Kitapencere Sayı:03

Page 1

Sincan ibni Sina lisesi Dijital Kitap Dergisi Nisan 2011 Say覺: 03

encere


3

Kitapenceremiz Perihan Ceylan

4

Babil'de Ölim İstanbul'da Aşk Cennet Kayan

6

Mevlana Süleyman Harmancı

8

Yüzüncü Ad Hasan Eldemir

9

Mesmevi'de Geçen Bütün Hikayeler Varol Hazinedaroğlu

10

Bin Muhteşem Güneş Ayfer Özkan

11

Düşünce Gücüyle Tedavi Aylin Yıldırım Saraç

11

Menekşeli Metrup Sibel Bayur

12

Zeytindağı Sinan Kalaycı

13

Çocuk Terbiyesinde Doğru Bilinen Yanlışlar Osman İnkaya

14

Altay Destanları Veli Gül

16

Aşk Böyle Yaşanır Bülent Yolcu

17

Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana Neşe Gül

18

Halide Edib Eyyüp Çetin

19

Abdülhamid'in Kurtlarla Dansı Leman Başar

20

Güneşe Dön Yüzünü İlkgül Çelebi

20

Murtaza NçKemal Arıcı

21

Kayıp Adile Güngör

22

Sevdalinka Mehmet Yaşar

23

Siddhartha Hasan Yılmaz

24

Beyaz Zambaklar Ülkesi Vahide Akdemir

25

Resmi Tarih Yalanları Azgelişmişlik Sürecinde Türkiye Ahmet Can

26

Gençlerle Başbaşa Efkan Vural

27

Fosforlu Cevriye İçlerinden Hangisi Hülya Yamen


encere Kapak Karikatürü: Alireza Dervish

Sincan İbni Sina Lisesi Dijital Kitap Dergisi

Sayı:03 Editör Ahmet Can Hülya Yamen

Tashih A.Fuat Doçan N.Kemal Arıcı

Tasarım SaÇe

İrtibat kitapencere@gmail.com

Dijital Dağıtım http://issuu.com/ibnisina/docs

kitapencere


Babil’de Ölüm İstanbul’da Aşk İskender Pala L&M Yayınları 392 Sayfa

Dicle'nin serin yamaçlarında bir çilek iken, kara kaşlı kara gözlü Arap kızı Leyla tarafından koparılan ve kazana atılarak kaynatılan, güneşte kurutulup, parşömen olan bir kağıdın dilinden başlar hikaye.Leyla adını verdiği bu Arap kızı, aşkını ilerde Fuzuli'nin eline geçerek Leyla ile Mecnun kitabı olacak olan bu parşömen kağıdına emanet eder.

K

itap, Hileli Mehmet Fuzuli'nin ölümsüz aşk kitabı "Leyla ile Mecnun" mesnevisini, tarih ve edebiyatın harmanlandığı mükemmel bir roman kurgusuyla yeni nesillere tanıtmaktadır. Divan şiirini sevdiren adam sıfatıyla tanıdığımız İskender Pala, bu romanında "Leyla ile Mecnun" (L&M) mesnevisini ve Mecnun'un -belki de Fuzuli'nin - aşk elemini (eLeM) kitaba anlattırır. Yazar, romanın ilk sayfasında "Bize kalırsa aşkı tanımayan bir okuyucu bu kitabı hiç okumamalıdır." diyerek aslında aşkın, herkesin can sıkıcı bulduğu acı, hasret, ayrılık en çarpıcısı da ELEM olduğunu anlatmaktadır. Eleme dair en güzel dizelerin ise Fuzuli'nin kaleminden çıktığı vurgulanmaktadır. Dicle'de bir küçük çilek idim ben Mecnun olup hayat buldum yeniden

Roman, Kanuni'nin Bağdat'ı fethettiği günlerde başlayarak, Tanzimat'ın ilan edildiği güne kadar geçen yaklaşık üç yüz elli yıllık bir zaman dilimini anlatır. Kitabın her bölümünün bir beyitle başlaması, romana akıcılık sağladığı gibi okuyucuyu da şiir iklimine çekmiştir. Fuzuli, yeni yazacağı kitabı için kütüphanede araştırma yapmaktadır. Bağdat'ın fethedildiği gün kütüphanenin âmâ görevlisi, siruş başlıklı murassa hançeri ve Babil Cemiyeti'ne ait bazı sırları vererek, Fuzuli'den bunu saklamasını ister ve oracıkta kuşağında sakladığı zehiri içerek ölür. Fuzuli, murassa hançer üzerindeki Babil Cemiyeti'nin yedi üyesinden Akeldan'ın sakladığı BUAM (Babil Uzay Araştırmalar Merkezi) kil tabletlerinin ve altın ilahların saklandığı İştar Tapınağı'nın şifresini çözer ve bu şifreleri Leyla ile Mecnun mesnevisinin beyitleri arasına gizler.


Cennet Kayan

B

undan sonra gelişen olaylar, Leyla ile Mecnun kitabının şahit olduğu olaylardır. Kitap elden ele, diyardan diyara üç yüz elli yıl dolaşır durur. Okuyucu kitapla birlikte Roma'yı, Paris'i, Londra'yı, Mısır'ı, Haleb'i, Osmanlı saraylarını gezer. Padişahların (Genç Osman, Sultan Murat, Sultan Mehmet, III. Ahmet…), sultanların(Kösem Sultan, Hürrem Sultan, Safiye Sultan), cariyelerin eline geçer. Yazar kitabı , Nev'izâde Atâî, Nef'î, Evliya Çelebi, Nâbî, Nedim, Şeyh Galib, Hâlet Efendi, Şeyhülislam Yahya gibi Divan Edebiyatı'nın usta şairlerinin elinde dolaştırarak bu şairler hakkında okuyucuya bilgi verir. Kitap, şairlerin eline geçtiği gibi bazen de Babil Cemiyeti'nin eline geçer. Babil Cemiyeti, artık bilim ve insanlığa hizmet edecek bilgeler kulübü olmaktan çıkmış altın ilahların peşine düşen bir ihtiras bankası olmuştur. Yazar, Babil Cemiyeti'nin faaliyetlerini anlatırken aynı zamanda Avrupa dünyasının bilime bakış açısıyla İslam dünyasını karşılaştırmaktadır. İlim ve aşk arasındaki bağlantıyı sorgulayarak bu konuda son sözünü kitabın sonunda Fuzuli'nin dizeleriyle söyleyecektir.

Mecnun Leyla'yı bulma ümidiyle yanar, Babil Cemiyeti şifreyi. Babil Cemiyeti üyeleri yıllarca "Leyla ile Mecnun"u didik didik ederek, minyatürlerdeki, dizelerdeki sözcüklerdeki şifreleri çözmeye çalışacaklardır. Sonunda Koldewey adlı bir arkeolog tarafından ele geçirilen kitabın şifresi çözülür. Üç buçuk asırlık sır artık bulunmuştur. İştar Tapınağı açılır. Kitap son olarak BUAM'ın bin yıllara uzanan, uğruna canlarını veren bilgelerin emeklerinin, birkaç altın parçası için nasıl feda edildiğine şahit olacaktır. Romanın ifadesine göre Fuzuli, aşkı ilimden üstün tutar ve gönlü akla tercih eder. Belki hiçbir Türk şairi aşkı onun kadar samimiyet, coşku, duyarlılık ve içtenlikle anlatamamıştır. Aşkı ilahi bir zirveye doğru yükseltmiş onu adeta bütün insanlığın kabul edeceği estetik boyutta anlamlandırmıştır: «İlim kesbiyle pâye-i rif'at Bir hayâl-i muhâl imiş ancak Aşk imiş her ne var âlemde İlim bir kıyl ü kâl imiş ancak» (Fuzuli)

Kitap son olarak Paris'te Namık Kemal'in eline geçecek ve Divan Edebiyatına karşı batılı edebiyatın oluşumuna Divan Edebiyatının artık hükmünün kalmadığına incinerek şahit olacaktır.

(Bilimsel çalışmalar yaparak yüce makamlara erişmek, asla olmayacak bir hayal imiş. Dünyada her şey aşktan ibaretmiş; bilim ise yalnızca bir dedikodu.)


Mevlana Ethem Cebecioğlu Sami Efendi Vakfı Yayınları 360 Sayfa MEVLANA'NIN AYAK İZİ, KİMİN?

H

z. Mevlana yedi yaşında çucukken Belh'ten babasıyla Abadoluya hicret yolundadır. Babası Sultanül Ulema Bahaeddin Veled, bu uzun yolculukta, o dönemin önemli ulema evliya ve Suleha merkezlerinden Şam'a uğrar, burada bir süre kalır. Bu süre içinde burada ikamet etmekte olan Muhyiddin-i Arabi Hazretleriyle (1240) buluşur ve onunla görüşür. İnsanı basiretiyle çözmüş o büyük Allah dostu Muhyiddin Arabi, Celaleddin ve babası Sultanü'l Ulemayı görünce: "- Sübhanallah bir umman bir ırmağın peşinde yürüyor!" der. Küçük Celaleddin'deki velayet-i Kübra istidadını keşf nazarıyle gören Muhyiddin-i Arabi Hazretleri devamla şu açıklamayı yapar; "Bu çocuk (yani Mevlana) ilerde çok büyük veli olacak inşallah.. ve Hz. Davud (as)'ın kademi (karakteri) üzere bulunacaktır!"

Tasavvufta bir kural olarak her veli, genelde Hz. Peygamber (as)'ın özelde ise bir nebinin (peygsmberin) kademi (kişiliği) üzeredir. Yani hepsi Hz. Muhammed (sav) den manevi verasete ermiş olmakla birlikte, kişilik, meşrep ve makam olarak bir veya birkaç nebinin meşrebinden feyz alır. Ayak izinde olur. Muhyiddin Arabi, Hazretleri Fususûl Hikem'inde her peygamberin kendine has meşreblerini, insan sarrafı basiretiyle ve bu peygamberlerin geneli ile bir insan-ı kamil profili çizmiştir. Ancak Hz. DAvud (as) ın kademi üzere olan Hz. Mevlânâ bu pencereden bakılıdğında nasıl gözükür? Evet Hz. Mevlana'nın makam ve meşrebi Hz. Davud (as) la benzeşen ayak izleri nelerdir? Şimdi bu hususu anlamaya çalışalım. A. "Hz. Davud (as) yaptığı dualarda, niyazlarda mizmar kullandığı kaydedilir."

Bu yazımızda Hz. Davud (as)'ın kademi üzerine olan Mavlana'yı bu yönüyle ele almak istiyoruz.

".MİZMAR, bilindiği gibi "NEY" veya ona çok b e n z e y e n b i r m ü z i k e n s t r ü m a n ı d ı r. Aralarındaki fark ney'in 7 delikli, mizmarın ise 7 veya 9 delikli oluşudur. Bugün Paris Louvre Müzesinde "İnsanlık Tarihi" ile ilgili kalıntılar teşhir edilirken, burada bulunan en eski müzik aleti (MÖ 5000) neye benzer bir çalgı aleti yeralmaktadır. Buna göre yeryüzündeki en eski müzik entrümanlarından biride "NEY" dir.

Kadem, malum olduğu üzere; ayak manasına gelen Arapça bir kelimedir. Tasavvufda meşreb ve makâmı ifade eder. Mesela Yunus Emre Hazretleri Hz. Yusuf (as)'un kademi üzeredir denilince, O büyük Hak dostunun O peygamberin meşrebinden olduğu ve O'nun makamından îrs ve soy ile nasibdar olduğu anlaşılır.

Hz. Davud (as) ma indirilen ilahi kitap Zebur, ahkam kitabı olmaktan daha çok şiir tarzında bir ilahi, dua, niyaz ve münacatlar mecmuasıdır. Bu bağlamda Hz. Davud (as) dağları, taşları, kuşları ve vahşi hayvanları istiğrak (manevi sarhoşluk) haline sokan sözlerinde, ilahilerinde mizmarı yani NEY'i kullandığı kaynaklarda zikredilir.

Bu anekdotu ünlü Mevlana hayranı Nakşi ulularından Molla Cami Hazretleri, Nefahatü'l Üns'ünde kaydeder.


Süleyman Harmancı

B

unun mahiyeti tam belli olmamakla birlikte, Hz. Davud (as) ın mizmarla bir bağlantısı olduğu muhakkaktır. Kuyumcu Zerkub'un dükkanının önünden geçerken, altın dözen çekiçlerin ezeli ritmini yakalayan Mevlana, o esnada manevi bir sıçrama ile vecde gelir. Manevi bir girdapta boğularak semaa başlar. Hz. Mevlanayı istiğraka boğan çekicin kozmik ilahi ritminin Allah deyişini herkesin hissedemeyeceği harfsiz ve sessiz ilahi lafızlardır. Bu sırları duymak erbabına ait bir keyfiyettir. Yunus Emre'nin "Sarı çiçek" le sohbet etmesi bu kabildendir. Aynen bu şekilde Hz. Davud (as) ın mizmarındaki bu ritim, ateşleyici ve ulviliklere yükselten bu özellik Hz. Mevlana'nın NEY'inde de mevcuttur. Ney'de sihirli nağmeleri nice istidatlı ruhları, Hakka cezp etmek için böyle insanları gönülden avlar.

B. "Hz. Davud (as) tek başına bir orduyu câlut'u yenmiştir." Ve Mevlana… Kudusü istila eden Amelika kavminden geri almak için Tâlut, bir ordu hazırlar. Hz. Davud (as) 12 yaşında bir çocuktur. Savaş öncesi Hz. Davud (as) Calut'la vuruşmaya çıkar. Hz. Davud (as) sapanıyla Calut'u alnından vurarak öldürür. Calut'un ordusu dağılır. Kudus de geri alınır. Aynı şeyleri Mevlana da yaşamıştır. Şöyleki; Baycu Noyan (ö. 1261) Konya 'yı kuşattığında Mevlana Noyan'ın otağı karşısında namaza durur, adamları ve kendisi hücüum ederler, okları hemen önlerine düşüverir. Şehir halkı da topluca tekbir getirirler. Bunu gören Baycu, Mevlana'nın hürmetine şehri bağışlar. Mevlana ; "Allah tarafından buraya sahip çıkmak bize emanet edilmiştir. Bizim rızamız olmadan Konya alınamaz." Der. Mevlana'dan sonra da Konya'ya düşman ayağı basmamıştır. Hz. Mevlana'da Davud (as) gibi aynı meşreb de olduğundan tek başına bir orduyu yenmiştir.

Hz. Davud (as) ın kuşları, vahşi hayvanları istiğraka, manevi sarhoşluğa sürükleyen kendi sesi ve mizmarının da aynı ilahi tesiri göstermesinden başka bir şey değildir.

C.

Ney hakkında Nakşibendiler: "bizde ney yoktur. Fakat inkârda etmeyiz." Sözü ile Hz. Mevlana'nın bir veli olarak bu içtihadına saygı gösterdiklerini belirtmişlerdir.

Hz. Davud (as) dağları, taşları, kuşları vahşi hayvanları tamamen şiir tarzında indirilmiş Zeburu davudi sesiyle terennüm ederek vecde ve aşka boğmuştur.

Mevlana'nın vefatıdan sonra da ney meselesi tartışılmış. Kadı Siracüddin ve Sadreddin Konevi gibi zirve isimler; "her peygamberin bir sünneti olduğu gibi her velinin de kendine özel bir sünneti ve ictihadı olduğu ve ney'inde bu kabilden bir husus olarak değerlendirilmesini söylemişlerdir.

Hz. Mevlana'da içindeki ilahi aşkı, şiirle dile getirip asırlarca her dinden insanları ilahi duygulara sevketmesi aynı meşrebin cilvelerindendir. Mevlana bu davudi özelliğini eserleri; Mesnevi ve Divanı Kebir'de ortaya koymuştur.

Hz. Davud (as) meşrebi üzere olan Mevlana hazretleri gönülleri titreten neyi şerifi vuslata açılan bir kapı olarak benimsemiştir. Muhyiddin-i Arabi Hazretlerinin yıllar önce yaptığı keşfi aynen gerçekleşmiştir.

Hz. Davud (as) ve Hz. Mevlana'da nazm şiir."

Sonuç olarak Hz. Davud (as) ve Mevlana arasındaki bu meşreb benzerliği, daha başka konularda da devam eder. Bu tevafuklar üzerinde düşünülünce Şeyhi Ekber Muhyiddin Arabi ve Hz. Mevlana önünde saygı ile eğilip hürmetle minetle anmamız gerekiyor.


Yüzüncü Ad Amin Maalouf Yapı Kredi Yayınları 409 Sayfa

B

u kitabı 2001 yılının nisan ayında okumuştum. Yaklaşık on sene oldu. Bazı ayrıntılar aklımda kalmasa da genel anlamda unutmadığım bir kitap. Aslında okunduğu zaman unutulmayacak bir kitap desem daha iyi olur. Öncelikle kitabın ismi sizi meraklandırıyor. Malümunuz üzere Allah(cc)'ın bilinen 99 ismi vardır(aslında sonsuz isim ve sıfatların sahibidir yaratıcımız).Fakat burada 100. bir ad'ın varlığından bahsedilerek bu adı öğrenen kişinin hem istediği şeylere kavuşabileceği gibi, hem de kitapta bahsedilen (bugünlerde meşhur 2012 kehanetleri gibi) 1666 yılının canavarın yılı-mahşer-kan,ateş,yıkım-herşeyin sonu-zamanın sonu olacağı söylentisi ile kendini ve insanları kurtarabilirdi. İşte Yüzüncü Ad romanı bu şekilde başlıyor. Kahramanımızın ismi Baldassare Emriaco, kendisi doğuda kalan son Cenevizlilerden ve antika tüccarı. Ucuza aldığı eski değerli ne varsa gayet iyi bir fiyata müşterisine satan bir tüccar. Günlerden bir gün eline bir el yazması kitap geçer. Aslında kitabın önemini ilk önce anlamamıştır. Kitapta Allah(cc)'ın Yüzüncü adı yazmaktadır. Bu gerçeği kitabı başkasına öyle sıradan bir kitap gibi sattı gün anlayacaktır.İşte serüvende, aşkta, yolculuk ve çilede bu noktada başlayacaktır.

Hasan Eldemir

Baldassare bu olayı 1665 yılında yaşar. Meşhur beklenen 1666 felâketle yılından bir yıl önce bu durumda kurtuluş için de fazla zamanı yoktur. Kitabı tekrar alabilmek için düşer yollara, bu öyle bir seyahat ki İstanbul'dan, İzmir'e, Sakız'dan, Cenova'ya, oradan Amsterdam'a ve Londra'ya ve Konya'ya... Yazar bu yolculuğu o kadar iyi anlatmış ki sizi bir zaman tünelinden geçiriyor sanki 1665-1666 yılları için Osmanlı, Yunanistan,İngiltere gibi yerlerde sosyo-ekonomik durumunu gözler önüne seriyor. Konya'da veba salgınından, İzmir'de Sebetay Sevi'nin şaşırtıcı başkaldırısına ve büyük Londra yangınına tanıklık ediyorsunuz. Bütün bu yolculuk içerisinde hiç beklenmedik bir anda tamda dünya hırsıyla koştururken olacak iş miydi Aşk. Baldassare hayal mi gerçek mi sonunu kestiremediği bu yolculukta her şeyi düzeltebileceğine inandığı bir Ad'ın peşinde koşarken karşısına çıktı Aşk. Bilseydi aslında her şeyin varlık hakikatinin aynasının yokluk olduğunu, ulaşılamazlık ve iskânsızlığın aşk olduğunu ve aradığı ne varsa özünde her şeyi aşkla yaratan yaratıcı olduğunu. Bilseydi... Kitabın sonunda Baldassare idrak etmiş midir? Etmemiş midir? Tam hatırlamıyorum ama bu kıyameti bitiren, bu yolculuğu sona erdiren, yine onun Aşk'ı olmuştur. Yüzüncü Ad'ında az çok ne olduğu anlaşılmıştır sanırım...


Mesnevi'de Geçen Bütün Hikayeler Mehmet Zeren Nar Yayınları 288 Sayfa

T

amamı altı cilt olan Mesnevi, yirmialtı bin beyit, yani elli ikibin satırdan oluşur. Mesnevi'de Hz. Mevlana; anlatmak istediklerini yer yer hikayeler şeklinde ifade etmiştir. Ancak bu hikayeler çoğu zaman iç içe anlattığı için okuyanın hikayeyi ve hikayede verilmek isteneni kavraması biraz zordur. Bu eserde Mesnevi'deki hikayeleri tamamını içine alan altı cilt içinde geçen hikayeleri derleyen ve özetleyen bir çalışmayla karşılaşmaktayız. Bu çalışmalarla meydana gelen bu eseri okuyan herkes kültürümüzün temel kaynaklarından olan Mesnevi'ye ve oradaki hikayelere kolayca olaşmış olacaktır. Kültürlerini korumayan ve bilmeyen toplumlar yok

Varol Hazinedaroğlu

olmaya mahkumdurlar. Bugün batı medeniyeti dediğimiz izafi toplum kültürel köklerini hep doğu medeniyetlerinden almıştır. Bugün birlik olarak karşımıza çıkan Avrupanın aslında kökeni ortaçağdır, sömürgeciliktir, misyonerliktir. Bugünkü gelişmişlik düzeyi Müslüman ve Türk medeniyetlerinden almış oldukları bilgiler sayesinde yakalanmıştır. Avrupalı pek çok yazarın ve bilim insanının çalışmalarına bu eserler ışık t u t m u ş t u r. Ö r n e ğ i n L a f o n t a i n masalları, Ezop masalları gibi daha bir çok yazarın anlattıkları hikayelerin kaynağı Mevlana hazretlerinin Mesnevisi'dir. Geleceğimiz ancak geçmiş kültürel değerlerimize sahip çıkarak ve geliştirerek koruyabiliriz. Tüm gençlerimizin bunun gibi eserleri okuyarak bilgi birikimine ulaşmaları ve geleceğe miras bırakmaları ümidiyle iyi okumalar dilerim.


Bin Muhteşem Güneş Khaled Hosseini Everest Yayınları 430 Sayfa

Ayfer Özkan

K

itap okumayı, sorumluluklarımın arasına yerleştirmemde çok büyük katkısı olan Sami Bey'e teşekkürü borç biliyorum. Kitap okumaya vaktim yok, okurken uykum geliyor diyenlere Uçurtma Avcısı'nın yazarından Bin Muhteşem Güneş güzel bir başucu kitabı. Kadınlara verilmiş ve yine kadınlardan, tüm insanlarda çalınmış haklar ve bu döneme damgasını vurmuş hayatlar. Bir haram çocuk Meryem ile bir dönemini genç bir çocuk gibi yaşayan Leyla'nın bir gün kesiştiği hayatları… Mücadeleleri, dayanışmaları, annelik duyguları… "Kabil hakkındaki bu şiir bütün gün beynimde çınlayıp durdu. Saib-i Tebrizi, yanılmıyorsam onyedinci yüzyılda yazmış. Tamamını ezbere bilirdim, ama şuan yalnızca iki dizisini hatırlayabiliyorum: Bu kentin ne çatılarını ışıltıdan ayları sayabilirsin, Ne de duvarlarının gerisine gizlenen bin muhteşem güneşi» Leyla başını kaldırıp bakınca babasının ağladığını gördü. Kolunu onun belini doladı. "Ah, Babi. Geri döneceğiz. Savaş biter bitmez. Kabil'e döneceğiz, inşallah. Göreceksin." Sonra müthiş bir kükreme. Leylanın arkasında, bembeyaz bir parıltı. Ayağının altındaki toprak silkelendi. … İrice kanlı bir parça. Üzerinde, kırmızı köprünün kesif pusu delen ayağı. Leyla'nın anımsadığı son şey buydu. "Meryem'le aranız nasıl?" Gayet iyi, dedi. "Güzel, güzel." İlk gerçek kavgalarını yaptıklarını söylemedi. Ama her nasılsa, şu son aylarda Leyla ve Azize (Tıpkı kendisi gibi harami olduğunu öğrendiği Azize) onun bir parçası olup çıkmıştı; bunca zaman tahammül ettiği yaşam Meryem'e şimdi, ansızın, onlarsız katlanılmaz çekilmez görünüyordu. Bu bahar gidiyoruz; Azize'yle ikimiz. Bizimle gel Meryem.


Düşünce Gücüyle Tedavi Louise Hay Altın Kitap Yayınları 208 Sayfa

E

ğer ıssız bir adaya düşseydim ve yanıma üç şey alma imkanım olsaydı, Louise Hay'in "Düşünce Gücüyle Tedavi" kitabı bunlardan biri olurdu. Yazar bu kitabında düşünce gücüne dayanarak yepyeni bir dünyanın kapılarını açıyor. Bu öyle bir dünya ki sevginin ve özgüvenin temelleri üzerine kurulu. Sevgi ve özgüven üzerine kurulu bir dünya bu ikisinin başaramadığı hiçbir şey yok. Okumaya başladığınız anda olumlu bir değişim içine girdiğinizi hissediyorsunuz. Bu bir düşünce tedavisi.

Aylin Yıldırım Saraç

İyi, olumlu, ve gerçek. Kitap küçük bir sivilceden, kansere kadar birçok hastalığın nedenlerinin psikolojik olumsuzluklarından kaynaklandığını satır satır anlatıyor. Hangi hastalık için hangi olumlu öneriyi düşüncelerinizin besini olarak kullanacağınızı da söylüyor. Üstelik şimdiye kadar binlerce kişiye yol göstermiş ve kurtulmalarını sağlamış. Eğer bundan sonra yazacaklarınızın sizi mutlu etmesini istiyorsanız mutlaka bu kitabı okuyarak bir başlangıç yapabilirsiniz…

Menekşeli Mektup Mustafa Kutlu Dergah Yayınları 161 Sayfa

Ç

ocuklar, koşturmam daha doğrusu tembelliğim yüzünden epeydir kitap okumuyordum. Sevgili arkadaşlarım Adile Hanım ve Sami Bey sayesinde tekrar kitap okumanın tadına vardım. Mustafa Kutlu'nun Menekşeli Mektup adlı hikâye kitabını Sami Bey önerdi. Söylediği gibi bir solukta keyifle okudum. İçinde dört hikâye, dört dünya var. İlk hikâye adını kitaba veren Menekşeli Mektup bir postacının yalın hayatı içinde sevginin peşinden koşuşunu anlatıyor. Final postacının güzel yüreğine yakışıyor.

Sibel Bayur

İkinci hikâyede kahramanımızla hacca gidiyoruz. Gerçekten oraları gezmiş, görmüş; oradaki insanlarla konuşmuş gibiyim. Allah bu maneviyatı bize de nasip etsin diyerek hikâyeyi bitiriyorsunuz. Üçüncü hikâye kısa bir aşk öyküsü. Dördüncü hikâye ise; I. Dünya savaşı sırasında Sarıkamış Cephesine ve askerlerimizin nasıl helak olduğunu anlatıyor. Baş yapmış ayaklar çekmiş her zamanki gibi… Okunmaya değer, güzel bir kitap Menekşeli Mektup.


Zeytindağı Falih Rıfkı Atay Pozitif Yayınları 165 Sayfa

T

arih dersinde Birinci Dünya Savaşı adı verilen büyük boğazlaşma bizim açımızdan hep şu cümleyle son bulur: "Bağlaşığımız olan Almanya yenilince biz de yenik sayıldık." Öteden beri olayın kendisinden çok işte bu son cümle benim ilgimi çekmiştir. Daha ortaokuldayken tarih öğretmenime bu yanlışı gösteren ansiklopedi sayfasını uzattığımı anımsıyorum. Evet Gelibolu'da düşmanı püskürtmüştük ama Türk ordusu yalnızca Çanakkale'de mi çarpışıyordu? Hayır. Diğer cephelerde durum tam bir çöküş manzarası gösteriyordu. Özellikle Filistin cephesi ordumuzun bütünüyle imha edildiği, kurtulabilenlerin ise Mustafa KEMAL'in başarılı önderliği sayesinde Halep dolaylarında tutunabildiği felaketli bir yer olmuştu. Sonuç olarak Alman orduları henüz cephedeyken biz savaşı bırakmak zorunda kaldık ve teslim olduk. Peki, bu duruma nasıl geldik? İşte bu soruyu sorduğum anda öğretmenlerim tarafından tanıştırıldığım ve tarihsel olarak yalnızca dünün değil bugünün olaylarına da ışık tutan o kitabı, F.Rıfkı ATAY'ın gözlemci subay sıfatıyla bulunduğu bölgedeki anılarını topladığı büyük eserini tanıtmak istiyorum sizlere; ZEYTİNDAĞI.

Sinan Kalaycı

O topraklarda vatanları uğrunda yitip giden, bugün çoğumuzun bilmediği, bilenlerin ise pek önemsemediği binlerce kahramanın anılarına olan şükran duygularının bir simgesidir ZEYTİNDAĞI. Kitapta dikkati çeken ilk şey yazarın öyküsünü Cemal Paşa ve önde gelen komutan ve yöneticileri özetle, ama bölgede yaşayan etnik ve dinsel unsurları çok geniş kapsamlı olarak inceleyerek başlamasıdır. Dönemin ittihat ve terakki partisi yöneticileri ve askeri önderlerinin analizleri ise bize olanaksızlıklar içindeki yoksul bir ülkenin hırslı ve kapasitesiyle ters orantılı yetkilere sahip insanların elinde nasıl felakete sürüklendiğini öğretiyor. Bölgede yaşayan Arap kabilelerin düşmanla birlik olup ordumuza saldırmalarının nedenlerini bulabilirsiniz bu kitapta. Sina yarımadası'nda 1916 yılında yapılan büyük hazırlıkların geniş biçimde anlatılması ise Alman tekniği ve Türk çalışkanlığının birleştiğinde çölde yarattığı mucizeyi gözler önüne seriyor. "Alman tekniği" sözünü buraya kasten aldım çünkü o dönemde bir "Türk tekniği" nden söz edilemiyordu. Atay işte bu nokta üzerinde fazlasıyla duruyor ve her cümlesinde bağımsızlığın önemini vurguluyor. Bağımsızlığın birinci koşulu ise gençliğin her şeyden önce bilimle ilgilenmesi, bilime inanmasıdır. Çünkü en çetin savaş bu alanda verilmektedir. Sözün kısası kesinlikle alıp okumalısınız. Kütüphanenizin süsü değil tam bir başucu kitabı ZEYTİNDAĞI.


Çocuk Terbiyesinde Doğru Bilinen Yanlışlar Adem Güneş Nesil Yayınları 204 Sayfa

P

edagog Âdem Güneş kitabında, çocuk terbiyesinde batı yerine Anadolu kültürünün referans alınması gerektiğini ifade etmektedir. Anadolu usulü çocuk yetiştirmenin hayati derecede önem taşıdığını kaydettiğini bu kitapta savunmaktadır. Anadolu medeniyetinin Mevlanalar, Hacı Bektaşi Veliler, Yunus Emreler, Fatihler ve Yavuzlar yetiştiğini hatırlatan Güneş, "Bu insanların yetişmesindeki metotların günümüzde de uygulanması ile daha duyarlı bireyler yetişecektir. 'Anadolu Pedagojisi' hisseden birey yetişmesini sağlarken, batı pedagojisinde ise duygularını bastıran, hissetmeyen bireyler yetişmektedir. Toplum olarak batı pedagojisini taklit etmemizden dolayı duygudan yoksun, hastalıklı bir toplum haline geldik." diyen Adem Güneş, batı eğitim metodunun örnek alınması ile toplumda bozulmaların meydana geldiği anlatmaktadır. Batı endeksli pedagoji usullerinin, İslamî bir kültürle yoğrulmuş Anadolu insanının üzerine oturmadığını vurgulayan Güneş, "Ya bol geldi ya da dar. Gün geçtikçe ailelerin çocuklarla olan iletişiminde sorunlar artmaya başladı. Ailede başlayan sorunlar çocukların ilerleyen dönemlerini de etkiledi ve artık günümüzde psikiyatr ve psikologların kapılarını aşındıran bir toplum haline geldik." Çocuk terbiyesinde batı yerine Anadolu kültürünün referans alınması gerektiğine işaret eden Güneş, "Bu yaklaşım tarzını da 'Anadolu Pedagojisi' olarak isimlendiriyoruz. Anadolu Pedagojisi'ni 'çocuğun yaratılışta var olan özelliklerini bozmadan yetiştirmek' olarak tanımlıyoruz. Anadolu Pedagojisi'nin temel yaklaşımını 'edilgen çocuk' değil 'etken çocuk' yetiştirmek şeklindedir." diye anlatmaktadır.

Osman İnkaya

Ne zaman ki biz, bizi kaybettik, çocuklarımızı da kaybettik... Bizim zamanımızda çocuk suçları olarak okul koridorlarında koşmak, İstiklal Marşı okunurken düzgün durmamak, el kaldırmadan öğretmenle konuşmak geliyordu. Ya da bayramda, bayram namazına geç kalmak, şeker toplarken birkaç şekere birden el uzatmak, arabaların arkasından koşmak, çocuk suçları olarak konuşuluyordu. Ne oldu bize ki artık çocuk suçları olarak annesini kesmek, babasını silahla tehdit etmek, sokakta araba yakmak, öğretmenini köşe başında şişlemek, güvenlik kamerasına el sallayarak hırsızlık yapmak kayıtlarageçer oldu? O çocuklar mı başkaydı, bu çocuklar mı başka? O anne babalar mı başkaydı, bu anne babalar mı başka? O günkü terbiye metotları başkaydı, bugünkü terbiye metotları mı başka? Biz nerede hata yapıyoruz? Yapıyoruz ki yanı başımızda büyüyen o masum yüzlü çocuklar, bir süre sonra dünyamızı zehir edecek hale geliyorlar. İşte bu kitapta, bu soruların cevaplarını bulabilmek için bir mum yakılıyor. Çocuk terbiyesinde doğru zannedilen yanlışlarla yüzleşiliyor. Belki de herkes kendisi ile yüzleşiyor. Çünkü kendimizi kaybettiğimiz yerde, çocuklarımızı da kaybettik, biliyoruz... Bizlerde kendi öz değerlerimizden vazgeçmeden bizlere verilen emanetlerin kıymetini bilelim. Unutmayınız ki, her çocuk bir emanettir. Bize düşen görev hayata hazırlamak ve Anadolu kültürüyle donatmaktır…


Altay Destanları 1-2-3 İbrahim Dilek Türk Dil Kurumu Yayınları 365-472-463 Sayfa

Ç

ocukluk yıllarımdan gençlik yıllarıma kadar babamla tarlaya giderdim. Tohum ekmenin ne demek olduğunu, tohuma bakımın verim için ne kadar önemli olduğunu anlatırdı babam. O, sık sık anlatırken ben başlarda ne olacak toprağa at tohumu, yeşersin, derdim küçük yaşlarda; çünkü yetişme aşamalarını pek takip edemezdim. Toprağa atılmasından sonra bakılmasının ne kadar önemli olduğunu bir gün ekim aşamasının ardından uzun uzun dinledim. Kökümüze benzermiş toprağa ektiğimiz. Ne kadar ustalıkla ekilirse o kadar iyi verim getirirmiş. İnsanoğlu da böyleymiş toprağına ne kadar sıkı sarılırsa gövdesi o kadar iyi verim getirirmiş insanoğlunun. Kendini, kökünü benimsemeyen, kökünün gücünü ve özelliğini bilmeyen topraktan fışkıramaz; toprağa gark olurmuş. Buğdayken mısıra ya da mısırken elmaya özenip erken fışkıran, modaya uyanlar da köklerinin gücüne göre hareket edemediği için erkenden yok olurmuş. Başakken gereksiz bir yaz modasına uymaya çalışanlar da buğday olmanın tadına varamadan firik kavurması olurlarmış. Tohum ve insanoğlu, bakım ve kitap; kültür ve köken; okumak ve moda birbirleriyle ikiz kardeş gibi geliyor bana günümüzde. Kitap okumanın yararlarına inananlardanım; ancak modaya uyarak popüler olan her kitabın okunmasını şiddetle dışlayanlardanım. Eski dönemlerde, şair, yazar olmanın bir erdemi varmış, bir ağırlığı bir zahmeti varmış. Kılı kırk yaran dinleyici, okuyucu, eleştirici ve çiziciler varmış. Yani tohum toprağa atılmadan önce incelenir atılmaya değer görülürse atılmasına izin verilirmiş. Yazılanlar ince elekten geçirilir eksik, yanlış ya da uydurma olanlar telkin ya da uyarı ile düzeltilerek yeniden yazdırılırmış.

Popüler kültür yokmuş yani, gerçek kültür varmış o zamanlarda. Okuyanın azlığından mı yoksa yazanın azlığından mı bilemem; yazılanlar yazar ve şair kahvelerinde tartışılır, bir ameliyat masası oluşturulurmuş yazılanlar hakkında. Hiç kimse kimseye falancayı okudun mu filanca eser güzel değil mi diye sormazmış. Yazana, gel bakalım buraya, şunu neden öyle yazdın; ne düşündün, nereden düşündün diye sorarmış. Yazan da bunların sorulacağını düşünüp öyle kalemine dokunur mürekkebe ona göre rota çizermiş. Para kazanma gayesi diye bir şey hiç olmazmış o dönemlerde çünkü yazarlar varlıklı birikimli ailelerin çocuklarıymış. Hatta varlıklarını da bu gayede harcayanlarmış. Özellikle de sözlü geleneklerini, destanlarını, halk hikâyelerini, masallarını iyice öğrenen bilen insanlarmış. Deniyor ya okuryazar oranı azmış o dönemlerde diye. O dönemlerde dinler aktarır oranı o kadar çokmuş ki, onların bilgi birikiminin ölçüsüne diyecek yokmuş. Destanlar, masallar, tekerlemeler, bilmeceler, efsaneler, deyimler, halk hikâyeleri o yüce bilgeler sayesinde hep canlı kalmış; ama kimse de Yaşar Kemal gibi ben roman yazdım değişik bir hikâye diyerek yazar sıfatıyla dolaşmamış mesela. Mesela İskender Pala gibi ben böyle bir roman yazdım diyerek tezkirelerden mazmunlardan kendinden öncekilerden zamandaşı insanlardan duyduklarını kendi cümleleri ve üslubuymuş gibi bir de yalan yanlış yazarak kimseyi kandırmamışlar mesela. İskender Pala akıcı yazıyormuş! Bu akıcılık İskender Pala'nın kendi akıcılığı mı yoksa bu akışkan sıvıyı incirin içinden ya da sakız ağacının içinden alıp bakın ben sakız reçinesi icat ettim ya da ben değişik bir şeker balı ürettim diyerek oluşturduğu akıcılık mı. Bunun cevabını ben biliyorum.


Veli Gül

K

ültürel kökeni biraz araştıran herkesin de benim gibi İskender Pala'nın yazdıklarının kendi üslubu olup olmadığını soruşturması kolay olur diye düşünüyorum. Şahmaran hikâyesini, Ağrıdağı efsane-lerini, kurtuluş savaşı yıllarında insanların yer değiştirme öyküsünü, Köroğlu destanını benim yaşımda Çukurova'da duymayan yoktur. Yaşar Kemal bunu yazınca Yaşar Kemal akıcı yazan yazar mı olur; yoksa başka bir türlü mü? Bunun cevabını, Çukurova'da hala aynı akıcılıkta efsane, destan, halk hikâyesi anlatan insanları dinlediğinizde almış olursunuz. Destanlar, efsaneler, halk hikâyeleri dediğimize göre popüler yazarlar ile kültür taşıyıcıları arasındaki farkı ölçebilenler ve ölçemeyenlere de gelmek lazım. Elif Şafak'ı okudun mu, İclal Aydın'ı okudun mu, Orhan Pamuk'u okudun mu, Harry Potter'i okudun mu, Yüzüklerin Efendisi'ni okudun mu? Sorularına verdiğim cevap her zaman masal okudun mu, mazmun okudun mu, destan okudun mu olur benim. Günümüzde popüler yayıncılık, popüler yazarlığı; popüler yazarlık da popüler okurluğu tetikliyor. Çocuklarımıza Harry Potter izlettik. Onlardan bir kısmı okudu da. Yüzüklerin efendisi filmini izledi bazılarımız, okudu da. Destanlarımız deyince yabancıyız konuya nedense. Oysaki destanlarımız, özellikle de Altay destanlarımız, her biri Harry Potter'den bin kat kaliteli ve gerçek bir de samimi; çünkü yüzyıllardır binden fazla nefes var her birinin üzerinde. Binden fazla nefesin samimiyeti o destanları günümüze kadar taşımayı başarmış. Bu nefeslerin sonuncusu da Doç.Dr. İbrahim Dilek. Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliğine girmenin yasak olduğu bir dönemde, girmeyi zorla da olsa

başaranların yüzde kırkının casusluk şüphesiyle öldürüldüğü bir dönemde hem Dağlık Altay Cumhuriyetinde destanları derlemeyi başarmış hem de sağ kalmayı. Bu yüzden kendisine destan anlatıcılarının son yıllardaki nefesi demeyi borç biliyorum. Bir kusuru var ama onun. Bilmem nerenin üzerimizde değişik oyunlar oynayan bilmem ne adamlarının bilmem ne parayla yazdırmadığı bu eserler tabii ki caddelerde boy boy afişlenmediği, televizyonlarda parası verilmeyip röportaja tabi tutulmadığı ve gazetelerde aynı şartlarda kritiği edilmediği için Türk Dil kurumu raflarında okuyucusunu samimi bir şekilde bekliyor. Dil kültürünün emektarı Doç. Dr. İbrahim Dilek, Altay destanları adlı üç eser meydana getirdi. Bunlar Altay destanlarının transkript metinlerini ve karşılarında Türkçeye çevirileri içermektedir. Çeviri bakımından Altay Türkçesinden Türkiye Türkçesine birebir çevirisinde kusur olmayan eser, heyecanlı bir destan anlatımının tüm özelliklerini yansıtıyor. Eserin girişinde destan aktarıcıları ve destanların gelişimleri hakkında bilgiler bulunmaktadır. Eserin kusursuzluğuna gölge düşüren tek eksiklik sonunda dizin sözlüğün bulunmayışıdır. Destanları okuduğunuzda, kahramanların olağanüstü özelliklerini, aile ilişkilerindeki saygı ve sevgi anlayışını, Türk sivil ve askeri yapısını, devlet adamı halk ilişkilerini devlet ve halk uyumunu işlenmiş şekliyle görebilirsiniz. Popüler okurlara reklama girmemiş, yalan dolan olmayan, tamamen samimi bir derlemenin ürünü olan bu eseri okumak yaraşır mı bilmem; ama unutmayın tohumunuza iyi bakarsanız ürününüz kaliteli olur.


Aşk Böyle Yaşanır Halit Ertuğrul Nesil Yayınları 144 Sayfa

Ç

özülmeyen bir muamma… İnsanlığın var olduğu günden beri, varlığını her ortamda kabul ettiren duygu… Kimilerini göklere yükseltirken kimilerini çukurlara indiren esrarengiz bir güç… Kerem'i Aslı ile yakan, Şirin uğruna Ferhat'a dağları deldiren, Kays'ı Mecnun edip Leyla'sı için çöllere düşüren kontrolü imkânsız güç… Onun varlığıdır insana dünyayı sevdiren, onun yokluğudur her şeyden nefret ettiren. İnsanların bilinçsizce daldığı ve birçoğunun yanıp kavrulduğu… Hemencecik dudaklarınızın kıskacından süzülüverdi bu muhteşem sözcük. Evet, evet yanılmadınız. Dudaklarınızın arasından süzülen bu muhteşem, esrarengiz sözcük elbette ki AŞK' tır. Baş tacı edilecek, kalbin en ulaşılmaz yerinde saklanacak bir kıymeti haiz olan bu duygu, ne yazık ki günümüz gençliğinde değersiz, ayaklar altında çiğnenen, sıradan bir duygu halini almıştır.

Bülent Yolcu

Aşk diye yola koyulan, sinelerde yoğunlaşıp olgunlaşan aşkı, suretlerde arayan nasipsiz insanların sayısı günümüz gerçeğinde bir hayli artmıştır. İnsanın ruhunu arındırıp olgunlaştıran bu cevher nasipsizleri maskara, sefil ve perişan etmiştir. Günümüz insanının ve özellikle de gençlerin en fazla problem yaşadığı ve genellikle de mağlup olduğu konuların başında yanlış anlaşılan "AŞK" gelir. İşte bu eser, aşk diye yanlış ilişki içinde olan ve çoğu zaman da bu uğurda kişilik değerlerini, insanlığını yitirip, hayatını zindana çeviren bazı insanlara yol göstermesi bakımından paha biçilmez bir kılavuzdur. Başından sonuna kadar ibretli olaylarla dolu bir şaheser… Aşk'ı, gerçek yüceliği ile yaşamayı, dünyasını saadetle doldurmayı arzu edenlere tavsiye edebileceğim bir eserdir. Nasiplenebilmek dileği ile…


Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana Yaşar Kemal Adam Yayınları 307 Sayfa

H

alk anlatır dilden dile, kulaktan kulağa, elden ele. Kültür tarihimizden haberimiz olduğundan bu yana dilden dile anlatım geleneğinin kültür taşıyıcıları tarafından gerçekleştirildiğini geçmiş dönem eserlerimizi takip ettiğimizde rahatlıkla anlarız. Çocukluğumuzda da bize hikâyeler anlatan ninelerimiz, dedelerimiz, köyümüzün yaşlı amcaları ya da zaman zaman köyümüze misafir olan kültür zengini insanlardan savaşa, yaşama, geçmişe dair ilgimizi çekici hikâyeler, destanlar, efsaneler işitiriz. Bildiklerimizi gelecek kuşaklara anlatmayı da vazifemiz biliriz. Çoğumuz sözlü gerçekleştirir bunu. İçimizden bazıları da kendilerine aktarılanları yoğurma gücüyle yazıya aktarmayı başarır. Yaşar Kemal de bu hamur ustalarından sadece biridir. Dense ki kendi üslubu mu hayır kendi üslubu değildir mutlaka anlatıcıların üslubudur yazdıkları; ama öyküleri birikiminde tutarak yazıya aktarma ustalığı tamamen kendisine aittir. Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana anlatılanların ayrıntılı bir resme dökülmüş halidir. Bir gün bir karanlık gecede kimseyi tanımadığınız elinizden tutacak yardımını şiddetle imdatlayacağınız kimseyi bulamayacağınız bir yere gitme

Neşe Gül

zorunluluğunuz olursa anlarsınız Fırat suyuna kanın nasıl karıştığını. Aklınızda soru, kalbinizde boşluk, dizlerinizde dermansızlık hissettiğinizde sizin için bütün kaynaklardan kan oluk oluk akmaz mı? Kurtuluş savaşının iki taraf için de vatana dönüş kabul ettiği mübadele, iki tarafta ikamet edenlerde vatandan kopuş olarak korkuyla karşılanmıştı. Bu arada bulunduğu topraklar için savaşan insanların vatan kavramına ayrı bir bakış açısını da yansıtmaktadır eser. Bir yanda gelmek zorunda olduğu yeni yabancı bir elde sığıntı olan insanların yaşama devam etme mücadelesi, diğer yanda onları rahatsız etmek için zamanı baştan kaybetmemiş açıkgöz fırsatçılar, gözümüzün önünde her zaman karşı karşıyalar. Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana, Karınca'nın Su İçtiği ve Tanyeli Horozu adıyla yayınlanan üçlü bir serinin ilk kitabı, yani olayın sonucunu öğrenebilmeniz için, Çanakkale'de kahramanca savaşan Vasili'nin vatanına sıkı kökler gibi nasıl sıkı sıkı bağlı olduğunu öğrenebilmeniz için, Poyraz Musa'nın cebbarlığı ve cevvalliğini görebilmeniz için bu kitapla diğer iki kitabı dikkatle okumanız gerekiyor.


Halide Edib

& Biyografisine Sığmayan Kadın İpek Çalışlar Everest Yayınları 568 Sayfa Aşk ve hürriyet! Her gün yeniden kazanılmalı.

Y

ukarıda adı geçen eseri okumaya başlamadan önce Halide Edip Adıvar hakkında bir şeyler bildiğimi sanıyordum. Fakat eseri okudukça bu ünlü yazarımız hakkında ne kadarda bilgisiz ve o kadarda ilgisiz olduğumu anlayarak kendimden utandım. Demek ki biz öğrencilerimizi sebepsiz yere eleştiriyormuşuz. Çünkü bizlerde bize ait değerleri yeteri kadar tanımak için gayret sarf etmemişiz. Sayın İpek Çalışlar, Halide Edib adlı eseri yazarken ciddi manada arşiv çalışması yapmış ve gerek Halide Edib Adıvar'ın gerekse de yakın tarihimizin aydınlatılmasını sağlayacak bir eser hazırlayarak okuyucuların hizmetine sunmuş. Benzer çalışmaların devam ettirilmesi hem kendi değerlerimizin yakından tanınması hem de yakın tarihimizin daha iyi anlaşılmasına yardımcı olacaktır.

Eyyüp Çetin

Eseri okurken zaman zaman Halide Edib'in Türk Kurtuluş Savaşındaki cesaretini, kahramanlıklarını ve fedakârlıklarını görüp heyecan fırtınasına tutulacaksınız; zaman zamanda bu büyük şahsiyete karşı yapılan hiçte hak etmediği eza ve cefaları görüp üzüleceksiniz. Eserin tamamını okuduğunuzda da kendi değerlerimize karşı ne kadar vefasız olduğumuzu görerek suçluluk hissedeceksiniz. Eserin tanıtımını eserin arka kapağında yer alan sözlerle yapmak istiyorum. İşgale karşı isyanını hatibi... 1915 Ermeni tehcirinde sesini yükseltmiş; idam cezasına yüzyıl önce karşı durmuş birkaç aykırı isimden biri... Mahatma Gandhi'nin, Bertrand Russell'in ve Yahya Kemal'in yakın dostu... Ali Ayet ile Hasan Zeki'nin annesi... Yüzlerce makalenin, onlarca kitabın yazarı... Aşkın ve hürriyetin her gün yeniden kazanılması gerektiğine inanan, dünya çapında entelektüel bir kadın. Halide Edip…


Abdülhamid’in Kurtlarla Dansı Mustafa Armağan Timaş Yayınları 326 Sayfa

T

arih bana hep sıkıcı gelmiştir bu kitap bir tarih kitabı, bu yazar bir tarih yazarı ve ben bu kitap ve yazar sayesinde tarih kitapları okumaya başladım. Bizim kadar köklü tarihi olup da o tarihe sırtını dönen,iftira atmaktan zevk alan,Osmanlıyı kötülemeyi Cumhuriyetçilik sayan,laik düşünceyle dinin egemen olduğu bir sistemi eleştiren,okumak yerine duymakla yetinen,araştırmadan her konuda uzman olan başka millet var mı acaba?Yıllarca "Kızıl Sultan" olarak tanıttılar bize, biz de öyle tanıdık onu. Neden?Okumadığımız araştırmadığımız için. İşte Osmanlı için, Hamid için olumsuz önyargıları olanlar için cevap olabilecek güzel bir kitap "Abdülhamid'in Kurtlarla Dansı 1" Daha önce Abdulhamit hakkında ciddi bir araştırma yapmadıysanız ya da onu tanıtan başka kitaplar okumadıysanız, ilkokul yıllarından kulağımıza aşina olan Kızıl Sultan lakabıyla, bize lanse edilen şahsın yani Abdülhamid'in bir Kızıl Sultan değil de Bilge Sultan olduğunu akıcı, etkileyici bir şekilde anlatıyor yazar. Onu sadece sert ,acımasız, katı mizacı ile tanıdık yıllarca kulaktan dolma bilgilerle. Tamam onun belki sert bir mizacı var imiş ama bunun yanı sıra entelektüel, gelenekçi ama bir o kadar da yenilikçi ,ileri görüşlü, stratejist, modern, proje adamı sıfatlarını da üzerinde nasıl taşıdığını belgelerle, tanıklarla vermekte yazar bu kitapta. Abdülhamid insanlık ve medeniyet tarihinin, bilimsel ve teknolojik gelişmelerin son derece kritik bir dönüm noktasında hükümdarlık yapar. Böylesine aşındırıcı bunalımlarla, etrafının kurtlar tarafından kuşatıldığı kritik bir dönemde iç,dış,sosyal,siyasi ve iktisadi ilişkiler komleksinin kıskacında kalmış bir coğrafyada nasıl olurda "Hasta Adam" denilen bir yapının içinde bir adam çıkıyor ve devlet işlerini toparlayıp olumsuz gidişatı 30 yıl dondurabiliyor. Okudukça bunu anlıyor, görüyor ve hayran kalıyorsunuz. İnsan bu kitabı okuyunca "10 YIL SADECE 10 YIL DAHA YAŞASAYDI" demekten kendini alamıyor Abdülhamid için. Kitabın sayfalarını çevirdikçe onun hem

Leman Başar

dindar, hem dünyevi olduğunu belki de ilk defa duyduğunuz şeylerle görüyorsunuz. " Pasteur'a kuduz aşısı çalışmaları için yardım göndermesi; fotoğrafçılığın ve kütüphaneciliğin babası olması; atlara, kitaplara, tiyatro ve operaya olan ilgisi; Osmanlı donanmasına ilk denizaltını getirtmesi ve bunun gibi Hamid ile ilgili bilmediğimiz bir çok yön kitap sayfaları içerisinde sizi bekliyor. Ne bileyim okudukça; İlk defa elektriği, gazı getiren, ilk modern eczanemizi açtıran, - İlk otomobili getiren, 5 bin km kara yolunu yaptırtan, -Dünyanın ilk metrolarından birini Karaköy-Taksim arasına yaptıran, atlı ve elektrikli tramvaylar kuran, - Kudüs-Yafa, Ankara-İstanbul ve Hicaz demir yollarını yaptıran (Haydarpaşa Tren İstasyonunu da tabi), - İstanbul'un binlerce fotoğrafını çektiren, Arkeoloji müzeciliğini başlatan, - Okullara(Hıristiyan okulları dahil) gönderdiği emirde Türkçe'nin iyi öğretilmesini isteyen ,Azerbaycan okullarında Türkçe yasağını kaldıran, Paris'te İslam Külliyesi kuran ! - Ziraat Bankasını kuran,Ticaret, Sanayi ve Ziraat Odalarını açtıran, - Her yıl 30 bin saksı satın alıp çiçek ektiren, - İstanbul boğazı için iki köprü projesi çizdiren (bir tanesi tam bu günkü Fatih S.M. köprüsünün bulunduğu mevkidedir), - Darülaceze yaptırıp içine sinagog, kilise ve cami koyduran, - Çocuk hastanesi (Şişli Etfal [çocuklar] Hastanesi) açtıran, - Posta ve Telgraf teşkilâtını kurduran (Sirkeci Büyük Postane binası..), İstanbul'da Darülfünün (Üniversite) açan, Dünyanın ilk Dişçilik okulunu kuran, kişinin "O" olduğunu görüyorsunuz. Elinizde olmadan Hamid'e karşı bir hayranlık duygusu oluşturuyor kitap. Söyleyecek çok şey var kitap için aslında .Tarihi seven sevmeyen herkese tavsiyemdir bu kitap.


Güneşe Dön Yüzünü Ayşe Kulin Everest Yayınları 109 Sayfa

İlkgül Çelebi

G

üneşe Dön Yüzünü, 1940'lı yıllardan 1980'lere ülkemizin içinde bulunduğu durumu çeşitli öykülerle anlatan bir kitap. Kitap sade bir dille yazılmış. Öykülerin isimleri şöyle: Güneşe Dön Yüzünü, Bozkırda Susuz Büyür Çiçek, Yoksullara Yardım, Bir Cenaze Töreni, Vitrinde, Bir Çekim Günü. Benim en etkilendiğim öykü, 1970'li ve 1980'li yılların anlatıldığı ''Vitrinde'' adlı öykü. Ben o yıllarda çocuktum, bu öyküyü okuduktan sonra unuttuğumu sandığım birçok şeyi aslında hiç unutmadığımı anladım. Öyküde bu yıllar şöyle anlatılıyor; ''Siyasi partiler kapatılmıştı, kitaplar, kasetler, resimler yasaktı. Tüm yasaklar halkın iyiliği içindi. İnsanlar yasaklarına alıştıkça yeni yeni yasaklar geliyordu. Sanki konuşmak, sevinmek, üzülmek, düşünmek de yasak olmuştu. Bir süre sonra insanlar düşünmez ve konuşmaz olmuşlardı, böylesi çok daha rahattı kuşkusuz. Herkes sonsuz bir emniyet içindeydi artık, korkulacak ürkülecek hiçbir şey kalmamıştı. Bir cam koza örmüştü insanların çevresini…'' Ayçiçeği gibi güneşe dön yüzünü, Günebakan olsun adın, Güneş görsün yüzünü.

Murtaza Orhan Kemal Everest Yayınları 360 Sayfa

Y

N.Kemal Arıcı

ıllar önce okuduğum bu günlerde yeniden okuma ihtiyacı duyduğum trajikomik bir eser Murtaza. Kimbilir Murtazaların ve murtazalıkların çoğaldığı bir zamanda yaşadığımızdan yeniden okuma arzum kabarmıştır. Murtaza, kuralları ve yararı her şeyin üstünde gören kendini göreve! adamış bir insan. Gerekirse aç açıkta kalır; çocuklarını bile feda edebilirdi. Yeterki bir aferin alsın, gururu okşansın. "Tükürecek idi kan, söyleyecek idi içtim kızılcık şerbeti!" "-A be ne sanarsınız siz onu?" dolaşır damarlarında kanı, dayısı Kolağası Hasan Bey'in. Yukarda Allah, Ankara'da devlet, hem de hükümet. Burada da Murtaza! Görmüştü kurs, almıştı sıkı terbiye amirlerinden. Görevini aksatırsa bozulurdu memleketin disiplini! Bundandır beslenir sürüyle Murtaza buralarda… Okuyun okuyun, çok seveceksiniz… laf aramızda sinemaya da uyarlandı ve oyunlaştırıldı. Ama ben her zaman olduğu gibi kitabı tercih ederim.


Kayıp Harlan Coben Martı Yayınları 408 Sayfa

H

arlan Coben'in "KAYIP" adlı eserini okurken "Asla Vazgeçme" kitabındaki gibi merak, heyecan ve korku hissettim. Sanırım, merak daha ağır bastı ki 408 sayfası iki gün içinde bitirdim. Ev işlerim aksadı, çocuklarımın beslenme işini geciktirdim. Okumak isteyenlere tavsiyem, yapılacak işleriniz var ise erteleyin öyle başlayın. Macera, gizem kim bilir gerçek hayatta olabilen yaşananlar. Bir polisiye yazısı. Myron ve Terese'nin on yıl sonra buluşmaları ile başlayan sırlar dolu maceraları. "Kayıp" kitaptan öğrendiklerim. Huntigton hastalığı; kalıtsal Genetik Noörolojik bir hastalık. Bu hastalık insan doğrudan öldürmeyen ilerledikçe oluşturduğu zatürre, kalp krizi ve değişik belirtiler hastanın

Adile Güngör

ölümüne neden olabiliyor. Fiziksel ve psikolojik düzensizliklere neden olabiliyor. İntihar ile sonuçlanabiliyor. Kan testi sonucu öğreniliyor. Fakat kesin sonuç verdiği düşünülemiyor. Terese'nin eski kocası Rick'te kone belirtileri ile başlıyor. Yani kontrolü dışında sarsıntılı hareketler yapıyor. Kök hücre araştırmalarını öğrendim. Teorik olarak beyinde hasar görmüş nöronların yerine kordon kanından alınan kök hücreleri nakletmek mümkün. Göbek bağı dondurulup saklanıyor. Ayrıca tüp bebek ve embriyo stoklanıyor. Embriyoları çocukları olmayan çiftlere vermek yerine aynı davaya baş koymuş kadınlar kullanılarak yavrular ilk doğdukları günden itibaren birer terörist olarak yetiştirilmiş. Özellikle sarışın mavi gözlü anne babalardan alınan embriyolar kullanılıyor. Tavsiye edebileceğim güzel bir kitap.


Sevdalinka (Sevda Şarkıları)

Ayşe Kulin Everest Yayınları 340 Sayfa

D

aha önce Ayşe KULİN'nin Köprü'sünü okumuştum. Ülkemde bulunan yıllardır yaşadığımız sorunlara sıra dışı bir valinin çözüm arayışlarını anlatıyor ve hislerimize tercüman oluyordu. Sevdalinka Bosna'yı anlattığı için merak etmiştim. Cuma günü başladığım yaklaşık 430 sayfalık kitabı Pazar günü bitirdim. Bu kadar kısa sürede bitirdiğime göre çok çekici, akıcı, sürükleyici diyeceğimi düşünüyor olabilirsiniz. Keçiboynuzu yer gibi; bir şey çıkacak diye devam ediyorsun. Ne bir sevda, ne bir sevda şarkısı bulabildim. Bosna'yı ve Boşnaklar'ı Boşnak asıllı bir yazardan daha iyi tanıtan biri olamaz diye düşünüyorum. Ancak Bosna ve Boşnaklar bu romanın bana tanıttığı gibiyse içimde bir şeylerin kırılıp döküldüğünü itiraf etmeliyim. Bazı şeylerin ayrıntısını bilmeyip gönlündeki gibi kalması mı, yoksa gönlündeki kırılıp dökülse bile gerçeği bilmek mi daha iyi kestiremiyorum. Sevdalinka'daki sevda ve sevda şarkısı Burhan'la Nimeta'nın sevdası ise dünyada hiç sevda yaşanmamıştır. Romanın kahramanı Nimeta aşık bir kadın mı yoksa genç kızlığında İstanbul'da bir gence tutulan, annesi izin vermeyince ağlayıp sızlayan; Bosna'ya dönünce Burhan'la tanışıp İstanbul'u unutan; evli ve iki çocuklu bir kadınken evliliğin yeknesaklığından sıkılıp Hırvat Stefan'la yasak ilişki yaşayan; yaptığı çirkinliği Stefan'a duyduğu aşktan kaynaklandığı mazeretine bağlayan; kocası her türlü desteği vermesine rağmen onu aldatmaya devam eden bir kadın mı? Sevda ve sevda şarkısı bunun neresinde ben anlayamadım. Romandan, Boşnaklar'ın arada kalmış, ne Hıristiyan ne Müslüman olabilmiş bir halk olduğu izlenimi çıkıyor. Katolikliği veya Ortodoksluğu benimsememiş, günah çıkarmayı, İstavroz (Haç işareti) çıkarmayı, vaftiz olmayı reddetmiş; bu sebeple Hıristiyan Avrupa tarafından sürekli zulüm görmüş; Osmanlı ile Müslümanlığı tanımış, kendi isteği ile Müslüman olmuş, bu seferde Müslüman diye Hıristiyan Avrupa tarafından zulüm görmüş bir halk. Ancak kitapta Müslümanlık adına kayda değer hiçbir şey yok. Duvarda asılı bir Kur'an-ı Kerim ve Boşnaklar Müslümandır, o kadar. Fakat yasak ilişkiler, evlilik dışı yakınlaşmalar, her fırsatta kendini

Mehmet Yaşar

kaybedecek kadar alkol tüketimi yoğun şekilde işlenmiş. Ne acıdır ki modern dünya (!) bu kadarcık Müslümanlığa bile tahammülü yok. Daha doğrusu kendisi gibi olmayan hiç kimseye tahammülü yok. Bazen din adına, bazen özgürlük adına, bazen demokrasi adına, bazen insan hakları adına bağnazlık, baskı, zulüm, kıyım ve soykırım uyguluyorlar. Dünyada kendileri gibi olmayan bütün milletlere (Asya, Afrika) bunu uygularken, Avrupa'da ise Boşnaklar'a uygulamaktadır. Ya benim gibi olacaksın, ya bana hizmet edeceksin, ya da yok olacaksın. Modern Avrupa'nın (!) dünyaya getirdiği kan, gözyaşı ve zulüm olmuştur. Bosna'ya da bu gözle bakmış, ırkçılığın, bağnazlığın, despotizmin en acımasızını uygulamıştır. Roman, Bosna'ya uygulanan bu zulmü gözler önüne sermesiyle önemli bir görev ifa etmiştir. Bu yönüyle takdir ediyorum. Ancak Boşnaklar'ın uğradığı bu zulmün Boşnak bir kadının yasak aşkı, gazeteci Hırvat Stefan tarafından dünyaya duyurulmuş olduğu; bu Hırvat gazetecinin aslında evlilik dışı bir ilişki sonucu dünyaya gelen Boşnak bir asilzadenin soyundan geldiği anlayışının verilmeye çalışılması, Boşnaklar'ın verdiği var olma mücadelesine gölge düşürdüğü için ise üzücü. Romanın kahramanı örgüsü içinde anlatılanların münferit olduğunu var sayıyorum. Boşnaklar'ın verdiği mücadeleye saygı duyuyorum. Avrupa'nın ortasında Modern Avrupa'nın (!) gerçek yüzünü bütün dünyaya gösteren Boşnak kardeşlerimle gönül bağımı koruyorum. Zalimler bir gün müstahak olduklarını bulacaklar, mazlumların üzerine de bir gün güneş doğacaktır. Okurken bazen Burhan, bazen Raziye Hanım, bazen Fiko, bazen Raif, bazen Ban Kulin, bazen Boşnak oldum ancak Nimeta, Stefan, Sonya olamadım. O karakterleri kendime yakın bulamadım. İlişki sahnelerinin bir film ayrıntısında anlatılması ise okurken yüzümü kızarttı. Romandan benim çıkardığım sonuçlar bunlar. Bir başkası başka şeyler tabiî ki bulacaktır. Herkesin çıkarımlarına ve tercihlerine saygı duyuyorum.


Siddhartha Hermann Hesse Can Yayınları 176 Sayfa

"dostluğun senden alacağım ücret olsun"

S

on derece yalın bir dille anlatılmış olağan üstü bir öykü…

Çeşitli sınavlardan geçtikten sonra, türlü acılara katlanıp türlü zevkler tattıktan sonra insan olmayı, insanları sevmeyi öğrenen bir insanın öyküsü…(arka kapaktan) Hermann Hesse ''siddhartha'' için bir hint masalı der.(siddhartha' nın kelime anlamı; hedefine ulaşmış bir kişidir.) Kitap da Soylu bir Brahman ailesinin oğlu sidartanın öyküsü anlatılmaktadır. Sidartanın amacı gerçek bilgeliğe ulaşmak ve buddha olmaktır. Bu nedenle ailesinden ayrılıp uzun bir yolculuğa çıkar. Bu yolculuğun sonunda sidarta kendi yüzünü, öldürdüğü sandığı ben'ini

Hasan Yılmaz

görür ve yaşamı yüreğinde duyumsamayı öğrenir. İnsanların dünyevi istekleri, kaygılarını anlamaya başlar. Çünkü artık öğrenmiştir; bilgelik bir başkasına anlatılamaz. Sidarta bir Hermann Hesse klasiğidir. Yazar doğunun mistik havasından yola çıktığı bu öyküde, sidarta isimli bir gencin gerçeği arayışı ve bilge bir insan olma yolunda çektiği zorlukları, aşamaları anlatıyor. Yalın ve akıcı bir dille yazılmış olan bu öyküyü okumanızı tavsiye ediyorum. Özellikle kitabın sonunda sidartanın bulmuş olduğu gerçeğin yüzyıllardır anadolumuzda varolan tasavvuf felsefesi ile örtüşmesi kitabı sevmenize daha çok yönelteceğine inanıyorum. Yunus Emrenin dediği gibi; Aşktır bu derdin dermanı Aşk yoluna koydum bu canı Yunus Emre söyler bunu Bir dem aşksız olmıyayım.


Beyaz Zambaklar Ülkesi Grigory Petrov Koridor Yayınları 299 Sayfa

G

rigoriy Petrov 1866-1925 yılları arasında yaşamış bir yazardır. Fikirlerinden ve yazılarından dolayı Rus devriminin ardından Lenin'den kaçan Rus Beyaz Ordusuyla birlikte Kırım'a yerleşmiş. Beyaz Ordu Kırım'ı terk edince 1920 yılında gemiyle İstanbul'a geçip Gelibolu'da ki mülteci kampına sığınmıştır. Petrov'un daha önceki yazılarını okumuş olan Yugoslavlar onu Belgrada davet etmiş. Petrov hayatının sonuna kadar mülteci olarak Yugoslavya'da yaşamıştır. Beyaz Zambaklar Ülkesi'nde Petrov'un 1923'te yazdığı son kitaplarından biridir. Petrov bu kitabı Finlandiya'ya hitaben yazmıştır. Finlandiya bataklıklar içine yerleşmiş, doğal madenlerden yoksun, fakir, verem gibi bir çok bulaşıcı hastalığın kaynağı haline gelmiş Rusya'nın kuzey batısında İsveç sınırında küçük bir ülkeymiş. Tam altı yüzyıl İsveç yönetimi altında yaşadıktan sonra Rus yönetimi altına geçen küçük bir eyalet. İsveç yasalarının geçerli olduğu, yasal dili İsveç dili olan, Fin dili halk dili olarak kabul edilen, kendi tarihi ve kültürü olmayan küçük bir eyalet. Bataklıklar ülkesi anlamına gelen "Suomi" ismiyle anılırmış. Finlandiya 1809'da Rusya'dan ayrılıp özerkliğine kavuşmuş. 19. Yüzyılın sonunda kendi para birimi, gümrüğü, yönetimi, eğitimli bir toplumu, resmi dili Fince olan gelişmiş bir Avrupa ülkesi halene gelmiş. Grigoriy Petrov bu süreç içinde Bataklıklar Ülkesi olan Finlandiya'nın nasıl Beyaz Zambaklar Ülkesi haline geldiğini anlatmış bu kitabında.

Vahide Akdemir

Finlandiya'nın gelişmesinde halka liderlik eden Johan Wilhelm SNELMAN adında bir filozoftur. Snelman'ın bu liderlikte eğitimi nasıl ön planda tuttuğunu; halkı, gençleri, köylüyü, orduyu nasıl eğittiğini göreceksiniz bu kitapta. Bir ülkenin kalkınmasında, ülke olmasada, güçlüler arasında bende varım demesinde eğitimin ne kadar önemli olduğunu öyle güzel anlatmış ki yazar. Kitap bugüne kadar Bulgarca, Sırpça, Türkçe, Arapça, Fince ve Rusça olarak yayınlanmış. Balkan ülkelerinde büyük ilgi görmüş. Farklı ülkelerde; gelişmiş, modern ve kültürlü milli bir devlet oluşturulmasında başvurulan bir reçete haline gelmiştir. (Sübhane Mitzayeva) Beyaz Zambaklar Ülkesinde Mustafa Kemal Atatürk zamanında ilk kez Türkçeye çevrilmiş. Atatürk kitabı okuduğunda bu destansı başarıya tek kelimeyle hayran olmuş. Derhal kitabın ülkemizdeki okulların, özellikle askeri okulların müfredatlarına dahil edilmesini emretmiş. Bu kitap tüm yoksulluğa, imkânsızlıklara ve elverişsiz doğa koşullarına rağmen, bir avuç aydının önderliğinde; askerlerden din adamlarına, profesörlerden öğretmenlere, doktorlardan iş adamlarına kadar, her meslekten insanın omuz omuza bir dayanışma sergileyerek, ülkelerini geri kalmışlıktan kurtarmak için nasıl büyük bir mücadele verdiklerini, tüm insanlığa örnek olacak şekilde gözler önüne sermektedir.


Resmi Tarih Yalanları Azgelişmişlik Sürecinde Türkiye Komisyon / Stefanos Yerasimos Belge/Profil Yayınları zellikle son bir iki yıldır memlekette tarihe ilgi artmaktadır. Dergilerin, gazete eklerinin ve en önemlisi televizyon programlarının sayısı artmaktadır. Bu ilgi artışında asıl tetikleyici tabiî ki diğerlerine göre daha etkili olan televizyon programlarıdır. Bu olumlu bir gelişmedir. Başlangıçta tarihe ilgi artsın da nasıl olursa olsun diye düşünüyordum. Zaman içerisinde ne yazık ki birçok konuda olduğu gibi bu konuda da raydan çıkılmış ve bir takım olumsuzluklar yaşanmaya başlanmıştır. Özellikle televizyon programları ilk başlarda tarihe daha çok magazinel yönüyle yaklaşmakla doğru bir yol izlemiş olabilirler ama bu bakış açısının, izlenme oranları her şeyin önünde tutularak, hâlâ devam ettiriliyor oluşu yarardan çok zarar vermeye başlamıştır. Tarihi olmayan bir ulusun geleceği de olmaz. Bu gerçekten hareketle milletler topluluğu içine çok yakın zamanda katılmış olan birçok millet bizzat devlet eliyle suni tarih oluşturma çabalarına girişmiştir. Çok eski bir tarihe sahip bizim gibi birçok ulus da ne yazık ki her geçen gün tarihinden uzaklaştırılmış daha doğrusu tarihini unutmaya zorlanmıştır. Tarih ya toptan reddedilmiş ya da gerçekler değiştirilerek yanlış bilgilerin kabulü istenmiştir. Bunun sonucunda da bizde tarih tekerrür etmeye devam etmiştir. Evet bu söz özellikle bizim için çok geçerli bir söze dönüşmüş bulunmaktadır. Çünkü tarihi bilimsel yaklaşımlarla incelemek yerine "resmi tarih" dediğimiz bakış açısından görmeye zorlandık yıllardır. Tarihini doğrusuyla eğrisiyle kısaca her şeyiyle sahiplenip bilimsel bir bakış açısıyla değerlendiren uluslar ondan dersler çıkarmayı başarmışlar ve böylece tarih içinde yaptıkları hataları tekrar etmemişlerdir. Bilimsel bakış açısından ne kastettiğimi kısaca açıklamak istiyorum. Tarihi olgular ve olaylar bizde genellikle kronolojik sırası doğru verildiğinde açıklanmış sayılırlar. Ne oldu ne bitti, bunlar ne zaman oldu, içinde kimler yer aldı gibi sorulara yanıt verildiğinde tarih anlatılmış sayılmıştır. Halbuki asıl olan bu olgu veya olayları doğuran sosyo-ekonomik yapı neydi, üretim

Ö

Ahmet Can

ilişkileri ile ilişkileri nelerdi gibi sorulara yanıt vermektir. Tarihi bu açılardan incelemeden sadece sonuçlarla ilgilenilmiş olacaktır. Tabiî ki bunların gerçekleşebilmesi için de önce tarihi gerçeklerin olduğu gibi bilinmesi gerekmektedir. Bu noktada birçok kitap önerilebilir. Ama tarihin nasıl çarpıtıldığı ve tarihi gerçeklerin nasıl değiştirildiği noktasında içinde 11 yazının yer aldığı "Resmi Tarih Yalanları" adlı kitabı kısaca tanıtmak istiyorum. Özellikle 2 numaralı Mustafa Armağan'a ait yazıda Mustafa Kemal'in Erzurum Kongresinde yaptığı konuşmanın nasıl makaslandığı anlatılmış. Şu yıllardır tartışılan mesele, Mustafa Kemal'in Samsun'a gönderilmesinde Sultan Vahidettin'in rolü meselesi o üç sayfa makaslanmasaydı sanırım bugün farklı bir düzlemde tartışılıyor olacaktı. Yazımı, yukarıda anlatmaya çalıştığım magazinden uzak ve bilimsel bir bakış açısıyla tarihe bakma gerekliliği doğrultusunda okunması gerektiğine inandığım bir kitaptan söz ederek bitirmek istiyorum: 1942'de doğduğu kentin, İstanbul'un tarihine merak sarıp mimarlık mezunu olduğu halde doktora çalışmalarını yürütmek için gittiği Paris'te Türk tarihi üzerine çalışmalar yapmaya başlayan ve 1994-99 yılları arasında İstanbul'daki Fransız Anadolu Araştırmaları Enstitüsü'nün başkanlığını yapacak kadar tarihçiye dönüşen S t e f a n o s Ye r a s i m o s ' u n " A z g e l i ş m i ş l i k Sürecinde Türkiye" adlı kitabı… Üç ciltten oluşan bu eserin birinci cildinde Bizanstan Tanzimata, ikinci cildinde Tanzimattan 1.Dünya Savaşına, ücüncü cildinde de Dünya Savaşından 1971'e kadarki Anadolu Tarihi bilimsel bir bakış açısıyla incelenmektedir. Tarih okumalarına başlayacak olanlar için doğru bir ilk basamak olacağına inandığım bu eserin akademik diline karşın sabır gösterildiğinde okuru içine çeken ve zevkle okunan bir esere dönüştüğünü söyleyebilirim.


erde Pencere

Gençlerle Başbaşa Ali Fuad Başgil Yağmur Yayınları 80 Sayfa

L

ise yıllarımızda hocalarımızın tavsiyesi üzerine okuduğum Ali Fuat BAŞGİL'in kaleme aldığı "Gençlerle Başbaşa"adlı eser gençlerin en değerli çağları olan gençlik çağında onlara yol göstermektedir. Özellikle gençlerin ve başarılı olmak isteyen herkesin okuması gereken bir kitap. Kitap 2006 yılında Pursaklar Belediyesi tarafından bastırılarak gençlere sunulmuştur. Kitapta üzerinde durulan konular kısaca şöyle; 1-Başarıya giden yolun tehlike ve düşmanları: Başarının ilk düşmanı tembelliktir. Başarının diğer bir düşmanı da kötü arkadaş ve kötü örneklerdir. 2-Başarılı olmanın şartları: İlk şart iradeli olmaktır. İrade ve iradeli olmanın önemi, bize ait olan ve olmayan hareketler, alışkanlıklar ve telkinler başarıyı etkilemektedir. 3-Eğitimin ruh ve karakter üzerindeki etkileri: Yaratılıştan getirdiğimiz huyların bazılarını değiştirmek, elimizdedir. İnsanlar çeşit, çeşit karaktere sahiptir. 4-Verimli çalışmanın şartları: Verimli çalışmanın ilk şartı sağlıklı olmaktır. İkinci şartı çalışmayı sevmektir. Üçüncü şartı ise çalışmanın tekniğini ve yolunu bilmektir. 5-Çalışma hayatının ve başarılı olmanın genel kanunları: Kitabın son bölümünde Ali Fuad Başgil hoca okuyucularına başarılı olmanın altın kurallarını sıralamaktadır. - Çalışmak için müsait gün ve saat bekleme. Bil ki, her gün ve her saat çalışmanın en müsait zamanıdır. - Çalışmak için müsait yer ve köşe arama. Bil ki, her yer ve her köşe çalışmanın en müsait yeridir. - Herhangi bir işi yarına bırakma. Zira her günün derdi gibi işi de kendine yeter. - Başladığın bir işi bitirmeden başka bir işe başlama.Çalışmaya başlamadan hangi işi yapacağına karar ver. - Çalışmaya oturduğun zaman tıpkı ateş hattında düşmanı gözetleyen bir asker gibi uyanık ol ve dikkat kesil.

Efkan Vural

- Çalıştığın bir iş(bir ders, bir kitap, bir yazı)üzerinde herhangi bir güçlüğü yenmeden bir adım bile gerileme. Ve bil ki, yılgınlık maskeli bir tembelliktir. - Devamlı ve düzenli çalış. Ve her gün aynı saatlerde mutlaka çalışmaya otur. - Bir iş üzerinde yorulursan dinlenmek için işini değiştir ve çalışma hızını yavaşlat. Fakat dinleme bahanesiyle asla boş oturma. Boş oturanın içi, işlemeyen demir gibi pas tutar. - Gece yağına uzandığın zaman, o gün ne iş yaptığını ve yarın ne yapacağını kendine sormadan uyuma. - Her şeyden evvel ana dilini iyi konuşmayı ve iyi yazmayı öğren. - Bir işe öfkeli ve sinirli iken karar verme. - Dilini tut ve bil ki, dil yarası bıçak yarasından daha vahimdir. - Kimsenin yüzüne karşı söyleyemediğini arkasından söyleme. - Yalan söyleme, yalan söyleyen, tutulma korkusu içinde yaşayan hırsız gibidir. - Daima olduğun gibi görün, göründüğün gibi ol. - Gençliğinde iyi arkadaş kazan. Yaşlılıkta kazanılan arkadaşlık sağlam olmaz. Zira paslı teneke lehim tutmaz. - Ahlakını güzelleştirmeğe çalış. Ahlak güzelliği insan için kıymetli bir servettir. - Dost ol, ta ki sana da dost olsunlar. - Sonunda pişman olacağın bir işi başında düşün. - Hayatta cesur ol. Fakat bil ki cesaret gözü kapalı tehlikeye atılmak değildir. - Kendine yapılmasını istemediğin bir davranışı başkasına yapma. - Kendinden üstekilere değil, kendinden alta kilere bak, rahat edersin. - Kibirli olma. Kibirli insan sarımsak kokan ağız gibidir. Herkesi kendinden uzaklaştırır. Yazar kitabını şu cümlelerle sonlandırır. Genç arkadaşım. Yukarıda sıraladığım kaideleri okuyup unutasın diye değil; kulağına küpe yapasın ve ileride beni anasın diye yazdım. Senden beklediğim, beni hayırla anmandır.


erde Pencere

Fosforlu Cevriye İçlerinden Hangisi Devlet Tiyatroları Hülya Yamen eleneğimi bozmayıp yeni bir tiyatro yazısı yazayım. Kültür dolu haftamızın iki oyunu vardı.

G

izlediğimiz Fosforlular etine dolgun kadınlardı. Bu sıska Fosforlu'ya alışmanız biraz zaman alıyor.

İlk oyun Fosforlu Cevriye. Önemli kadın yazarlarımızdan Suat Derviş'in oyunu. Suat Derviş pek çok edebiyat eleştirmenine göre Halide Edip Adıvar'ın gölgesinde kalmış ama teknik açıdan ondan çok üstün bir yazardır. Bence de öyle. Halide Edip'in aynı kalemden çıktığı belli, köylü de olsa şehirli de olsa aynı İstanbul Türkçesiyle konuşan, şehre sıkışıp kalmış karakteri arasında Suat Hanım'ın kişileri daha gerçekçi durur.

Oyunda eski mamalardan birini canlandıran emekli kantocu Sümbül Dudu rolündeki Nermin Uğur Sanat Kurumu'ndan En İyi Kadın Oyuncu Ödülü almış. Görünce hayranlığınızın sadece size ait bir duygu olmadığını anlıyorsunuz. Oyun 9 Nisan'a kadar Cüneyt Gökçer Sahnesi'nde izlenebilir.

Bu oyunda da öyle. Sokaktan, en kötü sokaklardan gelmiş, daha doğrusu bir aileye değil bir sokağa doğmuş olan bir kızın hikâyesidir Fosforlu Cevriye. Nüfus cüzdanı bile olmayan, varlığı ancak gönül eğlendirmek istendiğinde, Barba'nın meyhanesinde olursa o da, hatırlanan, masalara meze bir genç kadındır. Herkesin yaşadığını yaşar Fosforlu da âşık olur. Sonra başına gelmeyen kalmaz. Oyun çok etkileyici bir müzikal. Şarkıları Attila Özdemiroğlu bestelemiş, sözlerini Gülriz Sururi yazmış. Kostümleriyle, kullanışlı sahne dekoruyla etkileyici bir oyun. Gülü'nün, Top Melahat'ın, Marka'nın, Barba'nın hikâyesini öğrenmek istiyorsanız çok eğleneceğiniz bir üç saat sizi bekliyor demektir. Gerçi daha önce sinemada

Diğer oyunumuz ise Yılmaz Keskin'in yazdığı, Ali Hürol'un sahnelediği bir oyun: İçlerinden Hangisi. Basit, izleyeni yormayan iki perdelik bir komedi. Medeni Kanun yürürlüğe girince dört karısından hangisine resmi nikâh kıyacağını bilemeyen bir sivil paşanın hikâyesini anlatıyor. Eğlence ikinci perdede tırmanıyor, özellikle eşlerin seçilme telâşı görülmeye değer. "Seçilmeyen sokağa mı atılacak?" korkusuyla hareketli bir yarışma başlıyor. Özellikle "İyi ki Cumhuriyet ilan edilmiş." mesajını veren bu sevimli oyunu görmek isterseniz 5-23 Nisan tarihleri arasında Altındağ Tiyatrosu'nda izleyebilirsiniz. Hamiş: Belli mi olur? Belki okuduğum kitapları tanıtmak da nasip olur bir gün.



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.