değerli arkadaşlar, Hepiniz hoşgeldiniz. Geçen sene Çin’de Pekin Üniversitesi’nde bir güzel çalışma başlattık Cemâlnur Hanım sayesinde. Daha sonra burada, şimdi Kyoto Üniversitesi’nde böyle bir prog-
ram başlıyor. Bunun şöyle bir önemi de var aynı zamanda: Hem İslâm dünyası olarak hem de dünya genelinde çok enteresan bir dönemden geçiyoruz. Bu geçmekte olduğumuz dönemde bütün gidişat (…), -özellikle İslâm dünyasındaki gidişat- tasavvufî araştırmaların bir ihtiyaç olduğunu bittecrübe bize göstermekte. O kadar ki artık Müslüman dünyası bile İslâm’ın günümüzdeki kötü temsilinden bîzar olmuşlardır, hepimiz “yeter artık” demekteyiz. Tasavvufî İslâm, akademide ihmâl edilen bir İslâm. Dolayısıyla inşaallah burada ben Profesör Tonaga’ya ki benim uzun yıllardır arkadaşımdır, bir kere daha teşekkür ediyorum. Sebebi de şu: Ondan öncesinde hep Japonya’daki İslâm çalışmaları yapan profesörler, tasavvuf üzerine Arap dili ve Edebiyatıyla ilgili çalışmalar yaparlardı veya Fars Dili ve Edebiyatıyla ilintili çalışmalar yaparlardı. İlk defa Tonaga’yla beraber Osmanlı yani Osmanlı Türkçesi’nin de dâhil olduğu bir üçüncü dönem tasavvufî çalışmalar yapılıyor olması aslında çok çok önemli bir teşebbüs. Bu açıdan ben bir kere daha kendisini ve sizleri de tebrik ediyorum. İnşaallah hayırlara vesile olur. Teşekkür ederim, sağolun.
“Farklı Kültürlerin Birbirini Tanıması İnsanlığın Gelişimine Katkılar Sunacaktır” Osman Nuri Küçük Üsküdar Üniversitesi Tasavvuf Araştırmaları Enstitüsü Saygıdeğer Büyükelçim, saygıdeğer hocalarım, saygıdeğer meslektaşlarım ve değerli dostlar, Bugün önemli bir güne tanıklık ediyoruz. 1920’lerde tekke ve zaviyelerin kapatıldığı bir ortamda “Günün birinde tasavvuf akademik ortamlarda öğretilecektir.” sözü bir vizyonun göstergesidir. Bugün o vizyonun müşahhas bir hâle dönüştüğü, somutlaştığı bir dönem yaşıyoruz. Farklı kültürler arasında kurulacak kanallar, farklı kültürlerin hem birbirini tanımasına hem de dünyanın, insanlığın gelişimine
olumlu katkılar sunacaktır. Sanırım tarihte ve günümüzde farklı kültürler arasındaki çatışmanın temel nedenlerinden birisi kültürlerin birbirini tanımaması, önce bir kavram kargaşası, ardından gelen kültürel çatışma ve ardından maalesef birtakım savaşların, çatışmaların yaşanması. Tasavvuf, mistisizm, dinlerin, bütün dinlerin vahiy kutsal geleneğine dayanan yönü itibâriyle aralarında bütün insânî değerlerin ortak bir harmanda, ortak bir vizyon çerçevesinde bütün insanlığın gelişimine ve medeniyetinin gelişmesine büyük bir katkı sunacağı bu tür çalışmalarla desteklenecektir. Japonya’nın bizim millî geleneğimizde şöyle önemli bir yeri var: Millî şâirimiz, istiklâl şâirimiz Mehmet Âkif Ersoy’un yaşadığı dönemde bir Japonya seyahati vardır. Japonya seyahatinden döndükten sonra Mehmet Âkif Ersoy şunu söylüyor: “Onlar Şintoizm ve Budizmi yaşıyorlar biz İslâm’ı yaşıyoruz, farklı kelimelerle aslında aynı hakikatin tezâhürlerini yaşıyoruz.”
Sözlerimi bir Kur’ân âyetiyle noktalamak istiyorum. “Allah sizleri farklı farklı milletler hâlinde yaratmıştır ki birbirinizle tanışasınız.” Teşekkür ederim, saygılar sunarım. ******
“Bu Merkez, Kültürün İçindeki Sûfî Temaların İncelenmesi İçin Büyük Bir Fırsat” Ahmet Murat Özel Yalova Üniversitesi İslâmî İlimler Fakültesi Hanımefendiler, beyefendiler, Târihî bir hâdisenin hakikaten şâhitleriyiz. Japonya’da çok önemli bir üniversitede çok güzel bir merkez açılıyor. Profesör Yasushi’nin başkanlığında burada (…) tanıştığımız bu süre boyunca gözlemlediğimiz çok güzel bir ekip var. Türkçe biliyor olmaları bizi heyecanlandırıyor. Profesörün sunumunda birkaç kere atıfta bulunulduğu gibi merkezin odaklanacağı konu-
lardan bir tanesinin İbn-i Arabî okulu olacağını söylemişti. Çünkü İbn-i Arabî okulunun Anadolu’daki varlığı birçok önemli eseri ortaya çıkardığı gibi Anadolu’da popüler kültürün, halk kültürünün birçok önemli parçasını da oluşturmuştur. Böylece aslında Profesör Tonaga’nın işâret ettiği tasavvufun popüler kültür tarafı, doktrinel tarafı, ahlâk tarafı, bütün bunların aslında tezâhürlerini incelemek için de sadece bir akademik doktrinel “sufi studies” meselesinden daha büyük olarak, Türk toplumunu daha yakından tanımak için de önemli bir fırsat ele geçmiş bulunuyor. Kitap merkezli akademik çalışmalar zaten yapılıyor, daha da güzelleri yapılacak inşaallah. Ama ben özellikle burada açılan bu merkezimizi özellikle popüler kültür içindeki sûfî temalara, sûfî bağlantılara yönelik bir ilgiye davet ediyorum. Böylece “studies”in başlığı altında yer alan bu merkez, böylece hakkıyla ASAFAS adlı o üst çatısıyla çok uyumlu bir çalışma yapmış olacak. Yani antropolojiden halk bilimine, müzikbilimden tasavvuf doktrinine kadar çok geniş bir yelpazede çalışma imkânı bulacaktır diye tahmin ediyorum. Buradaki ekibin bunu hakikaten başarabileceğine dâir bir güçlü kanaatim var. Çünkü beraber olduğumuz arkadaşlarımızdan birinin, hapşırınca “elhamdülillah” dediğine şâhit oldum. Bu hakikaten toplumun kılcallarına nüfuz etmekle mümkün olan bir şey. Ben tekrar hayırlı olsun, hayırlı mübârek olsun diyorum, teşekkür ediyorum. Hepinize hayırlı günler diliyorum.
“İslamofobiyi tasavvufla yeneceğiz” Ayşe Olgun Türk Kadınları Kültür Derneği (TÜRKKAD) ve Kerim Vakfı’nın girişimleriyle ABD ve Çin’den sonra Japonya’nın Kyoto Üniversitesi’nde de Kenan Rifai Tasavvuf Araştırma Merkezi açıldı. Geçtiğimiz hafta Japonya’nın Kyoto şehrinde yapılan resmi açılışa biz de katıldık. Kyoto Üniversitesi, bilimsel çalışmaları ve aldığı Nobel ödülleriyle tanınıyor. TÜRKKAD ve Kerim Vakfı’nın girişimiyle İslam Enstitüsü Bölümü içinde kurulan Kenan Rifai Merkezi ise bundan sonra İslam tasavvufu araştırmalarıyla aynı üniversitenin bünyesinde adını dünyaya duyurmayı hedefliyor. Merkezin direktörlüğüne Kyoto Üniversitesi Asya ve Afrika Çalışmaları Fakültesi öğretim üyesi ve aynı zamanda aynı üniversitenin İslam Araştırmaları Merkezi’nde araştırmalarını yürüten Prof. Dr. Yasushi Tonaga getirildi. Tonaga, İslam tasavvufu çalışmak isteyen öğrencilerini öncelikle Türkiye’ye gönderiyor. Bunun sebebini de “İslam kültürünü iyi anlamak için Osmanlı kaynaklarını iyi bilmek lazım” diye açıklıyor. Törene katılan akademisyenlerin çoğu Türkiye’de çalışmış ve çok iyi derecede Türkçe biliyorlar. İslamofobiye karşı Japon halkına İslam’ın terör ve şiddet değil barış dini olduğunu anlatmak istediklerini söyleyen Tonaga, “Yeni merkezimiz genel Japon toplumunu İslam’ın diğer yüzü, yani İslam sufizmi hakkında bilgilendirmeyi başarabi-
lirse, onlar da böylelikle İslam’ı farklı bir ışık altında görmüş olup İslam’ın güncel imajını değiştirecektir” diyor. Tonaga ile tasavvuf yolculuğunu, Türk tasavvuf araştırmalarını, yeni açılan Kenan Rifai Merkezi’ni ve İslamofobiyi konuştuk. Önce şuradan başlayalım. Tasavvufa ilginiz nasıl başladı? Tasavvufla alakam üniversitedeki ilk yılımda başladı. Ayrıca Toshihiko Izutsu’nun İbn Arabi ve onun ideolojisi üzerine yazdığı bir kitaptan etkilenmiştim. Izutsu’dan etkilenip siz de İbn Arabi üzerine çalışmaya başladınız öyle mi? Evet. Sadece akademik olarak mı ilgilendiniz yoksa sufizme kişisel olarak da ilgi duydunuz mu? Ben kendimi maalesef sufi olarak tanımlamıyorum. Tasavvuf düşüncesiyle çok yakından ilgileniyorum, ancak sadece İslam tasavvufuyla değil, genel olarak mistisizm ile yani dünyada bilinen her türlü mistisizm ile ilgileniyorum. Profesör Izutzu da aynı şekilde genel olarak mistisizm ile ilgileniyordu, özellikle de Doğu’daki mistisizm ile, yani oryantal olan mistisizmle. Ona göre İslam sufizm demekti. Bu çalışmaları yaparken “Izut-
su Oryantalizmi” adı altında kendi oryantal felsefesini oluşturmak istiyordu. Taoculuk, Budistlik, Zen mistisizmi ve Budistliğin çeşitli mistisizm trendlerini ve Hint mistisizmini vesaire içeren bir oryantal felsefeydi bu. Mümkün olduğu kadar ben de onun düşünce yolundan gitmek istiyorum. Bu yeni açmış olduğumuz merkezde de çeşitli mistisizm trendlerinin karşılaştırması üzerine bir çalışma yapmak istiyorum, sadece sufizmle değil, aynı zamanda İslam sufizmi ile Budist mistisizm karşılaştırması mesela.
ladım, ancak yeterince bilgi sahibi değildim ve Osmanlı döneminde İslam medeniyeti ve İslam’da mistisizm konularını araştırmaya karar verdim.
Türkiye ile bağlantınız nasıl başladı?
Çalışırken belgelerden yararlandınız. Özellikle de Osmanlıca metinlerden. Bunlar sizin çalışmalarınıza ne tür katkıda bulundu?
1986-1988 yılları arasında Kahire Üniversitesi’nde okudum. Bu sırada 1987’de Türkiye’yi görmeye geldim. O an Osmanlı döneminin İslam kültürü için çok önemli olduğunu an-
Türkiye’de ne kadar süre araştırma yaptınız? Daha önce de belirttiğim gibi, Türkiye’ye ilk 1987 yılında geldim. Daha sonra 1991’de ve ardından birkaç defa daha geldim. Ayrıca 2002 yılında tekrar gelip İstanbul Üsküdar’da altı ay kaldım. O tarihten itibaren de her yıl yaz mevsiminde İstanbul’da bir ay kalmaya başladım.
İslam medeniyeti konusu üzerindeki araştırmalarıma ilk olarak Arapça ve Farsça ile
başladım. Bunlar Türk kültürü için önemli. Süleymaniye Kütüphanesi’nde çok sayıda el yazması buldum. Bunlar sadece Arapça ve Farsça değildi, aralarında çok sayıda Osmanlıca el yazması da vardı. Bu el yazmaları sufilik üzerine araştırma yapma isteğimi arttırmıştı. Kyoto Üniversitesi’nde Tasavvuf Kürsüsü açma fikri nasıl ortaya çıktı? Sufi araştırmaları için Japonya Kyoto Üniversitesi’nde Kenan Rifai Sufi Araştırmaları Merkezi’ni açmış bulunmaktan çok mutluyum. Kyoto Üniversitesi’nin mistisizm çalışmaları üzerine uzun bir tarihi vardır. Özellikle de Budizm, Taoculuk vs. gibi Uzak Doğu mistisizmi. Bununla birlikte İslam mistisizmi ile ilgili yeni trendler üzerinde çalışmalara başlandı. Dolayısıyla Kyoto Üniversitesi’nde bu sufi araştırma merkezinin açılmasının Japonya’daki tasavvuf çalışmaları ve Uzak Doğu için çok önemli bir dönüm noktası olduğuna inanıyorum. Bu merkezde İslam ile ilgili yapılan çalışmaların dünyadaki İslamofobi’nin önüne geçmesi konusunda bir katkısı olacak mı? Bununla ilgili ne düşünüyorsunuz? Japonya’da Avrupa ya da Amerika’da olduğu gibi çok aşırı bir İslamofobi yok. Ama terör sebebiyle Japonların genel olarak İslam’a bakış açıları çok negatif. Ancak ben birkaç çeşit İslam olduğunu düşünüyorum. Biri çok terör odaklı radikal İslam. Ama Türkiye’deki geleneksel İslam’ın bu tarz bir İslam’dan çok farklı olduğunu düşünüyorum. Ve bunun sufizm ve tarikat geleneğine bağlı olduğunu düşünüyorum. Ben de sufizme dayalı Türk İslam örneğiyle İslam’ın asıl yüzünü göstermek istiyorum. Japonya’da İslamofobi çok yüksek düzeyde değil. Bu sebeple şanslıyız.
Ama Japonların İslam hakkındaki genel bilgi düzeyi de çok düşüktür. Dolayısıyla İslam’a bakış açımız çok yanlıdır. O yüzden, yeni merkezimiz genel Japon toplumunu İslam’ın diğer yüzü, yani sufi İslamı hakkında bilgilendirmeyi başarabilirse, onlar da böylelikle İslam’ı farklı bir ışık altında görmüş olup İslam’ın güncel imajını değiştirecektir. Ortadoğu’ya baktığımız zaman İslam ülkeleri arasında savaş ve şiddet söz konusu. Yine son zamanlarda İslam’ın adı IŞİD ile anılmaya başladı. Bütün bunlar Japonlar’a İslam’ı anlatırken sizi zorluyor mu? Sufizm alanında uzmanlık yapan biz Japonlar için zor bir durum bu. Genel Japon toplumuna İslam’ın özünde radikallik ya da şiddet olmadığını anlatmak kolay değil. Bizim bu insanlarla sadece üniversite içinde değil aynı zamanda üniversite dışında verilen seminerlerde de konuşup görüşmek için çok imkanımız oluyor. Onlara İslam’ın özünde barış ve sevgi dolu bir din olduğunu ve bunun sufizme dayalı olduğunu anlatıyoruz. Ama bir gün verdiğim seminerlerden birinin hemen ardından bir bomba olayı gerçekleşti. Dolayısıyla o terör olayı sayesinde Japon halkını anlatmak istediğim her şey alt üst oldu. Bu çok üzücü bir durum ama Japon halkının İslam’a bakış açısını düzeltmek için çabalamaya devam etmemiz gerektiğine inanıyorum. Japonya’dan Türkiye’ye gelen çok sayıda akademisyen var. Bu akademisyenlerden çoğu Süleymaniye’deki Osmanlı arşivleri üzerinde çalışıyor. Ama iki ülkeye baktığımız zaman ikisi birbirinden çok uzak. Sizce bu ilginin sebebi nedir? Çok sayıda Japon akademisyenin Osmanlı arşivleri üzerinde ve Süleymaniye Kütüphanesi’nde çalıştığı doğrudur. Ama benden
önceki Japon akademisyenler İstanbul’a Osmanlı tarihi üzerinde çalışma yapmak için geliyordu. Yani İslam düşüncesi, özellikle de sufizm üzerinde çalışma yapmak için değil. Muhtemelen bu konu üzerinde Süleymaniye’deki arşivlerde araştırma yapan ilk Japon bendim ama benden sonra çok sayıda genç benim izimi takip ederek Süleymaniye’deki Osmanlıca el yazmalarından bilgi topluyor. Şimdilerde sufizm konulu Osmanlı arşivleriyle ilgilenen Japon akademisyenlerin sayısı giderek artmakta. Bugüne kadar kaç öğrenci yetiştirdiniz, tasavvufun hangi alanlarında çalışmalar yaptılar? Okulda üç lisansüstü bölüm vardır. Bu üç bölümden biri bizim bölümümüzdür ve bu bölümde üç departman vardır. Bu departmanlardan biri de İslam Dünyası Araştırmalarıdır. Biz sadece lisansüstü eğitim verilmektedir, lisans eğitimi verilmemektedir. Ve her sene bu lisansüstü eğitim için yalnızca üç öğrenci seçiyoruz. Yani her sene ben tasavvuf araştırmaları için bir ya da iki öğrenci seçiyorum. Bunlardan bazıları Arap tasavvufu bazıları da İran tasavvufuyla ilgileniyor. Öğrencilerinizi daha çok Türkiye’ye yönlendiriyorsunuz bunun sebebi nedir? Son zamanlarda ise, öğrencilerimin yaklaşık yarısı Türk tasavvufuyla ilgileniyor, Osmanlı dönemi tasavvuf ile modern Türkiye’de tasavvuf. Öğrencilerimizi yabancı ülkelere, göndermek için çeşitli programlarımız bulunmakta. Bu ülkelerden biri de özellikle Türkiye’dir. Bu nedenle, her sene öğrencilerim birkaç ay hatta bazı durumlarda bir-iki sene Türkiye’de bulunuyorlar. Burada gerek alan çalışmalarını yürütüyorlar ya da zamanlarını kütüphanelerde ve arşivlerin arasında geçiriyorlar.
Kenan Rifai Enstitüsü kuruldu ve siz de bunun başındaki isimsiniz. Bundan sonra bu merkezde neler yapılacak? İslam’a katkısı, sufizme katkısı ne olacak? Geçen yaz Türkiye’ye gitmeden önce Japonya’da Kerim Vakfı’nın Kyoto Üniversitesi’nde sufizm üzerine bir merkez açmaya niyet ettikleri konusunda bilgilendirildim. Ağustos 2015’te de yazın bir ay İstanbul’da kalma fırsatım olmuştu. O sırada Kerim Vakfı ile de görüşmek için birkaç fırsatım olmuştu. Bir görüşmemizde de merkezin kurulması hakkında anlaşmaya vardık ve ardından görüşmelerimiz devam etti. Kasım 2015’te Kenan Rifai Sufi Araştırmaları Merkezi’ni kurmaya karar verdik. Hazırlık ofisini o zaman açtık. Mart 2016’da da Kyoto Üniversitesi’ne yaklaşık 50 seçkin Türk misafir davet edip merkezimiz için çok heyecanlı bir açılış töreni düzenledik. Gelecekte ise burasının tasavvuf çalışmaları alanında Asya ve özellikle de Uzak Doğu, güneydoğu Asya, doğu Asya, vesaire için bir merkez haline dönüşmesini istiyorum. Merkezimizin ayrıca Uzak Doğu ile Orta Doğu arasında köprü görevini görmesini istiyoruz. O yüzden öğrencilerimin çoğunu Sufizm araştırmaları için Türkiye’ye göndermek istiyorum, yalnızca modern Türkiye’de tasavvufu değil aynı zamanda Osmanlı dönemi tasavvufu konusunda araştırma yapmaları için. Ayrıca Türk öğrencileri ile akademisyenlerin de Kyoto Üniversitesi’ne gelip seminer vermeleri ya da okumaları için başımızın üstünde yerleri vardır. Not: Bu yazı, Ayşe Olgun’un 13 Mart 2016 tarihli Yeni Şafak gazetesinde yayınlanan yazısıdır.
Bahar Geldi Japonya’ya Emine Ebru Amatör kalemleriz biz. Bu derginin içeriğine katkı sağlayan başta bendeniz olmak üzere, bizim kız-bizim oğlan dost yüzler toplandık; sâlih niyetlerle dökülürüz kâğıtlara. Duygularımızı, fikirlerimizi, tecrübelerimizi aktarmak isteriz. Çoğu yerde yazdıklarımız kendi içimize bile sinmez ama “istikrar mükemmeliyetten en âlâ kerâmettir” düsturuyla gayret ederiz. Biliriz ki aktarabildiğimiz her güzellik O’ndan ve bütün sürçmeler nefislerimizdendir. Amatör kalemdir bu fakir de. Amatör olmak da o denli kötü bir şey değildir hani. İmaj kaygısı gütmeden, algıyı yönetmeye çalışmadan, içimden geldiği gibi yazarım. Hatâ kaldırır, su götürür. Kimi yerde bir ergenin mahremini kilitli günlüğüne aktardığı gibi akarım bu satırlara. Câhilce ama naif bir cesaretle. Hatâları örten, eksikleri tamamlayan sıfatlarına sığınarak… Yaşadığımız ânın bendeki tecrübelerini aktarmaya çalışırım kalemim döndüğünce. Ânın bıraktığı hâli târiftir misyonum. Ama öyle bazı anlar vardır ki, temâşâ ettiğimize ne kelimelerim yeter yazacak olsam, ne renklerim yeter çizmeye kalksam... Zevkin içinde sarhoş olur da kalakalırım öylece. Duygularım yoğunluktan yumru olur, akışkanlığını yitirir, içime
çöker. Çöker de gülmeye kalksam kahkaha olup taşmaz, ağlayayım desem gözyaşı olup akmaz. Bu anlardan birine Japonya’da şâhit olduk kısa bir vakit evvel. Hocamızın eteğinde Japonya’ya gittik. Amerika’ya gidildiği, Çin’e gidildiği gibi bir vizyonun ışığına kapıldık, bu sefer de Japonya’ya gittik. Kyoto Üniversitesi’nde mübârek ism-i şeriflerine ithâfen bir tasavvuf araştırmaları merkezinin kurulduğu, artık bu okurun mâlûmudur. Ve mâlum olan kısmını anlatmak kolaydır. Ağırlamalar, protokoller, konuşmalar… Japon zarâfetinin temsili gibi bir kurdele kesme töreni… Bunları bir haberci diliyle yazmak inanın kolay. Dünyaya gerçek İslâm’ı anlatacak ve öğretecek ve kurulduğu toprağı mayalayacak bir merkezin açılışını anlatmak daha kolay. Açılan her bir merkezin toplumlara dönüştürücü bir ortak payda sunmaya soyunduğunu görmek, bugün İslâm adına yaşanan talihsiz ne kadar olay varsa hepsinin gelecekteki diyeti olacaklarını haykırmak inanın kolay. Kolay olmayan, hiçbir sıfata tâlip olmayan, yalnızca öğrencilik sıfatıyla hocasının ilmini
yaymaya çalışan o kişinin küçücük bedeninden taşan heybeti târif etmek... Kolay olmayan, aşktan yanmış gönlünün kendini saklama çabasına rağmen bakışlarındaki kor bir parıltı ile kendini ele verişini yazmak… Zor olan, görüntüde resmî ve protokolü bol bir törende hocasının eteğine yapışmış kırk tane kadın ve erkeğin en hâlis duygularla taşan gözyaşları ve tören sonunda hocalarına sarmal oluşlarını anlatmak... Zor olan, o salona fiziken ulaşamayan ama gönüllerini paket edip yanımıza vermiş olan hocanın tüm evlâtlarının internetten canlı yayın yapan Belgin’in kamerasından salona akışlarını ve o salonun içinde vücut bulan varlıklarını anlatmak. Kolay olan, Japonya’yı baştan aşağı saran meşhur bahar çiçeklerinin öncülerini gördüğümüz cennet bahçeler ve güzel insanları anlatmak; zor olan ise orada hepimizin içinde açan baharları dökebilmek. Diyorum ya, bu anlar duygunun yoğunlaşıp yaşandığı ana ve ortama çöktüğü zamanlar. Ne yazsanız yine de eksik bırakacağınızı bildiğiniz ama yaşatana hep şükrettiğiniz…
“Ken’an Rifâî Tasavvuf Araştırmaları Merkezi, Tasavvuf Çalışmaları İçin Japonya’da Bir İlk…” Yasushi Kosugi Bu fırsattan dolayı teşekkür ederim. Bugünkü tören ardından duyduğum keyfi ve heyecanı dile getirmekten dolayı çok mutluyum. Ayrıca bu organizasyona katılmak üzere Türkiye’den gelmiş olan bunca dostu görmek de çok güzel. Kyoto Üniversitesi’ndeki Ken’an Rifâî Tasavvuf Araştırmaları Merkezi’nin açılışı, târihî açıdan ele alındığında muazzam bir olay. Japonya’daki İslâmî çalışmalar ve tasavvufî çalışmalar gençler için olumlu izlenimler sunmaktaydı ancak açık konuşmak gerekirse, kurumsal düzeyde bunlar yeterli değildi. Bu merkez, tasavvufî çalışmalar yapacak ilk kurumsal merkez; hatta sanıyorum uluslararası seviyede de tasavvuf araştırmalarının yapıldığı sadece birkaç kurum mevcut. Japonya’da ise bu ilk... Ben bunun kültürel ve entelektüel tarihimiz için bir dönüm noktasını olduğunu düşünüyorum. Din olarak İslâm’ı, İslâm dünyasını ve Müslümanları anlayabilmek için, sosyal, politik, mânevî ve kültürel yönleri ve medeniyet ile ilişkili boyutları anlamamız lâzım. Ancak bugünlerde toplumsal ilgi özellikle de Batı’daki toplumsal ilgi sınırlı. Ben bu yeni merkezin, İslâmî çalışmaların tasavvufî ya da mânevî boyutuna odaklanarak bir denge yarataca-
ğına inanıyorum. Biz İslâm’ın sadece tasavvuf boyutunu anlamanın yeterli olduğunu düşünmüyoruz, tamamını anlamaya ihtiyacımız var ama bu kısım şu ana kadar sosyal olarak en az dikkate alınan kısım. Bu merkez, akademik ve entelektüel çalışmalar ortaya koymalı ama aynı zamanda toplumsal katılım da olmalı. Aslında Japonya’da İslâm algısı çok kötü değil. Ancak 11 Eylül sonrası ve yakın zamandaki savaşlar nedeniyle insanlar korkuyorlar, korkuyoruz. Batı ülkelerinde bu korku İslamofobi şeklinde ama Japonya’da böyle değildi. Muhakkak ki İslâm hakkında yanlış fikirlere sahip insanlar var ama Japon halkının ilgisi daha ziyade kültüre ve medeniyete yönelik. 1990’lara baktığımızda medeniyetlerin çatışmasından bahsediyoruz ama bu Japonya için kabul edilebilir bir şey değil. Çünkü Japonya’da medeniyet demek erdem demektir. Erdemlerin çatışmasından nasıl söz edebiliriz? Bu yüzden Japon halkı belli kesimlerin dışında bu argümanın peşinden gitmedi ve Japonların bu karşı duran tavrı bu merkezin gelecekte yapacağı çalışmalarla da cesaretlendirilecektir diye umuyorum ve hatta bundan eminim. Asya’nın iki ucundaki Türkiye ve Japonya arasındaki bu akademik, entelektüel ve kül-
türel işbirliğinin hârika şeyler yaratacağına inanıyorum. (Prof. Dr. Yasushi Tonaga, Kyoto Üniversitesi Asya ve Afrika Bölge Çalışmaları Fakültesi Dekanı - Kyoto Üniversitesi Ken’ân Rifâî Tasavvuf Araştırmaları Merkezi’nin açılış töreninin ardından yapılan röportaj – 6 Mart 2016/ Kyoto)
Kyoto’da Bahar Yosun Mater Merhabalar, efendim… Söze nasıl ve neresinden başlayacağımı bilememekle beraber, konuyu bir ucundan tutup anlatmaya başlayacağım. Neyi mi anlatacağım? Tarihe şâhitlik ettiğimi düşündüğüm Kyoto Üniversitesi Ken’an Rifâî Tasavvuf Araştırmaları Merkezi’nin açılış törenini ve hissettiklerimi anlatmaya çalışacağım. Japonya dünyanın bir ucu. Burada bir üniversite Kyoto Üniversitesi… Bir akademisyen olarak adını duymamak mümkün değil. Çalışma konularım olan Mikrobiyoloji, Moleküler Biyoloji ve Genetik alanlarında neredeyse dünyanın en iyileri arasında olan bir üniversiteye gidiyorum. Gidiş sebebim ise tamamen farklı. Asya–Afrika Bölge Çalışmaları Fakültesi altında kurulan Ken’an Rifâî Tasavvuf Araştırmaları Merkezi’nin açılış töreni var. Bundan 15-20 sene önce olsa bu duruma meslekî kariyerim açısından bakabilirdim; şimdi ise tek dileğim bu târihî hâdiseye şâhitlik etmek. Burada soru şu: Bu hâdiseye şâhitlik etmek lûtfedildiyse, buradan ne öğrenmeliyim? Âlim Allah, hâdiselerin dili ile konuşur ve öğretir. Kyoto’ya vardığımızda neredeyse hepsi Türkçe bilen inanılmaz zarif ve edepli dostlar tarafından karşılandık. Hani aslında tanışı-
yormuşuz da uzun zamandır görüşmemişiz gibi içten karşıladılar. Misafirperver bir şekilde gönüllerini bizlere açtılar. Bu açılışa, kiraz çiçeklerinin açıldığı “Sakura” denilen 1-1,5 ay süren bahar bayramları da eşlik etti. Her şey bir bahar bayramı gibi, doğanın uyanışı gibi, İslâm tasavvufunun bu âleme uyanması gibi başladı ve devam etti, inşaallah sonsuza kadar da devam edecek. Bu açılışta beni en çok etkileyen konuya gelince… Hz. Allah’ın, Rahman, Rahim, Kadir, Âlim gibi pek çok ismi var. Bu isimlerin ortaya çıkışları her seferinde çok farklı ve etkileyici. Bu merkezin açılışında da bunlar bambaşka bir heybetle karşıma çıktı. Amerika’nın en iyi üniversitelerinden North Carolina Üniversitesi’nde ilk kürsü kurulduğunda inanılmaz bir hâdisenin zuhura geldiğini düşünmüştüm. Sonra dünyanın en iyi 10 üniversitesi içinde yer alan Pekin Üniversitesi’nde ikinci kürsümüz kuruldu. Gelelim Kyoto Üniversitesi’ne… Rektör yardımcısının anlatımıyla üniversitenin 9 tane Nobel ödülü vardı. Yani bu üniversitede çalışan 9 akademisyen Nobel ödülü almıştı. Yenilerde Amerika’daki çalışmaları ile Nobel ödülü alan Aziz Sancar Hoca’nın ülkemiz-
de nasıl karşılandığını ve ülke olarak onunla ne kadar gurur duyduğumuzu hatırlayın. Bu üniversitede, bu ödülden 9 tane var. Niye bu konuya geldin derseniz söyleyeyim: Aziz Hoca’ya bir röportajında sormuşlar: “Türkiye’de sizden sonra kimlerin Nobel alacağını düşünürsünüz?” Hoca cevap olarak Türkiye’de bulunan iki öğrencisinin ismini vermiş. Bunların ikisi de benim çalıştığım üniversitede çalışıyor. Hatta biri benim bölümümde görevli bir arkadaşım. Ben ve diğer arkadaşlar bu röportajı okuyunca pek eğlenmiş, adı geçen arkadaş ile fotoğraf çektirmiştik. Olur da yarın öbür gün Nobel alırsa bizi hatırlasın diye. Sonra konuşmuştuk Aziz Hoca niye bu isimleri verdi diye. Bir arkadaşımız “öğrencilerinin kapasitesini biliyor da ondan” demişti. Haklıydı, bunu Kyoto’da anladım. Koca sultan Ahmed er-Rifâî Hazretleri çok sayıda yazılı eser bırakmamış. Ken’an Rifâî Hazretleri’nin de yazılı eser sayısı çok değil. Öğrencisi Sâmiha Ayverdi’nin yazılı eser sayısı 40’tan fazla. Ken’an Rifâî Hazretleri bir sohbetinde “Sâmiha bizim yolumuzu kitapları ile ayakta tutacak” buyurmuşlar; başka bir sohbet esnasında “Bir gün tasavvuf akademilerde okutulacak” demişler. Tam bu noktada
Sâmiha Ayverdi’nin öğrencisine bakıyoruz: Cemâlnur Sargut… Kitaplarının sayısı şimdilik 35 civarında. İnşaallah Allah ömür verirse daha da artacak. Buna ek olarak, Amerika’da North Carolina Üniversitesi’nde, Çin’de Pekin Üniversitesi’nde, İstanbul’da Üsküdar Üniversitesi’nde ve Japonya’da Kyoto Üniversitesi’nde kurulmasına vesile olduğu şimdilik dört tasavvufî akademik birim var. Gelelim yazının sonuç kısmına… İşte tam da bu târihî açılışta, edep ederek ve inşaallah öğrencisiyimdir diye niyazda bulunduğum Cemâlnur Anneme, hocama lâyık olabilmek, bu nimetin lûtfunu bilmek için ne yapmak lâzım? Ahmed er-Rifâî Hazretleri’ne bihakkın lâyık olmuş mükemmel bir öğrenci Ken’an Rifâî Hazretleri, O’na bihakkın lâyık olmuş olağanüstü bir öğrenci Sâmiha Ayverdi, O’na bihakkın lâyık olmuş eşsiz bir öğrenci Cemâlnur Sargut, Cemâlnur Annemin inşaallah öğrencileri olan bizlere gelince… Nasıl lâyık olabiliriz ya da lâyık olabilir miyiz? Bilemiyorum. Sadece nefes almadan, bihakkın çalışmamız ve hizmet etmemiz gerektiğini tam da bu açılışta iliklerime kadar, her zerremde hissettiğimi ve titrediğimi biliyorum. Rabbim yanımızda ve yardımcımız olsun.
Niye Tasavvuf, Niye Japonya? Bir grup Japon profesör düşünün, hepsi alanlarında yaptıkları çalışmalarla iyi tanınan, çok değerli isimler... Hepsinin kaldırımda yan yana dizildiğini ve biz Türkleri taşıyan otobüs gözden kaybolana kadar el salladıklarını söylesem? Peki hepsinin sular seller gibi Türkçe konuştuğunu? Haydi bir detay daha vereyim, Kyoto Üniversitesi’nde bir tasavvuf kürsüsü açıldığını? “Yok artık!’’ mı dersiniz? Demeyin. Çünkü bu söylediklerimin hepsi tamamen gerçek. (…) Önce biraz bilgi... Kenan Rifai İslam Araştırmaları adı altındaki yapılanma Japonya’da ilk değil. TÜRKKAD ve Kerim Vakfı tarafından 2009’da ABD North Carolina Chapell Hill’de, ardından 2011’de Çin Pekin Üniversitesi İleri Beşeri Bilimler Enstitüsü’nde açılmış. Cemalnur Sargut’un merkezin açılışında söyledikleri, işi özetliyor galiba: “Tam da bugün bu anlayışa ihtiyacımız var. Terörden ancak böyle kurtulabiliriz. Tasavvufu üst seviyede bir ahlaki eğitim olarak görmeliyiz. 5 yıl önce Amerika’da başladık bu enstitüleri kurmaya, mezunlarımızdan biri Amerika’nın en önemli İslam yazarlarından biri. Çin’de açmaya karar verdiğimizde ‘Yapmayın Hocam’ dediler. Ama bakın, inanınca oluyor!’’ Kyoto gezisinden öğrendiğim bir başka bilgiye gelince... Milattan 4-5 asır önce Çin’de,
Pekin civarında Lao-Tzu adında bir bilgenin yazdığı, ‘Tao Te Çing’ isimli 81 bölümden oluşan kısa bir kitap var. Yaklaşık 100 yıl sonra bu kitaba bir yorum getiren Çuang-Tzu diye bir başka Taocu düşünürün bir kitabı daha bulunuyor. Profesör Isutzu, Tao Te Çing ve Çuang- Tzu’nun buna getirdiği yorumu temel alarak Taoculuktaki anahtar kavramların da semantik bir incelemesini yapıyor. Ve görüyor ki, İbn Arabi’nin tasavvufundaki anahtar kavramlarla Lao-Tzu ve Çuang-Tzu’nun Taoculuğundaki anahtar kavramlar arasında hemen hemen bire bir benzerlik var. Birbirinden 9 bin 500 kilometre uzaklıkta 3 kişi... İkisi Pekin’de milattan 4-5 asır önce yaşamış. Üçüncüsü milattan 12 asır sonra İspanya’da. 17-18 asırlık bir zaman aralığı ve büyük bir lisan farkı var: 28 harfle yazılan Arap alfabesi, 40 bin idiogramla yazılan Çin alfabesi. Şimdi bu düşünürlerin aynı şeyleri söylemesi ve aynı dünya görüşünü dile getirmesi.. Ve Profesör Izutsu... Ve izinden giden Cemalnur Sargut, Yasushi Tonaga... İşte belki de “Niye tasavvuf, niye Japonya?” sorusunun çok kısa bir cevabı.... (Gazeteci Balçiçek İLTER’in 28 Mart 2016 Pazartesi günü GAZETE HABERTÜRK’te yayınlanan yazısından alıntı)
“İnşallah İleride Bursevî Üzerine, Ken’ân Rifâî Üzerine Çalışan bir Japon Çıkar” Mahmud Erol Kılıç çocukların en sonunda nasıl bir İslâm imajı çizdiklerini, nasıl bir ürün ortaya koyduklarını hepimiz maalesef üzülerek izliyoruz.
Maalesef dünyadaki son gidişat hepimizi üzen bir gidişat. İslâm dünyasının temsili, maalesef bazı ideolojiler, bazı akımlar ki bu ideolojiler ve akımlar aslında -adı belki söylenmiyor, artık cesaretle söylenmesi lâzım- petrodolarlarla bir yayılma fırsatı bulan Vahabî ideolojisinin sonuçlarıdır. Bunun üstünü örtmenin bir anlamı yok. Uzun yıllar Pakistan’da, Hindistan’da, Afganistan’da ve Afrika’nın bazı ülkelerinde açılan bazı bu zihniyetteki üniversiteler, fakülteler veya medreselerde eğitim gören
Bunun yanında tasavvufî İslâm’ın, âriflerin temsil ettiği İslâm’ın maalesef bütün dünya genelinde bir garip olduğunu üzülerek ifade edeyim. Tabiî ki özellikle Anadolu coğrafyasının -Anadolu derken Anadolu’yu sadece bir lokasyon olarak söylemiyorum, bir kültür havzası olarak söylüyorum dolayısıyla buna Rumeli yani Balkan da dâhildir; Rumeli, Balkan bir bütündür- o açıdan Anadolu İslâmının mayasında yer alan, köklerinde yer alan tasavvufî İslâm’ın yani Yûnus Emre’lerin, Hacı Bektaş-ı Velî’lerin, Hacı Bayrâm-ı Velî’lerin, Mevlânâ’ların, on yıl civarında Anadolu’ya gelmiş ve irfanıyla insanları yıkamış, aydınlatmış olan Endülüslü büyük bilge Muhyiddîn İbnü’l Arabî’nin, bunun gibi büyük âriflerin hamurunu kardığı, mayasını çaldığı bir Anadolu İslâm’ının, yani Anadolu sûfî İslâmının hâmisi maalesef pek bulunmamakta. Belki günlük olarak bazı insanlar bununla ilgileniyorlar ama elinden tutup bunu bir resmen âdeta bir hayat, bir dünya görüşü olarak ilân edecek kimseler bulunmamakta. Bunlar içerisinde TÜRKKAD gibi bazı STK’ların yani
sivil toplum kuruluşlarının bunun başını çekmesi sadece Türkiye içerisinde değil, bütün dünyada ellerinin uzanabildiği, imkânlarının elverdiği ölçüde işte önce Amerika’da başlayıp daha sonra Çin, ve şu an Japonya’da, Japonya’nın Kyoto Üniversitesi’nde “Sufi Studies” yani Ken’an Rifâî Tasavvufî Araştırmaları Merkezi’nin sponsoru olması, (…) hem maddî anlamda hem mânevî anlamda sponsoru olması gerçekten bence tebrike şâyan. Özellikle bu dönemde çok da takdir edilmesi gerekli bir hareket olarak görüyorum. Elinden tutulması, desteklenmesi gerekli bir hareket olarak görüyorum. (…) Japonya’daki İslâm araştırma(cı)ları uzun yıllar değişik alanlarda çalışmalar yaptılar, nedense tasavvufla ilgileneni çok azdı. Var olanlar da Arap dili ve edebiyatı üzerinden veya Fars dili ve edebiyatı üzerinden ilgileniyorlardı. Ama bu son yeni nesille beraber üçüncü dönem dediğimiz, tasavvuf tarihinin üçüncü periyodu dediğimiz, özellikle şârihler diyebileceğimiz Osmanlı dönemi tasavvuf dünyasıyla ilgilenen, Osmanlı Türkçesi çalışan bazı genç kuşak Japon akademisyenlerin olması bence çok önemli bir nokta. Çünkü bir İsmail Hakkı Bursevî, bir İsmail Ankaravî Dede, bir Niyâzî-i Mısrî gibi insanların yorumları, şiirleri, bir Yûnus Emre’nin yorumları, şiirleri aslında gerçekten İbnü’l Arabî’ye, Mevlânâ’ya, o çizgiye çok önemli katkı sunacaktır. Bunu maalesef dış dünya bilmiyor çünkü dil problemi var. Yani Türkçeyi bilmiyorlar. Çok az, akademiyada çok az insan Türkçe biliyor. Bilenler yani oryantalistik çalışanlar Arapça ve Farsça bildiği için Türkçeyi ihmal etmişler. Ama bu sayede inşallah ümit
ediyorum ki Japonya’da bu vesileyle yeni kuşak nesil ilim adamları Türkçe’ye de önem verecekler. TÜRKKAD’ın himmetiyle kurulmuş olan Ken’an Rifâî Tasavvufî Araştırmalar Merkezi inşallah burada bir model olur. Çin’deki Pekin Üniversitesi’nde açılanla beraber -ki birbirine çok yakın kültür havzaları bunlar- ümit ederiz ki çok güzel çalışmalar buradan çıkar. Japon öğrenciler burs alırlar ve tez yapmak için artık bizim sahadan, bizim coğrafyadan konular seçerler. Mesela bir İsmail Hakkı Bursevî veya bir Ken’ân Rifâî çalışan Japon ileride çıkar inşallah, ümit ediyoruz. Bu açıdan ben bütün emeği geçen kişilere, maddî ve mânevî katkıda bulunan kimseleri bir kere daha tebrik ediyorum, teşekkürlerimi sunuyorum çünkü çok önemli bir şey yapılıyor. Tasavvufî İslâm’ın akademik düzeyde, ciddi ve ilmî düzeyde elinin tutulması gerekiyordu uzun zamandır. Ben şahsen buna çaba sarf eden birisiyim ama maalesef kısmen başarılı olabiliyordum, bazı sebeplerden olamıyordum. Ama TÜRKKAD güzel bir organizasyon gerçekleştirdi. Ben tekrar tekrar tebrik ediyorum. (…) (Prof. Dr. Mahmut Erol Kılıç – Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi - Kyoto Üniversitesi Ken’an Rifâî Tasavvuf Araştırmaları Merkezi’nin açılış töreninin ardından yapılan röportaj - 8 Mart 2016 )
“Ken’an Rifâî Tasavvuf Araştırmaları Merkezi, Uzakdoğu’daki Gözümüz, Kulağımız Olacak…” Ahmet Murat Özel çe biliyorlar, bir kısmı Türkiye’de ciddi bir süre kalmışlar. Osmanlıca okuyabiliyorlar ve Türkçe yazılmış, Osmanlıca yazılmış kaynaklarımıza belli oranda hâkimler. Dolayısıyla sonucun biraz şöyle bir şey olması beklenir ve umulur inşaallah: Japonya’da açılan bu önemli tasavvuf araştırmaları merkezi özellikle Anadolu’daki Türkiye’deki Osmanlı tarihinde üretilmiş olan Türkçe yazılmış tasavvuf kaynaklarının Türkçe dışındaki dillerde tekrar yaşaması, canlanması, ihyâ edilmesi (bakımından) gündeme gelmesini sağlayacaktır kanaatindeyim. Kyoto Üniversitesi’nde açılan bu merkezin çok önemli bir adım olduğunu, çok târihî bir adım olduğunu düşünüyorum. Japonya’da neredeyse yüz küsur yıllık bir geçmişi olan İslâmiyat çalışmalarının son otuz-kırk yılında tasavvufî çalışmalar, tasavvuf alanındaki çalışmalar ciddi bir ivme kazandı. Özellikle Izutsu’nun başlattığı bir ilginin devamında olan şimdiki o üçüncü, dördüncü kuşak arasında ciddi bir tasavvuf araştırmacısı grubu birikti, oluştu. Fakat bu sefer bu merkezin burada açılmış olmasının anlamı ve önemi biraz da bu grubu oluşturan üyelerin, bilim adamlarının, araştırmacıların arasında Türkçe bilen birtakım hocaların bulunması. Türk-
Başka bir önemli tarafı da şu: Özellikle Orta Doğu merkezli tasavvuf araştırmaları veya Hindistan merkezli tasavvuf araştırmaları ciddi bir birikime ulaşmış durumda. Fakat Uzak Doğu’daki tasavvuf araştırmaları konusunda hâlâ kat edilecek çok mesâfe var. Malay Takımadaları, Cava, Endonezya arka planı hatta Çin, Çin’deki Uygur varlığı, Uygur Türkleri’nin varlığı, buralarda da ciddi bir tasavvufî gelenek, birikim var; önemli figürler, akımlar hâlihazırda yaşıyorlar. Fakat bize uzaklığı sebebiyle, yani coğrâfî olarak Türkiye’ye uzaklığı sebebiyle biz buralarla yeterince ilgileniyoruz diyemeyiz. Dil engelleri, coğrâfî engeller vesaire…
Bu merkez aynı zamanda âdeta (…) bir tür Uzak Doğu’daki gözümüz, kulağımız olacaktır kanaatini taşıyorum. Bu açılış süresince, bu geçirdiğimiz birkaç gün boyunca çok kıymetli anlara şâhit olduk. Çok güzel tanışıklıklar, dostluklar edinildi. Cân-ı gönülden koşturan ve hizmet etmek isteyen insanlarla bir arada olduk. Japon arkadaşlarımız arasında da hakikaten çok hevesli, kafasında bir sürü gündemi olan, gündem başlığı olan, birçok projeye başlamak için hevesli bir topluluk gördük. Çok genç olan arkadaşlar var. Meselâ işte burada İmam Birgivî üzerine çalışma yapmış, Abdulganî Nablusî üzerine çalışma yapmış, yapmakta olan, Abdullah Bosnevî üzerine çalışmış, çalışmakta olan gibi -yani çok ilginç bir şekilde burada olmasını beklemediğimiz- birtakım, yani karşılaşmayı beklemediğimiz birtakım başlıkların, projelerin, soruların, sorunların gündemi olduğunu gördük. Kyoto Üniversitesi’nde sürpriz bir şekilde çok önemli birtakım dersler açılmış. Türkçe dersi var, Osmanlıca dersi var. Bu merkez bu derslerimizi domine edecektir, bu dersleri de daha ileriye taşıyacaktır kanaatindeyim. Osmanlıca dersinde Türkiye’deki birçok sosyal bilimler alanında faaliyet gösteren fakültelerde bile okutulmayan birtakım Osmanlıca metinlerin okutulduğunu gördük. Okutan arkadaşlarla tanıştık. Târih-i Nâimâ’yı okutuyor meselâ. Âşıkpaşazâde Tarihi’ni okutuyor, yani Osmanlıcasını okutuyor, bunu okuyan Japon öğrenciler var. Bu merkez aynı zamanda burada birikmiş olan bu enerjiyi de belli istikāmetlere kanalize edecektir kanaatindeyim. Osmanlıcanın, Türkçenin burada
bir kez daha mevcut çalışmaların üzerinde canlanarak yükseleceği kanaatindeyim. Yeni meraklıların doğacağı kanaatindeyim. Japonca gibi bizim uzak olduğumuz ve tanımadığımız bir dilde üretilen çok önemli tasavvufî birikim var, bilimsel birikim var. Yazılmış makāleler var, yazılmış kitaplar var. Izutsu’nun bizzat kendisinin kitapları ve diğer arkadaşların çalışmaları var. Meselâ bu çalışmalar Türkiye’de tanımadığımız çalışmalar. Bunları tanıma imkânı bulacağız. Izutsu’dan sonra onun bıraktığı yerden devam eden arkadaşların da yaptıkları konusunda fikir sahibi olacağız. Bir de tabiî onlar da bizim çalışmaları tanımış olacaklar. Hâsılı hakikaten çok önemli bir adım, önemli bir başarı. Allah bu teşebbüsü hayırla sonuçlandırsın, muvaffakiyetler versin. Gönül vermiş olan bütün hâdimlerine, hizmet edenlerine Allah sağlık, sıhhat, âfiyetler versin, güç versin. Daha da ileriye taşımak için inşaallah fetih nasip etsin, büyük açılımlar nasip etsin diye duâ ediyoruz. (Yrd. Doç. Dr. Ahmet Murat Özel – Yalova Üniversitesi İslâmî İlimler Fakültesi - Kyoto Üniversitesi Ken’an Rifâî Tasavvuf Araştırmaları Merkezi’nin açılış töreninin ardından yapılan röportaj - 7 Mart 2016)
“Hakikat Boyutuna Dâir Dile Getirilen Her Şey Bütün İnsanlık Âilesini Birbirine Bağlar” Osman Nuri Küçük Ken’ân Rifâî Tasavvuf Araştırmaları Merkezi daha önce hem North Carolina’da hem Çin’de açılmış olan tasavvuf araştırmaları ile ilgili kürsülerin Uzakdoğu’daki bir diğer ayağı ve bunun önemi şuradan kaynaklanıyor: Bu merkezin Hem Batı’nın hem Çin medeniyetinin ve diğer önemli bir ayak olan Japon medeniyetinin bizim kadim geleneğimiz olan tasavvuf ile ilgili araştırmalarda bir ev sahipliği yapması… Hem buradaki Orta Doğu çalışmalarına hem de tasavvuf ile ilgili buradaki çalışmalara bir ev sahipliği yapması… Kyoto Üniversitesi çerçevesinde düşünülerek böyle bir girişim başlatıldı. Bu girişimi başlatanlar(la), aslında târihî bir âna tanıklık ediyoruz hep birlikte. İslâmî araştırmalarda aslında Japonya’nın yeri biraz eskilere dayanıyor. Bizim jenerasyon bir Japon araştırmacının Kur’an’la ilgili bir çalışmasıyla büyümüştür. O eseri ilk fakülte yıllarında okuduğum zaman Japon bir bilim adamının böyle bir eseri yazmış olmasına bir taraftan hayret etmiştim bir taraftan sevinmiştim. Rahmetle anıyorum kendisini, Toshihiko Izutsu’nun “Kur’ân’da Allah ve İnsan” çalışması bu alanda önemli bir katkı mâhiyetindedir. (…) Japon kültürüyle şöyle bir bağlantımız var. Tasavvufî gelenekte şöyle bir
sözden bahsedilir. “Lâ fetâ illâ Ali ve lâ seyfe illâ zülfikâr.” Ali gibi fetâ, Ali gibi yiğit; Zülfikar gibi kılıç olmaz. İşte o fütüvvet anlayışı, Ahîlik anlayışı Anadolu tasavvufunda, Anadolu insanının üzerinde lonca teşkilâtlarıyla vesâire ciddi hizmetler vermiş tarih boyunca. Biz o fütüvveti, özellikle benim jenerasyonum üzerinden söyleyecek olursak biraz Japon şogunları üzerinden öğrenmiş olduk. O şogunların dirâyeti bize hep fütüvvetnâmelerde anlatılan eline, beline ve diline hâkim olan o insan tipinin bizim kültürümüzdeki bir yansıması gibiydi. Ki fütüvveti Hallâc-ı Mansur üç tane temel kavramdan birisi olarak sayar: “Tevhid, aşk ve fütüvvet” der. Bu anlamda Japon geleneğinde bir disiplini görüyoruz. Din çok fazla hayatlarında görünmese bile aslında dinin insanlara vermek istediği en temel birinci hedeflerden birisi irâde sahibi, sorumluluk sahibi insan portresidir. Japon insanında buna bir yatkınlık görüyoruz. O yüzden tasavvufa karşı, aslında hem İslâm’a hem tasavvufa karşı (…) kendi kadim geleneklerinden gelen bir yatkınlıktan bahsedebiliriz. İş yapmalarındaki titizlik, gündelik yaşamlarındaki sabır, her yaptıkları işe özen gösterme... (…) Ne yaparsanız yapın, Allah her yapılan işin iyi derecede yapıl-
masından hoşlanır, bunu sever, diye bir hadis aklıma geldi. Japonlar burada gündelik gezilerimizde de bunu görüyoruz, seyahatimiz esnâsında da, her yaptıkları işe, basit bir yemek dahi olsa son derece özen gösteren bir tutum içindeler. Bu anlamda Ken’ân Rifâî Tasavvuf Araştırmaları Merkezi hem Japonya’nın en eski devlet üniversitesi konumunda olan (…) Kyoto Üniversitesi’nin ev sahipliğinde (…) Uzakdoğu insanıyla İslâm medeniyetindeki hem tarihte hem günümüzde yapılan çalışmaları koordine etmesi bakımından da önemli bir merkez hüviyetine bürünecektir. Tabiî bu tür çalışmaların diğer bir katkısı şu olacaktır yakın ve uzak gelecekte: Günümüzde medeniyetler arası çatışmaların, medeniyetler arası ihtilafların, savaş senaryolarının konuşulduğu günümüzde aslında medeniyetlerin birbirlerini yeterince tanımadığını, bu tanımayışın daha sonra kavram anarşisine, daha sonra bunun bir fiziksel ayrılıklara neden olduğunu görüyoruz. Bu tür enstitüler öncelikli olarak buralarda, mutfakta üretilecek bilgiyi ilim âlemine tanıtacak, bunlar yayınlarla, eserlerle daha kalıcı hâle getirilecek, daha sonra bunlar halkların birbirlerini tanımalarında çok etkili olacaktır. (…) Hakikat boyutuna dâir dile getirilen her şey bütün insanlık âilesini birbirine bağlar diyebiliriz. Enstitünün bu tür çalışmalara büyük katkısı olacağını umuyorum. Hayırlara vesile olmasını diliyorum. Emeği geçen, başta TÜRKKAD ve diğer emeği geçenlerin hepsine buradan şükranlarımı sunuyorum, saygılarımı sunuyorum. (Doç. Dr. Osman Nuri Küçük – Üsküdar Üniversitesi Tasavvuf Araştırmaları Enstitüsü - Kyoto Üniversitesi Ken’an Rifâî Tasavvuf Araştırmaları Merkezi’nin açılış töreninin ardından yapılan röportaj - 7 Mart 2016)
Kiraz Ağaçlarının Gölgesinde Sesil Pir Bir senedir öğretmenimi görmek nasip olmadı. Bazen merak ediyorum, Yaradan’ın planı nasıl şekilleniyor; neleri, neden bize nasip ediyor, neleri, neden etmiyor… Biliyorum ki her şey bizim olgunlaşmamız için… Yine de gönül sual etmeden, tefekkür etmeden duramıyor. Japonya’ya yapılan seyahate katılmak nasip olmadı; fakat Kyoto Üniversitesi’ndeki açılış konuşmalarının hepsini internetten izledim. Japonya benim gördüğüm bütün ülkeler arasında aşkı en çok hissettiğim ülkelerin başında geliyor. Japonya’nın kültürü ile tasavvufî bakış açısının inanılmaz derecede örtüştüğüne, Japon dostlarımız ile ‘özen’ değerinde birleşen bir “edep beraberliğimiz” olduğuna inanıyorum ben. Meselâ ülkenin kırsallarında, kişiler bir odadan çıkarken arkasını dönüp çıkmaz; oralarda, tıpkı bizim ‘dergâh’ adabımızda olduğu gibi, gülümseyerek ve saygıyla öne eğilerek çıkar. Sonra her şeye – herkese değil – ihtimam ile yaklaşır Japon dostlarımız. Kenan Rifâî Hazretleri’nin ayakkabılarına gösterdiği hürmet geliyor aklıma… İnancım odur ki aynı imandan doğan davranış şekilleridir bunlar… Açılış konuşmalarından en çok muhterem hocamız Mahmut Erol Kılıç Bey’in konuş-
ması beni etkiledi. Zira konuşmasına “zor zamanlardan geçiyoruz” diyerek başladı; gerçekten de öyle… Türkiye’de vatandaş olmanın, dünyada insan olmanın, Avrupa’da Orta Doğulu; Batı’da Müslüman olmanın çok zor olduğu zamanlardan geçiyoruz. Tarihe dönüp baktığımızda insanlığın sınandığı her dönemde bizden büyük bir kuvvetin bize –insanlara– bir ders vermeye çalıştığını görüyoruz. Hayatın eğitme anlayışında, önce “cemâl” ile uyarma, olmaz ise “celâl” ile pişirme var. Biz garibanlar ise, bize verilen sembolik ikazları maalesef dünya meşgaleleri arasında, maddiyat peşinde koşarken görmüyor, göremiyoruz. Ancak başımıza bir felâket gelir de, gönül gözümüz açılırsa ‘ne oluyor?’, ‘neden oluyor?’ diyebiliyoruz. Bütün değerlerimizin yeniden sınava çekildiği zamanlardayız. “Olmaz” dediğimiz şeylerin olduğuna şâhit olduğumuz dönemlerdeyiz. Görevimiz çok ağır ama bir o kadar da güzel. Hayata rağmen Yaradan’a sığınmak, o ne güzel bir fırsattır… Kyoto Üniversitesi’nde açılan merkezimiz tıpkı ABD’de ve Çin’de açılan kürsülerimiz
gibi, iki kültür arasında köprü kurmak amaçlı. Karşılıklı görüş alışverişi yapmak, önyargıları yıkmak, korkuları yenmek ve sevmek amaçlı… Cân-ı gönülden dilerim ki, inşaallah bir kürsümüz de Avrupa’da kurulsun. Dünyanın buna ihtiyacı var; hem Batılı dostlarımızın, hem Doğulu dostlarımızın buna ihtiyacı var. Müslüman kardeşlerimizin buna ihtiyacı var; ben böyle iman ediyorum. Bir ummana dalmış gidiyoruz. İslâm’ın iki kanadından biri maalesef kırılmış. Çalışmamız, çok çalışmamız gerek! Çalışıp kanatlarımızdan birini tamir etmemiz, hakikati bizzat hayatımıza yeniden yerleştirmemiz gerek. Bunun için de bir yandan kendi nefsimizi ‘adam’ etmeye çalışırken bir yandan da kürsüler kurup bizden ‘farklı’ insanlara ulaşmamız gerek. Allah nasip etsin inşaallah…
Japonya’yı Gördüm Yeşim Mart ayında Kyoto Üniversitesi’nde bir tasavvuf araştırmaları merkezi kuruldu. İmza törenine katılma ve bu muhteşem olaya şâhitlik etme şansım oldu. Doğrusunu söylemek gerekirse böyle bir başlangıcın ne kadar önemli olduğunu bu yazıda anlatmak niyetinde değilim. Tezahürü pek çok yeniliğe önayak olacak böyle bir girişimin etkilerini ancak yıllar içinde idrak edebileceğimiz inancındayım. Şu andaki hislerimizin umut ve heyecan olduğunu, ancak bu açılışın mânâsını tam olarak idrak edilmesinin sadece birkaç şanslıya nasip olduğunu düşünüyorum. Japonya’ya ayak bastığımız andan İstanbul’a kadar geçen süre daha çok bir hayal âlemi gibiydi. Kyoto ve Tokyo’da bulunmak, alıştığım ve bildiğim pek çok gündelik detaydan farklı bir tecrübeydi. Bu yazıda sizlere bu gezideki birkaç gözlemimi ve tecrübemi aktarmak istiyorum. Japonya’da hayat sâkin, düzenli ve yumuşak akıyor. Gündelik yaşam, sonu gelmez bir koşturmacadan ziyade ânı idrak etme prensibine göre işliyor. Yemek yediğimiz pek çok restoranda bu sükûneti hissettim. Servis yapan kişiler gayet zarif ve harmoni içinde hareket ediyorlardı. İnsanlar sohbetlerini
sessizce yapıyor, yemekler uğultu olmadan yeniyordu. İnsanların hareketleri yavaş, sessiz ancak serî idi. Temizlikleri ise her hallerinden belli idi. Kötü koku ya da tavır kesinlikle yoktu. Yolda tanımadığım birine herhangi bir şey sorduğumda, karşımdakinin çok samimi yardım etme istediğini gördüm. Baştan savarak ya da acele ile değil, gerçekten yardım etmeye çalışan çok zarif insanlarla karşılaştım. Japon geleneğinde birini araba ile uğurlarken arkasından el sallamak âdetmiş. Biz her seferinde otobüse binerken tüm güler yüzleri ile bize dakikalarca candan el sallayan kişileri tanıma fırsatım oldu. Bir Japon ile konuşurken, yüz ifadesinin, beden dilinin ve mimiklerinin edep içinde olduğunu ve karşısındakine karşı çok saygılı ve sabırlı davrandığını gözlemledim. Güleryüz hepsinin ortak özelliği gibiydi. Kyoto’dan Tokyo’ya geçerken hızlı trenlerin vakte ne kadar riâyet ettiklerini ve sadece 1 dakika istasyonda kalıp hareket ettiklerini gördüm. Alışık olduğumuzun aksine bu 1 dakika içinde trene inenler ve binenler arasında herhangi bir karışıklık ya da kaos olmadı.
Tokyo’ya vardığımızda bir otobüs ile otelimize doğru giderken dünyanın en büyük metropollerinden birinde değil de sanki Maşukiye’de gibiydik. Trafikteki sessizlik gözlerimizi kapattığımızda bir sayfiye yerinde olduğumuzu düşündürebilirdi bize.
Teknolojik gelişmenin ve çağa ayak uydurmanın geleneği bırakmayı şart koşmadığını, bilâkis her ikisinin de var olduğu bir toplumda insanların daha huzurlu olduğunu, birinin diğerinin yerine geçmesine gerek olmadığını canlı bir örnek ile yaşamış oldum.
Orada insanların genellikle çok küçük porsiyonlarda ve yavaş yemek yediklerine şâhit oldum. Şimdi düşünüyorum da bir haftalık seyahat boyunca kilolu bir Japon’a rastladığımı hatırlamıyorum.
***
Bir bahçeyi gezmek için otobüsten indiğimde, elimdeki kahve bardağını atmak için çöp kutusu aradım. Ancak göremedim. Rehberimize sorduğumda terör olaylarına karşı çöp kovalarının toplatıldığını söyledi. Gayri ihtiyârî çevreme baktım. Cadde benim evimin salonu kadar temizdi. Rehberimiz gülümsedi. “Bizler çantamızda bir poşet taşırız, gün içinde çöplerimiz için bu poşeti kullanırız ve akşam eve gidince atarız” dedi. Bizim durumumuzu düşününce ben de gülümsedim. Elektronik marketleri gezerken, her ihtiyacın nasıl titizlikle düşünüldüğünü ve buna uygun çözüm geliştirildiğini gördüm. İlimde ve teknolojide bu kadar ileri olmalarının bir tesadüf olmadığını ben seyahatte öğrendim.
Japonya’dan ve Japonlardan her birimiz ayrı ayrı etkilenmiş olarak döndük. Bu güzel anı hâlâ çok tazeyken dün televizyonda bir habere takıldı gözüm. Japonya’da geceleri içinde uyunabilecek kütüphaneler açılmaya başlanmış. Geç saatlere kadar kütüphanede çalışanların eve dönmeden uyuyabilmeleri ve çalışmaya ertesi sabah devam edebilmeleri için... Kyoto sokakları, târihî tapınaklar, kimono ile gezen genç kızlar, Tokyo’daki gökdelenler, metro sistemi, zarif sunumlu yemekler, Fuji Dağı, birbirinin üstüne köprü gibi inşaa edilmiş yollar geçti gözümün önünden. Gülümsedim.
Kök ve Meyve Elif Hilâl Doğan
Japonya ve Türkiye’nin birçok ortak yönü olduğunu fark etmiş bulunuyorum. Meselâ ‘Anadolu’ kelimesinin anlamlarından biri “Güneş’in doğduğu yer” olarak geçiyorken, Japonya’nın adını oluşturan kanji karakterler de “güneş” ve “köken” anlamına geliyormuş. Bu nedenle Japonya “Doğan Güneşin Ülkesi” diye de biliniyormuş. İki ülkenin de etrafı mavi sularla çevrili, iki ülkenin insanları da edep ve hürmet konusunda çok titizler. Önemli bir ortak yönümüz daha var: Çalışma azmimiz. Her ne kadar şu anda geçmişe oranla daha az faal isek de iyi biliriz ki Mustafa Kemâl’in dediği gibi “Türk milleti çalışkandır.” Japonlar da âşikâr olduğu üzere çok çalışkan bir millet. Onların kalkınma ve teknoloji açısından bizden daha ileride olmalarının sebepleri elbette uzmanlık gerektiren bir araştırma konusu. Ama ben kendi çapımda da olsa bunun üzerine biraz eğilmek istiyorum. Kalkınma çerçevesinde dikkat çeken noktaların belki de en önemlilerinden birisi Japonların harflerini değiştirmeden, kendi kültürel değerlerini bir kenara atmadan bu gelişmeleri sağlayabilmiş olmaları. Demek ki insan yazısını, an’anesini, geleneğini değiş-
tirmeden de onları atmadan da gelişebiliyor, ilerleyebiliyor. Zaten gelişmek demek kökleri üzerinde yükselmekle olan bir şey değil midir? Kökle irtibatlı olmayan dal büyür mü, meyve verebilir mi? Türk-İslâm tarihinde seyredilen o çalışma disiplini, üretkenlik ve hizmet gayreti sonucunda ortaya benzersiz eserler konmuş. En büyük eser ise bu milletin ta kendisi. Bütün kültürel değerleriyle, an’aneleriyle, renklilikleriyle bir şâheserdir bizim milletimiz. İşte bu yüzden üstü hep örtülmeye çalışılmış ve çalışılmakta. Latin harflerine geçişimizle de iyice şaşkına döndürülmüşüz; hiçbir şey bilmeyen, câhil bir millet olarak nitelenmişiz. O muazzam eserler kâğıt parçası hatta çöp muamelesi görmüşler. O muazzam birikimi hor görmek maalesef şeref yerine geçirilmiş. Depresyonda olduğuna inandırılan, kudretli bir insan gibi düşünüyorum ben milletimizi. Buradaki sorun, bizim bu uyku ilaçlarını almayı reddedemeyişimizde olmalı. Belki hassas bir döneminde, zayıf düştüğü bir anda hasta olduğuna inandırılmış, âciz ve perişan bırakılmak istenen bir koca yiğit gibiyiz. Tedavi adı altında verilen zehirlere ne yazık ki karşı koyamamışız. Hatta bunların savunuculuğu-
nu bile üstlenmişiz. Meselâ “Efendim, divan edebiyatını anlayan yok, bunu okusak ne okumasak ne, bunların ne lüzumu var?” “Osmanlıca öğreneceksiniz de ne olacak, mezar taşlarını mı okuyacaksınız?” diye verilen akıl ile “Ayasofya bir müzeyken minarenin orada ne işi var, orada minareye ne lüzum var?” diye verilen akıl aslında aynı mantık sahibine âit. Bu sözlerse çok acıklı, çok ıztırap verici, çok tehlikeli sözler. Geçmişiyle bağları koparılmak istenen, sanatından, mûsıkîsinden, tüm kültür ve şahsiyetinden uzaklaştırılmak istenen bir milletiz. Yahya Kemâl şöyle diyor: Şu kopan fırtına Türk ordusudur yâ Rabbi! Senin uğrunda ölen ordu budur yâ Rabbi! Tâ ki yükselsin ezanlarla müeyyed nâmın Gālib et, çünkü bu son ordusudur İslâm’ın Büyüklerimizin tespitlerine göre hakikî Müslümanlığı yaşayan, adeta İslâm’ın son ordusu olan Türk milletidir. Türk milleti, sadece Türkiye için önemli değildir. Türk milleti tüm dünya için önemlidir. Milleti millet yapansa onun köklerindeki özü, kültürüdür. Bugün Japonya’yı da, Amerika’yı da, Çin’i de “medeniyet”le buluşturmakta olan ilim işte o kültürün meyvesidir. Durum böyleyken harf inkılabından sonra geçirdiğimiz travma so-
nucu hâlâ üzerimizden atamadığımız iki etki var: Aşağılık kompleksi ve kendimize güvenememe. Ama burada takılıp kalamayız… Zira Mehmet Âkif’in tarihi aşmakla nitelediği, tarihe sığdıramadığı Bedr’in aslanlarıyla bir tuttuğu işte biziz. Tevhid için, İslâm’ın son ordusu olarak savaşan biziz. Japon için de, Çinli için de, Amerikalı için de, yarın belki Koreli için de, Rus için de, Yunan için de örnek olacak şahsiyet işte bizim kültürümüzde. Nerede kaldı aşağılık kompleksi, nerede kaldı yabana hayranlık, nerede kaldı depresyon?.. Biz cehâlete hükümlü, rotasından, yolundan şaşan değil, tarihi aşan, aşmak zorunda olan, vazifeyle yükümlü bir milletiz. *** Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor tevhîdi Bedr’in aslanları ancak bu kadar şanlı idi Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın “Gömelim gel seni tarihe” desem, sığmazsın
Muhammedun Resûlullah Hüseyin Gökhan 2015 “Dost” İslâm’a Hizmet Ödülleri Gecesi’nde René Guénon’un oğlu Abdülvâhid Yahya Beyefendi’nin tercümanlığını yapma şerefi fakire nasib oldu. Bir derviş evinde yetişmiş olduğu belli, vakur, nazik, zaman zaman azametli fakat hep yüzü gülen bir insan. Ödül töreninde sahneye çıkana kadar kuliste bolca sohbet etme fırsatımız oldu. Kendisi babasını görememiş. Annesi, babasının ölüm döşeğinde kendisini çok özleyeceğini söyleyince, René Guénon doğacak çocuğa kendi isminin verilmesini vasiyet etmiş ve onunla avunmasını salık vermiş. Vefatından sonra dahi dünyanın dört bir yanından müfekkirleri etkilemeye devam eden bu büyük insanın, oğluyla avunulması konusunda da haklı çıkmış olduğunu gördüm nâçizâne. Edebi, tavırları ve babasının hâtırasına lâyık yaşantısının yanında, yaptığı konuşmayla da babasının mâneviyatını ödül törenine taşımada üzerine düşeni eksiksiz yerine getirdi. Ödül takdiminden önce, konunun uzmanları René Guénon’un neden bu kadar önemli olduğunu tafsilâtlı şekilde anlattılar. Abdülvâhid Yahya Beyefendi de bu anlatılanların üzerine bir şey eklemek hususunda aczini belirterek konuşmasına başladı. Fakat yine
de hayatı hakkında birkaç söz söylemek istediğini söyledi. Bahsettiği birkaç şey, tüm gecenin özetini, ruhunu ve merhum babasının ve o yolda gidenlerin neden tekrar tekrar anılması gerektiğini çok açık şekilde ortaya koydu. Kısaca hayatının üç dönemi olduğunu anlattı: “Lâ ilâhe / illallah / Muhammedun Resûlullah.”: “Sahte ilahların reddi / Vahdetin tasdîki / Kur’an’ı hayata geçirmek, böylece Allah’a ulaşmak.” René Guénon ve kemal yolunda yürüyen diğer mübâreklerin tümünün hayatı, bu üç düstur üzerine kuruludur desek, ne eksik ne de fazla söylemiş oluruz. Fakat avamla aralarındaki en büyük fark, üçüncü unsurda ortaya çıkıyor. Hz. Peygamber’i kendisine rehber edinip onun ahlâkı ile ahlâklanamayan kimse, ilk iki unsurda da eksik bir taklit ehli olmaktan ileri gidemiyor. Cemâlnur Hocam’ın yıllardır üzerine nefes tükettiği konu da bu: Peygamber, Peygamber ve yine Hz. Peygamber! Bu üçüncü adımdaki eksiklik İslâm’a yabancı olanların algılarını kapattığı gibi, biz müslü-
manlarda da büyük kusurların ortaya çıkmasına sebep oluyor. İslâm’ı bilmeyenler çoğu zaman ya dünyada müslüman olduğunu iddia eden topluluklara bakarak ya da çok az anlayabildikleri Kur’an’dan âyetler seçerek İslâm hakkında hüküm vermeye çalışıyorlar. Böyle bir çaba maalesef çoğu insanı bilmedikleri bir zenginliğin dışında kalmaya itiyor. Hz. Peygamber’in hanımlara saygı ve ihtirâmından bîhaber kimseler, İslâm’ın kadın hak ve hukûku konusunda sorunları olduğu sonucuna varabiliyor. Ya da Hz. Peygamber’in en büyük tavsiyesinin ilim tahsil etmek olduğunu anlayamayanlar, son yüzyılda müslüman devletlerin yaptığı teknolojik gelişmelere bakarak İslam’ın ilmî terakkî noktasında gerici, bağnaz bir sistem olduğu görüşüne varıyor. Buna benzer şekilde kendi dininin peygamberini anlamakta âciz kalan biz müslümanlar da, “hak” dine en büyük zararı vermiş oluyoruz. İslâm adına mâsum insanlara kıyanlardan ya da hâlâ araç kullanmanın haram olup olmadığını tartışanlardan da bahsetmiyorum. Günlük hayatımız dâiresinde bizlere bakıldığında, Peygamber evlâdı olduğumuz âşikâr olmuyorsa, elîm bir hatâ içinde olduğumuz maalesef açıktır diye düşünüyorum.
O Allah’ın sevgilisinin birisinin konuşmasını dinlerken iki omuzunu o kişiye çevirip dikkatle dinlemesini, baktığı koyunlarını dahî tek tek isimlendirerek ayrı ayrı sevmesini, misafirlik adabını, çocuklara olan derin saygı ve sevgisini, giyimindeki tevâzuyu temizlik ve estetikle birleştirebilmesini, her an bir hizmetle meşgul olmasını ve daha nice güzel huyundan birkaçını kendi hayatımızın bir parçasına yansıtabilsek, aklı olan her kulun bugün biz müslümanlara bakarak gözyaşlarıyla “Lâ ilâhe illallah!” dediğine şahit olurduk. René Guénon’un bir filozoftan farkı, düşündüklerini hayatına nakşedebilmiş olması. İşte bu özelliği sayesinde de binlerce insanın İslâm’la müşerref olmasına vesile olabilmiştir. Abdülvâhid Yahya Beyefendi hâlâ babası sayesinde İslâm’ı kucaklayan yüzlerce insanın hikâyesine şâhit olduğunu söylüyor. Bu güzel insanın hayatının özünü çok veciz, bir o kadar da derin bir mânâda bizlere aktardığı için kendisine şükranlarımı sunuyorum.
Hakikatte Kimiz? Mehveş Bir sohbet meclisinde duyduğum şu cümleler uzun zamandır zihnimde: “Refleksiniz dinî bir cümle olsun, yani dilinizin hemen altındaki Allah olsun ve unutmayın ki nefsinize ağır gelen bir şeyle karşılaştığınız an verdiğiniz o ilk tepki, hakikatte kim olduğunuzu gösterir.” Duyduğum an yüzümde hissettiğim tokadın izi hâlâ duruyor sanki. Aslında bu cümleler, çocukluğumdan beri farklı kelimelerle hep işittiğim ifadeler… Fakat her şeyin bir vakti olduğu gibi, bu ifadelerdeki mânânın beni alt üst edeceği zaman da galiba o gündü. Çünkü bu konuyla ilgili hatâlarım birikmişti. Ayrıca yaptıklarımın farkında olduğumdan kendimi gözaltına almıştım ve böylece karşıma çıkan bu cümleler yahut söyleyen kişi beni kendime getirivermişti. Cenâb-ı Hak da vesile kıldıktan sonra… İşte o gün oturduğum koltukta ufaldıkça ufaldım sanki. Biliyoruz ki dünya gailesi içinde güllük gülistanlık bir hayat sürmek, rahat etmek pek mümkün değil… Bu dünya sahnesinde bizim gibi milyarlarca insan var, bir de herkesin kendi içinde ruh ile nefis mücadelesi var. Bu yüzden en ufak şeyden tetiklenip istemediğimiz refleksleri göstermek ve yoldan çıkmak
ile yolda kalmak arasında gidip gelmek çok kolay… Peki yaşadıklarımız karşısında ne tür reflekslerimiz oluyor? İlk tepkilerimizde ne yapıyoruz? Öfkemizi dışa vurup karşı tarafa mı kızıyoruz, yoksa içimize atıp gönlümüzü mü kirletiyoruz? Sıkıntı karşısında ağlayıp isyan mı ediyoruz, yoksa kimden geldiğini unutarak sûretlere mi takılıyoruz? Yahut bir başarı elde ettiğimizde, bir nimetle karşılaştığımızda kendimizden mi bilip seviniyoruz? Üzerinde düşünsek söylenecek o kadar çok şey var ki… Her an bir imtihan… İşte imtihanlarımıza gösterdiğimiz tepkilerle hayatı ya kendimize kolaylaştırıp cennet kılıyoruz yahut daha da zorlaştırıp zindan ediyoruz. Ve kim olduğumuzu, yani nasıl bir kul olduğumuzu farkında olmadan ortaya koyuyoruz her defasında… Bu yüzden davranışlarını kontrol altına almalı insan… Kontrol altına almaktan kasıt ise şu: Allah’ın rızasına aykırı söz söylememek ve nimette de belâda da, her durumda “Senden Allah’ım!” diyebilmek. Sonuç olarak ne sevin ne üzül ne öfkelen ne de isyan et… İşte insan bunları hakkıyla yapabilirse gerçek bir mümin oluyor. Yoksa nefsine ağır geldiği için isteyerek yahut istemeyerek ortaya koyduğu
tepkiler, onun Allah’a değil de nefsine kul olduğunu gösteriyor. Hâsılı, keşke durup gönül aynamıza bakabilsek ve hep uyanık olabilsek… Zira bu yolda “Ben Müslüman’ım.” veya “Ben iman sahibi biriyim.” demekle iş bitmiyor. Cenâb-ı Hak bizden delil istiyor! Duyduklarımızı hâl etmek nasip olsun inşaallah…
Aklı Çıkar Aradan, Görünür Olsun Yaradan Sanem Ömürlü Biz sıradan insancıklar yüksek mânevî deneyimler ve kerâmetler ile yaratıcıyı görmeye, deneyimlemeye istekliyizdir genelde. Çoğunlukla bu kerâmetleri “insanüstü”nü ya da “insanötesi”ni deneyimleyen insanlarda buluruz. Bizim gibi iki gözü, iki kulağı, bir burnu olan “normal” insanların ortaya koydukları işler ve olağan dışı performanslar karşısında şaşakalırız ve bu hayretimizi kültürümüzün bize aşıladığı edeple “Allah’ın büyüklüğü”nün bir göstergesi olarak düşünür ve dile getiririz. Kimi zaman da “dâhi” olarak adlandırırız ve kendimizi güvenli bir şekilde soyutlarız bu “insanötesi” deneyimlerden. Ne var ki son yıllarda yapılan araştırmalar “dâhi” bazen de “çılgın” dediğimiz bu insanların temelde bizden çok da farklı olmadıklarını ve onların beyinlerinde ya da bedenlerinde sadece onlara özgü olan bir özelliğin olmadığını ortaya koymaktadır. Peki o halde neden ben de bir Arşimet, bir Itrî, bir Hazerfan, bir Michalengelo olamıyorum? Eğer aynı hammadde, aynı malzeme ile yaşıyorsam aramızdaki bu farkı doğuran ne? İşte bu soruyu sormak için gerçekten insanın içinde bir rahatsızlık duyması gerekiyor. Sinan Canan Hocamın da ifadesiyle bu süreç önce
“rahatsız bir zihin”e sahip olmakla başlıyor. İşin şakası bir yana, birtakım insanlar bu “rahatsızlık”la yola koyulup muazzam şeyler farketmiş gibi görünüyorlar. Buna “Akış” ya da “Akışta olma” adını veren ve benim daha hâlâ adını bile doğru söylemeyi başaramadığım Mihály Csíkszentmihályi’ye göre bu hal, kişinin tamamen yaptığı şeye derin bir şekilde odaklanması olarak tanımlanıyor. Tamamen odaklanmış süper yüksek bir motivasyon! Duygusal anlamda kişi aslında yaptığın şeyin zevkiyle tamamıyla kendinden geçiyor. Akışta olma hâlini daha sıklıkla deneyimleyen kişiler üzerinde yapılan çeşitli araştırmalar bu hâlin bazı karakteristiklerini şu şekilde ifade etmektedir: • “An”da olma • Derin bir odaklanma hâli • Kendi tarzını ortaya çıkartma • Yaptığı şeyi iyi biliyor olma Bu dört özellikten sonuncusuna baktığımızda akış hâlinin ortaya çıkabilmesi için kişinin o şeyi daha önce yapmış olması ve iyi biliyor olması lâzım. Malcolm Gladwell’in ustalık için 10 bin saat pratik gerektiğine dair teorisi
burada geçerli olurken yine akış hâli üzerine yapılan çalışmalar bu deneyimin pratiğe de yansıdığı durumlarda ustalığın pratik saatini neredeyse yarı yarıya azalttığına işaret etmektedir. Yani akış hâlinin öncesinde mutlaka bir gayret ve öğrenme var. Diğer bir unsur olarak kendi tarzını ortaya koymak şart. Kişinin akışta olmayı deneyimlemesi tamamen onun kendi özgün tarzıyla mümkün. Bununla birlikte aslında akışta olma, biz “sıradan” insanlar için de çok yabancı olan bir durum değil. Bir şeye konsantre olarak zamanın nasıl aktığını fark etmediğimizde, çok zor bir problemi üzerinde doğru düzgün düşünmeden bile çözdüğümüzde, çok riskli bir durumda inanılmaz kısa sürede en doğru kararı verebildiğimizde hep kendimize hayret ederiz ya… İşte o anlarda bizler de akışta olma deneyimini yaşıyor oluyoruz. Atletler, adrenalin sporları ile uğraşanlar ve sanatçılar gibi daha göz önünde olan insanlarla yapılan çalışmalarda, akış hâlini deneyimlemenin ön koşullarına, tetikleyicilerine ve aşamalarına dair pek çok veri toplanarak birtakım çıkarımlarda bulunulmuş. Buradaki çalışmaların esas amacı ise insan potansiyelinin maksimum seviyede ortaya çıktığı bu hâli kazâra yaşanan bir hâl olmaktan çıkarıp herkesin ihtiyaç duyduğu anda deneyimleyebileceği bir tecrübeye dönüştürebilmek. Akış hâlinin ardındaki kimyasal, biyolojik ve psikolojik yapılar araştırılmaya devam ediyor. Hangi nörotransmiterlerin (sinir ileticilerinin) hangi aşamalarda devre girip çıktığı ve beynin hangi alanlarındaki aktiviteyi yükseltip hangilerindeki aktiviteyi düşürdüğüne dair pek çok bulgu var. Bunların bir kısmı biraraya
gelerek derin odaklanma sağlarken bir kısmı mutluluk ve keyif hissini oluşturuyor. Bu nörotransmiterlerin akış sırasında beynin ön kısmındaki aktiviteyi azalttığı yani bilinçli düşünmeyi baskıladığı çeşitli görüntüleme teknikleriyle görüntülenmiş durumda. Başka bir ifadeyle “akış” deneyiminin yaşandığı ve insan potansiyelinin insanüstü seviyede ortaya çıktığı durumlarda, tasavvufta akl-ı meaş olarak bilinen ve sadece dünya işine eren, kıyaslamalı, rasyonel akıl devreden çıkıyor. İşte tam da bu noktada başka bir akıl öne çıkıyor, öyle bir akıl ki milisaniyeler içerisinde binlerce veriyi işleyip ölüm-kalım anlarında en doğru kararları vermemizi sağlıyor ya da daha önce eşi benzeri görülmemiş sanat eserleri üretmemizi, kimsenin tahayyül edemeyeceği bilimsel buluşlar yapmamızı sağlıyor. Aslında insanlık olarak yol kat etmemizi, sıçrayışlar yapmamızı sağlayan akıl da bu akıl gibi görünüyor. Yine tasavvufta öğrendiğim kadarıyla buna akl-ı mead deniyor ve dünya işine eren aklı aradan çıkardığımızda sanıldığı gibi akılsız kalmayıp mutasavvıfların adına küllî akıl ya da ilâhî akıl dedikleri bir başka akılla başbaşa kalıyoruz. Bir anlamda yazının başlığındaki gibi aklı aradan çıkarıp yaratanı, onun muazzamlığını ve ondan bize yansıyan potansiyeli görebilir, deneyimleyebilir oluyoruz. Roma’daki Sistine Şapel’e gidenler ya da resimlerini görenler tavanda Tanrı’nın Âdem’e dokunarak onu yarattığı meşhur freski hatırlayacaktır. Kimbilir belki de her “akış” deneyimi o temasın yeniden yeniden –farkında olalım olmayalım- yaşanması ile insanlığın her an yeniden yaratılmasıdır.
Türkiye’nin Ermeni Meselesi - II Sâmiha Ayverdi’nin “Türkiye’nin Ermeni Meselesi” isimli kitabının Sertaç Karaağaoğlu tarafından hazırlanmış bir özetini bölümler hâlinde dergimizde yayınlamaya başladığımızı geçen sayımızda belirtmiştik. Bu sayımızda sözkonusu özetin ikinci bölümünü yayınlıyoruz.
Osmanlı Hükümeti 1914’te Cihan Harbi’ne girdi ve seferberlik ilân edildi. Aynı gün -21 Temmuz 1914- Taşnaksutyun ve diğer komitelerin yaptıkları fevkalâde toplantı sonunda taşra şubelerine şu tâlimat gönderildi: “Rus ordusu hududdan ilerler ve Osmanlı askeri çekilir ise, her tarafına birden eldeki vesâit ile kıyam olunacak, Osmanlı ordusu iki ateş arasında bırakılacak, binalar ve beylik müesseseler bombalarla berhavâ edilecek, yakılacak, hükümet kuvvetleri işgal olunacak, levâzım kafilelerine baskın yapılacaktır. Aksine, Osmanlı ordusu ilerler ise, Ermeni askerleri silâhlarıyla Ruslara iltihak edecek ve kıtalarından firarla çeteler teşkil edileceklerdir.” Bu bir başlangıçtır, ama bundan sonraki tüm gelişmeler bu minval üzere olmuştur. Bu ara-
da, Fransa, İngiltere, Ermenileri kışkırtmalarını daha da arttırmışlardır. Taşnaksutyun’un faaliyeti, Çarlık Rusyası için, Türk Ermenistanı’nın işgaline efkâr-ı umumiyyeyi hazırlamaya mâtuftu. Beynelmilel vaziyet ve Çarlık Rusya’nın temâyülü hiçbir zaman Ermenistan muhtâriyetini vücûda getirmek değildi. Seferberlik ilân edilmişti. Meşrûtî idârenin bütün nimetlerinden istifâde eden, daha evvel isyanlarda elebaşılık yapmış sergerdeleri Meclis-i Mebûsan’da mebus olarak bulunduran Ermenilerin de harbe iştirak etmesi icâp ediyordu. Ama komiteler ve rûhânî reisler, ırkdaşlarına kat’iyen harbe girmemelerini söylüyorlardı. Birçoğu bu emre uydu. Komiteler harbe gidenlerin silâhlarıyla beraber kaçmalarını emretmişti. Emir harfiyen yerine getirildi. Türk ordularından kaçırdıkları silâhları, Türkleri öldürmek için kullandılar. Osmanlı Devleti karşısında savaşan İtilâf Devletleri, Ermenileri ileri karakol olarak kullanmaya başladılar. Taşnaksutyun Komitesi 1910 yılında Kopenhag’da yapılan Sosyalistler Kongresi’nde verdikleri muhtırada, Türkiye’deki faaliyetlerini şöyle özetler: “1908 senesine kadar komitemizin Türkiye’deki faaliyet ve icraatı gizli ve gece olurdu.
Silâh talimleri daima gece icrâ edilirdi. Faaliyetimiz tamamıyla ihtilâlî ve siyâsî bir mâhiyeti hâizdi. Aynı faaliyete bugün Memâlik-i Osmaniye’deki merkezlerimizde devam ediyoruz. Yalnız şu fark var ki, bunlar şimdi âşikâr ve gündüzleyin oluyor.” Gönüllü olarak Rus ordusunda çarpışan Ermenilerin hâricinde kalanlar da Türk ordusunu içeriden hançerlediler. Ermeniler İtilâf Devletleri’ne casusluk yapıyorlardı. Ama bu, İtilâf Devletleri için kâfî değildi. Arkada ailesini, çocuğunu, annesini, babasını, kardeşini bırakıp cepheye giden Türk askerinin cepheden kaçması veya düşmanla iyi savaşamaması için geride bıraktıklarından emin olmaması lâzımdı. Gene 1914-1918 Harbini müteakip Fransızlar Hatay’a girdikleri zaman, Ermeni çetecilerini silâhlandırıp eli-kolu bağlı müdâfaasız Türk halkını genç-ihtiyar, kadın-çocuk ayırmadan katliama tâbî tutmaları ne hazindir. Fakat daha da hazini, her zaman olduğu gibi, Garb’ın öldürenleri mazlum, ölenleri zâlim kabul ve ilân etmesidir. Ermeni milleti o kadar kan dökücü ve gözünü kıpmadan cinâyet işlemeye elverişli bir iç bünyeye sahiptir ki, Gregoryenlerin bir Katolik Ermeni rahibini kaçırıp, mezhebinden dolayı işkence ile öldürdükleri mâlûmdur. 1914-1918 Harbi ile beraber, Türk orduları, birçok cephede çarpışma vaziyetine girmiştir. İşte böyle bir zamanda Ermeniler, İtilâf Devletleri’nin işlerini kolaylaştırmak için II. Meşrutiyet’ten bu yana yapılan hazırlıkları süratlendirmeye başladılar. Ellerinde bol miktarda silâh, bomba vs. bulunuyordu. Karşılarında
da harb eden bir devletin, iç güvenlik için tutabildiği az sayıda asker ve asıl mühimi, kadınlar, ihtiyarlar ve çocuklar vardı. Ermeniler için kahramanlık gösterme yolunda bundan büyük fırsat mı olurdu? Neticede Zeytun (Kahramanmaraş), Kayseri, Bitlis, Erzurum, Ma’murâtü’l-Aziz (bugünkü Elazığ), Diyarbakır, Sivas, Trabzon, Yozgat, Van, İzmit, Adapazarı, Hüdâvendigâr (Bursa), Adana, Halep ve İzmir vilâyetlerinde, II. Meşrutiyet’ten evvelki isyanlara ilâveten bir de sabotaj hareketlerine girişildi. Gönüllü Ermeni birlikleri teşkil edilmişti. Bunlar, Rus ordusu saflarında Türklere karşı savaştırılıyordu. Daha evvel İngiltere’ye, Amerika’ya ve Rusya’ya gönderilmiş Ermeniler, bilhassa Kayseri ve Sivas’ta bomba imâl ediyorlardı. Çeteler tarafından öldürülen askerlerin ve Müslüman ahâlinin cesetleri parça parça ediliyor, gözleri oyuluyor ve akla hayâle gelmedik vahşetler yapılıyordu. Cephede savaşan askerin içerilerine kadar sokulan Ermeniler ve bilhassa kilise mensupları, İtilâf Devletleri ve bilhassa Rusya hesabına casusluk yapıyorlardı. Meselâ Ma’murâtu’l-Aziz vilâyetinde İngiliz Konsoloshanesi’nde tercüman olan bir Ermeni, Onbirinci Kolordu hakkında bizzat dolaşarak topladığı mâlûmatla beraber yakalanmıştı. Burada bir parantez açıp İngiliz, Rus, Fransız gibi bütün ecnebi sefârethane ve konsoloshanelerindeki çeşitli hizmetlerin Ermeniler tarafından görüldüğünü ifâde edelim. Birinci Cihan Harbi’nin başlangıcında harbe girememiş olan Amerika’yı tahrik ederek harbe sokmak için, Amerikan Koleji muallimlerinden Mr. Herborg’u Suşehri’nde öldürmüşlerdi. Bu cinayetin Türkler tarafından yapıldığı
hakkında propaganda yapılmış ise de, Amerikan Konsolos Vekili Mr. Kek’in iştirakiyle kurulan komisyon, cinayetin Ermeniler tarafından ve zikredilen maksada mebni yapıldığını tespit etmiştir. Van hududunda Türkler, Ruslarla muhârebe ederken, içerdeki Ermeniler orduyu arkadan vurarak şehrin düşmesini sağlamışlardı. Hükümet, memleketin en buhranlı zamanında bunu kaçırılmaz bir fırsat bilerek hayatımıza kasteden askere, jandarmaya, kadınlara, çocuklara, ihtiyarlara karşı en müthiş cinayetleri irtikab eden, casusluk ve sabotaj yapan komitelere ait şubelerin derhal kapatılarak üyelerinin dağıtılmasına, nihayet 11 Nisan 1331’de (1915) karar verdi. Çıkarılan kanun: “Madde 1- Vakt-i seferde ordu ve kolordu ve fırka kumandanları ve bunların vekilleri ve müstakil mevki kumandanları, ahâli tarafından herhangi bir kuvvetle hükümet emirlerine, memleket müdafaasına ve asâyişin muhâfazasına taalluk eden icraat ve tertibâta karşı muhâlefet ve silâhlı tecâvüz, mukavemet görürlerse, derhal askerî kuvvetle şiddetli surette bunları cezalandırmaya, yapılan tecâvüz ve mukavemeti esâsından imhâ etmeye mezun ve mecburdur. Madde 2- Ordu ve müstakil kolordu ve fırka kumandanları, askerî sırları ifşâ veya casusluk ve hıyânetlerini öğrendiklerini köylerde ve kasabalarda meskûn kimseleri teker teker veya toplu olarak diğer mahallere sevk ve iskân edebilirler. Madde 3- İşbu kanun neşir tarihinden muteberdir.” 14 Mayıs 1331 (1915)
Ermenilerin bulundukları yerden başka bir yere nakledilmeleri, bir devlet güvenliği zarûreti olarak tecelli etmiştir. Zira Ermeniler, orduyu arkadan vurmuşlar, erkeksiz kalan kadınlara, babasız kalan çocuklara tasallut etmişler, askerî manevraları ve ordunun vaziyetini İtilâf Devletlerine raporlar halinde bildirmişlerdir. Ermeni komiteleri gene de çeteler hâlinde faaliyetlerine devam ettiler. Öyle ki, güvenlik kuvvetlerinin nezâretinde bir yerden başka bir yere nakledilen kafilelere hücum ederek, hem jandarmaları katlettiler, hem de kendi ırkdaşlarını yollarda perişan eylediler. Ayrıca nakledilen Ermeniler, ayrıldıkları yerleri ateşe vererek, büyük zararlara sebep olmaktan da geri kalmadılar. Bu nevî müdahale ve hıyânetler olmasaydı, nakil işleminin sâkin ve rahat geçeceği muhakkaktı. Ermeni komiteleri, sahte ve uydurma isimlerle Avrupa gazetelerinde makaleler yazıyorlar, beyannâmeler neşrediyorlar ve durmaksızın katliamdan bahsettiriyorlardı. İngilizler öteden beri Ermenileri şarkta siyâsî menfaatleri için bir âlet olarak kullanmışlar, bunları siyâsî memurları, misyonerleri vâsıtasıyla kendi menfaatleri uğrunda felâketten felâkete sürüklemişlerdi. Fakat şu son teşebbüsleri, harb ettikleri devleti içten yıkmak gayesini güdüyordu.
Nefes Alan Tarifler Yeşil Spagetti MALZEMELER
HAZIRLANIŞI
60 gr. tereyağı
1. Tereyağın yarısını sos tavasında kısık ateşte eritin ve ıspanakları ekleyin. 1-2 dakika ıspanakları tereyağında çevirdikten sonra tavadakileri mutfak robotuna boşaltın ve malzemeyi püre haline getirin.
Sızma zeytinyağı 2 kâse körpe ıspanak 1 paket spagetti 2 diş ince kıyılmış sarımsak ½ doğranmış küçük soğan 2 rendelenmiş kabak ¼ tatlı kaşığı tuz Rendelenmiş parmesan peyniri
2. Daha sonra sos tavasında kalan tereyağı, soğanı ve sarımsağı orta ateşte soğan ve sarımsaklar pembeleşinceye kadar çevirin. 3. Kabakları ve tuzu ekleyin. Kabaklar yumuşayıncaya kadar yaklaşık 3 dakika pişirin. Üzerine ıspanağı ekleyin. 4. Spagettiyi bol suda 8-10 dakika kaynatın. Süzdükten sonra üzerine göz kararı zeytinyağı gezdirin ve spagetti ile tavadaki malzemeyi karıştırın. 5. Servis yapacağınız tabağa spaettiyi koyduktan sonra üzerine parmesan peynirini serpiştirin.
Âfiyet olsun.
www.nefesyayinevi.com hernefesdergisi@nefesyayinevi.com
/hernefesdergisi
/hernefesdergisi
/hernefesdergisi