ilkadım
Aylık Düşünce ve Kültür Dergisi
HAZİRAN 2012 YIL 21 SAYI 287 Fiyatı: 7 TL KDV D
Sahibi İhya Yayıncılık Tic. ve San. Ltd. Şti. Adına İsmail Varır ismail.varir@ilkadimdergisi.net Genel Yayın Yönetmeni Yard.Doç.Dr. İlhami Nalçacıoğlu i.nalcacioglu@ilkadimdergisi.net Sorumlu Yazı İşleri Müd. İsmail Varır Yayın Kurulu Nureddin Soyak Yrd. Doç. Dr. İlhami Nalçacıoğlu A.Baki Öncel Ahmet Belada Erkan Özdemir İbrahim Çiftçi İsmail Varır Metin Başbuğ Rauf Denizler Süleyman Konak Kapak ve Sayfa Düzeni İlkadım Grafik
ilkadım’dan... editor@ilkadimdergisi.net
Kıymetli okuyucu, Rabbimiz –elhamdülillah- bizleri kendisine layıkıyla teslim olan anlamında “MÜSLİM” ve hakkıyla inanan anlamında “MÜ’MİN” diye isimlendirmiştir. “Eğer onlar da SİZİN İNANDIĞINIZ GİBİ inanırlarsa doğru yolu bulmuş olurlar; dönerlerse mutlaka aykırı/çıkmaz yol içine düşmüş olurlar Onlara karşı Allah sana yeter O işitendir, bilendir ” (Bakara, 137) Allah’a layıkıyla iman/inanmak, Rabbimiz kendisini bize kitabı ve elçileri aracılığı ile nasıl anlatıyorsa o şekilde katıksız ve şüphesiz bir şekilde inanmaktır. Allah (celle celalüh), kendisini bir takım sıfatlarla ve isimlerle biz kullarına tanıtmıştır. “Allah, kendisinden başka ilâh olmayandır. EN GÜZEL İSİMLER O’na mah sustur.” (Taha, 20/8)” Rabbimiz bu isimlerin kendisinden başkası için, kendisine ortak koşulacak şekilde kullanılmasını kesinlikle yasaklamış, şirk olarak adlandırmış, kesinlikle bağışlamayacağı en büyük günah olarak biz kullarına bildirmiştir. Rabbimiz bu isimleri ve tecellilerini, daha insanı yaratıp yeryüzünde halifesi olarak görevlendirdiğinde öğretmiş, meleklerin huzurunda bunun tespitini yaptırmıştır. İnsanlarla yaratıcı arasında daha sonraki ilişkilerin bu düzlemde kurulması da Rabbimiz tarafından emredilmiştir.
Reklam ve Abone Sorumlusu Cep: 0535 251 41 07 - 0505 808 35 87 abone@ilkadimdergisi.net
İnsanlar kendilerini ve Rablerini zaman zaman unuttukları için Allah -celle celâluhu-, Rahman ve Rahim isimlerinin tecellisi olarak elçileri vasıtasıyla sürekli kullarını uyarmış onlara hatırlatmalarda bulunmuştur.
Baskı Cihan Ofset (0352) 322 02 00
“Musa’ya kitap verdik ve ‘Benden başkasını VEKİL edinmeyin’ diye onu İsrailo ğullarına kılavuz kıldık.” (İsra, 2)
Merkez Kasaplar Çarşısı No: 2 Nevşehir Tel :0384 213 65 43 • Gsm:0505 808 35 87 PK. 75 Nevşehir İrtibat Kayseri:0352 221 38 35 • 0535 251 41 07 Konya :0506 681 23 27 www.ilkadimdergisi.net e-mail: ilkadim@ilkadimdergisi.net Abone Şartları Yurtiçi Yıllık : 80 TL Yurtdışı Yıllık : 40 Euro - 50 $ Abonelik İçin: 0505 808 35 87 Yurtiçinden: Posta Çeki: İhya Yayıncılık 693721 Banka Hesap No: KUVEYT TÜRK KATILIM BANKASI IBAN:TR420020500000785462200001 Yurtdışından: SWIFT KODU:TEBUTRIS170 TR720003200017000000045693 Bu dergi Basın Meslek İlkeleri’ne uymayı taahhüt eder. Yazıların ve ilanların sorumluluğu yazı ve ilan sahiplerine aittir. Gönderilen yazı, resim veya karikatür yayınlansın ya da yayınlanmasın iade edilmez. Dergide olabilecek hataların bildirilmesi rica olunur. Cevap hakkı doğurabilecek yayın için cevap hakkı saklıdır. Yazılar, isim belirtilerek iktibas edilebilir.
Bugün dünyamızı saran (küresel) bir keşmekeş, zulüm ortamı mevcuttur. Kendilerini mü’min diye isimlendiren insanlar eğer Rablerini “hakkıyla tanısalardı”, “güzelce iman etmiş olsalardı”, kendilerine öğretilen ESMA ve tecellileri düzleminde hilafet görevlerini yerine getirmek çabasında olsalardı Rabbimizin vaadi gereği şu anda farklı bir dünyada yaşıyor olurduk. Rabbimizin vaadi ise “HAK”tır. Kabul etmek zorundayız ki dünyamızın şu halinin sebebi mü’minlerin Rabbimiz nezdindeki liyakatsizliğidir. İnsanların Allah ve tağutlar arasında yanlış seçim yapması, gerçek ve yegâne güç sahibini yeterince tanıyamamasıdır. Dünya ve ahiret arasında yanlış seçim yapması ve hayatın her alanında geçici ve boş olanı ebedi olana değişmesidir. Kendilerine gerçek Üsve-i Hasene olanı değil batıla kılavuz olanları örnek ve önder seçmeleridir. Kısaca “amentü” bozukluğu, iman zayıflığıdır. Bugün, insanlık âleminin ve özelde kendilerini mü’min/inanan olarak ifade eden kitlelerin içerisinde bulunduğu çıkmaz, maalesef yukarıda meali zikredilen Bakara Suresi 137. ayette bizzat Rabbimiz tarafından ifade edilen çıkmazdır. Bu nedenle İlkadım ailesi olarak biz bu sayımızda, Rabbimizi, Rabbimizin kendisini anlattığı gibi tanımamızı sağlamak, tekrar tekrar hatırlamamıza vesile olmak, imanımızı sağlamlaştırmak amacıyla Allah’ı -celle celâluhu- ve Esmasını kapak konumuz olarak belirledik. “Unuttuğun zaman Rabbini hatırla.” (Kehf, 24) Rabbimiz bizleri “Allah’ı unutan ve bu yüzden Allah’ın da onlara kendilerini unut turduğu yoldan çıkan kimseler”den eylemesin.(Âmin) Selam ve dua ile...
6 Sevginle Doldur Bizi Ya Vedûd!
İçindekiler İLKADIM’DAN /1 BAŞYAZI Rabbimizi Tanıyotmuyuz?/3 Nureddin Soyak KAPAK Sevginle Doldur Bizi Ya Vedûd!/6 Ömer Sarıkaya İlahî Murakabe/8 Adem Çatak
8 İlahî Murakabe
O Öyle Allah’tır ki Hem Kebîr Hem Mütekebbîr’dir/10 Faruk Özcan Allah’ın Mülkünde Mülk İddiasında Bulunmak/13 Mahmut Aveder Allah’ın Güvencesinden Endişe Edip, Kendine Güvenen Müslümanın Büyük İmtihanı: RIZIK/15 Muhammed Zehra Hükmü O’na Vermemek İmanı Karartmaktır/18 A. Baki Öncel Esmâ’ül-Hüsnâ/20 HİZMET ADABI Başa Kakanlardan Oma!/24 Nureddin Soyak
13 Allah’ın Mülkünde Mülk İddiasında Bulunmak
KUR’AN İKLİMİ Allah Kulunu İnciteni Sevmez/26 Selim Armağan HADİS İKLİMİ Ölmek Üzere Olan Müslümana Neler Yapılmalıdır?/28 Ahmet Ağmanvermez FIKIH Makbul Duâ/30 Mehmet Şentürk EĞİTİM Öğretme ve Öğrenme, Ama Neyi?/32 Yard.Doç.Dr. İlhami Nalçacıoğlu
36 Tahir’ül Mevlevî
GENÇ BAKIŞ Güçlü Olmaya Mecbursun/34 Mükremin Çelik TASAVVUF Tevhid/35 Cemil Usta TARİHE YÖN VERENLER Tâhir-ül Mevlevî/36 Ahmet Belada LA HAVLE Süt Meselesi/38 Abdullah Gülcemal
38 Süt Meselesi
TEFEKKÜR EKSENİ Vazifenin Mahiyeti/40 İdris Arpat SÖZ MEYDANI Gezdik, Gördük, Tanış Olduk/42 İbrahim Çiftçi KİTAPLIK Bir Müderrisin Sürgün Yılları/45 M.Seçuk Özdoğan İMBİK Aldatan “Başarı”, Unutulan “Muvaffakiyet”/46 Nuri Ercan BULMACA Hümeyra Kellahlı /48
2
DERGiSi
Başyazı nureddin.soyak@ilkadimdergisi.net
Rabbimizi Tanıyor muyuz? Allah’ın cezalandırması çetin, bağışlaması ve esirgemesi sınırsızdır. Hamd, gökleri ve yeri yaratan, karanlıkları ve aydınlığı var eden Allah’a mahsustur. O göklerde ve yerde tek Allah’tır. Gizlinizi, açığınızı bilir. Ne kazanacağınızı da bilir. Gecede gündüzde barınan her şey O’nundur. O, her şeyi işitendir, bilendir.
R
ahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla,
Övme ve övülme âlemlerin Rabbi Allah’a mahsustur. O’ndan başkasına kulluk edilmez, O’ndan başkasından yardım dilenmez. Allah Teala’yı kimse aldatamaz, O’nu aldattığını zannedenler ancak kendilerini aldatırlar. Allah’a ve mü’minlere karşı kalbinde hastalıkları olanların hastalığını Allah Teala artırır da iflah olmazlar. Onların azabı çok şiddetlidir. Rabbimiz, kendisinin inkâr edilmesini ve kendisine şirk koşulmasını şiddetle yasaklamaktadır. Bu bile bile hakkı gizlemek ve hakkı batıla karıştırmaktır ki “en güzel şekilde yaratılan” insan için büyük bir zillettir. İnsanlığının farkında olan insanın Allah Teala’ya saygısından kalbi ürpermelidir. Allah Teala’yı görmeden inanmayacağını söyleyenler ne kadar gaflet ve dalalet içindelerse, Allah’a ve ahiret
gününe inandıklarını söyledikleri halde, kendisini Allah Teala görmüyormuş gibi hayatını yaşayanlar da gaflet ve dalalet içindedirler. Allah’a ve ahiret gününe hakkıyla inanıp salih amel işleyenler için sonsuz nimetler vardır. Allah Teala’nın kulları üzerinde rahmet ve ihsanı olmasa zaten kulların hali perişandır. Allah Teala’ya hiçbir şeyin gizli kalmayacağına inanan bir Müslüman, nasıl olur da Müslümanlar aleyhinde gizli işler çevirir. Rabbimizin beyanıyla; “taşlar, Allah korkusundan yukardan aşağı yuvarlanırken” nasıl olur da mü’min isyanından dolayı Rabbinden korkmaz, amellerine çekidüzen vermez. Allah Teala kullarının gizlediklerini de açıkça yaptıklarını da bilmektedir. Allah Teala sözünden asla caymaz. Vaadini de, vaidi de, cenneti de, cehennemi de mutlaka gerçekleşecektir. Rabbimiz olan HAZİRAN 2012 / 287
3
Allah her şeye kadirdir, her şeyi bilir, her şeyi görür her şeyi işitir, her şeyden haberdardır. Allah Teala kullarının ihtilafa düştüğü konularda da kıyamet günü hükmünü verecektir. Doğu da Allah’ındır batı da Allah’ındır. Allah’ın rahmeti ve nimeti geniştir. İnkârcılar Allah’ın nimetinden geçici bir süre yararlanacak, iman etmezse cehennem azabına sürüklenecektir. Allah Teala’yı yaptıklarından dolayı kimse hesaba çekemez. Çünkü her şeyi yerli yerince yapan yalnızca Allah Teala’dır. En güzel boya Allah’ın boyasıdır. Her şeyi boyayan da Allah Teala’dır. Suretleri de siretleri de O boyar. Kâinatı da, mevcudatı da, insi de, cinni de, hayvanı da bitkiyi de O yaratmış O boyamıştır. O’nunla her şey güzel onsuz her şey çirkindir. İçini dışını Allah’ın boyası ile boyayanlar en güzel insanlardır. Bu boya hakiki imandır. Bu boya samimi ibadettir, kulluktur. Bu boya güzel ahlaktır. Allah Teala insanlara karşı şefkatli ve merhametlidir. O, samimi kullarını karanlıklardan aydınlığa ulaştırır. Samimi kullar sabır ve namazla Allah’tan yardım isterler. Allah Teala da sabredenlerle beraberdir. Allah Teala kullarını bir ömür boyu imtihan etmekte, sabredenleri de müjdelemektedir. Geçici dünya hayatında bela ve musibetlerle imtihan olan kullar Allah’a güvenir sabrederlerse 4
DERGiSi
Rablerinin bağışlama ve rahmeti onlarla beraber olur. Bütün güç ve kuvvet Allah Teala’ya aittir. Güç ve kuvvetin kendinde olduğunu zanneden zalimler, keşke azap gelip çatmadan, gerçek güç ve kuvvetin âlemlerin Rabbi Allah Teala’da olduğunu anlasalardı. Rabbimiz, indirdiği ahkâma uymayanların durumunu, çobanın bağırıp çağırmasını işiten hayvanların durumuna benzetmektedir. Allah Teala, kulları için kolaylık ister zorluk istemez. Allah Teala dünya hayatında kulları için sınırlar belirlemiştir. Ayetlerini de insanlara açıkça bildirmiştir. Allah Teala’dan hakkıyla korkanlar ancak kurtuluşa erebilir. Allah Teala’nın sevgisine ulaşmayı arzu eden kullar dürüstlüğü hayatlarını vazgeçilmez prensibi haline getirmelidirler. Hem Rableriyle, hem de kulları ile münasebetlerinde dosdoğru olmalıdırlar. Allah Teala’dan korkmalı çünkü en büyük cezanın ve en büyük mükâfatın da sahibi O’dur. Allah’ı anmalı, Allah’tan af ve mağfiret dilemeli, dünyada ve ahirette iyilik istemelidir. Allah Teala’nın hesabı çok süratlidir. Rabbimiz kullarından Müslüman olarak ölmelerini istemektedir. Müslüman olarak ölebilmek için Müslümanca yaşamak gerekir. Samimi Müslüman, Rabbini sürekli anar. Rabbini anmayanlar Rableri katında anılmazlar. Allah’ın rahmetini umanlar,
iman edip Allah yolunda cihad etmelidir. Allah’a hakkıyla iman edenler bilmeli ki Allah Teala’nın yardımı er veya geç kendilerine ulaşacaktır. Allah Teala güçlüdür, hakimdir. O, her şeyi bilir. Hayy ve Kayyum olan Allah’tan başka ilah yoktur. Allah, ayetlerini inkâr edenlerin, zalimlerin hakkından gelen mutlak güç sahibidir. Yerlerde ve göklerde hiçbir şey Allah Teala’ya gizli kalmaz. O hikmet sahibidir. Rahmeti geniştir. Lütuf ve ihsan Allah’ın elindedir. Allah, bütün âlemlerden müstağnidir. İşler dönüp dolaşıp Allah’a varır. Göklerdeki ve yerdeki her şey Allah’ındır. Allah, çok bağışlayıcı ve çok merhamet edicidir. Göklerin ve yerin hükümranlığı Allah’ındır. Allah’ın her şeye gücü yeter. Allah, zerre kadar haksızlık etmez. Allah, çok affedici ve çok bağışlayıcıdır. Dost olarak da yardımcı olarak da Allah yeter. Allah, dilediğini temize çıkarır. Allah’ın emri mutlaka yerine gelecektir. Allah, kendisine ortak koşulmasını asla bağışlamaz. Allah’ın lanetlediğine kimse yardımcı bulamaz. Hayırlı iş yapıp hayırlı neticeler almak isteyenler, Allah’a, Rasulüne ve ulül-emre itaat etmek zorundadırlar. Münafıklara, “Allah ve Rasulüne uyalım” deyince, uzaklaşıp giderler. İtaatsizler, Allah’tan bağışlama dileyip gelseler, Allah’ı çok affedici
bulurlardı. Allah ve Rasulüne itaat edenler, Peygamberler, sıddıkler, şehitler ve salih kişilerle beraberdir. Allah’ın lütuf ve rahmeti olmasaydı, insanlardan pek azı kurtulabilirdi. Allah, malları ve canları ile cihad edenleri, derece bakımından oturanlardan üstün kıldı. Allah, ilim ve hikmet sahibidir, lütfü geniş, hikmeti büyüktür. Allah, hudutsuz zengindir, ziyadesiyle övgüye layıktır. Allah’a oyun etmeye kalkışanların oyunu hep kendi başlarına çevrilmiştir. Allah’a iman edip, sımsıkı sarılıp, şükredenlere Allah azap etmez. Allah, izzet ve hikmet sahibidir. Vekil olarak Allah yeter. Allah’tan korkun. Allah’ın hesabı pek çabuktur. Allah’ın cezalandırması çetin, bağışlaması ve esirgemesi sınırsızdır. Hamd, gökleri ve yeri yaratan, karanlıkları ve aydınlığı var eden Allah’a mahsustur. O göklerde ve yerde tek Allah’tır. Gizlinizi, açığınızı bilir. Ne kazanacağınızı da bilir. Gecede gündüzde barınan her şey O’nundur. O, her şeyi işitendir, bilendir. Eğer Allah seni bir zarara uğratırsa, onu kendisinden başka giderecek yoktur. Ve eğer sana bir hayır verirse bunu da geri alacak yoktur. Şüphesiz O, her şeye kadirdir. O, kulları üzerinde her türlü tasarrufa sahiptir. O, hüküm ve hikmet sahibidir, her şeyden haberdardır. Sonra insanlar gerçek sahipleri olan
Allah’a döndürülürler. Bilesiniz ki hüküm yalnız O’nundur. Ve O, hesap görenlerin en çabuğudur. Gaybın anahtarları Allah’ın yanındadır; onları O’ndan başkası bilmez. O, karada ve denizde ne varsa bilir, O’nun ilmi dışında bir yaprak bile düşmez. O, yerin karanlıkları içindeki tek bir taneyi dahi bilir. Geceleyin sizi öldüren, gündüzün de ne işlediğinizi bilen; sonra belirlenmiş ecel tamamlansın diye gündüzün sizi dirilten O’dur. Sonra dönüşünüz yine O’nadır. Sonunda O, yaptıklarınızı size haber verecektir. O, kullarının üzerinde yegâne kudret ve tasarruf sahibidir. Size koruyucular gönderir. Nihayet birinize ölüm geldi mi elçilerimiz onun canını alır. Sonra insanlar gerçek sahipleri olan Allah’a döndürülürler. Bilesiniz ki hüküm yalnız O’nundur. Karanın ve denizin karanlıklarından sizi kim kurtarır ki? O’na gizli gizli yalvararak ‘Eğer bizi bundan kurtarırsan andolsun şükredenlerden olacağız’ diye dua edersin. Ondan ve bütün sıkıntılardan sizi Allah kurtarır. Sonra siz yine O’na ortak koşarsınız. Allah’ın size üstünüzden veya ayaklarınızın altından bir azap göndermeğe ya da birbirinize düşürüp kiminize kiminizin hıncını tattırmaya gücü yeter. Allah, tohumu ve çekirdeği çatlatandır, ölüden diriyi çıkaran, diriden de ölüyü çıkarandır.
İşte Allah budur. O, sabahı aydınlatandır. O, geceyi dinlenme zamanı güneş ve ayı birer hesap ölçüsü kılmıştır. İşte bu, aziz olan, pekiyi bilen Allah’ın takdiridir. O, kara ve denizin karanlıklarında kendileri ile yol bulasınız diye sizin için yıldızlar yaratandır. O, sizi bir tek nefisten yaratandır. O, gökten su indirendir. İşte biz her çeşit bitkiyi onunla bitirdik. O, bitkiden de kendisinde üst üste binmiş taneler bitireceğimiz bir yeşillik; hurmanın tomurcuğundan sarkan salkımlar; üzüm bağları; bir kısmı birbirine benzeyen, bir kısmı da benzemeyen zeytin ve nar bahçeleri meydana getirdik. Meyve verirken ve olgunlaştığı zaman her birinin meyvesine bakın! Bütün bunlarda inanan tolumlar için ibretler vardır. O, göklerin ve yerin eşsiz yaratıcısıdır. O’nun eşi olmadığı halde nasıl çocuğu olabilir! Her şeyi O yaratmıştır ve her şeyi hakkıyla bilen O’dur. O’ndan başka ilah yoktur. O, her şeyin yaratıcısıdır. Öyle ise O’na kulluk edin, O her şeye vekildir. Gözler O’nu görmez; hâlbuki O, gözleri görür. O, eşyayı pekiyi bilen, her şeyden haberdar olandır. Allah her şeyin Rabbi iken ben ondan başka Rab mi arayacağım? Rabbimiz, yukarıda belirtildiği gibi pek çok ayeti celilede kendisini tanıtmaktadır. O’nu, kendisini tanıttığı gibi tanımalı, O’na inanmalı, O’na layık kul olmaya çalışmalıyız. HAZİRAN 2012 / 287
5
Kapak Ömer Sarıkaya
SEVGİNLE DOLDUR BİZİ YA VEDÛD! El-Vedûd Dilediği kulunu çok seven, aşkı ile yanan kullarını seven, salih kullarını sevip onları rahmet ve rızasına ulaştıran ve sevilmeye en çok lâyık olan.
“
Rabbinizden mağfiret dileyin, sonra O’na tövbe ile yönelin. Şüphesiz ki, benim Rabbim Rahîm (çok merhametli) dir, Vedûd’dur (mü’minleri çok sevendir.)”(Hûd, 90)
gündüzün birbirini takip etmesi, mevsimlerin birbirini izlemesi, bitkilerin yeşerip çiçek açması, kuşların uçması vb… Bütün mahlûkat arasındaki bu uyumun sebebi Allah’ın bize olan sevgisinin işaretidir.
“Kuşkusuz Rabbinin yakalaması serttir. Çünkü yoktan O yaratır ve tekrar O diriltir. Bununla beraber Gafur’dur (çok bağışlayandır), Vedûd’dur (çok sevendir). Arş’ın sahibidir, yücedir. Dilediğini yapandır.’’(Bürûc, 12-16)
Allah’ın verdiği sevgi sayesinde anne çocuğunun sıkıntılarına zevkle katlanır. En vahşi hayvanlar bile o sevgi sayesinde yavrularını emzirip, tehlikelerden korurlar.
Şöyle kafamızı kaldırıp çevremize baktığımızda bütün mahlûkat arasında bir uyum ve düzenin olduğunu görürüz. Gece ile 6
DERGiSi
Allah bizi sevdi de yoktan var etti. Var etmekle kalmayıp, bütün mahlûkatı hizmetimize verdi. Kendi cinslerimizden eşler verdi, bizlere çocuklar verdi.
Aramıza sevgi koydu. Bütün bunlar bize olan sevgisini açıklar. Bütün bunları verdi ama kendisi ile bizim aramıza girmesine de müsaade etmedi: “De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabanız, kazandığınız mallar, kesada uğramasından korktuğunuz ticaret, hoşlandığınız meskenler size Allah’tan, Resûlünden ve Allah yolunda cihad etmekten daha sevgili ise, artık Allah emrini getirinceye kadar bekleyin. Allah fâsıklar topluluğunu hidayete erdirmez.”(Tevbe,24) Bütün nimetleri hizmetimize
sunarak, nimeti verenin kendisi olduğunu bilip şükür ile sevgimizi göstermemizi istedi. Birtakım sıkıntılar vererek de kendisine yönelinerek sevgimizin artmasını istedi. Bütün nimet ve sıkıntıları bizim O’na olan sevgimizin artması için verdi. Allah Teâla bizi sevdi de, sevgili olarak bizden birini seçti. Bizim kendisini sevmemizin işareti olarak da Habibi’ne itaat etmemiz gerektiğini beyan etti: “(Resûlüm!) De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyunuz ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah son derece bağışlayıcı ve esirgeyicidir.”(Al-i İmran:31) Sevgi kuru bir sözden ibaret değildir. Seven, sevdiğine benzemeye çalışır. Sevdiğinin yaptıklarını yapar. Allah kedisine olan sevgimizde samimi olduğumuzu ölçmek için Habibi sallallahu aleyhi ve selleme uymamız gerektiğini açıklıyor. Bizler ne kadar Resûlüllaha uyarsak o derece Allah’ın sevgisini kazanmış olacağız. Habibullah, Allah’tan aldığı sevgi meşalesiyle bütün gönülleri sevgi ateşiyle yakmak için kendini heder edercesine çalışıp durdu. Allah Teâla, O’nun eliyle insanların kalplerini birleştirdi, düşmanlıkları yok etti, zulmü kaldırdı. Çorak gönüllerde sevgi medeniyetini yeşertti ve büyüt-
tü. Evs ve Hazrec, O’nun sunduğu sevgiyle kardeş oldu. Sevgi öğretmeni sevgiyi öyle büyüttü ki iman etmenin yolunun birbirimizi sevmeden geçtiğini bildirdi: “Birbirinizi sevmedikçe iman etmiş olamazsınız, iman etmedikçe de cennete giremezsiniz. Size birbirinizi sevmenin yolunu öğreteyim mi? Aranızda selamı yayınız.” Allah ve Rasulü bizi o kadar çok seviyorlar ki, bizden kendi sevgilerinin önüne hiçbir sevgiyi geçirmemeği emir buyurmuşlardır. Sahabe-i Kiram, Allah’ın elçisinden aldıkları sevgi pınarlarını susamış bütün gönüllere akıtmak için Medine’yi terk ederek dört bir yana dağılmışlardır. Bugün zulmün, kinin, fesadın, küfrün, kan ve gözyaşının kol gezdiği dünyamızın bu sevgi elçilerine ne kadar ihtiyacı vardır. Allah sevgiyi yarattığı halde bu kan, bu gözyaşı ne oluyor? Hele biz Müslümanlara ne oluyor? Nedir cemaatler arasındaki bu soğukluk? Bırakın cemaatleri, aynı çatı altında hizmet etme yarışına giren insanlar arasındaki sabırsızlık, tahammülsüzlük ve kırgınlıklar neyin nesi? Bütün cemaat ve müntesipleri Vedûd olan Allah adına, sevgiye talip oldukları halde, herkes sevgi benim olsun, onu ben büyüteyim istiyor. Bilinmelidir ki bu
nafile bir uğraştır. Sevgiyi kendi gönüllerimize hapsederek büyütemeyiz. Onu ancak paylaşarak büyütebiliriz. Ey Vedûd olan Allah’ın sevgili kulları, açın kalplerinizi, kucaklayın birbirinizi. Sevgi kaynağından aldığınız sevgi ile gönüllere sevgi aşısı yapın. Göreceksiniz ki bütün sıkıntılar, bütün dertler sevgi olacak. Ya Vedûd olan Allah’ım, biz aciz kulların olarak huzuruna geldik. Tut elimizden, Rahmetinle kuşat, sevginle doldur kalplerimizi. Ya Vedûd, sevgini bize; çocuklarımızdan, eşlerimizden, nefislerimizden ve dahi soğuk sudan daha sevgili kıl. Haydi, kaldıralım ellerimizi, indirelim dillerimizi kalbimize, isteyelim Rabbimizden sevgiyi. Bir kardeşimiz, bir cemaatimiz bir hizmette öne çıkınca tutalım elimizle elini, yüreğimizle yüreğini, yüceltelim onu. Ya Vedûd! Sev bizi, sevdir bizi, sevindir bizi. Ya Vedûd! Kalplerimize; kendi sevgini, seni sevenlerin sevgisini, sana ulaştıran amellerin sevgisini koy. Sevgiyi yaratan Allah’a hamd olsun. Sevgiyi öğreten Peygamberimize sallallahu aleyhi ve selleme salat ü selam olsun. HAZİRAN 2012 / 287
7
Kapak Adem Çatak
İLAHÎ MURAKABE “Allah’ın, içlerinde gizlediklerini ve fısıltılarını bildiğini ve Allah’ın gaybleri çok iyi bilen olduğunu bilmediler mi?” (Tevbe, 9/ 78)
E
y “…Şüphesiz Allah (kullarından) hakkıyla haberdardır. Onları hakkıyla görür.” (Fâtır, 35/31) fermanının sahibi olan Allah’ım! Gördüklerimizin ve göremediklerimizin hamdlerinin tamamıyla sana hamd ediyoruz. Ey “…(Ey Muhammed!) Seni insanlara bir peygamber olarak gönderdik. Şahit olarak Allah yeter.” (Nisâ, 4/79) fehvasıyla nübüvvetinin tasdikine Allah’ın şahit olduğu şanlı Rasûl! Rabbimizin tüm salatı ve selamı senin üzerine olsun. İlahî murakabe, kulağınıza, beraberliğinden şeref duyulacak bir Zat-ı Ecell’in birlikteliğini fısıldayan bir müjde-i azimdir. “Her an birliktelik duygusuna sahip olanlar için bu müjde, hayatın yegâne kaynağı ve şu edna dünya 8
DERGiSi
sürgününde gönüllere su serpen yegâne tesellidir.
Ey gayb ve şahadetinâlimi olan Allah!
Senden ayrılığa razı olan gönle, gönül denir mi ya Rab!
Ey en sessiz feryatları, en ince iniltileri, en latif incelikleri bilen Allah!
Senden ayrı kalmaya niyet eden, kalp mi demir mi ya Rab! Ey bizi, bizden iyi bilen Allah’ım bize eşyanın hakikatini göster. Bize, bizi göster. Bizi, bize göster. Ey kara gecenin koyu karanlığında kara taşın üzerindeki kara karıncayı gören Allah! Ey ak sütün içindeki ak kılı bilen Allah! Ey gizlilikler içinde en sessiz fısıltıya agâh olan Allah! Ey bilinmezlikler içinde -bilinmesin için- gönüllerde gizleneni bilen Allah! Ey muhbirlerin, ihbarına imkân bulamadıkları haberlerden haberdar olan Allah!
Ey tenhalarda gözlerden akan yaşlara, gönle akan yaşlara vakıf Allah! Ey kesif kalabalıklar içinde kendine yapılan çağrıdan haberdar olan Allah! Ey kullarının içinde kulunu gören Allah, bilen Allah! Ey dertlilerin derdini, söylemeden bilen Allah! Ey isteyenin duası olmadan istediğini veren Allah! Ey muhtacın ihtiyacını, ihtiyaç hissetmeden bilen Allah, veren Allah! Ey her hainin ihanetini bilen ve hesabını gören Allah!
Ey gözlerin ihanetini, ellerin, dillerin ve gönüllerin ihanetini bilen Allah, sezen Allah! Ey gönüllerdeki imana, samimiyete, sıdka ve aşka vakıf olan Allah! Ey körelmiş kalplerdeki, bunalmış göğüslerdeki inkârı, nifakı, şirki ve isyanı bilen Allah! Bize bizi göster, bizi bize göster. Gizliliklerimizi ve aşikârlıklarımızı affet. Lütfet. Sen her şeyi bilensin. “Seni bütün eksikliklerden uzak tutarız. Senin bize öğrettiklerinden başka bizim hiçbir bilgimiz yoktur. Şüphesiz her şeyi hakkıyla bilen, her şeyi hikmetle yapan sensin” (Bakara, 2/32) Ey Allah’ım, Sen zalimleri en iyi bilesin. “Allah, o zalimleri hakkıyla bilendir.” (Bakara, 2/95) “Gerçekten birçokları nefislerinin arzularına uyarak bilmeden (halkı) saptırıyorlar. Şüphesiz senin Rabbin, haddi aşanları çok iyi bilir.” (En’âm, 6/119) Senden sakınan salih kullarını da sen çok iyi bilirsin. “Allah, kendine karşı gelmekten sakınanları çok iyi bilendir.” (Tevbe, 9/44) “Allah, şükreden kullarını daha iyi bilen değil mi?” (En’âm, 6/53) “Şüphesiz senin Rabbin, yolundan sapanı çok iyi bilir ve yine O, doğru yolu bulanları en iyi bilendir.” (En’âm, 6/117)
“Allah, herkesin kalbinde olanı en iyi bilen değil midir? Allah, elbette kendisine iman edenleri de bilir ve elbette münafıkları da bilir.” (Ankebût,29/ 11) Gizlediklerimizi de açıkladıklarımızı da en iyi sen bilirsin. “İyi bilin ki, elbiselerine büründükleri zaman bile, Allah onların gizlediklerini de açığa vurduklarını da bilir. Çünkü O, göğüslerin özünü (kalplerde olanı) hakkıyla bilendir.” (Hûd, 11/5.) Vücudunu elbiseyle kapatırsın. Ya elbiseden nasıl kapatacaksın? Herkesten gizlendik de Rabbim bir Sen’den gizlenmedik. “Siz kulaklarınızın, gözlerinizin ve derilerinizin aleyhinizde şahitlik edeceğinden korkarak kötülükten sakınmıyordunuz (gizlenmiyordunuz). Fakat yaptıklarınızdan birçoğunu Allah’ın bilmeyeceğini zannediyordunuz.” (Fussilet, 41/22)
Ey Allah’ım, “Seni bütün eksikliklerden uzak tutarım… Sen benim içimde olanı bilirsin, ama ben sende olanı bilemem. Şüphesiz ki yalnızca sen, gaybları hakkıyla bilensin.” (Mâide, 5/116) “Allah, her dişinin neye gebe olduğunu, rahimlerin artırdığı şeyi ve eksilttiği şeyi bilir. Her şey O’nun katında bir ölçü iledir.O, gaybı da görülen âlemi de bilendir, çok büyüktür, çok yücedir. (O’na göre) içinizden
sözü gizleyen ile açığa vuran, geceleyin gizlenenle gündüz ortaya çıkan eşittir.” (Ra’d, 13/810.) Ey gözlerin kendisini görmesinden münezzeh Allah’ım!Sen her şeyi görürsün, her şeyden haberdarsın.“Gözler O’nu idrak edemez ama O, gözleri idrak eder.” O, en gizli şeyleri bilendir, (her şeyden) hakkıyla haberdar olandır.” (En’âm, 6/103.) “…Kullarının günahlarını hakkıyla bilici ve görücü olarak Rabbin yeter.” (İsrâ, 17/17) Ey Rabbim, kara gecenin en karanlık anında gecenin örtüsüne gizlenerek günahlara dalan kulların Sen’in önünde, açık bir sahrada gündüzün en aydınlık zamanında bulunan kimse ile birdir. “Alimu’l-gaybi ve’ş-şehadeti” olan Sen’sin. Açığıda gizliyi de bilen Sen’sin. Sana gizli mi var Allah’ım, Sana gayb mı var? Bizim şehadetimiz de sana şehadet, gaybımız da. Son sözümüz olarak Rabbimizin bir fermanını dile getirelim: “Yavrum! Şüphesiz yapılan iş bir hardal tanesi ağırlığında olsa ve bir kayanın içinde, yahut göklerde ya da yerin içinde bile olsa, Allah onu çıkarır getirir. Çünkü Allah, en gizli şeyleri bilendir, (her şeyden) hakkıyla haberdar olandır.” (Lokmân, 31/16.) “Onsuz sözün gör nedir, çok söz hayvan yüküdür Arife bir söz yeter tende gevher var ise.”Yunus Emre HAZİRAN 2012 / 287
9
Kapak Faruk Özcan
“O ÖYLE ALLAH’TIR Kİ HEM KEBÎR HEM MÜTEKEBBİR’DİR” El Mütekebbir: “Büyüklüğünü bildiren” manasına gelen bu güzel isim, Rabbimiz için Kur’an-ı Kerim’de, Haşr 23’te bir defa zikredilmiştir.
El Kebir: “Her şeyden büyük” anlamına gelir. “el-Kebir” ismi celili Kur’an-ı Kerim’de Rabbimizin ismi olarak 7 defa geçmekte. Kebir, Mütekebbir, Kibriya, Ekber isimleriyle de bize tanıtılan Rabbimizin ilmiyle, kudretiyle, sanatıyla, nimetiyle yaratılmışların hepsinden büyük olduğu çokça vurgulanıyor.
K
endisinin ElKebir, El- Mütekebbir isimleriyle anılmasını isteyen Rabbimiz, kendisi dışındakilerin, özellikle insanın kibirlenmesinin/büyüklük taslamasının haddini bilmemek olduğunu bir çok kereler vurgulamaktadır. Doğan, ölen, bir tek canlı veya
10
DERGiSi
bir tek tane veya çekirdek yaratamayan insan, büyüklük taslarsa âleme rezil olur. Zalim birinin adalet ödülü alması gibi gülünç olur. İnsanoğlu, yaratılan varlıkların en şereflisi iken, kötü ve yanlış davranışlarıyla sefillerin en sefili haline gelebilir. İnsanı Yüce Rabbinden uzaklaştıran unsurların başında kibir gelmekte-
dir. Kibri anlamak için şu ayeti kerime bize yol gösterecektir: “Ve meleklere: ‘Adem’e secde edin’ dedik. İblis hariç (hepsi) secde ettiler. O ise, diretti ve kibirlendi, (böylece) kâfirlerden oldu.” (Bakara/34) Bu ayeti kerimeden de anlaşılacağı gibi kibir büyüklenmek manasına gelir ve kibir şeytanî
bir ahlaktır.
sine ve halkına zulmedenler de insanlık tarihindeki kötü yerleŞeytanın adımlarını takip edip rini almış ve bize Kur’an’da bilmüstekbir olmuş kişi ve topludirilmişlerdir: luklar Kur’an-ı Kerim’de şöyle beyan edilir: “Karun’u, Firavun’u ve Haman’ı da (yıkıma uğrattık). “Ad (kavmin)e gelince; onAndolsun, Musa onlara apalar yeryüzünde haksız yere çık delillerle gelmişti, ancak büyüklendiler ve dediler ki; yeryüzünde büyüklendiler. “Kuvvet bakımından bizden Oysa onlar (azabtan kurtudaha üstünü kimmiş? Onlar, lup) geçecek değillerdi.” (Angerçekten kendilerini yarakebut/39) tan Allah’ı görmediler mi? O, kuvvet bakımından kendile- Firavun, Karun ve Haman gibi rinden daha üstündür. Oysa müstekbirlere; Nemrut, Ebu onlar, bizim ayetlerimizi Leheb, Ebu Cehil ve nice zalim (bilerek) inkâr ediyorlardı.” isimleri ekleyebiliriz. Bura(Fussilet /15) ya kadar geçmiş kavimlerden bahsettik, şimdi de yakın tariKavminin önde gelenlerinden, he ve günümüze bakalım. Yerbüyüklük taslayanlar (müstekyüzünde kan döken, fitne fesat birler), içlerinden iman edip çıkaran müstekbir devletler ve de onlarca zayıf bırakılanlaşahıslar geçmişe rahmet okura (müstaz’aflara) dediler ki; tacak kadar fazla ve şedittirler. “Salih’in gerçekten Rabbi taMüstekbirlerin mustazaflara rafından gönderildiğini biyaptıkları eziyet ve işkenceler liyor musunuz? Onlar: “Biz akıl almaz boyutlara ulaşmışgerçekten onunla gönderitır. lene inananlarız.” dediler. (Araf/75) Çin’in Doğu Türkistan’da uygulamadığı vahşet, Amerika’nın Mübarek ayeti kerimelerde elini bulaştırmadığı Müslügörüldüğü gibi Ad ve Semud man kanı neredeyse kalmadı. kavimleri müstekbir kavimlerİsrail’in Filistin’e yaptığı zulüm dendir. Elbette, bu kavimlere bu satırlara sığmaz. Rusya, İnekleyeceğimiz kavimler hiç de giltere, Fransa ve nice bunlarla az değildir. Nuh kavmi, Lut misyon kardeşi devletler…Askavmi, Medyen kavmi bir çırlında sadece müstekbir demek pıda sayabileceğimiz kavimlerbu devletleri anlatmakta yeterdir. siz kalabilir. Cani, zalim, vahşi Kendini müstekbir görüp, nef- ve barbar müstekbirler desek
daha iyi ifade etmiş oluruz. Hangi çağa, hangi coğrafyaya bakarsak bakalım böylesi devletlere, kabilelere ve şahıslara rastlamaktayız. İşte peygamberimizi inkar edenler ve gerekçeleri: “En sonunda da sırt çevirdi. Büyüklük tasladı ve şöyle dedi: “Bu eskilerden kalan bir sihirden başka bir şey değildir.” (Müddesir, /23-24) Müstekbir kavimler ve insanlar kibirleri neticesinde inkâra düştüler, akıl almaz zulümlerle tarihin kara sayfalarında yerlerini aldılar. Onlara asıl ceza ise ahret yurdundadır. Rabbimiz bize bu azabı şöyle bildiriyor; ”Onlara içinde ebedî kalacağınız cehennemin kapılarından girin, kibirlenenlerin yeri ne kötü! denilir.” (Zümer/72) Peki Müstekbirler hep kafirlerin arasından mı çıkar? Ya da Müslümanlarda da kibir var mıdır? Cevabı Kur’an-ı Kerim’den verelim: “Andolsun, Allah birçok yerlerde ve Huneyn gününde size yardım etti. Hani çok sayıda oluşunuz sizi böbürlendiripgururlandırmıştı, fakat size bir şey de sağlayamamıştı. Yer ise, bütün genişliğine rağmen size dar gelmişti, sonra arkanıza dönüp gerisin geri gitmiştiniz.” (Tevbe /25) HAZİRAN 2012 / 287
11
Bu ayetin tefsirine bakıldığında, Müslümanların da büyüklenmelerinin olduğu ancak Allah Teala tarafından eleştirilip, onlara yol gösterdiğini görüyoruz. “Yeryüzünde böbürlenerek yürüme, çünkü sen ne yeri yarabilirsin, ne dağlara boyca ulaşabilirsin. (İsra /37) Ayeti celilesi bütün insanlığa bir hitaptır. Bizler Müslüman olarak bize, gerek ayeti kerimeler gerekse hadisi şeriflerle bildirilen olaylardan ders çıkarır, Rabbimizin ve Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellemin bize emrettiklerini yapar, yasakladıklarından kaçarız. İşte bu bağlamda kibir de şiddetle kaçınmamız gereken bir günahtır. Ama öyle böyle bir günah değil!… Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: “Cennete kibirden hiçbir şey giremez”. Orada bulunanlardan biri şöyle dedi: “Ey Allah’ın Rasülü! Ben, kamçımın şaklaması ve ayakkabımın sağlamlığı ile güzel görünmekten hoşlanırım, bu kibir midir?” Hz, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem: “Hayır bu kibir değildir. Allah güzeldir güzeli sever Kibir halkı küçük görmek ve başı gözü ile insanlarla alay etmektir.” (Müslim, İman, 47; Ahmed b Hanbel, lV, 133-134) 12
DERGiSi
Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: “Cennete kibirden hiçbir şey giremez”. Orada bulunanlardan biri şöyle dedi: “Ey Allah’ın Rasülü! Ben, kamçımın şaklaması ve ayakkabımın sağlamlığı ile güzel görünmekten hoşlanırım, bu kibir midir?” Hz, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem: “Hayır bu kibir değildir. Allah güzeldir güzeli sever Kibir halkı küçük görmek ve başı gözü ile insanlarla alay etmektir.” (Müslim, İman, 47; Ahmed b Hanbel, lV, 133-134)
Bunu böyle bilip, böyle yaşamalıyız. Ve bilmeliyiz ki, Büyük olan sadece Allah’tır. “Mütekebbir” =büyüklenen” büyüklüğünü bize zerreden yıldızlara kadar yarattıklarıyla gösteren ve indirdiği kitaplarıyla bildiren Rabbimize iman edenler, gönüllerinde en büyük olarak O’nu görenler, O’nun yarattıklarını gözlerinde Rablerine kıyasla küçültürler, “Rabbin yarattığıdır” diyerek büyük değer verirler. 40 kilometre maraton koşucusunun, ödüle kilitlenerek koştuğu gibi, yol kenarındaki dereler, çiçekler, çimenler onu yolundan alıkoymadığı gibi, mü’min insan da “Mütekebbir” Rabbine sığınınca, kendini ilah yerine koyanları gözünde büyütmez. Batıdan ve doğudan korkmaz. “Doğu da, batı da Rabbinindir” der ve yürür. Yürürken, “Gözü kamaşmaz, şaşmaz ve taşkınlık yapmaz.” Bizlere mütevazı olmak düşer. Haddini aşan, aşağı düşer. Haddimizi bilerek yaşamak duasıyla.
Kaynaklar 1- Kur’an-ı Kerim
2- Kütübi Sitte Evet, kibir küçümsenecek bir davranış olamaz, kibre yol aça- 3- Esma ül Hüsna ( Mahmut bilecek ilim, makam, mevki, Toptaş) şan, şöhret, zenginlik vb. un- 4- Şamil İslam Ansiklopedisi surlar birer imtihan vesilesidir.
Kapak Mahmut Aveder
ALLAH’IN MÜLKÜNDE MÜLK İDDİASINDA BULUNMAK MALİK’ÜL MÜLK -celle celâluhu-: Mülkün ebedi sahibi
A
llah, Mâlik-ul Mülk’tür, mülkün ezelî ve ebedî sahi bidir. Mâlik; hem bir şeye sahip olmak, hem de kuvvetli olmak demektir. Mülk; üzerinde sahip ve tasarrufta bulu nulan şeyi ifade ettiği gibi, tasar rufta bulunmayı da ifade eder. Bu tasarruf, hem insanlar, hem de mallar üzerinde tasarruftur. Ni tekim Allah Teâlâ için “insanların meliki” denirken, O’nun insanlar üzerinde mutlak tasarruf sahibi olduğu anlatılmak istenir. Gerek mutlak suretteki sahip olma ve gerek mutlak suretteki hüküm darlığın ikisi de bizzat âlemlerin Rabbine aittir. Çünkü hayatı ken di elinde olmayan insanlığın bu sıfatlarla nitelenmesi, tabiatıyla izafî, vekâleten ve iğreti olduğu apaçıktır. “O, din gününün mâlikidir.” (Fatiha;4) Din günü de hakla batılın, iyiyle kötünün, doğruyla yanlışın, mü’minle kâfirin, Müs lümanla müşrikin, mü’minle münafığın birbirinden ayrılaca
ğı, iyilerin iyiliklerinin mükâfatı olacağı, kötülerin de kötülükle rinin cezasını çekecekleri gün demektir. O gün hiç kimsenin ne söz söyleme, ne de mâzeret ileri sürme hakkı olmayacaktır. O gün sadece söz hakkı Allah’ındır. O gün mâlik Allah’tır. O gün mutlak otorite Allah’tır. Acaba sadece bu dünyadaki ha yat son bulup insanlar ölünce mi, âhiret hayatı başlayınca mı Allah hâkimiyet ve otorite sahibidir? Bundan önce Allah söz sahibi değil midir? Allah’ın hâkimiyeti, egemenliği bu dünyada yok da öbür tarafta mı başlayacaktır? Dünyayı yarattı da işi bitti mi hâşâ Allah’ın? Dünyada hiç ses çıkarmayıp hâkimiyetini öbür tarafta mı gündeme getirecek? Hayır, bugün de, yarın da yegâne Mâlik, dünyada da, âhirette de yegâne söz sahibi, yegâne otorite ve hâkimiyet sahibi Allah’tır. Hem öyle bir hâkimiyet sahibi ki, mül künde ortağı yoktur. (İsra: 111) Dünyanın konumu gereği, dün yadaki imtihan gereği günahkâr
kullarına, anında cezalarını ve rip dokunmadığı için insanların çoğu bunu anlayamıyor veya yan lış anlıyorlar. Dünyanın konumu, dünyanın yasaları kendilerini al dattığı için din gününü unutarak bir hayat yaşıyorlar. İnsan haya tının sadece bu dünya hayatın dan ibaret olduğu inancı üzerine bina ediyorlar. Öyle bir bina ki; çürük, asılsız bir temel üzerine yapılmış. Hâlbuki Rabbimiz şöyle buyuruyor: “O gün onlar meydana çıkarlar. Onların hiç bir şeyi Allah’a gizli kalmaz. Bugün mülk kimindir? Kahhâr olan tek Allah’ındır.” (Mü’min 16) Hayat ve hayatın mutluluğu önce bir memlekete bağlıdır. Memle ket ise otorite ve mülk yeri de mektir ki, buna vatan, dâr (yurt) denilir. Bir memlekette hayat, şahsi menfaate dayalı mülkiyet hakkına bağlı olarak, yani kişisel mülkiyet ile ayakta durur. Bunun gereği olan hayat ve kamu yara rı da hükümdar ve mülk ile yani sosyal düzeni temin eden devlet ve devlet reisi ile sağlanır. HAZİRAN 2012 / 287
13
İnsanlar yokluk ve yoksullukla imtihan edildikleri gibi varlık ve iktidar verilerek de imtihan edilirler. İnsanoğlu mal-mülk konusunda genellikle aldanmıştır. Allah’ın çağrısına karşı direnenler genellikle daha fazla servet ve iktidar sahipleri arasından çıkmıştır. Bunlar ellerindeki imkânların asıl sahibini ve kaynağını unutarak, ellerindeki güç sayesinde her şeyi yapabileceklerini, her derde çare bulabileceklerini, Allah’a ihtiyaçları bulunmadığını zannetmişler. Normalde insanı Allah’a itaat ettiren sebepler, onu Allah’a isyan ettiren sebepler olmuştur. Bazıları daha da ileri giderek Allah’ın yaptığı şeyleri kendilerinin yaptıklarını, yapabileceklerini iddia etmişlerdir. Hz. İbrahim (a.s) zamanında iktidarda olan, hükümdar olan Nemrud, Allah’ın elçisinin davetini kabul etmediği gibi onun, insanlara tanıtmaya çalıştığı Rabbi hakkında da tartışmaya girişmiş, rabbin sıfatlarının ve gücünün kendisinde de bulunduğunu iddia etmiştir. Allah (c.c) Nemrud’a mal, mülk, servet ve iktidar vermişti. Bu nimet ve imkânlar, Nemrud, Firavun gibilerinde inkâra ve zulme sebep ol muşken, Dâvûd ve Süleyman (as) gibi peygamberlerde ise şükrana ve Allah’ın kullarına hizmet etmeye sebep olmuştur. Hazreti Musa’nın kavminden olan Karun; azmış, başına buyruk kimi davranışlar içine girmiştir. Onu bu noktaya getiren, elinde tuttuğu zenginliğidir. Buna dayanarak böbürlenmekte, gösterişler yapmaktadır. Ama bu kadarla da kalmasa gerek ki, kavminden bazı 14
DERGiSi
kimseler Karun’u uyarmışlardır. Karun’un servetinin Allah vergisi olduğu, kavmi tarafından hatırlatılınca Karun, bu sözlere karşılık, servetinin kendisinde bulunan bir bilgiden ötürü olduğunu öne sürerek hem Allah vergisini dışlamağa kalkışmış, hem de “servet ve bilgi” arasında bir bağlantı kurmuştur. Bu ifade, bugünkü ekonomizm hastalığına yakalanmış olanların, büyük bir hazla tekrarlayıp durdukları cümlelerin aynısıdır. Yüce Allah, serveti ve imkânı kendisinden bilmeyip de, bilgisinin verimi sayan Karun’u, ondan önce de daha güçlü ve daha çok mülk sahibi olanları yok etmiştir. Ekonomik bağımsızlığını elde ettikçe muhtaçlık duygusunu kaybeden insanlık, kendisini her şeyden müstağni görmekte, yaratan Rabbi’ne dua etmekten bile her geçen gün uzaklaşmaktadır. Bu ise onun hem dünyası hem de ahireti için büyük bir kayıptır. “…Bugün mülk kimindir? Kahhâr olan tek Allah’ındır”. O gün her şeyleri açığa çıkar. Hâlbuki dünyada iken bunu, o günü akıllarının ucundan bile geçirmiyordu insanoğlu. Bir daha dirilmeyeceklerini, tüm yaptıklarının yanlarına kâr kalacağını zannediyorlardı. Ama iş, hiç de öyle olmamış, diriltilmişler, gizli ve âşikâr tüm yaptıkları, tüm suçları ortaya dökülmüş, tıraşları gözlerinin önüne gelmiştir. İşte insanların dirilecekleri o gün Allah buyuracak ki: “Mülk kimin bugün? Mâlikiyet kimin bugün? Göktekiler, yerdekiler, altınızdaki
ler, üstünüzdekiler kimin bugün? Evleriniz, arabalarınız, kadınla rınız, çocuklarınız kimin bugün? Hâkimiyet kimin? Egemenlik ki min, söz hakkı kimin bugün? Cevap verecek kimse olmayınca yine Allah cevap verecek ve buyuracak ki: “Bugün mülk, hâkimiyet, egemenlik, söz hakkı Kahhâr olan, tek olan Allah’ındır.” Bugün mülkün sahibi O değil mi? Bugün de söz sahibi, yarın da söz sahibi Allah’tır. Bugün de, yarın da mâlik O’dur. Ama imtihan gereği, dünyanın konumu gereği Allah bugün kimseye dokunmuyor. O’nu Rab bilenlere de, O’ndan başka Rabler kabul edenlere de, kendini ilah ilan edenlere de dokunmuyor. Namaz kılanlara da, kılmayanlara da dokunmuyor. İnsan lokantanın yemek masasında yemeğini yer ama hesabını da başka masada öder. Onun için insan bu dünya da dilediğini yer içer, dilediği gibi yaşarimtihanın gereği- ama hesabını ahirette mutlaka ödeyecektir. Din gününün de, dünya gününün de mâliki sadece Allah’tır. O’ndan başka mâlik, O’ndan başka sahip, O’ndan başka söz sahibi yoktur. De ki: “Yeryüzünde gezip dolaşın, sonra da, yalanlayanların sonunun nasıl olduğuna bir bakın.” (En’am: 11) “Ey mülk’ün sahibi Allah’ım! Sen malı ve mülkü dilediğine verir, dilediğinden de alırsın. Dilediğin kulunu aziz, dilediğin kulunu zelil edersin. Hayır, Senin elindedir. Şüphesiz Senin her şeye gücün yeter.” (Âl-i İmrân, 126)
Kapak Muhammed Zehra
ER-REZZAK -celle celâluhuMahlukatı dilediği gibi rızıklandıran. Allah’ın Güvencesinden Endişe Edip, Kendine Güvenen Müslüman’ın Büyük İmtihanı:
RIZIK
S
özlükte nasip, pay, hisse, geçim anlamlarına gelmekte olan “Rızık” ıstılahta “kişinin yiyip içtiği, giyip eskittiği her şey”1 olarak tanımlanmıştır. İnsanın kazandığı tüm şeyleri kapsamamakta olan rızık, RE-ZA-KA kökünden türemiş olup çoğulu “erzak”tır. “Rezzak” kelimesi ise “esmaul hüsna”dan biri olup “mahlûkatı dilediği gibi rızıklandıran” anlamındadır. “Şüphesiz rızık veren(Rezzak), güç ve kuvvet sahibi olan ancak Allah’tır.” (Zâriyât 58) Yarattığı her canlı için Allah Teâlâ’nın önceden belirlediği ve takdir ettiği rızık, Müslüman için
bir iman meselesi olup, Kur’an-ı Kerim’de türevleriyle birlikte 123 defa geçmektedir. “Yeryüzünde yürüyen her canlının rızkı, yalnızca Allah’a aittir. Allah o canlının durduğu yeri ve sonunda bırakılacağı yeri bilir. Çünkü (bunların) hepsi, açık bir kitapta ‘Levhi Mahfuz’dadır.” (Hûd, 6) Müslümanlar için en büyük endişelerin başında gelen rızık endişesi, maalesef kalpleri çepeçevre kuşatmakta ve buna paralel olarak bir türlü bitmek bilmeyen mal toplama hırsı da bir güve gibi kalpleri kemirmektedir. İnsanı, yoksul kalmakla korkutan, türlü vesveselerle rızık
endişesine düşüren şeytan, aynı şekilde insanı, durmadan dünya için çalışmaya, mal toplamaya teşvik etmektedir. Bunu yaparken de insanın helal-haram demeden gözü kararmış bir şekilde dünyevileşmesini sağlamaktadır. Mal mülk hırsı, çok kazanma, zengin olma hırsı gözünü köreltmiş, kalbini katılaştırmış ve gözünün önündeki tehlikeleri görmez, fakirlerin, nâna muhtaç insanların o acıklı halinden etkilenmez, merhamete gelmez, mağdur ve mazlumların ahı figanını duymaz hale getirmiştir. “Şeytan sizi fakirlikle korkutur ve size cimriliği telkin eder. Allah ise size katından bir mağfiHAZİRAN 2012 / 287
15
ret ve bir lütuf vadeder. Allah her şeyi ihata eden ve her şeyi bilendir.” (Bakara, 268) Müslüman, Allah’ın rızıklara kefil olduğuna bilip inandığı halde –amenna ve saddekna- telaşa kapılmaması, endişeye düşmemesi gerekirken rızık hususunda ne yazık ki hep endişelenir ve telaşa düşer. Aç kalmak, açıkta kalmak korkusu bir müddet sonra daha fazla kazanmak daha iyi yaşamak arzusuna, bu arzu da kontrol edilemeyen bir hırsa dönüşür. Öyle ki; gözü ve gönlü kararmış bir şekilde helal-haram, hak-hukuk demeden yığma ve yağmalama telaşına düşüren bir hırs. Hâlbuki rızık Allah Teâlâ’nın takdirindedir. Telaş ve endişe boşunadır ki bu telaş ve endişe ona artı bir rızık kazandırmayacaktır. Çok çalıştığı halde zengin olamayanı gördüğümüz gibi, az çalıştığı halde nice zengin olanı görürüz. Maalesef bizler Allah’tan daha çok kendimize güveniyoruz. “Göklerin ve yerin anahtarları Allah’ındır. Dilediğine rızkı bol verir, dilediğinden de kısar. Şüphesiz ki o her şeyi bilendir.” (Şura, 12) “Bilin ki dünya hayatı ancak bir oyun, eğlence, bir süs, aranızda bir övünme ve daha çok mal ve evlat sahibi olma isteğinden ibarettir. Tıpkı bir yağmur gibidir ki, bitirdiği ziraatçilerin hoşuna gider. Sonra kurur da sen onun sapsarı olduğunu gö16
DERGiSi
rürsün; sonra da çer çöp olur. Ahirette ise çetin bir azap vardır. Yine orada Allah’ın mağfireti ve rızası vardır. Dünya hayatı aldatıcı bir geçimlikten başka bir şey değildir.” (Hadîd, 20) Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem de şöyle buyurmaktadır: “Muhakkak kulun rızkı gelir. Eğer insanlar ve cinler bir araya gelip de onun rızkına engel olmaya çalışsalar, güçleri yetmez.” (Taberânî, el-Mucemü’l-Evsat 8/120, H. No:3630) Allah’tan korkan ehli hikmet: “Allah’ın kendisini rızıklandırdığını, kendine rızık verdiğini bildiği halde ona güvenmeyen kişi hüsrandadır, ziyandadır.” demiştir. Yani Allah celle celaluhu “yarattığım her canlının rızkına kefilim” dediği halde biz rızık endişesi ile yaşıyoruz. “Geçim endişesi ile çocuklarınızı öldürmeyiniz. Biz onların da, sizin de rızkınızı veririz. Onları öldürmek gerçekten büyük bir suçtur.” (İsra 17/31) “Cehaletleri yüzünden, beyinsizce çocuklarını öldürenler ve Allah’ın kendilerine verdiği rızkı, Allah’a iftira ederek haram sayanlar, muhakkak ziyana uğramışlardır. Onlar şüphesiz sapmışlardır. Doğru yolu da bulamamışlardır.” (En’am, 6/140)
Herkesin ne kadar rızka nail olacağı önceden belli olduğu için bu rızkı haramdan talep etmekten sakınılmalıdır. Çünkü ehl-i sünnet akaidine göre rızık helalden elde edilebileceği gibi haramdan da elde edilebilir. Rızkının her halükarda kendisine geleceğini bilen bir Müslüman hiçbir şekilde haram yollara tevessül etmez. Rızkı veren sadece Allah’tır. Başka birinden rızkı beklemek de şirktir. “Allah’ı bırakıp, onlar için göklerden veya yerden herhangi bir rızık sağlayamayan ve zaten buna gücü de olmayan şeylere mi tapınıp duracaklar? Öyleyse, sakın Allah’la (başkaları arasında) herhangi bir benzerlik kurmaya kalmayın.” (Nahl, 73-74) “Eğer o, rızkınızı (sizden) kesiverecek olsa, size rızık verecek kimdir? Hayır, ama onlar, (bu hakikati inkar edenler, Allah’ın mesajlarını) küçümsemekte ve (O’ndan) körü körüne inatla kaçmaktadır.” (Mülk, 21) Her canlının rızkı nasıl olsa belirlenmiştir diye çalışmaktan kaçmamak gerekir. Elbette ki çalışacağız. Rızkımızı elde etmek için elbette ki meşgul olacağız. Allah celle celaluhun helal kıldığı yollardan çalışacağız. Ama rızık endişesi çekmeyeceğiz. Rızık endişesi duymayacağız. Çalışacağız, helal yollardan kazanç elde etmeye gayret edeceğiz ve
sonra O’na tevekkül edeceğiz. “Orada hem sizin için hem de rızıkları size ait olmayanlar için (gerekli) geçim vasıtaları yarattık.” (Hicr, 20) “Doğrusu biz sizi yeryüzüne yerleştirdik ve orada size geçim vasıtaları verdik. Ne kadar da az şükrediyorsunuz!” (A’râf, 10) “Ve ona beklemediği yerden rızık verir. Kim Allah’a güvenirse O, ona yeter. Şüphesiz Allah, emrini yerine getirendir. Allah her şey için bir ölçü koymuştur.” (Talâk, 3) İmam Muhammed: “İlim talep etmek farz olduğu gibi, rızık talep etmek de farz kılınmıştır.” demektedir. “De ki: Rabbim, kullarından dilediğine bol rızık verir ve (dilediğinden de) kısar. Siz hayra ne harcarsanız, Allah onun yerine başkasını verir. O, rızık verenlerin en hayırlısıdır.” (Sebe, 39) Müslüman olarak bizler, Allah’ın takdir ettiği rızka rıza göstermede endişe duymaktayız. Bu endişe Allah’tan daha çok kendimize güvenmemizi ön plana çıkartıyor. Bugün, tam bir eksen kayması yaşayan Müslüman fertler ve cemaatler olarak ciddi bir muhasebe ve öz eleştiri yapmak durumundayız. Son yıllardaki ekonomik refah pırıltıları, hem fertleri hem de cemaatleri
sürekli bir yığma telaşına düşürmüş durumdadır. Önceleri “vicdanla cüzdan” arasında gidipgelmekte olan fert ve cemaatler, artık vicdanı cüzdana feda etmiş durumda gözükmekteler. Hep bir hesabın peşinde koşmaktayız. Evlenirken çalışan bir eş bulma hesabı. Çocuk sahibi olurken ikiden fazla çocuk yapmama hesabı. Çocuklarımızın eğitimlerinde –kız olsun, erkek olsun- daha çok para kazanacağı bir meslek seçme hesabı. Arabanın modeli, tekeri; evin penceresi, boyası, metrekaresi, vs., vs. Rızık(geçim) endişesi ile çocuk yapmamak, yaptırmamak; özellikle kız çocuklarını helal-haram endişesi duymadan rızık(geçim) endişesi sebebiyle okutmak, okutturmak… Tüm bunların muhasebesini yapmak, dış dünyadan ulaklaşıp bir an önce iç dünyamıza ve yeniden Rabbimize dönmek, yönelmek durumundayız. Yunus’un dediği gibi;
“Kaldır NEFSİ aradan, Kalır sana YARADAN”. Müslüman; takva üzere yaşayacak, ruhsatlardan faydalanacak, fakat çeşit çeşit teviller yaparak dünyasını mamur edeyim derken, ahiretini harap etmeyecektir. Allah Teâlâ’nın emrettiği şekilde, helal yollardan, helal rızık kazanmak için gayret edecektir. Şayet Allah Teâlâ fazlından vererek zengin yapmışsa, malından fazlasını Allah yolunda, İslamî hizmetlerde kullanacak, fakir ve muhtaçlara yardım edecektir.
1-Zeki Soyak, Fazilet Tolumu, s. 404 Faydalanılan Eserler: İtikadi, Ameli, Ahlaki İslam Ahkâmı, Zeki Soyak Fazilet Toplumu, Zeki SOYAK Sohbetler 1-2, Zeki SOYAK
HAZİRAN 2012 / 287
17
Kapak A. Baki Öncel
HÜKMÜ O’NA -celle celâluhuVERMEMEK, İMANI KARARTMAKTIR.
K
işinin bir kimseye, ona isyan etmeden ve ondan yüz çevirmeden itaat etmesi abd kelimesinin manasını ifade etmede bize yardımcı olur. İtaat etmek, tevazu göstermek, boyun eğmek, kul, insan manalarını da ifade eden abd kelimesinin özünde detaylı araştırma yapıldığında genelde mahlûk, kul, insan kastedildiği anlaşılır. İnsanın kulluk etme sıfatını ifade eden ve abd kelimesinin de mastarı olan ubudiyet, insanın sıfatıdır. Ubudiyet sıfatını taşıyan insanın da yaratılış gayesi, pazarlıksız bir şekilde Allah’a -celle celâluhu- kul olmaktır. Oysa yaratılış gayesi kul olmak olan insanın, bu gayeden uzaklaşmakla mütekebbirleşerek müstekbirleşerek, üzerinde taşıması gereken ubudiyet sıfatının aksine Allah’a -celle celâluhu- ait olan rububiyet sıfatını kendisinde bir hakmış gibi görüp firavunlaştığını görüyoruz. Kur’an kıssalarında geçen kavimlerin rububiyet ile ilgili görüşlerine bakıldığında Kur’an-ı Kerim’in onları hangi noktalardan ve niçin reddetme yoluna gittiğini ve buna
18
DERGiSi
karşılık Kur’an’ın insanları nasıl bir rububiyet anlayışına çağırdığını görmemiz mümkündür. Nuh Kavmi’nin inkârı, Allah’ın varlığının inkârı değildi. Hâkimiyetin inkârıydı. (Mü’min 24 ) Allah’ın yaratıcı olduğundan şüpheli değillerdi ve Allah’ın Rab olduğunda da hemfikirlerdi (Hud 34), (Nuh 10). Allah’ın ilahlığı konusunu da hiçbir zaman yadsımıyorlardı. Nuh -aleyhisselam- ile kavminin temelde iki konuda zıtlaştıklarını görürüz. Birinci olarak Allah’a itaat ve boyun eğmeyi (Araf 59, 62), (Nuh 23), ikinci olarak da Allah’ın hayatın her alanına yani sosyal yaşantıda, siyasal otoritede, medeniyet anlayışında önderlik ve itaatte en yüksek mercii olacağını, sosyal yaşantıyı yönlendiren kanun koyuculuk ve beşeri münasebetlerde emredici ve nehyedici konumda olmasını bir türlü akılları almıyordu. Bu nedenlerle de Nuh -aleyhisselam-’ın elçiliğini (Şuara 107-108) kabullenemiyorlardı. Ad Kavmi’nin inanç karakterinde de Nuh’un toplumundan farklı bir yaklaşım göremiyoruz. Ad Kavmi de peygamberleriyle Allah’tan
başka ilahlar, rabler edinmeme konusunda direniş gösteriyorlar ve ubudiyette sorunlar yaşanıyordu. Atalarının tapageldiklerinden dönemeyeceklerini ifade ederek hakka karşı direniş gösteriyorlardı. (A’raf 65-70). Rabbi inkâr, hükmü inkâr, elçiye isyan ve küfürde ısrar (Hud 59) şirk toplumunun karakteristik özelliğini yansıtıyordu. Salih Peygamber de azgın kavmiyle imtihanında çetin mücadele yapması gerekiyordu. Çünkü o kavim Allah’ı var bilen, ama birliğini kabul etmeyip yardımcılara ihtiyacı olduğuna inanan; Rab olarak kabul eden, ibadet de yapan ama kamusal ahlak ve bireysel ahlakta Allah’ı bir kenara itip, önder, lider kabul ettikleri kişilerin çizdiği toplumsal yaşam standartlarından vazgeçmeyen bir kavimdi. Azgınlıkları azaplarına sebep oldu (Fussilet 13-14), (Hud 61-62), (Şuara 142). İbrahim -aleyhisselm-’ın kavminin yöneticisi de, Allah’ın varlığına inanan, onu yaratıcı olarak kabul eden, hatta evrenin nizamının işleyişinde emri geçerli olarak kabullenen birisi olmasına rağmen
kendisinin de Rablik davasında bulunması ve halkının ona itaatı Nemrud’u ve onu rab kabul eden kavmini maddî manevî helaka sürükledi... Tıpkı Semud kavmi gibi, tıpkı Ad kavmi gibi, tıpkı Nuh kavmi gibi. Oysa tevhit hiçbir zaman, hiçbir dönemde Rububiyete ortak kabul etmemiş, Allah ile birlikte hiç kimseyi, hiçbir nesneyi, hiç bir otoriteyi mabut kabul etmemiştir. Evet, ubudiyet, kulluk insanın; rububiyet ise kendisine kulluk edilecek olan Allah’ın sıfatıdır. Yukardaki peygamberlerin kavimlerinde gördüğümüz üzere öyle dönemler yaşanır ki, müstekbir ve mütekebbir insanlar kendilerini ilah yerine koyarak Allah’a -celle celâluhuaid vasıflarların abd’a ait vasıflar gibi telakki edilerek özellikle hüküm vermede ve kanun yapmada kendilerini yetkili addederler. Oysa kulun yegâne itaat mercii olan Rab, hüküm koymanın sadece kendisine aid olduğunu ve insanın Allah’ın -celle celâluhu- hükümlerine bağlı kaldığı müddetçe mükemmel bir insan ve mükemmel bir kul olacağını son kitabı Kur’an’da belirtmiştir. İnsanın ne için yaratıldığı (Zariyat 56) ve biz kendilerine tabii olduğumuz takdirde mükemmel kulluğu öğreneceğimiz peygamberlerin de kul oldukları değişik ayetlerde ifade edilmiştir (Meryem 30), (Sad 30), (Sad 44), (İsra 1), (Necm 10). İlk insan ve ilk peygamberden beri bütün peygamberler insanları, Allah’u Teâlâ’ya ibadet etmeye davet etmişlerdir. Allah -celle celâluhu- Kur’an’da: “Andolsun ki biz her kavme: -Allah’a ibadet edin, tâğuta kulluk etmekten kaçının diye- (teb-
ligat yapması için) bir peygamber göndermişizdir” (en-Nahl, 16/36) buyurmaktadır. Kur’anî bir kavram olan tâğut; Allah’u Teâlâ’nın indirdiği hükümlere karşı ayaklanan (tuğyan eden) her gücün adıdır. Tağutun bazen insan, bazen şeytan, hatta put olması veya bir ideoloji olması mahiyetini değiştirmez. Sonuçta Kur’an: “İman edenler, Allah yolunda cihad ederler; küfredenler de (kâfirler) tâğut yolunda savaşırlar” (en-Nisâ, 4/76) âyet-i kerimesiyle insanların ya Allah’a iman edip O’nun dini için cihad edeceklerini, ya da küfredip (kâfir olup) tâğut yolunda savaşacağını açık bir şekilde belirtmiştir. Bu iki halin dışında bir alternatif yoktur. Bu mücadele kişinin Allah’a -celle celâluhu- mı yoksa tağuta mı kul (abd ) olacağıyla alakalıdır. Müslüman, kelime-i şehadetle Allah’a -celle celâluhu- iman edip ilahların tamamını reddettiğini dili ile ikrar ederken bu söylediğini kalbiylede tasdik eder, aynı zamanda Hz. Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem-’in evvela kul (abd) daha sonrada elçi (rasul) olduğunu hem söyler hem de tasdik eder. Kelime-i şehadet bize açık ve net olarak insanın sıfatının Rabb’e, Abd olmak olduğunu (ALLAH’A KUL OLMAK) kabullendirir. Allah’a -celle celâluhu- kulluk sıfatının bittiği yerde, tağuta kölelik başlar. Âdem aleyhisselamdan beri bütün peygamberler insanlığı hür insan yapmak için mücadele edip tağuta kölelikten kurtarmak için çalışmışlardır. Hangi dönem ve hangi asırda
olursa olsun, hikmet ve hüküm sahibi olup, her şeyi yerli yerince koyan yüce Allah -celle celâluhukulları üzerinde hikmeti gereğince hâkimdir ve tasarruf sahibidir. Emir ve yasakları bir hikmete dayalıdır. O, zamana sığmayan sınırsız bilgisi dolayısıyla insan için neyin yararlı neyin zararlı olduğunu bilir. Tağuttan ve tağuta kölelikten sakındırıyorsa mutlaka insanlık için bir hayır murad ediyor demektir. Şeytanî, tağutî güçler, hâkimiyeti insanın eline verip Allah’ı -celle celâluhu- hüküm konusunda devre dışı bırakma zihniyetinin ardında insanlığı, özellikle Müslümanları şeytana esir etmek arzusunu gütmektedirler. Maalesef günümüz Müslümanları olarak bu tehlikenin farkında değiliz. Oysa Kur’an’da Allah’ -celle celâluhu-: “O, Aziz, Hakîmdir.” (Haşr, 24) buyuruyor. Hakîm olan Allah inananlara neyi emrediyorsa insanlığın yararına, bizi nelerden sakındırıyorsa, o şeyler onların bizim zararımızadır. O, yarattığı her şeyde, yarattıklarını yerli yerine koymasında ve o yeri onun için hazırlamasında iyiliği bol olan, çok cömert, Hâkim ve adalet sahibidir. Allah’dan -celle celâluhu-başkasına (tağuta) kulluk büyük tehlikedir. Bu tehlike karşısında Müslüman’a düşen görev: İhlası elden bırakmamak, Rabbe kulluk etmek, Müslümanların gündemlerinden Cihad ibadetini çıkarmamak, hakiki manada ubudiyet, İslam’ın temel hedeflerini (Enfal 39 )gerçekleştirmek için sabrı ve ihlası kuşanarak çalışmak, çalışmaktır.. HAZİRAN 2012 / 287
19
Kapak
ESMÂ’ÜL-HÜSNÂ Hadis-i şeriflerde zikri geçen isimleri de Hannân ve Mennân’dır. Allah Teâlâ’nın isimlerini okurken başına Yâ harfi nidası getirip Yâ Allah diye okumak, yahut da harfi tarif olan Elif-Lâm getirerek El-Alim şeklinde okumak, sonuna da celle celâluhu eklemek edeb ve saygı gereğidir. Allah Teâlâ’nın en büyük ismi Allah (celle celâluhu) ismidir. Bu isim Allah Teâlâ’dan başka hiçbir varlığa verilemez. Başka hiçbir şey O’nunla sıfatlanamaz. Ahir zaman nebisi Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin verdiği müjdeye nail olmak, Allah celle celâluhun rızasını kazanmak için, Allah celle celâluhun mübarek isimlerini Esmâ’ül-Hüsnâ’yı kısa manaları ile yazalım, okuyalım, ve manalarını öğrenelim: 1- ALLAH (celle celâluhu): Allah Teâlâ’nın zâtına has bir isimdir. Bütün isimleri içinde llah Teâlâ’nın 99 mübarek ismi İsm-i Âzam’dır. vardır ki, bunlara Esmâ’ül-Hüsnâ denilir. Bu hususta Rasûlullah sal- 2- ER-RAHMAN (celle celâluhu): İnanan lallahu aleyhi ve sellem şöyle bu- inanmayan, sevdiği sevmediği, asi, mûti ayırt etmeden bütün mahlukata, dünya yurmaktadır: hayatında merhametle muamele eden, rı“Allah Teâlâ’nın 99 ismi vardır. Kim bu isimle- zıklandıran. ri sayarsa (okur, ezberler ve manalarını öğ3- ER-RAHİM (celle celâluhu): Çok merharenirse) cennete girer.” (Tirmizi) met edici, ahirette yalnız inananlara nimetHadis-i şerifin Arapça metninde geçen ahsa ler veren, acıyıp merhamet eden. kelimesine üç mana verilmektedir. Saymak, ezberlemek, manalarını anlamak. Demek 4- EL-MELİK (celle celâluhu): Mutlak hükümki Allah Teâlâ’nın isimlerini sadece okumak, dar, kâinatın tek sahibi. ezberlemek değil, aynı zamanda manaları- 5- EL-KUDDÛS (celle celâluhu): Her türlü eknı da öğrenmek gerekir. Allah Teâlâ’nın bü- siklikten, hatadan, bütün kusurlardan mütün isimleri sadece bu 99 ismi değildir. Gerek nezzeh. Kur’an-ı Kerim’de ve gerekse hadis-i şeriflerde başka isimleri de zikredilmiştir. Meselâ, 6- ES-SELÂM (celle celâluhu): Bütün nokMevla, Nâsır, Rabb, Kâhir gibi bir kısım isim- sanlıklardan münezzeh, kullarını selâmete çıkaran. leri Kur’an-ı Kerim’de geçmektedir.
A
20
DERGiSi
7- EL-MÜ’MİN (celle celâluhu): Kendine sığınanları koruyan, kalplere iman nuru ilka eden, peygamberlerini tasdik eden. 8- EL-MÜHEYMİN (celle celâluhu): Gözetici, koruyucu, emniyet olunan 9- EL-AZİZ (celle celâluhu): Mağlup edilmesi muhal olan. En üstün, en şerefli olan. 10- EL-CEBBAR (celle celâluhu): Dilediğini dilediği gibi yaptırmaya muktedir, noksanları düzelten. 11- EL-MÜTEKEBBİR (celle celâluhu): Her şeyde, her hadisede büyüklüğü zâhir olan. 12- EL-HÂLIK (celle celâluhu): Yaratan, yoktan var eden. 13- EL-BÂRİ (celle celâluhu): Yarattığı her şeyi mütenasip bir şekilde yaratan. 14- EL-MUSAVVİR (celle celâluhu): Her şeye bir şekil, bir özellik veren.
karıdan aşağıya indiren. 24- ER-RÂFÎ (celle celâluhu): Yükselten, kulları kendine yaklaştıran. 25- EL-MUÎZ (celle celâluhu): İzzet veren, kuvvet veren. 26- EL-MUZİLL (celle celâluhu): Zillete düşüren, hor ve hâkir eden. 27- ES-SEMİ (celle celâluhu): Gizli açık, her şeyi en iyi işiten. 28- EL-BASİR (celle celâluhu): Gece gündüz, açık gizli, uzak yakın her şeyi en iyi gören. 29- EL-HAKEM (celle celâluhu): Hükmeden, hakkı yerine getiren, hükümlerinde asla zulüm olmayan. 30- EL-ADL (celle celâluhu): Çok adaletli ve adaleti mutlak olan.
15- EL-GAFFAR (celle celâluhu): Mağfireti pek çok.
31- EL-LATİF (celle celâluhu): Yumuşaklıkla muamele eden. En ince işlerin bütün inceliklerini bilen.
16- EL-KAHHAR (celle celâluhu): Her şeye galiptir. Her şey O’nun kudreti altındadır.
32- EL-HABİR (celle celâluhu): her şeyin hakikatinden gizliliklerinden haberdar olan
17- EL-VEHHAB (celle celâluhu): Kullarına karşılıksız nimet veren, ihsan eden.
33- EL-HALİM (celle celâluhu): Hilmi çok, günahkarlara yumuşak davranan. Hemen cezalandırmayan, mühlet veren.
18- ER-REZZAK (celle celâluhu): Mahlukatı dilediği gibi rızıklandıran. 19- EL-FETTAH (celle celâluhu): Zorlukları kolaylaştıran. Zafer, rızık ve rahmet kapılarını açan. 20- EL-ALİM (celle celâluhu): Her şeyi çok iyi bilen, ilmi her şeyi kuşatan. 21- EL-KÂBİD (celle celâluhu): Sıkan, daraltan. 22- EL-BÂSİT (celle celâluhu): Açan, genişleten. 23- EL-HÂFID (celle celâluhu): Alçaltan, yu-
34- EL-AZİM (celle celâluhu): Pek azametli, büyüklüğün zirvesinde. 35- EL-ĞAFÛR (celle celâluhu): Mağfireti çok, kulların büyük, küçük günahlarını affeden. 36- EŞ-ŞEKÛR (celle celâluhu): Şükrü mükafatlandıran, kendisine yapılan şükre çok büyük ecir veren. 37- EL-ALİYY (celle celâluhu): Pek yüksek. O’nun yüksekliğini idrakten akıl aciz kalır. 38- EL-KEBİR (celle celâluhu): Pek büyük.
HAZİRAN 2012 / 287
21
Büyüklükte kendisinden daha büyüğü muhal olan.
54- EL-KAVİYY (celle celâluhu): Pek güçlü, kudreti tam. Hakkında acizlik düşünülemez.
39- EL-HAFİZ (celle celâluhu): Her şeyi belli vaktine kadar koruyan.
55- EL-METİN (celle celâluhu): Çok sağlam. Kudreti sonsuz.
40- EL-MUKİT (celle celâluhu): Herkese azığını veren. Vakitleri yaratan.
56- EL-VELİYY (celle celâluhu): İyi kullarına dost. Onları koruyan, işlerini tedvir eden.
41- EL-HASİB (celle celâluhu): Kulların yaptıklarının hepsinin hesabını yapan.
57- EL-HÂMİD (celle celâluhu): Hamde lâyık olan, övülen.
42- EL-CELİL (celle celâluhu): Celalet ve ululuk sahibi. Heybeti akılları dehşette bırakan.
58- EL-MUHSÎ (celle celâluhu): Her şeyin sayısını bilen.
43- EL-KERİM (celle celâluhu): Cömert ve cömertliği daimidir.
59- EL-MÜBDİ (celle celâluhu): Mahlûkatı daha önce emsali olmadan ilk yaratan.
44- ER-RAKİB (celle celâluhu): Kulların bütün hal ve hareketlerini murakabe eden. Bütün varlık üzerinde gözcü.
60- EL-MUİD (celle celâluhu): Mahlûkatı ölümünden sonra yeniden dirilten.
45- EL-MUCİB (celle celâluhu): Duaları, istekleri kabul eden. 46- EL-VÂSÎ (celle celâluhu): Cömertliği bütün kainatı, ilmi bütün ilimleri, kudreti bütün kuvvetleri kuşatan. 47- EL-HAKİM (celle celâluhu): Hüküm ve hikmet sahibi. Bütün işleri, emirleri, nehiyleri hikmetli. Gerekeni en güzel şekilde yapar. 48- EL-VEDÛD (celle celâluhu): Sevilmeye, dostluğa, en fazla lâyık olan. Dostların kalbini işgal eden eşsiz bir muhabbet. 49- EL-MECİD (celle celâluhu): Şanı yüce, zatı şerefli, ef’âli güzel, ihsanı bol. 50- EL-BÂİS (celle celâluhu): Ölüleri dirilten, peygamberleri bir nizam ile gönderendir. 51- EŞ-ŞEHİD (celle celâluhu): Her yerde, her zamanda, hazır ve nâzır. Bilinenin de, bilinmeyenin de şahididir.
22
61- EL-MUHYİ (celle celâluhu): Hayat veren. 62- EL-MÜMİT (celle celâluhu): Ölümü yaratan, öldüren. 63- EL-HAYY (celle celâluhu): Ezeli ve ebedi diri olan. 64- EL-KAYYUM (celle celâluhu): Her şeyi ayakta tutan. Kendisi zatı ile kaim olan. 65- EL-VÂCİD (celle celâluhu): Asla muhtaç olmayan. İstediğini istediği zaman bulan. 66- EL-MÂCİD (celle celâluhu): Kadr-ü şanı büyük. Keremi bol olan. 67- EL-VÂHİD (celle celâluhu): O ezeli ve ebedi Tek’tir. Bir’dir. 68- EL-AHAD (celle celâluhu): Zatı birdir. Terkip kabul etmez. 69- ES-SAMED (celle celâluhu): Her şey ona muhtaç. Fakat o hiçbir şeye muhtaç değil.
52- EL-HAKK (celle celâluhu): Zatı vaciptir. Varlığı hiç değişmeyendir.
70- EL-KÂDİR (celle celâluhu): İstediğini istediği gibi yapmaya gücü yeten.
53- EL-VEKİL (celle celâluhu): Yaratıkların işlerini düzelten, kefil olan
71- EL-MUKTEDİR (celle celâluhu): Kuvvet
DERGiSi
ve kudret sahipleri üzerinde istediği gibi tasarruf eden. 72- EL-MUKADDİM (celle celâluhu): İstediğini ileri geçiren, öne alan. 73- EL-MUAHHİR (celle celâluhu): İstediğini geri koyan, arkaya bırakan. 74- EL-EVVEL (celle celâluhu): Başlangıcı olmayan, ilk. 75- EL-AHİR (celle celâluhu): Sonu olmayan. 76- EZ-ZAHİR (celle celâluhu): Âşikâr olan. Delillerle bilinen.
diği zaman, istediği yerde toplayan 89- EL-ĞANİY (celle celâluhu): Çok zengin ve her şeyden müstağni. 90- EL-MUĞNÎ (celle celâluhu): İstediğini zengin eden. 91- El-MÂNÎ’ (celle celâluhu): İstemediği bir şeyin meydana gelmesine mâni olan. 92- ED-DÂR (celle celâluhu): Dilediği zaman, elem verici şeyler yaratan. 93- EN-NÂFİ (celle celâluhu): Hayır ve menfaat verici şeyler yaratan.
77- EL-BATIN (celle celâluhu): Gizli. Duyu organları ile idrak edilemez.
94- EN-NÛR (celle celâluhu): Âlemleri nurlandıran. İstediği simâlara zihinlere ve gönüllere nur yağdıran.
78- EL-VÂLİ (celle celâluhu): Kainatı, her an olup biten hâdisâtı tedbir ve idare eder.
95- EL-HÂDÎ (celle celâluhu): Hidayete erdiren. İstediğini hayırlı yollara muvaffak kılan.
79- EL-MÜTEALÎ (celle celâluhu): Şanına lâyık olmayan sıfatlardan münezzeh.
96- EL-BEDİ (celle celâluhu): Emsalsiz, hayret verici âlemler yaratan.
80- EL-BERR (celle celâluhu): İhsan ve in’âmı, iyiliği çok olan.
97- EL-BÂKİ (celle celâluhu): Varlığının sonu olmayan.
81- ET-TEVVÂB (celle celâluhu): Tevbeleri kabul edip, günahları bağışlayan.
98- EL-VÂRİS (celle celâluhu): Varlık aleminin tek vârisi.
82- EL-MUNTEKİM (celle celâluhu): Suçlulara lâyık oldukları cezayı veren.
99- ER-REŞİD (celle celâluhu): İnsanları hayırlı yollara irşat eden. Her işi faydalı, hiçbir tedbirinde yanılmayan, hiçbir takdirinde hikmetsiz şey bulunmayan.
83- EL-AFÜVV (celle celâluhu): Affı çok. Günahları affeden. 84- ER-RAUF (celle celâluhu): Kullarına kolaylık murat eden. Pek re’fetli. 85- MALİK’ÜL MÜLK (celle celâluhu): Mülkün ebedi sahibi 86- ZÜL-CELALİ VEL İKRAM (celle celâluhu): Hem büyüklük, hem fazl-ı kerem sahibi
100- ES-SABÛR (celle celâluhu): Çok sabırlı. Azap etmekte acele etmez. Mühlet verir. Velhamdü lillâhi rabbil âlemîn.
Bir Açıklama:
87- EL-MUKSİT (celle celâluhu): Adil-i mutlak. Mazlumun hakkını zalimden alan.
Bazı eserlerde Esma’ül-Hüsna olarak ElAhad, bazı eserlerde de El-Bâri zikredilmiştir. Biz her iki mübarek ismi de zikrettik.
88- EL-CÂMİ (celle celâluhu): İstediğini iste-
(İslam Ahkamı, Zeki Soyak, 4.Bs., s.98)
HAZİRAN 2012 / 287
23
KAPAK
Hizmet Adabı
Nureddin SOYAK
Başa Kakanlardan Olma!
R
abbimiz, kullarına müşterek nimetler ihsan etmiştir. El, ayak, göz, kulak gibi. İmtihan gereği kimilerinden bu nimetleri eksiltmiştir. Kimilerine de ziyade nimetler ihsan etmiştir. Akıl, zekâ, bilgi, beceri gibi. Varlığa sevinip yokluğa yerinmemeli, varlığa şükredip, yokluğa sabretmelidir. Ferdî, ailevî toplumsal hayatımızda varlıkların varlığını, yoklukların da yokluğunu çok yakından hissederiz. Akıllı mü’min her iki hali de kazanca çevirmesini bilmelidir. Aklını, nefsini, malını Allah yolunda infak edebilmelidir. Aklın infakı, aklını vahyin denetimine verip her türlü hayırla meşgul etmek ve Allah davasının ikamesi uğrunda yormaktır. Allah Teâlâ’nın rızasını kazanmanın gayret ve çabası içerisinde olmaktır. Kişi, îlayı kelimetullah uğrunda zihnini meşgul etmeli bunun yol ve yöntemlerini araştırıp fedakârane çalışmalıdır. Bunu yaparken de aklını diğer akıllardan üstün görüp diğerlerini küçümsememeli aklında üstünlük fark ediyorsa Allah Teala’ya şükredip aklını Allah davasına daha çok hizmet ettirmelidir. Ne kadar akıllı olursa olsun, aklını Allah Teala, Rasulullah (s.a.v) ve de ulü-l emre itaat ettirmelidir. Aklını ve aklının üstün kavrayışlarını
24
DERGiSi
putlaştırır, akıldanelik, ukalalık yaparsa o akıl onun dünyada ve ahirette başına bela olur. Aklını nefsinin, şeytanın emrine verenler helak olmuştur. Aklını yaradılış amacı doğrultusunda kullananlar akıllarını aklın sahibinin emrine vermiş, dünya ve ahiret saadetine ermişlerdir. Rabbimizin kullarına bahşettiği en büyük nimet olan akıl, vahyin denetimine verilince, kişi için rehber olurken, nefsin ve şeytanın denetimine verilirse sahibi için rehzen olur. Yol kesici harami olur. Nimet amacından ancak bu kadar saptırılabilir.
Vahiy eğitiminden geçen akıllar hâkim aklın vahye ters düşmeyen hükmüne razı olurlar. Hastalıklı akıllar ise aklını putlaştırır da ukalalığına vahiyden destek aramaya çalışır. Her şeyi bilen, kalplerin gizlediklerini bilen Rabbinin ayetlerini kötü emellerine alet eder. Rabbimiz:
Müslüman, Allah davasına hizmet alanlarında, aklını davanın en ileriye götürülmesinde kullanmalıdır. İsabetli görüşler, buluşlar ve projeler üretmelidir. Bunları başarınca da benliğe kapılmamalıdır. Bununla insanları küçümsememeli, onları da töhmet altında bırakmamalıdır. Allah’ın dinine hizmette usul ve yöntem vardır. Akıl akıldan üstündür. Akıllar konuşturulmalı, tartıştırılmalı fakat hâkim akıl tek olmalıdır. Hizmet eden tüm akıllar hâkim olma mücadelesine girerse orada kavga olur, gürültü olur, huzursuzluk olur. Hâkim aklın tek olduğu organizelerde yanlış veya doğru bir neticeye varılır. Hâkim aklın çok olduğu organizelerde neticeye varılmaz. Ne güzel demişler; “Horozu çok olan yerin sabahı geç olur.”
“O kullarım ki, Onlar sözü dinlerler sonra da en güzeline uyarlar. İşte onlar Allah’ın doğru yola ilettiği kimselerdir. Gerçek akıl sahipleri de onlardır.”(Zümer, 18) buyurmaktadır.
“Onlara Akılları mı bunu emrediyor, yoksa onlar, azgın bir topluluk mudur? (Tur, 32) “Şeytan sizden pek çok milleti kandırıp saptırdı. Hala akıl erdirmiyor musunuz?(Yasin, 62)
Normalde akıl insana iyilikleri ve güzellikleri emreder. Bundan dolayıdır ki “Aklın yolu birdir.” denilmiştir. Fakat akla bazen inkar, bazen nifak, bazen haset, bazen nefis, bazen şeytan, bazen şehvet, bazen öfke galebe çalar da aklı vahyin yörüngesinden saptırır. Akıllar, akılların yaptığına hayret eder. Akıl akıl olalı sözün en güzeline, Allah’ın sözüne tabi olmaktan daha güzel bir iş yapmamıştır. Rabbimizin “Gerçek akıl sahipleri” buyurduğu kişiler de bunlar-
dır. Ukalalar, kendilerinden akıllı, kendilerinden bilgili, kendilerinden becerikli kimse kabul etmedikleri için, sanki kendileri olmadan hiçbir iş yapılamayacağını zannederler. Bunlarla organize işler, güzel işler, hayırlı hizmetler yapılamaz. Gerçekten böyle olsaydı, bunların vefat etmesi ile veya hizmetlerden el çekmesi ile tüm işlerin durması ve akamete uğraması gerekirdi. Hâlbuki dünya kurulduğundan beri böyle bir durum söz konusu olmamıştır. Bunlar kural koymaya ve kural iptal etmeye yegane yetkili olarak kendilerini görürler. Dün ak dediklerine bugün kara diyebilirken, dün küfürle itham ettikleri bir çalışmayı bugün baş tacı yapabilirler. Bir dostumuzu ziyarette bu konular açılmıştı, bu durumda olan arkadaşı ile karşılaştıklarında “bu bizim rahmetli filan‘a ne kadar benziyor” dediğini anlatmıştı. Günümüzde fikir rahmetlilerinin sayısı her geçen gün artmaktadır. Bunun temel nedeni ilahî ve nebevî ölçülerin tam ve sağlıklı olarak alınamayışından kaynaklanmaktadır. Bunlar öyle hastadırlar ki, kendi dedikleri olmadığı zaman, hizmet edenlerin başarısızlığını ve hizmetlerin akamete uğramasını dört gözle beklerler; yeter ki kendileri haklı çıksın da, hizmet, hatta dava akamete uğrasın. Bunlar maddî veya manevî çıkar ve menfaat peşinde olan basit insanlardır. Rabbimiz bunların şerrinden tüm samimi hizmet ocaklarını muhafaza eylesin. Allah Teala:
“Dinlerini bir oyuncak ve bir eğlence edinen ve dünya hayatının aldattığı kimseleri bırak! Kazandıkları sebebiyle hiçbir nefsin felakete düçar olmaması için kur’an ile nasihat et. O nefis için Allah’tan başka ne dost vardır ne de şefaatçi, O bütün varını fidye olarak verse, yine de ondan kabul edilmez. Onlar kazandıkları yüzünden helake sürüklenmiş kimselerdir.”(En’am, 70) buyurmaktadır. Allah’ın dini, onun dinine hizmet, kimsenin oyun ve eğlencesi değildir. Dünya hayatının aldattığı kişilerin bu davaya hizmetle alakası yoktur. Davaya hizmet yerleri, kimsenin kaprislerini tatmin yeri değildir. Bunlar dün de bugün de insanları Allah davasından soğutmuşlardır. Fitneye sebep olmuşlardır. Bunlara fırsat verenler de bu büyük vebale ortak olurlar. Allah davasına hizmet iddiasında olanlar, neye, niçin, nasıl hizmet edeceklerini de bilmek zorundadırlar. Nefislerinin kazandıkları sebebi ile felakete düçar olmamaları için Kur’an’ın nasihatine kulak vermek zorundadırlar. Nefislerinin zebunu olanlar bu davanın hadimi olmazlar. Allah davasına hizmet iddiasında olanlar önce kendi nefisleriyle olan meselelerini halletmelidirler. Rabbimiz: “Her nefis kazandığına karşılık bir rehindir.” (Müddesir, 38) “De ki; Ey kendi nefisleri aleyhine haddi aşan kullarım! Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin! Çünkü Allah bütün günahları bağışlar. Şüphesiz ki O, çok bağışlayan çok esirgeyendir.” (Zü-
mer, 53) buyurmaktadır. Müslüman, sık sık nefsinin kazandıklarının muhasebesini yapmalıdır. “Ben bugün ne kazandım? Hayır mı, şer mi? Ömrümde ne kazandım?” diye kendisini sürekli sorgulamalıdır. O ana kadar haddi aşmışsa bile dur demeli, Rabbine ihlas ve samimiyetle yönelerek, tevbe etmeli, yolunda daim ve kaim olabilmesi için Rabbinden sürekli yardım dilemelidir. Rabbinin çok affedici ve bağışlayıcı olduğunu unutmamalıdır. Rabbimiz: “Allah mü’minlerden, mallarını ve canlarını cennet karşılığında satın almıştır.” (Tevbe 111) buyurmaktadır. Allah davasına hizmet iddiasında olan her Müslüman, her şeyini Allah yolunda feda etmediği müddetçe samimiyet testini geçemez. Her şeyin sahibi olan Allah Teala’ya, her şeyini feda edebilmelidir. Rabbimiz: “Onlar İslam’a girdikleri için sana minnet ediyorlar De ki; Müslümanlığınızı benim başıma kakmayın. Bilakis sizi imana erdirdiği için Allah sizin başınıza kakar. Eğer doğrulardan iseniz.”(Hucurat, 17) Ayette Müslümanlığını, Allah davasına maddî ve manevî desteklerini, bilgi, beceri ve kabiliyetlerinden kaynaklanan hizmetlerini birilerinin başına kakanlara ilahi ikaz var: Böyle yapmayın. Bütün bu nimetleri size ihsan eden Allah da bunları sizin başınıza kakarsa yaptığınızın altından kalkamazsınız. HAZİRAN 2012 / 287
25
Kur’an İklimi
Selim Armağan
selim.armagan@ilkadimdergisi.net
“Ey iman edenler! Bir topluluk diğer bir toplulukla alay etmesin. Belki de alay edilenler alay edenlerden daha hayırlıdırlar…” (Hucurat:11)
Allah, Kulunu İnciteni Sevmez
İ
nsan, kendinin kadri kıymetini bilmese de şeref ve onuruna uygun hareket etmese de Allah’ın nezdinde en değerli varlıktır ve O’nun halifesidir. Allah bütün peygamberlerini insanlara sorumluluklarını hatırlatmak, katındaki kıymetlerini açıklamak, dünya ve dünyadakilerden hatta bütün mahlûkattan daha üstün bir varlık olduklarını fark ettirmek için göndermiştir. Her peygamber ümmetini öncelikle Allah’a yöneltmiş, mâsivâ dediğimiz, Allah’tan başka her şeyden uzaklaştırmaya çalışmıştır. İnsan, yüce Rabbimizin eşsiz eserlerinden bir tanesidir. İşte bu nedenle olsa gerek ki; Allah Teala, sanatına söz söylenmesini şiddetle reddetmiştir. “Kulum” diye kendi zatına izafe ettiği insanın öldürülmesini, dövülmesini, hakaret veya iftira edilmesini hatta dedikodusunun yapılmasını dahi yasaklamış ve cezalandırılacak bir iş olduğunu bildirmiştir. Bu muhteşem varlığın vücudunun ve dolayısı ile organların
26
DERGiSi
sahibi olan irade sahibi kişiliğin (nefsin) dahi o bedeni istediği gibi kullanamayacağını yüce elçisinin dilinden açıklamakta ve organlarımızın maksadının dışında kullanılmasını şiddetle yasaklamaktadır. “Âdemoğlu sabahladığı zaman bütün organlar dilden dengeli olmasını isteyerek derler ki; Bizim hakkımızda Allah’tan kork! Çünkü bizim istikametimiz sana bağlıdır. Sen doğru olursan bizde doğru oluruz. Sen eğrilirsen biz de eğriliriz.” (Tirmizi) Rabbül âlemin olan Yüce Allah kelimenin tam anlamıyla “Malik ül mülk” tür. Sahip olunabilecek türden ne varsa hepsinin gerçek sahibidir. Mesela bizi kimse görmüyor dediğimiz anlarda onun sahibi olduğu gözümüz bizi görür ve kulağımız da bizi işitir. Vücudu organların gerçek sahibiymiş gibi hareket ettiren insandan, organlarını yanlış kullanmasının hesabını: “Siz kulaklarınızın, gözlerinizin ve derilerinizin aleyhinizde şahitlik edeceğinden korkarak
kötülükten sakınmıyordunuz. Fakat yaptıklarınızdan birçoğunu Allah’ın bilmeyeceğini zannediyordunuz.” (Fussilet:22) Ayeti gereği Yüce Allah ahirette mutlaka soracaktır. Hem de bizzat organlarının kendilerinin itirafları ile. Mülkün sahibi olan Allah, Dünyada bedelsiz misafir ettiği insanı mülkünün kurallarına uyması için uyarmıştır. En önemli kurallardan; Birincisi : “Mutlak Hâkim ve Hak olan Allah, çok yücedir. Ondan başka ilah yoktur. O,yüce arşın sahibidir.” (Mü’minun:116) İkincisi: “Âdemin neslini mükerrem kıldık.”(İsra:70) ayetleridir. Kur’an iki şey etrafında döner. 1-Allah’ın hukuku: Ona iman ve itaat gibi temel ve ahlaki kurallar. 2-İnsanın hukuku: Kendinden başlayarak bütün varlık âlemine karşı sorumluluklarını yerine getirme görevi.
Kişi hevâ ve hevesine Allah’ın ihsanı olan bedenini alet etmeyecek ve kimseye de alet ettirmeyecektir. Nefsine zulmetmeyecek, dünyada ve ahirette onu sıkıntıya sokacak işler yapmayacaktır. Bedenini Allah’ın kıymetli bir hediyesi ve emaneti olarak saklayacak, günü gelince de ahirette tekrar en güzeli ile almak üzere sahibine iade edecektir. Yüce Rabbimiz kendi haklarını ve eşrefi mahlûku olan insanın haklarını korumak için peygamberler göndermiştir. İnsanın Allah’a karşı ve insanın insana karşı işlediği sözlü ve fiili suçların dünyadaki cezalarını Kur’an’da sıralamıştır. Ahirette de yüce divanda hesabın tekrar görüleceğini özellikle vurgulamıştır. İnsanların kusurları ile alay etmenin aslında Allah’ın mülküne bir saldırı ve hakaret içerdiği de asla unutulmamalıdır. Kim bir insanı öldürürse sanki bütün insanlığı öldürmüş gibi Allah’ın gazabını çeker. Kim de bir insanın yaşamasına sebep olursa sanki bütün insanlığı yaşatmış gibi Allah’ın rızasını kazanır. Kur’an-ı Kerim’i biraz dikkatle okursak birçok ayetin bu konuları işlediğini fark ederiz Örneğin; Lokman (a.s.) kendi ismi ile anılan surede oğluna nasihat ederken: Allah(c.c) kullarını önce birbirlerinden farklı olmadıkları konusunda uyarmış, kibiri ve ki-
birli olmayı yasaklamıştır:
lıyorlardı.
“Yavrucuğum; insanlara karşı kibirlenme ve yeryüzünde çalımla yürüme. Çünkü Allah övünen ve kuruntu edenlerin hiçbirini sevmez.” (Lokman 18) fermanı ilahîsi ile tüm nesillere insana tepeden bakıcılığı yasaklamıştır. Bu ayeti kerime bir ahlak kuralı getirmekle kalmaz yüce yaratanın sanatına “Ahsen-i takvim üzere” en güzel kıvamda yarattım dediği insanın aleyhine söz söylenmesini ve onun hor görülmesini istemediğini böyle yapanların büyük haksızlık yaptığını ve bunları Allah’ın sevmediğini de anlatmış oluyor.
“Ey Cebrail! Bunlar da kim?” diye sordum.
Rabbimiz, yarattığı kulun dedikodusunun yapılmasını, ona iftira edilmesini kabullenmemiş ve yapanları şiddetle uyarmıştır: “Ey iman edenler! Bir topluluk diğer bir toplulukla alay etmesin. Belki de alay edilenler. Alay edenlerden daha iyidirler. Kadınlar da kadınları alaya almasınlar. Belki alay edilenler kendilerinden daha iyidirler. Kendi kendinizi ayıplamayın, birbirinizi kötü lakaplarla çağırmayın. İmandan sora fâsıklık ne kötü bir isimdir! Kim de tövbe etmezse işte bu kimseler zalimlerdir.” (Hucurat:11) Rasûlullah (s.a.v) buyurdular ki: “Miraç gecesinde, bakır tırnakları olan bir kavme uğradım. Bunlarla yüzlerini ve göğüslerini tırma-
“Bunlar;(Gıybet ederek)insanların etlerini yiyenler ve ırzlarını payimal edenlerdir.” dedi, (Ebu Davud) Unutmayalım ki Allah, takva sahibini de sever takva yarışını da sever, zikredeni de, şükredeni de sever. Âlimi de sever, ilim tahsil edeni de över, infak edeni de sever, dua edeni de sever, yolunda saf bağlayıp cihat edeni sever… Ama bu kitap bütün bunların sayıldığı salt bir nasihat kitabı da değildir. Bu kitap, iğnenin kendimize batırılmasını emreden bir kitaptır. Bu kitap ölçüler aldıktan sonra görev bilincini üstlenmek ve en güzeli yapabilmek için rehber bir kitaptır. Biz mü’minler aynı takımın oyuncularıyız. Nemelazımcılık bize yakışmaz. Dünyadaki oyunumuzu takım halinde kazanmalıyız. Oyuncular, şu kör, bu topal,…diye özürlerini, eksiklerini, kusurlarını ön plana çıkararak birbirine düşerse sadece kendileri zarar görmezler.Bütün mü’minler zarar görür ve takım halinde küme düşerler. Cenabı Hak bizi “yaratılanı yaratandan ötürü seven” bizi birbirimize düşürecek ve sonunda gazabını çekecek söz ve davranışlardan uzak etsin.
HAZİRAN 2012 / 287
27
Hadis İklimi Ahmet Ağmanvermez
a.agmanvermez@ilkadimdergisi.net
“Ölülerinizin güzel işlerini yâd edin, kötü taraflarını dile getirmeyin” (Tirmizî, Cenâiz, 34)
Ölmek Üzere Olan Müslümana Neler Yapılmalıdır?
B
ir zorluk yoksa ölmek üzere olan mü’min kıbleye karşı sağ tarafına çevrilir. Başucunda sevdiği bir kimse “La ilahe illallâh Mühammedün Rasûlullâh” ve “Eşhedü en Lailahe İllallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve rasûlüh’’ diyerek hatırlatır. Ancak bu telkini yaparken “sen de söyle” diye ısrar etmez. Yanında söylenmesi yeterlidir. “Estağfirullâh el azîm ve etûbü ileyk” demekte güzel olur. Hastanın harareti varsa, ara sıra su veya zemzem verilir. Yanında Yasin ve Ra’d sureleri okunur. Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Ölülerinize, “Lâ ilâhe illallah”ı telkin edin!” Müslim. “Ölülerinize Yasin suresini okuyun!” Ebû Dâvud. ÖLEN KİŞİYE YAPILACAK İŞLER: Çene, ağız kapanarak başın tepesinden bağlanır. Gözler açık kalmışsa kapatılır. Kapatan kimse “Bismillahi ve ala milleti rasûlillah’’ diye dua eder. Yıkanıncaya kadar ölünün yanında 28
DERGiSi
Kuran-ı Kerim okunmaz, başka yerlerde okunabilir. Ayrıca, şişmemesi için karnının üstüne metal bir madde (demir parçası, makas, bıçak vb.) konulur. Elleri yanlarına dümdüz olarak uzatılır.
Müslümanın ölü yıkamasını bilmesi gerekir. Erkeği erkek, kadını da kadın yıkar. Cünüp bir erkekle, hayız halindeki kadının ölü yıkaması ise mekruhtur.
CENAZENİN YIKANMASI: Cenaze teneşir üzerine konulur. Sırt üstü yatırılır. Suyun temiz ve ısıtılmış olması müstehaptır. Yıkamaya besmele ile başlanmalı ve abdest aldırılmalıdır. Avret yerleri, bir bezle örtü altından el uzatarak yıkanır. Yüzünü ve dirseklerine kadar ellerini ve kollarını yıkadıktan sonra başına mesh yapılır. Ayakları yıkanır, abdest aldırılmış olunur. Yıkayıcı besmele ile gasle başladığı gibi, sonuna doğru “Ğufraneke, Ya Rahîm” der. Yıkayan kimse cenazede gördüğü ve başkalarının duyması uygun olmayan şeyleri açıklamaz. Bir hadiste şöyle buyrulur: “Ölülerinizin güzel işlerini yâd edin, kötü taraflarını dile getirmeyin” (Tirmizî, Cenâiz, 4)
CENAZE’NİN KEFENLENMESİ: Cenaze; yıkandıktan sonra kefene sarılır. Buna tekfin denir. Kefenin beyaz pamuktan, patiskadan olması güzel olur. Sünnet kefen erkeklerde 3 parçadır: Kamis: Boyun kökünden ayaklara kadar olan gömlektir. Bu gömleğin yakası olmaz, etrafı oyulmaz. İzar: Baştan aşağıya kadar olan örtüdür ki başı da örter. Lifafe: Baştan ayağa kadar olup İzardan daha uzun olur, baş ve ayak tarafı bağlanır. Kefen kadınlarda 5 parçadır. Kadınlarda bir göğüs örtüsü, birde başörtüsü vardır. Kefen-i Kifayet: Erkek için izar ve lifafdan ibaret 2 parçadır. Kadında ise bunlara bir de başörtüsü ilave edilir. Kefen-i Zaruret: Erkek ve kadın için her ne bulunursa ona sarmak yeterlidir.
Ölüyü mümkünse en yakını yıkamalıdır. Olmadığı takdirde emin bir kimse yıkar. Ölü yıkamak büyük bir sevaptır. Bunun için de her
CENAZE NAMAZI: Cenaze namazı, vefat eden Müslüman’a duadan ibarettir. Farz-ı Kifâyedir. Cenaze namazının kılınması için,
ölenin Müslüman olması, yıkanıp kefenlenmesi, imam ve cemaatin önünde olması gerekir. Ölünün tamamının veya bedeninin çoğu mevcut olmalıdır. Eğer bedeninin çoğu gitmiş veya başsız olarak yarısı varsa yıkanmaz, namazı da kılınmaz. Bir beze sarılarak gömülür. Cenaze namazı dört tekbir ve kıyamla eda edilir. Secde ve rükû yoktur. İmam, ölünün göğsü hizasında durur. Cemaat da arkasında saf tutar. Erkek veya kadın olduğuna göre niyet edilir. Yani “Allah için namaza, meyyit için duaya, er kişi (veya hatun kişi) niyetine, uydum imama” diye niyet edilir. İmam’ın arkasından tekbir alınır. Sübhâneke “ve celle senâüke” ile okunur. Eller kaldırılmadan ikinci bir tekbir alınır. “Allâhümme salli ve Allâhümme bârik.” okunur. Bundan sonra üçüncü tekbir alınır ve cenaze duası okunur. Cenaze duasını bilmeyenler kunut duâlarını veya Rabbena dualarını, dua niyeti ile Fâtihayı da okuyabilirler. Daha sonra dördüncü tekbir alınır, eller yan tarafa bırakılıp selâm verilir. İmam “Allâhü Ekber” diye tekbir aldıkça, kafaların kaldırılması yanlış bir harekettir. Cenaze Namazı kılınacak yer veya ayakkabı temiz değilse, ayakkabı çıkarılıp üzerine basmalıdır. (Dürer,1/ 53) KABRE DEFİN: Allah Resûlü sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu: “Cenazeleri acele götürünüz! Eğer iyi ise, bir an önce yerine ulaştırmış olursunuz, kötü ise, bir an önce sırtınızdan atıp, rahatlarsınız.” Buhârî. “Cenaze gördüğünüz zaman kalkınız, sizi geride bırakıncaya ka-
dar ayakta bekleyiniz.” Buhârî. Cenaze Namazı kılındıktan sonra, tabutun dört yanından tutup götürmek sünnettir. Süratle ve sallamadan götürülür. Cenazeyi takip ederken yüksek sesle zikir yapmak, mezarlıkta cenaze yere konmadan oturmak mekruhtur. Kabir en az yarım adam boyu derinlikte ve cenazenin rahatça girebileceği genişlikte kazılmalıdır. Daha derin kazılması iyidir. Kabrin kazılması tamamlanınca, yer sert ise lahit yapılır. Yani kabrin kıble tarafı, cenazenin sığabileceği kadar oyulur ve cenaze oraya konulur. Cenaze, kabre kıble tarafından indirilir. Kabre koyan kimse, cenazeyi, sağ tarafı üzerine koyarak yüzünü kıbleye çevirir. Koyarken de, “Bismillâhi ve âlâ milleti Rasûlillâh” der. Kefenin baş ve ayak tarafındaki bağlar çözülür. Lahdin içindeki cenazenin üzerine toprak dökülmemesi için kerpiç konulur. Kabrin üzeri toprakla örtülerek bir karış kadar yükseltilir, balıksırtı gibi yapılır. Uzunca veya dört köşe yapılmaz. Kabrin kaybolmaması için taşlarına yazı yazmakta beis yoktur. Cenazeyi evin içine gömmek mekruhtur. Ev içine gömülmek peygamberlere mahsustur. Cenaze sahiplerine taziye üç gündür. Üç günden sonra taziye mekruhtur. Ölen kimsenin ruhu için Kelime-i Tevhîd ve Kur’ân-ı Kerîm hatimleri yaptırılıp ruhuna hediye edilmelidir. Bu ve benzeri hatimlerde ölü için, sevap ve fayda vardır. Yine ölünün ruhu için sadaka verip hayırlar yapmalı, fakirlere yardımda bulunulmalıdır.
KABİRDE SORGU: İnsan öldükten sonra kabre konulunca ona iki melek gelip; rabbinden, dininden, peygamberinden, kitabından ve benzeri konulardan sorarlar. İman, itaat ve salih amel sahipleri, bu soruları kolaylıkla cevaplandırırlar. Melekler, sorulara cevap verebilen müminleri cennetle müjdeler ve o andan itibaren bu mü’mine, kabri cennet bahçesi haline getirilir. KABİR ZİYARETİ: Erkek ve kadınlar için kabir ziyareti menduptur. Ziyaret esnasında, 1 Fâtiha, 11 İhlâs okunur ve hediye edilir. Bununla birlikte Yâsîn ve Tekâsür sûrelerini okumak da müstehabdır. Kabirler üzerine oturmak, uyumak veya kirletmek, kabirdeki otları yolmak ve ağaçları kesmek mekruhtur. Çünkü ağaç ve otlar yaş olarak devam ettiği müddetçe, altında yatanların günahlarına keffârettir. Kurumuş olan ağaçları kesmek ve otları yolmakta bir sakınca yoktur. Allah Resulü Hz. Muhammed sallalahu aleyhi ve sellem’in, kabir azabı gören iki ölünün mezarına yaş hurma dalını dikerek “bunlar kuruyana kadar azapları hafifler” buyurması buna delildir. Bir hadisle konuyu tamamlayalım: “Kim bir mezar kazarsa, Allah ona cennette bir köşk bina eder. Kim bir cenaze yıkarsa annesinden doğduğu günkü gibi tüm günahlarından sıyrılır. Kim bir ölüyü kefenlerse, Allah ona cennet giysilerinden bir giysi giydirir. Kim, yaslı bir kimseye taziyede bulunursa, Allah ona takva elbisesi giydirir, ruhlar içinde onun ruhuna da merhamet edilir. (Câbir radıyallahu anh’dan Taberânî.) HAZİRAN 2012 / 287
29
Mehmet Şentürk
mehmet.senturk@ilkadimdergisi.net
FIKIH
Makbul Duâ
D
uâ insanın Allah’tan bir şey istemesi, O’nu anması ve yardıma çağırmasıdır. O hamd, şükür, zikir, tesbih, istiane ve istiaze gibi eylemleri kapsayan dînî duygu ve yönelişin ifadesi, kulluk makamlarının da en önemlisi ve ibadetlerin özüdür. Bu yüzden Kur’an’da insanın, ancak Allah’a olan yönelişi ile değer kazanacağı belirtilmiştir: “Resulüm!) De ki: “Rabbim size ne diye kıymet verir eğer duânız olmasa?”(Furkan, 25/77) İslam ölçülerine uyan gerçek bir duânın iki önemli vasfı vardır. Bunlardan biri teşebbüs diğeri de tevekküldür. Duânın Allah katında bir değerinin olması ve hedefini bulması için, önce gayretin kuldan gelmesi gerekir. İnsanın kendi güç ve kapasitesi oranında sebeplere sarılıp işin gereğini yerine getirmesi, Yaratıcısına karşı fiili bir duâdır. Teşebbüs dediğimiz de budur. Teşebbüsten sonra güven içinde Allah’a iltica etmeye tevekkül denir. İşte duâ, bu iki esası kendine toplayan bir ibadettir. Duâ insanın Allah’a ihtiyacını arz etme ey30
DERGiSi
lemi olduğuna göre duâsız insan düşünülemez. Duânın meydana getirdiği huzur, rûhî ve bedenî hastalıkların tedâvisinde son derece etkili bir yardımcıdır. Duâ ile insan Allah’a ulaşır, Allah insanın kalbine yerleşir. Duâyı sadece zayıf ruhların, miskinlerin fiili olarak görmemelidir. İnsan suya ve oksijene olduğu kadar Allah’a muhtaçtır. “Kullarım, beni senden sorarlarsa, (bilsinler ki), gerçekten ben (onlara çok) yakınım. Bana duâ edince, duâ edenin duâsına cevap veririm. O halde, doğru yolu bulmaları için benim davetime uysunlar, bana iman etsinler.” (Bakara-2/186) Duânın müstecab ve makbul olması için en önemli şart önce iman sonra Allah’ın davetine uyarak, ihlâs, samimiyet ve “huzûr-ı kalb”dir. Çünkü Allah Teâlâ’nın gaflet içinde yapılan duâyı kabul buyurmayacağına inanılır. Duânın kabulünün bir başka temel şartı da “helâl lokmadır”. Makbul duâ konusunda bazı hususi durumlarında bulunduğunu “Rasülullah (s.a.v) anlatıyor:
“(Allah’ın kabul ettiği) üç müstecab duâ vardır, bunların icâbete mazhariyetleri hususunda hiç bir şekk yoktur. Mazlumun duâsı, müsâfirin duâsı, babanın evladına duâsı.” Tirmizî, Birr 7, (1905) (IV, 314) Makbul bir duâ için bunlardan başka İmam Gazzalî, İhya’nın duâ âdâbı bahsinde şu şartlara da temas etmektedir: 1. Şerefli vakitleri aramak: Duâ için belli bir zaman olmamakla birlikte belli zamanlarda duâların kabûlüne dair nass vârid olmuştur. “Denildi ki: “Ey Allah’ın Resûlü! En ziyade dinlenmeye (ve kabule) mazhar olan duâ hangisidir? “Gecenin sonunda yapılan duâ ile farz namazların ardından yapılan duâlardır!” diye cevap verdi.” (Tirmizî, Daavât 78, V, 527) “Rasülullah (s.a.v) buyurdular ki: “Her gece, Rabbimiz gecenin son üçte biri girince, dünya semasına iner ve:”Kim bana duâ ediyorsa ona icabet edeyim. Kim benden bir şey istemişse onu vereyim, kim bana istiğfarda bulunursa ona mağfirette bulunayım” der.” (Müslim, Salâtu’l-Müsâfirin 168
-I, 521)Arefe günleri, Ramazan ayı, cuma ve kandil geceleriyle seher vakitleri bu türdendir. 2. Şerefli hallerden yararlanmak: Oruç, cihad, yağmur yağması gibi içinde güzel hallerin bulunduğu demler duâ için teşvik edilen zamanlardır. “Rasulullah (s.a.v) buyurdular ki: “Kul Rabbine en ziyade secdede iken yakın olur, öyle ise (secdede) duâyı çok yapın” Müslim, Sahih, Salât 215, (I, 350) 3. Kıbleye dönerek ellerini kaldırıp duâ etmek: Nitekim Efendimiz (s.a.v); “Rabbiniz; kulları ellerini kaldırıp kendisinden bir şey istedikleri zaman onları boş çevirmekten hayâ eder.” (Tirmizi, Daavat, 121) buyurmuştur. 4. Duâyı gizlice; yani bağırıp çağırmadan yapmak: Nitekim Allah Rasulü: “Nefislerinize karşı merhametli olun. Zîra sizler, sağır birisine hitab etmiyorsunuz, muhâtabınız gâib de değil. Sizler gören, işiten, (nerede olsanız) sizinle olan bir Zât’a, Allah’a hitab ediyorsunuz. Duâ ettiğiniz Zât, her birinize, bineğinin boynundan daha yakındır” dedi.” (Buhari, Daavat, 50(6457) buyurduğu gibi Allah Teâla da:”Rabbınıza gönülden ve gizlice duâ edin! Çünkü O, haddi aşanları sevmez. “ (A’râf, 7/55) buyuruyor. 5. Duâda yapmacık sözlerden
Duânın müstecab ve makbul olması için en önemli şart önce iman sonra Allah’ın davetine uyarak, ihlâs, samimiyet ve “huzûr-ı kalb”dir. Çünkü Allah Teâlâ’nın gaflet içinde yapılan duâyı kabul buyurmayacağına inanılır. Duânın kabulünün bir başka temel şartı da “helâl lokmadır”. kaçınmak: Duâ eden kimse tekellüfsüz; tumturaklı ifadelerden çok, samimi ve ihlâslı sözlerle tevazu içinde rabbine iltica ederse Allah bundan daha çok memnun olur. 6. Huşû ve hudû ile Allah’tan sakınarak ve kabûlünü umarak duâ etmek: Nitekim Allah Teala: “Onlar iyi işlere koşarlar, sevab umarak ve cezadan korkarak Bize duâ ederler” (Enbiya, 21/90) buyurmaktadır. 7. Allah’a karşı duânın kabûlü konusunda hüsn-i zan sâhibi ol-
mak: Nitekim buyurulur: “Duâ ettiğiniz zaman kabul olunacağına inanarak duâ edin Bilmiş olunuz ki, gafletle yapılan duâları Allah kabul etmez.” (Tirmizi, Daavat, 66(3816) 8. Duâda ısrar ve devamlılık: Efendimiz buyurur: “ Duâ ettim Allah kabul etmedi” diye acele etmedikçe Allah sizin duânızı kabul eder.” (Buhari, Daavat, 22) Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyudular ki: “Acele etmediği müddetçe herbirinizin duâsına icâbet olunur. Ancak şöyle diyerek acele eden var: “Ben Rabbime duâ ettim duâmı kabul etmedi.” (Buhari, Daavat 22; Müslim, Zikr 92-2735) 9. Duâya Allah’ın adını anarak başlamak. Allah’a hamd ve Rasulüne salavat ile başlamak. 10. Duânın bâtınî şartlarına uymak: Duânın bâtınî şartları tevbe, hak sahipleriyle helalleşme ve bütün himmetini Allah’a teksif etmektir. (İhya-u Ulumi’dDin, c.1, s.877-888 Bedir Yay. İstanbul, 1975) Bu sayılan şartları taşıyan bir duâ, gönül kapılarını da; gök kapılarını da bi-iznillâh açacaktır. “Allah’ım! Ürpermeyen kalpten, doymayan nefisten, fayda vermeyen ilimden ve kabul olmayacak duâdan sana sığınırım.” (Tirmizi, Daavat 69(3819) HAZİRAN 2012 / 287
31
Yard.Doç.Dr.
İlhami Nalçacıoğlu i.nalcacioglu@ilkadimdergisi.net
eğitim
Öğretme ve Öğrenme, Ama Neyi?
İ
nsanı diğer varlıklardan ayıran temel özelliklerden birisi de düşünme yeteneğine sahip olmasıdır. İnsanlar, akılları ile tefekkür ederek hareket ederler. Hayvanlara ise sevki tabiileri (iç güdü) yön verir. Bu nedenle Allah, kitabında ayetlerin hemen sonlarında “hiç tefekkür etmez misiniz?”, “akletmezler mi?”, “idrak etmezler mi?”, “akıl erdirmiyor musunuz?” (En’am 50, Bakara209,266, Muhammed 24, Nisa82, Yasin 68…) diye inananları uyarır. Allahu Teala’nın tefekküre, akla ve idrake bu kadar yer vermesindeki hikmet, İslam medeniyetiyle diğer medeniyetleri birbirinden ayırır. “Düşünce” kelimesi bizde yerini “tefekkür”e bırakır. Düşünce, aklımızdan geçirdiğimiz her şeye karşılık olur. Tefekkür ise düşünmeyi içerdiği gibi yöntemini de içine alır. Yani metedolojik bir özellik taşır. Bu özellik ise, diğer kültür ve medeniyetlerde yer alan düşünceyi (thinking)
32
DERGiSi
Cenab-ı Hak’kın sık sık Kur’an-ı Keriminde “hiç tefekkür etmez misiniz?”, “akletmezler mi?”, “idrak etmezler mi?”, “akıl erdirmiyor musunuz?” şeklinde kullarını sürekli uyarması, “En güzel isimler Allahındır. O’na bu isimlerle dua edin. Allah’ın isimlerinde yanlış yola sapanları terk edin. Onlar yaptıklarının cezasını göreceklerdir.” (Araf 180) uyarısı Allah’ın isimlerinin iman açısından ayrılmaz bir parça olduğunu ortaya koymaktadır. onlardan ayırır. Bir dilde aynı anlamı taşıyan kelimelerin çokluğu, ona verilen önemi ifade eder. Nitekim bizde düşünme kelimesinin karşılığı tefekkür,
teemmül, tedebbür ve tehassüs olarak yer alır. Teakkul, tezekkür… kelimeleri de düşünme kavramı ile ilgilidir. Bir şeyi akıldan geçirme tefekkür ola-
rak yeterli değildir. Onu tekrar tekrar düşünmek yani teemmül etmek gerekir. Tekrar ve tekrar düşünmenin karşılığı teemmüldür. Tefekkür, burada da bitmez. Tefekkür edilenin bir sonuca bağlanması gerekir buna da tedebbür diyoruz. Hülasa insan, tefekkür etmeli, tekrar ve tekrar düşünmeli oradan da tefekkürünü bir sonuca ulaştırmalıdır. Cenab-ı Hak’kın sıfatlarının yanında ona denk isimleri vardır. Biz buna Esma-ül Hüsna diyoruz. İsimlerin ifade ettikleri anlamlar vardır. İsimleri vasıtasıyla ismin ihata ettiğini tanırız ve O’nun hakkında bilgi sahibi oluruz. Geçmiş ümmetler Cenab-ı Hak’kın sıfatlarında ve isimlerinde hata ettikleri için yanılmışlar, O’nun varlığında hataya düşmüşler, münkir olmuşlardır. Kimileri O’nun sıfatlarına ortak koşmak suretiyle müşrikler zümresine dahil olmüşlardır. Kimileri O’nun varlığının diğer varlıklara benzetme suretiyle müşebbiye fırkasını oluşturmuşlardır. Kimileri de varlıkların vucut bulmasında tek sebebin Cenab-ı Hakk olduğunu unutarak, insanın varlığını tabiata veya bazı varlıklarda görmesi sebebiyle metaryalist bir inanca sahip olarak Allah’ı inkarcılar zümresine dahil olmuşlardır. Bunlardan başka bütün alemi tedbir ve idare edenin Cenab-ı Hakk olduğuna inanlar grubu vardır ki onlara göre O,
mülkünde istediği gibi tasarruf edendir. Yalnız O öldürür, diriltir, aziz eder, zenginlik verir, fakir eder, kimse O’na hesap soramaz. O’nun her işi ya bir hikmet ya bir rahmet ya da adalet üzerine olur. Özetle Allah’ın sıfatları konusunda bilerek ya da hataen mü’minler hariç insanlar Allah inancının dışına çıkmışlardır. Cenab-ı Hak’kın sık sık Kur’an-ı Keriminde “hiç tefekkür etmez misiniz?”, “akletmezler mi?”, “idrak etmezler mi?”, “akıl erdirmiyor musunuz?” şeklinde kullarını sürekli uyarması, “En güzel isimler Allahındır. O’na bu isimlerle dua edin. Allah’ın isimlerinde yanlış yola sapanları terk edin. Onlar yaptıklarının cezasını göreceklerdir.” (Araf 180) uyarısı Allah’ın isimlerinin iman açısından ayrılmaz bir parça olduğunu ortaya koymaktadır. Makalemizin başına koyduğumuz cümleyi seçme nedenimiz Esma-ül Hüsna konusunun önemini vurgulamak içindir. Bu nedenledir ki mü’minin yeri ve göğü tefekkür etmesi, Cenab-ı Hak’kın isimlerini tekrar ve tekrar düşünmesi ve oradan Cenab-ı Hak’kın varlığına ulaşması, bu sonuçta erimesi, kainata sığmayan yüce yaratıcıyı kalbine sığdırması gerekir. O’nun isimlerini tefekkür etmesi, tekrar ve tekrar irdelemesi ve sonuçta O’nunla buluşmasını sağlaması eğitimin temelini
oluşturur. Elbette bütün inananlardan aynı sonucu beklemek doğru değildir. Avam insanlar, Esmaül Hüsnayı diliyle tekrar ederek, kalbiyle yücelterek ve saygı içerisinde zikreder. Havas tabakası ise manalarını düşünerek ve onların kime ait olduğuna bilerek zikrederler. Mukarrebîn makamında olanlar ise kalbiyle tamamen Allah’a yönelmiş, Allah’tan gayrı herşeydan gönlünü ve gözünü çekmiş bir şekilde Esmaül Hüsna-yı zikrederler. Onlara her zikrediş ayrı bir mana yeni bir ilim ima eder. Esma-ül Hüsna’yı çerçevelettirip duvara asmak yeterli değildir. Yarattığı kainatı, insanı, nebatatı, hayvanatı isimlerinin tecellisi olarak tefekkür etmek, tekrar ve tekrar tefekkür etmek, O’nu içinde, en derununda hissetmek gerekir. Kendi nefsimizde ve kainatta, o isimlerin tecellilerini, hikmetlerini görüp okumadıkça, okuyup anlamadıkça, anlayıp Allah’a koşmadıkça imanımız taklitte, sevgimiz dilimizde kalır. Eğitim, bu şevk ve istekle buluşturmayı içermelidir. İşte o güzel isimlerin tecellisi olan hayat ve kainat önümüzde duruyor. Ey Rabbimiz, Sen’in bir isminde “Nur”dur. Sen alemleri nurlandıran, istediğin simalara ve gönüllere nur yağdıransın. Sen rahmetini bizden esirgeme. HAZİRAN 2012 / 287
33
genç bakış
Mükremin Çelik
mukremin.celik@ilkadimdergisi.net
Güçlü Olmaya Mecbursun
G
üçlü olmak zorundasın. Çünkü ilgilenmen gereken gönüller var. Çünkü senden enerji almak için gözüne bakanlar var. Bir bakışın yetecek ama o bakışını esirgeme lüksüne dalmamışsan yetecek. İlgilenmen gereken insanların yanı sıra; yardım bekleyen hayvan, nebat hatta eşya var. Çünkü onların ihtiyaçlarını Evrenin Sahibi sana havale etmiş. Senin elinle ihtiyaçları giderilecek. Senin sözünle, ya da bir tebessümünle giderilecek. Sakın esirgeme. Kendinden vereceklerini de ölçüsünde vermelisin. Aşırı dozda verilen her şey tersine inkılab ediyor. Aşırı şekerli olan acımaya başlıyor. İlgilenmek zorundasın çünkü işlevini yitiren geri geri gidiyor. Kaybetmeye başlıyor. Hangi enerji ne kadar verilecek? Öyle ya her kap içindekini sızdırıyor. Kalp kabında ne varsa ancak o sızar. Sen istediğin yaldızlı cümleyi kur, fark etmez. Kalpten kalbe bir yol var. Sende olmayan karşıya gitmiyor. O halde kalp kabını iyi doldurmak çok mühim. Bir mektup geliyor. Şöyle yazıyor mektubu gönderen: “İnsan, diğer canlılar gibi sa34
DERGiSi
dece ayakları altından (yerden) beslenen bir gafil olmamalıdır. Adam dediğin gökten de beslenmesini bilmelidir.” Cümleye bak.”Göklerden beslenmek.” Ne müthiş bir ifade. İfadesi kolay değil, uygulaması hiç kolay değil. Ruhunu göklerden besleyemeyenin hali bir süre besin alamayan bedenin misali gibi çökmeye mahkumiyetle sonuçlanıyor. İlginin vereceği heyecanı başka bir şeyden temin etmek imkansızdır. Göklerden ilgi istemek… Çocuğu ilgisiz bırakmak ona verilecek en büyük cezalardandır. Olumsuz ilgi bile ilgisizlikten iyiyken feyz ve ihsan dolu bir ilginin tesiri tarif edilemez. Öte yandan hayatın keşmekeşleri içerisinde zorlandığımız ya da güçlü olmaya mecbur olduğumuz zamanlarda Sonsuzluğun Sahibine sığınmak ve derdimizi O’na sunmak elbetteki en güzel olanıdır. “Ben kulumun zannı üzereyim.” Kudsi beyanı bizim daima hüsnü zanda bulunmamız ve güzel düşünmemizin ne kadar önemli olduğuna işaret eder. Allah’ı bulan neyi kaybetmiş? Allah’ı kaybeden neyi bulmuş? Ömer Muhtar’ın askerlerinden biri şehit olur. Şehidin eşi ve ço-
cuğu Ömer Muhtar’ın yanına gelir. Eş, şehit kocanın ardından gözyaşı dökmektedir. Ömer Muhtar, kadına: “Çocuk sizi bu halde görmemeli. Çocuklarımız bizi daima güçlü, sarsılmaz ve eğilmez bir halde hatırlamalı. Bir gün mücadeleyi onlar (çocuklar) yüklenecek.” der. Güçlü olmak mecburiyetindeyiz. Çünkü arkamızdan gelenler var. Tam bir ümit membaı olan Mevlana Hazretleri: “Karamsarlığı bırak. Ümitsiz olma. Sayısız ümit kapısı vardır. Cihan güneşlerle dolu iken karanlıklara gitme.” der. İbn Ataullah el İskenderi şöyle der: “Rabbiyle yola çıkan kimse, yolda kalmaz, işi aksamaz; nefsiyle yola çıkanın ise işi zor ve yolu sarp olur. Nihayette başarılı olmanın alameti başlangıçta Allah’a yönelmektir.” Her halde Allah’a yönelebilmek, hayatımızın her anının anlam kazanmasının yegane yoludur. Sıkıntılı yıkık ve mahzun gönüllerin Allah’ın lütuf tecellilerine yönelmeleri kardeşlerin de bu gönüllere ümit aşılamaları ne ulvî bir ameldir. Yapabilene, hiç değilse gayret edene…
TASAVVUF
“
De ki: O Allah, (eşsiz ve benzersiz) bir tek (ilah) tır.” (İhlas, 1)
O, zatı uluhiyeti, azamet ve celali, eşsiz ve emsalsiz esma ve sıfatıyla bir tek ilahtır. İbadete layık olan yalnız O’dur. Kulluğumuz sadece O’nadır. Tevhid, sahili bulunmayan uçsuz bucaksız bir deryadır. Buna göre deriz ki tevhidin dört mertebesi vardır: 1. Gafil veya inkar eden kalb ile dilde “La ilahe illallah” demektir. Münafıklar böyledir. 2. Dilindeki tevhidin manasını kalbinde tasdik etmektir. Umumi Müslümanların ve avamın itikadı böyledir. 3. Keşif yolu ve hak nuru ile gerçeği müşahade etmektir. Bu mukarrebler makamıdır. Birçok varlıkları görür fakat bunların hepsinin Vahid-i Kahhar’dan meydana geldiğini bilir. 4. Mevcut olarak sadece biri görür ki bu sıddîkler görüşüdür. Sofiye buna “fena fit-tevhid” (tevhide yok olma) makamı derler. Yalnız “bir”i gördüğü için kendini de görmez olur, tevhide müstağrak olması hasebiyle kendisini göremediği için tevhidinde kendisi yok olur. Yani kendisi ve diğer yaratılmışları görmekten yok olur. Birinci tevhid sahibi yalnız dili ile muvahhiddir. Kalbe inmeyen dildeki bu tevhid sahibini ancak kılıçtan korur ve dünyada İslam Ahkâmının üzerine tatbik edil-
Cemil Usta
cemil.usta@ilkadimdergisi.net
TEVHİD mesini sağlar. İkincisi, dilinde söylediğini kalbi tasdik eden muvahhiddir. Yani dilindeki tevhidine inanıyor, onu kalbinde yalanlamıyor. İsyan ile imanı zayıflamaz ve bu iman ile ölürse sahibini ahiret azabından korur. Üçüncü de Hak kendisine tecelli ettiği için faili hakikiyi yalnız bir olarak müşahede etmiş olması bakımından muvahhiddir. Dördüncüsü müşahedesinde birden başkasını bulundurmaz. Çok olması açısından “küllü/ bütünü” görmez, sadece bir olması açısından görür.. İşte tevhidde son nokta budur. (İhya-i Ulumiddin 4/451) Allah Teala Kur’anı Keriminde şöyle buyuruyor: “Allah kimi doğru yola iletmek isterse onun kalbini ,İslam’a açar.” (En’am, 125) İslam’ın emirlerine teslim olanlar, Allah’a tevekkül edenler tevhidi anlayan muvahhid kişilerdir. İmam-ı Rabbani Hazretleri şöyle buyurur: “Ey din kardeşlerimiz, hepimiz üzerine en önce gereken şey, itikadımızı Kitab ve Sünnet’e göre doğrultmaktır. İtikadımızın esaslarını belirten âyet-i kerime ve hadîs-i şeriflerin nasıl anlaşılacağını ehl-i hak ve hakikat olan âlimlerimiz açıklamışlardır. Bizim onlara uymamız lâzımdır. ALLAH celle celalüh
onların çalışmalarını karşılıksız bırakmasın. Amin. Onlar, bu itikad esaslarını Kur’an’ı bir bütün olarak görebilme seviyesine ulaştıktan sonra Kur’an ve Hadis’in ruhuna göre açıklamışlardır. Bizim anlayışımız bu büyüklerin anlayış ve izahlarına uymuyorsa kat’î surette muteber olamaz. Ehli bid’at ve dalalet olanlar kendi batıl hüküm ve itikatlarını Kitap ve sünnete uygun zannederler. Halbuki onların itikatları haktan fersahlarca uzaktır. İkinci olarak, dinin hükümlerini, bu cümleden olarak helâl ve haramı, farzları, vacibleri bilmek lazımdır. Üçüncü olarak, bu öğrendiklerinin gereğiyle amel etmesi, yani günlük yaşayışında tatbik etmesi lâzımdır. Dördüncü olarak: Kalbi tasfiye ve tezkiye yoluna girmektir. Ehl-i sünnet itikadını bilmedikten sonra dînî hükümleri öğrenmenin bir faydası olmaz. Akaid ve ahkâm bilgisini de elde etmedikten sonra amelin bir faydası olmaz.” Kişinin itikadı şeriatın tespit ettiği sahih delillere yani Kur’an ve Hadis’e ne kadar uygunsa o kadar sağlamdır. Rabbim bizleri hak ve hakikatten ayırmasın. İmanda daim eylesin. İmanla ölen bahtiyar kişilerden eylesin. Amin.
HAZİRAN 2012 / 287
35
Ahmet Belada
ahmet.belada@ilkadimdergisi.net
tarihe yön verenler
Tâhir-ül Mevlevî (Tahir Olgun 1877-1951)
Eli boş gidilmez gidilen yere Boş gelmedim Ya Râb ben suç getirdim Dağlar çekemezken o ağır yükü İki kat sırtımla çok güç getirdim. Tâhir-ül Mevlevî
B
üyük mesnevihan Tahir-ül Mevlevî, üdebanın (edebiyatçıların) meftun olduğu kıymetli bir zattır. Mesleği askerlik olan Tahir-ül Mevlevî’nin asıl adı Mehmet Tahir’dir. 1877 yılında İstanbul’da doğdu. Genç yaşında Filibeli Rasim Efendi ve Mehmet Esat Dede’nin derslerine devam ederek “mesnevilik icazetname”sini (diploma) aldı. Mevlevî Şeyhi Mehmet Celalettin Efendi’ye intisap etti. Yaptığı Hac yolculuğu esnasında, Kahire, Mekke ve Medine’de seçkin ilim ve tasavvuf ehlinin sohbetlerine katıldı. Ayrıca Mekke
36
DERGiSi
Şeyhülmeşayihi Ahmet er-Rifaî kendisine Kadirî ve Rifaî tarikatlarından icazetname verdi. Hac dönüşünde manevî yönden hayli istifade etmiş vaziyette döndü. Dönemin en iyi semazenlerinden sayılırdı. Tahsilini bitirdikten sonra başladığı memuriyeti bırakarak “bin bir” günlük çileye girdi (Mevlevîlikte bir prensip). Ardından Tahir Dede Kütüphanesini kurdu. Bir taraftan yazdı. Diğer taraftan da kitap neşriyatında bulundu. Yaptığı yayınlardan dolayı jurnallendi. Böylece kitap yayınına ara vermek zorunda kaldı.
Yaklaşık dört yıl aradan sonra tekrar memuriyete döndü. Bu arada Mehmet Akif ’le tanışan Tahir-ül Mevlevî, Rehnümayı Füyûzât (dönemin önemli mekteplerinden) mekteplerinde Farsça ve İslam Tarihi derslerine girdi. Daha sonra 1909 yılında Daruşşafaka’ya, Edebiyat ve Usul-i Tahrir hocası olarak tayini çıktı. Muallimlik görevini sürdürdüğü sırada ayrıca “Nekregu Gazetesi”nin Başmuharrirliğine getirildi. Burada Tahir Saffet imzasıyla “istbdat ve hafiya” teşkilatlarını hicveden yazılar yazdı. İttihat ve Terakki’ye girdi.
Gördüğü serkeş ve ırkçı tutumlarından dolayı geri çıktı. Mehmet Akif ’in çıkardığı ‘Beyanü’l Hak’ ve ‘Sırat-ı Mustakîm’ Dergilerinde İslam Tarihi ve sosyal olaylarla ilgili yazılar yazdı. Kendisine teklif edilen Kasımpaşa Mevlevîhanesi Mevlevîhanlığını, hocasına saygısından dolayı kabul etmedi. Fatih’te çıkan büyük yangında eviyle beraber nadide eserleri de kül oldu. Birçok müessesede yaptığı görevlerin ardından kendine teklif edilen Fatih Cami Mesnevîhanlığını kabul etti. 1924 yılında açılan, İmam-Hatip mektebinde, Edebiyat, Hitabet ve İrşat derslerine girdi. Bu okuldan mezun olanlara iş imkânı verilmediğinden bir müddet sonra geri kapatıldı.
Hoca binlerce talebe yetiştirdi. Çelebi kişiliği, hicivleri, kalemle mücadelesiyle, toplumu yönlendiren kıymetli kişiler arasında yerini aldı. Mahir İz Hoca: “Nüktedan, cömert ve iltifat eden bir zattır. O Yüksek ahlak sahibi birisidir. Daima fakirlerin, kimsesizlerin yardımına koşan, değerli bir insan, asil ruhlu, kâmil bir Müslüman” olduğunu söyler. Şair Nef ’î’nin 17. Y.yıldaki heccavlığına kızarak ona kelp (Köpek) diyen zamanın meşhur simalarından Tahir Efendi hakkında Nef ’î’nin söylediği meşhur: Tahir Efendi bana kelp demiş İltifatı bu sözde zahirdir Malikî mezhebim, benim zira
7 Aralık 1925’te Şapkaya ve İnkılâplara karşı olduğu suçlamasıyla İstanbul’da tutuklanan 25 kişi arasında Tahir ül Mevlevî’de vardı. İskilipli Atıf Efendi’nin “Frenk Mukallitliği ve Şapka” adlı eserini satıp dağıtmak, bir de “Tealî-i İslam Cemiyeti”ne üyelikten Ankara’da yargılandı. Yaptığı savunma neticesinde beraat etti.
İtikatımca kelp TÂHİR’dir.
Soyadı kanunundan sonra Olgun soyadını aldı. Bilahare on yıl sürecek olan Kuleli Askerî lisesinde Edebiyat derslerine girdi. (İslam Ansiklopedisi; T.D.V. C. 39/ Ahmet Avni KonukGörünmeyen Umman- Savaş Ş. Barkçın S.70,72; Klasik Yay.)
Nef ’i vardır o halde NEF’Î’dir.
Kıtasına karşı, asırlar sonra Tahir’ül Mevlevî –bütün Tahirler adına- Nef ’î ye şöyle cevap vermiştir: Zehr-i hicvi cihana neşredenin Dili bî-şek zeban-ı ef ’idir Tahir olmaz köpek fakat beşere
Demek ister ki: “Hiciv zehrini cihana yayan kimsenin dili engerek yılanının dili gibi zehirlidir. Köpek temiz –tahir- değildir, fakat insanlara faydası vardır; o halde faydalı (NEF’Î’dir.”
Tahir-ül Mevlevî 21 Haziran 1951 yılında vefat etti. Yenikapı Mevlevîhanesindeki annesinin yanına defnedildi. Büyük üstâd mezar taşına yazılmak üzere şu manzumeyi yazmıştı: Eli boş gidilmez gidilen yere Boş gelmedim Ya Râb ben suç getirdim Dağlar çekemezken o ağır yükü İki kat sırtımla çok güç getirdim. Cenab-ı Hak’tan mağfiret diliyorum. Mevlevî’nin vefatına hafız Yusuf Ararat’ın söylediği vefat tarihi şudur: Mevlevî-i mesnevihan şairi hassas idi Ehl-i dil’di, pâk idi âlâyişinden zahirin Geldi “Yâ Hû” müjde-i gufranıdır tarihine Sadr-ı iliyyinedir pervaz-ı ruh-ı Tahir’in “Mesnevî okutan, hassas bir mesnevî şairiydi. Gönül adamı idi. Dünyanın alâyişiyle ruhunu kirletmemişti. Hakk’ın rahmetine kavuştuğunun müjdecisi olarak “Yâ Hû” mübarek lafzı geldi. Ve semalara Tahir’in temiz ruhu uçtu.” (Yılların İzi Mahir İz; S.233-234) (Şiirdeki son beyit ebcet hesabı ile ölüm tarihi olan hicrî 1370’i vermektedir.) HAZİRAN 2012 / 287
37
la havle
Abdullah Gülcemal a.gulcemal@ilkadimdergisi.net
Bunca yıl ıslıkla ipte oynayan, Çatal kazıklardan çekti bu millet… Tepede köpüren, dipte kaynayan, Sütü bozuklardan çekti bu millet…
Süt Meselesi
S
üt, şimdiye kadar taklidi yapılamamış, yerini tutacak bir şey icat edilememiş olan ilâhi bir
formül.
Süt hepimizin ilk gıdasıdır. Bebeğin dünyaya gönderilmesi ile birlikte, ona ikram edilen eşsiz bir hediyedir süt.. Sâdece dudaklarını oynatabilen âciz yavrulara, Âlemlerin Rabbi tarafından, anne vasıtasıyla sunulan damla damla rahmet, damla damla merhamet, damla damla şefkattir süt Sonsuz merhamet sahibi olan Allah, hepimizin ilk gıdası olan süte ayrı bir renk, ayrı bir tad, ayrı bir koku, ayrı bir sıcaklık vermiştir… 1 cm3süte (Sindirimi kolaylaştıran), emisyon halinde 1 milyon yağ damlacığını sığdıran kudret, içine şeker ve kazein katmayı da 38
DERGiSi
ihmal etmemiş.. Bu karışımı halk eden Allah, 1 cm3süte yaklaşık 1 mg da Kalsiyum katmış… Bu miktar kalsiyum bile, yetişkin bir insanın günlük kalsiyum ihtiyacının yarısını karşılamaktadır… Süt’te kalsiyum yanında, bol miktarda da fosfor bulunmaktadır. Ancak demir ve bakır oranı oldukça azdır. Peki; yeni doğan yavru demir ve bakıra ihtiyaç duyduğunda ve sütten başka da bir gıdası bulunmadığına göre ne yapacaktır?! İşte, canlıları bir damla sudan yaratan ilahi kudret; bu eksikliği giderilmiş vaziyette, yâni canlının karaciğerinde demir ve bakır depolanmış vaziyette göndermektedir. Allah’ım sen ne büyük güç ve kudret sahibisin.
Bugün ilmiyle, aklıyla, teknolojisiyle kibirlenip sana kafa tutan beyinsizler, yarattığın bir damla süt mucizesi karşısında âciz kalıp iflas topunu atarken, hâlâ senin ahkâmına karşı çıkarak cehalet bataklığında çırpınmaktadırlar. Rabbimiz, Nahl Sûresinin 66. Ayetinde ; “ Süt veren hayvanlarda da, elbette sizin için bir ibret vardır.” buyurmakta ve şöyle devam etmektedir.. “Size onların karnındaki pislik ve kan arasından içenlerin boğazından kolaylıkla geçen sâde bir süt içiriyoruz.” Beşeriyet, 1400 küsür sene önce bu ilâhi gerçeği görebilmek için, modern cihazların ve laboratuarların kurulmasını beklemek zorunda kalmış, bir damlasını bile yapmaktan âciz olduğu sütün harita yapısını, asırlar geç-
tiği halde çözümlemeyi başaramamıştır. Ama, acaba Ayet-i Kerime’de belirtildiği gibi ibret alabildi mi? Elbette hayır! Mevcut hükümet, ilköğretim çağındaki yavrulara mahsus olmak üzere bir süt dağıtım projesi başlattı ve uygulamaya koydu.. Her gün yedi milyon iki yüz bin öğrenciye 200 ml’lik özel hazırlanmış paketler içerisinde, tam yağlı süt dağıtmaktadır. Doğrusunu söylemek gerekirse tebrik ve takdir edilecek bir faaliyet.. Ancak ne var ki; ilk uygulama safhasında üç-beş ilde meydana gelen birkaç okuldaki öğrenci şikayetleri, günlerdir memleketin gündemini oluşturdu adeta.. Dağıtılan sütlerden içip te ölen bir tane öğrenci var mı? Yok Allah’a şükür… Peki, bir bardak sütte koparılan bu kızılca kıyamet nedir öyleyse?.. Bu kadar öğrenciye, her gün tonlarca süt gayet başarılı ve organize bir şekilde dağıtılırken, teşekkürü bile esirgeyen bir muhalefet anlayışı ve kör hempalarının hezeyanlarıyla varmak istedikleri hedef nedir? Birçok bâdireler atlatarak, eko-
nomik ve siyasi istikrarı yakalamış, darbe ve terör belasıyla mücadele eden, güçlü ve kalkınmış bir Türkiye olma yolunda önüne çıkan iç ve dış engelleri aşma azim ve kararlığı ile çalışan meşru bir hükümetin, her hayırlı icraatına karşı çıkmak, kafa bulandırmak, toplumu germek, bu zihniyete ne kazandıracak acaba? İnsan anlamakta gerçekten zorluk çekiyor. Muhalefet etmek demek; siyasi iktidarın her işine karşı çıkmak mıdır?,, Muhalefet etmek demek; şahsi hırsınızın, kininizin veya parti çıkarlarınızın önünde engel gördüğünüz her şeyi yakıp yıkmak, devirip dökmek midir? Muhalefet etmek demek; milletin vermediği idare yetkisini, onun mukaddesatına saldırarak, inancıyla alay ederek, darbe teşebbüslerine her türlü desteği vererek halkın iradesine ipotek koymak mıdır? Bu çağda böyle bir anlayışa muhalefet denemez. Dense dense ancak muhalefet değil, mâlum âfet denir.
hakkını vermek için, yaratılanı yaratandan dolayı hoş görerek, gelecek neslin vebalini ve sorumluluğunu omuzlarında hissederek, daha aydınlık bir ülke, daha müreffeh ve huzurlu bir toplum için gayret sarf ederken; henüz doğmadık bebeklerin sütüne göz dikmiş sütü bozuk haramzâdeler vatanı bir otlakiye olarak kabul edip, istedikleri yerde yayılıp istedikleri yerde sulanıp, istedikleri gibi böğürmeyi kendilerine meşru bir hak olarak görmektedirler. Helal anne sütü içenlere sözümüz yok. Sözümüz; rakı içirilince kurdun evini soran inatçı kişilere. Hani tavuğu buğday ambarına koymuşlar. Ambar tamamen buğdayla dolu olduğu halde, tavuk ikide bir deşinir dururmuş. “Niye bu kadar bolluğun içinde eşinip duruyorsun?” diye sormuşlar!.. “Ne yapayım, bu benim huyumdur. Huyumdan vazgeçecek değilim ya” demiş. Hiç huyundan vazgeçmiyor bu sütü bozuklar.
İşte burada da, iş gelip süt meselesine dayanıyor.
Bunların sade sütü değil; niyeti de bozuk, mayası da bozuk, kanı da bozuk!
Herkes sütünün hükmünü işlemekte…
Huyunuz kurusun emi!
Helal süt emenler, emdiği sütün
La havle.
HAZİRAN 2012 / 287
39
tefekkür ekseni
İdris Arpat
i.arpat@ilkadimdergisi.net
i t e y i h a M n i Vazîfen “Vazîfe küçük de olsa gerekeni yapmaktır.”
İ
nsanız çok şükür. Dağda büyümüş bir ağaç, yerde sürünen bir yılan değiliz. Akletme, düşünme ve hissetme kâbiliyetlerine lâyık görülmüşüz. Yüksek özlemlerle dolu, ses ve şekil âhengini idrâk kâbiliyetiyle donanımlı kılınmışız. Pek çok meziyetin altyapısı bahşedilmiş. Fizîkî, aklî, hissî yönlerimizin her birisi ayrı bir dünya, ayrı bir hârika. Hadde-hesâba gelmez nice bin nîmetin her birinden ayrı bir lezzet aldığımız gibi; mantıklı konuşmalardan, isâbetli tesbitlerden, sülün gibi câmiden, alıp-götüren türküden nezih ve yüksek hazlar 40
DERGiSi
alma kâbiliyetine mahzar kılınmışız. İnsanın mâhiyeti nasıl bir mâhiyet, canı nasıl bir candır ki başka mâhiyetler, başka canlar ona feda ediliyor? Gerektiğinde, yücelere boy atmış bir ağacın asırlık ömrüne son verebiliyor. Hayat dolu bir hayvanı kesip yiyebiliyor. Nice canlıları boğaz tokluğuna hizmetinde kullanabiliyor. Eşyâya tasarruf edebiliyor. Dahâsı; bütün bu olup-bitenler, âlemlerin sâhibi Yüce Allah c.c. tarafından normâl kabul ediliyor. Silsile-i merâtipte (varlıklar sıralamasında) Ulu Yaratıcıdan sonra
insan geliyor. Yaratan mükemmel yaratmışsa, yaratılan da buna lâyık olmak, bu mükemmelliğe gölge düşürmemek zorundadır. Cümle âlem insanın istifâdesine sunulmuşsa, varlıkların idâresi kısmen de olsa uhdesine (sorumluluğuna) bırakılmışsa bu, insana verilen değeri gösterir. Şu halde insana verilen kıymet, biçilen değer pek büyüktür. Büyük kıymetler, büyük değerler büyük sorumlulukları getirir. Demek ki insan büyük mes’ûliyetlerin sorumlusudur. Nedir bu mes’ûliyetler? İnsandan istenen nedir? Bunca
meziyet, bunca selâhiyet, bunca hak hangi vazîfeler içindir? Allah c.c. insandan ne bekliyor ki onu özene-bezene yaratmış, hak ve selâhiyetler vermiş?
şına, “Bu Kitap, sorumluluk şuûruna sâhip Müslümanlar için bir hidâyet kaynağıdır.” Meâlindeki âyet-i kerîmenin getirilişini çok anlamlı buluyoruz. (Bakara, 2)
Bu suâller kıyâmet uğultusu gibi uğuldar insanlığın beynin- Bize sorulsa, “ahlâkın temede. linde ne var?” Hemen cevâp veririz: “Sorumluluk şuûru.” İşin bir de âhiret boyutu var“İnsana değer kazandıran nedır. Donanımlar, haklar, dir?” diye sorsalar, derhâl aynı vazîfeler derken dünyâ ötesi cevâbı veririz; “Sorumluluk âlemler kendiliğinden insan şuûru ve dürüstlük.” zihnini meşgul etmeye başlar. Mes’ûliyetini müdrik olup, Mes’ûliyet şuûrunun söndüğü bitmez tükenmez gayretlere yerde insanlık ölmüştür. İnsansoyunanlarla, kimin neye çağ- lığın öldüğü yerde ahlâktan söz rıldığının farkında olmayanlar, edilemez. çalıyı ucundan sürükleyenler, “İnsandan beklenen nehaklarını kullandıkları hâlde dir?” suâli, bir ömür boyu, iç vazîfelerini umursamayanlar, dünyâmızda canlılığını sürdürhârika donanımlarını süflî işmelidir. Akıllar, gönüller hep lerde kullananlar, insan fıtrat bu suâlin cevâbıyla meşgûl oliçinde hayvana dönüşenler… malıdır. Kur’andan, Sünnet’ten, Suyu getirenlerle testiyi kıraniç ve dış dünyâmızdan bu suâlin lar bir tutulabilir mi? Âgah cevâbını sorup-suâl etmelidir. olalım; “cennet Allah’ın emeğe saygısıdır.” Adâlet ilkesi, fark- İç ve dış dünyâlara yönlendirlılara eşit muâmeleyi kabûl et- diğimiz dikkatimiz yoğunlaşmez tıkça hayret ve hayranlığımız ve de mes’ûliyet duygumuz İşte işin tam bu noktasında orartacaktır. Dikkatimizi yoğuntaya çıkan boyut âhiret boyutulaştıra yoğunlaştıra, rahmet dur. sağanaklarında arına arına, Şânı yüce Kitab’ımızın en ba- vazîfemizin Allah’ı c.c. tanı-
ma, “Halik’ı ta’zim, mahlûka şefkât” olduğunu anlayacağız. Ta’zim kulluğumuz, şefkât canlılar karşısındaki tavrımızdır. Dahâsı, dünyâda bir ağaç gölgesinde gölgelenen, biraz sonra kalkıp yoluna devâm edecek bir yolcuya benzediğimizi kavrayacağız. Ölümlü dünyâda kimsesiz ve başıboş olmadığımızı idrâk edeceğiz. İmtihan salonlarındaki endişeli talebelere benzediğimizi, büyük mahkemeye doğru gittiğimizi bileceğiz. Büyük mahkemeye ve sonsuzluklara. Bu yüce hakikâtlerin haberini aldıktan sonradır ki “vazîfe insanına” dönüşebiliriz. Büyük sevdâların tâlibi olabiliriz. Kendi dünyâmızın derinliklerinde tesellî bulabiliriz. Yoruluruz ama yorgunluklardan sonra yine yorgunluklara yürüyebiliriz. Bir sevdâ uğruna, gayretler içinde, dünyâ günlerinin sonuna gelebiliriz. Ve nihayet, “Bu dünyâ bize yetmiyor.” deyip yapayalnız “Büyük Yalnız”a doğru çeker gideriz.
HAZİRAN 2012 / 287
41
İbrahim Çiftçi
ibrahim.ciftci@ilkadimdergisi.net
..
soz meydanı
Gezdik Gördük Tanış Olduk
D
ostlar meclisinde eğitimci arkadaşlarla oturuyoruz. Bir teklif geldi. 23 Nisan’da üç günlük tatili gezerek değerlendirsek olur mu? Neden olmasın? “Haydi, Başaran Hoca! Sosyal girişimciliğini göster de ayarla geziyi. Plan da proje de sana ait olsun. Hedef peygamberler diyarı Urfa.” denildi ve teklif karar oldu. Büyük söz ve sehl-i mümteni ustası, Allah dostu Yunus da diyor ki: Gelin tanış olalım / İşi kolay kılalım / Sevelim sevilelim / Dünya kimse kalmaz. İbret almak için geziniz. Öğrenmek için geziniz. Dinlenmek için geziniz. Tanışmak için geziniz. Sevmek için geziniz. Gezi mimarının ön hazırlığına tam not. Telefonlar geldi Mahmut Aveder’den: “20 Nisan 2012 saat akşam 5.30’da Enderun Eğitim Merkezinden hareket ediyoruz” diye. Hazırlıklar tamamlandı ve saat 6.00’da yola çıktık. 17 kişilik minibüsümüzün kaptanı da tanıdık. Her şey güzel. Mane42
DERGiSi
viyat sigortalarımızın yöneticisi de Mehmet Şentürk Hocamız. Ayet-el Kürsilerimizin, tekbir, Fatiha, salavat ve ilahilerimizin aşkla şevkle okunmasını sevk ve idare eden kişi. (Niğde Ulukışla kavşağında kazada can veren Zeki Ateş kardeşimiz için üç İhlâs bir Fatiha ve dudakların mahzun simalara eşlik etmesi gibi.) Şifa Yolveren’in gezi tecrübeleri ile İbrahim Başaran’ın dostları, tanışlarının çokluğu birleşince, “mükemmel” yakalandı. İlk durak Adana’ya vardığımızda “Yediveren Derneği”nin bahçıvanları karşıladı bizi. Mütevazı mekânlarının mütevazı insanlarıyla kaynaştık. Hoş hasbıhalin akabinde uyku mekânlarına dağıldık. Sabah namazında Sabancı Camii’nde buluştuk. %20 sinin Sabancılar tarafından yapıldığını öğrendiğimiz içi, dışı, tezyinatı, bahçe düzenlemesi, çevre ferahlığı harika olan caminin sabah namazında bizden başka cemaatinin olmaması içler acısıydı. Adana’yı bir gerdanlık gibi süsleyen Seyhan aynı zamanda bu şehre can veriyor adeta. Sabahın bereketli saatinde gezdiğimiz
Adana ve “Yediveren” güllerinden ayrıldık. Osmaniye fıstığını tadıp Gaziantep’e doğru devam ettik. Fatihalar, İhlâslar, salâvatlarla her yerleşime hediyeler sunan grubumuzu İlim Yayma Yurdu’nun hizmet erleri karşıladı. Yenilen ikramları eritmek için Antep caddelerine çıktık. Eğitim Bir’in baklava ikramını takiben Bülbülzade Vakfı’nın bülbül gibi şakıyan kurucu başkanından dinlediğimiz faaliyetleri ve hedefleri ile bilgileri bizi baklavalardan daha fazla bahtiyar etti. Dualarımız onlarla. Nizip’in mümtaz eğitimcileri başta Nezir Bey olmak üzere girişte karşıladılar ve hemen “Zeugma” kazılarının olduğu Birecik Baraj gölüne götürdüler. Akşamın serinliği ve gölün letafetinden çok müstefid olduk. Anadolu Gençlik’in evindeki maddî ve manevî ikram harikaydı. Adıyla müsemma yetmiş yaşındaki Cemil Hocamızın hizmet aşkı bizi mest etti. “Sözde değil eylemde olan” birinin cephe anıları gibiydi anlattıkları, istekleri. Orada sabahladık. Yorganını sırtlayıp horultusuz ortam arayanlar
NOT: Şiir dâhil her türlü çalışmanızı “ Kültür ve Sanat Sayfası” olan “ SÖZ MEYDANI” na elektronik veya klasik posta yoluyla gönderebilirsiniz. Bekliyorum. ibrahim.ciftci@hotmail.com
halleri de ilginçti. Enfes kahvaltı sonrası Urfa’ya doğru hareket ettik. Halilürrahman’da buluştuğumuz delikanlı, Balıklıgöl, mancınıkların kurulduğu tepe, tüneller, Peygamber makamlarını açıklamalı gezdirdi. Tepeyi gezerken Nemrut’un yaptırdıklarını görünce Ali Şeriati’nin Mısır Piramitlerini gezerken söylediği aklıma düştü: “Ey taş sen buraya konuluncaya kadar kaç esir kardeşim can verdi söyle!” Ciğer kebabı sonrası Mardin yoluna düştük. Eyüp Nebi beldesindeki ziyaret yerine uğradıktan sonra Kızıltepe bizi şaşırttı. 130 bine yaklaşan nüfusu modern çok katlı binaları ile hem teröre hem de geri kalmışlığa meydan okur gibiydi. Gece karanlığında vardığımız Mardin’in görüntüsünün “gece gerdanlık gündüz mezarlık” diye nitelendirilmesinin isabetine şahit olduk. Gerdanlığı akşam, mezarlığı da sabah erken seyrettik. Bizi ve Nevşehir’i iltifatlarıyla büyüten “Savcı Abi”miz bizi Mardin Selahaddin Eyyubi İlim Yayma Cemiyeti Yurdu’nda ağırladı. Abimiz, hizmet insanı olarak Mardin’e çok şeyler verecek İnşallah. Ferah ve güzel bir mekân olan yurt da büyük hizmetlere amade. Eski Mardin sadece tarih. Medreseleri, camileri, taş evleri, sokakları, pazarları… ile tarih. Yeni binalar da eski taş ustalığına uygun yapılınca tam bir sanat şehri olarak görsel bir güzellikle haşır haşır neşir oluyorsunuz.
Mardin Kalesinin eteklerinden baktığınızda her taraf yemyeşil ekili. Orta Anadolu’da henüz yeşilin adı yokken Urfa-MardinDiyarbakır arası her yer ekili ve artezyen suları fışkırıyor. Diyarbakır. Adı hep terörle, taş atan çocuklarla, yüzü kapalı molotof atan gençlerle, polisle çatışan gruplarla, jandarmayla anılan şehir. Hepimiz çok merak ediyorduk. Bizim misafir olduğumuzda çok sakindi. Boynundaki poşusuyla Batman’dan gelip Mardin’de bizi karşılayan Başaran’ın İmam Hatipten arkadaşı Ahmet Hoca ile girdik şehre. Hz. Süleyman Camii’ne giderken geçtiğimiz ara ve dar sokaklardaki çocukların çokluğu dikkatimizi çekti. Cami haziresinde yatan 17 sahabe de calibi-i dikkatti. Diyarbakır surlarının hem uzunluğu hem genişliği hem de sağlamlığı bizi şaşırtan hususlardı. Hem surların üstünde hem de altında çok büyük dinlenme, yeme-içme mekânlarının olması genişliği açıklar zannederim. Tam surlardan ayrılırken bir delikanlı selam verip girdi arabamıza. Polis kolejinde okuyan ve 50 plakayı görünce gelen bu delikanlının ilköğretimde Enderun Eğitim Vakfı aktivitelerinde yetiştiğini Salim Hoca’mız söyleyince onun sevinci de bizimki de katlandı. Adıyaman, dönüşteki son durağımız. “Yüzakı” derneğinin akgönüllü insanlarının bizi biraz da mahcup eden “kebap ziyafetleri” akabinde oluşan muhabbet deryasının dalgaları bizim za-
manımızın darlığından kesilmek zorundaydı. O çok kısa sürede kaynaştığımız insanlardan ayrılıp yola revan olduk. (tarih 23 Nisan saat 22.30) Salı Sabah namazlarımızı evlerde kıldık (tarih 24 nisan saat 05.00) Gittik, gezdik, gördük, yaşadık, dersler aldık, ibretleri seyirle tefekkür ettik, fikir teatisinde, hizmet ve metot paylaşımında bulunduk. Notlar: 1.Bu bir gezi yazısı değildir. Bu sebeple gezilen yer, kişi ve kurumlarla ilgili bilgi, gözlem ve izlenimlere ayrıntılı yer verilmemiştir. 2. Genelde Anadolu, özelde G. Anadolu insanımızın yatır, türbe, Kuran Kursu, makam, ziyaretgâh gibi çeşitli dini özellik taşıyan faaliyetlerle dine hizmet etmek istedikleri, din turizmi oluşturduklarını gördük. Bazen rivayetlerin, hurafelerin de dinden sayıldığı bu faaliyetleri yadsımadan, aşağılamadan değerlendirip düzeltme yönüne girilmesi bölge insanının İslam’a hizmetinin devamı sağlanmalıdır. Çünkü İslam hala dimdik ayakta. 3. Aşağıdaki duygu seli Adana Yediveren Derneğini ziyaretimizde tanış olduğumuz, kaynaştığımız Yediveren Gülleri bahçıvanlarından Sami kardeşimizin ziyaretimiz akabindeki bizleri mahcup eden ve duygulandıran hissiyatını ihtiva etmektedir. HAZİRAN 2012 / 287
43
ENDERUNLU MUHSİNLER Bugün “Görüldüklerinde Allah’ı hatırlatan” Salihler, muhsinler tanıdım. Müslümanlar, müminler O içten doğal halleriyle “Bizde imanın izi, Peygamberin rahmeti, Tebessümü, sıcaklığı, Doğallığı, Dostluğu, Muhabbeti, Kardeşliği, İhlası Var” diyenler. Yaş olarak benden büyükler, Ruh olarak daha genç, İman olarak daha kâmil, Duruş olarak çok yukarılarda Olan güzel insanlar. Bir güzel insanın Öncünün, Rahmet pınarının, Vakıf insanın talebeleri, Can dostları, Güzide bahçesinin, Güzide gülleri, O “Zeki” ve “Soyu-ak” olanın Ak refikleri, canları Sadaka-yı cariyeleri, Salih öğrencileri, Ciğer pareleri, Mirasçıları. Hani Bazen aslında çok zaman insan der ya
44
DERGiSi
“Bu topraklarda Tüm doğallığı, Rahmeti, Gayreti, İdealist ve realistliği ile Bir Müslüman nasıl olmalı” Sonra etrafına bakar ve Çok defa da Aradığını bulamayabilir ya! İşte “Ölçüler ve Dengeler” çerçevesinde Hareket eden İlkadım’da, Enderun’da Yetişen Ender güllerden olan, Kendileri gibi güller, Gül yüzlü insanlar Yetiştiren bu “Bahçeci” Güzel insanlar Aradığımız o insanlardır. Etrafa bahar çiçekleri gibi Güzel kokular saçarak, Farklı şehirlere, Güzellikler saçıp, İz bırakıyorlar. Kutlu bir elçinin izinden giden, Güzel bir öncünün takipçileri olan, Güzel insanlara, Binlerce kez selam olsun. “Rabbimiz günahlarımızı bağışla Bizleri Ebrarlarla birlikte haşret” (20/04/2012) Sami Kılınçlı(Adana)
M.Selçuk Özdoğan
selcuk.ozdogan@ilkadimdergisi.net
ilkadım kitaplığı
“Bir Müderrisin Sürgün Yılları”
K
ıymetli İlkadım okuyucularımız! Bu ayki sayımızda sizlerle Ali Osman KOÇKUZU Hocamızın açıklama ve notlarıyla yayına hazırladığı “Bir Müderrisin Sürgün Yılları” kitabıyla Abdullah Fevzi Efendi’yi yakından tanıyacağız. Yazarımız, Abdullah Fevzi Efendi’yi ilk önce Çanakkale cephesine ilişkin hazırladığı kitapla bizlere tanıtıyor. Elimizdeki eserde ise İstiklal Harbi dönemi ve sonrası hayat hikâyesini kapsıyor. Yazımızın sonunda yazacağımızı başta yazalım: Abdullah Fevzi Efendi yitik hazinemiz içerisinde müstesna bir yere sahip bir âlim, bir mücahid, bir dava eri. Ali Osman KOÇKUZU Hocamız eseri hazırlarken Abdullah Fevzi Efendi’nin kendisinin hazırladığı Safahat-ı İbtila eserinden faydalanmış. Eserden nakillerde bulunmuş, anlamını bilemeyeceğimiz kelimelerin günümüzdeki karşılıkları parantez içerisinde sunulmuş. Alıntılardan sonra günümüze uygun açıklamaları yazarımız çok güzel yapmış. Abdullah Fevzi Efendi’nin Türkçe’yi kullanışı ve üslubu çok güzel. O zamana ait dilimizin zenginliği hususunda bizleri çok güzel örnekler sunuyor. (Günümüzdeki Türkçe’mizin
ne kadar zayıfladığını müşahede ediyoruz.) Kitabımız iki ana bölümden oluşuyor. Birinci bölümün adı, Abdullah Fevzi Efendi ve İlmi-Fikri Kimliği. Bu bölümde Hocaefendi’nin medreselerle ilgili tespiti çok güzel. Şöyle ki: “… Medreseyi yıktığınızı zannedebilirsiniz, yerine yeni okullar açarsınız ama o temiz ilmi zihniyet ve kişilik Allah isterse okullu olarak düzenlediğimiz kişilerde bile devam eder; şahsiyetli insan, ahlaklı öğretmen ve öğrenci, İslam’ı tam anlamıyla temsil, kullar dünya durdukça durur ve medresenin etkisi yürür gider...” Ayrıca yazarımızın açıklama bölümünde yer alan Tevhid-i Tedrisat Kanunu çıkartıldığında Anadolu’da 5000 tane medrese kapatılıyor. (Günümüzde yükseköğretimde bu sayıya ulaşmamıza daha ne kadar okul açmamız gerekiyor, hesap edelim.) Bir on yıl daha medreselere dokunulmasaydı medreseler kendilerini ıslah edebilirlerdi. Islah-ı Medaris üzerinde durulması gereken çok önemli bir kurum. Zeynel Abidin ve Ziya Efendilerin öğretmenlik kabiliyetleri dikkat çeken diğer bir husus. Ayrıca bu bölümde İttihat ve Terakki, Kuvay-ı Milliye vb. kuruluşlarla ilgili verilen bilgiler
“Her derdin olur bir çaresi, her inleyen ölmez, Her mihnete bir ahir olur, her gam’a payan.” doğru bildiğimiz yanlışları ortaya koyuyor. Kitabımızın ikinci bölümü İhtifa Yılları ya da Dağlar Misafiri Olduğu Yıllar. Bu bölümde isminden anlaşılacağı üzere bir âlimin, bir müderrisin o dağ senin bu dağ benim gezdiği yılları anlatıyor. Abdullah Fevzi Efendi’nin bulunduğu konumlar, yaptığı tespitler bizler için çok önemli. Hocaefendi’nin dağlar macerası 1919-1938 yıllarını kapsıyor. Hocaefendi 1937 yılında çıkan genel afla dağlardan kurtuluyor. Diyanet İşleri Başkanlığında mütercimlik ve Konya Vaizliği görevlerinde bulunuyor. Konya vaizliği görevinde ikinci vaazına hazırlanırken 1943 yılında vefat ediyor. Tarihe ilgi duyanların okuması gereken bir eser. HAZİRAN 2012 / 287
45
imbik
Nuri Ercan
nuri.ercan@ilkadimdergisi.net
Aldatan “BAŞARI”, Unutulan “MUVAFFAKİYET”
B
aşarı, insan ağzında en çok telaffuz edilen kelimelerin başında geliyor. Çoluk çocuk, genç ihtiyar, okumuş, okumamış herkesin dilinin ucunda, her daim fırlamaya hazır gibi... Her dilin, zorlanmadan anında türettiği bir kelime olmuş başarı. Ağızlardan çıkarken uzayın derinliklerinde yeniden sahibine kavuşacağı günün gelişine kadar serbest dolaşıma ilk adım atan bir terane olmuş sanki. Bütün hedefleri için, ilk akla geliveren tek vesile konumunda. Bunun yerini tutacak başka kelime yok mu? Yok gibi! Bu kelimenin müteradiflerini bilenler bile (galiba “başarı”nın yerini tutamayacağından korkarak) bildiklerini 46
DERGiSi
unutmuş gibiler. Sanki başarı lafzının kapsadığı anlamların ortaya çıkması demek, her şey demek! Aslında “başarı”nın ifade ettiği anlamların hulasası, ne olursa olsun, insanın isteklerini elde etmesi ve hedeflediklerine ulaşabilmesidir. Söz konusu kelime, bu sebeple dünyevî maksatların anahtar kelimesi olarak kabul görür olmuştur. Anahtar olması, diğer taraftan seküler mihraklar tarafından pompalanan hayallere ulaşabilmenin ucuz ve kolay kullanımlı bir paravan kelime olmasını sağlamaktadır. İşin garip tarafı ihtiva ettiği manaları artık herkes tarafından bilinen “başarı”nın çok çağırır-
sanız size geliverecekmiş gibi algılanıyor olmasıdır. Başarının gelmeme ihtimalinin, kabul edilemez bir algı halini alması ise, işin garip olmasından öte vahim olduğuna işaret etmektedir. Hali hazır ana düşünce, başarının kesinlikle gelecek olmasıdır. Bu yanlış inancı orta yere salıveren odakların başında kişisel gelişimciler vardır. Ya gelmezse? Gelmezsen gelme! Diyemezsin. O zaman seyreyle sen gümbürtüyü! Evleniyorsanız yüzlerce başarının yanında binlerce de mutluluklar dilenir. Diyelim ki yeni bir iş yeri açıyorsunuz, “Hayırlı kazançlar” yerine işlerinizde başarılar dileneceğinden hiç şüphe etmeyiniz. Makam sahibi bir bürokrat oldunuz, odanız-
daki çiçeklerin tam göbeğinde “Başarılar Dilerim” cümlesini okumanız nerdeyse olmazsa olmazlardandır. Herhangi bir okulda öğrenci iseniz, babaanneniz bile “başarı”nıza duacıdır. Allah’ın imtihanı hariç, bilumum sınavlara girerken kulaklarınız “başarı” kelimesi ile adeta inim inim inler. Mahallenin imamından, sütçüsüne kadar herkesten “Başarılar dilerim” cümlesini duyabilirsiniz. Kelimeyi kulaklarınızdan geçirip, zihneninizle buluşturduğunuzda, bu kelimenin sadece ve sadece bir tek anlamını, yani sınavda doğru ya da yanlış işaretlediğiniz şıkların puana dönüşmüş rakamsal karşılığını düşünürsünüz. Zaten sizin arzu ettiğiniz de bu rakamın yüksek sayısal değerinden başka bir şey değildir. Peki, nasıl oluyor da, yüksek rakamlar kazanmak, eşyanın fazlasına, yenisine, iyisine sahip olmak, kendini başkalarının önüne geçirecek bir meslek sahibi olabilmek veya otoritenin erkini kullanma fırsatı yakalayabilmek, diğer insanlara göre avantajlı olabilmek gururlanılan bir “başarı “olabiliyor. Bu işte bir bit kemiği, af edersiniz bit yeniği yok mu? Elde edilen başarılar gerçekten başarı mıdır? Yoksa bir aldanma mıdır?
Daha düne kadar hem lâfzen hem de manen “muvaffakiyet” kelimesini şimdiki başarı kelimesinin yerine kullanıyorduk. Bu kelimenin sözlükteki anlamına baktığım zaman hazineden bir değerli kavramı daha çöpe attığımız ve içi boş ve kuru bir kelimeyi onun yerine ikame ettiğimiz gerçeği ile karşı karşıya kaldım. Bu acı gerçeği kabullenmekte zorlandım. Doluya koydum olmadı; boşa koydum olmadı! İş işten geçmişti. Artık ne gelir elden! Şimdi “Yahu arkadaşlar, yanlış yapıyoruz gelin şu muvaffak olmayı, muvaffakiyeti ‘başarı’nın
yerine kullanalım” desem belki de bana yüz ifadelerinizde hiçbir değişiklik olmadan, sessizce güleceksiniz. Muvaffak: Tevfik-ı ilahîye mazhar olan-işi Allah’ın iradesine rast gelen kişi. Muvaffakiyet: Tevfikâtı subhâniyeye mazhariyet. Dünyevî ve uhrevî bütün işlerin Allah’ın muradına uygun gerçekleşmesi. (Kamus-i Türkî’nin ilgili maddeleri) Hepinize nice nice muvaffakiyetler diliyorum.
DİLENCİ ÇOCUĞUN MERHAMETİ Asaf Halet Çelebi, mübarek bir Ramazan günü Beyazıt Camii’nde öğle namazını kıldıktan sonra dışarı çıkar. Bazı tarihî eserleri görmek üzere Sahaflar Çarşısı’na doğru yönelir. Bu sırada karşısında küçük bir dilenci çocuk görür. Çelebi, böyle mübarek bir günde bir fakir çocuğun gönlünü fethetmek, hayır duasını almak ister
ve çocuğa yüklüce para verir. Çocuk, parayı cebine koyduktan sonra cebinden bir sürü bozukluk çıkarır, içinden elli kuruş ayırır ve Asaf Hâlet’e uzatır: “Bunu da siz alın, saçlarınızı kestirirsiniz. (Mehmet Nuri Yardım’ın “Edebiyatımızın Güleryüzü” adlı eserinin son baskısından.)
HAZİRAN 2012 / 287
47
Hümeyra KELLAHLI SOLDAN SAĞA 1-Belli bir yönteme göre düzenlenen, bilim, sanat ve uğraş dallarının tüm bilgilerini ayrıntılı olarak bir arada bulunduran, genellikle birkaç ciltten oluşan kitap. –Akümülatör. 2-Bir günlük sürenin yirmi dörtte birine eşit, altmış dakikalık zaman dilimi, zaman parçası. -Serbest bırakma. -Mavi renkli, değerli bir korindon türü, gök yakut. 3-Mekke ve Medine. -Atmosferde % 80 oranında bulunan, kimyasal simgesi N olan, renksiz, kokusuz ve lezzetsiz çift atomlu soy gaz, nitrojen. -Yün, pamuk vb. ipliklerden düğümlerle oluşmuş ağ. 4-Çelişkili ve tutarsız iki cümleyi birbirine bağlamaya yarayan bir söz, amma, lakin. -Anne olma niteliği veya durumu, analık. 5-Delik ve yırtığı uygun bir parça ile onarma, kapatma. -Parça, kısım. 6-Uzak. –Soru edatı. -Tanıt ve kanıt göstererek bir şeyin gerçek yönünü ortaya çıkarma, kanıtlama, tanıtlama, tanıt. 7-Hamur durumuna getirilmiş türlü bitkisel maddelerden yapılan, yazı yazmaya, baskı yapmaya, bir şey sarmaya yarayan kuru, ince yaprak. -Saygı gösterme, ululama. 8-İndiyum elementinin simgesi. -Kalsiyum elementinin simgesi. -Ululuk, büyüklük. 9-Cıva elementinin simgesi. -Seryum elementinin simgesi. –Açık Öğretim Fakültesi kısaltması. -Çok karşıtı. 10-Bölüm, kısım, devre. -Başından, temelinden, kökeninden. 11-Rutenyum elementinin simgesi. –Tembellik. 12-Sıcak, kızgın, yakıcı. -Oğul, evlat. -Demir elementinin simgesi. 13-Hızı çok olan uçak, tepkili uçak. -Ortalık, ara yer. –Vilayet. 14-Doğu Karadeniz bölgesine özgü yelkenli bir tür kıyı teknesi. -Bir mağazanın yalnız bir tür eşya satılan bölümü. 15-La ile do arasındaki nota. -İnsan başı, ser. -870-950 yılları arasında yaşamış büyük Türk İslâm düşünürünün adı. YUKARIDAN AŞAĞIYA 1-Yedi Uyuyanlar. –Akıl. 2-Cennetin bir bölümü. -Radyum elementinin simgesi. -Otomobil vb. taşıtların konulduğu üstü örtülü yer, arabalık. 3-Ateş içinde, ocakta, üzerine kap konan
48
DERGiSi
1
2
3
4
5
6
7
8
9 10 11 12 13 14 15
1 2 3 4 5 6 7 8 9
10 11 12 13 14 15 üçayaklı demir eşya. -Görünüş, biçim. 4-Verme, ödeme. -Düşman ülkesine akın yapan savaşçı. -Millî bayramlarda veya önemli bir olayı anmak için düzenlenen şenliklerde, geçit yapılacak caddelere geçici olarak kurulan, yazılar ve çiçeklerle süslenen kemer. 5-Bir şeyin fiyatını artırma, bindirim. -Gözde sarıya çalan kestane rengi. -Bir çeşit saç ekmeği, böreği. 6-Lantan elementinin simgesi. –Ün. –Düşkünlük. 7-Şair. –İtaatli. 8-Dokuması kalın, sık ve yumuşak, bir tür pamuklu bez. -Geniş ve bol karşıtı. 9-Genellikle kürkten, gösterişli kumaşlardan veya yün örgüden yapılmış omuz atkısı. -Bir şeye veya bir kimseye bağlama, mal etme, yakıştırma. -Üzüntü, kaygı, tasa. 10-Tipi olmayan. –Saat kısaltma. -Avuç içi. 11-Dumanın değdiği yerde bıraktığı kara leke. -Kapmak işi. -Atgillerden, binme, yük çekme, taşıma vb. hizmetlerde kullanılan, tek tırnaklı hayvan. -İşe alışkın olmayan, yabani. 12-Bir suçu, bir kusuru veya bir hatayı bağışlama. -Radyum elementinin simgesi. -Olağanüstü kişiler ve olaylarla geliştirilen öykü. -Sodyum elementinin simgesi.
13-Hasta olmama durumu, sağlık, esenlik. -Başlangıcı belli olmayan zaman, öncesizlik. 14-Islandığı zaman kolayca biçimlendirilebilen yumuşak ve yağlı toprak. -Toprak üstündeki bölümleri odunlaşmayıp yumuşak kalan, ilkbaharda bitip bir iki mevsim sonra kuruyan küçük bitkiler. -Yararlı. 15-Tüketim karşıtı. -Kumaşla astar arasına konularak giysinin dik durmasını sağlayan kolalı bez.
ÖNCEKİ BULMACANIN CEVABI
1
2
3
4
5
6
7
1
M
E
F
K
U
R
E
2
U
L
U
A
3
K
A
Z
A
K
8
9
E
Y
Y
A
R
A
B
A
D
İ
4
A
U M
U
M
İ
5
D
A
L
L
E
T
6
D
S
İ
A
H
K
A
M
7
İ
M
İ
T
İ
8
M
A
R
K
9
E
E
T
10
A
Ç E
B
İ
E
N
E
E
M
A
R
N
A
M
E
L I P
I
K
İ
Z
S
D
O
A
12
E
R
A
P
13
L
A
R
14
A
K
15
M
A
A
V
A M
İ
L
A
Ç
İ
Ç
A
R
A
K
N
Z
İ
C E M
A
E
R
T
A
M
E
R
Z İ
İ N
T
F
S
Y
A
E
E
M A
V
D
C U
İ
A
U
A
M
B
H
R
E
11
Ş
10 11 12 13 14 15
B
S
L
V
İ
S
A
T A R
N
Ş A
F
B
A K
R
A
F
A
K
O
T
İ
N