İbni Sina Anadolu lisesi
Dijital Kitap Dergisi Nisan 2013 Sayı: 06
encere
. 6 Sayı
"Ruh, yazının icadından beri ölümsüz. Kaya homurdanır, mermer gülümser, konuşan yalnız kitap." (Cemil MERİÇ, Bu Ülke, s.263)
3
Kitapenceremiz Sinan Kalaycı
4
Kısık Vadisi Mehmet Yaşar
5
Koku Leman Başar
6
Dil Belası Okan Demirel
8
Dönüşüm, Babaya Mektup İlkgül Çelebi
9
Kürk Mantolu Madonna Emine Beşer
10
Peygamberimizin Şemaili Efkan Vural
11
Kayıp Şehir Adile Güngör
12
Engereğin Gözü Leman Başar
13
Yol Ayrımı Ali Fuat Doçan
14
İyi Hissetmek Nazan Boztaş
15
Yemen Sami Çelik
16
Gezi Notları (Çanakkale) Sinan Kalaycı
18
Tiyatrolardan (Kanlı Düğün, Yerma ve Bernarda Alba'nın Evi) Hülya Yamen
Kitapların benim dünyamda çok özel bir yeri vardır. Küçük bir çocukken mahallemizde “ağabey”lerimizin balkon diplerinde gizli gizli çizgi roman ya da zamanın merak edilen ama tehlikeli sayılan siyasi fikir kitaplarını okuduklarını görürdük. Gizli okurlardı. Çünkü o dönemin siyasal atmosferinde kitap herhangi bir silahtan farksız görüldüğü için, çantasında kitap “yakalanan” bir gencin babasından önce destekli bir tokat
yemesi
sonrasında
da
bu
kötü
alışkanlığın
onu
nerelere
sürükleyebileceği ve hayatını nasıl karartacağı konularında sonu bir türlü gelmeyen
bir
teröre
maruz
kalması
olağan
şeylerdendi.
Tahmin
edebileceğiniz üzere bu türlü yöntemler hiçbir zaman arzu edilen sonucu vermediği gibi bizim gibi elinde kuka ve misketlerle ortalıkta dolanan sümüklülerde, dışı özenle kaplanmış o kağıt destelerine karşı dehşetli bir
Kapak Karikatürü: Ali Bulca (Türkiye)
merak ve istek uyandırırdı. Ne var ki henüz ortaokula gitmekte olan bu adamlar yanlarına yaklaşmamıza izin vermedikleri gibi babalarının onlardan esirgemediğini de bizden esirgemezlerdi.
İbni Sina Anadolu Lisesi Dijital Kitap Dergisi
Günlerden bir gün, her nasıl olduysa yüzlerinde güllerin açtığı bir gün bizi yanlarına buyur ettiler. Onlardan daima okkalı küfür yemeye alışkın bizlere insan muamelesi yaparak babacan tavırlarla bol bol nasihat
Sayı:06
ettiler. Ağzımız açık anlatılanları dinlerken bir tanesi bir kitap çıkardı. İşte benim henüz okula bile gitmediğim o yıl hayatımın ilk kitabı “Küçük kara
Editör Sami Çelik
balık” la tanışmam böyle gerçekleşti. Lafı fazla uzatmayalım ama takvim yapraklarının 1980 yılını gösterdiği günlerde artık bir silahtan bile daha tehlikeli sayılan kitaplar sobalardaki, gençler de duruşma salonlarındaki yerlerini alırken biz o
Yayın Komisyonu A.Fuat Doçan Hülya Yamen Leman Başar İlkgül Çelebi Sinan Kalaycı
Tasarım SaÇe
mahalleden taşındık. Ancak ne o zaman ne de ondan sonraki herhangi bir dönemde kitabın eskisi kadar itibar gördüğüne şahit olduğum bir gün olmadı. Birbirini kovalayan yıllar su gibi akıp geçti. Artık ülkemizde kitap okunmuyor. Ortalıkta dolanan ve ne dediği anlaşılmayan, sabun köpüğü tarzında pek çok kitap raflara güzel bir aksesuar, insanlara da entelektüel bir görünüm sağlıyor. Buna rağmen öğretmen sıfatımla, elinde bir kitapla gezen öğrencimi gördüğüm zaman hala heyecanlanıyorum. İçimdeki “sümüklü” önce merak sonra korku duyuyor. Yaklaşamıyorum yanına. Editör arkadaşlarımızın izniyle bu sayıyı ve değerli arkadaşlarımın
İrtibat kitapencere@gmail.com
birbirinden güzel yazılarını, ülkesini ve onun sorunlarını yaşının ve çağının ötesinde bir ilgiyle takip eden bu ağabeylerime ithaf etmek isterim. Hepiniz Dostçakalın.
Dijital Dağıtım
kitapencere | nisan 2013 - 06
Kısık Vadisi Kamil Aydoğan* Kaynak Yayınları 230 Sayfa Mehmet Yaşar Ekim 2012'den bugüne tam on kitap okumuşum. Bu kitaplarla Tibet'i, İspanya'yı, İngiltere'yi, Orta Doğu'yu, Cezayir'i, İtalya'yı, Kafkaslar'ı, İran'ı dolaştım. Amin Maalouf'la Yüzüncü Ad'ı aradım, İskender Pala'yla Barbaros'un Kadırgasında bulundum. Şah İsmail'le Satranç oynadım. Aymatov'la Beyaz Gemi'ye bindim, Cemile'yle yük taşıdım. Issız bir istasyonda yalnızlığı yaşadım, çocuk yaşımda devlet için tarla sürdüm. Sabahattin Ali ile Almanya'da Kürk Mantolu Madonna ile tanıştım. Lobsang Rampa ile Dalay Lama rahipleriyle Tibet'i dolaştım. Hepsi etkileyici ancak dergi için yazı yazma konusunda tercihim Kısık Vadisi oldu. Bir günde okudum; çocukluğum, gençliğim, köyüm zihnimde canlanıyordu ve her sayfasında hayatımdan veya doğduğum coğrafyada yaşananlardan bir şeyler buluyordum. Bizim yaşımızda olanlar Kısık Vadisi'ni okuduklarında kendilerinden bir şeyler değil çok şeyler bulacaklardır. Kendi yaşadıklarının, annebabasından dinlediklerinin, büyüklerinden duyduklarının Kısık Vadisi'nde yazıya aktarıldığını göreceklerdir. Ana-babalarımızım temel dini bilgileri öğrenmek için jandarma korkusuyla gözcü koyduklarını, ezanı aslıyla okumanın zorluklarını anlattıklarını hatırlayacaklardır. Büyüklerin, çocukları korkutmak veya susturmak istediklerinde (içinde yaşadıkları korkunun dışa vurumu olarak) “jandarma geliyor” dediklerini hatırlayacaklardır. Milletin güvenliğini sağlamak, hukuku korumakla görevli olan jandarmanın halkın nazarında nasıl ko r ku n u n v e z u l m ü n t e c e s s ü m ü h a l i n e d ö n ü şt ü ğ ü n ü a n l aya ca k l a rd ı r. Yo k l u k ve yoksulluğun, çaresizliğin girdabında boğulmuş olan halkın aynı zamanda baba dediği devletinin kendine reva gördüğü dışlanmışlığını, horlanmışlığını göreceklerdir.
Kısık Vadisi'ni okurken kendi köyümü, köyümün aşağısından akan Göksu'yu ve Göksu Vadisi'ni, Göksu'da boğulan ve acı ile anılan yakınları, yaylamızı, çevre köyleri (bizim o çevrede de Kertmen Köyü var), bir yerden bir yere gitmek için saatlerce yol gidildiğini, çerçi ve abdalları, düğün ve cenazelerde çevre köylerden insanların acıyı ve sevinci paylaşmak için geldiğini, yardımlaşmanın hayat tarzı olarak yaşandığını hatırladım. Romanda anlatılanlar küçük ayrıntılar dışında sanki, Kahraman Maraş'ın Kertmen Köyü'nde, Kısık Vadisi'nde değil de Mersin'in Mut İlçesi'nin Malhoca Köyü'nde ve Göksu Vadisi'nde yaşanmış gibidir. Bizim sülaleye de Kahyalı derler. Bizim oralarda köy muhtarlarına Kahya denilir. Kahraman Maraş'ta da aynı anlamda mıdır bilmiyorum. Ne çok benzerlik var, isimler, köyler, yaşananlar, duygular... Dört yıl askerlik yapanlardan, askere gidip bir daha kendisinden haber alınamayan babalardan, oğullardan hasretle, iç çekerek bahsedilir. O zamanda yaşayan insanımız, gurbet acısının ölümden daha zor olduğunu sözlerle değil iliklerine kadar yaşamışlar. Vefat edenin eşinin kayın biraderiyle evlendirilmesinin, kadının vefatı sonrasında yerine baldızın gelin alınmasının, hayatın zorluklarının oluşturduğu bir anlayış olduğunu bugünün şartlarında yetişmiş olanlar anlamazlar. Acıların, yokluğun, yoksulluğun, ezilmişliğin, horlanmışlığın, zulmün hüküm sürdüğü; buna mukabil sabrın, mücadelenin, tahammülün, yardımlaşmanın, her şeye rağmen yaşamanın hayatın ta kendisi olduğu bir dönem yaşanmış. Bütün bu acıların üzerine bir de Zarife ile Osman'ın aşkı tuz biber olmuş. Bir dönemde yaşananların anlatıldığı Kısık Vadisi okuyucuda tarifi imkânsız duygular oluşturuyor, ya o dönemi bizzat yaşayanlar... *Ankara İl Milli Eğitim Müdürü
kitapencere | nisan 2013 - 06
Koku (Bir Katilin Öyküsü) Patrick Süskind Can Yayınları 260 Sayfa Leman Başar
"Patrick Süskind"in, Almanya'da ilk yayımlanışında tam anlamıyla olay yaratan, aylarca liste başlarında kalan "Koku" adlı bu romanı, gerçekte alışılagelmiş çoksatarların oldukça dışında kalan, tarihsel boyutlarda kapsamlı bir toplum eleştirisini sergileyen bir kitap.
18.yy Fransa'sını sıra dışı bir şekilde gözler önüne seren ilginç bir kurgu. Özellikle kitabın başlangıcında, Fransa'nın bilmem hangi sokaklarındaki o kokuları duymuş hissine kapılacağınız güçlü betimlemelerin yer aldığı bir yapıt.. O yüzyıllarda Fransa'ya ve halkının yaşayışına dair iddia edilen temizlikle ilgili birçok söylemin de haklılığı böylelikle yazar tarafından kitabın başlarında ortaya konmuş oluyor.. Kozmetik sektöründe özellikle parfüm alanında rakipsiz olan Fransa'nın, bu liderliğini neye borçlu olduğunu da anlamış oluyoruz.
Kitaba tekrar dönecek olursak, kitabın son sayfasını da okuyup kitabı kapattığınızda; bitinceye dek anlamsız gibi görünen yapboz parçalarının sonuncusunu da yerine koyduğunuzda, karşınızdaki BÜTÜN'ün ruhunuzda yarattığı büyüleyici etkiyi duyuyorsunuz.. Kitabın özellikle başında yapılan ayrıntılı yer betimlemeleri, yer yer kokulara dair derin betimlemeler sıkıcı gibi gelse de kitabın sonuna geldiğinizde her sayfayı okuduğuma değdi diyebileceğiniz bir eser. Betimlemelerin uzunluğuna karşın olayların hızlı geçişleri kitabın sürükleyiciliğini sağlamış. Romanın bazı bölümlerinde Franz Kafka'nın eserlerinde görebileceğiniz psikolojik yaklaşım ve yine Kafka'nın sürrealist tarafını anımsatan psikolojik çözümlemeler dikkat çekiyor. Özellikle kitabın son sahnesi yıllar geçse bile aklınızdan silinmeyecek gerçeküstü bir sahne. Eser, koklama duyusuna da bir farkındalık getirerek günlük yaşamınızda hiç önemsemediğiniz çeşitli kokuları ilk defa duyuyormuşçasına çözümlemeye itiyor sizi ve kokuların yaşama dair en büyük kanıtlardan biri olduğunu tekrar hatırlatıyor size. Kokulara ve koklamaya hiç böyle bakmamıştınız.
kitapencere | nisan 2013 - 06
Dil Belâsı (KİTÂBÜ ÂFÂTİ'L – LİSAN)
İmam Gazâli
Okan Demirel
Çeviren: Muhammed Hakan Öner Semerkand Yayınları 248 Sayfa
Günümüz çağının en etkin kavramlarından biri iletişimdir. Çağımız “iletişim” çağıdır. Ve insanlar iletişimin temelinde “konuşma” eylemi olduğu yanılgısına düşerler. Konuşmak kolaydır; ama güzel ve etkili konuşmak zordur ve bir sanattır. Ama, iletişimin temelinde konuşmadan önce “susmak”, “dinlemek” vardır. Gevezenin biri, konuşma sanatını öğrenmek için Sokrates'in okuluna kaydolmak ister; fakat Sokrat, diğer okullara göre iki kat para isteyince, adam itiraz etmeye başlar. Sokrat adamın sözünü keserek şöyle der: “Sana bir değil, iki şey öğreteceğim. Önce susmayı, sonra da konuşmayı!... Bu yüzden iki kat para istiyorum.” “Susmak zordur” günümüz insanı için. Yaşam hızla akarken aynı hızda konuşur insanoğlu, ne söylediğine dikkat etmeden. İnsan konuşur durmadan. Konuşarak varlığını göstermek ister, konuşarak aklını sergilemek ister. Oysaki akıllı insan konuşmaz, susar aksine. Diyojen'e bir gün sormuşlar: - Üstat, bir insanın akıllı olduğunu nasıl anlarsın? Bilgin cevap verir: - Konuşmasına bakarım. - Ya hiç konuşmuyorsa? Cevap çok gecikmez: - O kadar akıllısına hiç rastlamadım. Yersiz, gereksiz ve ölçüsüz konuşmak bir hastalıktır insanoğlu için. Bu hastalık insanın dünyevi hayatını zora sokmakla kalmaz, ahir hayatını da zora sokar. O zaman, susmak en hayırlısıdır. Büyük din adamı İmam Buhari'nin ilettiği “Allah'a ve ahirete inanan, ya hayır konuşsun veya sükut etsin!” hadisi ve İmam Taberani'nin ilettiği “Hayır söz hariç dilini tutan, şeytanı mağlup eder.” hadisi bir Müslüman için konuşmanın ne kadar bilinçli yapılması gerektiğinin açık göstergeleri. “Dil Belası”, İmam Gazali'nin “İhya” adlı eserinin bir bölümünün tercümesidir. Muhammed Hakan Öner'in tercümesi ve düzenlemesiyle karşımıza çıkıyor “Dil Belası”. Dilimizin ne kadar tehlikeli olduğunu göstermekle kalmıyor, bunun tedavisi için de yol gösteriyor insana. Tabiki bunu yaparken hadisleri ve din büyüklerinin sözlerini kaynak alıyor ve çözüm yollarını sağlam bir zemine oturtmuş oluyor. Kitap, ön söz bölümüyle birlikte yirmibir bölümden oluşuyor. Kitabın önsöz bölümünde dilin tehlikelerinden ve susmanın faziletinden bahsedilerek konunun önemine dikkat çekilmiş. Bu girişten sonra insan, kitabın diğer bölümlerini okumak için daha büyük bir istek duyuyor ve kitaba dört elle sarılıyor. Giriş bölümünün sonunda dille ilgili yirmi afet olduğu, bunların en hafifinden başlanarak en ağırına doğru açıklanacağı belirtilmiş. Bu bölümlerin belli başlıları üzerinde durmak kitap hakkında daha iyi bir fikir sahibi olunmasını sağlayabilir. Kitabın ikinci afet bölümü “fuzuli konuşmak” üzerine. Bu bölümün başlangıcında yer alan “Maksadını bir kelime ile ifade edebilecekken iki kelime kullanırsan, her ne kadar içerisinde günah ve zarar olmasa da o ikincisi fuzuli olur. Yani ihtiyacından fazladır.” ifadeleri işin zorluğunu gözler önüne serer ve bu düşünce Peygamber Efendimiz (s.a.v) tarafından şu hadisle desteklenir: “Fazla ve gereksiz sözden dilini tutana ve elindeki fazla malını infak edene müjde olsun.”
kitapencere | nisan 2013 - 06
“Yapmacık konuşmak” kitabın altıncı afet bölümüdür. Yine Resûlullah (s.a.v) buyurdu ki: “Benim için en sevimsiz olanınız ve meclisimden en uzak olanınız, çok konuşup gevezelik yapan, ağzını sağa ve sola bükerek yapmacık konuşan kimselerdir. Kitabın en can alıcı bölümlerinden biri de yedinci afet olarak nitelenen “sövmek ve çirkin sözler söylemek” üzerinedir. Günümüz toplumuna baktığımızda çirkin sözlerin, sövgülerin ağzımızdan ne kadar kolay çıktığı düşünülürse amel defterimizdeki günahların ne kadar hızlı arttığını varın siz düşünün. Hele bir de şu hadisleri okuduktan sonra: “Mümin kötülemez, lanet etmez, kötü ve çirkin konuşmaz.” “Ey Âişe! Eğer kötü iş ve sözler bir insan suretinde olsaydı muhakkak insanların en çirkini olurdu.” “Allah Teâlâ, sokaklarda yüksek sesle bağırıp çağıran ve çirkin şeyler konuşanları sevmez.” “Allah'tan kork. Eğer, biri sende olan bir kusurla seni ayıplasa da sen, onda olduğunu bildiğin bir kusurla onu ayıplama. Böyle yaparsan sevabı sen alırsın, günahı da o alır. Sakın hiçbir şekilde kimseye sövme.” Kitapta en çok yer kaplayan, uzun uzadıya incelenen afet ise “gıybet etmek”. Gıybet, duyduğu takdirde hoşlanmayacağı bir şeyi bir kişinin arkasından söylemektir. Bu bölümde gıybet özüyle şöyle anlatılmaktadır: -
Bir gün Allah Resûlü'nün (s.a.v) huzurunda bir adamın arkasından “Ne kadar âciz.” dediler. Resûlullah: Kardeşinizin gıybetini yaptınız, buyurdu. Sahabeler: Ey Allah'ın Resulü (s.a.v)! onda olan şeyi söyledik, dediler. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.v): Eğer onda olmayan şeyi söyleseydiniz kendisine iftira etmiş olurdunuz, buyurdu.
Bu bölümde gıybete götüren sebepler, gıybetin türleri ve gıybete genel çareler üzerinde madde durulmuştur. Sanırım bu bölümün üzerinde bu kadar çok durulmasının en temel nedeni, insanların dille işlediği en kolay günahlardan birinin gıybet olması. Câbir ve Ebû Said (r.a) Allah Resûlü'nün (s.a.v) şöyle buyurduğunu nakletmiştir: “Gıybetten sakının. Şüphesiz gıybet, zinadan daha kötüdür. Bir adam zina eder, sonra pişman olur, Allah da tövbesini kabul eder. Gıybet eden ise gıybeti yapılan onu affetmeden günahı bağışlanmaz.” Bunlardan başka, Yüce Allah Kur'ân-ı Kerîm'de Hucurât suresinin 12. Ayetinde gıybetin kötülüğünü açıklamış ve şöyle buyurmuştur: “Biriniz diğerinizi arkasından çekiştirmesin. Biriniz, ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? Bundan tiksindiniz değil mi? Öyleyse gıybeti terk edin.” Tüm bu açıklamalardan sonra kitabın adı daha bir anlamlı oluyor: “DİL BELASI” Bu kitapla dilin, konuşmanın ne kadar sıkıntılı bir eylem olduğunu; ağzımızdan çıkan her sözün hesabını vermemiz gerektiğini öğreniyoruz. Güzel ahlaka atacağımız ilk adımın da konuşmaktan değil de “susmaktan” geçtiğini görüyoruz. Güzel ahlakı öğretmek isteyen anne babaların, güzel ahlakı öğrenmek isteyen gençlerin başuçlarında yer alması gereken bir kitap diyor ve son sözü Yunus Emre'ye bırakıyoruz: Kişi bile söz demini, demeye sözün kemini Bu cihân cehennemini, sekiz uçmağ ede bir söz.
kitapencere | nisan 2013 - 06
Dönüşüm / Babaya Mektup Franz Kafka Can Yayınları 78 /106 Sayfa İlkgül Çelebi Franz Kafka ve dönüştüğü böcek. Belki de dönüşebileceği en iğrenç böcek… Bu durum benim sinirlerimi oldukça zorladı. Dedim ki kendime “insan nasıl olur da bunu düşünür.” Yani kendini kedi, köpek, tavşan, ayı bile değil de hamamböceği olarak düşünmek, ya da o kadar berbat hissetmek. Sonra araştırmaya başladım Kafka'yı. Sadece Dönüşüm'ü okumak bana yeterli gelmedi. Bunu yazan adamın psikolojisini merak ettim. Kafka Prag'da doğmuş, Yahudi bir ailenin çocuğu. Babası ile olan ilişkisi onun tüm yaşantısına damgasını vurmuş. Yatağından bir türlü kalkamayan böcek, aslında babasıyla bir türlü anlaşamamış genç bir adam bence. Ya da –Babaya Mektuptaki gibi- varlığını sorgulayan ve kendi bedeninden bile kuşkuya düşen bir adam. Bir başka açıdan bakarsak insanların istediği şekle girmediğinizde kendinizi görüp tanımlayabileceğiniz son noktalarda biri bence. Kitap Gregor Samsa'nın ölmesi ve b ö c e k b e d e n i n i n h i z m e tç i ka d ı n ı n süpürgesiyle tanışmasıyla biter. Samsa ölünce ev halkı bekledikleri huzura kavuşur ya da Samsa öyle sanır.
Babaya Mektuba gelince, bu kitap F.Kafka ile babası H. Kafka arasında yaşanan çatışmayı anlatıyor. Kafka bu kitapta yazdıklarını iki haftalık bir zamana sıkıştırmıştır. Ve bu mektuplar babasının eline hiç geçmemiştir. Kitabı okuduğunuzda Kafka'nın iç dünyasını anlıyorsunuz. Bu dünya gelgitlerle dolu. “Çok sevgili baba” diye başlıyor, “bana verebileceğin başka bir zarar kalmamıştı.” Cümleleriyle devam ediyor. Kafka babasına hem hayran hem de ondan son derece korkup çekiniyor. Aslında o yıllar babalar kuşağının oğullar kuşağı karşısında sarsılmaz görülen otoritelerinin yarattığı bir sorun. Çünkü H. Kafka çevresinde güçlü, etkileyici, yardımsever bir kişi olarak biliniyor. Öte yandan evde oğlunun yaptığı hemen her şeyi kıyasıya eleştiren, oğlunun yaptığı hiçbir şeyi beğenmeyen bir baba. Zannımca bu baskıcı ruh hali Kafka'yı hamamböceğine dönüştürmüş…
Çok sevgili babacığım! Bana son günlerde, senden neden korktuğumu sormuştun. Her zamanki gibi cevap verememiş, bu da işte biraz yine senden korkmamdan, biraz senden korkmamın sebebinin pek çok ayrıntıyı içermesinden, dolayısıyla bunlan az buçuk da olsa sözle anlatamayacağımdan kaynaklanmıştı. Şimdi sana yazarak cevap veriyorsam, bu cevapta da yine pek çok eksikler kalacaktır, çünkü söz konusu nedeni kaleme alırken, senden duyduğum korku ve bunun sonuçlan sana karşı özgür davranmaktan beni alıkoyacak, konunun derinliği belleğimle zekâ gücümü oldukça aşacaktır. (Babama Mektup'tan)
kitapencere | nisan 2013 - 06
Kürk Mantolu Madonna Sebahattin Ali Yapı Kredi Yayınları 160 Sayfa Emine Beşer Kitaplığımda Sebahattin Ali'nin “Bütün Şiirleri” kitabını ara sıra açar, o güzel şiirlerini okurum. Hepinizin bildiği şiirlerdir bunlar… Hatta Sezen Aksu'nun, Edip Akbayram'ın söylediği şarkılardır bunlar… Mesela, “Başım dağ saçlarım kardır, Deli rüzgârlarım vardır, Ovalar bana çok dardır, Benim meskenim dağlardır. “ Veya “Başın öne eğilmesin Aldırma gönül aldırma Ağladığın duyulmasın Aldırma gönül aldırma …” Kürk Mantolu Madonna'yı okuyunca böylesine güzel bir kitabı okumakta geç kaldığımı hissettim. 1920'li yıllarda Almanya'ya meslek sahibi olmak amacıyla giden Raif Bey'in bir gün müzede gördüğü kadın tablosuna hayran kalması ve sonrasında, gerçekten bu kadınla tanışarak ona tutkuyla aşık olup, yaşamının bu tutkuyla ve aşkla nasıl değiştiğini anlatıyor. Raif Bey'in gözle görünür yaşamının dışında aslında içinde fırtınalar esen ve hiç anlaşılmayan, paylaşılmayan yaşamı ise beni çok duygulandırdı. Günümüzde çevremizdeki insanları ne kadar yüzeysel tanıdığımızı aslında asla özüne inemediğimizi, hissettiklerini ve iç dünyasını hiç bilmediğimizi gösterdi. Yapıtlarında insanların görünmeyen yüzlerini ortaya çıkaran Sebahattin Ali, bu kitabında güçlü bir tutkunun resmini çiziyor. Kürk Mantolu Madonna'yı okumakta benim gibi geç kalmayınız…
kitapencere | nisan 2013 - 06
Peygamberimizin Şemâili, Ahlâk ve Adabı Hüseyin ALGÜL Nil Yayınları 133 Sayfa
Efkan Vural İlahiyat Fakültesinden hocamız olan, Prof.Dr. Hüseyin ALGÜL tarafından kaleme alınan eser,1989 yılında Nil yayınları tarafından basılmıştır.Eser yastık altı kitabı olarak,okuyucusunun elinden düşmeyecek bir şekilde hazırlanmıştır. Her an yanımızda bulundurabileceğimiz bir biçimde,küçük boy olarak okuyucuya sunulmuştur. Yazar kitabında Sevgili Peygamberimizin günlük hayatından örnekler vererek O'nun çeşitli yönlerini tanıtmakta ,yaşantısı hakkında bilgiler vermektedir. Eserde şu başlıklar yer almaktadır: Peygamberimizin Beden Yapısı,Konuşması,Gülmesi ve Uykusu,Giyeceği ve Yiyeceği,Ev Döşemesi,Tertipli Oluşu,Estetiğe Verdiği Önem,Toplumla Münasebetleri,Yuva Kuracak Gençlere Yardım Etmesi,Misafirlere İlgisi,Adaleti,Tevazuu,Cömertliği,Şefkat ve Merhameti,Vefakârlığı,Cesareti,Utanması,Müsamahası,Ağlayışı,İbadeti,Çocuk Sevgisi ve Çocuklara Şefkati,Anne Sevgisi,Şakası,Şairlere İlgisi,İnsanların Kalbini Kazanması,Barışa Önem Vermesi,Ticari Hayata Önem Vermesi,Sahabenin Peygamberimizi Anlatması,Hz.Peygamberin Yirmi Dört Saati, Hz.Peygamberde Adâb-i Muaşeret,Örnek Alalım-Örnek Olalım. Yazar,eserinde okuyucularıyla paylaştığı bazı bilgiler şunlardır: Peygamberimiz yavaş, yavaş konuşur , her sözün arasını ayırt ederdi, hatta dinleyen onu ezberleye bilirdi. Uykudan uyandığında ise şöyle dua ederdi:”Allah'a hamd olsun ki,bizi uyuttuktan sonra uyandırdı, dönüş O'nadır. Peygamberimiz elbisesinin temiz ve tertipli olmasına önem verir düzenli yaşamaya özen gösterirdi. Müslümanlara da her hususta düzenli olmalarını tavsiye ederdi. Peygamberimiz davetlere katılır, insanların içine girer onlarla sohbet ederdi. Hz.Muhammed (s.a.v) adaletli insandı, kimsenin haksızlığa uğramasına göz yummazdı.Gençliğinden beri herkes onu “emin,güvenilir” olarak biliyordu. Hz.Aişe (r.a.) anlattığına göre Peygamberimiz, kendisine bir hediye geldiği zaman, onu getiren kişiye daha fazla ve değerlisiyle karşılık verirdi. Hiçbir kimse O'ndan söz ve davranış olarak asla herhangi bir eziyet ve zarar görmemiştir. Pegamberimiz in gençliğini ve orta yaşlılığını geçirdiği Arabistan'ın Hicaz bölgesinde edep ve haya dışı âdetler ortalığı kaplamış olduğu halde, Yüce Peygamber bu gibi adetlerin hiç birine uymamıştır. Peygamber efendimiz, en güzel amelin az da olsa sürekli yapılanı olduğunu ashabına söylüyor, usanç doğuracak kadar aşırı nafilelerle vücuda eziyet verilmemesini belirtiyordu. Hz. Muhammed (s.a.v) çocukları çok severdi,özellikle yetim ve yoksul çocuklarla yakından ilgilenirdi. Peygamberimiz anne ve babaya hürmet edilmesini isterdi.Bu konuda şöyle buyurur:Allah'ın rızası, annebabanın rızasında;gazabı da anne –babanın gazabındadır.”(Tirmizi birr ve sıla,3) … Hz. Muhammaed (s.a.v)'i anlatan bu ve benzeri kitapları okuyarak,Peygamberimizin güzel ahlâğını örnek alarak iyi bir müslüman olmaya çalışmalıyız.
kitapencere | nisan 2013 - 06
Kayıp Şehir Gülşen Gazel Mola Kitap 252 Sayfa Adile Güngör
Kitabı alırken kapak resmi ve yazılar seçim yapmamda büyük etken ÇARESİZLİK EN BÜYÜK ÇARE OLDU BENİM İÇİN.İNSAN NELER YAPABİLECEĞİNE DEĞİL DE NELER YAPAMAYACAĞINA İNANDIĞINDA ÇÖZÜLÜYOR HER ŞEY... satırı etkiledi beni. Gazetede çalışan Bilge yaşantısı okuduğu kitaptan Hz. Adem ve Hz. Havva'nın yaşantısı ilk çocukları Kabil ile Lübüz diğer ikiz çocukları Habil ile İklima hakkında, Hz. Nuh hakkında, Yunus Emre'den Fuzuli ye Kanuni Sultan Süleyman'dan Yavuz Sultan Selime, Orhan Şaik Gökyay'ı (Bu vatan Kimin) isimli şiirin sahibi olduğunu öğrendim. Sizlerle paylaşmak istediğim kitaptan bir alıntı :
«Merdüm-i dideme bilmem ne füsûn etti felek Giryemi kıldı füzûn eşkimi hûn etti felek Şîrler pençe-i kahrımdan olurken lerzân Beni bir gözleri âhûya zebûn etti felek " [ Bilmem ki gözlerime felek nasıl bir büyü yaptı ki gözümü kan içinde bıraktı, aşkımı artırdı Benim pençemin( gücümün) korkusundan arsanlar(bile) titrerken Felek beni bir ahu gözlüye esir etti..] Yavuz Sultan Selimin cariyesine söylediği bu satırların hikâyesine davetlisiniz...
Yaşamak veya yaşamamak... Yıllardır bu iki zıt arzunun pençesindeyim. Hayat, acılarımın sisli camı arkasında kâh bir kâbusa, kâh bir heyulaya benziyor. Bazen komedilerin en adisi... Bazen trajedilerin en dayanılmazı... Ve içimdeki cehennemden habersiz bir dünya...
kitapencere | nisan 2013 - 06
Engereğin Gözü Zülfü Livaneli Remzi Yayınları 175 Sayfa Leman Başar
Roman, hadım edilmiş bir zenci haremağasının perspektifinden bakıyor o döneme. Dönemin iktidarına ya da iktidarsızlığına, benim fikrimce hadım edilmiş bir iktidara, alegorik bir şekilde yaklaşıyor. Padişah adı kullanmaması, sarayın adının verilmemesi tesadüfi değil tabi ki. Böylelikle, her dönemdeki iktidarı ve iktidar etrafındaki dünyevi hırslarına yenik düşen insanları ustaca tahlillerle çözümlemiş oluyor ve bu güzel eseri 17.yy.'a hapsetmiyor. Eseri alegorik bulmamın sebebi de budur zaten.
İlk basıldığındaki adıyla “Engereğin Gözündeki Kamaşma” Zülfü Livaneli'nin şarkıcı kimliği kadar kaleminin de ne kadar kuvvetli olduğunu tekrar tekrar ispatlayan bir kitabı. Yazar, roman türünde yazdığı bu eserindeher ne kadar mekân adı padişah adı kullanmamışsa da -Osmanlı'nın 17.yüzyılına realist-sürrealist bir şekilde yaklaşmış.
Üslup çok akıcı öyle ki, kitaba başladığınız anda kitabı bitirmeye karar veriyorsunuz. Dil ise yazarın kitabın önsözünde de belirttiği üzere Naima ve Evliya Çelebi'nin etkisiyle -sanki 17.yy da yaşamış şair ruhlu bir haremağasının dili. Yazar bir altın külçeyi eritir gibi halk şiirini, halk söyleyişlerini saray içinde konuşulan dili belleğinde eritmiş, eriyip birbirine karışan bu cevheri günümüz Türkçesini işleme de kullanmış. Büyüleyici bir dil. Yazarın “Serenad” adlı kitabını okuyup bitirdiğim zaman hissettiğim hayranlık ve üzüntü karışımı duyguyu bir kez daha derinden hissettim. Sanatçının engin bilgi birikimi sizi hem kitaplarının içine çekiyor hem de kitabı kapattıktan sonra birçok konuda araştırma yapmaya sevk ediyor. Büyük bir zevkle okuyacağınıza inandığım bir eser. İyi okumalar.
kitapencere | nisan 2013 - 06
Yol Ayrımı Kemal Tahir İthaki Yayınları 493 Sayfa Ali Fuat Doçan Kitap, Kemal Tahir tarafından yazılmış. Bir üçlemenin veya nehir romanın üçüncüsü. İlki Esir Şehrin İnsanları, ikincisi Esir Şehrin Mahpusu, üçüncüsü de Yol Ayrımı. İthaki yayınları kitabı 2005 yılında basmış. Benim okuduğum kitap 4. Baskı. Mart 2012'de İstanbul'da basılmış. Kitap 493 sayfa ve üç bölümden oluşuyor. Birinci bölüm Madrabazlık adını taşıyor, 147 sayfa. İkinci bölüm Kuvayı Milliyeciler adını taşıyor 151-331 arası. Üçüncü bölüm Yol Ayrımı adını almış, 335-493 arası. Kitabın bölüm başları yazarın, nelerden söz edeceğini veya tarihî bir gerçeği nasıl kurgulayacağını bize sezdiriyor. Âsım Bey, yeni bir siyasî partinin kurulacağını Yalova'da öğrenince hemen bir fırsatını bulup İstanbul'daki Vakit gazetesi merkezine bir telgraf çeker. Âsım Bey, Vakit gazetesinin sahibidir. Roman bu telgrafla başlıyor. Atatürk, Yalova'dadır. Yurt dışında elçi olan Fethi Bey'i çağırtmış, ona Serbest Cumhuriyet Fırkasını kurdurmayı kararlaştırmıştır. Devlet büyükleri de oradadır. Bu durumu açıklamadan önce İsmet Paşa'yla ve öteki ileri gelenlerle görüşmüştür. Bütün bu görüşmelerin yapıldığı salonda gazete sahiplerinden biri de vardır. Bu durumu yukarıda da söylediğimiz gibi bir telgrafla İstanbul'a Vakit gazetesi idaresine bildirir. Telgrafı alan gazetedeki çalışanlardan Murat Bey, meraklanıyor. Ancak böyle durumlara alışık olduğu belli. Telgrafta birinci sayfanın bekletilmesi yazıyor. O da ilk sayfa yerine öteki sayfalardan gazeteyi basmaya başlıyor. Âsım Bey gelince durum aydınlanıyor. Gazeteyi dağıtanla Murat beyin tiraj hakkındaki görüşmelerini beğendim. Gazeteyi dağıtmakla görevli olan kişi, çok yüksek baskı adedi istiyor. Bunun için gereken parayı da kendisinin vereceğini söyleyerek istediği trajda gazeteyi bastırıyor. Dediği de ertesi gün çıkıyor. Murat Bey'in bir arkadaşı vardır. Bu çok hastadır. Bunlar birkaç kafadar, yeteri kadar paraları olmadığından dönemin İstanbul'undaki ucuz yerlerde, oralara paraları yetmezse mezbeleliklerde gecelemektedirler. Yine böyle gecelerden birinin akşamüstü, defalarca deprem görmüş, yıkılmak üzere olan eski bir medresenin içinde kalmaya karar verirler. Ancak yıkılacak endişesiyle medrese binası mühürlenmiştir. Bu kafadarlar, mührü söküp hasta
arkadaşlarını yıkık medresenin sağlam gibi görünen bir odasına yerleştirirler. Bir süre sonra polis ekibi gelir. Odalardan birinde yatan Murat Bey'in hasta arkadaşını kapı önüne çıkarır, tutanağı tutar, giderler. Murat Bey ve arkadaşları bu durumdayken, bir kısım akrabaları işin içine girer. Akrabalardan bir bayanın, bir kızı vardır. Bu kız, önceleri mutlu görünür. Ancak bir süre sonra babası bildiği kişinin gerçek babası olmadığını öğrenir. Aradan geçen zaman içinde gerçek babası, savaş alanlarındadır. Kendisinden haber alınamaz. Bunun üzerine öldüğü haberi yayılır. Hatta bir gün annesine “boş kâğıdı” denilen bir belge ulaşır. Bu belgeden sonra kızın annesi bir başkasıyla evlenir. Bu arada kızın gerçek babası İstanbul'a döner. Kızını arar ve bulur. Ancak birden karşısına çıkıp, ben senin babanım demeyi kendine yediremez. Belki kızının hesap sormasından çekinir. Kızının karşısına yakın akraba olarak çıkmak ister. Buluşma için kızın babasının kılık kıyafetinin düzgün olması gerekiyordur. Kızın babasının bulunduğu evde bir tarihî yatak takımı vardır. Bu yatak takımı satılacak ve parasıyla kızın gerçek babasının kıyafeti alınacaktır. Baba, aslında bir Kuvayı Milliyeci'dir. Ancak kız, bunu bilmemektedir. Sık sık çevresindeki insanlara Kuva-yı Milliyecileri desteklemedikleri için kızmaktadır. Yatak takımı, satılması için dönemin ünlü hanlarından birinde bulunan tarihî eser alıp satanlardan birine getirilir. Tellal yardımıyla satılacaktır. Ancak istenen para handa verilmez. Bu arada tarihî eser satıcısını öneren Kadın, hana gelir. Bu kadın Şükran Hanım'dır. Yatak takımının sarılı olduğu bohçanın yatak takımından daha değerli olduğunu görerek, değerini vermeyecekse başka birine götüreceğini söyleyerek, değerinden satılmasını sağlar. Burası da hoşuma gitmişti. Öte yandan Murat Bey'in arkadaşlarından hasta olan ağırlaşmış, yatak takımının satılmasına yardım eden Şükran Hanım tarafından parası ödenerek bir hastaneye yatırılmıştır. Burada kısa bir süre sonra ölür. Durumu haber alan Murat Bey, bir gece bir evde, büyük ihtimalle Şükran Hanım'ın evinde bilmediklerini öğrenmek için bulunurken, aslında Şükran Hanımı sevdiğini fark eder. Bulup okumanız veya alıp okumanız dileğiyle.
kitapencere | nisan 2013 - 06
İyi Hissetmek David Burns Psikonet Yayınları 412 Sayfa Nazan Boztaş
Depresyon üzerine yazılmış yaklaşık 1000 kendine yardım kitabı arasında en faydalı kitap seçilmiş. Profesyonel terapi yerine önerilmemekle birlikte depresyon ve kaygı şikayeti olan herkese iyi gelecek bir kitaptan bahsetmek istiyorum. Depresif durumlarınızın hepsinin değilse bile bir çoğunun nedeni olan on bilişsel çarpıtmadan bahsederek ve hayat boyu bu bilgilerden yararlanacağımızı örnekleriyle anlatıyor. Bilişşsel çarpıtma örnekleri: Ya hep ya hiç düşüncesi, Aşırı genelleme, Olumluyu geçersiz kılmak, Sonuçlara atlama(akıl okuma-falcılık), Aşırı büyütme, Duygusal kararlar, Meli-malı cümleler, Etiketleme, Yanlış etiketleme, kişiselleştirme. Pratik uygulamalardan da bahsediyor: Özgüven oluşturmak, değersizlik duygusunun üstesinden gelmek.
Depresyonda iken hiçbir şey yapmak istemeyiz. Bunu nasıl yenebiliriz örnek uygulamalarla anlatılıyor.(ümitsizlik, çaresizlik, kendimizi bunaltmak, kendini etiketleme, ödülleri değersizleştirmek, mükemmeliyetçilik, başarısızlık korkusu, başarı korkusu, onaylanmama ve eleştirilme korkusu, baskı ve gücenme, hayal kırıklığına karşı dayanıksızlık, suçluluk ve kendini sorumlu hissetme,) Öfke hakkında bilmeniz gereken 10 şey, suçluluğu yenmenin yolları…. Onay bağımlılığı, sevgi bağımlılığı, mükemmelliyetçiliği yenmenin yolları. Günlük hayatın stres ve gerilimleriyle başa çıkmak…. Depresyon kaybolmaya başladığında onun yerini hayattan keyif alma ve rahatlama isteği alır. Kesinlikle buna hakkımız vardır. Ben depresyonda değilim ki demeyin sizin içinde oldukça faydalı olacağına inanıyorum. Çünkü açıklamalar ve uygulamalardan yararlandığımızda kişisel gelişimimiz için de oldukça verimli önerilerle dolu. Kitaplığımızda yer almayı fazlasıyla hak eden bir kitap. İyi okumalar…
İşte size iyi bir haber; kendinizi kaygı, suçluluk, kötümserlik, erteleme, düşük benlik saygısı ve depresyonun diğer "dipsiz kuyu" lardan ilaçsız kurtarabilirsiniz! İyi hissetmek'te, psikiyatrist David Burns duygularınızı harekete geçirecek ve hayata daha olumlu bakmanızı sağlayacak, bilimsel olarak test edilmiş teknikler sunuluyor. Duygu durumunuzdaki dalgalanmaların nedenlerini anlayın Olumsuz fikirleri kafanızdan silip atın Suçluluk duygunuzla başa çıkın Sevgi ve onay bağımlılığınızın üstesinden gelin Özgüveninizi arttırın "Hiç bir şey yapmamak" ile baş edin Depresyonun acı veren girdabından kurtulun "Okunacak ve tekrar okunacak bir kitap!" Los Angeles Times
kitapencere | nisan 2013 - 06
Yemen / Çanakkale Medine Müdafaası Mehmed Niyazi / İsmail Bilgin Ötüken-Timaş Yayınları Sami Çelik “Ah şu yalnızlık kemik gibi, ne yanına dönsen batar" * “Yemen çölü; nasıl bir ölü uykusundasın ki bunca şehidin kanı seni yeşertmedi. Anaların, gelinlerin ve nice yetimlerin ıssız yerlerde döktükleri gözyaşları yağmur olup üzerine yağsaydı, bağrında ormanlar fışkırırdı. Hâlâ derin bir sükût içindesin; bir dile gelsen, neler anlatırsın, neler…” Mehmed Niyazi hoca, “Yemen! Ah! Yemen!...” kitabına böyle giriş yapıyor. Ve daha girişte sizi nasıl bir c e n d e re n i n iç in e ç e ke c eğ i n i, b u n d a n a s la kurtulamayacağınızı haykıran bir film fragmanı gibi kavrıyor. Yemen'i İsmail Bilgin'in Medine Müdafaası kitabının hemen akabinde okudum. Medine Müdafaası Fahrettin Paşa'nın “Çöl Kaplanı” lakabını aldığı destanın adı. Hatıratlardan romanlaştırılmış bir çalışma. Edebi bir değerinin olduğunu zannetmiyorum. Ancak yaşı kırkı aşmış bir öğretmen olarak sığlığım, daha dün denilebilecek yakınlıktaki tarihi olaylar karşısındaki kifayetsizliğim adına bir kez daha kahroldum. Yemen için de, Çanakkale için de. Yüzlerce hayali kahramana binlerce film çeken elin oğluna gel de imrenme diyorsunuz dudaklarınızı kemire kemire. Ya bir de türküsüz kalsaydık! Açlığımı bir nebze yatıştırsın diye Medine Müdafaası, Yemen ve Çanakkale'yi peş peşe okudum. Sarıkamış'a cesaret edemedim. Gerçekler çok acıtıyor. Cahit Zarifoğlu “Ne çok acı var...” Diyordu günlüğünde, benzer dramlara gönderme yaparken. Ya bizim bunca acı karşısındaki acınası halimiz! Hadi aklı başında eğitimciler olarak ikişer cümle kuralım, üç değil. Ya sokaktaki adam… Ama nutuk hususunda elimize su dökülmez, hem de en hamasisinden. Orhan Veli özetlemiş işte; “Neler yapmadık şu vatan için! Kimimiz öldük; Kimimiz nutuk söyledik.”
El hak söyleriz de. Ama nolmuş canım kırmızıda geçmişsem? Amaan neyse işte Fuzuli konuşalım yine “Dert çok, hemdert yok, düşman kavi, tali' zebun” Yemen'den “ah, ah” lar; · “çıldırmaları en büyük nimetti; fakat kaderleri onlardan bunu da esirgiyor, nasıl olacaklarını onlara gösteriyordu. /s.171” · “onlar için haber havadan, sudan daha değerliydi. / s.252” · “çöl her şeyi tüketen bir ortamdır; ne dökersen, ne koyarsan, yok olup gider. /s. 254” · “ah zalim hayat; çocukluğumuzun temizliğinden bize bir şey bırakmadın! / s.291” · “çöl insanı, zannedilen gibi sadece cahil, fakir, çıkarcı değildir; yeri gelince idrakinde güçlük çekeceğimiz âlicenaplıklara sahiptir. /s. 307” · “Bir kardeş Tanrı Dağları'nda, Ortaasya'nın bozkırlarında, diğer kardeş ise çöllerde boğuşuyordu. / s.335” Ve arka kapak yaraya tuz döker; “Bir zamanlar endişeyle, elemle andığımız Yemen sayısız gencimize mezar oldu. Yıllarca; “Gece bir ses geldi derinden derinden Beni mi çağırdı Yemen çöllerinden” diyen yaşmaklı kızlarımızın yürekleri orada çarpardı. Cihan biliyor ki hiçbir milletin evlatları onların şartlarında, onlar gibi savaşmadı; destanların en dokunaklısını arkalarında bırakmadı. Ne hazindir ki şimdi o ıssız vadilerde, engin çöllerde ne mezar taşları, ne de ziyaretçileri var… Ansiklopediler “Yemen'de ölen Türklerin sayısını tarih bilmiyor, öğrenmekten de korkuyor” derlerken nesillerle süren dramımızı anlatıyorlar; fakat hiçbir dram unutmak ve unutulmak kadar dramatik değildir.” * Cahit Zarifoğlu
kitapencere | nisan 2013 - 06
GEZİ NOTLARI:
ÇANAKKALE
Sinan Kalaycı Yola çıkmadan, bundan tam 98 yıl önce Gelibolu da yaşanan ve tarihin o güne dek gördüğü en kanlı ve vahşi ama bir o kadar da büyük ulusumuzun övünç vesilesi kahramanlıklarıyla dolu savaşları hakkında yeteri kadar bilgi sahibi olduğumu düşünüyordum. Ve yine biliyordum ki; “Çanakkale Destanı” adını verdiğimiz ve siperinde tüfeğiyle yatan mehmedinden, gözü ufukta, aklı ve yüreği yurdunun kurtuluşunda olan Mustafa Kemal lerine kadar tüm savaşçılarımızın yarattıkları bu büyük öykü aynı zamanda tarih boyunca ülkemizi paylaşmak ve bir sömürge durumuna getirmek isteyen emperyalist güçlere vurulan bir tokattı. O Emperyalistler ki ilk olarak boğazı büyük deniz kuvvetleriyle geçmek istemişler ancak inatçı ve kararlı vatan savunması karşısında heybetli ve kibirli gemileri sırasıyla ters yüz olmuştu. Yenilginin başını döndürdüğü ve tüm nüfuzunu sarstığı sömürgeciler çılgınca bir karar vererek boğaza asker çıkarmışlar ve o andan başlayarak Türk, İngiliz, Alman, Avustralyalı… pek çok ulusun evlatlarının kanının akmasına neden olacak kanlı çatışmaların fitilini de ateşlemişlerdi. İşin başında her şey ama her şey kolay ve mümkün görünüyordu. İstilacılar planlanan noktalara çıkmışlar ve zafer yürüyüşlerine başlamışlardı. Ama bir yere kadar… İşte bu bilgilerle dolu ve yoğun bir Cuma gününün insanı sarhoş eden yorgunluğu ile tatlı bir serinlik içinde yola düştük. Ersin Bacaksız Anadolu Lisesi öğretmen ve öğrencileriyle birlikte paylaşmak zorunda olduğumuz büyük otobüsümüzde üç arkadaşımla birlikte görevli öğretmen olarak ben ve onyedi öğrencimiz bulunuyordu. Her birini tanımış olmaktan büyük onur duyduğum, Çanakkale kahramanlarının emanetinin değerinin farkında ve büyük bir tarih bilinci içindeki gençlerimiz yaptıkları gezinin amacının farkında olarak gerek yolculuk boyunca ve gerekse de tüm gezi süresince büyük bir olgunlukla hareket ettiler. Otobüste uyumakta zorlanan bizler ilk olarak uykusuzlukla mücadele etmek zorundaydık. Çeşitli akıl oyunlarıyla zaman geçirenler
olduğu gibi arka sıralarda kitap okuyanlar hatta fizik soruları çözmeye çalışanlar vardı! Bizler ise sohbet etmeyi tercih ettik. Çok yorgunduk ama sevgili Gülseren ablamız ve Ceyda nın yaptığı enfes kek ve böreklerle teselli bulduk. Birlikte daha önce pek çok kereler gezilere katıldığımız bu güzel ve neşeli insanların varlığı bile uzun yolculuğumuzun tüm yorgunluğunu unutturdu. Artık Çanakkale deyiz. Emperyalist planların bozulduğu, ulusun kendi kaderine el koyarak, Avrupa nın ölmesi artık mukadder kabul edilen hasta adamından yeni, taze ve dipdiri bir cumhuriyete uzanan yolları döşediği kutsal vatan toprakları…Sabah yaptığımız hızlı bir kahvaltının ardından otobüsümüzle limana ulaştık. Buradaki hem de bu saatteki çok büyük kalabalığı görerek hayrete düştük. Bizi Eceabat a götürecek feribotu beklerken farkına vardık ki yalnızca ilçemizden değil Türkiye nin pek çok bölgesinden aynı amaçla gelen insanlar buradaydı. Bu çok dikkate değer olmakla birlikte, oluşan yoğunluk hareketimizi güçleştiriyor ve beklemek bizi bedenen ve zihnen yıpratıyordu. İlk durağımız kahraman Seyit onbaşının 275 kg lık top mermisini sırtladığı ve Fransız zırhlı savaş gemisi “Bouvet” ye ağır zarar verdiği tabyalar oldu. Öğrencilerimiz bu çelik devlerin yanında anı fotoğrafı çekerlerken, zırhlarda dikkatimi çeken büyük delikler bana bu son derece iyi gizlenmiş topların ve askerlerin ne dehşetli bir ateş altında olduklarını düşündürdü. Yalnızca bir savunma mevzii olarak değil aynı zamanda bir sanat eseri sayılabilecek bu büyük yapılar, köklü bir geleneğe sahip büyük Türk Ordusu nun askeri ustalıkla mimari zenginliği birleştiren yönünü yansıtıyordu.
kitapencere | nisan 2013 - 06
Bulunduğumuz yerin bir milli park ve şehitlik olması itibarıyla gerek Mehmetçiklerimizin ve gerekse de “Anzak” adı verilen Avustralya ve Yeni Zelanda askerlerinin yan yana yattığı pek çok şehitlikler gördük ve gezdik. Bunlar içinde beni en çok etkileyen ve Tolstoy'un ünlü “Sivastopol Öyküleri' ni anımsamama neden olanı 57. Alay şehitliği oldu. Vaktiyle Kırım yarımadası nın Sivastopol kentinde, içlerinde Tolstoy'un da topçu subayı olarak bulunduğu Rus ordusu bizdekine benzer savunmalar yapmış ve o zamana kadar savaş hakkında çok yüzeysel ve yanlış düşüncelere sahip olan bu büyük yazar yaşadıklarından sonra savaşın o gerçek ve çirkin yüzünü yansıtan ünlü eserini kaleme almıştı. 57. Alay şehitliği öyle bir yerdi ki; kendisi yarbay, emrindeki birlik tümen olmasına rağmen güç olarak yalnızca eksik donatımlı iki alaya sahip “büyük asker”in kendi inisiyatifiyle harekete geçerek temayüz ettiği ve savaşın kaderini değiştirerek “kazandığımız an bu andır” dediği yerdi. Yaşadıklarımızı ve gördüklerimizi tek tek anlatmaya olanak yoktur. Çünki otobüsümüzün hareketi sırasında bile pencerelerden gördüğümüz iç içe geçmiş siperler ve su kenarlarında kurulan perişan seyyar hastaneler, çarpışmaların acımasızlığı ve iki taraf için de katlanılmaz boyutları hakkında bizi yeterince aydınlatmaya yetti. Son olarak büyük Çanakkale Şehitler Anıtı na ulaştık. İnanılmaz derecede güzel bir manzara karşısında dünyanın bu en güzel yerinde yüklü duygular içerisindeydik. Bu düşüncelerle fotoğraflar çekerken gözümüze Mustafa KEMAL in o büyük önderin sözleri ilişti. Şöyle diyordu:” “Bu memleketin toprakları
üstünde kanlarını döken kahramanlar! Burada bir dost vatanın toprağındasınız. Huzur ve sessizlik içinde uyuyunuz. Sizler Mehmetçiklerle yan yana, koyun koyunasınız. Uzak diyarlardan evlatlarını harbe gönderen analar! Göz yaşlarınızı dindiriniz. Evlatlarınız, bizim bağrımızdadır. Huzur içindedirler ve huzur içinde rahat rahat uyuyacaklardır. Onlar, bu toprakta canlarını verdikten sonra, artık bizim evlatlarımız olmuşlardır.” Zamanının çok ama çok ötesinde derin bir kavrayışa ve barışçı bir anlayışa sahip bu sözler karşısında düşünmemek ve duygulanmamak elde değil. Kendisine ve ülkesine yönelen düşman politikalara karşı yiğitçe, korkusuzca savaşan ama hasmının zehirleyerek dünyanın tüm köşesinden topladığı ve kendi topraklarında ateşe attığı zavallıların ruhlarına hürmeten “ezeli düşmanlığı” “ebedi dostluğa” çeviren büyük insan Türk Ulusu nun savaşa verdiği yanıtı en özlü haliyle ortaya koyuyordu. Eceabat tan ayrılırken feribotta Gelibolu ya son kez bakarken tüm şehitlerimizi ve büyük önderi tekrar şükranla andık ve aziz ruhları önünde saygıyla eğildik. Kitaplarda okuduklarımızdan daha farklı ve derin bir ruh ve inanca sahip olarak dönüş yolundaydık. Bunu yol arkadaşlarımın ve öğrencilerimizin gözlerinden anlıyabilmem zor olmadı. Tertemiz kalpli bu güzel insanlar akşam yemeğinden sonra koltuklarına deyim yerindeyse “düştüler”. Bizim dışımızda olan ve istemeden içine düştüğümüz küçük bir tatsızlık dışında yolculuğumuz sorunsuz geçti.(19.04.2013)
kitapencere | nisan 2013 - 06
Perdepencere
PerdePencere'nin bu sayısı için Garcia Lorca'nın üç oyununu birden okudum. Kanlı Düğün, Yerma ve Bernarda Alba'nın Evi. Üç oyunda da bizim kültürümüzdekine çok benzeyen konular işleniyor. Konular birbirine benzeyince sorunlar da benzeşiyor doğal olarak. Kanlı Düğün'de geleneğin kadına baskısı incelenmiş. Oyunun kadın karakteri “Gelin” başkalarının çizdiği kaderi yaşamaya mecbur kalmış bir genç kız. “Kaynana, Güvey ve Gelin'e âşık olan Leonardo'nun çizdiği kaderi yaşayan bir genç kız. Evlenmeyi istemediği halde, uygun görülen biriyle evlilik hazırlıkları yapmaya zorlanan bir genç kız. Oyunun tek mağdur kadını Gelin değildir üstelik. Kocasıyla oğulları kan davasına kurban gitmiş Kaynana ve kocası başkasına aşık olan Leonardo'nun – hamile - Karısı da oyunun öteki mağdur kadınlarıdır. Oyun yer yer şiirlerle süslenmiş. Bizdeki ağıt geleneğine uygun küçük şiir parçaları şarkı sözleri olarak verilmiş eserde: “Uyan gelin uyan, yaklaşır düğün alayı, tarlaların ordan; tepsiler dolusu yıldız çiçeği, yığın yığın , pastaları sorarsan.” Gelin ve babası, evlilik hazırlıklarını yaparken Kaynana ve erkek tarafının kadınları da kendi hazırlıklarını sürdürürler. Oysa kader Leonardo'nun elinde yeniden şekillenmektedir. Gece yarısı atını çatlatırcasına Gelin'in çiftliğine
süren Leonardo, evde hamile karısını diğer çocuğuna ninni söylerken bırakmıştır. Amacı Gelin'in Güvey'le evlenmesine engel olmaktır. Ama hangi sıfatla? Oyun “aldatma” kavramına da başka bir açıdan bakmamızı sağlıyor aslında. Aldatan kadın gibi görünen Gelin, bu duruma razı değildir. “Beni sev demedim ki?” diye geçirir içinden. Evleneceği adamı kendi seçmediği gibi kendisini seven adamı da seçemez. Söylentilere, dedikodulara da engel olamaz. Nikâhtan hemen sonra, düğün kutlamaları sırasında, Leonardo, hamile karısını düğün evinde bırakarak Gelin'i kaçırır. Kader, herkesin yüzüne yansıtılmıştır yazar tarafından. Gelin'i kaçıran Leonardo, katil olan sülalesinin öfkeli yüzünü ve tutkusunu taşır yüzünde. Güvey ise Leonardo'nun sülalesi tarafından öldürülen babası ve ağabeyinin yazgısını taşır kül rengi yüzünde. Kaçırılan Gelin'i bulmak için uzun bir sürek avı yapılır. Güvey ve bütün köy halkı elde silah ikiliyi arar. Kıstırılan Leonardo silahına davranır. Oyun iki erkeğin ölümüyle biter. Geride kanları toprağa dökülmediği halde ölmüş kadınlar kalır. Kaynana, Leonardo'nun Karısı ve Gelin. Kanları damarlarında akar ama ölüdürler. Gelin Kaynana'nın yas evine gelir, Kaynana onu elleriyle boğsun diye ama kendini öldürtmeyi başaramaz. Hayatlarında yastan başka bir şey yoktur artık. Bu hikaye, bana “görücü usulüyle evlilik, kan davası, kuma” sözcüklerini çağrıştırdı
kitapencere | nisan 2013 - 06
Perdepencere
Hülya Yamen İkinci oyunumuz “Yerma”.
Yerma'nın kocası çok
Kocasının cenazesinde eve taziyeye gelen genç kızlara
çalışır, tarlasını genişletmek için geceleri bile tarlada yatar.
şu cümleyi savurur Bernarda: “Kadınlar kilisede papazdan
Juan evden uzak durmak ister çünkü çocuğu olmamaktadır.
başka hiçbir erkeğe bakmamalıdırlar. Papaza da etekli olduğu
Yerma'nın çocuk ısrarına tarla bahanesine sığınarak
için bakılabilir. Erkeklere başını dönmek pantolon sıcaklığı
katlanmaya çalışır. Juan'ın evden uzaklaşması dedikoduları
aramak demektir.”
tetikler. Namuslu bir kadın olmasına rağmen Yerma ile köyden
Oyunda hiç erkek görülmez ama evlilik çağındaki
Victor'un adını çıkarmaya çalışırlar. Kocası da kız kardeşlerini
kızların ağzından “Pepe” adı düşmez. Bernarda, ikinci kocası
eve getirir. Çocuksuzluktan bunalan Yerma, bu kez konuşmayı
ölünce gelenekleri gereği sekiz yıl boyunca pencerelerine
sevmeyen iki görümceyle cehennem hayatı yaşar. Kocasına
duvar örülmüş gibi yaşayacaklarını söyleyince en küçük kızı
sokulma girişimleri de sonuçsuz kalınca evliya türbelerini
“Beni kapayamazlar.”der.
dolaşmaya başlar. Orada dönen dolapları keşfetmesi uzun
Öyle de olur, ablasının nişanlı Pepe ile samanlıkta
sürmez. Evliya türbelerine kadından çok bekâr erkekler akın
buluşmayı sürdürür. Oyunun sonunda annesi kızının
etmektedir. (Bizdeki üfürükçü, ırz düşmanı, sahte din adamı
yaptıklarını öğrenince adamlarına Jandarmalar gelmeden
tiplemelerini hatırlamadan edemiyor insan.)
Pepe'nin işini bitirmelerini emreder ve eniştesinden hamile
Bu gençlerden birinin annesi Yerma'ya oğluyla
kalmış küçük kızının kendini asmasına neden olur. Bernarda'nın
evlenmesini teklif eder. Yerma, kocasını seven namuslu bir
kızı için söyledikleri bize ne kadar da tanıdık gelir: “ Kız oğlan kız
kadın olduğunu söyler ve yaşlı hanımı azarlar. Kocası Yerma'yı
öldü benim kızım. Başka bir odaya kaldırıp kız gibi giydirin.
izlemiştir ve konuşmaları dinler. Karsına onu çok sevdiğini ama
Kimse bunun sözünü etmeyecek. Siz de ağlamayı kesin. Ölüme
çocuk olmadan onunla mutlu yaşamak istediğini, çocuksuzluğu
sessiz katlanmak gerekir. Bağrınıza taş basarcasına susun!”
kabul etmesi gerektiğini söyler. Çıldıran Yerma, Kocasını orada boğarak öldürür.
Bizdeki fanatik mahrem anlayışının bir benzeri. Çarşafa giren sadece kadın değil, kadının bilinci de çarşaflanabiliyor.
Yerma'nın takıntıya dönüşmüş çocuk özlemi, bazı
Bernarda'nınki bunun “İspanyol”cası sadece.
kadınların “Amaaan, iki çocuk doğurur atarım önüne, kapar
PerdePencere geleneği üzere yazımızı “rahatsız eden,
çenesini bağlanır evine .” diyen kadınların kocaları ve
kafa karıştıran ve düşündürmeye çalışan” sorularla bitirelim:
kocalarının ailelerindeki statülerini sağlamlaştırma
— Gelenek ve töre kadını korumayı bırakıp iğneli fıçı olursa
bayağılığıyla ne kadar örtüşür?
kadın ne yapmalıdır?
Üçüncü oyunumuz Bernarda Alba'nın Evi. Bernarda,
— Çocuk doğurmak veya doğurmamak bu kadar önemli midir?
ev halkı ve hizmetçiler tarafından zorba olarak tanımlanan ev
Bir kadın neden doğurmak ister?
sahibesidir. Zorbalığı geleneklere sıkı sıkıya bağlanmasından
— İspanyol köylüsüyle Anadolu köylüsü arasında fark var
gelir.
mıdır?
kitapencere | nisan 2013 - 06
kitapencere | may覺s 2011 - 04