Sincan ibni Sina lisesi Dijital Kitap Dergisi Mart 2011 Say覺: 02
encere
kitapencere
3
Kitapenceremiz Ahmet Can
4
Drina Köprüsü Sinan Kalaycı
5
Katre-i Matem Mehmet Yaşar
6
Asla Vazgeçme Adile Güngör
7
Uçurtma Avcısı Ayfer Özkan
8
Bye Bye Türkçe Leman Başar
10
Oblomov Nurcan Zengin
11
Şah & Sultan Varol Hazinedaroğlu
12
Baba ve Piç Şule Kalıpçı
13
Üç Aynalı Kırk Konak Meral Güzelli
14
Batı Düşüncesi ve Mevlana Ergün Coşkun
16
Nietzsche Ağladığında Hasan Yılmaz
18
Dağ Çiçeklerim Fatma Karslı
20
Sevdalinka Elif Sağındık
21
Kurt Seyit & Shura Halime Kozan
22
Bir Delinin Hatıra Defteri Hülya Yamen
23
Toprağımızın Kokusu İlkgül Çelebi
"Pencere bizi açar dünyaya açılırız biz açılır dünya»
encere Kapak Karikatürü: Medi Belortaja
Sincan İbni Sina Lisesi Dijital Kitap Dergisi
Sayı:02 Editör Ahmet Can Hülya Yamen
Tashih A.Fuat Doçan N.Kemal Arıcı
Tasarım SaÇe
İrtibat kitapencere@gmail.com
Dijital Dağıtım http://issuu.com/ibnisina/docs
kitapencere
demişler, Keçiören Bekir Gökdağ Lisesi'nin iletişim kulübü öğrencileri çıkardıkları derginin ilk sayısında. Biz ad olarak çok daha ilginç ve özgün olduğunu düşündüğüm bir adı kullandık dergimizde. Yazımı söz konusu derginin ilk sayısındaki bu dörtlükle açmamın nedeni ise pencere imgesinin bizim ilk sayımızın kapağında kullanılmış olması. Okuma uğraşı ile ilgili hangi etkinlik olursa olsun pencere imgesi orada hemencecik yerini alıverir. Çünkü yukarıdaki dörtlükte de belirtildiği gibi okuma uğraşı hele de bilinçli ve programlı bir şekilde gerçekleştirilirse bizi dünyaya açar. Evimiz mahremimizdir ve dünyanın neresinde olursa olsun dışa kapalıdır. Orası bize ait özel bir dünyadır ve yeryüzü üstünde nerede olduğunun hiç önemi yoktur. Ta ki ondan çıkar ve onu çevreleyen dünyaya gireriz o zaman nerede yaşadımız önem kazanır. Ve yeryüzündeki hiç kimse doğacağı yere karar veremez. Ve bir zaman sonra kendi ülkesini ve dünyayı tanımaya başlar. Ve de hangi ülkede yaşıyor olursa olsun, bu sürecin herhangi bir noktasında genellikle "Keşke şu ülkede yaşasaydım." tümcesini kurar. Ekonomik olarak gelişmiş ülkelerin vatandaşları o ülkede yaşama hayalini gerçekleştiremeseler de kısa süreli tatillerle, yaşamlarını sürdürmek istedikleri o ülkeleri görme olanağına sahiptirler. Daha sonraki süreçte bu gitmeler sıklaşır ve oraların insanını, kültürünü de tanırlar. Böylece hayal bir nebze gerçekleşmiş olur. Bizim ülkemizde ne yazık ki durum öyle değil. Çok az bir mutlu azınlık dünyayı gezebiliyor. Büyük çoğunluğun ise bırakalım dünyayı gezmeyi, ülkemizde bile gezmediği, görmediği onca yer var. İşte bu noktada "pencere" imgesine geri dönmek istiyorum. Bazılarımızın evinde herkesinkinde olanlardan hariç bir gizli pencere vardır ve bu insanlar diledikleri zaman o pencereyi açarlar ve karşılarında Piramitleri görürler. Ertesi gün aynı pencereyi açtığında Petersburg sokakları gözlerinin önündedir. Üstelik karşı komşuya kırk yıllık dostmuşcasına selam verir, o da onu kırk yıldır tanıyormuş gibi halini hatrını sorar. O pencere ile yalnız günü de yaşamaz. Dilediğinde geçmişe yolculuk yapar ve Sultan Süleyman'ın cuma selamlığına katılır. Ha dilerse geleceğe bile gidebilir ve daha yaşanmamış zamanları yaşayabilir. Bu anlattıklarımı züğürt tesellisi olarak değerlendiriyorsanız bu sizin bileceğiniz bir şey derim yalnızca. Bir Rus arkadaşla yeni tanışmıştık ve arkadaşlığımız ilerledikçe Rusya ve Rus kültürü üzerine sohbetler eder olmuştuk. Üstelik bölgesel farklılıkları bile konuşabiliyorduk. En sonunda dayanamamış ve "Benden iyi biliyorsun Rusya'yı ve Rusları, ne zaman yaşadın Rusya'da?" diye sormuştu. Sorusuna yanıt vermemiş ve yalnızca gülümsemiştim. Ona penceremden ve Rusya gezilerimde rehberliğimi kimlerin yaptığından hiç söz etmedim. Sıradan bir turistik gezide ezberledikleri birkaç sözcüğü tekrarlamaktan öteye gidemeyen sıradan rehberlerle değil, Dostoyevski, Tolstoy ve Gorki mihmandarlığında gezdiğimden de söz etmedim. Üzülmesin diye. Ondan Fransız İhtilalini Paris'te Victor Hugo ile birlikte yaşadığımı da gizledim. Üzülmesin diye. Size de dünyada gezdiğim diğer yerlerden söz etmeyeceğim, siz de üzülmeyesiniz diye…
Drina Köprüsü İvo Andriç İletişim Yayınları 354 Sayfa
A
kşam olup ta evimize geldiğimizde çoğunlukla ilk yaptığımız şey, daha üstümüzü bile değiştirmeden televizyonu açmak olur. Gün içinde meydana gelen olaylar hakkındaki haberler ve yapılan yorumları nedense çok merak ederiz.
Sinan Kalaycı
götürülen, yıllar sonra dünyanın en büyük imparatorluğu'nun ordularının başında zaferden zafere koşacak olan küçük Sokolov'un, Drina'nın azgın sularından geçmek için salla yaptığı zorlu yolculuğu ve orada kendi kendine verdiği sözü:" DRİNA KÖPRÜSÜ".
Bu haberler içinde benim en çok ilgimi çekenler dünyanın çeşitli yerlerinde süregelen bölgesel çatışmalardır. Adına kimi zaman "etnik" derler, kimi zaman "dinsel" ama incir çekirdeğini doldurmayacak kadar basit nedenlerden dolayı büyük kavgalar çıkar ve bizler de ekranlardan bu yüzden sefil ve perişan olan insanların dramını izleriz. Ben kendi adıma nedenlerini hiçbir zaman anlayamadığım bu kördöğüşünden hep nefret ettim. Aynı coğrafyayı paylaşıp aynı havayı soluduğu halde sırf dinleri ya da dilleri farklı olduğu için iki komşu neden birbirine düşman olur? İnsanlar bir arada insan gibi yaşayamazlar mı?
İvo Andriç in Nobel edebiyat ödüllü eşsiz romanında anlattığı yalnızca bir köprü ve onun etrafında gelişen olaylar değil, bugün çok sancılı bir bölge olan bu toprakların tarihinin de küçük bir özetidir aynı zamanda. Yakın zamanlarda birbirinin gırtlağına sarılmış Sırp-HırvatBoşnak vb unsurların bir zamanlar kardeşçe yaşadığı, mutlu günlerinde olduğu kadar zor zamanlarda da dayanışma içinde olduğu, kimi dönemlerde savaşlar yüzünden birbirlerine kuşkuyla da baktığı ama bu kuşkunun asla nefret ve düşmanlığa dönüşmediği Vişegrad; önce Osmanlı egemenliği sonra sırasıyla Avusturya ve Sırbistan işgalleri, değişen yönetimler ve yönetimlerle birlikte sistemler. Ama insanların dostluk ve muhabbetinin değişmediği Vişegrad ve onun alımlı köprüsü Drina.
Yaşayabilirler. Bunun olanaklar içindeki en iyi kanıtını bulmak için geçmişe bir yolculuk yapıp, bugünkü Bosna-Hersek Cumhuriyeti'nin başkenti Saraybosna yakınlarındaki Vişegrad kasabasına uğramak gerek. Ve bilmek gerek 16. yüzyıl başlarında topraklarından, anaocağından koparılarak İstanbul'a
Bu roman hakkında söylenebilecek her söz yetersizdir ve onu anlatmaya yetmez. Alıp okumak gerekir. Dilleri ve dinleri birbirinden farklı ama aynı akıl ve vicdana sahip, yazgıları aynı ve birbirinin çok benzeri efsanelerle büyümüş insanların ortak öyküsüdür Drina köprüsü.
Katre-i Matem İskender Pala Kapı Yayınları 480 Sayfa
U
zun zamandır gıyaben tanıdığım İskender PALA'yı katre-i Matemle yakından tanımış oldum. Bir solukta diyebilecek kadar kısa bir zamanda bitirdim. Katre-i Matem okuyucusunu bırakmayan, merak uyandırıp kendine bağlayan üslubu ile beğenimi kazandı. Kitabın asıl konusu aşk mıdır, bir şehzadenin dramatik hayatı mıdır, bir zamanlar İstanbul'un simgesi olan lale midir, Osmanlı'nın Lale Devri midir, saray entrikaları mıdır, devlete sahip çıkma, devleti kurtarma veya kötü yönetimi düzeltme adına yönetmenin, hukukun, adaletin vb. ne olduğunu bilmeyenlerin; hiçbir şeyi beğenmeme ve şikayet etmeyi hayat tarzı haline getirenlerin isyan edip ihtilal yapmaları mıdır? Hepsi iç içe. Bunların içerisinde beni en çok düşündüren husus ise tarihin tekerrür edişidir. Zaaf nerededir, kimden kaynaklanmaktadır? Vezirlerden, Yeni çeri ağasından, ulemadan,
Mehmet Yaşar
şeyhülislamdan mıdır? İşsizlikten midir? İş beğenmeyip kahvehane, meyhane köşelerinde kendini bile idare edemeyenlerin devlet yönetmeye kalkışmalarından mıdır? Hele hepsi bir araya gelince neler olur? Halic'in ulaşılmaz çukurları fail-i meçhullerle dolar. Hak diye haksızlık, hukuk diye hukuksuzluk, adalet diye adaletsizlik, düzen diye düzensizlik bütün hayata hakim olur. Katre-i Matem'İ okuyunca ve tarihte olanları düşününce anlıyor insan. Balık baştan mı kokar, ayaklar baş olunca mı bütün vücut kokar? Katre-i Matem Yanık Yusuf la Şehnaz'ın aşkı mı. Şehzade Ahmet (Kara Şahin)'le Nakşıgül'ün aşkı mı, sultanla vezirin durumu mu, ülkenin hali midir? Dün ile bugün arasında değişen bir şeyin olmadığını, ülkenin içler acısı durumunda her dönemde yaşanan aşkların var olduğunu harika bir üslupla ele alan İskender PALA'yı iyi ki tanımışım. Tarihe meraklı olanlara ve yüreği aşkla atanlara tavsiye ederim.
Asla Vazgeçme Harlan Coben Martı Kitabevi 560 Sayfa
H
ani seyrettiğiniz film ya da okuduğunuz kitap, sizi bulunduğunuz ortamdan alır götürür içine. Oradaki olaylar ile bütünleşir, etkisinden kurtulamazsınız. Kimi zaman hüzünlenir, kimi zaman içinizi sevinç kaplar. Derler ya sürükleyici. Çocuklarımın olması mı bilmem, okuduğum satırlarda kendimi düşündüm. Erkek çocuğum yok, ama OLSAYDI? Sorusunu sormadan edemedim. Şimdi, bir sayfa daha, şurayıda, tamam, hay Allah derken dört gün içinde bitirdiğim bu kitap için farklı kişilerde yorumlar var. Tamamen bağımlılık yapıcı. Eğer bir sonraki sabaha işleriniz varsa kesinlikle okumaya başlamayın.
Adile Güngör
ÇÜNKÜ ASLA VAZGEÇEMEZSİNİZ. Hızlı ve eğlenceli bir lunapark trenine binmiş gibi hiç bitmesin isteyeceğiniz ve sıkı sıkıya sarılacağınız bir kitap, ardından kalan zamanı da çocuklarınıza sarılmak için, ayırmalısınız. Bağımlılık yapıcı. Bir gencin özel hayatı mı? Yoksa ailesinin bu özel hayatı bilmesi mi daha önemlidir? Ergenlik çağı asiliği ile kontrolden çıkmak üzere olan bir çocuğu yönlendirebilmek için neleri bilmelisiniz? 471 sayfa olan ASLA VAZGEÇME'nin yazarı Harlen COBEN. Kitabın kapağında yazdığı gibi. "sürprizlerle dolu, elinizden bırakamayacaksınız."
Uçurtma Avcısı Khaled Hosseini Everest Yayınları 375 Sayfa
A
vcılar için en değerli ödül, kış turnuvasında yere en son düşen uçurtmaydı. O, bir şeref madalyasıydı; bir hafta sergilenen konuklara gösterilen bir ödül. "işte geliyor" dedi Hasan, gökyüzünü göstererek ayağa kalktı sola doğru birkaç adım attı. Başımı kaldırıp baktım, uçurtmanın bize doğru alçaldığını gördüm. Hasan kollarını iki yana açmış öylece duruyor, gülümseyerek uçurtmayı bekliyordu. Uçurtma geldi, doğruca onun açık kollarına kondu. 1975 kışında Hasan'ı son kez uçurtma kovalarken gördüm. Rahim Han'ı son görüşümüzü düşündüm 1981 yılıydı. Babayla Kabilden kaçtığımız gece, bize veda etmeye gelmişti. Rahim Han'la, babamın ölümünden hemen sonra konuştum. "Benim için bir şey yapmanı isteyeceğim. Ama, bunu yapmadan önce Hasan'ı anlatmak istiyorum. Anlıyor musun? " … "Emircan, bence
Ayfer Özkan
borcunu ödemenin gerçek kefaretin yolu budur; Pişmanlığı iyiliğe dönüştürmek, şerden hayır çıkartmak. Sonuçta Allah'ın bağışlaycağını biliyorum. Babanı, beni affedecek; seni de. Senin de aynı şeyi yapmanı dilerim. Elinden geliyorsa babanı affet, becerebilirsen beni bağışla en önemlisi kendini affet. "Seyret, Sohrab. Sana babanın en sevdiği numaralardan birini göstereceğim; şu eski havalanıp dalma numarasını… uçurtmayı senin için yakalamamı ister misin? … senin için bin tane olsa yakalarım." Dediğimi duydum. Sola döndüm koşmaya başladım. Koştum, koştum. Bu kitapta; babasının kimliği ve kişiliği altında ezilen bir çocuğun, çaresizliğini, kendini ispatlama çabasını, korkularını ve bu korkularının yarattığı hataların, yaşamını nasıl etkilediğini hissettim. Anne babalar, gençlere okumaları için önerebileceğim bir kitap.
Bye Bye Türkçe Oktay Sinanoğlu Alfa Yayınları 434 Sayfa
B
ye Bye Türkçe Oktay Sinanoğlu'nun Türkçe ile ilgili makale, söyleşi ve konferanslarından derlenmiş ve özellikle eğitim alanında Türkçe'nin önemi üzerinde duran ;" vatanımı, milletimi, dilimi seviyorum" diyen öğrencisinden öğretmenine herkesin okuması gereken bir eser..Sinanoğlu, bir ülkenin varlığını sürdürebilmesi için dilini korumasının şart olduğunu ve bunu nasıl yapabileceğimizi, yapmadığımız takdirde neler olacağını güzel örneklerle anlatmış. "Insanlar istedikleri dili ögrensinler, ama egitim bir ülkenin kendi diliyle yapılır. Az bilenlerin hiç bilmeyenlere öğrettigi bilim, bilim değildir." diyor. Örnekler veriyor, milletlerin yabanci dille eğitim yaparak kimliklerini, bağımsızlıklarını nasıl kaybettiklerini, ama buna karşılık sömürgecilerin nasıl kazandığını anlatıyor. Ve bunları anlatan deha, yıllarını Amerika'nın en büyük üniversitelerinde hocalık yaparak, dünyada konferanslar vererek geçirmis bir kisi. Kitap, şu ana başlıklardan oluşmaktadır. -Bir New York Rüyası -Bir Milleti Yok Etmenin Yolu -Atatürk ve Türk Bilim Dili -Yüksek Öğretim ve Yabancı Dil -Uluslararası Bilim ve Ulusal Eğitim Dili -21 nci Yüzyılda Türkiye'nin Hedefleri Açısından Eğitim -İngilizce Öğrenmenin Yolu -Türkçe'si Dururken İngilizce'si -Yeniden Kurtuluş Savaşı: Nereden Başlayalım? 12-13 yıl önce yaptığı konuşmalarda özellikle milli eğitimimiz üzerine ileri sürdüğü endişelerinin, içinde bulunduğumuz zaman itibariyle birer kehanet gibi teker teker gerçekleşiyor olması onun fikirlerinde ve endişelerinde ne kadar haklı olduğunu ve onun ne kadar ileri görüşlü olduğunu açıkça ortaya koyuyor. Bilim dilinden,hazırlık sınıflarına,dilimize sinsice yerleştirilmiş İngilizce kelimelerden,eğitimimize ,Atatürkün dil ile ilgili çalışmalarından,İngilizcenin Türkçe karşısındaki kısırlığı ve yetersizliğine kadar
bir çok konuyu irdelemiş Sayın Profesör Doktor Oktay Sinanoğlu. Ama beni bu kitaba çeken ve diğer kitaplarını da okumaya iten en büyük güç ;hayatını okuduğunuz zaman siz de farkedeceksiniz ki dış devletlerde bu kadar itibar gören bir bilim adamı-kendi tabiriyle bilim ve gönül adamı-nasıl olurda kendi vatanında hakettiği itibarı görmez?Nasıl olur da Türk milletine, diline ,vatanına ve de dinine bu kadar değer veren bir deha halkımız tarafından, öğrencilerimiz tarafından tanınmaz. Dikkat çekmek istediğim tarafı da bu işte. Böyle bir insanı hiçbir TV kanalı boy boy göstermiyorsa,bangır bangır saatlerce programlarda konuşturmuyorlarsa,gazeteler onun hakkında hiçbir haber vermiyorsa ;bu adamda birilerini rahatsız eden birşeyler var demektir.Tanınmasını, okunmasını, fikirlerinin benimsenmesini birileri istemiyor demektir .O zaman bu adamın kitapları tam benliktir. Eğer "vatanım,dilim herşeyim"diyorsanız aşağıda sözünü ettiğim kitapları okuyalım okutalım.
Leman Başar
O
ktay Sinanoğlu'nun başta "Hedef Türkiye", "Büyük Uyanış" "Ne Yapmalı" "İlerisi İçin" olmak üzere bütün eserlerini tanıtmak isterdim ama bu imkansız olduğu için kendisinden bahsederek sizleri diğer kitaplarına da yönlendirmeyi tercih ediyorum. HAYATI Sayın Profesör Doktor Oktay Sinanoğlu; dünyanın en genç yaşta(26) profesör olmuş kişisi ve Nobel adayı. 1953 yılında Ankara'da TED'in Yenişehir Lisesini birincilikle bitirdi. O zaman lisenin eğitim dili tamamen Türkçe'ydi, takviyeli yabancı dil dersleri vardı, sonradan kolej oldu. TED tarafından Amerika'ya burslu Kimya Mühendisliği için gönderildi. 1956 yılında ABD Kaliforniya Üniversitesi, Berkeley'de Kimya Mühendisliğini birincilikle bitirdi. 1957'de ABD'de MIT'den birincilikle Yüksek Kimya Mühendisi oldu. Alfred Sloan ödülünü aldı. 1959'da Kaliforniya Üniversitesi, Berkeley'de; Kuramsal Kimya Doktorasını yaptı, doktorasını yaparken iki ödül kazandı. 1959-1960 yıllarında Amerika Birleşik Devletleri Atom Enerjisi Merkezinde araştırmalar yaptı. 1961'de hem Harward, hem de Yale'de kendisinin yeni Nicem ("Kuvantum")Kimyası ve fiziği üzerine teorileri hakkında üst düzey derslerde yeni buluşlarını anlattı. Türkiye'de de kuramsal kimya bölümünü kurdu. Ortadoğu Teknik Üniversitesinde
eğitimin Türkçe olması için uğraş verdi. Ama, tabii olmadı. 1964'de Moleküler Biyoloji konusunda ikinci kürsüsüne Yale Üniversitesine atandı. 1973'te Almanya'nın en yüksek Aleksander von Humboldt Bilim Ödülünü ilk kazanan kişi oldu. 1975'te Japonya'nın Uluslararası Seçkin Bilimci Ödülünü kazandı; yine 1975 yılında özel kanunla Oktay Sinanoğlu'na ilk ve tek, Türkiye Cumhuriyeti Profesörü unvanı verildi. 1976'da Japonya'ya Türkiye Cumhuriyeti Özel Elçisi olarak gönderildi. Kendisi Türk-Japon kültür, bilim ve eğitim ilişkilerinin temellerini atmıştır. Amerika Bilim ve Sanat Akademisinin ilk ve tek Türk üyesidir. Hindistan'ın Devlet Misafiri olarak, Hintli Bakanlarla ve Cumhurbaşkanıyla görüşmüştür. Meksika'da aynı seviyede Üçüncü Dünya Bağımsızlığı için çalışmıştır. 1962'den günümüze dek ilk TÜBİTAK Bilim Ödülünü, ilk Sedat Simavi ödülünü, 1992'de Bilgi Çağı, 1995'te İLESAM Üstün Hizmet Ödülünü, ayrıca Yılın Fikir Adamı, Yılın Bilim Adamı ödüllerini aldı. Yıldız Teknik, Yesevi Kazakistan ve benzeri bir çok kuruluşta profesör, mütevelli heyeti üyesi, Atatürk Kültür Kurumu asli üyesidir. 250 kadar uluslararası bilimsel yayını, bilim kuramları, çeşitli dillere çevrilmiş kitapları vardır. Türkiye'de de Türkçe pek çok yayın yapmıştır. Değişik ülkelerde iki kez Nobel'e aday gösterilmiştir.
Oblomov İ.A. Gonçarov Alfa Yayınları 553 Sayfa
lya İlyiç Oblomov otuzüç yaşlarında çevresinde olup biten her şeye kaşı kayıtsız bir insandır. Dört odalı bir evde hizmetçisi ile birlikte yaşamaktadır. Evdeki üç odanın eşyaları üzerleri örtülü bir şekilde muhafaza edilmektedir. Oblomov evin tek odasını hem yatak odası hem de çalışma odası olarak kullanmaktadır. Ancak gününün büyük bölümünü yatarak geçirmektedir. Oda içerisinde duvara asılı eşyaların üzerleri örümcek ağı ve tozla kaplıdır, oda içerisinde her şey tozla kaplıdır, masa üzerinde sürekli bir önceki öğünün kirli tabağı ve kaşığı bulunmaktadır. Oblomovun kıyafeti sürekli aynıdır, çalışma masası üzerinde bir kalem, bir mürekkep okkası ancak içinde mürekkepten eser yok birde geçen yıla ait bir gazete bulunmaktadır tabiî ki üzerleri de tozla kaplıdır.
İ
Oblomovun gelir kaynağı kendisine ait olan çiftliktir. İki yıl önce kâhya dan aldığı bir mektupla çiftlikte işlerin yerinde gitmediğini haber almış, kendi
Nurcan Zengin
kendine bazı değişiklikler yapılması gerektiğini düşünmüş ancak iki yılda kafasında bir düşünce olgunlaşmamıştır. Zaman hızla akıp geçmektedir. Çiftlikteki sorunlar hızla büyür Oblomov da herhangi bir değişiklik olmaz her şeye kayıtsızdır. Bütün mal varlığı elinden kayıp gider ancak onda en ufak bir kıpırdanma olmaz, kıpırdanma olmadığı gibi kendisine iletilen bilgilere bile kayıtsız kalır gittikçe fakirleştiğini fark etmez. Sadık hizmetçisi onu hiçbir zaman terk etmez, oluşan durumu da Oblomova karşı kullanmaz, onun fakirleştiğini yüzüne vurmaz. İlerleyen süreçte Oblomov çocuklarıyla yalnız yaşayan bir bayanın yanına yerleşir orada yaşar, kısmî bir felç geçirir, beş yıl kadar sonrada kayıtsız kaldığı bu hayata gözlerini yumar. Keyifle okunabilecek, okunduktan sonra uzun yıllar hatırdan çıkmayacak etkileyici bir roman.
Şah & Sultan İskender Pala Kapı Yayınları 400 Sayfa
D
ivan şiirini sevdiren adam İSKENDER PALA'nın serüven dolu sürükleyici anlatımıyla ŞAH SULTAN eşsiz bir roman... Şah Sultanda kahramanları YAVUZ SULTAN SELİM' i de şah İsmail'i de tarihin merdivenlerinden bir basamak aşağı indiren bir basamak yukarı çıkartan Çaldıran savaşı (1514) öncesini ve sonrasını anlatıyor. İkisi de Türk olan iki sultanın iktidar mücadelesi uğruna yaptıkları işleri tutku ve masalsı bir gerçeklikte anlatılıyor. Yavuz Sultan Selim 1512'de babası II.Bâyezid ve kardeşlerini bertaraf ederek tahta çıkmasıyla birlikte daha öncesinde doğuda bugünkü İran'da Horasan'da Azerbaycan'da Safevi Devletini kuran (1501) Şah İsmail ile olan mücadelesiyle geçen sekiz yıllık
Varol Hazinedaroğlu
padişahlığı ve amansız bir hastalıkla hayata son verişi dramatik bir dille anlatıyor İskender Pala. Roman bu iki şahsiyet tarihin penceresinden bakarak objektif bir şekilde irdeliyor. İkisi de Türk ikisi de müslüman olan bu iki devletin Çaldıran da birbirlerini kırmaları ve Şah'ın yenilmesiyle Yavuz'un bir cihan imparatorluğuna doğru Osmanlıyı sürükleyişi anlatılıyor bu romanda. Yavuz Sultan Selim'in ölümünden sonra tahta geçen Kanuni Sultan Süleyman için imparatorluğu üç kıtaya yaymak ve muhteşem lakabını almak hiç de zor olmamıştır. Şah Sultan'ın her cümlesi aşkla okunacak bir kitap.
Baba ve Piç Elif Şafak Metis Yayınları 376 Sayfa
Şule Kalıpçı
Kitap okumak; hayatımızı renklendirmenin en ekonomik yolu.
E
lif Şafak, son dönem Türk Edebiyatının popüler yazarlarından. Daha önce "Mahrem", "Pinhan", "Araf" ve "Şehrin Işıkları" nı okumama rağmen son okuduğum romanı "Baba ve Piç" diğerlerinden çok etkiledi beni; çünkü yaşadığımız hayattan örnekler sunarak diğer romanlarına göre daha somut bir dünya sunmuş okuyucularına. İsmi kadar konusu da ilgi çekici olan bu romanda, biri Ermeni, diğeri Türk olan iki genç kızın hayatlarının nasıl iç içe geçerek çakıştığı anlatılır. Ermeniler ile Türklerin senelerce birlikte yaşaması hiç de boşuna değil, tarihi sorunlara rağmen iki kültür birbirine şaşırtıcı derece benzer. İşte okuyucu bununla karşılaşır romanda. Bir de bir kadının yaşadığı ile içi taciz ve şiddet olayları var ki yazar bu konuyu da çok başarılı ele almış.
Postmodern bir tarz benimseyen bu yazarın kitaplarını okumanızı tavsiye ediyorum. Örneğin aynı tarz romanlar yazmasına rağmen okurken "Bu roman ne zaman bitecek?" diye düşündüğüm bir diğer kitap "Masumiyetr müzesi" dir. Orhan Pamuk'un bu romanına başlarken daha coşkun ve tutkulu bir aşk ile karşılaşacağımı düşündüm. Ancak olayların yavaş ilerlemesi ve tekrarlaması ve kitabı biraz sıkıcı duruma getirmiş. Romanın en güzel yönü dilinin akıcılığıydı. Orhan Pamuk'un okuduğum en güzel romanı "İstanbul" adlı eseriydi. Okurken yazarın çocukluğuna, eski İstanbul2un görüntüsü eşliğinde şahit oluyoruz. Kitap okumak hayatımızı renklendirmenin en ekonomik yoludur. Bundan kendimizi mahrum etmeyelim.
Üç Aynalı Kırk Oda Murathan Mungan Metis Yayınları 392 Sayfa
N
e zaman içime biraz fazla baksam, yükseklik korkum depreşir… diyor yazar başlarken, Üç ayrı biyografinin anlatıldığı kitapta, Murathan Mungan şairliğinin ve gözlem yeteneğinin kokteylini sunuyor okuyucuya. Alice, Aliye ve Ali farklı coğrafyalarda ve farklı zamanlarda yaşayan üç ayrı insandır. Alice, şöhretin zirvesinde bir starken mucizevi bir olayla kendini uzay gemisinde bulur ve onu Harran'a kadar sürükleyen serüven başlar. Yazar bu bölüm de planlı hayatların mutluluk tatminsizliğini sorgulamış ve aşkın aynasını ortaya koymuştur. Kitabın ikinci bölümü Aynalı Pastane; İstanbul'da küçük ama bilindik bir pastane de kasiyerlik yapan Aliye'nin dramatik hayatından bir sunumdur. Aliye her gün işten eve giden, ekonomik sorunlar yaşayan ailesinin kaderinin değişmezliğine inanan, ancak sıradan hayaller kuran bir genç kızdır. Mahalleye taşınan yazarla tanışınca hayal dünyası değişir. Dükkâna gelen müşterilerin kürkleri, parfümleri, çantaları özetle Aliye artık daha iyi bir hayat düşler ve her gün pastanenin
Meral Güzelli
önünde bekleyen Muştik ona bu özlemini sunmak için yeni bir Aliye yaratır. Aliye artık hayranlık uyandıracak bir kadındır ancak gerçek aşk bu pahalı aynada eksiktir. Kitabın en severek okuduğum bu bölümün de Murathan Mungan'ı kadının zaaflarına tuttuğu ayna ile sosyolojik bakış açımızın da çarpık kısımlarını çok iyi anlattığını düşünüyorum. Kitabın son bölümü Gece Elbisesi, Mardin'li muhafazakar bir ailenin küçük oğlu Ali'nin sıkışmışlığını ve çaresizliğini anlatıyor. Ali biyolojik olarak sağlıklı bir erkektir ancak kendini kadın gibi hisseder ve tek isteği kadın olmaktır. Birlikte büyüdüğü halaları da, ailesi de bu durumu kabul etmemektedir. Ali ise küçük bir çocuğun evcilik oyunu gibi yalnız kaldıkça kadın rolü yaparak mutlu olmaya çalışmaktadır. An gelir bir günlüğüne de olsa kadın olmayı başarır. Alice, Aliye ve Ali aslında aynı duyguyu farklı bedenlerde yaşayan insanlardır. Yazarın diğer kitapların da olduğu gibi son bölümde bu kesişmeyi sürpriz ve üstü kapalı bir şekilde ifade ettiğini görebiliriz. Hayal gücümüzü canlandıracak, bakış açımızı belki biraz gıdıkşayacak son derece keyifli bir kitap.
Batı Düşüncesi ve Mevlana İsmail Yakıt Ötüken Yayınları 195 Sayfa
"Herkesin ölümü, kendi rengindedir; düşmana karşı düşmandır ölüm, dosta karşı dost''
K
itap güzel bir önsözle başlıyor. Tabi anlatan kişi Mevlana olunca ona uygun bir önsöz olmalıdır. Bazı insanlar önsözleri sıkıcı bulup okumayabilirler ama bence kitap okunacaksa önsöz mutlaka okunmalıdır. İyi yâda kötü. Yani sözün kısası bu önsöz okunacaklardan…''düşünce tarihi içinde fikirleri ve sistemleri çağları aşarak günümüze kadar gelen ünlü ve büyük insanların sayısı oldukça azdır.bir çoğunun fikirleri daha kendi sağlıklarında yok olur gider...'' İşte Mevlana Celaledin-i Rumi'nin fikirleri, şiirleri asırlar ötesinden süzülen ışıklar gibi hiç eskimiyor ve batı dünyasının o maddeci dünyasını bile etkiliyor. Sadece gel diyor; ümit dünyasına… Bu davet sadece islâmda var… " senden geldik, dönüşümüz ancak sanadır…'' Ümitsizliğe yer olmayan bir kapıya çağırıyor insanı hemde çağlar ötesinden…
Bu eserde yazar Mevlana 'nın tasavufi anlayışı ve şairliğinin yanı sıra düşünce ve fikirlerininde işlenmesi gerektiğini önemle vurguluyor ve düşünce dünyasının büyüklüğüne dikkat çekiyor. Bu yüzden kitabı sindirerek okumakta fayda var. Yani öyle bir çırpıda soluksuz okunacak bir kitap değil.- uzun bir solukla; hem aklı hem kalbi sistem dahil edilerek… Hayatı ve eserleri kısaca tanıtılıyor ve milliyeti ile yapılan tartışmalara kendi beyiti ile cevap veriliyor; Biğane meğirid merazin kuyem Der kuy-u şuma hane-i had muciyem Düşmen neyem herçend ki düşmen ruyem Aslem Türkest egerçi Hindu guyem (Beni bu beldede yabancı saymayın. Sizin beldenizde ben evimi arıyorum. Her ne kadar düşman görünüşlüysem de düşman değilim. Farsça yazsam bile aslım Türktür.)
Ergün Coşkun
H
angi milletten olursa olsun o iyi ki evini Anadolu'da bulmuş ve ait olduğu milletin sinesinde bulunuyor. Mevlana'ya göre insanı kâmil ve batı düşüncesine göre insanın tanımı yapılmış ayrıca Türk-İslam düşünürlerinin insan tasvirlerine akademik bir şekilde yer verilmiş, bu tasvirlerin neresindeyiz diye düşünüyorsunuz istemeden. Yazar Mevleviliğe hiç girmeden; insanı ruh ve beden bütünlüğü içinde ele alan Mesneviden örnekler vererek açıklıyor; "Alemde cismimiz, bizim yüzümüzü örtmektedir. Biz samanla örtülü deniz gibiyiz…'' acaba samanın ötesini fark eden insanlar denizin derinliğinden korkuyorlar mıdır? "İnsandan maksat bilgidir, doğru yolu bulmaktır ama her insanın da ayrı bir kulluk yurdu var''. İşte başka bir şairin dediği gibi "kulluğum sultanlığımdır''. Herkesin sultanlığı da kendine has… Ney insanı kamili ifade ediyormuş, kamışlıktan koparıldığı yeri özlüyormuş tıpkı insanın geldiği ulvi alemi özlemesi gibi ve ebced hesabına göre de Hz Adem ve Hz Havva'ya denkmiş galiba benim ney merakım da buradan geliyor. Neyistandan bir neyim var, sahi benim neyim var? Cevabı Mevlana veriyor işte ''İlkin maden idin sonra bitki, bilahare
hayvan oldun, bu gözlerinden nasıl gizli kalacaktır? Bundan sonra bilgi, akıl ve imanla donatılmış insan oldun…'' Keşke kamış olsaydım. Galiba her insan biraz Neydir. Hayatın anlamı, ölüm ve ölümsüzlük felsefesi de yine önce batı, sonra Türkİslam düşünürlerine göre açıklanmış, İbni Sina 'nın görüşleri özellikle dikkate değer… "A kişi uykumuz ölümün kardeşidir bu kardeşi gör o kardeşi anla'' "Küçük mahşer, büyük mahşeri göstermede, küçük ölüm, büyük ölümü aydınlatmada'' "Herkesin ölümü, kendi rengindedir; düşmana karşı düşmandır ölüm, dosta karşı dost'' Kitap Mevlana'nın ahlak anlayışı ve öğütleriyle bitiyor. Her beyit ayrı bir dünyaya açılıyor. ''Ademoğlunun eğer edebden nasibi yoksa Adem değildir. Ademoğluyla hayvan arasındaki fark edeptir. Gözünü aç da bak cümle Kelimullah'a, Kur'an'ın bütün ayetlerinin manası edepten ibarettir. ''Bu kitabı okuduğunuzda hem batı medeniyetinin, hem İslam düşünürlerinin fikirlerini ve bunun kıyasını anlıyorsunuz, bir taşla iki kuş… Ne güzel ifade etmiş Mevlana "Bırak saraylarda mermer olmayı, toprak ol, bağrında güller yetişsin…
Nietzsche Ağladığında Irvin D. Yalom Ayrıntı Yayınları 342 Sayfa "Belki benim öğrencilerim henüz dünyaya gelmediler. Benim günlerim yarından sonraki günler. Bazı filozoflar ölümlerinden sonra doğarlar!'' F.Nietzsche
H
er şeyden önce şunu belirtmeliyim; "bir kitap okudum,("hayatım demeyeyim'') dünyaya bakışım değişti" dedirten o nadir kitaplardan biri bu. Edebiyatla da düşünülebildiğini gösteren müthiş bir örnek. Kitapta karakter olarak Nietzsche var, Freud var. Salome var. Irvin Yalom, Nietzsche ve Freud'un düşüncelerini daha anlaşılır kılmak için iki gerçek karakteri gerçekçi bir şekilde hikâyenin içerisine katmış ve Dr. Breuer karakteri
ile de onların düşüncelerini insanlara çok güzel bir dil ile anlatma yolunu seçmiştir. Aslında siz Nietzche aforizmalarını ve psikanalizi inceliyorsunuz bir roman okumaktan ziyade. Bu romanı burada bahsedilmeye değer kılan en önemli etkenlerden biri olağanüstü kurgusudur. Bu kurgu içinde kitapta yer alan bazı cümleleri paylaşmak istiyorum;
- hepimiz bir sürü parçadan oluşuruz ve bu parçalar kendilerini ifade etmek için çırpınır. Bizler yalnızca varılan son uzlaşmadan sorumlu tutulabiliriz, her parçanın sahip olduğu karmaşık dürtülerinden değil. - ideal evlilik ilişkisi, her iki insanın da yaşamını sürdürmesi için bu ilişkiye muhtaç olmadığı zaman kurulandır. - biriyle tam bir ilişki kurabilmen için önce kendinle ilişki kurabilmelisin. - kendi yalnızlığımızı kucaklayamazsak, inzivaya karşı kalkan olarak başka birini kullanırız. Yalnızca bir kartal gibi yaşayabilen insan-başka birine sevgisini verebilir; yalnızca o zaman o insan bir başkasının büyümesi ve gelişmesiyle ilgilenebilir.
Hasan Yılmaz - her insan, gerçeğin ne kadarına dayanabileceğini seçmeli. -en çok çiğ damlası, en sessiz gecede düşer. -mezarlıkların, insanın zihnini dinlendirdiğini ve yaşamdaki önceliklerin değerlendirilmesini sağladığı söylenir. - yaşadığımız şeyleri biz icat ederiz. Dolayısıyla icat ettiğimiz şeyi de yok edebiliriz. -Yaşam planınız sizin elinizde değilse, varlığınızı rastlantıya bırakmışsınız demektir. - aslında verir gibi yaparak hediyeyi kendiniz almaya çalışanlardan biri misiniz? -aslında kimse kimseye yardım edemez; insan kendine yardım etme gücünü kendi içinde bulmalıdır. - daha derinlere inip motivasyonlarınızın kaynağını bulun! Hiç kimsenin bir şeyi sırf başka birisi için yapmadığını göreceksiniz. İnsanın bütün eylemleri kendine yöneliktir, bütün hizmetleri kendine-hizmettir, bütün sevgisi kendini sevmesindendir. - beni öldürmeyen şey, beni güçlendirir. - ölümün son iyiliği bir daha ölmeyecek olmaktır. -insan, dostunu düşmanından daha zor affediyor. -kaderini sevmelisin… Yaşamı gözlemlemek veya anlamaya çalışmak temelde bireyi anlamaktan geçer. Romanda ki karakterlerin rolleri okuyucuyu bu yönde uyanışa davet ediyor. "Nietzsche Ağladığında "adlı bu roman neyi anlattığıyla değil, nasıl anlattığıyla öne çıkarak, okuyucuyu romanın karakterleri aracılığıyla uyandırmaya çağırıyor adeta.
Dağ Çiçeklerim Sıdıka Avar Berikan Yayınları 404 Sayfa
dolaşan bin bir zorluklarla topladığı çocukları yetiştiren idealist bir öğretmen. Çocuklarıyla ağlayıp gülen, onlarla ana şefkatiyle yaklaşan, Türkçe öğreten, hastalananı hastanede tedavi ettiren, onları medeni bir insan seviyesine yükseltmek için uğraşan, kimisini kendi eliyle evlendirmiş. İşe yerleştirilmesini sağlamış, kaba davranışları, tabak, kaşık, temizlik bilmeyen kız çocuklarını kısa sürede bilgilendirmiş, bilinçli birer ev kadını, öğretmen, çalışan yapmış bir öğretmen. Okulu bitirince her biri birer Sıdıka Avar olarak yaşadıkları yere giden mücadele veren çocuklar.
i
dealist bir öğretmenin anılarının derlemesi. 1943'den 1962'ye kadar Doğu Anadolu'da Tunceli, Elazığ ve Bingöl illerinde Kız Enstitüsü Yöneticiliği yapmış bir öğretmen Sıdıka Avar. Atatürk'ün elini tutup "Dağ köylerine git… Bir cemiyet aydın ve ana yoluyla fethedilir. Oralarda alacağın kızları yetiştir… sonra onları tekrar yerlerine gönder. Senin öğrettiklerini beraberinde götürecek, öğreteceklerdir." Dediği bir öğretmendir Sıdıka Avar. Dağ köylerinde, at sırtında dağ dağ
Doğunun aydınlatılmasına büyük katkı sağlayacağı düşünülen kızlarını kendi tabiriyle Dağ Çiçeklerini anlatıyor Sıdıka Avar anılarında. 20 yılı aşkın biriktirdiği hatıra defterleri, kızların okula ilk geldiği gün ve sonra çekilen fotoğrafları, çalışmalarıyla ilgili gazetelerde çıkan yazılar ve öğrencilerin kendisine gönderdiği mektupların bir sentezi "Dağ Çiçeklerim» Kitapta enstitüye getirilen kızların kısa hikâyeleri ve onların ilk geldiklerinde ve sonraki yıllarda çekilmiş iki fotoğrafı var. Aralarında o kadar fark var ki bu fotoğrafların, eğitilenle eğitilmeyenin arasındaki uçurumu görmeye yetiyor.
Fatma Karslı
Kitapta enstitüyü MEB izniyle ziyaret edenlerin, gazetecilerin yazıları var. 1950'de Avar'ın Amerika Birleşik Devletleri ile ilgili izlenimleri var. 1950'de MEB Sıdıka Avar'ı ABD'ne daveti üzerine bu ülkeye gönderir. Avar ABD ile ülkemizi karşılaştırır. "Mükemmel okulları gördükçe yavrularımızın için yüreğim yandı. Yarabbi ne kadar geri, ne kadar fakir bir millet olmuşuz. Acaba kaç senede bu düzeye çıkabiliriz?" der anılarında. Çalışarak yılmayarak bizimde gelişmişliği yakalayacağımıza inanmıştır. Çalışmaları meyve verdikçe çocuklarını Avar'ın okullarına göndermek isteyenler artar. Anılarında köy yollarında at, katır, kamyon sırtında, soğuk, kar, yağmur demeden yaşadıklarını anlatır. Çocukları okula kaydetmek için velilerini iknasını anlatır. Doğu Anadolu'da kadın olarak eğitim mücadelesi vermek zordur.
Kadındır. Yalnızdır. Kendi kızını yatılı okulda bırakıp, köy kızlarına adamıştır kendini. Ona karşı çıkanlar çoğunluktadır ilk zamanlar. Bıkmaz usanmaz. Bitle, hayvanlarla pislik içinde yaşayan ama bunu doğal sayanlar, kadınların erkeklerin olmadığı mekanlarda yoklukla boğuşmaları, sabunun temizlikte kullanılmadığı, cehaletin hakim olduğu, çocukların toprakla kundaklandığı, camsız ya da küçük camlı karanlık evler vardır Sıdıka Avar'ın anılarında. Eğittiği kızların kendisine gönderdiği mektuplar vardır kitapta. Herkesin okuması gereken ve ülkemizin hangi koşullardan bu günlere geldiğini gösteren, eğitimin önemini vurgulayan bir kitap. Dağ Çiçeklerinin mücadelesini görmek isteyen bir eğitimci olarak kitabı bir solukta aynı hazzı alarak ikinci kez okudum. Ülkemdeki bütün dağ çiçeklerine ve Sıdıka Avar'lara selam olsun.
Sevdalinka Ayşe Kulin Everest Yayınları 335 Sayfa
B
u roman ne zamandır okumak isteyip de okuyamadığım bir eserdi. Ayşe Kulin tarafından yazılmış yaklaşık 335 sayfalık bir roman. "Sevdalinka" Boşnak dilinde aşk şarkıları anlamına geliyormuş. Bu kurgudan yola çıkarak barış ortamından savaş ortamına sürüklenişin romanı. Yugoslavya'nın Sırp, Hırvat ve Boşnak'ların barış içinde yaşadığı süreçten, ayrılık rüzgârlarının estiği zamana, Sırp-Hırvat ittifakı ve Bosna'nın kendi aralarında paylaşılması sürecine, Boşnaklara karşı yapılan baskı ve zulümlere değinilmekte. Bir aile ve bu aile fertleri üzerinde yürütülen roman biraz tarih, düşünce, insanlık, ırkçılık, düşmanlık, vahşet ve
Elif Sağındık
katliamlara tanıklık ediyor. Bosna savaşı sürecinde yaşayan (1996 yılına kadar) Sırp, Hırvat ve Boşnakların nasıl ayrıştırıldıkları, kişilerin (özellikle Miloseviç'in) Sırpları ırkçılık üzerine nasıl yönlendirdikleri görülmekte. Barış yanlısı, her zaman savaştan uzak durmaya çalışan Boşnakların sırf Müslüman oldukları için Balkanlarda yok edilmek istenmesi, katliamlara maruz kalmaları, vahşete uğramaları insanlık adına utanç verici. Avrupa'nın bu insanlık dramına kulaklarını kapatması da utanç verici. Günümüze yakın süreçte gerçekleşen bu olayın romanı, bize; özgürlüğün, insanca düşünmenin, hoşgörünün, sevginin ve barışın ne kadar önemli olduğunu hatırlatıyor.
Kurt Seyit & Shura Nermin Bezmen PMR Yayınları 576 Sayfa
N
ermin Bezmen bu kitabında çarlık Rusya'sının debdebeli yaşantısından Bolşevik ihtilâli ile İstanbul'a sürüklenen hayatları anlatıyor.1892'nin Yalta'sından St Petersburg'un saltanat günlerine, Karpatlar cephesinden ihtilâlin cehennemine ne nihayet işgal altındaki İstanbul'a, 1920'lerin Pera'sından, macera dolu bir yolculuk yapacaksınız. Onlarla beraber polkaların, troykaların sihirli alemini, ihtilalin acımasızlığını, parçalanmış Osmanlı imparatorluğunun son günlerini yaşayacaksınız… Kurt Seyt: Mirza Eminof'un oğlu olarak servet ve unvan ile doğmuştu. Yakışıklıydı, hırslıydı, cesurdu. Çar Nikola'nın muhafız alayında genç bir üsteğmen oluşu onu Bolşeviklerin ölüm listesine dahil etmişti. Kaçarken getirdiği bir taka dolusu silahı Mustafa Kemal'in Kuva-yi milliyesine teslim ettiğinde
Halime Kozan
karşılık istemeyecek kadar gururluydu. Hayatına sıfırdan başlarken elinde kalan serveti sadece gururu ve aşkıydı. Shura: Tchaikovsky nağmelerinin romantizmi ile sarılmış karlı bir Moskova gecesinde, henüz on altı yaşındayken saf güzelliği, beklentisiz aşkı ile Seyit'in dünyasına girdi. Ailesinin ünvanı, serveti onun da ülkesinde kalmasına yardımcı olamadı… Büyük bir aşkın, harbin, ihtilalin, hasret ve hüzünlerin hikâyesi... Okurken merak ve heyecanla romanın içinde sürükleniyorsunuz… Büyük bir emek isteyen tarihi roman niteliğinde hazırlanmış olan bu roman aynı zamanda otobiyografidir. Bir yazarın yapabileceği en güzel vefa dedesinin hayatını okurlarına böyle güzel bir kitap ile armağan etmek… Devam niteliğindeki Murka ile tamamlanmalı bu güzelll yolculuk…
Bir Delinin Hatıra Defteri N.V. Gogol Antik Yayınları 108 Sayfa
A
slında başka bir kitap hakkında yazmayı planlıyordum ama aklımdan çıkmayan oyunu anlatmaya karar verdim. Bir Delinin Hatıra Defteri, Nikolay V. Gogol'un aynı adlı öyküsünden uyarlanmış bir oyun. Coşkun Tunçtan dilimize uyarlamış. Cem Emüler yönetmiş. Sahnedeki, daha doğrusu bir iş makinesinin, vincin üstündeki, dev ise Erdal Beşikçioğlu. Işık sisteminin payını da unutmamak gerek. Oyunu tanıtan broşürdeki bir cümle çok etkileyiciydi: "Bir delinin değil, adım adım deliliğe giden, yaşadığı gerçeklerle baş edemeyen bir adamın hatıra defteri." Oyun Rusya'da ve 1842'de geçiyor. Küçük memur Popriçin'in yavaş yavaş delirmesini izliyorsunuz zıplayan, ağlayan, tırmanan, âşık olan, konuşan hatıra defterinden. Erdal Beşikçioğlu'na bayılırım. Abartısızlığıyla, gerçekçiliğiyle insanı saran oyununu hep beğenmişimdir. Adım adım deliren Popriçin de onun sayesinde çıkıverdi karşıma. Sahnedeki vincin üstünde bir inip bir çıktı Popriçin. Soylu, iyi eğitimli, girişken, yalaka ve kendine güvenli olmadığı için hem dışarıdan ezilen hem de kendine eziyet eden bir adam.
Hülya Yamen
Bu küçük adamın uzun zaman önce delirmesine sebep olan şey aslında hiç yok olmamış evrensel bir sorun. Köşe dönmeye, kolay yaşamaya, zengin olmaya özendiren, sınıf atlama hayalleri kurduran sistemdir. Oysa yapabildiği tek şey genel müdürün kurşun kalemlerini çakısıyla yontmaktır. Zira imlâ hatası olmadan yazmayı, noktalama işaretlerini doğru kullanmayı pek beceremez. Üstüne üstlük bir de müdürün kızına aşıktır. Bu aşk da onun delirmesinde önemli bir yer tutar. Oyunu anlatıp hevesiniz kaçırmayayım. Delirme süreci hırpalayan bir duygusallıkla bazen de nükteli bir dille anlatılıyor. Erdal Beşikçioğlu'nun vincin üzerindeki dekor demirleri üzerindeki insanüstü çabasını görmekten kendinizi mahrum bırakmayın. Doğru dürüst yazı bile yazamayan bir kâtibin nasıl İspanya kralı olduğunu merak ediyorsanız hiç kaçırmayın oyunu. İsteyen aynı adlı Gogol öyküsünü de okuyabilir. Oyunu görmek isteyenlere küçük bir tavsiye: Sizi çok derinden sarsan pek çok cümleden hazmedemeyeceğiniz birine hazırlıklı olun. Popriçin'in uzaklardaki annesine, belki de ölmüş olan annesine, haykırdığı, yalvardığı o cümle: "Kurtar beni anne!"
Toprağımızın Kokusu Kenizé Mourad Everest Yayınları 362 Sayfa
T
oprağımızın Kokusu, Filistin-İsrail dramını çocukların kadınların, anaların ve babaların özelinde anlatıyor. Yazar bu kitabı hazırlarken birçok insanı dinlemiş, Filistinliler, Yahudiler İsrailli Araplar. Böyle bir konuda kendini doğru ifade etmenin zorluğundan bahsetmiş önce. Çünkü kimilerine göre Yahudi karşıtı kimilerine göre de Arap düşmanı olarak sınıflandırılacaktı. Kitap bir tavuğu yakalamaya çalışırken vurulan sekiz yaşındaki oğlunun ardından ağlayan Filistinli babanın gözyaşlarıyla başlıyor. Daha sonra İsrail yönetimi tarafından üç kez evleri yıkılmış bir aileyle devam ediyor. Ailenin babası şunları anlatıyor; "Çocuklar okuldaydı, döndüklerinde önce anlamadılar, evi arıyorlardı. Evin yeniden yıkıldığını anlayınca gözlerini görmeliydiniz. Altı yaşında olanı çırpınmaya başladı. Bilirsiniz bu bir çocuk için daha da korkunç bir şeydir. Çünkü ev güvenliktir, yuvadır." Filistinli diğer bir aile çöplerin alınmadığını, haftada iki üç kez su kesintisi yapıldığını, çocukların okula gidemediğini anlatıyor. Barikatlar, sokağa çıkma yasakları, altüst olmuş sağlık sistemi, felç edilmiş bir ekonomi… Haşim adında Filistinli bir çocuğun, taş attıkları İsrailli askerlerin canını sıkmak için başvurduğu yöntem bir hayli ilginç. Filistin bayrağının renklerini taşıyan uçurtmalar salıyoruz gökyüzüne. Bu da onları kudurtuyor. (Haşim haklı dünyadaki tüm çocukları için, göklerde uçurtmalara yer açılmalı. Şarkıdaki gibi… İ.Ç)
İlkgül Çelebi
Beni bu kitabı okurken en hayrete düşüren ve ürperten şey Yahudilerin inandıkları mantık almaz düşünceleri oldu. Tabi hepsi aynı şekilde düşünmüyor ama yine de çoğunluğun düşüncesi ortak görünüyor. Yahudiler İsrail topraklarının binlerce yıl önce kendilerine Tanrı tarafından verildiğine inanıyorlar. Elli yılı aşkın bir süredir, hayatta kalma mücadelesi veren bir toplum… Yazar Maha adında genç bir kızla da sohbet ediyor. Bu şok cesur bir kız. Sumud diyor. Sumud'un ne olduğu soruluyor genç kıza, "Sumud" diyor, "asla vaz geçmemek" demek, sabır demek, ülkene olan inancını yitirmemek demek, her şeye rağmen inanmaya devam etmek demek. Kitapta en can alıcı bölüm aile formu başkanı İzak Frenkenthal'ın yaptığı konuşma. İzak Frenkenthal 1994 yılında 19 yaşındaki oğlunu kaybetmiş. Şaron'un başkanlık konutu önünde toplanan kalabalığa şöyle bir konuşma yapıyor: "kanım, canımın bir parçası sevgili oğlum Arik, Filistinliler tarafından öldürüldü. Mavi gözlü sarı saçlı canım oğlum. Ahlak siyah beyaz değildir, o bembeyazdır. Ahlak nasıl düşünceden azade, acelecilik içinde olamayacaksa intikam duyguları içinde de olamaz. İsrailli ya da Filistinli masum çocuk ve kadınların öldürülmesi ahlaka aykırıdır. Oğlum Yahudi olduğu için değil başka bir ulusun topraklarını işgal eden bu ulusun vatandaşı olduğu için öldürüldü. Barışın sağlanması bu topraklarda çok zor görünüyor. Bu konuda çeşitli adımlar atılmış. Ama ne yazık ki hayata geçen hiçbir gelişme kaydedilememiş.