Her Nefes Dergisi 79. Sayı Mayıs-Haziran 2016 (Türk Kadınları Kültür Derneği 50. Yıl)

Page 1

MAYIS-HAZİRAN 2016

79. sayı

AYLIK TASAVVUF KÜLTÜRÜ DERGİSİ

T ürk K adınları Kültür D erneğ i 50. Y I L


EDİTÖRDEN Merhaba Dostlar, Hepimize Ramazan ayının maddî ve mânevî bereketini dileyerek Her Nefes Mayıs-Haziran 2016 sayımıza hoşgeldiniz diyoruz. Bu sayıdaki konumuz, karşılıksız hizmet, fedakârlık ve vefâ üzerine, yani Türk Kadınları Kültür Derneğimizi anlatmaya çalışalım istedik. Diğer bir deyişle konumuzu, Türk Kadınları Kültür Derneği’nin 50 yıllık dolu dolu hizmet hayatı ve 51. yaşına da aynı hizmet aşkı ve gayreti ile başlaması olarak belirledik. Yarım asırdır karşılıksız hizmet eden derneğimiz hakkında düşüncelerimizi ve hissettiklerimizi siz gönül dostlarımızla paylaşalım istedik. Türk Kadınları Kültür Derneği’nin -kısa adı ile TÜRKKAD’ın- başkentimizdeki Genel Merkezimizin organize ettiği 51. yaş günü yemeğinde, bütün şube başkanlarımız vardı. Tüm şube başkanlarımız ve büyüklerimiz, TÜRKKAD üyesi olmanın mutluluğunu ve karşılıksız hizmetin ne olduğunu bizlere halleriyle anlattılar. Onlardan gördüklerimiz ve öğrenmeye çalıştıklarımızla bizler de kendi elimizden geldiği kadar bu geniş, büyük ve sevgi dolu ailenin parçası olmaya çalışıyoruz. Allah lâyık etsin inşallah. Her Nefes ekibimizin büyük çoğunluğu gerek sempozyumlarda, gerek kermeslerde, gerek burslara katkıları ile derneğimize hizmet etmeye çalışıyor ve inşallah bu gayretimiz büyüklerimiz gibi son nefese kadar fîsebillullah devam edecek.

İşte tam da bu nedenle istedik ki derneğimizin düzenlediği tüm faaliyetlerde çalışırken veya bu faaliyetlere katılırken yaşadıklarımızı, hissettiklerimizi anlatalım, paylaşalım. Bu sâyede ülkemizin, insanımızın fikrî ve mânevî hayatının nasıl değiştiğini, nereden nereye geldiğini, Türkiye’de kadının nereden nereye geldiğini ve insanımızın 50 yılda aldığı yolu gözden geçirelim, annelerimizi, eşlerimizi, evlâtlarımızı, vatan aşkını, vefâyı yeniden ve dâimâ hatırlayalım istedik. İstedik ki 50 yıldır Türk kadınının ve insanının merhametini, karşılıksız hizmetini, cinsiyet ve milliyet ayırmadan her insana aynı zenginlikte akıtan, insanlığı, vericiliği Türk ismine yakışan ve en seçkin şekilde sergileyen derneğimizi bu vesile ile daha iyi tanıyalım, tarihini anlatalım, daha önemlisi bu 50 yıllık emeği tüm okurlarımız ile paylaşalım istedik. Dolayısıyla bu sayıda dileğimiz, geniş TÜRKKAD ailesini, karşılıksız hizmet anlayışıyla sadece hayır için gönüllü olarak çalışan derneğimizi, kadın-erkek tüm üyelerini, bu işe gönül verenleri anmak, anlamak ve anlatmaya çalışmaktır. Elbette böyle yarım asırlık bir hizmet hikâyesini anlatmak çok kolay olmadı. Eksikleri hoşgörmenizi ve bizim acemiliğimize vermenizi rica ediyoruz. Kusurları bizlere, güzelliği her şeyin sahibine ait olmak üzere tekrar hoşgeldiniz, safâlar getirdiniz. Yosun Mater



SOHBETLER “Hazret-i Mevlânâ öyle buyuruyor: Kadınlara muhabbet etmeyen ve mağlûp olmayanlar, akılsız câhillerdir. Muhabbet eden ve mağlûp olan ise âkillerdir. Onun için, hayvan dişisine muhabbet etmez ve mağlûp olmaz. Bu, insana verilmiş bir haslettir. Resûlullah Efendimiz’e bir gün zevcelerinden birinin canı sıkılarak mübârek göğüslerinden itmiş. Valdesi de orada imiş. Kızına canı sıkılarak azarlayınca, Efendimiz ‘Bırak, bırak... onlar bundan fazlasını yaparlar da ben yine hoşgörürüm. Sizin içinizde hayırlı olanınız, ehline hayırlı olandır’ buyurmuşlar. Bir gün de Hazret-i Ömer’in, zevcesine canı sıkılmış, bağırıp çağırıyormuş. Zevcesi ‘Kuzum sana da ne oluyor? Resûlullah, zevcelerinden ne ağır muameleler görüyor da yine tahammül ediyor...’ deyince Hazret-i Ömer, Resûlullâh’ın zevcâtından olan kızı Hafsa’yı düşünerek ‘Ey-vah, o da böyle yapıyorsa yazık ona...’ demiş ve sonradan kızına ‘Sakın sen Ayşe’ye bakıp onun yaptıklarını Resûlullâh’a yapmaya kalkışma... çünkü o hepinizden makbuldür’ demiş. Evet, zâhir cihetiyle erkek kadına galiptir. Fakat mânâ cihetiyle kadın erkeğe galiptir. Ka-

dına hürmet, onun mantosunu tutmak, arkasından yürümek demek değildir. Kadına hürmet, ona her zaman için incelikle muâmeledir. Ârif kişinin kadına hürmeti, Allah’a muhabbetidir. Çünkü onda Hakk’ın pertevini, nurunu görür. Kur’an-ı Kerîm’de de ‘Biz her şeyi tek bir nefisten halk ettik ve eşini de ondan halk eyledik’ buyurulur. Eğer erkek kadınla sâkin olmasaydı, yalnız ilâhî tecelliyâta dalıp ondan başka hiçbir şeyle sâkin olamazdı. Cenâb-ı Hak ‘Ey mutmainne olan nefis, sen Rabbine, o senden sen ondan râzı olduğun halde dön’ diyerek müennes olan nefse hitap ediyor. Her şeyin olduğu gibi nefsin hakikati de Allah’tır. Ondaki nefislik, kötü ahlâktır. Bunlardan sıyrılınca, ruh, eziyet etmiş olduğu bu nefse acır ve ettiklerine üzülür. Hâsılı insan, kâmil olursa, elbette dişisine hürmet eder. Ama câhil olursa onun hâkimi ve galibi olur. Kadın, esas itibariyle erkeğin yoldaşı, hâldaşı, sırdaşı, kendidir.” (Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyâtı, 2000, s. 179-180)



TÜRKKAD, Aşk ve Şevkle Hizmette! Emine Bağlı TÜRKKAD Genel Başkanı Muhterem annemiz Sâmiha Ayverdi’nin fikrî ve mânevî önderliğinde 6 Mayıs 1966 tarihinde kurulmuş ve bu sene 50. hizmet yılını tamamlamanın idraki içinde olan Türk Kadınları Kültür Derneği Genel Merkezi bütün şubelerinin başkanları, değerli üyeleri ve misafirleriyle birlikte 51. yılına girişini kutlamak üzere toplanmış bulunuyor. Bu beraberlik için ne kadar şükretsek az. Allah birliğimizi dâim etsin efendim. Aziz Sâmiha Annemizin işaret ettikleri üzere, hizmeti Allah’ın kendisine bir tebessümü olarak gören, insanlara ve cemiyete hiçbir karşılık beklemeden faydalı olma anlayışına sahip bir hizmet kapısındayız. Gâyemiz, millî varlığımızı oluşturan kültürümüze, mânevî değerlerimize ve kıymet hükümlerine sahip çıkmak, cemiyete aktarılmasına yardımcı olmaktır. Allaha şükür ki bu gâyeler doğrultusunda İstanbul, Kütahya, Isparta, Konya, Manisa, Gaziantep, Adana ve Bursa şubelerimizle birlikte hizmetlerimize aşk ve şevkle devam etmekteyiz. Genel merkez olarak bugün genel kurulumuzu yaptık. Aramıza artık Antalya Şubemiz de katılıyor. Böylece şube sayımız dokuz olmakta. Hayırlı olması temennisiyle daha da çoğalarak hizmetlerimize devâm etmek nasib olur inşallah.

Burada özellikle İstanbul Şubesi Başkanımız Cemâlnur Sargut Hanımefendi’ye huzurlarınızda teşekkür etmek istiyorum. Kendileri derneğimizin adını dünyaya tanıtmıştır. Amerika, Çin ve nihayet Japonya’da Hz. Kenan Rifâî İslâmî Araştırma Merkezlerinin açılmasında Türk Kadınları Kültür Derneği’nin imzasının yer almasına vesile olmuşlardır. Uluslararası toplantılarla gerçek İslâm’ın, muhterem büyüklerimizin ülke çapında ve dünyada tanıtılmasında çok büyük gayretleri olmuştur. Allah kendisinden râzı olsun efendim. Ne kadar teşekkür etsek azdır. Daha nice seneler hizmette bulunmamız dileğiyle hepinizi saygılarımızla selâmlıyor, derneğimizin âhirete intikal etmiş üyelerini başta annemiz Sâmiha Ayverdi Hanımefendi olmak üzere aziz ruhlarına Fâtihalar göndererek yâd ediyoruz efendim. Efendim, hep beraber ülkemizin içinde bulunduğu sıkıntılardan kurtulması, vatanımızın ve milletimizin huzur ve sükûnu, birlik ve beraberliğimizin sağlanması, millî bütünlüğümüzün korunması için duâlar ediyor, aziz şehitlerimizi minnet ve rahmetle anıyor, duâlarımızla yakınlarına ve Türk milletine sabırlar diliyoruz. (Türk Kadınları Kültür Derneği’nin kuruluşunun 50. yılı dolayısıyla 14 Mayıs 2016 akşamı Ankara’da düzenlenen akşam yemeğinde yapılan konuşma)



“Biz O Mürşid Sayesinde Buraya Toplandık” Cemâlnur Sargut Efendim, geçen gün Gülşenî Hazretleri’nin sempozyumunda bir dostumuz bize şunu hatırlattı: Peygamber Efendimiz vefat etmeden önce tam son anında salâvat getirmemiş, “eşhedü enlâ ilâhe illallah” dememiş, sadece bir kelime söylemiş: “Refikim ne güzeldir.” Yani mürşidim ne güzel, demiş. Şimdi biz o mürşid sayesinde buraya toplandık. O mürşid sayesinde, onun verdiği enerjiyle devam ediyoruz. (Emine Bağlı) Ablam bir sürü güzel söz söylediler. Ama o, ablamın büyük lûtfu. Kendisinin çok büyük desteği var arkamızda. Ama yani hepimizin adı unutulacak, ama Kenan Rifâî Hazretleri’nin adı üniversiteler durdukça bâkî kalacak. Sâmiha Annenin adı hiç unutulmayacak. İşte bize bu şeref nâil oldu. Yani “refikim ne güzel” diyerek vefat eden bir peygamberin bize öğrettiği mürşid sevgisini yaşamak, yaşatmak, paylaşmak nasip oldu. (…) Ve her zaman Allah bizlere hizmetçi olmayı, hizmet etmeyi ve bu şekilde Allah’la irtibatımızı artırmayı nasip etsin. Bize öğretilen şey, “gelmeyen git, sana kötülük edene iyilik et, herkesle dostluk et, gözünü sadece odağa dik, -merkeze-, geri kalan hiçbir şeyle meşgul olma”ydı.

Bize öyle bir enerji ve hedef aşıladılar ki işte bugün görüyorsunuz bütün bunlar onların sayesine oldu. Allah nasip etsin daha büyük işler yapabilmeyi… (Türk Kadınları Kültür Derneği’nin kuruluşunun 50. yılı dolayısıyla 14 Mayıs 2016 akşamı Ankara’da düzenlenen akşam yemeğinde yapılan konuşma)



Bir Vizyon ve Hizmet Markası: TÜRKKAD Melike Türkân Bağlı Ankara’da 6 Mayıs 1966 tarihinde bir dernek kuruldu. “Ev Kadınları Derneği” idi adı… Mutasavvıf ve mütefekkir Sâmiha Ayverdi, o dönemde memleketin içinden geçmekte olduğu fikrî ve sosyal darboğazı aşmak, toplumu bölünme noktasına getiren fikir akımlarının gençler arasında tesir göstermesini aileyi ve ailenin temel direği olan kadını güçlendirerek engellemek ve toplumda birleşmeyi sağlayacak değerleri hâkim kılmak için gönül dostlarından Sabahat Gülây’a Ankara’da bir dernek kurulmasını telkin etmişti. İşte 1966’da kurulan “Ev Kadınları Derneği”, bu dernektir. Bakanlar Kurulu kararıyla 1970’de “Kamu Yararına Çalışan Dernekler” arasına alınan ve 1973’de değiştirilen adıyla Türk Kadınları Kültür Derneği… Mânevî kurucusunun düsturuyla, karşılıksız ve menfaat hissinden tamamen uzak bir hizmet anlayışı ve aşkıyla yola çıkan bir grup insanın kurduğu hizmet kapısı… Hizmeti Allah’ın kendisine bir tebessümü olarak görenlerin kapısı…

Sâmiha Ayverdi söyle diyor: “Hür doğmuş olan insan, kendini, kendinde gizli ve mevcut olan iç kuvvetlerin emrinden kurtaramadığı, beşerî hassalarına hâkim olup onlara söz geçiremediği müddetçe, ister ilim, ister san’at, ister teknik veyâ devlet adamı olsun, ne zaman ve nasıl patlayacağı belli olmayan bir sürprizli bombadır ki, bir an iyilik yaparken, ednâ bir tahrikle, kötülük yapmaktan da geri kalmayacak olan zavallı bir esirdir. Şu hâlde, dünyâyı mâmûr eden, kendi kendinin efendisi olmuş bulunan insan olduğu gibi, vîrân eyleyen de gene maddece hür, mânâca esir olan adamdır. Dünyâ için en büyük tehlike ise, serseri mayınlar gibi, çarpacağı yer kestirilemeyen bu kendinden habersiz kalabalıklardır.” Millî mücadelede cephane taşıyan, can ve kan veren anaların kızları ve torunları, işte bu “kendi kendinin efendisi” olan ve “mânevî hürriyeti” yaşayan bir topluluğun da çekirdeğini oluşturmakta olduklarının bilinciyle çalışmaya başlıyorlar. Bu mânâda bugün geriye baktığımızda bir kere daha fark ediyoruz ki, derneğin vizyonu içerisinde çocukların yetiştirilmesi sorumluluğunu taşıyan annelerin fikren ve mânen güçlen-


dirilmesi ve toplum içerisinde faal ve faydalı olmalarının sağlanması düşüncesi yer alıyor. Ancak kurulduğu günden bu yana derneğin çalışmalarının yöneldiği kitle hiçbir zaman yalnızca kadınlar ve anneler olmamış; bunu da o günden bugüne yapılan faaliyetleri ve katılımcıları tesbit eden fotoğraflarda görüyoruz. Ayrıca faaliyetler incelendiğinde dikkat çeken bir başka husus, toplumun her kesiminden ve farklı sosyal seviyelerinden gelen insanımız için hizmet üretilmiş olması. Okuma yazma bilmeyenler için okuma-yazma kursları düzenlendiği gibi, okuryazarların kültürel seviyelerinin yükselmesi için kitap tanıtma toplantıları da tertip edilmiş. Yine Osmanlı Paleografyası (Osmanlıca metinleri okuma) kursları açıldığı gibi doğru ve güzel Türkçe konuşma kursları da açılmış. Çocuklar için çocuk iftarları yapıldığı gibi, gençler için kültür gezileri ve konferansları da düzenlenmiş. Tiyatro eseri yarışmaları açıldığı gibi, çocuk şarkıları beste yarışmaları da gerçekleştirilmiş. Toplumu ve gelişmeyi bir bütün olarak ele alan bir anlayış içinde ve kültürümüzü meydana getiren dil, din, tarih, sanat, örf ve

âdetlerimizle ilgili konulara ağırlık verilmek kaydıyla çok çeşitli kültürel ve sosyal faaliyetler hayata geçirilmiş. Klasik sanatlarımızın ve mûsıkîmizin yaşatılması için kurslar açılmış, konserler yapılmış; yurt içinde ve yurt dışında Türk süsleme sanatları ve Türk el işleri sergileri açılmış... Saz şairlerinin bestelenmiş şiirleri kayda alınmış… Türk kültür ve medeniyetiyle ilgili bilimsel toplantılar düzenlemiş, konferanslar verilmiş. Bütün bu faaliyetlerle ilgili olarak dikkati çeken bir şey daha var ki, bu faaliyetlerde konusunun uzmanı ve liyâkat sahibi kişilerle işbirliği yapılmış. Derneğin arşivini incelediğimizde, meselâ mûsıkî çalışmalarında Çinuçen Tanrıkorur ve tarih ve kültür konferans ve gezilerinde de İlber Ortaylı gibi isimlerle ve üstelik bir defaya mahsus olmayan faaliyetler gerçekleştirildiğini görüyoruz. Bu mânâda dernek, faaliyetlerinde ehliyeti ve kaliteyi esas alan bir anlayışı düstur edinmiş. ***


Yukarıda özetlenen bu faaliyetler, esasen yalnızca derneğin Ankara’da bulunan genel merkezi tarafından yapılanları yansıtıyor. Bugün Türk Kadınları Kültür Derneği, dokuz şubesiyle neredeyse tüm Türkiye sathında, kuruluşundaki aşk ve gayret esasına uygun olarak hizmette… Faaliyet alanlarındaki ölçek, inanılmaz bir boyutta genişlemiş durumda. Dernek, Anadolu’ya damgasını vurmuş bir mutasavvıfları anmak üzere her yıl düzenlenen uluslararası sempozyumlar, Hz. Muhammed dostlarına vefâ göstermek maksadıyla her sene verilen “DOST” İslâma Hizmet Ödülleri, “Bir Kul Bir Resûl”, “Osmanlı Devleti’nde Ehli Beyt Sevgisi” ve “Suyun Mimârî Yolculuğu” gibi sergiler dolayısıyla tüm dünyada ve Türkiye’de ilgili çevrelerce tanınır ve takdir edilir hâle gelmiştir. Amerika Birleşik Devletleri’nde North Carolina Üniversitesi’nde ve Çin’de Pekin

Üniversitesi’nde kurulan Kenan Rifâî İslâm Araştırmaları Kürsüleri ile, son olarak da Japonya’da Kyoto Üniversitesi’nde kurulan Kenan Rifâî Tasavvuf Araştırmaları Merkezi, İstanbul Şubesi başkanı Cemâlnur Sargut’un öncülüğü ve derneğin kurumsal inisiyatifi ile gerçekleştirilmiş, İslâm ve insanlık âlemi için selâmet vizyonu taşıyan, uzak görüşlü ve muazzam projelerdir. Bugün bir marka hâline gelmiş olan Türk Kadınları Kültür Derneği -2008’de tasdik edilen tüzük değişikliğinde yer alan kısa adıyla TÜRKKAD-, mayası insan-ı kâmiller tarafından çalınan her türlü işte olduğu gibi bir başarı ve bereket modeli olarak ortadadır. Aşk, birlik ve dirlik düsturundan ayrılmadığı müddetçe de daha uzun yıllar bereketli hizmetlerine devam edecektir.



Bir Hizmet Kapısı: “Türk Kadınları Kültür Derneği” Emine Bağlı Tasavvuf ehli olan rahmetli babam çocuklarına hizmet fikrini aşılamış, bu dünyada cemiyete karşı vazifelerimiz olduğu düşüncesiyle yetiştirmişti bizleri. Sâmiha Ayverdi’nin eserlerinin bulunduğu ve okunduğu bir evde büyüdük çok şükür. 1960 sonrası üniversitede öğrenciliğimin yıllarıydı. Türkiye’nin üzerinde oyunlar oynanıyor ve sol hareket, propagandasıyla hızla gençliğe yayılıyordu. Mukaddesâtımıza saygısızca hücum ediliyordu. Bunlara engel olmamız, dur dememiz lâzımdı. Ankara’daki büyüklerimiz Sâmiha Annemize, cemiyetin bu durumuna çok üzüldüklerini ifade ettikleri zaman kendilerinden “Üzülmekle bir şey halledilemez, dış mihraklı bu akımlara, organize olarak, bilgi ile, millî ve mânevî değerlerimize sahip çıkmakla engel olmaya gayret etmelidir” cevabını almışlardır. İşte böylece vatan, millet ve iman aşkıyla biraraya gelen büyüklerimiz bizlere de “hizmete koş” demişlerdi. Sâmiha Annemizin işaret ettikleri üzere Sabahat Gülây ablamızın başkanlığında bir dernek kurulacaktı. Sabahat Gülay, “Efendim benim yüksek tahsilim yok, nasıl yaparım?” dediği zaman Sâmiha Anne-

mizden “Sizde bulunan iman, millî heyecan ve hizmet aşkı ile” cevabını almış ve işe koyulmuştu. 6 Mayıs 1966’da “Ev Kadınları Derneği” adıyla kurulacak derneğin sekizinci (8 numaralı) üyesi olmak şerefine nâil olduğum bu hizmet kapısında ilk yönetim kuruluna teklif edilmem ve seçilmem gençlere verilen değeri gösteriyordu. Bu güvene lâyık olmak için çok çalışıyor, verilen kararlar doğrultusunda gayretle hiç durmadan hizmet ediyorduk. Üniversitede talebe cemiyetintde de görevliydim. Hâdiseleri yaşamak, yakından tesbit etmek ve anlamak, dernek çalışmalarımda çok faydalı oldu. Sonraları devlette ve akademik sahada önemli görevler alan pek çok okul arkadaşım da (Hasan Celâl Güzel, Mehmet Keçeciler, Esat Güçhan, İlber Ortaylı gibi) dâvâmıza sahip çıktılar. Dernek toplantılarımıza devam ettiler, toplantılarımızın düzenlenmesinde yardımcı oldular. Dernek kurulduktan sonra kültür programları başta olmak üzere millî şahsiyetimizi oluşturan değerlerimiz üzerinde duruldu. Başta Sâmiha Annemiz olmak üzere, değerli yazarlar, akademisyenler, tarihçiler, edebiyatçılar konferanslar verdiler. Kitap tanıtma


toplantıları, paneller tertiplendi. Gençlerimize derneğimizin kapıları açıldı. Her Salı günü konusunun uzmanları sohbetler yaptı. Akademik çalışmalar yapıldı. Gençlerimiz kültürünü, tarihini, geleneksel sanatlarını, mûsikîsini, doğru ve güzel konuşmayı, Osmanlı paleografyasını, güzel dilimizi verilen kurslarla öğrenme imkânı buldu. Edebi, terbiyeyi gördü. Programlarımızla ihyâ etmemiz gereken Ramazan âdetlerimizi, millî günlerimizin önemini, kermeslerimizin millî motiflerini gördü ve yaşadı. Derneğimizin isim ve fikir annesi Sâmiha Ayverdi Hanımefendinin, İstanbul Şubesinin kurulması için izin talebiyle Ankara’yı teşrif etmeleri, bizlere birlikte çalışmanın usûl ve adâbını, gönüllü hizmetin nasıl olması gerektiğini, hiyerarşiye riâyeti, birlik ve beraberlik içinde çalışmanın önemini ve değerini öğretti. İlk genel başkanımız muhterem Sabahat Ablamız 36 sene boyunca derneğin kapısını Efendisini önden buyur ederek ve besmele çekerek açtı, hayatını dernekle birleştirdi. Dernek onun evlâdı idi. Türkiye sevdalısı, vatanı ve milleti için heyecan duyan imanlı bir Müslüman Türktü. Efendisinin prensiplerini

esas aldı ve hep o doğrultuda çalıştı. Bizlerin de öyle olmasını isterdi. Kuruluşundan beri üyesi olduğum, cemiyete hizmet anlayışıyla kurulmuş bu mukaddes kapının âcizâne 16 yıldır genel başkanlığını yürütmekte olan bir hizmetkârım. Bu kapıdan nasipdâr olmuş bir kişi olarak, yıllarını bu derneğe vermiş kıymetli arkadaşlarıma minnet ve şükranlarımı sunuyorum. Başta Sâmiha Annemiz olmak üzere dünya değiştiren bütün büyüklerimizin ruhâniyetlerine sığınıyor ve onları rahmetle yâd ediyorum. Sâmiha Annemizin tutuşturduğu bu ocak, bütün şubelerimizle ülkemizde ve dünyada genişleyerek ve büyüyerek tütmektedir. Bu ocağın kıymetini bilelim ve birlik içinde hizmette dâim olalım inşaallah.


“Hizmet Allah’ın Kuluna Bir Tebessümüdür” Ülkü Bozkurt Derneğimizin kuruluşunun 50. yılını kutlamak için Ankara’dayız. Bizim için büyük bir lûtuf olarak Bursa Şubesi’ni temsilen katılıyoruz. Dernek kapısından içeriye girdiğimizde halleriyle konuşan büyüklerimiz karşılıyor bizleri… Her birinde senelerin tecrübesi var. Birlik ve beraberlik içinde elele yapılan hizmetlerden bahsediyorlar. Heyecanları ve aşkları ilk günkü gibi… Hepsinin buluştuğu tek sonuç şu: “Burası bir hizmet kapısıdır, hizmet ise Allah’ın kuluna bir tebessümüdür.” Bu kapı öyle büyük ki, Huzur var bu kapıda... Aşk var bu kapıda… Aşkın benliğini yakıp yok ettiği özel insanlar var bu kapıda… “Allah rızası” için değil, “Allah için” hizmet edenler var bu kapıda... Efendisine bende olanlar ve şehâdet edenler var bu kapıda…

Sâmiha Annenin dediği gibi “Hakikat dilencileri” var bu kapıda... Allah bu kapıdan ayırmasın… Efendimize lâyık talebeler olarak, uzun yıllar hizmet etmenin bizlere de nasip olmasını niyaz ediyorum. Himmetleri dâim üzerimizde olsun inşaallah...



“Sâmiha Ayverdi Baştan Aşağıya Mürşidi Kesilmişti” Cemâlnur Sargut (…) Mekke’ye ilk gittiğimde safları sıklaştırın emri geldi. Ben bunu hep duyuyordum da İstanbul’da, onu Arapça duymak çok tesir ediyor, safları sıklaştırın… Yapıştık birbirimize, onlar Mâlikîler biliyorsunuz, iyice yapışıyorlar birbirlerine. Ayak ayak üstüne verdik, saf tuttuk. Hiç ayrılmaksızın, böyle tuğlanın tuğlaya yapışması gibi. O zaman bu sûreyi düşündüm ben. Ve biz belki dışarıda hiç anlaşamayacağımız insanlarla o namaz zevki içinde Allah aşkıyla tek vücut olmuştuk. O zaman farklılık kalkmıştı. O zaman ayrılık gayrılık yoktu. E biz bir namazda “bir” olabiliyorsak niye dışarıda olamıyorduk? Niye o birliği sağlayamıyorduk? Hele aynı mürşide gönül vermiş olanlar niye sağlayamıyorlardı? Niye farklılıkları görüyorduk mürşidi göreceğimiz yerde? Ondaki aşkı, ondaki sevgiyi, ondaki Allah görüşünü, idrakini göreceğimiz yerde… Bakın şöyle diyordu Sâmiha Anne (…): “Öyle bir zevk içindeyim ki, öyle bir mestim ki, öyle yanıyorum ki, ‘Allah!’ dedim, bilmiyorum bağıran ben miydim yoksa sen miydin? ‘Lebbeyk!’ dedi, bilmiyorum cevap veren ben miydim, yoksa sen miydin?” Öyle bir hâle gelmiş ki, içinde baştan aşağı

Allah’tan başka hiçbir varlık kalmamış ama dışında, karşınızda bir insanlık âbidesi, bir edep sultanı, bir hizmet sultanı, her an kendini insanlık âlemine adamış, her an kime ne faydam olsun diye düşünen bir sultan görüyorsunuz. Buna Peygamber Efendimiz için kitaplar “sabr-ı ânillah” diyorlar. Yani o varlığı idrak ettikten sonra dönüp halkla bu kadar iç içe geçebilmek… Bu kadar insanlara tekrar hitap edebilmek… Bu sabr-ı ânillahtır, ancak mürşid-i kâmilde görünür. Buna bekā diyoruz. (…) Diyor ki Harakânî Hazretleri: “Âşık sabah kalkar, sevdiğini düşünür. Mümin kalkar, ne öğreneyim diye düşünür. Âlim kalkar, ilmim en üstün diye düşünür. Hizmet ehli kalkar bizim gibi, bugün hangi gönlü memnun edeyim diye düşünür.” İşte Hak için halkı memnun etme sanatı ancak bu derece Hak’la iç içe geçmiş bir ve beraber olmuş bir kâmil insanda tecellî edebilir, başka türlü olamaz. (…) Sultan Veled diyor ki, “sen hamama gittin mi odunun üstüne oturabiliyor musun, hayır. Kızmış taşın üstüne oturabiliyorsun, mermerin. İşte o kızmış taş mürşittir.” Çünkü o oduna dayanır, sen dayanamazsın. Sen ancak onun varlığıyla o ısıyı hissedebilirsin. Biz onun varlığıyla o



ısıyı hissettik. Bize bir şey öğretmedi, ne kadar doğru söylediler, zorlamadı, şu âyeti gördük biz onun mânâsında: “Uy senden ücret istemeyene.” O hep hediye verirdi, para dağıtırdı ama bu değilmiş mânâsı âyetin. O adam olmamızı bile beklemedi. O sadece verdi. Peygamber edâsıyla, ben sadece bana söyleneni tevdî ederim dedi. Onun dışı beni ilgilendirmez dedi. Ama bizle ilgilendi, bizi sevdi, azarladığı zaman da çok sevdi. Bir keresinde öğrencilerim bana şikâyet ettiler başka bir hocayı. Bize “geri zekâlı” diyor dediler. “Şikâyet etmeyin” dedim, “Allah hiç sevmez.” Sonra düşündüm; “ara sıra ben de diyorum biliyor musunuz çocuklar” dedim. “Ama siz bizi seviyorsunuz” dediler. O bizi seviyordu. Biz sevildiğimizi hissediyorduk. (…) O ferdî değişimini bizim üzerimizde gösterdi. Bu lâfımı lütfen edepsizliğime verin, o bir çeşit devrimciydi. O gerçekten bizim taş gibi olan kalplerimizi mücevhere çevirip diriltti. Dışarı bıraksaydınız hepimiz beş para etmeyen insanlardık. O bizi aldı, yoğurdu, temizledi, uğraştı ve hiç vazgeçmedi. Yorulmadı, tekrar tekrar düzeltti, tekrar tekrar… Hepimizi kendi meşrebimiz içinde irşat etti ve düzeltti. Bizi sevdi ve kucakladı. Farklı davranmadı, hikâyelerle anlattı. Nasıl anlattı da bitiremedi ben inanamıyorum bazen Sâmiha Anne’ye. Gösterdi, yaşadı… (…) O baştan aşağıya mürşidi kesilmişti. Hani filmde de anlatmaya çalıştığımız gibi, o yoktu, Ken’ân Rifâî’yi seyrediyordunuz karşısında. Biz Sâmiha Anne’de ne gördüysek ne bildiysek, annemde ne gördüysek ne bildiysek,

Efendimin huyu ve âdeti olduğunu çok iyi bilirdik.(…) Transformatör gibiydi, değiştirirdi insanları. Enerji değişikliği yapardı. Bilkuvve olan yani içimizde kuvvet hâlinde bulunan enerjiyi bilfiile, harekete, insan olmaya çevirirdi. Mecburdunuz, aksi yapılamazdı. Bazen kardeşim bana -öyle bir ailede yetiştik- “Cemâlnur, nasıl hata yapabiliriz? Ailem bizden hata yapma hakkını kaldırdı” dedi. Çünkü imanlıydılar. Çünkü mükemmel olmaya çalışmıyorlardı ama Allah’ın istediği gibi yaşamaya çalışıyorlardı. Çünkü Kur’ân’ı yaşamaya çalışıyorlardı. Böyle bir öğretmendi Sâmiha Anne. (…) Annem Meşkûre Sargut, Sâmiha Anne’yi “kırk yıl aynı mânâ yastığına baş koyduğum hayat arkadaşım” diye anlatır ve şöyle derdi: “Cemâlnur, Sâlih Yeşil’e gittim. Sâlih Yeşil bir Kadirî şeyhi, Şemsettin Yeşil’in mürşidi. Sâlih Yeşil’in bir bacağı yok. Ken’ân er-Rifâî Hazretleri yollamış annemi Sâlih Yeşil’e, kitabını bassın diye. Bir kere mürşidin mürşide hürmetine bakın. Sâlih Yeşil diyor ki, kızım, senin o mürşidin var ya, o mürşit devrin sahibidir. Ve vefat ettiği günde ölmeyi Allah’ımdan niyaz ediyorum. Beni davet et, onun cenazesinde bulunmak isterim. Sonra kendileri vefat ettiğinde geliyor, vallahi talkın verilmez, Peygamber kıldırıyor namazını diye bağırıyor. Sonra da anneme dönüyor, herkesin içinde, yemin ederim ki bu gece sabaha kadar bütün melâike Sâmiha Ayverdi’nin onun vekili olduğunu bağırdı diyor.” Annem buna ömrünün son anına kadar şâhitlik etti. (…) Dua ederdi çünkü Sâmiha Anne “Meşkûre’nin duası kabul olur” ondan isteyin demiş-


ti. Birisi ondan dua istediğinde annem şöyle derdi: “Ederim çünkü Sâmiha Anne onunki kabul olur dediği için kabul olur.” Şöyle diyor: “Sâmiha Ayverdi’ye dair konuşmak, kâmil insana, varlığın gözbebeğine dâir söyleşmektir. Onu anlatmak -anneciğimin beyanıyla- dile gelmez bir sırrı, bir hakikati kelâma, söze sıkıştırmaya kalkmaktır.” (…) Bir başka büyük sultan, İlhan Ayverdi, Sâmiha Ayverdi için şöyle diyor: “Güzelden ses getiren güzel, ulvîden haber veren ulvî, Sâmiha Ayverdi hayatı boyunca yalnız ulvî kaynaklardan haber verdi.” Yani Sâmiha Ayverdi diye biri yoktu ortada. Derviş vardı. Derviş eşik demektir. O efendisinin eşiğiydi. Efendisinin kalemiydi, Efendisinin sesiydi. Efendisini anlattı, Ken’ân er-Rifâî’yi anlattı. Dolayısıyla kendisi baştan aşağıya Ken’ân er-Rifâî kesildi, o da ulvî oldu. (…) (Türk Kadınları Kültür Derneği’nin 50. Yılı kutlamaları çerçevesinde 15 Mayıs 2016 tarihinde Ankara’da yapılan “Vefâtının 23. Yılında Sâmiha Ayverdi” başlıklı toplantıda yapılan konuşmadan alınmıştır.)


“Sâmiha Ayverdi’nin Önde Gelen Vasfı, Mutasavvıf Oluşuydu” Dr. Turgut Alsırt Sâmiha Anneyi tanıdığımdan beri, hep Sâmiha Annemi herkes tanısa, sevse, bilse, hep ondan bahsetsek, ondan konuşsak fikir ve isteğinde olmuşumdur. Bu yüzden de Sâmiha Anne hakkında konuşur musun diyenlere bütün aczime ve kifâyetsizliğime rağmen peki demişimdir. Sâmiha Anne’den bahsetmek… Ne büyük mazhariyet!

erken bir yaşında, kendisini devrin büyük mutasavvıfı, insan-ı kâmili, mürşid-i kâmili, müceddidi yani yenileyicisi olan Ken’ân Rifâî Hazretleri’nin irşat halkasında buldu. Bir mutasavvıfın hayatı için çok kısa sayılabilecek bir devrede tüketicilikten üreticiliğe geçerek eserlerini vermeye başladı. (…) Bu suretle de cemiyete, insanlara hizmeti başlamış oldu.

Mürşidine “Bugün de Sâmiha, yarın da Sâmiha, kıyâmete kadar da Sâmiha” dedirten, resminin arkasına “Ken’ân’ın emekleri mahsûlü Sâmiha Can” yazdıran, kendi ifadesiyle, mürşidinin rast ve cilalı bir aynadaki tam aksi olan Sâmiha Anne’yi, Sâmiha Ayverdi’yi anlatabilmek mümkün değildir. Bu büyük insanlar ne kadar gayret etsek anlatılamazlar. Ama çok vecheli, çok yönlü olan bu insanların bazı yönlerinden, vechelerinden bahsedilebilir. Şimdi ben de öyle yapacağım. Benimle alâkalı olan yönünden, yani 1950’li yıllardaki gençlerle olan alakasından ve anneliğinden bahsedeceğim. Büyük meziyetlerle, parlak kabiliyetlerle doğan bu büyük insan, çok küçük yaşından itibaren etrafını anlayan, hâdiselerin farkına varan, anlayabilen ve bunları ileride kullanmak üzere hâfızasında biriktiren değişik ve farklı bir çocukluktan sonra çok

Kendisi de bir mutasavvıf yazar olan Safiye Erol Hanımefendi insanları cemiyete bir norm, şekil, yaşama üslûbu getiren, müstahsillerle - o öyle diyor tabii- yani üreticilerle, bundan farkında olmadan faydalanan tüketiciler bulunduğu şeklinde insanları ikiye ayırır. İşte Sâmina Anne de erkenden müstahsil (üretici) sınıfa gelerek eserlerini vermeye başlamıştır. Ezel anasından, büyük vazifeler, büyük mesuliyetler omuzlamak üzere doğan, büyük, üstün istidatlar, dünya planında büyük insanların ellerine tevdî edilirler ki, dünya planında geçirecekleri mahdut bir zaman dilimini, mânevî eğitimlerini bir an evvel yaparak alacakları mesafeleri çabuk kat ederek ve geçecekleri merhaleleri aşarak bir an önce müstahsil olarak halka, cemiyete faydalı olsunlar. Biliyorsunuz bu insanlara Kur’ân-ı Kerîm “sa-


dıkûn” diyor. Bu “sadıkûn” dediği insanlar hakikati bilerek dünyaya gelmelerine rağmen, dünya planında bir mürşid-i kâmile intisap etmek ve mânevî eğitimlerini tamamlamak durumundadırlar. (…) Peki, bu büyük insanlar kimdir dersek, bu büyük insanlar asırların dönemeçlerinde insanlar hakikati unuttukları, göremedikleri zaman, şaşırdıkları zaman, gaflette, dalalette kaldıkları zaman, kütlevî şuuraltının, kolektif şuuraltının çekişiyle zuhura gelirler. Ve devrin ihtiyaç ve talebine göre Kur’ân-ı Kerîm çerçevesinde tefsir ettikleri hakikati, bir mizan, bir yaşama üslûbu olarak cemiyete arz ederler. Kendi seçkin yakınlarına, talebelerine de bu sistemi, bu üslûbu sistemleştirerek yayma vazifesi verirler. Sâmiha Anne çok veciz bir şekilde (…) bu hakikati bakın şöyle ifade eder: “Mürşit, zamanın ihtiyaç ve talebini, hayat ve bekā şartlarını, çekirdek olarak bizzat hâlil olan üstün prensip, mürid de ondan aldığı emaneti kendi varlığında geliştirerek cemiyete maddî verimler hâlinde iâde eden, iâde ederken de fikri fiile çeviren, aksiyona çeviren aktif ve tamamlayıcı elemandır.” Efendim, Sâmiha Anne, tasavvufî romanlar, hikâyeler yazmış bir yazar, tarih felsefesi diyebileceğimiz târihî eserler vermiş bir tarihçi, cemiyetin mühim meselelerine parmak basarak çözüm önerileri getirmiş bir mütefekkir ve kendine kalan çok az, çok kısa zamanlarında da gönlüyle söyleşerek, hasbıhal ederek mensur şiirler yazmış bağrıyanık bir âşıktı. Amma bütün bu saydığımız vasıflarının önünde gelen vasfı, mutasavvıf oluşuy-

du. Bütün faaliyetlerinin kaynağını mutasavvıf oluşu teşkil etmiştir. Müminin gönül ikliminde, İslâm’dan imana, imandan ihsana doğru yükselen mânevî tekâmül, İslâm dininin bütün safveti, hassasiyeti ve derinliğiyle, Allah’ın emirlerine, Peygamber’inin ahlâkına göre yaşanması demek olan tasavvuf, Türk cemiyetine büyük insanlar vermiştir. Devamlı bir tekâmül kanununa yani ilerleme, gelişme kanununa uymuş giden dünyada insanlar gündelik hayatlarının hay ve huyu arasında pek farkında olmasalar da değişmek istedikleri gayenin öncüleri, insanların yüzünü iyiye, güzele, doğruya, temize çevirmek isteyen idealistlerin pek çoğu bu zümredendir. Sâmiha Anne de devrin anlayışını, vefâ seviyesini bir adım ileri götürmek, insanlığı bir bütün, ferdi de o bütünün aktif bir parçası hâline getirebilmek, insanları ferdî dert ve davâlardan, menfaatlerden küçük zevk ve zaaflardan kurtararak cemiyetin hayrına, insanların hayrına çalıştırmaya sevk edebilmek ve aslında onlara en iyi, en güzel, en doğru, en temiz kemâlin yani olgunluğun, ilerlemenin ve bilhassa müteal varlığın yani aşkın, yani Allah’ın hasretini, sevgisini ve iştiyakını aşılamak istiyordu. Bu planda, bu hususta çalışmaya kendini vermiş, devam etmiş gitmişti. (Türk Kadınları Kültür Derneği’nin 50. Yılı kutlamaları çerçevesinde 15 Mayıs 2016 tarihinde Ankara’da yapılan “Vefâtının 23. Yılında Sâmiha Ayverdi” başlıklı toplantıda Dr. Turgut Alsırt’ın yaptığı konuşmadan alınmıştır.)


Türkkad 50. Yıl Kutlamalarından Görüntüler





“Oruç, Allah’ın İnsana Lûtfudur” Cemâlnur Sargut’la Söyleşi Çok şükür ki bir Ramazan ayına daha eriştik… Her Nefes’in bu sayısında Cemâlnur Sargut Hocamızla, yeni basılan “Ruhu Allah’a Yükselten Oruç” kitabı dolayısıyla Ramazan ayının mânâsını, orucun hakikatini, nefisle mücadeledeki yerini, açlığın maddî-mânevî yararlarını ve Kur’an’ın Ramazan ayında inmesinin arkasındaki hikmeti konuştuk. Müge Doğan: Hocam, Oruç adlı kitabınızda Ramazan lâfzının mânâsıyla ilgili “Ramaza kızgın taşlar mânâsına gelir” şeklinde bir ifade var. Bir yerde de “Ramazan lâfzı ‘ramaz’ kökünden gelir, bu da güz yağmuruna verilen isimdir” denmiş. Bu her iki anlamı Ramazan ayının bize öğretmen istediği mânâ ile nasıl ilişkilendirirsiniz? Cemâlnur Sargut: Ramazan bir kere kesinlikle sizin kullandığınız gibi tek başına kullanılmaz. Çünkü Allah’ın ismidir. Dolayısıyla kızgınlık günahların erimesini sağladığı için, sabrın zor bir şey olduğunu ama bu sabrın sonucunda da o kızgınlıkla günahların erimesini sağladığı için kızgınlık ile Ramazan birleştirilmiştir. Dolayısıyla Allah indinde bizim nefsimizle yaptığımız mücadele, direkt Allah tarafından değerlendirilip mükâfatlandırılır. Ramazan’ın hakikati budur. Güz

yağmuru gibi olması da eriyen günahların yağmurla beraber vücudumuzdan çıkarılıp atılmasını gösterir ki vücut tamamen temizlenir ve Ramazan bittiği zaman insan vücudunda ne alışkanlıkların eserleri ne de günahların eserleri kalır. Dolayısıyla insan Allah’ı ile irtibat kurar, Allah’ına doğru yükselir, yücelir. Kendi nefsinden uzaklaşır, hakikati olan ruhuna yönelir. Vicdanı çalışmaya başlar ve basiret gözü açılır. İşte bütün bunlar, orucun insan sağladığı bir güzellik. Bunun yanında da Ramazan ayının mübârekliğini anlatır. Müge Doğan: Oruç tuttuğumuz bu ayı kendi ismiyle şereflendirmiş; bu durumu “Oruç benim içindir” hadisiyle nasıl ilişkilendiririz? Cemâlnur Sargut: Şimdi aslına bakarsan Recep-Şaban-Ramazan üç önemli aydır. Mutasavvıflar Recep ayının Allah’ın ayı olduğunu ve dolayısıyla kendi hakikatini ortaya koyduğunu, Şaban ayının Peygamber’in ayı olduğunu ve Peygamber’de tecelli ettiğini, onun için bet bereket ayı olduğunu, Ramazan ayının ise kulun ayı olduğunu ve Allah’ın kulda tecelli ederek kendinden kendine ihtiyaçsızlığını gösterdiğini anlatır. Dolayısıyla Allah’ın kulundan tecellisi dünyanın yaradılış


sebebidir. Bu bakımdan da oruç, sanki dünyanın yaradılış sebebinin açığa çıktığı aydır. Ve Allah kulundan kendi ihtiyaçsızlığını âşikâr ederse -Samed sıfatını –kul Allah’ın bir ismine benzemeye çalışır. İhtiyaçsız olmaya gayret eder. Hiç olmazsa belli saatler içerisinde… Bir de edebi hâl edinirse –ihtiyaçsızlığının yanısıra- yani öfkelenmez, kızmaz, içinden kötü şeyler geçirmez, kin tutmaz, nefret etmez, kimse aleyhine konuşmaz, kimseyi küçük görmezse o zaman Allah’ın kulda tam tecelli ettiği ortaya çıkar. Bu da kul için en büyük mükâfattır. Müge Doğan: Yani bu ancak onun tenezzülüyle olan bir şey… Cemâlnur Sargut: Ancak onun tenezzülü … Ama işte aşk o tenezzülü sağlar. Yani Allah aşkı o tenezzüle davetiye çıkarır adeta… O şekilde onu sağlar. Müge Doğan: Peygamber Efendimiz “Bu, öyle bir aydır ki evveli rahmet, ortası mağfiret, sonu cehennem azabından kurtulmaktır” diyor. Bu mânâyı açar mısınız? Cemâlnur Sargut: Şimdi bir kere rahmet demek, Allah’ın tekrar insanı var etmesi demek… Tekrar tekrar her nefeste yeniden var

eden Allah, rahmetiyle tecelli ettiği için biz her nefes yeniden diriliriz. “Evveli rahmet” demek, bizi Allah’ın affa, mağfirete, kendi hakikatinin ortaya çıkışına hazırlaması demektir. Recep ile Şaban aylarının hazırlayışı böyle bir hazırlayıştır. Sonra insan büyük bir zevkle Ramazan ayına girer ve Ramazan ayının ortasına doğru, gösterdiği edep, terbiye ve sabırla mağfirete ulaşır. Her yerde Allah’ı görme zevkine ulaşır. Ve sonunda da kendi varlığından arınıp temizlendiği için insanın içinde cehennemler kurulmaz. Bu dünyada cehennemde olmayan da öbür âlemde cehenneme gitmez. Son on gün zaten Allah’ın kalplere indiği on gündür. Kur’an’ın tecelli ettiği zamandır. Bu şekilde de insan tamamen Allah’ına yönelir. Müge Doğan: İtikâf zamanı mı deniyor buna? Cemâlnur Sargut: Bazı insanlar Peygamber Efendimiz yaptığı için bu devreyi tamamen tefekkürle geçirirler. Buna itikâf denir. Genellikle camilerde yapılır. Kimseyle konuşmadan kendi içlerine dönerek tefekkür ederler. “Gecenin son üçte birinde ben gönüllere tecelli ederim” lâfının gerçekleştiği düşünülürse


son on gün Kur’an’ın hakikati ve mânâsı bu şekilde gönüllere daha kuvvetle tesir eder. Müge Doğan: Bu susma orucu ile birlikte… Cemâlnur Sargut: Susma orucuyla birlikte artar… Evet. Müge Doğan: Açlığın bedenimizdeki olumlu etkileri artık bilimsel olarak da kanıtlandı. Vücudumuza faydasının ruhumuza yansıması nasıl olur? Sadece Ramazan’da yaşadığımız bu etkiyi ne şekilde tüm aylara yayarak hayat şekli hâline getirmeliyiz? Cemâlnur Sargut: Şimdi insanın aslında kâfir olan kısmı vücududur. Vücut olması itibariyle insan kendi vücudunu bir varlık zannettiği için küfre sürüklenir. Dolayısıyla açlık, insana ihtiyaçlarını ve varlığını unutturan bir şeydir. Bu bakımdan kendi vücudundan geçme zevkini yaşar insan… Yani yemek ihtiyacı kalkar, içmek ihtiyacı kalkar ve Allah’a odaklanır. Mutasavvıflar diyor ki, açlıkla vücudun damarları daralır ve tamamen mânâya açılır. Şunu görür ki insan, her şeyi veren yemek değil, mânevî zevklerdir; bunu idrak eder. Allah aşkıdır ve mânevî zevklerdir. Bu şekilde insan maddî hayattan ve mânevî ağırlıktan ve hayvânî tarafı olan sadece maddî varlığını, egosunu beslemekten uzaklaştığı zaman mânevî tarafı olan ruhu beslenir ve beşerlikten insanlığa doğru geçiş yapar. O bakımdan çok önemlidir.

isimlerinden birini emanet olarak kulunda tecelli ettirir. Bu emanete riayet eder ve doğru kullanırsak büyük lûtfa uğrarız. Bunun için İbn Arabî Hazretleri “Oruç tuttum demek günahtır. Çünkü oruç tuttum demek ihtiyaçsızlık belirtir ki biz ihtiyaç sahibiyiz. Ancak Allah bizden tutabilir” diyor. Sadece bir tek yerde “oruç uttum” demek sevaptır. Meselâ öfkesini yendiği zaman insan “ben oruçluyum, öfkelenemem” demesi, o sevaptır, diyor. Onun haricinde günahtır diyor. Buradan anlaşılıyor ki işte oruç ihtiyaçsızlık dönemidir. Müge Doğan: “Sahura kalkınız, çünkü sahurda bereket vardır” diyor hadiste. Ve diğer dinlerdeki oruçlardan da farkının sahur olduğunu söylüyor Peygamber Efendimiz. Neden sahur bu kadar önemli? Cemâlnur Sargut: Bir kere sahur, birlik-beraberlik ve toplu ibâdeti gerektirir. İkincisi sahurda bereketin dağıtıldığı söylenir. Yani hemen sabah namazından önce, o sahur saatlerinde Allah’ın insanın kalbine tecelli ettiği zamandır. İbadetlerin en kıymetli olduğu, duanın kabul edildiği zamandır. Ve meselâ normal zamanda zorlanan insan sahura çok büyük bir zevkle kalkar. Bir de bütün ailenin birlikte olduğu en güzel zamandır sahur. O zaman da üç kişi Allah’ı düşünür ve Allah için bir şeyler yaparsa Allah oradadır diyor mutasavvıflar… Demek ki tam beraberlik ve birlik oluşturur. Bu bakımdan bereket saatidir.

Müge Doğan: “Oruç bir emanettir. Sizden biri emanetini muhafaza etsin” hadis-i şerifi ne demektir?

Müge Doğan: Orucun diğer farz olan ibadetlerden farkı ne? Namazdan, hacdan ve zekâttan farkı ne olabilir?

Cemâlnur Sargut: Oruç, Allah’ın insana lûtfudur. Bir emanet olarak verir yani kendi

Cemâlnur Sargut: Namaz gözüken bir ibadettir. Zekât öyle… Hac öyle… İnsanın oruç


tutup tutmadığını yalnızca insanın kendi bilir. Orada Allah’la tamamen başbaşa kaldığı ve samimiyetinin yalnız Allah tarafından bilindiği bir ibadet olduğu için orucun mükâfatı bendendir diyor Allah. O yüzden de çok önemli bir ibadettir. Hakiki bir ibadettir. İnsan halkı kandırabilir ama Hakk’ı kandıramaz. Oruç, Hakk’la arasında bir ibadettir. Müge Doğan: Kur’an-ı Kerim’in Ramazan ayında indirilmesindeki hikmet nedir? Cemâlnur Sargut: Kur’an’ın mânâsı insanın en kendi nefsiyle mücadele ettiği zamanın zirveye ulaştığı anda insanın kalbine iner. Kur’an’ın şekli zamanla insana yavaş yavaş iner. Fakat mânâsı yani insanın âyetleri anlaması için nefsiyle mücadele edip maddî varlığından geçip mânevî varlğını ayakta tutması lâzım ki Allah’ın ilmi olan Kur’an’ı hakikatine ulaşabilsin. O bakımdan bu on gün içerisinde –on gün içinde hangi gün olduğu da bilinmez, her sene de değişir Kadir Gecesi; fakat Peygamber Efendimiz ibadetin birlik ve beraberlikte olmasının gerekliliğinin Allah tarafından emredildiğini bildikleri için ortak bir gece bulmuştur; 27. Gecesi gibi… - Aslında son on geceden herhangi biri Kadir Gecesidir. Müge Doğan: Teşekkür ederiz hocam…


“Anlayışın Işığında Tekrar Buluşalım” Ambassodor Shabazz Amerikalı efsânevî müslüman boksör Muhammed Ali, 3 Haziran 2016 günü 74 yaşında vefat etti. Muhammed Ali’nin cenaze töreninde Malcolm X’in kızı Ambassodor Shabazz’ın yaptığı konuşmayı rahmet vesilesi olması dergimizde paylaşıyoruz. Allah’ın selâmı hepimizin üzerine olsun. Bu bir “eve-gidiş” (homegoing) kutlaması olduğu için, kendimi hem bu kutlamanın hem de bir kaybın arasında dengede hissediyorum. Öyle ya da böyle son bir haftadır nefes alma kapasitem zayıfladı. Onun için burada ve uzaklarda toplanmış herkesten bana bir nefes yollamalarını rica ediyorum. Muhammed Ali’nin anısına hepinize teşekkür ediyorum. Şükran, mersi, grazias, şükriyya… Tüm dünya bumübârek Ramazan ayında toplanmışken, her iki saatlik zaman diliminde herkes Muhammed Ali’yi ve ailesini dualarında ve gönüllerinde anıyorlar. Bunların yanısıra tüm inançlardan gelen dualar, dini benimsememiş olsalar bile vefatından dolayı etkilenen herkes şu an ailesinin, babalarının veya eşlerinine anısına bir şeyler hissediyorlar. Babam Malcolm X Shabazz ve annem Dr. Betty Shabazz’ın mânevî huzurunda ve 5 kızkardeşimin, çocuklarımızın ve torunla-

rımızın huzurunda öncelikle kendisinin çok sevgili eşi Lonnie Ali’yi anmak istiyorum. İnsan ne kadar etrafına yayabildiği bir kuvvete de sahip olsa, yine de bazen yardıma ihtiyaç duyabiliyor. Ne kadar muhteşem olsanız da! Aslında onu seven ve onun daima yanında olan ailesi işte böyle ayakta kalabiliyorlar. 9 çocuğunun da ismini saymak istiyorum. Maryum, Rasheda, Jamillah, Muhammed Junior, Khaliah, Miya, Hana, Laila ve Asaad ve onlara eşlik eden anneleri ile üçüncü jenerasyon torunları. Ve tek erkek kardeşi Rahman. Ve müstesna dostu Howard ve baldızı Marilyn. Biliyorum ki beni tüketen bu büyük üzüntü ve diğerlerinin onun bu dünyadan göçüşününde duyduğu hisler, sizin hissettiklerinizle kıyaslanamaz. Bugün ve gelecek tüm günlerde siz onsuz uyanacağınız günleri fotoğraflar, anılar, onu günümüze taşıyan ve onunla ilgili sahip olduğumuz her şeyle tekrardan tanımlandıracaksınız. O size çok farklı bir şekilde dokundu ve bu çok onur verici bir durum, asla unutulmamalı. Bilin ki siz hayatı prensiplerle dolu olan bir insanın soyundan geliyorsunuz. Sizin içinizde o tohum var. Dolayısıyla onu büyütüp beslemekle mükellefsiniz.


Şu an Muhammed Ali’nin seçtiği ve eşi Lonnie’nin onayladığı insanlar arasında olmak ve bu “eve-gidiş” töreninde yer almak benim için çok anlamlı. Onunla benim çok kıymetli bir ilişkimiz vardı. Bu sevginin menşei, onun babama duyduğu sevgidendi. Muhammed Ali, bana babam tarafından direkt olarak miras bırakılan birlik ve kardeşliğin timsali insanların sonuncusuydu. Onlar, ben 18 ile 20 yaşları arasındayken babama verilmiş sözü tutmak için arayıp beni buldular. Hakk’ın rahmetine kavuşana kadar benim hayatımdalardı. İnsanlığın zirvesinde olan bu insanlar arasında Muhammed Ali de vardı. Babam kendinden 16 yaş genç olan Muhammed Ali’yi kendi kardeşi gibi sever ve kendisine emanet edilmiş bir dost olarak görürdü. Beni çocuk olarak gördüğü andan sonra ilk karşılaştığımızda gözlerine inanamadı. Yüzüne baktığımda her zamanki bakışıyla “o sen misin?” diye sordu. İnsanların aramızda uzlaşmazlık olduğunu zannetmelerinin aksine, o andan itibaren sanki hiç aradan zaman geçmemiş gibi birbirimizi buluvermiştik -bazılarının bizleri ayırma çabalarına rağmen ve organize şekilde bizleri uzaklaştırmak istemelerine rağmen.


Karşılıksız kalmış, ama söylenmiş ve uygunluğu kabul görmüş alanları keşfettik ve ortaya çıkardık. Yüksek sesle beraberce haykırdık. Kemerinden bahsettik, babam vefat etmeden önce onunla konuşamamasının üzüntüsünden bahsettik, bir daha tekrar edemeyeceğimiz hikâyeler anlattık çok güldük. Gerçekten çok komikti. Babam ve Ali için kardeşlik adına önemli olan şey, herhangi bir şeyi, hayatın her yönünü ve bilhassa onlara bahşedilmiş olan böylesine büyük bir sorumluluk sahibi olmanın gerçek mânâsını ve insanların hayatında kayda değer bir fark yaratmanın yollarını açıkça tartışabilir olmalarıydı. Birleştirici nokta imandı, evrensel iman, inanca saygı, bir dine bağlı olsun ya da olmasın her türlü inanç… Kendi cümleleriyle şöyle yazdı: “Hepimiz Allah’ı zikrederiz, ona farklı şekilde hizmet ederiz. Nehirler, göller, ırmaklar, okyanuslar, hepsinin ismi farklı ama hepsi su ihtiva eder. O zaman dinlerin de farklı isimleri vardır ama onlar da hakikatı ihtiva eder. Öyle bir hakikat ki zaman içinde farklı yollar ve şekillerde ifade edilmiş. Müslüman, Hristiyan veya Yahudi oluşumuz farketmez. Allah’a inanınca, her insanın bir tek aileye ait olduğuna da inanırız. Çünkü Allah’ı seviyorsan, onun sadece bazı çocuklarını seviyor olamazsın. “ Bu iki insanın paylaştıkları ideal için sevgi çok kuvvetli bir şeydi. Kendini adamak çok kuvvetli bir şeydi. Hakikat yağmur gibi her an yağar. Muhammed Ali’nin hayatımda yer alışı babamın nefesini bir müddet daha canlı tutu. 51 yıl daha… Şu ana kadar, yani 51 yıldır yani daha fazla bir süredir bu böyle oldu. Gerçek-

ten çok müteşekkirim ki, bizim bu dünyadaki beraberliğimiz birbirimizi anlamaya ve gizli kalması gerekenleri muhafaza etmeye müsaade etti. Son bir yıldır kendi memleketi Louisville Kentucky’de rahatça yaşayabildiği için de çok müteşekkirim. Planda bu yoktu. Ve ne mutlu ki onu, eşini ve çocuklarını gittikçe daha artan bir sevgiyle kucaklıyorum, aynen kendi ailem gibi. Lütfen bunu iyi bilin! Kardeşliğin ve beraberliğin sonuncusu olarak cennete ererken kalbim, gayesi, değeri, şahsiyeti, güveni, sorumluluğu, imanı ve hizmet aşkı olan o kabile için iştiyakla atıyor. Şundan emin olmalıyız ki Muhammed Ali gibi tüm varlığını insanın kendi şan ve şerefini tanımaya adayan prensip sahibi kadın ve erkekler Olimpiyat meşalesi gibi gelecek nesillere aktararak ışık tutmalılar. Babam bir şeyi neticelendirirken ya da birbirimizle vedâ ederken sık sık şöyle derdi: Anlayışın ışığında tekrar buluşalım. Ve size diyorum ki bu pusulanın ışığı her durumda çok mühim ve gerekli.



Akış Deneyiminin Aşamaları Sanem Ömürlü Geçen ayki yazıda “akış” deneyiminden en genel hatlarıyla bahsetmeye çalışmış ve insan potansiyelini gerçekleştirme sürecinde ne kadar etkili olduğuna değinmeye gayret etmiştim. En genel ve kısa anlatımıyla hatırlatmak gerekirse, “akış”, insan potansiyelinin, bilincin kontrolü dışında, olağanüstü şekilde ortaya çıktığı deneyim anları olarak tarif edilebilir. Şahsen son derece ilgimi çeken bu konu, yazma aşamasında üzerinde daha derin düşündükçe daha da genişledi zihnimde. Buradan hareketle “akış” deneyiminin üzerine birkaç yazı vesilesiyle biraz daha fazla düşünmek istedim. Bu yazıda ise daha özel olarak “akış”ın aşamaları hakkında öğrenmeye ve öğrendiklerimin bazılarını sizlerle paylaşmaya çalışacağım. Steven Kotler’in “Süperman’in Yükselişi” kitabında akış deneyiminin dört aşamasından söz edilmektedir. Bunlar sırasıyla, 1. Mücadele 2. Rahatlama 3. Akış 4. Bütünleştirme olarak ifade edilmektedir. Mücadele aşaması ilk bakışta “akış” deneyiminin tersi gibi görünmektedir çünkü bu aşama çok çalışmayı, binlerce saat süren pratikleri, derinlemesine araştırmaları yani konu üzerinde uzmanlaşmayı gerektiren bir aşamadır. Daha

önceki yazıda da söz ettiğim gibi belli bir konuda akış deneyiminin yaşanabilmesi için kişinin o konuyu çok iyi biliyor olması, üzerine yıllarca okumuş, araştırmış ve pratik yapmış olması gerekmektedir. Başka bir deyişle “emeksiz yemek olmaz” sözü bu konuda da geçerliliğini koruyor. Uzmanlaşma olmadan akış deneyimi gerçek anlamda yaşanmadığı gibi uzmanı olmadıkları konuda bunu deneyimlemeye çalışan kişiler de hazin sonuçlarla karşı karşıya kalabiliyorlar. Kişi mücadele aşamasının hakkını verdikten sonra ikinci olarak “Rahatlama” aşaması geliyor. Bu aşama kişinin zihnini konudan tamamen çektiği ve bambaşka şeylerle meşgul olduğu sırada başlıyor. Pek çoğumuz çok zor problemlerin çözümlerine nerede ve ne yaparken ulaştığımızı düşünebiliriz. Bazen aylarca çözemediğimiz soruların cevapları bir yürüyüş sırasında, banyoda duş alırken ya da bir arkadaşla kahve içip havadan sudan konuştuğumuz anlarda bir anda dank ediverir kafamıza. Hepimizin deneyimlediği “evreka” (buldum!) anları vardır mutlaka. Beyin görüntüleme teknikleri ile yapılan çalışmalarda tesadüfî olarak fark edilmiş olan bir durumdur bu. Çalışmaya katılan kişilerin beyinleri belli düşünsel aktiviteler sırasında gözlemlenip zihindeki aktivite seviyeleri ölçülürken, bilim insanları hiç beklemedikleri şekilde insan beyninin en yoğun aktivite gös-


terdiği anı iki egzersizin ortasındaki boş geçen zaman olarak tespit etmişlerdir. Katılımcılardan herhangi bir şey düşünmelerinin istenmediği o aralıkta hepsinin beyninde aktivite düzeyi çok üst seviyelerde gözlenmiştir. Sinirbilimciler buna “Default Mode” adını veriyorlar ve bunu fabrika ayarlarına dönme olarak tarif ediyorlar. Bir başka ifadesi ise “aylaklık”. Hiçbir şey yapmadan ve düşünmeden sahilde güneşlenip gökyüzüne bakıp ânın tadını çıkartırken yani tam anlamıyla “aylaklık” yaparken beyindeki aktivite düzeyi ciddi anlamda yüksek oluyor. Tabii burada söz konusu olan aylaklık kronik bir şekilde var olan tam zamanlı bir aylaklık değil. Uzmanlaşmış, çalışkan ve araştırmacı zihnin aylaklığından söz ediyorum. Her konuda olduğu gibi burada da aslında bir denge söz konusu. Sıkı çalışmak ile aylaklık yapabilmek arasındaki denge insan zihninin çok daha yüksek seviyede performans göstermesini sağlıyor. Bu konuda dengeyi oluşturmanın önemini aslında biz büyüklerimizin hallerinde gördük. Bir kaç yıl önce hep beraber ziyaret ettiğimiz bir mânevî büyüğün bir saat mânevî konularda sohbet ettikten sonra bir saat de tamamen dünyevî konularda fıkralar anlatıp bizleri güldürmesi artık çok daha mantıklı geliyor bana zira öğrenme bu şekilde çok daha üst düzeye çıkıyor. Rahatlamayı takip eken “Akış” aşamasında ise artık Steven Kotler’in ifadesiyle “süperman” ortaya çıkıyor ve yılların çalışması, emeği, araştırması ve alın teri büyülü bir şekilde zahmetsizce ürün veriyor. Bu aşamada üstün bir performans sanki sizin bile seyircisi olduğunuz bir sahnede kendi kendine dile geliveriyor. Bu hâli deneyimleyenlerin anlattığına göre kişi tam anlamıyla kendisini o performansı sergilerken hayret içinde izliyor ve bunun nasıl olduğuna kendisi dahî bir anlam veremiyor. Bir piyano sanatçısı böyle

bir ânı konser sırasında parmaklarına bakıp hayret etmekten başka hiçbir şey yapmadığı şeklinde anlatıyordu. O sırada notaları görmediğini, müziği düşünmediğini ve bilinçli olarak hiçbir şey yapmadığı halde parmaklarının kusursuz bir şekilde bir sonatı baştan sona çalışını nasıl izlediğini anlatıyordu. Kelimenin tam anlamıyla “beden dışı” bir deneyim yaşadığını, sandalyede oturan kendisinin âdeta sahnede piyanoyu çalan kendisini seyrettiğini ifade ediyordu. Dördüncü aşamada öğrenme ve hâfıza olağanüstü seviyede yükseldiği akış deneyiminin ardından beyin kimyasalları yeniden eski düzeylerine dönmeye başlıyor ve deneyim sonlanıyor. Bu aşama genellikle az önce doğaüstü bir ânı deneyimlemiş olan kişi için biraz kızgınlık ve hayâlkırıklığı getirebiliyor çünkü hâliyle böylesi bir ânın bitmesi ve “süperman”in yeniden normal, sıradan insana dönmesi istenmiyor. İşte tam da bu noktada yaşanılan stresin öğrenmeyi bloke etmemesi gerektiğini söylüyor uzmanlar; aksi takdirde akış deneyiminin kazancı boşa gidebilir. Onun yerine yaşanılan deneyimden dolayı minnet hissedip tekrar birinci aşamaya geri dönerek bir başka akış deneyimine şükran ve heyecan ile yelken açmanın doğru olacağını söylüyorlar. İlk aşamaları atlayıp kısa yoldan bu hâle ulaşmak isteyen kişilerin bazılarında “adrenalin bağımlılığı” adı verilen bir durum ortaya çıkıyor ki aslında ekstrem sporlarla uğraşan kişilerin bağımlı oldukları şeyin adrenalin değil “akış hâli” olduğunu söylüyor araştırmacılar. Bu nedenle de kendilerini sabote edebilecek oldukça tehlikeli aktivitelere yönelebiliyorlar. Peki bu insanlar akış halini neden biyolojik sınırlarını zorlayabilecek, son derece tehlikeli aktivitelerde arıyorlar? Bu sorunun cevabını akış deneyimini başlatan tetikleyici unsurların arasında, bir sonraki yazıda arıyor olacağım.


Küçük Ulaklar Hüseyin Gökhan Yaşları iki ilâ on arasında değişen yaklaşık yirmi kadar çocuk pürdikkat Cemâlnur Hocalarının Mîraç Kandili hakkında söylediklerini dinliyordu. Kimi henüz konuşmayı beceremediği için etrafındakilere bakarak dinleyenleri taklit ediyor, kimi heyecan içinde parmak kaldırarak soru sormak istiyor, kimi de Hocamın birazdan dağıtacağı hediyeler içinde peygamberinin kendisi için ne seçtiğini merak ediyordu. Çocukların biraz gerisinde oturan anabalar gülümseyerek çocuklarına bakıyor, arasıra taşkınlık yapan olursa etrafı rahatsız etmesinler diye îkaz ediyorlardı. Hocamın en sevdiğim âdetlerinden biri olan çocuk kandilleşmesindeydik. Amaç yavrularımıza peygamberlerini biraz daha iyi tanıtabilmek, tertemiz kalplerine Allah sevgisini, peygamber sevgisini zamanında yerleştirebilmekti. Bir ara çocuklara dikkatle baktım. Bu çocukların arasında kimi Server Hilmi Bey, kimi Sâmihâ Ayverdi, kimi Cemâlnur Sargut, kimi de küçükken çok haşarı olduğu söylenen Hz. Ken’an Rifâî idi. Biraz daha dikkatle baktım. Aralarında Hz. Hasan ve Hüseyin, Hz. Ali, ve hattâ Hz. Fatma vardı. Dikkatle dinliyorlardı. Hocam çocukların içinde saklanmış zevâtın

farkındaydı. Bu sebeple sohbetini büyük bir ihtimamla yapıyordu. Daha düne kadar kendisi de onların arasında değil miydi? Oysa şimdi sohbeti veren o oluvermişti. Hani Hz. Peygamber “Kim benim yardımcım olmak ister?” diye sorduğunda henüz on yaşında bile olmayan küçük Ali “Ben senin yardımcın olmak isterim Yâ Resûlallah!” demişti. Bunun üzerine orada Hz. Ali’yi ciddiye alan ancak Hz. Peygamber olmuştu ve ona sarılarak “Aranızda benim kardeşim, vasîm ve hâlifem odur. Ona uyun” diye buyurmuşlardı. O zaman söylediklerinin hakîkatini daha sonraları herkes çok iyi anlayacaktı. Sohbeti dinleyen çocuklara tekrar baktım. Gördüğüm şey, gelecekle olan yegâne irtibatımızdı. Gün gelecek bu mecliste bulunan anababaların ve diğer büyüklerin tamamı “Rahmetli...” diye anılacak ve yerde bağdaş kurmuş çocuklar kandil geleneğini ve öğrendikleri diğer tüm ilimleri şimdi yapıldığı gibi bir sonraki nesle aktaracaklardı. Binlerce yıllık insanlık silsilesi sadece ve sadece bu esas üzerinden çoğalmış ve birikimini bugüne kadar aktarabilmişti. Çocuk kandilleşmesinde cereyân eden hâdise de bundan başka bir şey değildi.


Geleceğe böylesine ince bir pamuk ipliği ile bağlı olmak beni bir an endişelendirdi. Sonra aklıma Hz. İbrahim geldi. Aldığı emir üzerine çölün orta yerinde Kâbe’yi inşa etmişti. Allah’ın evini daha merkezî, daha ulaşılabilir, daha uygun bir yere yapmak daha iyi olmaz mı diye düşünmedi bile. Dâvetin Allah’a ait olduğunu çok iyi biliyordu. O, sâdece aldığı emri yerine getirmeye gayret etti ve Kâbe-i Muazzama ortaya çıktı. İnsanları oraya toplamayı Allah’a bıraktı. Cemâlnur Hocam da tıpkı Hz. İbrahim gibi gayretini ortaya koyuyor. Karşısında oturan küçücük çocuklar, peygamber sevgisini yüzlerce yıl ötelere taşıyacak küçük ulaklar. Rabbim yollarını açık etsin!


“En İyi ‘Frontal Korteks’ Eğitimi, Bilinçli ve Hakkıyla Tutulan Oruçtur”

Yazarımız Müge Doğan’ın Milliyet gazetesi için nörobilim uzmanı Prof. Dr. Sinan Canan ile yaptığı röportajın ilk bölümünü sizlerle paylaşıyoruz. Tüm dinlerde var olan orucun, eğer doğru şekilde tutulursa vücuttaki sindirim ve dolaşım sistemleri üzerindeki olumlu etkileri artık bilinmekte. Bütün bu olumlu etkilerin beyinle olan ilişkisi nedir? Orucun beyindeki etkileri nelerdir? John Hopkins Üniversitesi’nden Nörobilim Profosörü Mark Mattson, beynin uzun süreli açlık sonucunda kıtlık alarmı verdiği için yemek bulmak amaçlı daha aktif olduğunu söyleyerek bu durumu evrimsel sürece bağlıyor. Siz ne düşünüyorsunuz? Sinan Canan: Bedenimiz, milyonlarca yıllık bir canlılık tarihi boyunca çok ince ayarlanmış sayısız fizyolojik mekanizmaya dayanır. Bu sebeple, günümüzde herhangi bir durumun fizyolojik etkilerini incelerken evrimsel biyolojiden gelen bilgileri göz önüne almak çok önemlidir. Bedenimiz, bundan 50 bin yahut 100 bin yıl önce yaşayan atalarımızın bedenleriyle aynı özelliklere sâhiptir. Dolayısıyla o dönemdeki diyet ve hareket alışkanlıkları için ince ayarlanmış bir bedenin özel-

likleri bugün için de aynen geçerli. O dönemlerde sanayileşmiş gıda üretimi, hatta tarım dahi söz konusu olmadığından, insanlar gün içinde bulabildikleri besinlerle besleniyor, sonrasında ise bazen uzun dönemler muhtemelen açlık çekmek durumunda kalıyorlardı. Bedenin uyum mekanizmaları bu açlık dönemleriyle başa çıkabilecek şekilde ayarlanmış olmalı, çünkü bugün fasılalı oruç gibi kesintili beslenme rejimlerinde gördüğümüz birçok faydalı etki bize bunu düşündürüyor. Ayrıca deney hayvanlarında yapılan birçok çalışma, onların bedenlerinde de benzer etkilerin görüldüğünü bize gösteriyor. Açlık, bedende iltihaplanmayı engelleyerek tıp dilindeki deyişiyle “antienflamatuvar” etki gösterirken bağışıklık sisteminin daha kuvvetli çalışmasını sağlıyor, hücresel hasarların onarımını kolaylaştırıyor. Bunları uzun zamandır biliyoruz. Beyinde ise mesele bambaşka bir boyutta karşımıza çıkıyor. Beynimizin “meydan okumalarla” gelişim gösterdiğini artık biliyoruz. Meselâ yeni bir lisan öğrenmek, yeni el becerileri kazanmaya yahut yeni bir müzik enstrümanı çalmayı öğrenmeye çalışmak gibi girişimler, beyni-


miz için birer meydan okumadır ve buna cevap olarak beynimiz yeni hücreler üreterek kapasitesini ve işlevsel bağlantılarını artırır. Açlık da böyle bir meydan okumadır. Antik zamanlarda açlık durumunda kafası daha iyi çalışan ve bu deneyimi zihinsel donanımını daha iyi kullanarak avantaja çevirip yiyecek bulmak için yeni yöntem ve yollar keşfedebilen atalarımız şüphesiz daha uzun süre hayatta kaldılar ve daha fazla üreme şansına sâhip oldular. Böylece bizler, işte bu tip ataların torunlarıyız ve onların bu özelliklerini de miras almış durumdayız. Yapılan bilimsel araştırmalar, çeşitli sürelerle oruç tutmanın beyinde “sinir gelişim faktörü” ve “beyin kaynaklı sinir büyütme faktörü” olarak bilinen haberci moleküllerin salgılanmasını artırdığını gösteriyor. Bu maddeler, beynimizi hem yeni sinir hücreleri üretmeye zorluyor hem de beynimizin enerji kullanımını çok daha etkin bir seviyeye çıkarıyor. Böylece, sürekli tok gezen insanlara göre, arada bir açlık deneyimleyen yahut iyice acıkmadan yemek yememe alışkanlığı olanlar, sinir-yıkıcı hastalıklara yakalanma açısından çok daha dirençli oluyorlar. Açlık deneyimi, birkaç gün içinde vücudu-

muzdaki yağ depolarının kullanılmaya başlamasını sağlar ve yağ yıkımı sonucunda da “keton cisimcikleri” denen bileşiklerin miktarı kanda yükselmeye başlar. Keton cisimcikleri beyne ulaştığında ise beyin hücreleri için alternatif ve verimli bir enerji kaynağı olarak kullanılır ve böylece beynin enerji ihtiyacı şeker eksikliğinde bile etkin olarak karşılanabilir. Sürekli yemek yemek ve yüksek kalorili bir diyetle beslenmek ise hem bedendeki yağ


depolarının yıkılmasını engelleyerek bedende yağ birikimine yol açar hem de keton cisimciklerinin üretimini engelleyerek beyni bu alternatif enerji desteğinden mahrum bırakır. Zaten keton cisimciklerini artırmaya yönelik ketojenik (keton üretici) diyetler, yüzlerce yıldır epilepsi gibi rahatsızlıkların tedavisinde destekleyici olarak bu nedenle kullanılmaktadır. Oruçta açlığın faydası çokça kabul gördüğü halde susuzluk konusunda çoğu insanda soru işareti var. Dr. Haluk Nurbaki “Oruçlu iken hücreler arası su asgariye iner ve hücre fonksiyonlarında ciddi rahatlama olur.” derken epitel hücrelerini de örnek olarak veriyor. Uzun süreli susuzluğun beyin hücrelerindeki etkisi hakkında neler söylersiniz? Sinan Canan: Bu tarz sorulara bakarken öncelikle oruç denen uygulamanın bir ibâdet olarak yerine getirilmesi durumunda, bedene olan etkilerinin ikincil olarak değerlendirilmesi gerektiğini tekrar hatırlamak lazım. Eğer bir aylık Ramazan orucundan bahsediyorsak bu öncelikle Kur’an’da belirtildiği şekliyle, sağlığı yerinde tüm Müslümanlara emredilmiş bir ibâdettir. Yani dinî bir emir olarak önemi, bedene yaptığı etkinin önündedir. Hatta bazen ibâdetlerin esasında da biraz meşakkat ve zorluk vardır. Bu zorluklar ise inanan insanların kendi kendisine imanını test edebilmesi için önemli fırsatlardır aslında. Özellikle haziran ayı gibi uzun günlerde tutulan oruçlarda açlıktan çok susuzluk önemli ve dikkat edilmesi gereken bir unsurdur. Zira

bedenimizin büyük bir çoğunluğu sudan oluşur ve bu su dengesinin bozulması bedeni ciddi olarak sıkıntıya sokabilir. Uzun ve sıcak günlerde aşırı su kaybını engelleyecek, meselâ daha az hareket, sıcak saatlerde güneşten kaçınma, fiziksel eforu azaltma, iftar ve sahur arasında bolca ve düzenli olarak su içme gibi asgari tedbirler alındığında oruç ibâdeti gayet rahat yürütülebilir. Yoksa aşırı miktarda su kaybı beden için -özellikle de böbrek rahatsızlığı olanlar açısından- önemli bir sorun olabilir. İbâdeti yerine getirmek kadar, sağlığımızı korumaktan da sorumlu olduğumuzu unutmamamız gerekiyor. Oruç sırasındaki susuzluk, bütün ölçülü ve stres kaynakları gibi bedenimiz ve beynimiz için uyarıcı bir meydan okuma anlamına da gelir. Bu nedenle kontrollü ve zararlı olmayan makul ölçüler içindeki bir susuzluk deneyimi, bedende aynen açlığın yaptığı gibi onarıcı ve önlem alıcı mekanizmaları tetikler. Böylece, bedeni sadece “doldur-boşalt sisteminden oluşan bir makina” olarak düşünmenin ne kadar hatalı olduğu, bu tip deneyimler sonucunda daha iyi anlaşılabilir. Neticede kontrollü yoksunluk, bedendeki birçok yenileyici ve onarıcı sistemi de faaliyete sokar. Oruçta niyet etmenin öneminden sıkça bahsedilir. Niyet etmenin beyindeki etkisi nedir? Normal zamanda açlığa dayanamayan bazı insanların Ramazanda çok rahat oruç tutabilmesini bu “niyet etme” durumuyla ilişkilendirebilir miyiz? Sinan Canan: Psikolojik faktörler insan için biyolojik itkilerinden bazen çok daha önemlidir. Çünkü insan, biyolojik olduğu kadar bi-


lişsel özellikleri de baskın ve belirleyici olan bir varlıktır. Meselâ hiçbir hayvana oruç gibi bir ibâdeti istemli olarak yaptıramazsınız. Çünkü insanlardan sonra en gelişkin bilişsel düzeye sâhip şempanzelerde bile, beynin irâde ve hazır zevki sonrası için erteleme devreleri etkin değildir. Dolayısıyla bir ibâdet olarak oruç; zihin ile bedenin birlikte çalışmasını gerektiren, zihinsel niyetlerin biyolojik donanımı kontrol etmesini amaçlayan ve bu kontrol potansiyelini arttırmayı hedefleyen bir deneyimdir. Oruç tutarken bir ay boyunca davranışlarımıza da dikkat etmemiz gerekiyor. Eğer yalan söyler, kalp kırarsak ya da dedikodu yaparsak tuttuğumuz oruç da makbul olmuyor. Açlığın, hastalıkların tedavisini hızlandırıcı etkisi bilindiğine göre davranış terbiyesinde açlığın etkisini bir sinir bilimci olarak yorumlayabilir misiniz? Sinan Canan: Bana soracak olursanız oruç ibâdetini diğer sağlık amaçlı oruçlardan ayıran ve aslında en önemli kısmı olan özelliği, bu davranış terbiyesi meselesidir. Bu karmaşık meseleyi şöyle özetlemeye çalışayım: Normalde diğer insanlara iyi davranmamızı, sosyal toplum ve ahlâk kurallarını takip edip onlara uymamızı sağlayan devreler, beynimizin ön kısmında yer alır. Bu ön kısım ise çok yüksek bir metabolizma hızına sâhiptir ve çok hızlı besin tükettiği için gün boyu yeterli düzeyde kan şekerine yahut keton cisimciklerine ihtiyaç duyar. Çevresel stresler yahut iş yoğunluğu nedeniyle çok fazla karar alması gereken ön beynimiz, tabiri caizse en çabuk yorulan ve enerjisi tükenen beyin alanlarını içerir. Bu nedenle yorgun, uykusuz

yahut aç olduğumuzda duygusal tepkilerimizi ön beynimiz üzerinden kontrol etme yeteneğimiz de belli düzeylerde azalır. Bu durum, beyni olan tüm canlılar için geçerlidir; aç hayvanların sinirli ve saldırgan olması da aynı nedene dayanır. Fakat insanda diğer canlılardan farklı olarak bir iradi ve bilişsel kontrol de söz konusudur. Oruç sırasındaki açlık durumunda normalde kan şekerimiz düşer ve özellikle de günün ilerleyen saatlerinde duygusal itkilerimizi bastırma, öfkemizi kontrol etme konusunda sorunlar yaşayabiliriz. Örneğin; iftara kısa bir süre kala trafikte sıkışırsak öfkelenme ihtimalimiz normal zamana göre daha yüksektir. Bu aslında gayet normal ve biyolojik bir tepkidir. Fakat bu biyolojik özelliğin üzerine, bir “ibâdet” bilinciyle sürdürülen oruca ve orucun diğer davranışsal gereksinimlerine dair bilgiler eklendiğinde, normalden daha büyük bir efor sergileyerek ön beynimizin bu kısıtlı durumlarda bile öfkemizi ve dürtülerimizi kontrol etmesini sağlamaya gayret ederiz. Bu bir antrenman gibi düşünülebilir. Her zaman muvaffak olamayabiliriz fakat çalıştıkça ve buna yoğunlaştıkça, bu yoksunluk durumlarında bile itkilerini kontrol etmeyi başarabilen insan, ön beyin devrelerini “normal” zamanlarda da daha etkin bir davranış ve dürtü kontrolü için eğitmiş olacaktır. 30 gün süren böyle bir pratiğin, hele zorlu biyolojik ve çevresel koşullarda deneyimlenmesi durumunda, beynimizin kontrol ve irâde devrelerinde kalıcı ve olumlu değişimler yaratmak için aslında bulunmaz bir fırsatımız olur. Fakat tüm bunların olabilmesi için, orucu “oruç” gibi tutabilecek zihinsel hazırlığın


ve olgunluğun bulunması gerektiği gerçeği de unutulmamalı. Bu da sadece Ramazan ayında değil, yılın her günü aynı bilinçle yaşamak durumunda mümkün olabilecek bir haldir. Kısacası, Ramazan orucu sırasında deneyimlediğimiz ruh hâli, aslında normal hayatımızı nasıl yaşadığımıza dair de bir gösterge olarak değerlendirilip bir “öz sınama” aracı olarak da kullanılabilir. Oruçluyken sinirlendiğimizde nasıl tepki verdiğimiz, oruç tutmayan insanlara karşı ne kadar saygılı olabildiğimiz, etrafımızda olanlara ne kadar anlayışla yaklaşabildiğimiz, kendimizi ve çevremizi ne kadar dikkatle izleyebildiğimiz gibi parametreler, insanın kendini tanıması adına bence çok önemlidir. Özetle, benim bildiğim en iyi “frontal korteks” eğitimi, bilinçli ve hakkıyla tutulan oruçtur. Ramazan ayı aynı zamanda sosyalleşmenin de çok yoğun olduğu ve gündelik rutinimizin değiştiği bir ay. Bu yönüyle beynimizdeki etkileri nelerdir? Sinan Canan: Ramazan ve oruç, inanan insanlar için her yönüyle çok önemli bir gelişim ve dönüşüm fırsatıdır. Her türlü yapay etiket, moda ve toplumsal ön kabulden bağımsız olarak Allah’ın emri olduğu için rahatlarını bozmayı tercih etmiş insanların giriştiği bir ibâdet olan oruç, 30 gün boyunca aynı telaş ve dertle aynı amaca yönelmiş gönülleri de elbette birleştirir. İftarlar, sahurlar, ibâdetler ve okumalar, insanların dikkatini senenin geri kalanından çok daha fazla “gerçekten önemli” konulara yöneltmeye teşvik eder. İleri düzeyde sosyal varlıklar olarak insanlar,

birlikte hareket etmeye zaten programlıdırlar ve bu program gereği, özellikle de bu tip mânevî motivasyonlarla bir araya gelerek, bireysel olarak kendilerini aşan birçok gelişmeye birlikte imza atıp tanıklık edebilirler. İslâm dininin sürekli barış, tanışma, kaynaşma ve topluluk olma yönündeki tavsiyeleri de insanın bu sosyal yönünün önemine vurgu yapan ebedî gerçekleri hatırlatma amacı güder. Ramazan ayı işte bu temel gereksinimizin en güzel karşılanabildiği zaman dilimlerinden birisidir. Allah rızâsı için girilmiş gönüllü bir yoksunlukla birleşen duygular, normal zamanlardakinden çok daha verimli ve kalıcı paylaşımlara imkân verir. Orucun “fakirin ve açın hâlinden anlamak” için tutulması gerektiğini de söyleyenler oluyor fakat bu bana çok makul gelmiyor. Zira akşam, mükellef bir iftar sofrasında canının istediğini yiyebileceğini bilen bir insanın gün içindeki açlıkla, “mutlak açlık ve yokluk” durumunu deneyimlemesi zordur. Bence oruçtaki açlığın, susuzluğun ve yoksunluğun insana sağlayacağı en önemli dünyevî fayda; biyolojik bir organizma olarak ne kadar fazla şeye bağımlı olduğunu, ne kadar zayıf ve kırılgan olduğunu, elinin altında bulunan ama daha önce pek çoğunun farkına bile varmadığı nimetlerin aslında ne kadar benzersiz ve büyük hediyeler olduğunu fark etmesidir. Çocuklarıma, ilk oruç tuttukları günün iftarında suyun tadına dikkat etmelerini söylemeyi çok severim. Zira su, normal hayatta tadını bile çoğu zaman fark etmediğimiz, en temel gıdamızdır. Fakat ağzımızda tatlı, tuzlu, acı ve ekşi tatları alan alıcıların yanında “su tadını” alan alıcılar da mevcuttur ve onların


sinyallerini normal zamanda hemen hemen hiç fark etmeyiz. Halbuki sıcak bir yaz günü gün boyunca tutulan oruçtan sonra içilen bir yudum su, dünyanın en lezzetli içeceğine dönüşüverir. Özetle; oruç insana başkasının hâlini değil, aslında kendi durumunu anlatır. Zaten mütekâmil bir oruçta, insan orucu değil, oruç insanı tutmalıdır. Sağlığımız, mal varlığımız, şan ve şöhretimiz ne kadar büyük olursa olsun, oruç hâlinde hissedebileceğimiz o kırılganlık ve zayıflık hissi, bizi tekrar diğer insanlarla birleştirecek ve onları daha iyi anlamamızı sağlayabilecek düşüncelere sürüklemeye gebedir. Eğer biz buna hakkıyla zaman ve izin verebilirsek… Kısacası Ramazan, inanan insanlar için çok önemli bir fırsattır. Hatta bir dinî inancı olmasa bile, insanların bu önemli deneyimi hayatlarında birkaç kez tatması gerektiğini düşünüyorum. Çünkü biyolojik sınırlarımızı “daha fazla insan olmak yolunda” zorlamak, bize biyolojimizden değil, insanlığımızdan dolayı gelen bir bilgidir ve bunu kullanmak ancak insana özgüdür. İnancı ve dünya görüşü ne olursa olsun, bir insanın bu şansı kullanmadan bu dünyayı terk etmesinin pek iyi bir şey olmadığını düşünenlerdenim. Kaynak: http://ramazan.milliyet.com.tr/ orucun-beynimizde-yarattiklari-/ dinibilgiler/detay/2262318/ default.htm


Türkiye’nin Ermeni Meselesi - III Bu sayımızda Sâmiha Ayverdi’nin “Türkiye’nin Ermeni Meselesi” isimli kitabının Sertaç Karaağaoğlu tarafından hazırlanmış özetinin üçüncü ve son bölümünü yayınlıyoruz. *** Eskiden beri Ermeni katliâmı mevzubahis oldukça dâima Türklerin barbarlığını, Ermenilerin de Türklere karşı Hıristiyanlıktan başka kabahati olmayan mağdur bir millet bulunduğunu ileri sürmek âdet olmuştu. Acaba Türk patronajı altında olan milletlerin serbestliği ile, Rus, İngiliz, Fransız idarelerini kıyas etmek kâbil olabilir miydi? Hindistan ve Afrika yerlilerine karşı girişilen fecî vakalar, Rusların ise Yahudiler, Türkler ve Ermeniler üzerinde tatbik ve icrâ ettikleri katliamlar düşünülürse küçük milletlerin hâmisi sıfatını takınan ve Ermeniler için gözyaşı döken İngilizlerle Garplı devletler, acaba neden Ermenilerle kabil-i kıyas olmayacak bir mevkide bulunan Boerleri, aileleri ile beraber mahvederken, İrlandalıları ise topa tutarken bir zerre teessür ve merhamet duymadılar? Noel Bohstun, Londra’da “Lyoeum Club”un coğrafya şubesinde 5 Teşrinisânî 1916 tarihinde verdiği nutukta aynen şöyle demiştir: “Ermeniler bizim küçük müttefikimizdir. Sır-

bistan’ın, Belçika’nın itilâf hükümetlerine karşı yaptıkları hizmetlerden ekseriya bahsediyoruz ve bunlara âid birçok şeyler istiyoruz. Fakat Ermeniler, kendilerine ait bir hükümetleri olmadığı halde, büyük bir istekle bize hizmet ettiler. Binlercesi Rus ordularına girerek bilfiil bu fedâkârlıklarını is-pat ettiler. Grand Duc Nikolas’ın Anadolu’ya saldıran ordusunu yalnız Ruslar teşkil etmiyor, bilâkis bunların büyük bir kısmı Türkiyeli ve Kafkasyalı gönüllü Ermenilerden teşekkül etmiş bulunuyordu. Bugün de muntazam Ermeni taburları gönderiyorlar. İtilâfçıların davâsı uğrunda Ermenilerin gösterdiği fedakârlığı şimdiye kadar hiçbir müttefikimiz göstermemiştir.” Van, Kars, Sarıkamış, Erzurum’u işgal eden Ruslar, o zamana kadar Ermenilere müsâit davrandıklarını, onların hâmisi rolünü takındıklarını hatırlamak istemediler. İşgal ettikleri bu toprakları Ermenilere terk edeceklerini vaat etmişlerse de, sözlerini çoktan unutmuş bulunuyorlardı. Zaten öteden beri Rus siyâseti bu değil miydi? Türkiye’nin şark vilâyetlerini işgal ederek Akdeniz’e inmek. Oyunun senaryosunu hazırlayan Ruslar, oynayanlar Ermeni idi. Hepsi bu kadar! H. Koçaznuni: “...böyle bir şey olamazdı. Biz Rus emellerine


körü körüne hizmet ettik, sürüklendik, hakikatte ise sadece onların maksatlarına çalışmış olduk. Bir taraftan Taşnaksutyun Ruslar tarafından aldatılırken, diğer taraftan da Bogos Nubar Paşa, Fransız Hükümeti tarafından iğfal olunuyordu. 1916 sonlarında Fransa Hariciye Nâzırı, Sûriyeli ve Ermenilerden teşkil edilecek Şark Lejyonu için gönüllü istiyor ve mukabilinde de harpten sonra Fransa’nın hissesine düşecek olan Kilikya’nın Ermenilere terkedileceğini vaat ediyordu.” 1917 Bolşevik ihtilalinden sonra Ruslar, işgal ettikleri Osmanlı topraklarından çekilirken, Ermeniler de beraber kaçmak mecburiyetinde kalmışlardır. Zira yaptıkları bunca katliamdan sonra, aynı topraklar üstünde kalamayacaklarını anlamışlardı. Osmanlı İmparatorluğu bütün başarılı mücadelesine rağmen, müttefiklerinin teslim olmasıyla mağlup kabul edilmişti. Memleket coğrafyası virânelik, insanlar perişan bir halde idi. Mehmetçik cepheden yorgun, ümitsiz ve bîtap halde döndüğünde kasabasını, köyünü, evini Ermeni vahşetiyle harâbe; çoluğunu-çocuğunu, anasını-babasını Ermeni zulmünden kalıntı hâlinde tek tük bulabildi. General Veysel Ünüvar:

“1918 Mütârekesinden sonra Ermeniler, İngilizlerin yardımına güvenerek Doğu Anadolu ile beraber Nahcivan bölgesini yeniden zabt ve istilâ etmek hevesine düştüler. 10 Aralık 1918’de ansızın Aras vadisinden Türk Hükümeti’ne taarruza geçtiler.” Ermenilerin yalnız başlarına Nahcivan bölgesini işgal edemeyeceğine kanaat getiren İngilizler, 1919 senesi Aralık ayında Ermeni askerlerini Hintli askerlerin muhâfazası altında Nahcivan bölgesine getirip garnizonlara yerleştiriyorlardı. Cihan Harbi’nin sonunda, Avrupa efkâr-ı umumiyyesini hayâlî Ermeni katliamıyla dolduran Ermenilerin ve İtilâf Devletlerinin bu yaygarasını tahkik için, 1919’da Amerika askerî bir komisyon göndermişti. Eylül-Ekim ayları arasında Doğu Karadeniz’i ve şark vilâyetlerini dolaşan komisyon, söylenenlerin asla hakikate uygun olmadığını “Türkiye hududunu, Karadeniz’den İran’a kadar geldik, bu raporların doğru olduğunu ispat edecek hiçbir iz dahî görmedik” cümlesi ile tespit etmiştir. Yüzyıllardır Türkiye Ermenileri, Garplı devletler ve bilhassa İngiltere, Rusya ve nihayet Amerika tarafından kendi siyâsî çıkarları adına tahrik edilirken, istiklâl fikrini kuvvet-


lendirmek yolunda Türklerle Ermeniler arasındaki etnik ve dinî farklar bir yem olarak kullanılmıştır. Memleket nüfusu içinde ancak bir avuç yeri olan Ermeni cemaatinin kulağına, dış çevrelerce bir istiklâl vaadi fısıldanarak, aslında ise kendi siyâsî gaye ve menfaatlerinin tahakkuku yolunda bu zavallı insanlar bir değersiz malzeme olarak kullanılmış olduklarının ne yazık ki hâlâ farkında değillerdir. Halbuki bütün diğer azınlıklar gibi, Türk patronajı altında yaşayan Ermeni vatandaşlar da yeryüzünün en mesut, en saygı gören cemaati idi. Hatta isyanlar bastırılıp, elebaşılar tasfiye olduktan sonra da, gene, kin bilmez ve hoşgörür Türk milleti, bu kanlı saldırıların hesâbını aynı vilâyette, aynı semtte, aynı mahallede bulunan komşusu Ermeni’den sormaz, çıban başını koparanların birkaç hain olduğunu söyleyerek, dükkâna tezgâhına dönen Ermeni hemşerisi ile dostluğuna gölge düşürmeyecek münasebetini devam ettirirdi. Maalesef şimdi de öyledir! Türkün bir medenî husûsiyeti de, yüzyıllardır başına dert üstüne ders açan azınlıkların iman bakımından kendi safına kazanmayı düşünmemesiydi. Çünkü Müslümanların kitabı olan Kur’an-ı Kerim, çok açık olarak “Senin dinin sana, benim dinim bana” diyerek farklı inanış taşıyan cemaatleri kendi imânını kabûle zorlamayı yasaklamıştı. Tâ Bizans ve Selçuklular devirlerinden süregelen Ermeni isyanlarıyla tedirgin olan Yavuz Sultan Selim, devletinin huzur ve asâyişi adına Şeyhülislâm Molla Ali Cemâli’den bu kavme hudud dışı edilecekleri tehdidini ileri sürerek Müslümanlığı kabul etmelerinde ısrar edilmesi için fetvâ istemiştir. Fakat bu büyük din ulusu “Hayır olamaz, dinde zorlama yoktur” diyerek pa-

dişahın istediği fetvâyı vermemiş, hükümdar da İslâmiyetin emrine uymakta tereddüt etmemiştir. Eğer öyle olmamış olsaydı, Türklerin üç kıta üstünde bayraklarını dalgalandırdıkları devirlerde, Osmanlı hudutları içindeki çeşitli din mensupları olarak, hiçbir azınlık kalmaz, bir vakitler Bizans’ın yapmış olduğu gibi, çatısı altında bulunan bütün toplulukları kolonize ederek kendi hamuru içinde eritirdi. Halbuki misyonerliği bile imanlar üstünde bir tazyik, bir hile ve bir nevi kandırma kabul eden İslâmiyet, vicdanları zorlamamak için böyle bir teşkilât dahi kurmamış ve ayrı inanışlara sahip kitleleri kendi imanları çerçevesi içinde hür ve rahat bırakmıştır. Bu yüzden de, Müslüman Türklerin iman ve ibâdet mahalli olan câmiler, asla cephanelik olmamış ve din adamları da halkı, azınlıklar aleyhine kışkırtmak gibi Allah’a inanmış kimselere yakışmayacak fiillerde asla bulunmamışlardır. Ancak, hâdiseler dünya umûmî efkârına aksettirilirken, daima tablo tersine çizilerek, Türk zâlim, Ermeni mazlum olarak gösterilmiştir.



Her Şehirde Bir Evim Var Elif Hilâl Doğan Genel Merkezi Ankara’da bulunan Türk Kadınları Kültür Derneği’nin farklı şehirlerde birçok şubesi var. Her şubenin farklı zamanlarda gerçekleştirdiği etkinlikleri oluyor. Bu etkinliklerde bulunabilmek için genellikle sosyal medya veya internet üzerinden duyuruları takip etmem yetiyor. Henüz işe başlamamış olduğum dönemimde, takvimi belli olan programlar için babamın, annemin iznini alarak otobüs/tren bileti almaya koşmak en büyük heyecanımdı. Hiçbir yerde kalmama izin vermeyen babam, -Allah’ın hikmetinden olduğu muhakkak ki- benim bu yolculuklarıma gönül rızâsıyla izin veriyor, beni güzelce gönderiyordu. TÜRKKAD programları vesilesiyle hiç gitmediğim, oradan kimseyi tanımadığım şehirlere yolculuk etmeye başladım. Mesela Gaziantep’e giderken, Adana’ya giderken oradaki dernek üyeleriyle henüz tanışmamıştım. Bu şehirlerle ilgili olarak da hiçbir şey bilmez durumdaydım. Önce yine biraz sosyal medyanın yardımıyla gideceğim şehirdeki dernek üyelerine mesajlar yazarak programların gerçekleşeceği mekânların konumlarına, buralara nasıl ulaşabileceğime, en yakın olarak nerede konaklamamın daha uygun

olacağına dâir sorular soruyordum. Bu şekilde öncelikle telefonda tanışmış oluyorduk. Sonra gidince bir bakarım ki gelip beni otogarda karşılamışlar, evlerinde yemekler hazırlamışlar ve beni götürüp sofralarına oturtmuşlar bile… Bir tek beni mi? Hayır, tüm misafirleri… Şehir dışından gelen misafirleri birer ikişer paylaşarak evlerinde ağırlayan, onlara “kendi evinde” olduğunu hissettiren öyle güzel insanlarla birlikte oldum ki… Programlar için şehir dışından gelenleri, bazen -benim gibihayatlarında ilk kez görecekleri ve yeni tanışacakları bu misafirlerini Allah’ın emâneti bilerek, en güzel şekilde ağırlamak için can atan insanlarla birlikte olmanın mutluluğunu yaşadım. Bu güzel ahlâkın kaynağı, Sâmiha Ayverdi’nin TÜRKKAD’ı bugün 50. yılını kutluyor. Bugün hep birlikte koca bir âile olma şuuruna ve hissiyatına sâhipsek buna TÜRKKAD’ın kuruluşundaki o ulvî mayanın bizi de mayalamasıyla sahip olabiliyoruz.


Tekkeler, dergâhlar sırlandığı zaman onların ahlâkını devam ettiren vakıf ve dernekler ile bugün değerlerimizi, âile olma, millet olma idrâkini, birlik olma, bir olma hissini yaşayabiliyor ve yaşatabiliyoruz. İyi ki varlar! Onlarla birlikte güven var, sevgi var, hürmet var, edep var. Onlar bence sadece dernek üyesi değil, benim dergâh kardeşlerim. Ne zaman bu yolda yeni biriyle tanışsam hiç yabancılık çekmemişimdir. Sanki birbirimizi kırk yıldır tanıyormuş gibi oluruz, huzurlu oluruz, huzurda oluruz. İşte böylece benim kocaman bir âilem ve her şehirde bir evim var…


Nefes Alan Tarifler Avakado Salatası Malzemeler

Hazırlanışı

1 kırmızı soğan

1. Kırmızı soğanın yarısını ince ince dilimleyin ve diğer yarısını küp küp kesin. Kırmızı biber, kereviz sapı, domates, jalapeno biber turşusu, kırmızı fasulye ve rokayı karıştırın. Zeytinyağı, limon suyu, kimyon, tuz ve biberi ekleyin ve tekrar karıştırın.

1 kırmızı tatlı biber, ince kıyılmış 2 kereviz sapı (ince kıyılmış) ½ salatalık (soyulmuş, küp küp doğranmış) 2 domates (soyulmuş, küp küp doğranmış) 1 tatlı kaşığı jalapeno biberi turşusu (doğranmış) 1 avuç körpe roka 400 gr haşlanmış kırmızı fasulye (konserve meksika fasulyesi) 2 çorba kaşığı sızma zeytinyağı 2 çorba kaşığı limon suyu 1 tatlı kaşığı kimyon deniz tuzu ve karabiber 2 adet olgun olgun avakado 3 tatlı kaşığı kişniş yaprağı Sevis için mısır cipsi

2. Avakadoları ortadan ikiye kesin ve çekirdeklerini çıkartın. Servis yapacağınız tabağınıza yerleştirin. Hazırladığınız salatayı kaşıkla avakadoların üzerine yerleştirin. En üste kişniş yapraklarını ve mısır cipslerini koyarak servis yapabilirsiniz. Âfiyet olsun.



www.nefesyayinevi.com hernefesdergisi@nefesyayinevi.com

/hernefesdergisi

/hernefesdergisi

/hernefesdergisi


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.