Her Nefes - Eylül 2015 / Sonbahar

Page 1

KASIM 2014 EYLÜL 2015

62.sayı 71.sayı

AYLIK TASAVVUF KÜLTÜRÜ DERGİSİ HZ. Harakâni

Aylık Tasav vuf Kültürü Dergisi “SONBAHAR”


EDİTÖRDEN Merhaba Dostlar, Bu ay Her Nefes Dergisi’nin konusu “Sonbahar”. Bu konuyu okuyunca bir grup dostumuz “Yaşanabilir tasavvufu anlatmaya çalışan bir dergide nasıl böyle bir konu olabilir?” diye düşünebilir. Olur canlar, hem de pek güzel olur. Nasıl mı? Açıklamaya çalışayım efendim… Biz her zaman yüce Rabbimizin bizimle hâdiseler vâsıtasıyla konuştuğunu duyduk, okuduk. Şahsen ben bu kelâmı ilk duyduğumda pek anlamamıştım. Sonrasında bir hâdise ile biraz hissetim diyebilirim. Yıllar once, Ankara’da yaşayan Azize Teyzemiz, bana “Dikkat bir mertebedir kızım” demişti. Anlamadığımı ve şaşkınlığımı görünce de durumu yine kendisinin hâtıralarından Ken’an Rifâî Hazretleri’yle karşılaştığında yaşadığı birkaç hâdise ile anlatmıştı. Ben çok etkilenmiş ve bu konuda oldukça düşünmüştüm. Şimdi “Sonbahardan buraya nereden, nasıl geldin?” derseniz hemen söyleyeyim. Sonbahar denildiğinde hepimizin aklına ilk gelen şey sararıp dökülen yapraklar, belki biraz hüzündür. Adı üstünde, sona eren bir bahar, sona eren canlılık gelir. Halbuki insan-ı kâmiller sararan bir yaprağa bakıp Kur’ân-ı Kerim’den âyetler tefsir ederler. Çünkü duruma başka türlü bakarlar. Hâdiselerin dili dediğim de tam olarak budur işte ve bu dilden nasiplenmek her kulun harcı değildir. Örneğin, baharı vücudundan çekilen Zekeriya Peygamber Allah’a dua etmiş, O’nun daim Hay adına sığınarak YAHYA emânetine sahip olmuştur. Hâdise dili ile “İste ki vereyim” sırrını okumuş ve böylece Hz. Allah’ın dâim diri adına şâhitlik etmiştir.

Hz. Allah sonbahar mevsimini de belki böyle ağaçların yaprak dökmesi, budanma, kayıplar, hatta kışın gelmesi ve ölüm olarak algılayanlara inat, ilkbahar ile tamamlar ve bizlere yaşatır. Belki tabiattan fışkıracak olan hayatı bize göstermek için, hiç ümit kesmemiz gerektiğini hatırlamak için yaratmıştır. Belki böylece sapla-samanı, ümidi ve ümitsizliği birbirinden ayırır. Belki Yüce Yaratan dâim diri adını zuhura getirmek ve âlemi berekete doyurmak için tabiatı yeniden düzenler. Her dem, her nefes, her an, hem de hiç bıkmadan, vazgeçmeden, her dâim yeni bir şe’nle ve asla bir önceki anda kalmayan ve önceki âna benzemeyen sonsuz bir rahmetle bütün âlemi ve yaratılmış olan eşyayı diriltir. İşte tam da bu yüzden aslında “son-bahar” muhteşem bir şekilde yeni ve “güzel-bahar”a başlama hazırlığıdır. Aynı ölüm diye kabul ettiğimiz hâdisenin yeni bir başlangıçın habercisi olması gibidir. Belki yüce Allah yine hâdiselerin diliyle Habîr ismini bizlere gösteriverir. Bir görebilsek, bir okuyabilsek o dili diyeceğim ama âlemlere rahmet Hz. Peygamberimiz bile “Bana eşyanın hakikatini göster Allahım” diye dua ederken, edepsizlik etmekten korkarım. Velhâsıl yüce Rabbimiz, her şeyin dilinden konuşur ve her şeyi kullanır. Böylece bütün isimlerini âşikâr eder de biz pek anlayamıyoruz sanırım. Nasip; belki bir gün, inşaallah bir gün, büyüklerimizin duâsı ve Rabbimizin himmeti ile bu dili bir parça anlamayı da öğreniriz.


Evet dostlar, adı “sonbahar” olan ama bir nefes de olsa Hakk’ı temâşâ etmenin keyfine vardığımız bu mevsim vesilesiyle ve inşaallah yeni ve münbit (bereketli) baharlara vuslat nasip olsun duası ile kusurları ve eksikleri bize, güzellikleri ve rahmeti, diriliği sonsuz Rabbimize ait olan, yeni sayımıza hoşgeldiniz, safâlar getirdiniz. Yosun MATER


SOHBETLER “Dün dedim ki: Haydi çocuklar bir sandala binelim de Göksu’ya gidelim!” Herkes hayretle, aman Efendim, celâli cemalle bir bilenler için güzel ama, bizim tahammülümüz zayıf... bu soğukta nasıl olur, dediler. Öyle demeyiniz, dedim. Kış, yâni celâl dediğimiz bu mevsim, bir sınıf halk için yâni servet ve kudret sahibi zümre için bir nevi eğlence ve zevk zamanıdır. Zîra evlerinden, kürklerinden otomobillerine kadar her şeyleri hazır ve her tarafları sıcaktır. Onlar bu mevsimde de zevk ve eğlencelerine devam ederler. Halbuki zenginlere zevk ve sefa olan kış, fakirler için sefalet, yokluk ve ölüm mevsimidir. Neden? Çünkü bunların o celâle karşı korunacak iktidarları yoktur. Yâni mücehhez değillerdir. İşte servet-i aşkı olan kimseler için de celâl, aynen böyledir. Celâl onlara bir nevi zevk-i diğer olur. Aşktan yoksul fakir halliler için ise ölüm ve helak olur, dehşet ve ıztırap olur. Halbuki aşk ganîsine celâlden korku yoktur. Nasıl ki Bâyezîd-i Bistâmî: “Allah’ım benimle olunca, cehennemde de olsam, cennet zevkini duyarım! buyurur.” Bu konuşmadan bir gün sonra bizi çağırıp yaz ve kış yapraklarını muhafaza eden bir defne ağacını göstererek:

mazhar olan bir numûne... Yâni kışta da yazda da aynı tarâveti muhâfaza eden bir güzellik!” dedi. (Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyâtı, İstanbul, 2000, s. 5)

*** “Bu kış mevsiminin gelmesi, nasıl ağaçların yapraklarına, dalına budağına tesir ediyorsa, ölümün pîşdârı, öncüsü olan hastalıklar da bu vücut ağacının yapraklarına öylece tesir eder. Bundan kurtulmuş olanlar, ancak kalplerinde yârin cemâlinin baharına mâlik olanlardırki onlar için her dem tazelik ve bahar vardır.” (Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyâtı, İstanbul, 2000, s. 263)

*** “Sen... diyoruz. Fakat hangi sen? Sen yoksun ki... var olan yalnız Hakk’ın irâdesidir ve onun vücûdudur. Meselâ bahçedeki güllerin, menekşelerin, nergislerin gururlanıp güzelliklerimiz bizdendir! demeleri ne kadar gülünçtür. Hele bir sonbahar gelsin de o güzellikleri görürüz. Hâsılı kelâm, müritlik derecesi, elbet muhiplikten üsttür. Çünkü müritlikte, nefsin arzularını bezletme, bol bol harcama şerefi vardır.” (Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyâtı, İstanbul, 2000, s. 210)

*** “İşte kahır ve lûtfun ikisine de aynı zamanda


Vefakâr olmaktan konuşulurken, söz, Erenköyü’nde yaz mevsimini içinde geçirdiğimiz Doktor Suphi Neş’et Bey’in köşkünün bahçesindeki ceviz ağacına intikâl etti. Hocamız bize dâima: “Vefâ, Allah’ta ve Allâh’ın sevgililerindedir” Demiş ve her söylediğini işlemesine alışmış olduğumuz için bu hükmünü de hareketleri ile doğrulamak ve isbat eylemekten geri kal¬madığını göstermiştir. İşte, havalar sertleşmiş ve yazlıktan Konağa nakledeli bir hayli zaman geçmiş olduğu halde, bir gün Erenköyü’ne gidip ceviz ağacını ziyâret etmek arzusunu gösteren Hocamız: ”O bana yazın süt annelik etti. Meyvesinden yedim. Şimdi gidip ağacı okşamak isterim” diyerek İstanbul’dan Kadıköyü yakasına geçip ağacı ziyâret eylemiştir. (Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyâtı, İstanbul, 2000, s. 451)


“Sonbahar bizi tekrar yaza hazırlar…” Cemâlnur Sargut ile Söyleşi Her Nefes Dergisi, 2009 yılının Ekim sayısı ile yayın hayatına başlamış ve bu sayıda Cemâlnur Sargut Hocamızla yapılan röportajın konusu da sonbahar olarak belirlenmişti. Bir başlangıçtan ziyade bir sonlanışı ifâde ettiğini düşündüğümüz sonbahar mevsimi, ilginç bir şekilde ilk sayıya can veren sözlerin kaynağını oluşturuyordu. Bu yıl sonbahara girerken o ilk sayımızdaki sözleri yeniden hatırlamak istedik. Bu vesileyle 6 yaşını tamamlayan dergimize gönüllere can veren nice kelâmı aktarma lûtfunun bundan sonra da nasip olması niyâzıyla nice yıllar diliyoruz. Müge Doğan: Sevgili hocam, tasavvufî bir bakış açısıyla bize sonbaharın mânâsından bahseder misiniz? Cemâlnur Sargut: Sonbahar gece gibi insanın varlık zannettiği her şeyden soyunduğu andır. Allah’ın celâlî tecellîsi insanı hakîkaten vurduğu için varlıktan soyunmak hiç de kolay bir iş değildir. Burada Allah’ın celâlî tecellîsi negatif bir etki olmayıp, sadece kuvvet ve kudret ile yeniden yapılandırmak üzere bir şeyi yok etmesidir. Bahçıvanın ağacı budamasındaki, çiftçinin ekini biçmesindeki hikmet gibi… Dolayısıyla her acı insan için bir sonbahardır. Ancak bazen gaflet gelir insana… Biz buna bast ve kabz hâlleri arasındaki geçiş diyoruz. Bu gaflet anında, yani Allah’tan uzak olduğu anda insanın gönlü içinde tam bir sonbahar oluşur. Mâneviyat ağaçları yavaş yavaş yapraklarını döker. O zaman

insan gönül bahçesinin tekrar düzene girebilmesi için bir bahçıvana ihtiyaç duyar, çünkü bu bahçıvan yaprak döken ağaçların budanıp yeniden nasıl yeşereceğini en iyi bilen kişidir. İşte bahçıvan burada mürşid-i kâmil’dir ki insanın varlık bahçesini yeniden oluşturur. Mürşit bu celâlî mevsimin, gafletin, insan için ne kadar büyük bir lûtuf olduğunu hatırlatarak, hâdiseler sonbaharının insan üzerindeki negatif etkilerini siler. Çünkü insan, yalnız ilkbahar ya da yazı yaşasaydı, suyun nerede olduğunu soran balıklar gibi bu devamlı cemâl hâlinin kıymetini bilemezdi. Ama insan sonbahar mevsimini de yaşar ve o zaman, “Çok şükür ki, bunun arkasından gelecek baharlar var ve elbet yeniden yaz gelecektir” diye düşünerek ümitlenir. Bu düşünce ve celâl ve cemâl tecellîleri arasındaki gidiş geliş de onda yaşama zevkini oluşturur. Velhasıl, Allah ile irtibatın zevkine varabilmek, ara sıra o irtibatın kesintiye uğramasıyla mümkündür ki, basîret gözüyle bakan insan için bu bir lûtuftur. Tabi bu gaflet kesintilerinin çok fazla olmaması şartıyla… Hocamız Ken’ân Rifâî bunu anlatırken nohut yemeği örneğini veriyor. Nohut, diyor, kaynarken iyi pişmesi için az ateşte yavaş yavaş kaynaması gerekir. Ara sıra birer bardak su ilâve edilir ki, azalan suyu çoğalsın ve iyi pişsin. İşte gafleti, bu örnekteki su olarak değerlendirmek gerekir. Ocaktaki yemeğin içine bir bardak yerine bir kova su boşaltırsak, o zaman nohutun pişmesi imkânsızlaşır. Tıpkı bunun gibi, eğer gaflet anlarımız


çoğalır ve içimizdeki sonbaharlar uzarsa, o zaman da gönül bahçemizdeki ağaçların mânevî meyveye dönmesi zorlaşır. İnsanda sonbaharda yaprağı dökülmeyen ağaçlar gibi hiç dökülmeyen ağaçlar var. Onlar kışa hazır olan, her dâim yeşil olan ağaçlardır. Onlar insanın gönlündeki tecellîlerdir ve onlar dâima yeşildir. Hâsılı Allah’ın celâlî tecellîleri insan vücûdu içinde yeniden yapılanmayı sağlar. Ama bu tecellîlerin üzerimizdeki tesirlerini uzatmamaya gayret etmelidir. Müge Doğan: Hz. Mevlânâ, Mesnevî’nin birinci cildinde, sonbaharı mürşidin celâline benzeterek bu celâlden kaçmamamızı öğütlerken nefsanî hâllerimizi de kendi vücûdumuzda yaşadığımız mânevî sonbaharlara benzeterek ondan ise kaçmamızı öğütlüyor. Sizce bu iki benzetmeyi nasıl anlamamız gerekir? Cemâlnur Sargut: Ne güzel buyuruyor Hz. Pîr. Bu yönden alırsak sonbahar “mürşidin celâline” benzer ve Hz. Mevlânâ da bize bu celâlden kaçmamamızı öğütlüyor. O mânâsı ilkbahar gibi olan, Allah’ın Cemâl tecellîsi olan mürşidin, sonbahar gibi olan Celâlinden kaçma, diyor. Çünkü bu sonbahar, seni yeniden yaza hazırlamaktadır. İnsanın kendi nefsinin celâli de sonbahar gibidir ve o nefsanî sonbahar insanı gaflete götürür. İşte Hz. Mevlânâ kaçacaksan o sonbaharın celâlinden kaç diyor. Yani nefsimizin etkisini uzun tutmamamızı öğütlüyor. O gaflet anları bizim nefsimizin azdığı anlardır. Meselâ insan nefsanî öfkelerde Allah ile irtibâtını keser. Öfkesini ve gayzını uzattığı nispette, gafleti ve Allah’tan uzaklığı artar. Yalnız, beşer olmak sebebiyle, bazen öfkelenebilir ya da bazen kendisinden istenmeyen farklı hâller zuhur edebilir… Mesele bu öfke ateşini Allah aşkı ile suyu ile bir an

evvel söndürebilmektir. Allah hepimize her nefes yeniden yapılanmayı nasip etsin ve maddî mânevî yaşadığımız sonbaharları da buna vesîle kılsın inşallah. Müge Doğan: Sonbahar ile ilgili bizimle paylaşmak istediğiniz bir anınız var mıdır acaba? Cemâlnur Sargut: Çocukken sonbahar ile ilgili bir şiir yazmıştık kardeşimle berâber, küçücüktük ama sonbahar mevsimi bizi çok etkilemişti. Baharda yemyeşil olan o yaprakların, sonbaharda sararıp solmaları ve yere düşüp hayata veda etmeleri, çocuk aklımız ve gönlümüz üzerinde büyük bir tesir uyandırmıştı. Kardeşim Âsuman’ın şiir kitabında o şiir var. Berâber yazmıştık, “Yapraklar yığın yığın yerlerde” diye yaprakların dönüşümlerini anlatıyor. Ama sonbahar benim için her zaman yaşlılık dönemini hatırlatır. İnsanın çok yaşlanmadan önce yaşadığı, o çok yaşlılıktan önceki devreyi… O devre bugüne kadar benim için çok korkuluydu. Ama ben artık o devreyi yaşıyor ve ne kadar zevkli olduğunu görüyorum. İnsanlar Allah aşkı ile dolup ebedî hayat bulunca, ömür sonbaharının zevklerini çok hoş idrak ediyor. Birçok şey eksiliyor, belki her gün bir özelliğin gidiyor ve her gün güzelliğinden bir şey azalıyor… Varsın eksilsin, çünkü şimdi anlıyorum ki insanın mânevî güzelliği, maddî güzelliğinin yok oluşuyla birlikte artıyor. Demek ki, insanda sonbaharda yaprağı dökülmeyen ağaçlar gibi hiç dökülmeyen ağaçlar var. Onlar kışa hazır olan, her dâim yeşil olan ağaçlardır. Onlar insanın gönlündeki tecellîlerdir ve onlar dâima yeşildir. Eğer gönlümüz ormanımız içindeki o ağaçları özenle büyütürsek bu yaprak dökümlerinin üzerimizdeki etkisi son derece azalır. Hatta kendimizi bile şaşırtacak bir samimiyetle bu dökülüşten mutluluk bile duyabiliriz. İşte benim için sonbahar, bu demektir.


Muhammed Ali ve Yenilmedeki Zafer Hüseyin Gökhan Muhammed Ali, kimi otoritelere göre gelmiş geçmiş en büyük boksör. Ringlerde şüphesiz büyük başarılara imza atmış bir sporcu. Fakat boksörlüğünden ziyade ring dışında yaptıklarıyla sporla ilgilenen ya da ilgilenmeyen herkesin hâfızasında yer etmiş bir şahsiyet. 1967’de Vietnam Savaşı’na gitmeyi reddetti. “Vietnamlılarla ancak eğer ülkeme saldırırlarsa savaşırım” dedi ve bokstan men edilme tehdidine rağmen bu kararından vazgeçmedi. Böylece büyüklüğünün ringlerle sınırlı olmadığını gösterdi. En verimli çağında profesyonel bokstan tam dört yıl ayrı kalmaya razı oldu. Dört yıl aradan sonra boksa döndü ve disiplinli bir çalışmayla dünya şampiyonu sıfatını tekrar kazandı. Bunu daha önce kimsenin yapmadığı bir şekilde, münzevî bir kamp evinde çalışarak başardı. Sabah açık havada koşuyor, kampta sadece annesinin yaptığı yemekleri yiyor ve etrafında yalnız aile yakınlarını ve antrenörünü tutuyordu. Bu inzivaya halkla kaynaşabilmek için belli günlerde ara veriyor ve ziyaretçilerin antrenmanlarını seyretmesine müsaade ediyordu. İşte böyle bir günde kampa yaz günü kafasına bere takmış, on iki yaşlarında bir çocuk geldi babasıyla. Muhammed Ali ona bu sıcakta neden bere taktığını sorunca sebebin çocuğu artık iyiden iyiye zayıflatmış olan lösemi olduğunu öğrendi. O zaman çocuğa şöyle söyledi: “Hey çocuk, ben Foreman’ı yeneceğim, sen de lösemiyi. Tamam

mı?” Gururu okşanan çocuk teklifi kabul edip Muhammed Ali’ye sarıldı. Aradan iki hafta geçmişti ki kampın telefonu çaldı. Arayan çocuğun babasıydı. Antrenöre çocuğun hastanede olduğunu ve artık kurtuluşunun mümkün olmadığını anlattı. Antrenörü, Ali’yi üzmemek için haberi sabaha sakladı. Sabah 5’te mûtad koşularını yapmak üzere yola çıktıklarında olanları anlattı. Ali koşu biter bitmez duşunu alıp arabaya atlayacağını ve saatlerce uzaktaki şehirdeki hastanede çocuğu ziyarete gideceklerini söyledi. Öyle de yaptılar. Hikâyenin bu ilk bölümü bana sonbahardaki hüznü hatırlattı. Hani o yemyeşil otlar ve yapraklar kurur, sararır, toprağa karışır, cıvıl cıvıl öten kuşlar ve hareket içindeki hayvanlar yavaşlar ve ortadan el ayak çekilir ya, çocuk da bir yaprak gibi göz göre göre kuruyor, bu dünyadan elini ayağını çekiyordu. Muhammed Ali üzüntüyle bunu görmeye gitti. Hastaneye vardıklarında çocuk “Geleceğini biliyordum” dedi. Sevinmişti. Muhammed Ali tekrarladı: “Hey çocuk, ben Foreman’ı yeneceğim, sen de lösemiyi!” Bu sefer çocuk “Hayır” dedi. Rolleri değişmişti. “Ben” dedi, “Allah’ıma kavuşmaya gidiyorum. Sense Foreman’ı yeneceksin. Ama seni olabilecek en güzel yerden seyrediyor olacağım.” Sonraları Muhammed Ali bunun hayatta duyduğu en büyük iltifatlardan biri olduğunu söyleyecektir. Sonbahardaki sır, Hakk’a dönüşü bize hatırlatmasıdır. İlk bakışta bir son gibi gözükmesi sebebiyle insanda hüzün uyandırır. Fakat bu hikâyedeki çocuk gibi


hüznün arkasındaki hakîkati görebilen bir mürşid, işin aslını görmemize yardımcı olur. Her yenilenme için bir son gerektir. Sonbahar o yenilenmenin habercisidir. Yeşil bir yaprağın kuruması, ya da gencecik bir evlâdın lösemiyle zayıf düşmesi bir mağlubiyet değil, dünya şampiyonunun gözünde yaşlarla önünde eğileceği bir galibiyettir.


Ânın Çocukları Olmak Sesil Pir Zaman… Ne kıymetli bir algı değil mi? Bir bakıyoruz yaz mevsimi zuhur etmiş, bir bakıyoruz bahar… Bu ne güzel bir döngüdür, Ya Rabbi!

İnanıyorum ki tam bu nokta, içine, gönlüne ferahlık doğabilmesi için bir topluluğun, çok elzem, çok gereklidir. Nasıl mı?

Yaz aylarının bitimi ile sonbahar mevsimine giriş yaptık çok şükür. Benim en sevdiğim mevsim sonbahar. Sonbahar ile birlikte yaprak dökümüne, gönül evlerine dönüşe, çorbadaki tuza, çanağa batan kaşıktaki birliğe giriş yaptık. Bana göre aşkın en güzel zuhur ettiği mevsim sonbahar... Allah hissedebilmeyi nasip etsin.

Organizasyon psikolojisine göre, bir toplumun değişim süreci en önce ve mutlak sûrette o topluluğun bireylerinin kişisel değişiminden geçer. Bir tek kişi, milyonlarca insanın arasından bir tek kişi bile, geçmişi, geleceği, ölmüşü, bitmişi bir kenara bırakıp ‘ân’ı, yani içinde nefes aldığı noktayı, pozitif bir düşünce ile besler ise, o topluluk –dikkat edelim, sadece o kişi değil– bu tek kişilik adımı görülmez bir enerji olarak hisseder. Şöyle örnek vermeye çalışalım: Ne zaman birimiz başımızı kaldırıp gökyüzüne baksak ve içimizden ‘çok şükür Allah’ım’ diye geçirsek, etrafımıza gözümüzle göremediğimiz bir pozitif enerji yaymış oluyoruz. Ve devam eder organizasyon psikolojisi şöyle diyerek: “Ne vakit bireyler tek tek bulundukları noktadan bir adım ileri gidebilmek ister, ancak o zaman düşünceleri davranışlarına yansımaya başlar; bu hâl süreklilik arz edebilirse, topluluktaki diğer kimseler için örnek teşkil etmeye başlar. Sonuçta belirli bir süreç içerisinde sadece niyet etmiş kişiler değil, içinde bulundukları topluluklar da ileri gider, yol alır.” Ne kadar güzel, ne kadar motive edici, değil mi?

Bu sene, sonbahar mevsimine milletçe buruk giriyoruz sanki. Ülke hanemizde sıkıntılar var. Sonbahara uygun bir yaz sonu hüznü var şehirlerde. İnsanlarımızın yüzleri de kalpleri gibi mahzun âdetâ. Bitmiş yaza dönülemeyeceği gibi, geçmişe dönülemeyeceğini de hissediyor gibiyiz. İleride olabilecekleri belki biraz merak ediyoruz, belki biraz merak etmekten kaçınıyoruz. Diyorum ya, sonbahara uygun bir evcil halimiz var. Allah kimseyi bu vakitte evsiz, barksız, dostsuz bırakmasın. Belki böyle bir dönemde konuşulacak en güzel konu zaman. Nedir zaman? Gerçekten var mıdır? Yaşanmış olaylar, içinden geçerkenki gibi midir gerçekten, yoksa algılarımıza mâruz kalır, kısıtlı anlayışımızda kalıplaşırlar mı? Hep deriz ya “…ama o zaman…”, o zaman tam olarak ne zamandır acaba? Mevlânâ der ki “Sûfî ‘İbnu’l-vakit’tir. Fakat vakitten de kurtulmuştur, hâlinden de...”. Ben de tam bu noktaya değinmek istiyorum zamana ilişkin olarak.

Tabiî ki bu süreci destekleyebilmek, zamanın kıymetini kişisel bazda benimsemekten geçmektedir. Aynı şekilde, yol alabilmek için, kişinin, kişisel bazda inanmışlıklarından, anılarından, yaşanmışlıklarından ve gelecek korkularından


arınması da gerekmektedir. Zaten bizlerin de dervişlik yolunda yapmak istediğimiz de bu değil midir? Bizler biliyoruz ki zaman mefhumunun en önemli gereği benlikten sıyrılıp gerçek âna sığınmaktır ve o ânın içinde, eğer lûtfedilirse derin bir nefes alıp her şeye sıfırdan başlayabilmektir. Öyleyse böyle yanık odun sobası gibi güz kokan bir sonbaharda bizlere ne güzel bir görev düşer: Ânın çocukları olabilmek… Duyularımızdan aklımıza yönelen vesveselere, ‘bir nebze kenara çekilin’ diyebilmek ve şu zamanda ihtiyaç görülen o saf, o berrak, o naif duygulara, düşüncelere vâsıl olabilmek. Ne güzel bir olanaktır o. Bizler bu güzel sonbaharda o pozitif birlik ve beraberlik dolu duyguları temsil etmez isek, bir gün belki o perde kalktığında hakikaten pişman oluruz. Tıpkı Ömer Hayyam’ın dediği:

Zamanın sırlarını ne sen bilirsin ne ben Bu muammayı ne sen çözebilirsin ne ben. Perdenin önünde benimle senin dedikodularımız var ancak Perde kalkınca ne sen kalırsın ne ben...


Yaprağın İz Düşümü Nurdan Tuhfe Sonbahar mevsiminin hüzünle anılması bir ön yargı mıdır? Neden sonbahar, doğanın “solması” anlamına gelir her zaman? Bütün bu sorular zihnimden geçerken aslında öyle olmadığını hissetmeye başladım. Neydi aslında sonbahar? Doğa en başından beri insanın kendini anlamlandırmasında bir araç, bir yakın arkadaş değil miydi? O zaman nasıl sadece olumsuz duygularla anılabilirdi ki bu mevsim? Bütün bunların ışığında bir parkta ağaçların altında otururken bir şey fark ettim. Bu sarı, kırmızı turuncu yapraklar aslında solmuyordu. Bir nevi kendi yaşam süreçlerinde onlara hayat veren güneşin rengine benzemeye çalışıyor gibiydiler... Tıpkı bizi aydınlatan büyüklerimize benzemeye çalışmamız gibi. Acaba bu yapraklar anlamadığımız bir yolculuk içinde miydiler? Bir tefekkür sürecinden sonra içlerine kapanma, bir nevi olgunlaşma mı yaşıyorlardı? Çünkü yaprağın hayat bulduğu kök yok olmuyordu, ölmüyordu, sadece kendi içine dönüyordu. Bu süreçle insanın kendi olgunlaşma süreci arasında benzerlik ilişkisi kurarsak şöyle yorumlayabilir miyiz? Kuruyan her yaprak; insanın kendinde fark ettiği, tefekkürle, sınavlarla olgunlaşmış bir parçası olarak görülebilir mi? Bence görülebilir. Sarı yaprak kendine hayat veren güneşin rengine benzemeyi başarınca yerini bir başka yaprağa bırakır. İnsanın da huyları kendini aydınlatan, yol gösteren büyüğüne benzemeye başladığında yaprağın yaşadığı sürece ortak olur.

Bu bakış açısı sonbahar mevsimini bir hüzün değil bir tefekkür mevsimi haline getirir. Bir tükeniş değil, bir uyanıştır, bir şeylerin farkına varma mevsimidir… Elimde tuttuğum bu sarı yaprak bir yok oluşun değil bir olgunlaşmanın simgesidir. Yaprak sararıp güneşe benzer… İnsan da öyledir…



Değişim Mevsimi Yeşim Yaz güzeldir, herkesin kendi dünyasına çekildiği, okulların tatil olup yazlıkların hayat bulduğu dönemdir. İstanbul sakinleşir, herkes biraz yavaşlar. Kahvaltılar uzar, kaçamaklar artar, öğle uykuları, havuz sefaları başlar. Herkes bir yerdedir, arkadaşları görmek zorlaşır. Topluca yapılan aktiviteler azalır. Yaz herkes için biraz tembellik dönemidir. Oysa sonbahar yaklaşırken herkes yavaş yavaş şehre döner, okulların açılmasıyla alışveriş alanları hareketlenir. Şehir kendine çekidüzen vermeye başlar. Benim kendi içime döndüğüm ve dönemsel değerlendirmeleri yapmaya başladığım günler genelde yaz sonuna denk gelir. Yaklaşmakta olan yeni okul dönemi için, eskiden kalan bir alışkanlıkla planlar yapmaya başlarım. Bir sonraki yaza kadar yapmak istediklerimi, bütçemi planlarım. Hayatımda değişmesini istediğim şeyleri gözden geçiririm, iç muhasebe yaparım. Yaklaşmakta olan sonbahar beni heyecanlandırır, çünkü yeni bir dönem başlıyordur! Tembellikten ve rehavetten kurtulup silkelenerek hareketlendiğim bir zamandır benim için sonbahar başlangıcı. Bir sevinç dolar içime, hayatımı gözden geçiririm; genellikle sonrasında kolaylıkla uygulayabildiğim kararlar alırım. Sonbaharla birlikte Hocamın sohbetleri başlar, düzen yavaş yavaş geri gelir hayatımıza. Herkes daha planlı programlı olmaya başlar. İşte bu bana heyecan verir. Yılbaşından çok daha önce gelen sonbahar yeni bir diriliştir. Çünkü artık doğa değişmeye karar vermiştir; zor olanı yapar,

mevcuttan vazgeçer ve yenilenmek için sabreder. Ağaçlar kel kalır, kuşlar göç eder; her şey aslında müthiş bir hareket içinde yeni bir yaşama hazırlık yapar. Sonbahar benim için değişim zamanıdır, gerekirse zor kararlar alma ve başarmak için mücadele gücü bulma dönemidir. Çünkü her sonbahardan sonra kış ve ondan sonra ilkbahar gelir. Ağaçlar daha gür, kuşlar çoğalmış olarak geri döner. Ben işte bu yüzden sonbaharda coşarım, yenilenmek için hayat bir fırsat daha vermiştir. Yüzüm güler ve huzurla beklerim kısalacak günleri, soğuk sabahları, yağmurlu yolları. Çünkü bilirim ki her zorlukla beraber bir kolaylık vardır. Muhakkak her zorlukla beraber bir kolaylık vardır. Allah, bu sonbaharda da farkındalığımızın artmasını, daha mutlu, daha huzurlu ve daha faydalı insanlar hâline gelmemiz için bir ve beraber olmamızı nasip eder inşallah…



Bir Avuç Aşk Mehveş Bir varmış, bir yokmuş... Ucu bucağı olmayan bir derya varmış ve içinde binlerce yolcusuyla pek çok gemi yol alırmış bu deryada... Her geminin rotası meşrep olarak birbirinden farklıymış; hâliyle kimi yolculuklar çetinmiş kimi de kolay… Ama bütün yolcuların bu sonsuzlukta varmak istediği hakikat ve gönüllerindeki aşk birmiş... Aralarında bir de küçük bir kız varmış. Cenâb-ı Allah, imtihanlarını eline tutuşturup onu “Yokluk” isimli gemiye göndermiş ve kaptana emanet ederken de “Ona beni öğret, beni sevdir” demiş. Kızcağız, aşkın hüküm sürdüğü bu geminin kaptanını zâhirde hiç görmemiş ama mânâsını taşıyarak yolundan giden sevgililer “Bize emânettir” diye tutmuşlar onun ellerinden… Her zaman ona örnek olmuşlar, yüzünü fânî olandan bâkî olana çevirmişler. Bir yandan da dünyanın tuzaklarına dalıp “nefis”le tanışmış küçük kız. Kimi zaman olduğu yerde saymış kimi zaman da düşüp yaralanmış. Ama ne büyük bir lûtuf ki Cenâb-ı Allah, o küçük gönüle iman tohumunu ekmiş. Küçük kız da gönlüne kulak verip minik ellerinin tutabildiği kadar yapışmış sevgililerin eteklerine ve onların himmetleriyle büyümüş. Derken, yıllar geçmiş ve onlar, Hakk’a kavuşmuşlar. Küçük kız yalnız kalmamış elbette. Zâhiren göremese de Cenâb-ı Allah, geminin kaptanı ve onu büyüten sevgililer her an onunlaymış. Ama kızcağız yine de kendisini bu yolculukta yalnız hissediyormuş. Bir mürşidin rehberliğine, nazarına

ve muhabbetine çok açmış. Hiç farkında olmasa da gönlü böyle bir arayıştaymış... Çünkü mânen daha çok küçükmüş. Önünde uzun bir yol varmış. Sonra bir gün hiç beklemediği bir anda o sevgili çıkmış karşısına… Daha ilk görüşte küçük kızın gönlü o sevgilinin aşkıyla dolmuş. Bu hal içinde günlerini geçirmiş ama ne çare ki bir zaman ayrılık gelip kapıya dayanmış... Sevgiliyi tekrar göreceği günü beklerken uzun bir süre kendisine ne olduğunu idrak edememiş. Çünkü hayatında böyle bir şeyi ne hissetmiş ne de yaşamış. Ruhu, beden kafesinin parmaklıklarını zorluyormuş adeta... Koşup kavuşmak istediği ise Hakk’ın o sevgiliden yansıyan hakikatinden başka bir şey değilmiş aslında… Zaman akmış, günler birbirini kovalamış... Küçük kız, yanında olduğuna inandığı geminin kaptanına gece gündüz o sevgiliyi anlatmış. Sonunda Cenâb-ı Allah bahşetmiş ve vuslat gerçekleşmiş… Bakmış ki birbirlerinden uzak kalmalarına rağmen hiçbir şey değişmemiş. Aksine o sevgiliden de küçük kıza bir muhabbet akıyormuş. Bu ucu bucağı olmayan derya, sevgilinin gözlerindeymiş sanki... O nazar ettikçe küçük kızın ruhu yavaş yavaş işleniyormuş. Şimdi küçük kız, âvâre bir su misali, sevgilinin lûtfedeceği kaba dolmayı diliyormuş. Onun arzu ettiği şekle girip boyasına boyanmak ve bu vesileyle Hakk’a vâsıl olmak için…



Mutluluğun Reçetesi Var mıdır? Simitçi İki kardeş hayâl edin; aynı anda annelerinin rahmine düşmüş, dokuz ayı birbirlerine sarılarak annelerinin karnında geçirmiş ve aynı anda dünyaya gözlerini açmış iki kardeş... Aynı ortamda, aynı ekonomik, sosyal ve kültürel yapıda, aynı zaman diliminde doğmuş ikizler: Ali ve Fatma, benim canımın güzel canları... Tamamen aynı ekosistemin içinde büyüyen bu bir elmanın iki yarısı olan yeğenlerimle geçen bayram, bayram alışverişine beraberce gittik. Güzel insanlardan hep duyageldiğim “okunacak en güzel kitap, hayattır” sözü sanki bir kere daha can buldu, ete kemiğe büründü. O gün ikisinin de istedikleri bayram hediyelerini alırken içinde bulundukları ruhsal durum, bana “mutluluğun kaynağı nedir?” sorusu üzerine tefekkür etmek için çok güzel bir fırsat yarattı. Neredeyse tüm dış değişkenlerin sabit olduğu bir ortamda (zaman, mekân, ebeveyn, ekosistem… vs.) bu ikiz kardeşlerin sahip oldukları mutluluk seviyeleri arasındaki gözlemlenebilir bu fark “Mutluluğun kaynağı nedir?” sorusunu bir daha düşünmeme neden oldu. Kendileri dışında tüm değişkenlerin aynı olduğu bir ortamda birinin sahip olduğu mutluluk ve diğerinin ise aradığı mutluluk acaba neydi? Bu konu üzerine farklı birçok kaynaktan okumalar yaptıktan ve bazı görselleri izledikten sonra kendi çıkarımlarımı sizlerle paylaşmaya karar verdim.

Bugün sizlere kısaca mutluluk hakkında yapılan çalışmalar sonucunda ispatlanan iki olgudan bahsedeceğim. Bunlardan biri mutluluğun dış etkilere bağlı olmadığı, diğeri ise insanların aslında neyin kendilerini mutlu ettiğini bilememeleri. Prof. Dr. Dan Gilbert, psikoloji ve sosyoloji referanslı olmak üzere uzun yıllar boyunca interdisipliner birçok çalışma yapmış bir bilim adamıdır. Çalışmalarının en can alıcı noktalarını içeren “the surprising science of happiness” başlıklı TEDTalks konuşmasında, yapılan tüm çalışmalarının neticesinde, mutluluğun sentezlenen bir durum olduğunu ve hiçbir dış faktöre bağlı olmadığını deneysel çalışmaların sonunda elde edilen ölçümler ile tüm dünyaya ispatlamaktadır. Öyle ki, Amerika’da büyük ikramiyeyi kazanan bir insan ile bir uzvunu kaybeden bir insanın bir yıl sonra nasıl başlangıçtaki mutluluk seviyelerine döndüğünü anlattığı bölüm, insanın dış etkilerden kısa bir dönem için etkilendiğini fakat bir müddet sonra -tâbir-i câizse- özüne geri döndüğünü anlatmakta. Ayrıca bazen bizim “özgürlük” diye yorumladığımız bazı durumların (örneğin seçme özgürlüğü ve bunun getirdiği çok sayıda seçenek arasında kalmışlık hâli gibi), aslında düşündüğümüzün aksine bize mutluluk değil, daha çok karmaşa ve huzursuzluk getirdiğini ve dolayısıyla da aslında insanların neyin kendisini mutlu ettiği konusunda gerçekte çok fazla da fikri olmadığını uzun yıllar süren


bilimsel araştırmalarına dayalı olarak anlattığı bir konuşma. İnsanların kendilerini neyin mutlu ettiği konusunda aslında çok da fazla bilgiye sahip olmadıkları, Ekonomi dalında Nobel kazanan tek psikolog unvanını taşıyan Daniel Kahneman’ın da “Beklenti Teorisi” teorisinin de temel noktasını oluşturmaktadır. Kahneman, insanların mutluluk için şart olarak kendilerine bir çok maddî kriter koyduklarını, ancak belirli bir yaşam standardına ulaşıldıktan sonra mutluluk ile madde arasındaki korelasyonun (ilişkinin) gittikçe zayıflayarak azaldığını insanların verdikleri binlerce karar üzerinden yapılan çalışmaların sonucunda ispatlamıştır. Bundan sonrası için mutluluğu salt madde üzerinden tarif etmek ise insanı, daha tatminsiz, daha huzursuz ve daha mutsuz bir noktaya sürüklemekten başka bir işe yaramamaktadır. Kendi kişisel tecrübelerimiz üzerinden konuya yaklaştığımızda da anneannelerimizden ve dedelerimizden çok daha konforlu bir hayat sürdüğümüz halde, olaylar karşısında onlardan daha fazla şikâyet eden bireyler olmamız da bu farkındalığı kendi özel tecrübemizden çıkarımlamamıza yetecektir. Görünen o ki, bizler mutluluğunun dış değişkenlere bağlı olmadığını ve kendini gerçekte neyin mutlu edeceğini bilmeyen Âdem oğlu ve Havva kızlarından oluşmuş bir dönemin parçalarıyız ve

bizden öncekiler gibi bizler de hayatlarımızda mutluluğu aramaktayız, istemekteyiz. Bir mâbede çekilip bütün gün izole bir ortamda, -adına her ne dersek diyelim- “O”nu düşünerek vaktimizi geçiremediğimize ya da çok az uyaranın olduğu izole bir yaşantıda tam konsantrasyonla her an büyük bir farkındalık içinde bir dağ evinde ya da bir ovada yaşayamadığımıza göre, günümüzün şartları ve mevcut ekosistem içinde nasıl mutlu olunabileceğine dair yapılan bilimsel araştırmalar ve sonuçları üzerine konuşmak için bir sonraki sayımızda buluşmak üzere... Sevgiyle, mutlulukla kalın. Hoşçakalın.



AŞK BİZİZ

Gökhan Yıldırım

Sûrete bakıp da bizi hor görme Eyyub’un özündeki hâl biziz Sözümüz yâredir avam işitmez Dili dudağı dikilmiş lâl biziz Hakk emrin tutar akıl sır ermeziz Musa’yı Nil’de taşıyan sal biziz Sadakattir aşımız ey erenler Kıtmir’in önündeki yal biziz Derviş kâinatta bizi okur durur Kitaptaki elif biziz, dal biziz Gafil neylese de bizi göremez Renksiziz lâkin ak biziz al biziz Mâşukun nazarıyla ekiliriz İçinde bostanlar gizli dal biziz Ruhun şifâsı bizim sırrımızdır Lokman’ın elindeki bal biziz Sırtımıza binen mîrâca çıkar Burak’ın ayağındaki nal biziz


Bir Gönül Adamı: Sabri Tandoğan Ziya Sühan “Emekli Danıştay Üyesi Sayın Sabri TANDOĞAN’ın 18.08.2015 tarihinde vefat ettiğini üzüntü ile öğrenmiş bulunmaktayız. Merhuma Allah’tan rahmet, yargı camiasına ve yakınlarına başsağlığı dileriz.” Merhum Sabri Tandoğan Beyefendiyi nasıl tanıdım tam hatırlayamıyorum. Yaklaşık bir sene kadar önce, zannediyorum bir arkadaşımın bahsetmiş olduğu bir facebook grubu vesilesiyle kendisinden haberdar olmuştum. O zamandan sonra da fırsat buldukça yazılarını okumaya, sohbet kayıtlarını dinlemeye ve sözüyle, haliyle etrafına neşrettiği hakikat aydınlığından nasibim kadar istifade etmeye çalıştım. Hâlen, bu yorucu ama zevkli hayat yolculuğumda elimden tutan, yol gösteren büyüklerimden bir büyük olarak gördüğüm bu mübârek insana, hele irtihallerinden sonra nasıl teşekkür edebilirim… Belki ancak, bu kutlu insanların yolundan giderek, ayak izlerini takip ederek, yap dediklerini yaparak ve yapma dediklerinden kaçınarak… Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun internet sayfasında yayınladığı yazının başında yer alan taziye mesajı, emekli bir yüksek memurun vefatını kamuoyuna bu satırlarla duyurmuş. Ama kendisi hakkında, bu mesajın ifade ettiğinden daha fazla malumata sahip değilseniz, bu, koca bir ummanın yanından yürüyüp geçmeye ve ondan ne bir koku ne de bir ses duyamamak bahtsızlığına benzer ki, bundan zannederim o verici, iyi ve güzeli paylaşmaktan adeta lezzet duyan muhterem

şahsiyetin ruhu muazzep olur. Aslında kendisi hakkında söz söylemek fakire düşmez; bu satırları yazmaktan maksadım da, kendisinden bahsetmekten ziyade, bu asil ve temiz insanın varlığından, bilmeyenleri haberdar etmektir. Sabri Tandoğan engin hayat tecrübesiyle ve muazzam hafızasıyla hayatının neredeyse her kesitinden size yaşanmış örnekler sunuyor; kâh Ken’an Rifâi Hazretleri’nden konuşuyor kâh Yunus’la dile geliyor ve herhalükârda iyi, temiz, güzel ve asil olana dâvet ediyor… O, insan ruhunun kıymet ve hakikatinin idrakiyle, onu her türlü pasından, bulanıklığından arındırmak için çok basit reçetelerle çözüm sunuyor. Hayatın içinde, onu her şeyiyle kuşatmış ve hâdiselerin tesir edemediği bir rûhî kudretle müsterih ve hayran, yol gösteriyor. Nefsinin hâkimi, sözü de edâsı da ruh kesilmiş büyük insan… Sabri Tandoğan Beyefendi, 18 Ağustos’ta Hakk’ın rahmetine kavuştular, geride pek çok öğrencisi, seveni kaldı… Ama dile getirdiği, yaşadığı ve öğrettiği prensipler ölümlü değil; hakikat yolcusu, olur da bir ses duymak, koku almak ister diye biz kendi sözlerinden oluşan bir demet gül sunalım ve son söz olarak da diyelim ki: “İnna Lillâhi Ve İnnâ İleyhi Raciûn”… *** “Gülün yetiştiği ortama bakalım. Ne görürüz? Çamur, gübre, kireçli su... Ama o ortamdan rengiyle, kokusuyla gözleri ve gönülleri kamaştıran,


erişilmez güzellikte bir gül çıkıyor. Çevresinden hep şikâyet eden insanlara gül örneğini veririm. Gül gibi olmak... Bütün insanlara faydalı, bütün insanlara karşı sevgi ve saygı dolu... Neden karınca gibi, biz de o yola girmeyelim...” *** “Edepli insan kendine karşı da edepli olandır. Önemli olan, yalnız başına kaldığı zaman da Allah onu görüyormuş gibi edepli, ince, zamanını en güzel şekilde değerlendiren bir insan olabilmektir. Nasıl olsa yalnızım, kimseler görmüyor diye, lâubali, derbeder, çirkinlikler içinde olmak aslında Hakk’ı bilmemek demektir. Biz görmesek de O bizi görüyor. Biz farkında olmasak da O farkında. Neyi kimden gizleyeceğiz? ‘Ben size şahdamarınızdan daha yakınım’ demiyor mu?” *** “Ve edep denilince akla, ister istemez Paşa Dede geliyor. Allah’ın rahmeti üzerine olsun. Hiçbir kelimenin tasvir edemeyeceği kadar edepli, ince, zarif bir insandı. Edebin ta kendisi, yaşayan, canlı bir örneği idi. Bir gün Edip Atam Beyefendi telefon etti ve Paşa Dede’nin geldiğini, kendilerinde misafir oldu¬ğunu söyledi. Gittim. O gece Paşa Dede ile tanıştım. Aradan otuz yıl geçti. Hâlâ anısını içimde sımsıcak saklarım. Hangi misafir geldiyse her defasında o yaşlı vücudundan beklenmeyen bir çeviklik, harikulâde bir zarafet, edep ve incelikle ayağa kalkıyor, saygıyla, sevgiyle, özlemle o şahsı selâmlıyor, o oturmadan yerine oturmuyor, zamanın en büyük insanına gösterilecek hürmeti o şahsa gösteriyordu. Nihayet içeriye ev sahibinin torunu Deniz girdi. Deniz o zaman beş yaşında, tatlı, sevimli bir kız çocuğu idi. Misafirlerden biri dayanamadı. ‘Sevgili Paşamız, kendinizi niye böyle yoruyorsunuz? Yazık değil mi? Beş yaşında bir kız çocuğu hürmetten ne anlar?’ deyince, Paşa Dede hiç unutmuyorum, o muhteşem cevabını verdi. ‘Ah efendim, bizler bu yavrucuğa sevgi, saygı, edep, incelik, ihtiram göstermezsek bu yavrucak bütün bu güzel hasletleri nereden öğrenecek?’ buyur¬dular. Aradan yıllar geçti. Ama bu sözü, bu sözdeki derinliği, yüceliği hiç unutamadım. Bir meşale gibi

ışık tuttu bana. Yıllardır içimi aydınlatıyor, ışıtıyor. Ve edep kelimesi nerede geçse hep Paşamızı hatırlıyor, ürperiyorum.” *** “İstediğiniz kadar en iyi malzemeden nefis bir börek yapınız. O, fırının alevleri içinde çıtır çıtır pişip nar gibi kızarmayınca neye yarar? Bizim de içimizde güzel duygular, güzel düşünceler olabilir. Ama hayatın alevleri içinde pişmedikçe neye yarar? O acıları, ıstırapları, çileleri sineye çekip her gün biraz daha iyiye, güzele, mükemmele gitmeye çalışmadıkça nasıl hamlıktan, çiğlikten kurtulur, olgunlaşabiliriz? Bunun hayatta bir tek örneğini bana gösterebilir misiniz? Yiyip içip keyif sürerek, vur patlasın çal oynasın yaşayarak hangi insan hayatta çiğlikten, basitlikten, kabalıktan, hoyratlıktan kurtulabilmiş, sevmenin, vermenin, paylaşmanın güzelliğini duyabilmiş ve yaşayabilmiştir? Resûlullah Efendimiz ‘Allah şâhittir ki hayatta kimse benim kadar acı ve ıstırap çekmemiştir’ buyuruyor.” *** “Nasıl Hazreti İbrahim ateşe atılırken inancını, teslimiyetini bozmadı. Rabbim beni yakmaz, beni korur dedi. Ve ateşin için¬de gül bahçesi oluştu. Günümüzde de o yolda olan güzel in¬sanlarımız var. Şartlar ne kadar ağır olsa onlar yine sabırla, sükûnetle, edeple, ‘Rabbim beni sınıyor, inşallah bu sınavımı da yüz akıyla verip mânâ yolunda bir basamak daha çıkacağım’ diyorlar ve ‘Hak’tan gelen şerbeti içtik Elhamdülillah’ın huzurunu ve mutluluğunu yaşıyorlar. Allah onlardan razı olsun. Onlar ne güzel insanlar...” Not: Yazılar, “Gönül Sohbetleri (Sabri Tandoğan’la Gönül Sohbetleri)” isimli Facebook grubunun sayfasından alınmıştır.


Adana’nın Maarif Müdürü Kenan (Rifâî Büyükaksoy) Bey ve Eğitimci Yönü Ekram Akçal Bu zamana kadar Adana’ya sayısız milli eğitim müdürü gelmiş geçmiştir, hepsine hizmetlerinden dolayı teşekkür ederim. Peki Adana’nın eğitim tarihine göre en önemli maarif müdürlerinden biri kimdir desem? Üstelik Mustafa Kemal Atatürk’ün kendisine Milli Eğitim Bakanlığını teklif ettiğini söylesem? Sanırım merakınız daha da artmıştır. Bu kişi Osmanlı döneminde 1886-1889 yıllarında Adana’da görev yapmış olan maarif müdürlerinden biri olan Kenan Bey’dir. Adana’ya 1880-1885 yıllarında görevli olarak gelen Abidin Paşa 1883 yılında öncelikle askeri rüşdiye daha sonra Mülkiye İdâdîsi denilen târihî Kız Lisesi binasını yaptırmıştır. Adana’daki idâdînin “mülkî” olması önemlidir çünkü o devirde daha çok zirâî, sınâî ve ticârî idâdîler bulunuyordu (1). Mülkî idâdîler devlet adamı yetiştirme amaçlı liselerdi.

1867 yılında Selânik’te dünyaya gelen Kenan Bey, Filibeli varlıklı tüccar bir ailenin oğlu olarak babası memur Abdülhalim Bey’in ve annesi Hatice Cenan Hanım’ın kararıyla Balkanlar’da çıkan huzursuzluktan sonra İstanbul’a yerleşmiş, eğitimini de yatılı olarak Galatasaray Lisesi’nde Muallim Naci, Recâizâde Mahmut Ekrem gibi dönemin aydın isimlerinden ders alarak iyi bir Fransızcayla ve dereceyle tamamlamıştı. İlk önce Hâriciye Nezâreti’nde memur olarak müşavirlik yaparken bir yandan da Dârü-l Fünun’da (üniversite) hukuk fakültesini bitirdi. Bir arkadaşının tavsiyesi ile kurum değiştirerek Maarif Nezareti’ne geçen 19 yaşındaki genç memur önce Balıkesir Maarif Müdürlüğü’ne gönderilmiş, burada 11 ay kaldığı süre boyunca mûsıkî ve ney dersleri almış, çocukluğundan beri annesinin kendisini emânet ettiği, mânevî dünyasını şekillendiren Kādirî şeyhi Edhem Efendi’den ara ara Bursa’ya giderek de uzak kalmamıştı.


Adana’nın hicrî 1308 (1891) salnâmesine göre genç bir memur olan Kenan Bey 1886 yılında Adana maarif müdürlüğü için Balıkesir’den Çukurova’nın sıcak topraklarına ayak basıyordu. Genç maarif müdürü 90 öğrencisi olan Adana mülkiye idâdîsine (lise) gelir gelmez, karşısında 10 öğretmeni üstleri yırtık pırtık durumda bulup nedenini sorduğunda 10 aydır maaş alamadıklarını öğrenmiş. Aylık 100 kuruş olan maaşlarını neden alamadıklarını sorduğunda ise, şehrin ileri gelen bir hâkiminin yakını olan Danyal isimli kişiye maarifte lüzumsuz bir iş için ayda 2000 kuruş ödendiğini, bu kayırma yüzünden öğretmenlerin maaşlarını alamadıklarını öğrenmişti. Hemen maarif meclisi âzâlarını çağırtarak aldığı karara derhal uyulmasını, uyulmazsa görevi teslim almadan İstanbul’a geri döneceğini belirterek bu kişinin işine meclis kararı ile son verdirmiştir. (2) Kenan Bey Adana’da bulunduğu zamanlarda merkez haricinde Mut, Silifke, Gülnar, Anamur’a kadar uç coğrafyalara giderek okullar açmaya, en uzak köylere giderek halkı eğitimin önemi konusunda uyandırmaya çalışmıştır. Bu ulu amaç uğrunda bir keresinde Anamur harabeleri civarında atıyla kaybolarak ıssız ve hırçın coğrafyada ölümden dönmüştür. Ayrıca ilginç bir tesadüftür ki Adana’nın köylerine yaptığı yine böyle bir ziyaret sırasında bir köyde zeki, bilgili ve edebiyatı da kuvvetli bir öğretmen görerek böyle bir insanın köyde durması ziyandır lisede daha faydalı olur düşüncesi ile Adana idâdîsine aldırır fakat daha sonra bütün çıkan dedikoduların kaynağının bu insan olduğunu öğrendiğinde çok üzülür. Adana’dan Konya’ya ayrılmak üzere iken şehirde kolera salgını başlar ve ilk can veren de bu

adam olur. Bu yüzden Sohbetler kitabında Adana yıllarına ait bu olay için öğrencilerine merhametin hakikati üzerine şu öğüdü vermiştir: “Mahzun mahzun oturan bir kedi görüyorsun. Ne olurdu bunun bir kanadı olsaydı deme. Çünkü kanadı olsaydı serçe kuşlarının neslini tüketirdi.”(4). Adana ve çevresinde kolera nedeniyle karantina uygulaması olduğundan Tarsus’ta zorunlu olarak beklediği zamanda boş durmak âdeti olmadığından Camille Flammarion’un “Dünya’nın İnkılâbı” isimli kitabı-


nı Fransızcadan Türkçeye çevirir. Memuriyet için Konya’ya vardığında Balkanlar’da durumun daha karışması nedeniyle sağlam idarecilere ihtiyaç duyulduğundan Konya yerine Manastır Maarif Müdürlüğü’ne atanır. Daha sonra sırası ile Üsküp, Trabzon, Medine, İstanbul Maarif Müdürlükleri yaparken mânevî dünyasını da tasavvuf yolunda geliştirerek Kādiri, Rifâî, Mevlevî, Şâzelî tarikatlarından icâzet alır. Hz. Mevlânâ’nın Mesnevî’sinin şerhi, bıraktığı en önemli eserlerinden biri olarak kabul edilir.

1925 yılında tekke ve zâviyelerin kapatılmasına dâir kanun çıktığında kendi dergâhı olan Ümmü Kenan Altay Dergâhı hakkında “Bir gün tekrar açılacaktır ama akademi olarak açılacaktır” diyerek kendi eliyle kilidi asar. Bu olaydan sonra modern Müslümanlık anlayışının 20. asırda nasıl olması gerektiğini anlatmak amacıyla İstanbul Fatih’te bulunan konağında sadece tasavvuf ve Mesnevî sohbetlerine devam eder. Münevver bir kesimden oluşan kadınların ve erkeklerin bir arada olduğu yapısıyla İstanbul’da entellektüel dergâh olarak da bilinen buradaki sohbetleri, kendisinin çok saygı duyduğu Mustafa Kemal Atatürk’ün de dikkatini çekmiş, ulu önder eğitim alanındaki tecrübesinden dolayı kendisine Milli Eğitim Bakanlığı teklif etmiş, kendisi ise teşekkür ederek bu görevi kabul etmemiştir (5). 7 Temmuz 1950 tarihinde Kenan Rifâî Büyükaksoy bu âlemden ebediyet âlemine göç etmiştir. Mânevî öğrencilerinden Cemâlnur Sargut Hanım, Kenan Rifâî’nin “tasavvuf bir gün akademilerde okutulacaktır” sözünün gereğini 2009 yılında Amerika’da North Carolina Üniversitesi’nde “Kenan Rifâî İslâmî Araştırmalar Seçkin Profesörlük Kürsüsü” kurmak sûretiyle gerçekleştirerek ve daha sonra da 2010 yılında Çin’de Pekin Üniversitesi’nde “Kenan Rifâî İslâm Araştırmaları” kürsüsünü kurarak önemli bir ilki başarmıştır. KAYNAKLAR: (1) Dr. Gözde Ramazanoğlu, Adana’da Tarih Tarihte Adana, s. 90 (2) Sâmiha Ayverdi, Dost, s.12 (3) Sâmiha Ayverdi, Nezihe Araz, Safiye Erol ve Sofi Huri, Kenan Rifâî ve 20. Asrın Işığında Müslümanlık, s. 33 (4) Kenan Rifâî, Sohbetler, 2.cilt, s. 485 (5)http://egoistokur.com/ataturk-seyh-kenan-rifaiye-milli-egitimbakanligini-teklif-etmisti/



İSTANBUL GÜNLERİ - 7 Çarşamba’da Ağyar Yok, Zıtlar Var Elif Dinler İstanbul Geceleri’nin tam ortasındayız. Yedi ay önce başladığımız yazı dizimizde Sâmiha Ayverdi’nin “İstanbul Geceleri” kitabını izliyor, İstanbul semtlerini geziyoruz. Kitabı yarıladık, yedi semt gezdik, yedi tane semt daha var.

kuşunun hep bize yol gösterdiğini hissettim. Hem zâhiri ve hem bâtını, hem dışı hem içi idrak edebildiğim kadar, temizlemeye çalıştığım gönül aynamdan yansıyabildiği kadar iletmeye çalıştım. Sâmiha Anne’nin anlattığı semtlerin şimdiki görünüşünü aktardık bu satırlarda. Gezilerimizde oradaki târihî yerler, geleneksel sanatlarımız, ve an’anelerimiz karşımıza çıktı. Sâmiha Anne’nin doğduğu semt Şehzadebaşı ile mâziyi tahassür ettik. Geçmişin tohumunu ne değişmesin diye ambarlarda çürütelim, ne de toptan çöpe atıp gönül toprağımıza uymayan yabancı tohumlar ekelim dedik. Mâzi tohumunu hâl tarlamıza ekelim ki gelecek nesiller nafakalansın istedik. Beyazıt ile halk-ı cedid dedik. Her nefesin yeni bir fırsat, bir diriliş olduğunu öğrendik; bu fırsatı yakalamak için Sâmiha Anne sanki kendimize kendimizden saklı hayat ve bekā iksirine tekrar dudak değdirmemizi öğütledi. Süleymaniye’de Koca Sinan’a gıpta ederken diledik ki milli romatizmle nesiller gönül milliyetçisi olsa, millletimize ait güzellik ve değerler aşk ve şevk hâlinde yürekte hissedilse… Artık yok olmuş semt Sandıkburnu’nda var ve yok, mânâ ve madde üzerine konuştuk. Beşer idrâkinin en eski dâvâsı varoluşa değindik.

Yarı yola gelince şöyle bir dönüp bakma ihtiyacı duyuyor sanki insan. Bu yazılara başlarken benim nâçizâne arzum Sâmiha Anne’nin İstanbul’unu anmak, kendi İstanbul parçalarımı biraraya getirmek ve sizi biraz gezdirmek, biraz da düşündürmekti. Kâh istiğrak göklerinde kanat açan, kâh ara sokak izbelerinde ve dükkânlarında dolaşan onun fikir

Aksaray’da “İstanbul Geceleri” kitabında anlatılan Türk ailesi örneği Aksaraylılara misafir olduk. Pek çok Türk ailesi için geçerli olabilecektir ki; imanları taassup korkusuyla sekteye uğradıysa da güzel ahlâkı nesilden nesile aktardıklarını gördük. Tavukpazarı’na uğradık. İnci tavuk pazarında satılmaz dense de, bu semt sayesinde “İstanbul Günleri” gerdanına inci gibi bir anı bulduk, ekledik. “A.. Sâmiha’ya bak,


yoldan geçiyor, eteklerinden edep akıyor” darken, onu görenler, biz de yazdıklarını okuyalım ondan edep öğrenelim dedik. Bu ay Çarşamba’dayız. Aslında Sâmiha Ayverdi’nin “İstanbul Geceleri” kitabınında sırada Çırpıcı var ama izninizle sırayı bozuyoruz ve bizim “İstanbul Günleri” yazı dizimizin ortasına Çarsamba’yı oturtuyoruz. Belki de geçen ay edep konusunda öğrendiklerimizi hemen uygulamaya çalışalım diye. Çünkü öğrendik ki ‘Her zerrede bir nur, her katrede bir zuhur vardır.’ Birlikten çokluğa gelindiğini hatırlamak, kendimize benzeyene de benzemeyene de onlardaki tecelliyi görüp onlara haklarıyla muamele etmek… İşte Istanbul’un en tutucu semti taasup ehli Çarşamba’ya giderken bu düşünceler aklımda, uzun etek ve ceket üstümde, kendimi ara sokaklara bırakıyorum. O ara sokaklar bizi Çarşamba pazarına getirdi, yolda da Konaktan ve Sâmiha Anne’nin yaşamış olduğu evin önünden geçip büyüklerimizi andık.

Diğer semt pazarlarından Çarşamba’nın farkı herhalde başının ve sonunun görülmeyişidir. Sağa sola kıvrımlarla her yerler pazar. Sebze meyvanın yanısıra dizi dizi şirin bebek kıyafetleri, rengârenk kumaşlar, danteller, düğmeler, çeşit çeşit başörtüleri sıralanmış. Ben pazarın yanısıra bu tutucu semtin insanını da merak ettiğim için pazarda alışveriş edenleri inceliyorum. Evine yemeklik götürme telâşı, kılık kıyafet satılan tezgâhlara şöyle bir bakıp fiyat sorma ve ufak tefek alışverişlere bakınca diğer semt pazarlarındaki semt sâkinlerinden bir farklılık veya ’ötekilik’ görmüyorum. Biraz daha çevreyi tanımak için adımlarımı pazar yerinden uzaklaştırıyor, İstanbul’un manzaralı tepelerinden birine konumlandırılmış selâtin camilerden Yavuz Selim Camii’ne yönleniyorum. Sâmiha Ayverdi’nin anlatımı ile “…Oturduğu seddin üstünde bir arslan göğsü gibi kabararak, Haliç ile tekmil o kıyılara bakan Sultan Selim Câmii’ni ve ilme verdiği payeyi kıyamete kadar dile getirmek ister gibi, bir âlimin atının ayağı ile çamurlanmış cübbesini


istemiş. Türbe mimarisinde iç dekorasyonun bu iki han döneminde nasıl farklılaştığı ve Abdülmecid zamanında batı tarzına dönüldüğü görülebiliyor. Tekrar Çarşamba semtine yöneliyoruz ve Sâmiha Ayverdi’nin söz ettiği “…Çinileri, panoları, on altıncı asrın zirveleşmiş birer zevk örneği olan Mehmet Ağa Camii” ni bulup bir uğrayalım istiyoruz. Yolda semtin merkezi denilebilecek sokağında ilerlerken semt sâkinlerinin giyinişinden ”Arabistan’da mıyım Türkiye’de miyim?” diye içimden geçirdim. Sağlı sollu bu tür kıyafet satan dükkânların yanısıra pek çok dinî kitap basan yayınevinin merkezleri de dikkatimi çekiyor. Ara sokaklardaki Mehmet Ağa Camii’ne ulaştık. Kafamı çinilere bakmak için tam içeri sokuyorum ki camii dış duvarına konumlandırılmış camiinin çinili içinin güzelliklerini göremeyen kadın bölümüne yönlendiriliyorum. Bu semtte kurallar katı, kalıplar sert.

sandukasına örttüren Yavuz”un camiine giriyoruz. Yavuz Selim’in emriyle oluşturulan ve Kānûnî zamanında eklemeler yapılan bu eserin mimarı Sinan mı yoksa başka bir mimar mı, tartışmalıymış. Üç kapılı avlusu, geniş bahçesi, muhteşem manzarası bu caminin en etkileyici özellikleri. Avluda yapılan Ramazan geceleri hazırlıkları arasından geçip türbelere ulaşıyorum. Yavuz Selim ve kızlarının yanısıra burada Sultan Abdülmecid’in türbesi de var. Sultan Abdülmecid’in Yavuz Selim’e büyük bir sevgisi varmış, buraya gömülmek

Namaz saati geliyor. Kadınlar tarafında saf tutanlara bakıyoruz; mânâsını arayan acemi tesettürlü, onun kıyafetini eleştiren ama kalbinin temiz olduğunu uman tecrübeli ihtiyar, ihtiyarın yanında hiç gıkını çıkarmayan gelini. Diğer yanda mânâsını arayana omuz değdirse de o yöne bakmayan baştan aşağı siyah çarşaflı, bir de âidiyet hissi arayan âniden ortaya çıkıp saf tutan Suriyeli küçük kız. Aklıma Sâmiha Anne’nin sözleri geldi. ”Bu kubbelerin altına kimler dolup boşalmaz? Cenneti göklerin üstünde, cehennemi ise yedi kat yerin altında sanan ve birine erişmek, ötekisinden de yakasını kurtarmak için hazin hazin telaşlanan âbid (ibâdete düşkün), bunların ikisinin de yeryüzünde, hayır hayır kendi gönlünde olduğunu kabul etmiş âşıkla aynı safta durur, aynı zemine secde eder, fakat aralarında


hayatla ölüm kadar gayrılık vardır.” Devam eder Sâmiha Anne: ”Zaten dünya, yalnız bir camii kubbesi altında mı ayrılık ve gayrılıklarını ortaya koyar? Belki o kubbe altı, bu ayrılık ve gayrılık çekişmelerinin uyuşma ve yatışma temrinleri (alıştırma) yaptığı bir tâlim meydanıdır ve insanoğlu, orada elde ettiği temkin ve salâbeti (inançtan doğan kuvvet) günlük hayat sahnesinde de kullanmaya çabalar.” Gezimizi sonlandırırken, kendimize benzeyene de benzemeyene de onlardaki tecelliyi görüp onlara haklarıyla muamele etmek, ötekileştirmemek, farklılıklar olsa da birliği hatırlamak dileği ile Sâmiha Anne’nin bize aktardığı Ken’an Rifâî’nin sözleri ile bitirelim: “Ağyar (başka) yok, zıtlar var.”

Not: “Çarşamba”le ilgili düşüncelerinizi, anı veya fotoğraflarınızı paylaşmak isterseniz: elifkdinler@gmail.com veya Instagram elifkdinler


NEFES ALAN TARİFLER “coco hurma” Malzemeler: 5 adet tam ceviz içi 10 adet hurma Kakao Hindistan cevizi yağı (katı)

Hazırlanışı: Hurmaları boyuna doğru bıçakla çizin ve çekirdeklerini çıkartın. İçlerine yarım çay kaşığı toz kakao dökün ve yarım ceviz içini yerleştirin. En üstüne Hindistan cevizi yağı sürüp servis tabağınıza yerleştirin. Âfiyet olsun.



GÖRÜŞMEK ÜZERE...

www.nefesyayinevi.com hernefesdergisi@nefesyayinevi.com facebook.com/HerNefesDergisi twitter.com/HerNefesDergisi instagram.com/hernefesdergi


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.