Sincan ibni Sina lisesi Dijital Kitap Dergisi Mart 2011 Say覺: 01
encere
kitapencere
4
Şah & Sultan Ali Fuat DOÇAN
6
Aşk Hasan ELDEMİR
7
Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok Sinan KALAYCI
8
Bir Çift Yürek Leman BAŞAR
9
Göçebe Fatma KARSLI
10
İbn Arabi'nin Fususundaki Anahtar Kavramlar Süleyman HARMANCI
12
Tutunamayanlar Korkma Ben Varım Kadından Kentler İlkgül ÇELEBİ
14
Kız Kardeşim İçin Nazan BOZTAŞ
15
Yavuz Varol HAZİNEDAROĞLU
16
İç Kitabı Ergün COŞKUN
18
Keşanlı Ali Destanı Hülya YAMEN
19
Şu Hortumlu dünyada Fil Yalnız Bir Hayvandır Halime KOZAN
20
Kürk Mantolu Madonna Hasan YILMAZ
21
Rüya Sami ÇELİK
Sincan İbni Sina Lisesi Dijital Kitap Dergisi
Sayı:01 Editör Ahmet Can Hülya Yamen
Tashih A.Fuat Doçan N.Kemal Arıcı
Tasarım SaÇe
İrtibat sincanibnisinalisesi@gmail.com
Dijital Dağıtım http://issuu.com/ibnisina
kitapencere
G
eçen dönemin ortalarına doğruydu. İskender Pala'nın yeni bir kitabının çıktığını, adının da ŞAH VE SULTAN olduğunu duyduğumda ben bu kitabı okumalıyım, dedim. Kitabı 16.10.2010 tarihinde 15 TL verip almışım. Kitap, Kapı Yayınevi'nin BİRİNCİ BASKI olarak 100 BİN ADET basılan kitaplarından biri. Kapakta kitabın adı kabartmalı olarak basılmış. Sanki kapak sizi bir düğüne veya mutlu güne çağıran davetiyeye benziyor. Kapak resminde bizlere bizim zamanımızdaki adıyla İlkokul, Ortaokul ve Lise tarih kitaplarında resmini gördüğümüz pala bıyıklı Yavuz Sultan Selim'in ne zaman yapıldığını bilmediğim heybetli resmi var. Ben, Yavuz Sultan Selim'i bu resmiyle tanımıştım yıllar önce. Kapağın hemen ardında moda olduğu gibi yazarın kısa biyografisini basmışlar. Kitabın arkasındaki bibliyografyaya baktığımızda her ne kadar roman da olsa işin gerçekleri yansıtması istenmiş. Çok önemli tarihi kaynaklardan yararlanılmış. Öyle olunca bir başka seviniyorsunuz. Hem roman okuyacağım, hem de tarihimle ilgili, tek bir savaş ve savaş alanından da olsa, tarihî gerçekleri öğreneceğim, diyorsunuz. Kitabın yayınlandığı dönem de bana ilginç geldi. Elbette kitabın hazırlığı kim bilir ne zaman yapıldı. Ancak yayınlandığı dönem, ülke içerisinde birtakım açılımların dillendirildiği bir dönemdi. Birçok okur gibi benim de ilk yaptığım işlerden biri paramı verip kitabı aldıktan sonra, fırsatını bulur bulmaz, hemen arka kapaktaki tek sayfalık tanıtımı okumak olur. Yine aynı işi yaptım ve okudum. Oradan Çaldıran Savaşı'nın konu alındığı belli oluyordu. Arka kapakta okuduklarımdan sonra Çaldıran'ın bir anlamda mezhepsel bir savaş olarak da önemli olabileceğini düşündüm. Ancak bunu kitabı okurken hiç hissetmedim. Kitabı okumaya başladım. Kitabın tamamı 34 bölümdü. Bölüm başlarında o bölümde anlatılacakların ne ile ilgili olduğu ve her ikisi de şair olan Yavuz Sultan Selim ile Şah İsmail'e ait dörtlük ve beyitler vardı. Eğer Sultan'dan söz edecekse ondan bir beyit, Şah'tan söz edecekse Şah'tan bir dörtlük verilmişti. Kitabı okumaya başladığımda sanki roman okumuyordum da birisi bana halk hikâyesi anlatıyor veya bir meddahın karşısında oturuyorum duygusu kapladı içimi. Örneğin 109. Sayfada "İki yıl sonra, Haziran 1509, Aldı Can Hüseyin" diyordu. Demek ki bu bölümü bana Sultan'ın yanında ona arkadaşlık eden, sık sık Sultan'la kılık değiştirip Şah'ın ülkesine gidip oralarda gözlem yapan, oraların kahvehanelerinde oyunlar oynayıp halk arasında hava koklayan kişi anlatacaktı.
İlk bölümde Babaydar karakteriyle karşılaştım. Küçük bir çocuğa eski deyimle lalalık ediyordu. Çocuk, her başı sıkıştığında yanındaki Babaydar'dan yardımlar alarak sıkıntılarının altından kalkıyordu. Babaydar, kitabın ortalarına doğru bir yerlerde aniden orta yerden kayboldu. Bir daha ortada hiç görünmedi. Çünkü artık görevi bitmişti. O küçük çocuğa tecrübe bakımından verebileceği bir şey kalmamıştı. Ancak bu küçük çocuk yaşı kaç olursa olsun sonradan başı sıkıntıya girdikçe Babaydar'dan aldığı bilgileri hatırlayıp sıkıntıdan kurtuluyordu. Bu çocuk Sultan'ın yanında nasıl yer aldı? Ona nasıl, eski söyleyişle musahip oldu? Okurken ben kaçırdım. Demek ki, o kadar kendimi olay akışına kaptırmışım. Sultan'la birlikte bir gün Şah'ın yaşadığı şehirde kılık değiştirmiş halde gezerken bir kahvehaneye uğrayıp orada karşılıklı oyun oynamaları ilgimi çekmişti. Bir başka ilginç yer, bu geziler sırasında bir şekilde ikizinin olduğunu, ikizinin de Şah'ın sarayında kendisi gibi musahip olmasını öğrenmesiydi. Ben, yine Sultan'ın musahibi Hüseyin'in, Şah'ın musahibi Hasan'ın ikizi olduğunu küçüklüğünde bilip bilmediğini kaçırmış olmalıyım. Çaldıran savaş alanı ilginçti. Bir ara sanki savaş alanında kendim de varmışım da ben de savaşıyormuşum gibi geldi. O alanda ikizi Hasan'ı şehit edip ardından da Hasan mı olsa Hüseyin olarak mı kalsa ikilemi bana da kararsızlık yaşattı. Sultan'ın Şah'ı yenip ganimet olarak Şah'ın hanımı ve çevresindekileri başkentine getirtmesi ve bu arada Şah'ın hanımını kendine hanım olarak alacak mı, almayacak mı, sorusu kısa süreliğine ilgimi çekti. Ancak kendisinden beklenen büyüklüğü Sultan'ın gösterdiğini okudum.
B
u romanı alırken tereddütler yaşamadığımı inkar edemem.Fakat okumaya başlayınca gerçekten iyi bir romana para verdiğimi anladım ve bir solukta kitabı bitirdim.Peki ne idi bu romanı çekici kılan? MEVLANA ve ŞEMS . Evet arkadaşlar tasavvuf, gizem ve gerçek bir aşk'ın ne olduğunu bu uğurda nelerden vazgeçilebileceğini ve daha bir çok olayı bu romanda bulabilirsiniz. İşin özü aslında Mevlana ile Şems'in arkadaşlıkları ve bunun sonucunda bir büyük alimin ilmini ilahi aşk'la taçlandırması, bir yerde zirveye çıkması anlatılıyor.Fakat aynı romanın bir de bugüne bakan tarafı var.Çünkü yazar kitaptaki olay örgülerini iki ayrı zamanda çok güzel anlatmış.Yani günümüzdeki karakterlerin bir arayışı ve bu arayışla geçmişe açılan bir pencere. Romanın bugünkü kahramanı Ella Rubinntain (40) isimli bir Amerikalı ev hanımıdır.Varlıklı, üç çocuklu ve eşiyle arasındaki evlilik muhabbetinin son demlerini yaşayan bir kadındır.Çocuklarını büyüttükten sonra bir yayın evinde editör-asistanı olarak iş bulmuştur.Görevi ise A.Z. Zahara isimli tanınmamış bir yazarın tasavvuf felsefesini konu alan tarihi romanını değerlendirmektir.Ve işte her şey bu noktada başlamaktadır.Ella hayatının çok anlamsız olduğu bu dönemde, Zahara'nın kitabını okurken önce Zahara'ya karşı bir aşk yaşamaya başlar. Zahara ile iletişime geçer.Onunla yazışırlar.Tabi bu süreçte roman akışı içinde geçmişe giderek Mevlana ve Şems'in tanışmaları ve onlarında ilahi aşk'a yolculuklarının başlangıcı anlatılmaya başlanır.Bu andan itibaren roman bir bugünde, bir geçmişte aslında aynı arayışın farklı yaşantılarını anlatmaya başlamıştır.Bu durum romanın akıcılığına gerçekten çok katkı sağlamıştır.Neyse sona yaklaşırsak Ella, Zahara'da bulduğu aşk'ı sonunda ilahi aşk'a çevirecek, müslüman olacak ve Amerikadan Konya'ya gelerek Zahara'yla buluşacaktır.Tabi dramatik olan ertesi gün zahara'nın ölümüdür.Ella'nın Hayatı ise bundan sonra daha anlamlı olacaktır.Çünkü -Ölen Hayvan İmiş, Aşıklar Ölmez- Sözüyle onlarınki geçici bir ayrılıktır.Aynı bu serüven Mevlana'nın Şems ile olan arkadaşlığı ve bu arkadaşlık yolunda gerçek aşk'ın ortaya çıkmasıyla son bulacaktır. Burada şunu da ifade etmeden geçemeyeceğim, Yazar Elif ŞAFAK gerçekten işin hakkını vermiş tarihi bir roman yazmanın ötesinde karakterlerin iç dünyalarını ve diyalogları beklenen anlam yoğunluğunda okuyucuya yaşatmayı başarmış.Bundan dolayı yazarı da tebrik ederim.Son olarak belki hiç eleştirmedim romanı.Çünkü konu AŞK olunca insan pek kusur aramıyor.Değerli vaktinizi ayırıp bu arkadaşınızın yazısını okuduğunuz için sizlere de teşekkür ederim.
L
ise yaşantımız boyunca öğretmenlerimiz tarafından pek çok dersler alırız. Tarih dersi de bunlardan biridir. Meraklısı için geçmişe yolculuk yapmak çok keyifli olmakla birlikte bir ders olarak bütün bir insanlığın tarihi -özellikle de birkaç kitaba sığdırılmak zorunda olduğu da düşünülürse- zaman ve mekanla sınırlı kronolojik olaylar dizisi halini alır. Bu durum hem öğrenci hem de öğretmen açısından can sıkıcı bir durumdur. Örneğin bütün büyük dünya devletlerinin katıldığı ve yıllar süren bir dünya savaşı bu kitaplarda bir sayfada özetlenebilir. "Filan tarihte, filan cephede, filan ordular savaşmış ve şu kadar bin asker ölmüştür." cümlesi o kadar fazla tekrar edilir ki öğrenci büyük tarihsel olayları neden-sonuç ilişkisi bağlamında düşünmekten vazgeçerek birtakım sayılardan ibaret bir olay gibi düşünmeye başlar. Savaşlar tarihsel bilgilerimizin içinde çok geniş bir yer tutar. Ama bütün okuduklarımızdan aklımızda kalan süslü üniformalar, birtakım büyük komutanlar, değişen sınırlar ve haritalar üzerinde bulunan bazı renkli bayraklardır. Harita üzerindeki bir küçük bayrak binlerce insan demektir. İşte bu binlerce can kendisine tarih kitaplarında yer bulamaz. Oysa savaşan ve tarihi yazanlar onlardır. Onların duygularını, yaşadıklarını, bir bütün olarak trajedilerini çok az kalem kağıda aktarmıştır. Size burada tanıtmak istediğim Eric Maria REMARQUE bu kalemlerden biri -bence en önemlisi- dir. Yazar "Batı cephesi nde Yeni Bir Şey Yok" adlı kitabında Birinci Dünya Savaşında Alman batı cephesini ve orada bulunanların ruh halini en güzel biçimde anlatır. Kitaptaki kahramanımız Paul BAUMER, savaş yıllarında lise son sınıftan bir grup arkadaşıyla gönüllü olarak ayrılarak orduya katılır ve batı cephesine gönderilir. Cepheye adımını attığı andan başlayarak hayatı bütünüyle değişir. Ölmek ve öldürmek dışında bir başka seçeneğin olmadığı, acı ve yokluklarla dolu, her yerde ve her an ölümün soğuk gölgesinin hissedildiği korkunç bir dünyada bulur kendini. Bu noktada önce savaşın nedenlerini, sonra da bizzat kendisini sorgulamaya başlar. Bu roman iki defa beyaz perdeye aktarılmıştır (1930-1979). 1930 yılında Lewis MILESTONE tarafından çekilen film o derece ilgi uyandırmıştır ki - M. Kemal'in de en sevdiğim filmdir dediği yapım- kendi askerini her zaman bir şövalye ve kahraman, düşmanını da vahşi ve barbar gösteren hollywood filmlerinden yorulmuş ve usanmış olanların takdirini kazanmıştır. Bu ününden dolayı adı geçen yönetmen için uzun yıllar ülkesine giriş yasağı konmuş olması romanı hepimiz için daha da ilginç hale getiriyor. Benim için ayrıca özel olan bu romanı tüm öğretmen ve öğrenci kardeşlerime şiddetle öneririm.
KİTABIN KONUSU
A
borjin yerlilerinin yaşamlarını ve bu yaşantının aslında bütün insanların ortak bir yaşantısı olduğunu fakat bizim buna ne kadar yabancı olduğumuzu anlatıyor.
KİTABIN ÖZETİ Amerikalı bir tıp doktoru olan Marlo Morgan gerçek bir olaya dayanan bu kitabında Avustralya'da yaşadığı ruhsal bir yolculuktan bahsetmektedir. Yazar, göçebe bir kültüre sahip Avustralya yerlileri olan Aborijinler eşliğinde, kabilenin kendilerini adlandırdıkları şekliyle " Gerçek İnsanlarla" birlikte dört ay süren ve çölü boydan boya katettikleri uzun bir yürüyüşe çıkar. Bu süre boyunca, çölün çorak coğrafyasındaki bitkiler ve hayvanlarla uyum içinde yaşamayı öğrenir. Olağandışı insanlardan oluşan bu toplulukla birlikte yaptığı bu yolculukla Morgan, bu insanların 50.000 yıllık kültürlerinin felsefesi ve bilgeliği ile tanışır. KİTAP HAKKINDA ŞAHSİ FİKİRLERİM Kitabın adına bakıp sakın bunu sıradan bir aşk hikayesi sanmayın.Eğer ilk sayfalarını dikkatiniz dağılmadan okuduysanız kitabı elinizden bırakamayacaksınız. Bütün edebiyat öğretmenleri gibi ben de çok kitap okurum ama benim bir farkım var onlardan okuduğum kitapları çok kısa sürede unuturum.Okuduğum esnada kapılırım kitaba ama kitap bittiğinde kapağı kapattığım anda o dünyada benim için kapanır.Belki bilinçaltım kendine düşen payı alır ama ben unuturum.Neden yazıyorum bunları? Bir Çift Yüreği ben sene 1999 da okudum yani üzerinden tam12 sene geçmiş. İlginçtir ki kitabın hemen her sayfası bir film sahnesi canlılığında zihnimde duruyor.Belki sizlerle paylaşmak için bu kitabı seçmemin sebebi de bu.Üzerine yüzlerce kitap okudum ama bu kitabın lezzeti bambaşka geldi.Ve o zamanlarda yeni yeni oluşan hayat felsefeme çok farklı bir boyut getirdi. Mesela kitabın başlarında yolculuğa çıkmadan önce -kabile insaları ile ilk bir araya gelişinde- üzerindeki bütün eşyaları, kıyafetler dahil, bilmem kaç bin dolarlık pırlantalı kol saatinden tutun da kredi kartlarına kadar onun için değerli olan her şeyi ama her şeyi ateşe atıp yakmaları ;onun manevi arınmasına simge olarak gösterilmesi beni çok etkilemişti."Nasıl ya? Olamaz böyle bir şey!" demiştim.Maddi ve manevi açıdan hayata bakışınızı gerçekten etkiliyor.Bu örnek,kitabın başından. Kitap bitinceye kadar bilmediğiniz, farkedemediğiniz ya da farkedecek imkanı asla bulamayacağınız o kadar çok olay sizi bekliyor ki.Tek kelime ile harika bir kitap. Okuduğum kitabın tek kusuru, beni olumsuz etkileyen tek yönü o yıllarda öğrenci olduğum ve korsan -orijinal kitap ayrımının farkında olamam dolayısıyla aldığım kitabın korsan olması ve kağıt, basım, sayfa hatalarının çok olması.Kitaplığımda belki de tek korsan kitap budur diyebilirim.Eğer kitap okuma zevkini pürüzsüz yaşamak istiyorsanız korsan kitaba para vermeyin diyerek noktayı koymak istiyorum.
A
lacakaranlık dizisinin yazarı Stephenie Meyer'in bir başka essiz romanı.
Romanı okumaya Alacakaranlık serisini bitirdikten sonra başladım. İlk 150 sayfasında sıkıldım ve kitap elimde iki ay kaldı. Fakat 150 nci sayfadan sonraki kısmı 3 günde okudum. O kadar akıcıydı ki, insan olmanın ne kadar önemli olduğunu bir kez daha düşündürdü bana, birlik ve beraberlik olunca insanın üstesinden gelemeyeceği, dünyasını zor koşullarda bile güzelleştirebileceğini bir kez daha gördüm. Başka bir gezegenden gelmiş insan beynine yerleşen bir yaratık. Adı GÖÇEBE. Zamanla kendisini yakalayan ve mağaralarda gizlenen bir avuç insanın tarafına geçip, onların dünyada kalma savaşına hizmet eden, diğer gezegenlerde tuh iken bedenine geçtiği varlığı tamamıyla ele geçirmesine rağmen, dünyada insanı tam anlamıyla ele geçiremeyen, insanlaşan bir yaratığın hikâyesi GÖÇEBE. Irmağa düşen bir insanın şelaleye sürüklenmesi gibi alıp götürüyor sizi…
V
arlıklar, Allahın zatının dışındaki varlıklar yokken, yani görünür, bilinir hale gelmemişken Cenabı Hak (Mutlak Vücüd) olarak vardı. Halende öyledir. Cenabı Hak vücud (varlık) itibariyle sonsuz bir varlıktır vücuddur. Cenabı Hakkın vücüdunu çevreleyen, O'nun mutlak vücudunun olmadığı, bilinmeyen, Cenabı Hakk'ında bilmediği bir boşluk, bir mekan, bir yer düşünülemez. Aksi bir düşünce kabül edilecek olursa Cenabı Hakkın vücudu sonsuz olmaktan çıkar, ona bir mekân tayin edilmiş. Vücudu varlığı sınırlandırılmış olur ki o zaman vücuda zorunlu olarak yaratılmış konumuna düşer. İşte bu inanç ve kabül bizi hakiki şirke düşürür. Cenabı Hakkın vücudu, yani sırf zati asla ve asla ne bu dünyada ve de ahirette Cenabı Hakkın kendisinden başka ne melek nede peygamberler tarafından künhü mahiyeti orjini kesinlikle bilinemeyecektir. Zatı hakkında bilgi "Batın" ismi gereği ebediyen Cenabı Hakka ait kalacaktır. Allahın ismi ve sıfatları zata verilemez. Zat, sırf vücud bu isim ve sıfatlarla nitelenemez, bilinemez, tarif ve tanımı yapılamaz. İşte Cenabı Hakkın bu vücudu bu zatı tüm varlıkların kaynağıdır. Tüm varlıklar O'nun vücudunda olunla kaim, onunla varlık sahasına çıkmış bilinir hale gelmiştir (s.43-44) Bu noktanın açıklığa kavuşması anlaşılması için İbn-i Arabi ve O'nu takip edenlere ait "Varlığın Beş Mertebesi" (Hazerât-ı Hamse) kavramının anlaşılması gerekir. Varlık bilgisi bakımından bu beş hazret veya beş alem şu şekilde ele alınmıştır. I. Hazret (Alem) Zat mertebesi, Gayb-ı mutlak, mutlak tecellinin yokluğu merterebesi, sırf vücud da denir. II. Hazret (Alem) Allah olarak tecelli eden, ortaya çıkan, kendini Allah mertebesine indiren Hak. Bu mertebeyle isim ve sıfatlar ortaya çıktığı veya isim ve sıfatlarla tanınıp bilinir hale geldiği vücud diyoruz. İşte biz mutlak vücudun bu yönüne Allah diyoruz. Vücudun bu yönüne ibadet ediyoruz. Dua ediyoruz. III. Hazret (Alem) Rab olarak ortaya çıkan, Rab olarak bilinen vücudun ef'al yani filler mertebesidir. Cenabı Hakka bu mertebe de Rab denir. Alemlerdeki tüm fiili tasarruflarının kaynağı bu mertebedir. Yaratma, rızıklandırma, öldürme (vs) fiillerin tecelli ettiği mertebedir. Fiillere ait duaların Rab ismi ile yapılması marifetullah açısından daha doğrudur. Yarabbi bana hayırlı kazanç ver, gibi. IV. Hazret (Alem) Ayân-ı Sabite denilen veya misal alemi denilen yarı maddi manevi eşya (varlık) olarak tecelli ettiği mertebedir. Ayân-ı Sabite ilk üç mertebe ile gerçek sanılan maddi hisler alemi yani bu dünya arasındaki bir geçiş mertebesidir. Yani ruhani varlıklar bu alemde cismani varlığa bürünür. Cismani varlıklarda (maddi varlıklar) burada ruhani varlığa bürünür. Ayâni sabitede varlıkların maddeden hiçbir nasibi yoktur. Bu alemde dünyada, gerçekleşen ortaya çıkan her şeyin bir izdüşümü mutlaka (ayani sabitede) bulunur. Ayanı sabitede bulunan her şey dünyada gerçekleşmesi ortaya çıkması zorunlu değildir. V. Hazret duyulara hitap eden duyularla algılanan zahir ismi gereği cisimler varlıklar, eşyalar suretinde ortaya çıkan Haktır.
İşte I. Hazret hariç bu mertebeler Cenabı Hakkın alemler nisbetinde, alemlerin istidadına göre tecelli etmesidir. Yani vücudunu bu alemlere indirmesidir. En alt alem 5. mertebeden yukarıya bakıldığında, her üst alem bir alt alemi, içersinde bil kuvve olarak (içerik olarak) barındırır. Bu alemlerde vücudun birer tecellisi ve devam edegelen feyzinden başka bir şey değildir. (s. 28-42) Öyle ise bu cisimler alemine hangi nazarla hangi anlayış ve kavrayışla bakmalıyız? Şöyle ki; Cenabı Hakkın her mahlukta (yaratılmış şeyde) her varlıkta bir vechesi zatı vardır. Her varlık Cenabı Hakkın isim ve sıfatlarının tecelligahıdır. Yani Allah O, varlıklar suretine bürünerek kendini tanınır bilinir hale getiren zahirdir, (görülebilenlerdir) İşte görülebilen, zahir olan eşya ile kendini örten gizleyen aynı zamanda o varlıkları ayakta tutan (duyularla algılanır hale getiren) Batın ismi gereği ebedi olarak gizli kalacak olan zatıdır. Böylece Cenabı Hak varlığın batın ismi gereği görünmeyen boyutudur. Zahir ismi gereği de varlıkların görünen boyutudur. Öyle ise varlıklar Allahtan ibarettir. Nevarki burada Cenabı Hak kendi sureti ile değilde eşyanın cismlerin suretine bürünerek kendini göstermiştir. Cenabı Hak varlıkları içten ve dıştan kuşatandır, varlıkların aynıdır. Yani Cenabı Hakkın tecellisi akıp gelen, her an devam eden feyzinden başka bir şey değildir. Bu nazarla bakan insan Hakkın suretini görmeye başlar. İbni Arabi'nin beyanına göre insan aklının bundan daha öteye geçme imkanının asla bulunmadığı en yüksek derecesidir. Bir kere bunu tattın mı artık mahlûk hakkında ondan daha yüksek derece bulunmayan en yüksek dereceyi de tatmış oldun demektir. Bu dereceden daha yükseğine geçmeye gayret etme! Zira bundan daha yüksek bir mertebe yoktur. (s. 60-62) Cenabı Hakkın zatından akıp gelen feyiz (tecelli) bütün varlıkları nasıl ayakta tutar yaratır varlık sahasına çıkarır? Aklın kolay kavraması açısından şöyle bir örnek verilebilir; Televizyon ekranını ve görüntüsünü bu aleme benzetirsek, ekran Cenabı Hakkın zatı gibi, zatın feyzide elektrik akımı gibi kabul edilirse, nasıl ki süregelen devam eden elektrik (elektron) akımı ekrandaki görüntüyü (alemdeki varlıkları) ayakta tutuyorsa (elektrik akımı sayesinde ekrandaki varlığını sürdürebiliyorsa) aynen böyle; alemdeki tüm varlıklar Cenabı Hakkın süre gelen feyzi ve tecellisi sayesinde alemdeki varlıklarını sürdürebilirler. Nasıl ki elektrik akımı kesilince ekrandaki görüntü silinip gider, aynen böyle alemi ayakta tutan Cenabı Hakkın feyzi bir an kesilse alem anında silinip gider, anında yok olur gider. Cenabı Hakkın vücüdu (ekran) baki kalır. Varlıklarda Cenabı Hakkın vücudunda Cenabı Hakkla kaimdir. Umarım bu misalle Allah-varlık ilişkisi akıllara biraz daha yaklaştırılmış olur. Hülasa vahdet-i vücud inancı peygamberler ve velilere ait keşif ve müşahedeye dayalı inanç ve hakikattir. Diğer insanlar tarafından anlaşılması çok zor bu itikad ile mesul ve sorumlu değildir. Kavrayabilenler için ise çok faydalı yakîn imana kavuşmak için vazgeçilmezdir.
B
u kitap, hiç bitmeyecek sandığınız cümlelerden oluşuyor. Kitabı okurken gerçekten bitirebilecek miyim? Bitirirsem anlayabilecek miyim? Gibi sorular soruyorsunuz kendinize. Sonuçta tutunursanız mesele yok. Not: Önsözü mutlaka okuyun. Zaman baş döndürücü bir hızla geçiyor. Ayakta durmasını bilmeyenleri yıkıyordu. Onlar bir bakıma birbirlerine tutunduklarından düşmediler. Değişmek kendine yabancılaşmak demektir. Yalnız kediler ölecekleri zaman bir iz bırakmadan kaybolurlar. Bat dünya bat, talih iki gözün kör olsun da piyango bileti sat. Ekmek su ile undan ibaret, maruzatım bunda ibaret. İnsan taklidi yaptığımız için kurtlar bizi adam sandı. İnsanların kitaplara bir takım çizgiler çizmeye kelimler yazmaya hakkı yoktur. Herkesin düşünebileceği satırları yazmak saçma idi. Her insanın kendine özgü düşünceleri gizli kalmalıydı. Yalnız kendi bilmeliydi. Düşünceler göklere yükseliyor, fakat vücut toprağa bağlıdır. Bütün öfkelerimi toprağa götüreceğim.
M
r. Spock, Tarzan, Drakula, Aziz İstanbul, Hayati Tehlike, Ezel Zelzele, Korkut Üneli, Gıcır Bey gibi değişik şahsiyetlerin kitabı. Yani duyan gelmiş. Bu adamın hayal gücüne şaşmamak elde değil. Keloğnan ile Sindirella'yı çocuklarına anlattığı masallarda buluşturan biri olarak bu bana bile fazla.
K
adınların iç dünyasına güzel bir yolculuk. Farklı kadınlar farklı yaşamlar ya da… Bu dünyaya açılan küçük bir pencere:
Bir döl yatağı bağının ana ile kızı birleştirmeye yetmediğini sezmiştim. Ana kız olmak için bundan daha fazlası gerekti. Şu 'yadigâr' sözü ne güzel, ne anlamlıdır diye geçiriyor içinden. Bazı kelimeler tek başlarına yürek sızlatmaya yetiyor. Şimdinin sözleri öyle mi ya? Kirpiklerinin topağını alıyormuş gibi yaparak gözünün nemini kurutuyor. "Terlik sesi duyulmayan ev, ister tek göz olsun ister kırk odalı, üşür" diyordu. Kimsesiz ev üşür. Gerçekte duyguları göründüğü kadar sahte olmayabilir. Ama bazı kadınlarda samimi olan ile olmayan yıllar içinde o kadar iç içe geçmiştir ki, sahici duygularını bile yapmacıklıkla ifade ederler; ayırt edemezsiniz. Aşkını unutmayana değil aşktan adını unutana Mecnun derler. Kalbim yine üzgün seni andımda derinden, / Geçtim yine dün eski hazan bahçelerinden. Hepsinin bestekârlarını nasıl tanıyorsunuz diye sorardım. "Bilmeme gerek yok" demişti. Mesela "Selahattin Pınar'ı hüznündeki zarafetten tanırım ben".
B
ir ailenin ne pahasına olursa olsun verdiği hayatta kalma mücadelesi anlatılıyor. Bu hikâyede doku uyumu olması için laboratuar ortamsında genleri özel olarak seçilen özel üretim bir çocuk olan Anna’nın mücadelesi anlatılıyor. Ablası lösemi hastası ve onun hücreleri tamamen uyumlu. Doğduğu anda kordon kanını vererek ablasını hayatta tutmayı başardı. Anacak hastalık beş yıl sonra yeniden nüksetti. Sürekli ablasına lenfosit vererek hayatta tutmaya çalışıyor. Kemik iliği nakli olmak üzere bir dizi ameliyat geçiriyor. Ancak şimdi de böbreği isteniyor. 13 yaşındaki bu genç kız kendisinin ailesi tarafından umursanmadığını, sadece kanını veya başka bir şeyine ihtiyaç duyulduğunda hatırlandığını düşünüyor. Yedek evlat. Uzman doktorlarla mükemmel genetik uyuma sahip bir embriyo. Ailesini mahkemeye veriyor. Vücut dokunulmazlığı hakkını arıyor. Bu noktada birçok sorgulanması gereken bir ahlaki öyküsüyle karşılaşıyoruz. Okurken sorgulanan hayatlarla tanışıyoruz. Sürükleyici bir roman tavsiye edilir.
K
uşatma 1543'ün yazarı Okay Tiryakioğlu'ndan eşsiz bir tarihi şahsiyetin sarsıcı romanı: Yavuz.
Sefer güzergahını soran vezire, "Sır saklamayı bilir misin?" diye sorar; "evet" cevabını alınca "Ben de bilirim" karşılığını verecek kadar temkinli. "dünya" yı kafasında taşıyacan bir gaye adamı. Hedefleri uğruna kardeş kavgasını hatta baba oğul çekişmesini bile göze almak zorunda kalan küçük şehzade. Bu kararlılığına, son nefesine kadar, kaybettiği kardeşleri ve can dostlarının özlemi eşlik etmiş şair bir yürek. Devletine ve ümmetine 400 yıl soluk aldıran eşi benzeri görülmemiş 8 yıllık bir hamlenin mimarı halife. Ve çevresindekilere aklı yitirmenin sınırlarını zorlatan bir yaralı son: Şirpençe. Okay Tiryakioğlu "YAVUZ" adlı romanında Yavuz Sultan Selim Han'ın 8 yıl gibi kısa süreli padişahlığı zamanında yaptığı büyük işleri roman tadında anlatıyor. 1470-1450 yılları arasında yaşayan Yavuz Selim II. Beyazid'in küçük oğlu. 1478'de Trabzon Sancakbeyi olduktan sonra doğuda Şah İsmail'in Safevi Devleti'nin tehlike oluşturmasını endişeyle görerek kardeşlerini bertaraf ederek II. Beyazid'in elinden tahtı alarak padişah oldu. 1512-1520 yılları arasında süren 8 yıllık padişahlığı sırasında doğuya yaptığı seferlerle Osmanlı topraklarını Mısır'a kadar genişletti. 1414 Çaldıran Savaşıyla Şah İsmail'i yenerek Safevi Devletini yıktı. 1516'da Mercidabık, 1517'de Ridaniye Savaşlarıyla Memlüklüler Devletine son vererek halifelik ünvanını aldı. Doğu sınırlarını genişlettikten sonra batıya sefere yöneldiği sırada şirpençe adı verilen bir çıbanın etkisiyle Macaristan Seferine çıkarken Edirne'de vefat etti. İşte bu kısa fakat Osmanlı Devleti için 400 yıllık zaman kazandıran bu hayatın hikayesi bo romanda kendini anlatıyor. Bu romanı okuduktan sonra İskender Pala'nın "Şah Sultan" romanını tavsiye ederim.
B
u kitap yüksek sesle okunmalıdır... Böyle başlıyor kitabına yazar, ama ben buna uyamadım çünkü kendi sesim yabancı gibi geldi.Sebebi insanın içine yapılacak yolculuğun sessiz ve derinden oluşu olsa gerektir. Yazar bir yeni çağı müjdeliyor ve artık keşfedilmesi gereken yeni kıta insanın içidir diyor.Ama bence Hz. Adem'den beri zaten bu kıta tanınıyor,ama insanın kendi içini keşfetmesi yeni bir kıtanın bulunması gibi geliyor belki de .Bazı insanlar bunu görmezden gelerek yaşıyorlar yada fark edemiyorlar olabilir ya da iç sesleri çok cılız çıkıyordur ,ama yazar bunu çok yogun bir şekilde yaşayarak cesur ve samimi anlatıyor hem de çok etkileyici bir biçim vererek . Bu yolculuk çok korkutucu olabilir, çünkü yalın geçekler, pişmanlıklar,hatalar,yalnızlıklarla karşılaşabilirsiniz.Bu eser biraz da bu seyahate cesaretlendiriyor o şiirsel anlatımıyla ve şok etkisi yapan benzetmeleriyle. Bir başka iç'e alıp götürüyor,okuyanı.Keşfedecek ne kadar yeni çağ olduğunu düşünüyorum birden ortaya ürkütücü rakamlar çıkıyor. '' Anlıyordun iyilik kadar kötülüğü de.Bütün dünyaya bakıyordun,geriye doğru ve dibine doğru anlıyordun her şeyi. En başından beri anlıyordun.Sen kendini bildin.Kum gibi bir şeydi kendin su gibi,buğday gibi hava ve tuttuğun,gördüğün her şey gibi'….Aslında başka bir pencereden bakıyor yazar insanın içine,kişisel gelişim yazılarında olduğu gibi değil daha şiirşel,daha derin. ''Oysa sözcüklerle uğraşanların mutlaka bir zavallılıkları vardır''derken yazar bence bütün insanlığın çaresizliğini,ve içinden geçenleri tam olarak kelimelere dökemediğini itiraf ediyor gibi.Bunu bir yazar olmasam da anlıyorum, çünkü bazen iç sesimizin kelimelere dökülemediği oluyor.Yazar da zaten içimizin bir sesi olduğunu,bir dili olduğunu ve bunun tercümeye ihtiyacı olmadığını söylüyor. ''Senin olan, boğaza takılan yutulamayan , yutulduğunda zehirleyip organlarını dışarı çıkaran sözler… İşte onlardır. İnsanlık tarihinin alkışlamadan önce gergin bir sessizlik le bakakaldığı…… Sen içini çıkarıp vermek istiyorsun başkalarına , başkaları da bilsin, sana baksınlar diye değil sen gibi baksınlar dünyaya diye…'› Yazar burada içinde taşıdığı evreni ve onun büyüklüğünü anlatıyor. '' Zeka ısıtır. Deha kavurur ''.Bu yolculuğun bazen tehlikeli olabileceğini anlatıyor.İçine yolculuk yapamayanları biraz küçümsüyor adeta.. "Sadece kafanın içinde oluşan sesle konuşabilmek, insanüstü bir sabır ve sessizlik gerektirir. Sabır, taze ette bulunmaz. Vücut zamanın kasnağı…" Vücudu insanın dünyada kullanmak zorunda olduğu bir kılıf gibi görüyor. Bazen de vücudun 'iç' ile uyumsuzluğundan bahsediyor ve bütün yorgunluk ve bezginlikler için öç almasından bahsediyor.
Bence içi anlatırken insan ruhuna giriş yapmaya çalışıyor ama iman konusunda ve Tanrı konusunda herhangi bir kararı yok gibi görünüyor. İç yolculuğu, basit olamaz; hele rehbersiz insan o karanlıkta yolunu kaybedebilir. Zamanın vücut üzerindeki etkilerinden bahsediyor çarpıcı bir şekilde: "…hunhardır zaman ve vücut zamanın cinayetleriyle işlenmiş bir delik işi….Dantel çok deliklidir.Elde kalır tutulduğunda...Ancak soylu biri parçalanarak acı çeker,soylu bir ruhun etleri,lime lime dağılır." "Nasıl oluyormuş? Nasıl oluyormuş gidivereceğin uçuruma bakıp durmak? Nasıl oluyormuş bakalım?" Bir sürü gidip gelmelerle iç ve vücut (et) ikilemi yaşıyor yazar ve bazen bu ikisi birbirine geçiyor kelimelerde... İçine yaptığı yolculukta dibe vuruyor. Çekirdeğine ulaşıyor ve yeniden doğmuş gibi hissediyor. Kendinden daha çok şey bildiğini düşünüyor. Bana göre; insan içi ve dışı ile bir bütündür. İkisi arasındaki uyum çok önemlidir. Kendimizi yorgun ve bitkin hissettiğimizde, bu bedenen ve ruhen nasıl ayrı olabilir? Vücut yorgunken iç nasıl kıpır kıpır hissedebilir? Hangisi diğerinin önüne geçebilir? Hangisi önce gelir? Bu soruların cevabı herkesin içine göre değişmez mi? Bence değişebilir. Bir yazarımız: "İnsanın nefsi hiç ihtiyarlamaz." demiştir. Aslında yaşlanan bu dünyada bize bir ömürlük verilen bedenimizdir. O yüzden, içimizde bazen bir çocuk olduğunu düşünüyoruz, o yüzden hep genç kalmak istiyoruz. "Ben başka bir dünyanın imla işaretiyim. Bu yüzden, bir nefeste okunacak kadar kısadır alınyazım..."diyor. Başka bir dünyanın imla işaretiyim demek, diğer bütün insanlardan ve onların 'iç'inden farklı olduğunu söylemek : bunu yaparken biraz kibir bulaşıyor yazdıklarına. Rabbimiz bizi yaratırken benzersiz yaratmıştır. Hepimizin sahip olduğu uzuvlar aynı olmasına rağmen tek değil miyiz? İmla kuralları belki aynı ama farklıyız. Belki de
bazılarımız hayatı yüzünden yaşıyor zamana ve mekana hapsolmuş şekilde... "Zehri taşımak, çok daha zehirlidir zehirlemekten." Buradaki yorumu kitabı okuyunca size bırakıyorum. İçinde zehir taşıyan herkes bunu göze almış olmalıdır." Hz. Mevlana'nın dediği gibi: "Birbirinizi seviniz kin ve nefret pusudadır." Hemde bu pusu yeri çok uzakta da değildir. Bazen bir deniz anası, bazen bir taş gibi hissediyor yazar kendini... Yine çarpıcı cümleler ve yine çarpıcı duygular... "Bir taşın çıldırtan sabrını taşırım ."Taşın silahı sabretmektir. Acıyı gövdesinden hakkıyla geçirebilme becerisidir. Bir taş olmanın nasıl bir şey olduğunu hiç düşünmemiştim. Bana hep sağlamlığı ve dayanıklılığı çağrıştırıyor. Yazar, Tanrı'nın boyamayı unuttuğu bir resim olduğunu düşünüyor ama Tanrı unutmaz. Güçlü , etkileyici ve çarpıcı benzetmeleri olan bir kitap "İç Kitabı". Ama içe yaptığı yolculuk biraz karamsar benzetmelerle bezenmiş, sanki yaralı bir iç sese sahip biri var karşımızda... ama yine de içinden ayrılmak istiyor, hep içte yaşanmayacağını söylüyor. Kitap, ilginç bir ifadeyle sonlanıyor. "Kimileri; kimi çalışkan karıncalar, kuru bir tütün yaprağı gibi ufalamak isteyeceklerdir bu sözleri. Çalışkan karıncalar ve yine hep onlar ufaladıkları parçalardan "işe yarayan şeyler" çıkarıp birleştirmek isteyeceklerdir. Ama parçaları birleştirdiklerinde bir parçanın eksik kaldığını göreceklerdir. Serüvenin sırrı o eksik parçadadır"diyor, Ece Temelkuran... Ben galiba çalışkan bir karınca değilim, çünkü benim ufaladıklarımda eksik parçalar çok fazla, hala benim için dünyanın en büyük kıtası olan içime yolculuk devam ediyor ve sanırım ömrümün sonunda bile bitmeyecek.Yunus Emre'nin o arı ve duru ifadesiyle ''Bir ben vardır bende benden içeri……
K
eşanlı Ali Destanı'nı okuyunca bu oyun bana bir hikâye anlatmak dışında pek çok soru sormuştu. Bazı soruların cevabını hâlâ bulamadım ben. Oyun ne anlatır, okuyan bilir. Okumayanlar için kısaca özetleyelim: Olaylar Sineklidağ adında bir semtte geçer. Burada her şey ve herkes sefaletin bir işareti gibidir. Kahramanımız Ali, Zilha adında bir kızı sevmektedir. Bir gün Zilha'nın haraç alan ve sevilmeyen amcası öldürülür. Suç Ali'nin üstüne kalır. Yapmadığını söylese de kimseyi inandıramaz, hapse düşer. Hapiste sükse yapınca işlemediği suçu kabulleniverir bizim kendine güvensiz, pohpoh meraklısı Ali. Hapisten çıkınca süksesi büyür ve mahallelinin iteklemesiyle "fakir babası" oluverir. Hile hurda ile mahalleye muhtar olur. Aklı Zilha'dadır Ali'nin ama Zilha ona yüz vermez. Mahallede Ali'nin önderliğinde "kooperatifleşme" başlar. Bir tesadüf eseri mahalleye zengin Bülent Bey gelir. Karısı başka birine kaçmış olan Bülent Bey, karısına çok benzeyen Zilha'yı görünce dilini yutmuşa döner ve Zilha'nın zengin konak hayatı bu andan itibaren başlar. Bülent Bey Zilha'yı evine götürür. Ali bunu duyunca çok sinirlenir ve Zilha'yı Bülent Bey'in evinden almaya gider. Bu arada Bülent Bey'in eski eşi Nevvare, evini çok özlemiş ve evine dönmüştür. Ali, kapıyı çaldığında, kapıya Nevvare çıkmıştır ve Zilha diye yanlışlıkla Nevvare'yi kaçırır. Sonunda onun Zilha olmadığını anlar, fakat iş işten geçmiştir. Bu arada, Zilha'nın amcasının gerçek katili ortaya çıkmıştır. İsmi de Cafer'dir. Ali'ye düşman olanlar Cafer'den Ali'yi öldürmesini isterler. Durumu geç de olsa anlayan Zilha , Ali'nin yanına döner ve barışırlar. Beraber mutlu bir hayat süreceklerini zannederler, fakat Cafer Ali'yi öldürmekte kararlıdır. Cafer evin önüne gelir ve Ali'den evden çıkmasını ister. Ali tam evden çıkarken Cafer ateş eder ve Ali vurulur. O acıyla Ali silahı tuttuğu gibi Cafer'i öldürür. Bu sefer Ali gerçekten katil olur. Böylece Ali tekrar hapishaneye döner, ama Keşanlı Ali Destanı ömür boyu sürecektir. Özet bu kadar. Gelelim oyunun bana düşündürdüklerine. Çok katmanlı bir yapısı var oyunun. Her aşamada bir toplum yarası gözünüze batıyor. İlki gecekondulaşma sorunu. Sanıldığı gibi zavallı halkın mecbur kaldığı için bulduğu bir yol olmadığını anlıyoruz. Bir arazi bulunur birkaç uyduruk ev dikilir ve arazi mafyasının icraatları başlar. Aklıma gelen ilk soru: Ben bir ev almak için banka kredisi çekmeye kalkışıp yıllarca borç ödemeye kalkışırken bir zamanlar uyanıklık edip konduyu dikip seçim hediyesi tapusunu alan adam bana ne kadar güler? İkinci sorun sınıf atlama çabası. Zilha ile karşımıza çıkar sınıf atlama çabası. Sadece onunla kalsa iyi kötü yola düşmeyi bile göze alan kızların dramı gözden kaçmamalı. Zilha hazır olmadığı halde hak ettiğini düşündüğü zengin hayata balıklama atlar. Gerisin geri evine döner ama yaşadıkları ve hevesi oldukça tehlikeli. İkinci soru: Sınıf atlama çabasını niye eğitimin az olduğu kesimde daha çok görüyoruz? Üçüncü sorun sendikalaşma meselesi. Ali'nin kooperatifleşme olarak yansıttığı sendikalaşma, zamanla sömürü sisteminin bir parçası haline dönüşüyor. İşe giden herkesten Ali, kooperatif payı almaya başlar. Yani ezilenlerden biriyken biraz güç elde edince halkını ezmeye başlar. Üçüncü soru: Kim gücü elde edince ezmemeyi başarabilir? Dördüncü mesele ise bir kahraman bekleme zayıflığı. Kahraman da ne kahraman ama! Ağaçtan düştüğü için topallayan Ali, bir kavgada yaralandığını söyleyerek hava atar. Pohpohlanarak ortaya itilmiş mecburi kahraman Ali'den medet uman toplumun zavallılığını hangi sözcükler anlatabilir ki? Bu zoraki kahramanın destanı nasıl da üfürüktendir , diye düşünen çıkmaz mı? Son soru: Süpermen, Örümcek Adam, ilk ve ilkel Türk Süpermen'i Oğuz Kağan, Ölümsüz Adam gibi kahramanları beklemekten vazgeçip ne zaman kendi sorununa çözüm arayan bilinçli bir insanlık yaratabileceğiz? Cevapları bulan insaniyet namına bana da söylesin zira pek mustaribim. Bir kurtaranım olsa…
E
ski zamanlarda bir kral, saraya gelen yolun üzerine kocaman bir kaya koydurmuş, kendisi de pencereye oturmuştu. Bakalım neler olacaktı? Ülkenin en zengin tüccarları, en güçlü kervancıları, saray görevlileri birer birer geldiler, sabahtan öğlene kadar. Hepsi kayanın etrafından dolaşıp saraya girdiler. Pek çoğu kralı yüksek sesle eleştirdi. Halkından bu kadar vergi alıyor; ama yolları temiz tutamıyordu. Sonunda bir köylü çıkageldi. Saraya meyve ve sebze getiriyordu. Sırtındaki küfeyi yere indirdi, iki eli ile kayaya sarıldı ve ıkına sıkına itmeye başladı. Sonunda kan ter içinde kaldı; ama kayayı da yolun kenarına çekti. Tam küfesini yeniden sırtına almak üzereydi ki kayanın eski yerinde bir kesenin durduğunu gördü. Açtı. "Bu altınlar kayayı yoldan çeken kişiye aittir. "diyordu kral. Köylü, bugün dahi pek çoğumuzun farkında olmadığı bir ders almıştı. "Her engel, hayat koşullarımızı daha iyileştirecek bir fırsattır"… 5 yıl önce Beypazarı lisesinde çalışırken orada çok sevdiğim rehber öğretmen arkadaşım sayesinde tanıştı bu kitapla, ismi ve kapağı çok ilgimi çekmişti : Kişisel gelişim kitapları nedense hep çok sıkıcı gelmiştir bana ama yinede merakımdan ötürü göz gezdirmeden duramam, ama bu kitabı okumaya başladıktan sonra elimden bırakamadım ve nasıl bittiğini anlamadım bile… Öyle güzel hikâyeler ve sözler var ki kitapta insanın içini ısıtıyor… okuduklarınızı, hissettiklerinizi etrafınızdakilerle paylaşmak istiyorsunuz, kitaptaki erji direkt yüzünüze ve dolayısıyla etrafınızdakilere yansıyor…: Kitabın arkasındaki bir okuyucu yorumunu paylaşmadan geçemeyeceğim; " Lütfen kitabın üzerine EVDE OKUNMALIDIR! Diye bir uyarı yazın. Kitap yüzünden metroda ineceğim durağı kaçırdım : " Duygu Durak
H
er gün, daima öğleden sonra oraya gidiyor, koridorlardaki resimlere bakıyormuş gibi ağır ağır, fakat büyük bir sabırsızlıkla asıl hedefine varmak isteyen adımlarımı zorla zapt ederek geziniyor, rastgele gözüme çarpmış gibi önünde durduğum 'Kürk Mantolu Madonna'yı seyre dalıyor, ta kapılar kapanıncaya kadar orada bekliyordum.' Kimi tutkular rehberimiz olur yaşam boyunca. Kollarıyla bizi sarar. Sorgulamadan peşlerinden gideriz ve hiç pişman olmayacağımızı biliriz. Yapıtlarında insanların görünmeyen yüzlerini ortaya çıkaran Sabahattin Ali, bu kitabında güçlü bir tutkunun resmini çiziyor. Düzenin sildiği kişiliklere, yaşamın uçuculuğuna ve aşkın olanaksızlığına (?) dair, yanıtlanması zor sorular soruyor. (Arka Kapaktan) İlk basımı 1943 yılında yapılmış olan bu kitabın edebiyatımızın başyapıtlarından biri olduğunu düşünüyorum. Gerçekçiliğin en başarılı örneklerini vermiş olan bu olağanüstü duyarlı yazarın, "Kürk Mantolu Madonna" kitabı, yalnız tüm zamanların en hüzünlü aşk öyküsü olmakla kalmaz, aynı zamanda, edebiyatımızın en başarılı psikolojik anlatılarından da birisidir. Yenilmiş, silik, içine kapanmış bir insan kişiliği üzerine yapılmış çözümlemeler, o kişiliğin ardındaki çok zengin bir duygu ve düşünce dünyasının tasviri, kullandığı dilin sadeliği ve güzelliği, "Kürk Mantolu Madonna" yı bugün de okunur, güncel kılan özellikler. Yazarın nitelemesi ile, bu "uzun hikaye" bizlerde zaman duygusu hissettirmekte olağanüstü başarılı. Hızlı bir tempo ile giden ilk bölüm, Raif'in gençliğini ve duygularını aynen yansıtır. Önce yabancı bir ülkeye gelmenin çekingenliği ile geçen ağır tempo, onun aşkı bulması ile hızlanıverir. İkinci bölüm ise, kendini bu taşra kasabasına mahkum etmiş bir insanın yaşamına, taşradaki zaman akışına uygun olarak durağanlaşır; beklenecek bir şey yoktur, değişecek bir hayat yoktur; beklenen son ölümdür.....Ve yazar, bu dingin yaşam ile sözdizimi arasındaki uyumu yakalar. Ancak böylelikledir ki, okuyucu o canlı, umut dolu gençliğin yerini tükenmiş, nihilist bir yaşamın almasının trajedisi ile duygudaşlık edebilir. Bir yazın yapıtı okuyucu ile özel bir ilişkiye girer. Neredeyse bir aşk ilişkisi kadar özel bir ilişkiye… Ne kadar hızlı okumak istese de okuyucu, sık sık durup kendine, yaşamına, geçmişine bakar. Yapmak istemese de bilinçaltı dürtüklenmiştir. Çağrışımlar birbirini izler. İster istemez kişi, geçmişini değerlerini, deneyimlerini sorgularken ya da düşünürken bulur kendini. İşte, bir yazın yapıtı, o bilinmeyen insanlığımıza yolculuğa hazırlar bizi. Kürk Mantolu Madonna da, kahramanı Raif efendi'nin kendi insanlığına çıktığı bir yolculuktur.
mit Aktaş, Okuma Serüveni'nden tanıdığım bir yazar. Elektrik mühendisi olmasına karşın sosyal bilimlere olan ilgisi özellikle felsefeye olan düşkünlüğü imrendirmişti beni. Yazar ömrünün çoğunu şiir, felsefe, sosyoloji, tarih ve dini araştırmalar üzerine yoğunlaştırmış. Bu uğraşının meyvelerini de edebi ürünlerle vermekte.
Ü
Rüya'ya, öncelikle yazarından sonrada adından yakalandım. Kitapçıdaki duruşu hiçte fena değildi. Hayatın depdebesi zaten insanı sürekli rüyalara dalmaya meyletmiyor mu? Dalıversem rüyalara ılık nehirlerde sırtüstü, ikiyanımda çamlar, meşeler ve kızımın pastel boyasından süzülen gökyüzü… Neyse işte efendim başladık bu haleti ruhiyemizin gerginliğinde sayfalarını görmeye Rüya'nın… Dali, Pompei, Promethe, Tales, Freud, Gazali, Fakir Baykurt, Jules Verne, Nazım Hikmet, Mehmet Akif, Mevlana, Marx, Kant, Kierkegaed, Platon, İbni Arabi, Voltair, Rousseau, Nietzsche, Van Gogh, Narkissos, Picasso, Cemil Meriç, Gandhi, Tolstoy, Proudhon, Fuzuli… felsefe, tarih, şiir, edebiyat, resim, siyaset, tasavvuf… 200 sayfalık bir romanda, hele ki rüya görme hevesiyle başlanmış bir kitap işin oldukça yoğun göndermeler. Başlamışken şuncacık kitabı bitirmemekte olmaz netekim! Bildik roman tarzına pek uymuyor, kavramlar geriyor, geriyor ama sizi de illa bir yerinizden yakalıyor. Kitabı özetleme mahiyetinde olmasa da bir iki cümleyle içeriğine değinelim. Liseye başlamış çekingen bir kasabalı çocuğun iç konuşmaları, dedesi ve babası arasında kalmış siyasi tercihler arefesindeki bocalaması. Ve elbette her delikanlı gibi aşk kuyusuna yuvarlanışı. Okulun kütüphanesi bir sığınaktır, nefes alabildiği yegane mekandır. Romeo ve Julier, Leyla ve Mecnun, Ferhat ile Şirin, Kerem ile Aslı onun kafasında kılıktan kılığa girer. Gerek öğrenciliği boyunca gerekse zihninde ve sosyal hayatında biriktirdiği tortulardan kurtulmak adına felsefe öğretmeni olarak döndüğü taşrada bu girdaptan alamaz kendini. Kahramanlarına oldukça zihin açıcı sorular sordurur, imtina ettiğimiz birçok hususu karşı görüşün anekdotları üzerinden irdeler. Aşka, sanata, siyasete, felsefeye dair aforizmalar söyletir, kimi zaman bunları kahramanlardan ummasakta.
22
kitapencere | mart 2011 - 01