sayı
317 ISSN-1307-6973
7,5
• Aralık 2014
Aylık Düşünce ve Kültür Dergisi
BAŞYAZI • Dinde İcat Çıkaranlar KAPAK DOSYASI • Kur’an ve Sünnet Ölçeğinde Eğitilmeyenlerin Ümmetin Vahdetine Olumsuz Katkıları
/ilkadimdergisi
/ilkadimdergisi
• Yitik Ümmet • Küresel Devlet ve Küresel Ümmet • Keler Deliğinde Ne İşimiz Var? • Ali Allavi Kavi Kallavi • Korkusuz Yaşamak İster miyiz?
İLKADIM DERGİSİ Üç aylık kadın-aile dergisi BACİYAN ve gençlik dergisi GEÇ ADAM dergisi ilaveli...
İLKADIM DERGİSİNE yıllık sadece 90 TL’ye abone olarak; 12 sayı İLKADIM DERGİSİ’ne, 4 sayı BACİYAN DERGİSİ’ne 4 sayı GENÇ ADAM DERGİSİ’ne ve Kulluk Dilekçemiz DUALAR isimli esere sahip olabilirsiniz.
Abone olmak için ve aboneliğinizi yenilmek için acele edin! ABONELİK ve BİLGİ İÇİN: Tel:(0384) 213 65 43- 0505 808 35 87-0535 251 41 07
Okuyun, Okutun, Abone olun...
Kur’an ve Sünnet Ölçeğinde Eğitilmeyenlerin Ümmetin Vahdetine Olumsuz Katkıları
7
Yitik Ümmet
10
ilkadım İÇİNDEKİLER İLKADIM’DAN/2 BAŞYAZI/Nureddin Soyak “Din”de İcat Çıkaranlar /4 KAPAK Abdullah Büyük- Kur’an ve Sünnet Ölçeğinde Eğitilmeyenlerin Ümmetin Vahdetine Olumsuz Katkıları /6 Ramazan Kayan- Yitik Ümmet/10 Ömer Faruk Balyimez- Küresel Devlet ve Küresel Ümmet/13 Metin Başbuğ- Keler Deliğinde Ne İşimiz Var?/17 Hamdi Öz- Ali Allavi Kavi Kallavi /21 Mükremin Çelik- Korkusuz Yaşamak İster miyiz?/26
Küresel Devlet ve Küresel Ümmet
20
Ali Allavi Kavi Kallavi
40
HİZMET ADABI/Nureddin Soyak Cankurtaran Ticaret/24 KUR’AN İKLİMİ/Selim Armağan İnanç ve Davranış İlişkisi /30 FIKIH/Mehmet Şentürk Anne - Baba Hakkı /32 TASAVVUF/Cemil Usta Son Nefesimiz /34 KİTAPLIK/M.Selçuk Özdoğan Mevlânâ’dan Gençlere Hikâyeler ve Sorular 1 - 2/35 EĞİTİM/ Doç. Dr. Rüştü Yeşil Eğitimde Hedef Kitle Grupları “Çocuk Eğitimi”/36 İHSAN PENCERESİ/Fatih Yılmaz Azık Edinin /38
Mevlânâ’dan Gençlere Hikâyeler ve Sorular 1 - 2
Bir Başka Açıdan Yeni Türkiye
44
46
LA HAVLE/Abdullah Gülcemal Asker Kaçakları N’olacak /40 TARİH KORİDORU/Mehmet Erturan Mevdudi Alem Adamdır /42 SÖZ MEYDANI/İbrahim Çiftçi Teori ve Eylem /44 İMBİK/Nuri Ercan Bir Başka Açıdan Yeni Türkiye /46 DÜŞÜNCE UFKUMUZ/Atilla Değirmenci Ahiret Yatırımı: Sevap /48
ilkadım’dan... editor@ilkadimdergisi.net
Kıymetli Okuyucu, Allah’ın elçisi Hicretin 10. yılında Veda Haccında Arafat meydanında kıyamete kadar gelecek olan mü’minlere seslendiği veda hutbesinde şunları da vasiyet ediyordu: “Ashabım! Aklınızı başınıza toplayın! Biliniz ki, yarın, Allah’ınıza kavuşacaksınız. Bugünkü her türlü hal ve hareketinizden muhakkak sorulacaksınız. Haberiniz olsun ki, ben önceden gidip Havuz başında bekleyeceğim. Başka ümmetlere karşı sizin çokluğunuzla iftihar edeceğim. Sakın günah işleyip yüzümü kara çıkarmayın. Sakın benden sonra dalaletlere (sapıklığa) dönerek birbirinizin boynunu vurmayın!
ilkadım
Aylık Düşünce ve Kültür Dergisi
YIL: 23 SAYI: 317
Bu vasiyetimi burada bulunanlar, bulunmayanlara bildirsin. Olabilir ki, bildirilen kimse, buradaki işitenden daha iyi anlar ve muhafaza etmiş olur.”
Aralık 2014 Fiyatı: 7,5 TL KDV D
/ilkadimdergisi
1400 yıldır bu hitap Arafat meydanında çınlıyor, mü’minler birbirine bu vasiyetleri aktarıyor. Havzı başında Allah’ın Rasulünün yüzünü kara çıkarmayan ve yüzleri ak olarak O’na misafir olanlara ne mutlu...
/ilkadimdergisi
sayı
317 ISSN-1307-6973
7,5
• Aralık 2014
Aylık Düşünce ve Kültür Dergisi
/ilkadimdergisi
/ilkadimdergisi
Rabbimiz: “Şüphesiz sizin bu ümmetiniz tek bir ümmettir. Ben de Rabbinizim. Öyleyse benden sakının.” (Mü’minun, 52) “Hep birlikte Allah’ın ipine (İslâm’a) sımsıkı yapışın; parçalanmayın. Allah’ın size olan nimetini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşman kişiler idiniz de O, gönüllerinizi birleştirmişti ve O’nun nimeti sayesinde kardeş kimseler olmuştunuz. Yine siz bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan da sizi O kurtarmıştı. İşte Allah size âyetlerini böyle açıklar ki doğru yolu bulasınız.” “Sizden; hayra çağıran, iyiliği (marufu) emreden ve kötülükten (münkerden) alıkoyan bir topluluk bulunsun. Kurtuluşa erenler işte bunlardır.” (Al-i İmran, 103-104) buyurmaktadır.
BAŞYAZI • Dinde İcat Çıkaranlar KAPAK DOSYASI • Kur’an ve Sünnet Ölçeğinde Eğitilmeyenlerin Ümmetin Vahdetine Olumsuz Katkıları
2
• Yitik Ümmet • Küresel Devlet ve Küresel Ümmet • Keler Deliğinde Ne İşimiz Var? • Ali Allavi Kavi Kallavi • Korkusuz Yaşamak İster miyiz?
Kur’an, İslam ümmetinin İnsan topluluklarının tabi olduğu, peşinden gittiği, çağına yön veren muktedir insanlar topluluğu olmasını emreder.
Bu nasıl sağlanacaktır? Bu ümmet, namazlarla, oruçlarla, zekatlarla, haclarla inşa edilecek... Kulluk şuuru içinde inşa edilecek... Ümmeti oluşturan fertler, gruplar, topluluklar, kavimler, Allah’a kul olma şuuru içinde hareket edecek ve aynı ümmet oluşturan diğer kardeşlerine kardeşlik hukuku dışında bakmayacaktır. Bugün ümmet coğrafyasına baktığımızda gördüğümüz sadece acının fotoğrafı. Kan, gözyaşı ve zulüm arşı titretiyor. Ve üstelik Müslüman sayısı dünyada hiç bu kadar çok olmamışken. İçinde bulunduğumuz dönemler ne kadar acılı olsa da Muhammed Ümmeti’nin geleceğiyle ilgili ümitli olmak için pek çok sebep vardır. Müslümanlar her dönemde bunu sağlama çabası içerisinde olacak, neticeyi de Allah’tan bekleyecek, O’ndan gelene de razı olacaktır. Kul imtihan için sahadadır. İmtihan şartlarını da Rableri belirlemektedir. Eski tabirlerle önce ‘Tevhidu’l-Kulûb’ (kalplerin birleştirilmesi) sonra ‘Tevhidi efkar’ (fikirlerin birleştirilmesi), sonunda da ‘Tevhid-i Ef’al’ (davranış ve hareketlerin birleştirilmesi) sağlanacak, Kur’an ifadesi ile ‘ümmeti vahide’ teşekkül ettirilecektir. Bugün Müslümanların en azından birbirlerini tanıma, aralarında daha sıkı bağlar kurma çabaları içine girmeleri ümmet şuurunun yeniden canlanmaya başladığını göstermektedir. Bunun yanı sıra baskı ve zulüm altındaki Müslümanlara maddi ve manevi yönden yardımcı olma ihtiyacı da bu şuurdan kaynaklanmaktadır. Fakat hiçbir zaman gelinen noktanın son nokta olduğunu düşünmemek sürekli ileriyi hedeflemek her gün bir adım daha ileri geçmeye çalışmak gerekmektedir. İlkadım Dergisi olarak bu sayımızdaki kapak konularımızı ümmete, ümmetin dertlerine ve çözüm yollarına ayırdık. Kıymetli hocalarımızın görüş ve önerilerini istifadelerinize sunduk. Rabbimiz, bizleri Kevser Havuzunun başında toplanan yüzleri ak kullarından eylesin. Selam ve dua ile... Aralık 2014 / 317
Sahibi İhya Yayıncılık Tic. ve San. Ltd. Şti. Adına İsmail Varır ismail.varir@ilkadimdergisi.net Genel Yayın Yönetmeni Yrd.Doç.Dr. İlhami Nalçacıoğlu i.nalcacioglu@ilkadimdergisi.net Sorumlu Yazı İşleri Müd. İsmail Varır Yayın Kurulu Nureddin Soyak Yrd. Doç. Dr. İlhami Nalçacıoğlu A.Baki Öncel Atilla Değirmenci İbrahim Çiftçi İsmail Varır Mehmet Erturan Metin Başbuğ M. Selçuk Özdoğan Murat Ünal Rauf Denizler Süleyman Konak Kapak ve Sayfa Düzeni İlkadım Grafik Reklam ve Abone Sorumlusu Cep:0535 251 41 07 - 0505 808 35 87 abone@ilkadimdergisi.net Baskı Cihan Ofset (0352) 322 02 00 Merkez Kasaplar Çarşısı No: 2 Nevşehir Tel:0384 213 65 43 • Gsm:0505 808 35 87 Gsm:0506 674 44 14 Şube Kayseri: 0535 251 41 07 Konya: 0506 681 23 27 www.ilkadimdergisi.net e-mail: ilkadim@ilkadimdergisi.net Abone Şartları Yurtiçi Yıllık : 90 TL Yurtdışı Yıllık : 50 Euro Abonelik İçin: 0505 808 35 87 Yurtiçinden: Posta Çeki: İhya Yayıncılık 693721 Banka Hesap No: KUVEYT TÜRK KATILIM BANKASI Kayseri Yeni Sanayi Şb. IBAN:TR420020500000785462200001 Yurtdışından: SWIFT KODU:KTEFTRIS TR580020500000785462200101 Bu dergi Basın Meslek İlkeleri’ne uymayı taahhüt eder. Yazıların ve ilanların sorumluluğu yazı ve ilan sahiplerine aittir. Gönderilen yazı, resim veya karikatür yayınlansın ya da yayınlanmasın iade edilmez. Dergide olabilecek hataların bildirilmesi rica olunur. Cevap hakkı doğurabilecek yayın için cevap hakkı saklıdır. Yazılar, isim belirtilerek iktibas edilebilir.
3
BASYAZI . Nureddin Soyak
“Din”de İcat Çıkaranlar
A
dem –aleyhisselam-’dan beri Rabbimiz kullarına dinini ve şeriatını kolaylaştırdıkça, insanlar kendi kendilerine ve diğer insanlara dini ve şeriatı zorlaştırmışlar, zaman zaman da içinden çıkılmaz hale getirmişlerdir. Tahrif edip, değiştirmişlerdir. Rabbimiz buyuruyor ki: “İcat ettikleri ruhbanlığa gelince; biz onu onlara farz kılmamıştık. Allah’ın rızasını kazanmak için onu kendileri icat etmişlerdi. Fakat ona da gereği gibi uymadılar.” (Hadid, 27) Allah’ın ahkâmına riayet etmeyenler, kendi icat ettikleri ahkâma riayet ederler mi? Allah’ın ahkâmına riayet etmeyenler birbirinin icat ettiği ahkâma riayet ederler mi? İlim ve itaatle denetim altına alınmayan insanlar her zaman, bilerek veya bilmeyerek dini tahrife yönelmişler, dinde sapmalara vesile olmuşlardır. Rabbimiz buyuruyor ki: “Allah size kolaylık diler, zorluk dilemez.” (Bakara, 185) “Biz seni en kolay olana kolayca ileteceğiz.” (A‘la, 8) “Biz hiç kimseye gücünün yettiğinden fazla yük yüklemeyiz.” (Mü’minun, 62) Rabbimizin emri gereği Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz, insanın fıtrat ve kapasitesine göre ortaya konan bu dinin kurallarını asla zorlamamış “Kolaylaştırınız, zorlaştırmayınız” kaidesini koymuş, insanlara zorluk ve meşakkat
4
getirmemiştir. Ashabdan bazıları Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimizden dolayı kendi ibadetlerini azımsamış, Efendimiz onları kendisinin örnek alınması hususunda uyarmıştır. Rabbimiz buyuruyor ki: “Onlar, sana vahyettiğimizden başkasını bize karşı uydurman için az kalsın seni ondan şaşırtacaklardı. İşte o zaman seni dost edinirlerdi.” (İsra, 73) Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimizin, putperestleri İslam’a kazandırmak, Müslümanlar için güvenli bir ortam sağlamak istemesi sebebiyle, müşriklerin bazı önerilerini olumlu karşılama eğilimi, uyarı vesilesi olmuşsa, bütün bunlar Müslümanların din konusunda ne kadar hassas olmaları gerektiğini ortaya koyan hakikatlerdir. “İşte o zaman seni dost edinirlerdi” vahyinin nuruyla şöyle etrafınıza bir bakın… Yahudi ve Hıristiyanlar kimleri dost edinip bağırlarına basmış, göreceksiniz. Kimse kimsenin karakaşına, karagözüne hayran değil. Herkes kendi çıkar ve menfaatinin peşinde. İbn Ömer -radiyallahu anh- şöyle dedi: “Biz tekellüften nehyolunduk.” Allah ve Rasulü bizden din konusunda dayatmacı ve zorba olmamamızı istediği halde din konusunda işleri yokuşa süren, engel çıkaran, sürekli tartışan, sıkıntı çıkaran kişilerin yaptığı işlerin hepsi tekellüftür. Tekellüf sahtekârlık olduğu için yasaklanmıştır.
Mesruk şöyle dedi: Abdullah b. Mesud -radiyallahu anh-’ın yanına gitmiştik. Bize şöyle dedi: Dostlar; bilen bildiğini söylesin, bilmeyen de “Allah bilir” desin. Zira insanın bilmediği konuda “Allah bilir” demesi de bir ilimdir. Allah Teâlâ, Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem efendimize şöyle buyurmuştur: “De ki: Kur’an’ı tebliğden dolayı sizden bir ücret istemiyorum. Ben kendiliğinden bir şeyler uydurup size dayatmak isteyen biri de değilim.” (Buhari, Müslim) Günümüzde, din konusunda malumatı yeterli olmayan kimselerin nice çamlar devirdiğine şahit oluyoruz. Din konusunda bilmediği hususlarda “Allah bilir” demek, kişinin noksanlığının değil kemalinin alametidir. İnsanların her şeyi bilmesi mümkün değildir. Rabbimiz buyuruyor ki: “Allah’a karşı yalan uydurmak için ‘Şu helaldir, şu haramdır’ demeyin. Şüphesiz, Allah’a karşı yalan uyduranlar kurtuluşa eremezler.” (Nahl, 116) “Yazıklar olsun size! Allah’a karşı yalan uydurmayın, yoksa sizi azab ile yok eder. Allah’a karşı yalan uyduran mutlaka hüsrana uğramıştır.” (Ta-ha-61) Rabbimiz din konusunda cahilce konuşmaktan şiddetle men etmiş, bunu yapanları da tehdit etmiştir. Nasları, zorlama yorumlarla maksadının dışında anlamaya ve anlatmaya çalışmak Rabbimizin ifadesi ile fitneciliğin ve kalbî hastalıkların tezahürüdür. Hiç eğrilik bulunmayan kelamullahı eğip bükerek maksadının dışında anlaşılmasına çalışmak Rabbe ihanettir. Rabbimiz buyuruyor ki: “Hamd, kuluna kitabı (Kur’an’ı) indiren ve onda hiçbir eğrilik yapmayan Allah’a mahsustur.” (Kehf, 1)
Aralık 2014 / 317
“Kalplerinde eğrilik olanlar, fitne çıkarmak ve onun olmadık yorumlarını yapmak için müteşabih ayetlerin ardına düşerler.” (Âl-i İmran, 7) Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem efendimizin, ashabının fakihlerini “Eğer bilmiyorsanız ilim sahiplerine sorun” (Enbiya, 7) hükm-i ilahisi gereği, kendinden sonra yeni ortaya çıkan meselelerin halli için, ictihada teşvik etmesi ümmet için rahmetken, maalesef ümmet bu rahmeti de “Mezhep var mı, yok mu? Hangisinin ictihadı daha isabetli? En büyük imam, bizim imam!” gibi tartışmalarla sonu gelmez münakaşalara ve felakete çevirmeyi başarmıştır. Dinin maksat ve ideallerini anlayamamış kafalardan ancak bu neticeler çıkar. Bugün İslam dünyasında yaşananların başka izahı var mıdır? Rabbimiz buyuruyor ki: “Kim Allah’a karşı gelmekten sakınırsa, Allah ona işinde bir kolaylık verir.” (Talak, 4) Eğer bugün Müslümanların işleri kolaylaşmıyor, sürekli zorlaşıyorsa Müslümanlar bir yerlerde yanlış yapmaktadırlar ve bunu derhal düzeltmeleri gerekir. Rabbimiz buyuruyor ki: “And olsun, biz Kur’an’ı düşünüp öğüt almak için kolaylaştırdık. Var mı düşünüp öğüt alan?” (Kamer, 17) “Gücünüzün yettiği kadar Allah’a karşı gelmekten sakının. Dinleyin, itaat edin, kendi iyiliğiniz için harcayın.” (Teğabun, 16) Mü’minler niyetlerini yeniden tashih etmek zorundadırlar. Niyetleri; kendi görüşlerinin, mezheplerinin, meşreplerinin galip gelmesi midir, Allah’ın dininin hâkim olması mıdır? “Ey Rabbimiz! Bize gücümüzün yetmediği şeyleri yükleme! Bizi affet, bizi bağışla, bize acı! Sen bizim Mevlamızsın. Kâfirler topluluğuna karşı bize yardım et.” (Bakara, 286) 5
KAPAK Kur’an ve Sünnet Ölçeğinde Eğitilmeyenlerin
ÜMMETİN VAHDETİNE Olumsuz Katkıları
Neslinizi İlahî ve Nebevî talimatlara, diğer bir ifade ile Kitap ve Sünnet’e göre yetiştirmezseniz, ümmetin vahdetine olumsuz katkılarda bulunan, tefrika üreterek birliği bozan, ölçü tanımayan, başıboş ve problemli bir nesil vücuda getirmiş olursunuz. O zaman da birlik yerine tefrika, kardeşlik yerine düşmanlık ve dayanışma yerine vurdumduymazlık alır başını gider.
Abdullah Büyük
R
kapak@ilkadimdergisi.net
asulullah -aleyhisselam-’ın, bütünüyle namaz kıldığı bir gecede, fecirle birlikte selam verdiğinde ona; “Ya Rasulullah! Bu gece o kadar namaz kıldınız ki, daha önce böyle namaz kıldığınız görülmedi.” diye sorulunca şöyle buyurdu: “Evet, o ümit ve korku namazı idi. Rabbimden üç şey istedim, bana ikisini verdi, birini vermedi. Rabbimden bizi, bizden önceki ümmetleri helak ettiği şey ile helak etmemesini istedim, bunu bana verdi. Rabbimden, dışımızdan bir düşmanı bize galip getirmemesini istedim, bunu verdi. Bizi fırka fırka ayırmamasını (ümmetimin bir birine düşürülmemesini) istedim, bu isteğimi kabul etmedi.”1
6
Rasulullah –aleyhisselam-’ın bu duası gereği, Muhammed Ümmeti, diğer ümmetler gibi “toplu helak” cezasına çarptırılmamıştır. Bu gün Lût kavminin işlediği cinsel sapıklık, birçok Batı ülkesinde baş tacı edilmektedir. Danimarka ve Hollanda gibi ülkelerde erkeğin erkekle, kadının kadınla evlenmesi resmen kabul edilmiştir.
Dışarıdan Değil İçeriden Yıkılan Ümmet Yani Lût kavmine taş çıkartacak cinsel sapıklıklara rağmen, Yüce Allah toplu helakler vermemektedir. Aids gibi küçük çaplı dikkat çekici belalar verse de, Rasulü’nün bu duası gereği toplu olarak yerle yeksan etmemektedir.
Yine bu ümmet, harici düşmanlar tarafından yok edilememiştir. O kadar haçlı seferleri yaptılar, Moğol saldırıları gerçekleşti. Birinci Dünya Savaşı’nda Müslümanları yok etmeye çalışan emperyalist güçler, İzmir’den denize döküldüler ve Çanakkale’yi geçemediler. Yani Rasulullah -aleyhisselam-’ın bu duası gereği, ümmetin kökünü kazıyamadılar. Fakat Peygamber Efendimizin Rabbinden isteyip de Rabbinin reddettiği, ona söz ve garanti vermediği “Bu ümmeti fırka fırka ayırarak, şiddet ve terörlerini kendilerine dönük yapmaması, onları birbirine düşürmemesi” talebine Rabbi icabet etmemiştir. Aksine bu durumu, tabiat kanunları ile sosyal kanunlara ve sebep-sonuç ilişkisi kanununa bırakmıştır. Ümmet bu noktada kendi haline bırakılmıştır. Allah, bu ümmeti hiçbir şeye zorlamamış, bu konuda ona ayrıcalık tanımamıştır. Eğer ümmet, Rabbinin emrine, Rasulü’nün talimatlarına, kitabın çağrısına uyarsa, sözü bir olur, safları toplanır, izzet ve güç kazanarak egemenliği ele alır. İslam’ın kendisinden olan beklentisini gerçekleştirir. Yok, eğer ümmet, insan ve cin şeytanların çağrılarına ve nefislerin hevalarına uyacak olursa, yollar onu ayırır, dağıtır.2
Vahdet, Kur’an ve Sünnet’le Gerçekleşir Ümmetin fırkalara ayrılarak dağılması ve kimilerinin kimilerine musallat edilmesi, kıyamet gününe kadar bütün zamanlara, bütün mekânlara ve bütün hallere şamil, kaçınılmaz, daimî ve genel bir durum değildir. Şu zikredeceğimiz Kur’an ve Sünnet buyrukları hayata geçirildiği zaman ümmetin vahdeti gerçekleşecektir: “Toptan Allah’ın ipine sımsıkı sarılın. Ayrılığa düşerek fırka fırka dağılmayın.”3 “Kendilerine apaçık ayetler geldikten sonra Aralık 2014 / 317
ayrılığa düşerek dağılan ve ihtilaf edenler gibi olmayın. Ümmet birliğini bozanlar için kıyamet günü büyük bir azap vardır.”4 “Dinlerini parça parça edip kendileri de fırka fırka olan müşriklerden olmayın. Bunlardan her bir grup, kendi yanındaki ile övünüp sevinç duyar.”5 “Allah’a ve Rasulüne itaat edin. Birbirinizle çekişmeyin. Sonra korkuya kapılırsınız da gücünüz gider.”6 “Şüphe yok ki Allah, kendi yolunda, birbirine kenetlenmiş bir bina gibi saf bağlayarak çarpışanları sever.”7 “Ve işte sizin bu ümmetiniz, tek bir ümmettir. Ben de sizin Rabbinizim. Öyleyse benden korkup sakının.”8 “Müslüman Müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez, onu yalnızlığa terk etmez, kim din kardeşinin bir ihtiyacını giderirse, Allah da onun ihtiyacını giderir. Kim bir Müslümanın sıkıntısını giderirse, Allah da onun bir sıkıntısını giderir.”9
Üstünlükte Yarışmak Men Edilmiştir “Sizden biriniz, kendisi için istediğini mü’min kardeşi için de istemedikçe gerçek manada iman etmiş olmaz.”10 “Birbirinizle üstünlük yarışına girmeyin. Birbirinize haset etmeyin. Birbirinize kin beslemeyin. Birbirinize sırt çevirmeyin/ dargın durmayın. Ey Allah’ın kulları kardeş olun!”11 Öyleyse anlaşılmaktadır ki, bu talimatlara uyulduğu zaman, ümmet tefrikaya düşmeyecektir. Eğer, ayrılığa düşerek fırka fırka dağılma genel, daimî ve kaçınılmaz bir kader olmuş olsaydı, bu emir ve yasaklar abes olurdu. Çünkü bu durumda ayet ve hadisler, gerçekleşmesi mümkün olmayan bir şeyi emretmiş ve kaçınılması da imkânsız olan bir şeyden men
7
etmiş olacaktır. Bu da abestir. Allah ve Rasulü de abesle iştigalden münezzehtir. İşte neslinizi bu İlahî ve Nebevî talimatlara, diğer bir ifade ile Kitap ve Sünnet’e göre yetiştirmezseniz, ümmetin vahdetine olumsuz katkılarda bulunan, tefrika üreterek birliği bozan, ölçü tanımayan, başıboş ve problemli bir nesil vücuda getirmiş olursunuz. O zaman da birlik yerine tefrika, kardeşlik yerine düşmanlık ve dayanışma yerine vurdumduymazlık alır başını gider.
İslamî Hizmet Kimsenin Tekelinde Değildir
Şu iyi bilinmelidir ki, taassup meselesi halledilirse kardeşlik ve Müslümanların vahdeti meselesi de çözülür. Çünkü tefrikanın ana sebebi asabiyettir. Yani takva dışında herhangi bir şeyi üstünlük ölçüsü olarak almaktır. Mesela grubunu, cemaatini, mezhebini ve meşrebini üstünlük ölçüsü kabul etmektir.
Bunun neticesi olarak da, İslam’a hizmeti sadece kendi tekellerinde gören, herkesin kendileri gibi olmalarını dayatmaya yeltenen hastalıklı bir ruh haline sahip mutaassıb, fanatik ve asabi bir nesil, başınıza bela olur. Şu iyi bilinmelidir ki, taassup meselesi halledilirse kardeşlik ve Müslümanların vahdeti meselesi de çözülür. Çünkü tefrikanın ana sebebi asabiyettir. Yani takva dışında herhangi bir şeyi üstünlük ölçüsü olarak almaktır. Mesela grubunu, cemaatini, mezhebini ve meşrebini üstünlük ölçüsü kabul etmektir. Hâlbuki Müslümanlar, denizde buluşabilmek için dağların yamaçlarından akan küçük su arkları gibi, önce renk tonları birbirlerine yakın olanlar bir araya gelerek “cemaat arkları” oluşturmalı, sonra bu birliktelikleri ırmağa dönüştürmeli ve denizde/ ümmette buluşmalıdır. Müslümanlar bir cemaate mensup olurlar fakat cemaatçi olamazlar, olmamalıdırlar. Cemaat, İslam’ı hayata hâkim kılmada bir araçtır, amaç değil. Biz, insanları bu araçla İslam’a çağırırız. İşte bizler İslamî bir hizmette yer alırken, inhisarcı ve bencil bir tavır sergileyemeyiz. Diğerkam ve paylaşımcı olmak zorundayız. “Her şeyin iyisini biz yaparız” veya “Bu işte biz olur-
8
sak ancak sağlıklı sonuç elde ederiz.” Ya da “Ancak bizim cemaatimizin hizmetleri hak ve doğrudur, bizim dışımızdakiler yanlış yoldadır, bizim en kötümüz, sizin en iyinizden iyidir.” gibi bencil tavırlar ve inhisarcı anlayışlar, hem kendi içimizde hem de diğer İslami hizmetlerdeki Müslüman kardeşlerimizle ilişkilerimizde soğuk rüzgârlar estirir.
İslam Asla Sahipsiz Kalmayacaktır Kendilerini “vazgeçilmez” zannedenler ve onlar olmadan işlerin yere kapanacağını sananlar unutmasınlar ki, İslam davası kişilere ve gruplara endeksli değildir. Rasulullah aleyhisselam, ahirete irtihal edince nasıl bu dava sahipsiz kalmamışsa, bugün de kalmayacaktır, yarın da. Bütün bu anlayışlar, Kitap ve Sünnet’teki ümmetin vahdeti ile ilgili buyrukları içimize sindirip bilinç haline getirerek hayata yansıtamadığımızdan kaynaklanmaktadır. Kitap ve Sünnet’in eğitim tezgâhından geçmiş olanlar her hizmet grubunun, ümmetin kendisi değil, bir parçası olduğunu iyi bilirler. Dolayısıyla kendini ümmet bütününün bir parçası gören hizmet grupları, kardeş gruplara karşı bencil ve inhisarcı bir tutum sergileyemezler. Onlar yine bilir ki, tevhid; itikadî bütünlüğün karşılığı iken, şirk; itikadî parçalanmışlığın adıdır. Vahdet de, toplumsal bütünlüğü ifade ederken, tefrika da sosyal parçalanmışlığın ismidir. Yani tevhidi parçalarsanız itikadî şirke girersiniz, ümmetin vahdetini parçalarsanız, tefrika dediğimiz sosyal şirke düşersiniz. Tefrika, kin ve düşmanlık temeline dayanan ayrışmadır. Farklı yolları kullanarak hizmet üretmek ise, hayırda yarışmaktır, tefrika ile ilişkisi yoktur. Bu sınırı iyi muhafaza etmek gerekir.
Her Rengin Kendine Ait Özellikleri Vardır İslam’ın genel çerçevesi içinde kalmak kayıt Aralık 2014 / 317
ve şartıyla, hizmetlerdeki bu farklılık gayet doğaldır. Bunlar renk tonu farklılıklarıdır. Her rengin kendine özgü güzellikleri vardır. Bize düşen bu güzelliklere gölge düşürecek enaniyet/ bencillik ve haset yarışı içine girmemektir. İslamî vahdet, herkesin aynı cemaat çatısı altında bir araya gelme zorunluluğu demek değildir. İnsanları tek tipleştirmek, Yüce Allah’ın yarattığı farklılıklar dünyasında, insan fıtratına taşıyamayacağı yükü yüklemek olur. Kur’an-ı Kerim’de, Allah’a giden yolların farklı olabileceği şöyle ifade buyrulur: “Bizim uğrumuzda cihad edenleri elbette kendi yollarımıza eriştireceğiz. Hiç şüphe yok ki Allah, iyi davrananlarla beraberdir.”12 Ayette “yolumuza” demiyor, “yollarımıza” diyor. Bu ifade de gösteriyor ki, Allah’a giden meşru birçok yol vardır. Bu yollardan kendi ruhuna uygun olan bir yolu seçenler, başka kulvarları kullananlara tepeden bakamazlar, hased ve kin duyamazlar, inhisarcı bir tavır sergileyemezler. İşte Kitap ve Sünnet kaynaklı bu gerçekleri, eğitim programlarımıza alarak yeni nesiller yetiştirirsek, ümmetin vahdetini yeniden inşa edeceğimizden kuşkumuz olmasın. Dipnot: 1-Müslim, Fiten 5, Hadis no: 2890; Tirmizi, Fiten 14, Hadis no: 2175. 2-Yusuf el-Karadâvî, İhtilaflar Karşısında İslamî Tavır, s. 58 3-Âl-i İmran:103. 4 Âl-i İmran:105 5-Rum:31-32 6-Enfal:46 7-Saf:4 8-Mü’minûn:52 9-Müslim, Birr, 58; Tirmizi, Hudut, 3 10-Müslim, İman, 71 11-Müslim, Birr, 28 12-Ankebut, 29/69
9
KAPAK
YİTİK ÜMMET Zulme, zulmete, zillete, zorbalığa razı olmayacak, bunları izole edecek bir kardeşlik ruhu lazım… Zedelenen aidiyet bilincini, aşınan mensubiyet şuurunu, yitirilen mücadele azmini yeniden kuşanmak durumundayız. Şahit olma şuuru ile güçlü ve güzel şahsiyetler olabilirsek ümmetin dirilişi ve dönüşü gecikmeyecektir. Farklılıkları ayrılığa dönüştürmeden, bir zenginlik görerek geleceğe daha emin adımlarla yürüyebiliriz.
Ramazan Kayan
İ
kapak@ilkadimdergisi.net
nsanlık tarihinin kadim geleneğinde, tarihin akışını belirleyen hep Hak-Batıl mücadelesi olmuştur. İki kutuplu bir dünyanın batıl kısmını; küfür milleti temsil ediyor. Hakkı ise İslam ümmeti taşıyor.
Ümmetin tanımına baktığımızda içi boş, kuru bir iddia olmanın ötesinde, evrensel boyutlarda bir sorumluluk, yaratılış amacına uygun bir yükümlülük olduğunu göreceğiz. Ümmet salt bir isimlendirmeden öte “Allah’ın adı” ile yola çıkan gayeli insanların ortak adıdır. Allah’ı birleyenlerin, birlikte yürüme becerisidir. Ümmet, bir ırkın, dilin, toprağın bir araya getirdiği insanlar yığını değil, imanın aynı potada topladığı toplum demektir. Kitabî tarifler ümmeti böyle tanımlarken, 10
pratikte İslam ümmetinin maruz kaldığı hazin tabloyu nasıl izah edeceğiz? Ümmet sınavımızın nice hüzünler, hicranlar, hasarlar içerdiği gözler önünde. Sömürülmüşlük, ezilmişlik, dağılmışlık, duyarsızlık, geri kalmışlık neyin nesidir? Bu ümmetin onuruna ve özgürlüğüne ne oldu? Tarihi misyonuna ve duruşuna niçin dönemiyor? Ümmetin bu hali aslında bir sonuçtur… Bu sonuçla bizi karşı karşıya bırakan nedenlere bakmak lazım gelir. Ümmetin bu sefalet ve esareti hangi ihmallerin, hangi günahların sonucudur? Böylesi bir musibete düşer olmamızın arka planındaki sebeplerini öncelikle kendimize sormamız gerekmez mi? “Başınıza gelen her musibet kendi ellerinizle işlediklerinizden dolayıdır. …” (Şura, 30)
Ümmete Sirayet Eden Hastalık: Niza Eller kirlendiyse o ümmetin kalitesi ve kuvveti gidiverir. Ümmete sirayet eden niza marazı değil midir, heybetimizi söndüren, devletimizi bitiren? “Allah’a ve Rasulü’ne itaat ediniz. Birbirinizle çekişmeyin. Sonra gevşersiniz. Gücünüz, devletiniz elden gider. Sabırlı olun. Çünkü Allah sabredenlerle beraberdir.” (Enfal, 46) Ümmetin enerjisi çekişmelerde heba olunca; erime ve çözülme kaçınılmaz oldu. Dünya metaı, müteal nimetlere öncelenince de ümmet mecrasından çıktı, süfli maceralara savruldu. Peygamber’in -sallallahu aleyhi ve sellemdilinden bu gerçeği tüm netliği ile görebiliyoruz. Düşmanların karşısında çer-çöp misali ümmetin tükenmişliğinin sebebi olarak ‘vehen’e dikkat çekiyor. Vehen nedir? Dünyayı sevmemiz, ölümden korkmamız. (Ebu Davud) İşte ümmetin belini kıran bela; dünyevileşmek… Bunun sonucu olarak da duyarsızlaşmak ve değersizleşmek… Acziyet, esaret, zillet, sefalet, çile, kahır bundan sonra başlıyor. Ve bunu kader bilme yanılgısı… İnilti, kan, işgal, sömürü yani her türlü vahşet ve vahametin kanıksanmasıdır. Peki, bu olayı tetikleyen sebepler nelerdir? Tefrika, taassup, taklit, tahammülsüzlük, teferruata boğulmak ve taviz üstüne tavizler… Ayrıca usulcü, millici, milliyetçi, vatancı, mezhepçi, cemaatçi, hizipçi, bölgeci algılar… Mezheplerini dinleştirenler, yorumlarını mutlaklaştıranlar, zanlarını kesin doğru sananların savları ümmeti yaralıyor. Aşırı tekfirci, tedhişçi, tevilci, takiyyeci, tedbirci tutumlar ümmetin tutarlılık ve karanlılığına zarar veriyor. Öndersizlik, örneksizlik, ölçüsüzlük, örgütsüzlük ümmetin hızını kesiyor.
Aralık 2014 / 317
İşte ümmetin belini kıran bela; dünyevileşmek… Bunun sonucu olarak da duyarsızlaşmak ve değersizleşmek… Acziyet, esaret, zillet, sefalet, çile, kahır bundan sonra başlıyor. Ve bunu kader bilme yanılgısı… İnilti, kan, işgal, sömürü yani her türlü vahşet ve vahametin kanıksanmasıdır. Sistematik Nedir?
Kuşatmanın
Amacı
Ufuksuzluk, umutsuzluk, uyumsuzluk, usulsüzlük, umursamazlıklar ümmetin ümitlerini söndürüyor. Ayrıca üretilmiş korkular, karamsarlıklar, kafa karışıklıkları, kasvetler ve kararsızlıklar zamanın aleyhte işlemesine neden oluyor.
11
Doğrusu fikrî ihtilaflardan daha çok ahlakî zaaflar belimizi kırıyor, boynumuzu büküyor… Bireyselleşme, bencilleşme, dünyevileşme başını aldı gidiyor. Entelektüel kısırlık, fikrî donukluk, siyasi kamplaşmalar, kişisel ve grupsal çıkarcılık doğan fırsatları tüketiyor. En önemlisi ulemanın acziyeti, ümmetin duyarsızlığı durumu içinden çıkılmaz bir hale dönüştürüyor. Bu kadar haset, husumet, nefret, gıybet, öfke… Bu ümmet nasıl iflah olur? Ve de ümmete yönelik küresel şer güçlerin sürdürdüğü askerî, siyasi, ekonomik ve kültürel kuşatma kolumuzu, kanadımızı kırıyor. Bu sistematik kuşatmanın amacı nedir? Ümmeti hafızasızlaştırmak, iradesizleştirmek, itibarsızlaştırmak ve iktidarsızlaştırmak! İşte ümmete yönelik operasyonların arka planı…
Canlı Cenaze Sendromu Evet, dünya istikbarının ümmeti imha planı; İslam’ı terörize etmek, olmadı karikatürize etmek, daha da olmadı atomize etmek! Yani ılımlaştırılan ya da marjinalize edilen bir İslami algısı… Ve ümmetin en ciddi açmazı, Malik b. Nebi’nin tespiti ile sömürülmeye hazır ruh hali. Ezilmişliği, geri kalmışlığı kader bilme yanılgısı… Özgüveni kaybetme psikozu… Canlı cenaze sendromu… Ümmetin başına musallat olan işbirlikçi ihanet rejimleri ile hesaplaşma iradesini ortaya koymama acziyeti… Daha da beteri ümmetin bu parçalanmışlık ve perişanlığını normal görme çelişkisi… Aliya İzzetbegoviç’in uyarısı ile diyoruz ki; “Herhangi bir sebep veya dürtüden dolayı şimdiki parçalanmışlığı savunan kimseler pratikte düşman tarafındadırlar.” Tüm olumsuz12
luklara rağmen, bu zorlu sınavı verebilmenin imkânlarına hala sahibiz. Ama öncelikle bir zihin inşası gerekiyor. Vahiyle netleşen bir idrak, vahiyle beslenen bir yürek lazım. Bulanık zihinlerle yaralı bilinçlerle yol alınmıyor. Işığını vahiyden alan ortak aklın işlevsel olması gerekiyor. Bu yükün altından kalkacak ortak bir iradenin tecelli etmesi kaçınılmaz oluyor. Bu iradenin adresi ise evrensel İslam kardeşliğidir. Nötr bir kardeşlik değil, aksiyon yüklü, nitelikli bir kardeşlik…
Güçlü ve Bilinçli Olursak Diriliriz Zulme, zulmete, zillete, zorbalığa razı olmayacak, bunları izole edecek bir kardeşlik ruhu lazım… Zedelenen aidiyet bilincini, aşınan mensubiyet şuurunu, yitirilen mücadele azmini yeniden kuşanmak durumundayız. Şahit olma şuuru ile güçlü ve güzel şahsiyetler olabilirsek ümmetin dirilişi ve dönüşü gecikmeyecektir. Farklılıkları ayrılığa dönüştürmeden, bir zenginlik görerek geleceğe daha emin adımlarla yürüyebiliriz. Evet, bu ümmetin yeni bir dile ve yeni bir rüzgâra ihtiyacı var. Ama hepsinden önemlisi bidat ve hurafelerden arındırılmış sahih bir din anlayışında karar kılmak gerekiyor. Bu zorlu sınavı ancak takva gömleğini giyerek sürdürebiliriz. İslam, ateşten bir gömlek de olsa giymekten imtina etmemek kaydıyla yol alabiliriz. Ümmetin onuru ve özgürlüğü bir hak ediştir. “Bir toplum kendinde olanı değiştirmedikçe Allah onları değiştirmez.” (Rad, 11) Bu değişimin öznesi olmak, nesnesi değil! Hak ve adalet üzere bir ümmet, tüm beşeriyetin beklentisi ve umudu. Vasat ümmet, şahitliğini sürdürmek zorundadır.
KAPAK
KÜRESEL DEVLET
KÜRESEL ÜMMET Hıristiyan Batı’nın kendi insanı da dâhil olmak üzere bütün insanlık siyasi, ekonomik, toplumsal olarak aynı küresel zulme maruz kalmaktadır. Meselemiz küresel boyutta bir meseledir. Çözümü de küresel boyutta aramak zorundayız. Bu bataklıktan bireyler, fırkalar, kabileler olarak kurtulmamız mümkün değildir.
Ömer Faruk Balyimez kapak@ilkadimdergisi.net
D
evlet, Hıristiyan Batı medeniyetlerinde gücü simgelemekte ve insan toplulukları üzerinde zor kullanma yetkisine sahip meşru güç olarak kabul edilmektedir. Devlet, geçim kaynakları, coğrafya, nüfus, din, ırk, kültür vb. yaşama şekline göre çok çeşitli şekillerle karşımıza çıkmaktadır. İnsanlığın ilk yıllarında küçük yerleşim birimlerinde şehir devleti yeterli olurken, zamanla, ticaret ve güvenlik ihtiyacı önce bölgesel
Aralık 2014 / 317
devleti sonra da imparatorlukları ortaya çıkardı. İslam karşısında ilmî, ekonomik ve askerî olarak mağlup olan Hıristiyan Avrupa’da kilisenin sorgulanmasıyla başlayan Rönesans ve reform hareketleri dinî ve örfî değerleri zayıflatınca Ulus Devlet denen kavim tabanlı bir devletler sistemi ortaya çıktı. Osmanlı Devleti önderliğinde oluşturulan küresel İslam Medeniyeti’nin yıkılmasıyla yeryüzünde büyük bir otorite boşluğu oluştu. Bu boşluğu Avrupalı ulus devletlerin her biri tek 13
başına doldurabilmek için birbirleriyle kıyasıya bir mücadeleye başladı. 19. yüzyılda Almanya, Rusya ve Amerika, Avrupa’nın küresel sömürge pastasına ortak olmak isteyince dünya iki küresel savaşı peş peşe yaşadı.
Osmanlı Sonrası Batıl’ın Küresel Ağı: BM
Hiçbir ulus devletin Osmanlı’nın bıraktığı küresel boşluğu tek başına dolduramayacağı anlaşılınca Hıristiyan Batı devletleri Birleşmiş Milletler adı altında küresel bir devlet düzeni kurdu. Bu küresel devlet, ulaşım ve iletişim teknolojilerindeki gelişmeleri çok ustaca kullanarak tüm dünyayı siyasi, askerî, iktisadi ve kültürel bir bürokrasi ağı ile örmüştür.
14
Hiçbir ulus devletin Osmanlı’nın bıraktığı küresel boşluğu tek başına dolduramayacağı anlaşılınca Hıristiyan Batı devletleri Birleşmiş Milletler adı altında küresel bir devlet düzeni kurdu. Bu küresel devlet, ulaşım ve iletişim teknolojilerindeki gelişmeleri çok ustaca kullanarak tüm dünyayı siyasi, askerî, iktisadi ve kültürel bir bürokrasi ağı ile örmüştür. IMF ve Dünya Bankası, küresel Merkez Bankası görevini görmekte, BM Dünya Parlamentosu olarak tüm dünyanın uyması zorunlu olan yasaları yapmakta, NATO dünyanın jandarmalığını yapmakta, çok uluslu anonim şirketler dünya ticaretini kontrol altında tutmakta, sinema, TV, internet, vb. küresel medya insanlığı küresel sistemin gönüllü köleleri olarak eğitmekte, uluslararası mahkemelerde küresel sisteme karşı gelenler suçlu ilan edilip cezalandırılmaktadır. Bugün yaşadığımız fesat ve zulümler, bu küresel devletin kurumları aracılığıyla demokrasi, özgürlük, insan hakları adı altında gündelik hayatımızın doğal birer parçası olarak kabul görmüş durumdadır. Max Weber, toplumsal disiplini “kitlelerin kazanılmış alışkanlıklar sonucu, anında ve kendiliğinden kalıplaşmış bir şekilde itaati” olarak tanımlamaktadır. Dünya, barış ve güvenlik karşılığında özgürlüklerimizden vazgeçmeye zorlandığımız küresel bir hapishaneye dönüşmekte.
Küresel Devlete Karşı Gelmek: Terörizm “Günümüzde artık sınır sorunu ortaya atılmıyor. Devletin halka anlaşma olarak önerdiği şey ‘Güvence altında olacaksınız.’ Belirsizlik, kaza, zarar, risk olabilecek her şeye karşı güvence. Hasta mısınız? Sosyal güvenliğiniz var! İşiniz mi yok? İşsizlik ödeneğiniz var! Su baskını mı var? Bir dayanışma fonu kurulur? Suça eğilimliler mi var? Size onların ıslah edileceği ve sağlam bir polisiye gözetim güvencesi verilir.” (Foucault, 2005: 283) İnsanlık üzerindeki bu küresel disiplini kabul etmeyip özgürlüğünü talep edenler küresel devletin yasalarına karşı gelmiş teröristler olarak cezalandırılmaktadır. Yeryüzünde insanlığın susadığı adaleti tekrar tesis edebilecek tek küresel alternatifin İslam olduğunu zalimler mazlumlardan daha iyi bilmektedir. Bu yüzden Huntington, Batı ve İslam’ı uzun dönemli jeopolitik çatışma içinde olan iki zıt “uygarlık” olarak görmektedir. Amerikalılar, Irak modelini Ortadoğu’nun ve İslam’ın “ehlileşmesi” için bir başlangıç olarak görmektedir. Irak’taki demokrasi modeli tutarsa İslam küreselleşme için de alternatif bir model olmaktan çıkacaktır. (Keyder, 2004) İçinde bulunduğumuz süreçte geliştirilen İslam analizleri; Müslüman ülkelerdeki toplumsal talepleri, özgürlük, insan hakları ve demokrasiyi, Washington ve Londra’nın geliştirdiği yeni İslam dünyası perspektifine göre yeniden tanımlama amacına yöneliktir. (Sait Yılmaz, 2010) Genişletilmiş Orta Doğu Projesi, ABD’nin dünyayı yeniden şekillendirmesi için bir müdahale konsepti olarak algılanmaktadır. ABD’nin çıkarlarına uygun olmayan ülkelerin gücü sınırlandırılırken, dünyayı neo-liberal pazar olarak
Aralık 2014 / 317
kavrayan anlayış bu pazara güvenlik(!) sağlayacaktır. (Yıldız, 2004: 69)
İslam’da Hüküm ve Devlet İslam’ın devlet tanımını Muhammed Hamidullah, “İlahî otoritenin yeryüzündeki vekâleti” olarak yapmaktadır. Nitekim Bakara Suresi’nin 30. ayetinde “Hani Rabbin meleklere ‘Muhakkak ben yeryüzünde bir halife yaratacağım.’ demişti.” buyrularak insanın yeryüzündeki varlık sebebi açıklanmıştır. “Ey Davut, biz seni yeryüzünde bir halife yaptık. O halde insanlar arasında hakla hükmet. Heva ve hevesine tabi olma ki bu seni Allah yolundan sapıtır.” (Sad, 26) ayeti de insana vekâleten verilen bu yetkinin sınırlarını ve nasıl kullanılacağını açıkça belirtmektedir. El Melik ismi, yeryüzünün asıl ve mutlak hâkiminin Allah olduğunu vurgulamaktadır. “Hak melik olan Allah pek yücedir, O’ndan başka İlah yoktur; Kerim olan Arş’ın Rabbidir.” (Mü’minun, 116) Kur’an’da devlet ibaresinin geçtiği tek ayet, Haşr Suresi’nin 7. ayetidir: “Allah’ın, (fethedilen) memleketlerin ahalisinden savaşılmaksızın peygamberine kazandırdığı mallar; Allah’a, peygambere, onun yakınlarına, yetimlere, yoksullara ve yolda kalmışlara aittir. O mallar, içinizden yalnız zenginler arasında dolaşan bir devlet haline gelmesin. Peygamber size ne verdiyse onu alın, neyi de size yasak ettiyse ondan vazgeçin. Allah’a karşı gelmekten sakının. Şüphesiz, Allah’ın azabı çetindir.”
Servet Azınlıkta Toplanırsa Bu ayet, servetin küçük bir grubun elinde toplanması neticesinde onların yasaları değiştirebilecek bir güç haline geleceğini ve gücünü
15
ğiştirmeyin; Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler, işte onlar kâfirlerdir.” (Maide, 44)
Yeryüzünde insanlığın susadığı adaleti tekrar tesis edebilecek tek küresel alternatifin İslam olduğunu zalimler mazlumlardan daha iyi bilmektedir. Bu yüzden Huntington, Batı ve İslam’ı uzun dönemli jeopolitik çatışma içinde olan iki zıt “uygarlık” olarak görmektedir. devam ettirmek için yeryüzünde adaletin yerine kendi batıl düzenlerini hâkim kılacağı konusunda bizi uyarmaktadır. Aslında Batıl devlet sistemlerindeki kuvvet vurgusunun aksine Allah, güç yerine adaleti esas almakta ve devlet yerine hüküm kavramını kullanmaktadır. “Doğrusu biz yol gösterici ve nurlandırıcı olarak Tevrat’ı indirdik. Kendisini Allah’a teslim etmiş Peygamberler, Yahudilere onunla hükmederlerdi. Âlimler ve fakihler de Allah’ın kitabını hıfza memur oldukları için yine hükümlerini onunla verirlerdi. Hepsi de Tevrat’a şahittiler. İnsanlardan korkmayın, benden korkun, ayetlerimi hiç bir değerle de-
16
Allah Teâlâ, İslam ümmetinin içinde bulunduğu bu zulümlerin sebebinin ne olduğunu Enfal Suresi’nin 46. ayetinde: “Allah’a ve peygamberlerine itaat edin, birbirinizle çekişmeyin; sonra içinize korku düşer ve hükmünüz (devletiniz) elden gider.” buyurarak en güzel bir şekilde açıklamaktadır.
İyiler Yeryüzüne Mirasçıdır Müslümanların tekrar izzet ve şeref sahibi olmalarının ve yeryüzünde adaletin tekrar tesis edilmesinin yolu Kur’an’ı Kerim’de şöyle açıklanmaktadır: “Allah sizden iman edip güzel işler yapanlara, kendilerinden öncekileri yaptığı gibi onları da muhakkak yeryüzünün hükümranları yapacağına, onlara kendileri için hoş gördüğü dinlerini kuvvetle icra etme gücü vereceğine, kesinlikle onları korkularının arkasından güvenceye erdireceğine dair, yeminle söz verdi. Onlar, hakkımda hiçbir şeyi ortak koşmayarak yalnızca bana ibadet edeceklerdir. Artık bundan sonra kim nankörlük ederse, onlar fasıkların ta kendileridir.” (Nur, 55) Hıristiyan Batı’nın kendi insanı da dâhil olmak üzere bütün insanlık siyasi, ekonomik, toplumsal olarak aynı küresel zulme maruz kalmaktadır. Meselemiz küresel boyutta bir meseledir. Çözümü de küresel boyutta aramak zorundayız. Bu bataklıktan bireyler, fırkalar, kabileler olarak kurtulmamız mümkün değildir. İnsanlar olarak, insanlarla, doğayla, ekonomiyle olan ilişkilerimizde Allah’ın hükümlerini önce kendi kalplerimizde sonra da yeryüzünde hâkim kılmak öncelikli ve aslî vazifemizdir. Allah azze ve celle bizi bu bilinçle gayret ve cihad eden salih kullarından eylesin.
KAPAK
KELER DELİĞİNDE
NE İŞİMİZ VAR? İnsanlık tarihi Hakka tabi olanlarla batıla uyup şeytan ile birlikte hareket edenlerin mücadelesi ile doludur. Bu durum Rabbimizin dilemesi ve izni ile gerçekleşmiş ve gerçekleşmektedir. İki kutuplu dünyanın batıl kısmını küfür milleti, Hakkı ise başından beri İslam ümmeti temsil etti.
Metin Başbuğ kapak@ilkadimdergisi.net
R
abbimize hamd, Elçisine salât ve selam olsun. Allah’ın Elçisi şöyle buyurmuştur; “Eğer siz hiç günah işlemeseydiniz, Allah sizin yerinize, günah işleyecek (fakat tevbeleri sebebiyle) mağfiret edeceği kimseler yaratırdı.” (Müslim, Tirmizi)
ca” kararlaştırılmış bir vakte kadar kalmak üzere nesilleriyle birlikte ve “bir kısmı bir kısmına düşman olarak” yeryüzünde ikamete mecbur edildiler. Böylece yeryüzü ‘HALİFE’ ile birlikte ‘İHTİLAF’ ve Rabbe ve O’na itaat edenlere MUHALEFET’le de tanıştı.
Rabbimiz “Yeryüzünde bir halife var edeceğim.” dediğinde melekler, kendileri layığı ile Rabbi yüceltip takdis ederken neden ‘günah işleme özgürlüğüne sahip bir varlık’ yaratılacağını sordular. O da “Bu sizin değil benim bileceğim bir iştir.” buyurdu.
İnsanlık tarihi Hakka tabi olanlarla batıla uyup şeytan ile birlikte hareket edenlerin mücadelesi ile doludur. Bu durum Rabbimizin dilemesi ve izni ile gerçekleşmiş ve gerçekleşmektedir. İki kutuplu dünyanın batıl kısmını küfür milleti, Hakkı ise başından beri İslam ümmeti temsil etti.
Adem ve Havva, şeytan “ayaklarını kaydırınAralık 2014 / 317
17
Her Nesilde Kullara Ulaştırılan Mesaj
Ümmetin bugünkü olumsuz gidişten kurtulmasının olmazsa olmazı, gerek ve yeter şartı yeniden İki Cihan Güneşi’nin etrafında toplanması, yeniden Ehl-i Sünnet/ Sünnet-i Muhammedî ehli olmasıdır.
Son olarak ümmete âcizane tavsiye: Mademki Kitap Ehlinin adımları “karış karış” takip edilmiş, sonuçta da onların zamanında düştüğü çukura düşülmüştür. O halde Rabbimizin Kur’an’da Ehl-i Kitap hakkında indirdiği ayetlerini tekrardan, KİTAP EHLİ MÜ’MİNLER olarak; dersler çıkarmak, halimize teşhis koymak ve çözüm yollarına ulaşmak için okumalıyız. Eminiz ki o ayetler Yahudi ve Hıristiyanlara olduğu kadar bize de indirilmiştir.
İnsanlık ne zaman haddi aştı, yaratılış gayesi olan Rabbe kulluğu unuttu ise Rahman ve Rahim olan Allah hatırlatıcılar, uyarıcılar gönderdi. “Ey kendilerinin aleyhine olarak haddi aşan kullarım! Allah’ın rahmetinden sakın ümidinizi kesmeyin.” mesajını her nesilde kullarına ulaştırdı. İnsanların, razı olduğu yegâne düzen olan İslam’a uyulmasını, uyanlarla beraber olunmasını murad etti. Ayrıca tüm insanlığın bu düzene tabi olarak dünya ve ahiret saadetine ulaştırılması çabası içinde olunmasını da kendisine tabi olanlara emretti. “Ey inananlar, eğer siz Allah’a (Allah adına İslam’a ve Müslümanlara) yardım ederseniz, O da size yardım eder ve sizin ayaklarınızı sağlamlaştırır.” “İçinizde insanları hayra çağıran, MARUFUN YAPILMASINI SAĞLAYAN ve MÜNKERDEN ALIKOYAN bir cemaat bulunsun. İşte kurtulacak olanlar onlardır.” Emr-i bil maruf, nehy-i anil münker, insanların Allah’ın istediği gibi erkekler ve istediği gibi kadınlar olmasının sağlanması mücadelesidir. Marufun yapılmasını sağlamak ve münkerden alıkoymak İslam ümmetine farz kılınan bir görev ve vazifedir. Ancak bu farz-ı ayn değil, farz-ı kifayedir. Hiç kimse yapmayacak olursa bütün ümmet sorumlu olur.
Ümmetin Birinci Vazifesi: İktidar! Yeryüzünde bu vazifenin icra edilebilmesi için ümmetin iktidar sahibi/ muktedir olması gerektiği açıktır. Dolayısıyla günümüzde ümmetin birinci vazifesi muktedir olmak, yeryüzünde iktidarın Allah’a ait olması için cehd içerisinde bulunmaktır. Rabbimiz
18
-günümüzde
olduğu
gibi-
mü’minlerin güçlerinin kaybolduğu, ilahi davetin ve mesajların peşini bıraktıkları, unuttukları bir dönemde daha önceki bütün kitapları tasdik edici bir zikir/ hatırlatma olarak Efendimiz’i ve Kur’an’ı gönderdi. Bu ikisine sarıldıkları müddetçe sapmayacakları ve saptırmayacakları mesajı ümmete emanet bırakıldı. On beş asırlık süreç bunun doğruluğunun ayrıca bir ispatı olmuştur.
okudu ve sonra şöyle buyurdu:
Maalesef günümüzde kendisini İslam ümmeti diye tanımlayan kitleler değerlendirildiğinde bu iki emanete sahip çıkılamadığı, yeryüzünde marufun yapılmasını sağlamak ve münkerden alıkoymak vazifesinin yerine getirilemez hale geldiği, bunun olumsuz sonuçları ile de ümmetin yüz yüze olduğu açıkça görülmektedir.
Yine Allah Rasulü -aleyhis salatu ves selam’ın şöyle buyurduğu bildirilmiştir:
İbn Mesud’un -Allah kendisinden razı olsunanlattığına göre Rasul-i Ekrem şöyle buyurmuştur: “İsrail oğulları arasında ilk bozgunculuk şöyle başlamıştır; içlerinden biri, günah işleyen diğerine rastlar, ‘Ey kişi, Allah’tan kork, yapmakta olduğun işi bırak, çünkü o iş, sana helal değildir.’ der. Ertesi gün yine o adama aynı halde rastlar. Böyle iken o adamla yiyip içmekten ve onunla düşüp kalkmaktan çekinmezdi. Onlar böyle yapınca Allah Teâlâ bunların kalplerini birbirine benzetti.” Sonra Efendimiz; “Onlar Günahlardan Birbirlerini Vazgeçirmezlerdi” “İsrailoğulları içinde küfredenler, isyanları ve aşırı gitmeleri yüzünden Davud ve Meryem oğlu İsa diliyle lanetlenmişlerdir. Onlar, yaptıkları günahlardan birbirini vazgeçirmeye çalışmazlardı. Bu ne çirkin bir şeydi. Bunlardan birçoğunun, kâfirleri dost tuttuklarını görürsün. Onların nefisleri kendilerini ne fena şeye, Allah’ın gazabına götürdü. Onlar azapta temelli kalacaklardır. Bunlar Allah’a, peygambere ve ona gönderilen kitaba inanmış olsaydılar kâfirleri dost etmezlerdi; fakat onların çoğu fasıktırlar.” mealindeki ayeti Aralık 2014 / 317
“Hayır, ya iyiliği emredip kötülükten alıkoyar, zalimi zulmetmekten men eder, onu hakka çevirir ve hak üzerinde durdurursunuz yahut Allah Teâlâ kalplerinizi birbirine benzetir; sonra sizi de İsrailoğullarını lanetlediği gibi lanetler.” (Sünen-i Ebu Davud) Hadis-i şerif üzerine ilave konuşmak ve yazmak gereği olmasa gerektir.
“Şüphesiz ki sizler, kendinizden önce gelen milletlerin yoluna karışı karışına, arşını arşınına muhakkak uyacaksınız. O kadar ki şayet onlar bir KELERİN DELİĞİNE GİRSELER siz de muhakkak onların arkasından gideceksiniz.” Sahabe “Ey Allah’ın Rasulü! Bunlar Yahudilerle Hıristiyanlar mıdır?” diye sordu. Allah Rasulü “Başka kim olacak.” buyurdu. (Sahih-i Müslim, 4822) Rabbimiz, Efendimiz’e tabi olan mü’minler için “Sizler insanlar içinden seçilmiş hayırlı bir ümmetsiniz. İyiliği/ marufu emreder, münkerden/ kötülükten alıkorsunuz; zira sizler Allah’a inanırsınız. NE OLAYDI EHL-İ KİTAP DA ALLAH’A SİZİN GİBİ İNANMIŞ OLSALARDI!” (Âl-i İmran, 110) buyurmuştur.
Olumsuz Gidişten Kurtulmanın Şartı Ümmetin bugünkü olumsuz gidişten kurtulmasının olmazsa olmazı, gerek ve yeter şartı yeniden İki Cihan Güneşi’nin etrafında toplanması, yeniden Ehl-i Sünnet/ Sünnet-i Muhammedî ehli olmasıdır. Son olarak ümmete âcizane tavsiye: Mademki Kitap Ehlinin adımları “karış karış” takip edilmiş, sonuçta da onların zamanında düştüğü çukura düşülmüştür. O halde Rabbimizin Kur’an’da Ehl-i Kitap hakkında indirdiği ayetlerini tekrardan, KİTAP EHLİ MÜ’MİNLER olarak; dersler çıkarmak, halimize teşhis koymak ve
19
çözüm yollarına ulaşmak için okumalıyız. Eminiz ki o ayetler Yahudi ve Hıristiyanlara olduğu kadar bize de indirilmiştir. İşte Ehli Kitab’a (BİZE) hitap eden bazı ayetlerin mealleri (Âl-i İmran Suresi’nden): 100- Ey mü’minler, eğer kendilerine kitap verilenlerden herhangi bir gruba uyarsanız, sizi imanınızdan sonra tekrar küfre döndürürler. 101- Size Allah’ın ayetleri okunup dururken ve Allah’ın Rasulü de aranızda iken dönüp nasıl inkâr edersiniz? Kim Allah’a sımsıkı bağlanırsa, kesinlikle o, doğru yola iletilmiştir. 110- Siz, insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten men eder ve Allah’a iman edersiniz. Kitap ehli de inansalardı elbette kendileri için hayırlı olurdu. Onlardan iman edenler de var. Ama pek çoğu fasık kimselerdir.
En Güzel Akıbet Takva Sahiplerinindir
21- Allah’ın ayetlerini inkâr edenler, Peygamberleri haksız yere öldürenler, insanlardan adaleti emredenleri öldürenler var ya, onları elem dolu bir azap ile müjdele. (Not: Ümmetin içinden Peygamberi uzaklaştırmaya çalışanlar, yok etmeye çalışanlar, “Kitap bize yeter.” diyenler var mı?)
Rasul’ün Etrafında Toplananlardan Olmak 22- Onlar, amelleri dünyada da, ahirette de boşa gitmiş kimselerdir. Onların hiç yardımcıları da yoktur.
113- Onların (kitap ehlinin) hepsi bir değildir. Kitap ehli içinde, gece saatlerinde ayakta duran, secdeye kapanarak Allah’ın ayetlerini okuyan bir topluluk da vardır.
23- Kendilerine Kitap’tan bir pay verilenleri görmüyor musun ki, aralarında hüküm vermesi için Allah’ın Kitabı’na çağrılıyorlar da sonra içlerinden bir kısmı yüz çevirerek dönüp gidiyor.
114- Onlar, Allah’a ve ahiret gününe inanırlar. İyiliği emrederler. Kötülükten men ederler, hayır işlerinde birbirleriyle yarışırlar. İşte onlar salihlerdendir.
24- Bunun sebebi, onların “Bize, ateş sadece sayılı günlerde dokunacaktır.” demeleridir. Uydura geldikleri şeyler dinleri konusunda kendilerini aldatmıştır. (Not: Hasbelkader Müslüman toplulukların içerisinde doğan ve kimliğinde Müslüman yazan birçok kişi de böyle inanmıyor mu?)
115- Onlar ne hayır işlerlerse karşılıksız bırakılmayacaklardır. Allah, kendisine karşı gelmekten sakınanları bilir. 19- Şüphesiz Allah katında din İslam’dır. Kitap verilmiş olanlar, kendilerine ilim geldikten sonra sırf, aralarındaki ihtiras ve aşırılık yüzünden ayrılığa düştüler. Kim Allah’ın ayetlerini inkâr ederse, bilsin ki Allah hesabı çok çabuk görendir. (Not: Kim tarif ediliyor?)
20
20- Seninle tartışmaya girişirlerse, de ki: “Ben, bana uyanlarla birlikte kendi özümü Allah’a teslim ettim.” Kendilerine kitap verilenlere ve ümmîlere de ki: “Siz de İslam’ı kabul ettiniz mi?” Eğer İslam’a girerlerse hidayete ermiş olurlar. Yok, eğer yüz çevirirlerse sana düşen şey ancak tebliğ etmektir. Allah kullarını hakkıyla görendir.
25- Bakalım, kendilerini o geleceğinde hiç şüphe olmayan gün için bir araya topladığımız ve hiç kimseye haksızlık edilmeden herkese kazandığı tamamen ödendiği vakit, halleri nice olacaktır. Rabbimiz, hem bu dünyada hem de gerçek hayatta Rasulü’nün etrafında toplananlardan eylesin.
KAPAK
Ali Allavi Kavi Kallavi Allah Teâlâ kavimleri kıtalar üzerinde adına kader denilen bir rüzgâr ile saçıp savurmuştur. Kabileler ve şubeleri birbirleriyle tanışsınlar diye farklı özellikler ve güzelliklerde yaratmıştır. Kabiliyetleri, meslek ve meşrepleri farklı olabilir, ancak insanlık bütün beşeriyetin ortak sıfatıdır.
Hamdi Öz kapak@ilkadimdergisi.net
K
avim; aralarında adet, dil ve kültür ortaklığı bulunan, soy ve boy/sop bakımından birbirine bağlı insan topluluğudur. Ulus; millet, kamu; halk, ırk; damar, asabiyet; sinirdir.
Kavim kelimesi ile kaim, kıyamet, kıyam, makam, mukim, kayyum, takvim ve müstakim kelimeleri aynı kökün dallarıdır. Ka-ve-me fiili nakıstır. Sebebi, fiilin ortasında bulunan illet harfi vav’dır. Sosyetenin vaaav’ına benzer.
Kur’an mutlak manada bir tarih kitabı değildir; ancak onlarca surede ve yüzlerce ayette mazide yaşanan olaylar ve kıssalar birer darb-ı mesel olarak anlatılmıştır. Amaç; ibret alınsın, tecrübe edilsin.
Edebiyat dalında kalem oynatanlar hurufî değildir, lakin harflerle oynamayı severler. Tıpkı musiki ehlinin notalarla oynayıp besteyi güfteye çevirdikleri gibi. Çala oynaya adamı bir havaya sokarlar yani.
Aralık 2014 / 317
21
Dünyayı Parselleyen Kadastro Mühendisleri Şimdi bak evlat! IŞİD! Kulak ver, dinle. Oku helal, doku helal de niye BOKO HARAM? Madem her türlü medeniyet ve kültür’ü itina ile yıkma ve yakmanın bir KAİDE’si var da; firma neden limited?
Madem Arafat’ta Adem, Cudi dağında Nuh, Babil Kulesi’nde Süleyman var da Mescid-i Aksa’da Keşiş-i Yehuda ne gezer? Kadastro mühendisleri oh ne ala muallâ çizip parsellemişler dünyayı; Asya, Avrupa, Afrika vs. diye de ABD niye keşfedilmiş, bu G-20’ler, G-7’ler ve 5+1’ler niye var? Bunca çadır devleti ve muz cumhuriyetleri nasıl türedi?
22
Madem münafık tünele benzer; iki ucu aydınlık ve ortası karanlık da Müslüman niçin dosdoğru yol varken tünele girer? Madem zaman izafi, mekan mecazi de zübde-i âlem, Benî Adem niye maveradan maceraya SELEFİYE akar gider? Madem Arafat’ta Adem, Cudi dağında Nuh, Babil Kulesi’nde Süleyman var da Mescid-i Aksa’da Keşiş-i Yehuda ne gezer? Kadastro mühendisleri oh ne ala muallâ çizip parsellemişler dünyayı; Asya, Avrupa, Afrika vs. diye de ABD niye keşfedilmiş, bu G-20’ler, G-7’ler ve 5+1’ler niye var? Bunca çadır devleti ve muz cumhuriyetleri nasıl türedi? Dünyaya sığmayan uzaya dalsın. Bak dostum! Dünyayı babalarının tapulu malı zanneden zinde güçler, zulüm ve işkencelerinin nihai olacağını zannediyorlar. Hâlbuki bu ihtiyar dünya nice ceberut zalimlerin fosilleri ile doludur. Bunca antik şehir, yedi harika ve harabeler neyin nesidir? Ebu Cehil’in evi, makamı ve nedvesi umumi helâ olmuştur. Mezarına köpekler işesin. Çağdaş Firavunların ve Ümmet-i Muhammed’i
topyekûn ateşe atan Nemrudların sonu da aynı olacaktır. Kural değişmez; kitab-ı ebrar rahmetle, kitab-ı füccar nefretle anılacaktır.
Irkçılık Yapan Dedesinin… Yesin Bak arkadaş! Allah Teâlâ kavimleri kıtalar üzerinde adına kader denilen bir rüzgâr ile saçıp savurmuştur. Kabileler ve şubeleri birbirleriyle tanışsınlar diye farklı özellikler ve güzelliklerde yaratmıştır. Kabiliyetleri, meslek ve meşrepleri farklı olabilir, ancak insanlık bütün beşeriyetin ortak sıfatıdır. İsimler ve cisimler, ırklar ve renkler farklı olabilir, ancak Müslümanlık bütün ümmet-i Muhammed’in ortak unvanıdır. Kimliğin altı da üstü de aynıdır: İnsan ve İslam. Kremalı da cipsli de olsa kimlik kimliktir. Ümmet-i Muhammed fitne uykudadır diyor amma kendisi artık uyanmalıdır. Bak kardeşim! Kavmiyetçilik/ırkçılık yapan bırak dedesinin ..kerini yesin. Ümmetin birliği için kavmiyet ve asabiyetin önüne geçmelisin. Yıkılan Berlin duvarlarının halapaları ile İslam ülkeleri ve milletleri arasında tel çiti ve duvar örenler Halep’te salep içemesinler, Halepçe’de mazlumlara kelepçe vuramasınlar. Ali bahane yalı şahane olmasın. Ali allaviye, kavi kallaviye dönmesin. Sen ezelde ‘bela’ dedin zaten bir daha Kerbela demeyesin. Kültür ve mezhep farklılıkları üzerine savaş/silah endüstrisi kuranların körüğüne çarık, fesine sarık olmamalısın. Zalimlerin ateşine od atılmaz, ekmeğine yağ sürülmez. ‘Veddü lev tüdhinü fe yüdhinun’u iyi oku. Denize düştüm diye yılana, ateşe düştüm diye yalana sarılma. “Allah’a dayan, say’e sarıl, hikmete ram ol.” Allah’ın nimetlerini hatırla. “Yol varsa budur. Bilmiyorum başka çıkar yol.” Aralık 2014 / 317
Bütün Bunlar Münafıkların Tezgâhı Bak sağdıç! Dünya Aspendos misali bir sahne, Çukurambar misali bir tarladır. Ekim burada, Kasım ordadır. İsim burada, cevher ordadır. Hayal burada, gerçek ordadır. Sakın aldanma. Ahiretini dünyaya yamalık ve peyk yapma. Çalışmak ve üretmek varken muhabbeti geyik yapma. İlk adımı at hele; arkası gelecektir. Bak adamım! Hz. Ali’nin ifk hadisesinde Rasulullah’ın eşine olan sert tavrı, baş olma sevdası ile yanıp tutuşan gemici babası Ebu Süfyan’ın, oğlu Muaviye ve torunu Yezid’in Hz. Aişe’yi siyasi koz olarak kullanıp yürüttükleri iktidar kavgası, yangına benzin döken Temimoğulları, Haricilerin münafık tutumu… evet, bütün bunlar Medine’deki münafıkların tezgâhıydı.
Savaşı Bırakalım, Kur’an Hakem Olsun Ümeyye/amcaoğulları adına Hz. Osman’ın asabiyet duygusuna dayanan yönetim anlayışıyla gerçekleşen tayin ve atamalar, Haşimoğulları aleyhine tezahür eden Sıffin ve Cemel vakaları, Ebu Musa El Eş‘ari eş başkanlığında çalışan tahkim kurulunun aldığı şura kararları… halifenin azline ve Ehl-i Beyt düşmanı Yezidilerin çoğalmasına neden olmuştur. O halde Roma’nın hâkimleri varsa Kufe’nin de kadıları olmalıdır. Müslüman’a yakışan ümmet-i Muhammed’in birlik ve beraberliğini temin etmeye yönelik her türlü kardeşlik projesinin yanında olmalısın. Muaviye’nin dediği gibi: “Ey Iraklılar! Savaşı bırakalım; Allah’ın kitabı aramızda hakem olsun.”
23
Hizmet Adabi nureddin.soyak@ilkadimdergisi.net
Nureddin Soyak
Cankurtaran Ticaret
“
Ey iman edenler! Yapmayacağınız şeyleri niçin söylüyorsunuz? Yapmayacağınız şeyleri söylemeniz, Allah katında büyük gazap getiren bir iştir.” (Saff, 2-3)
Hizmet ehli kişilerin çok dikkat etmesi gereken hususlardan biri de yapmayacağı şeyleri söylememeleri, yapmadığı şeyleri yapmış gibi göstermeye çalışmamaları, söz ve amelleri arasında uyumsuzluğa asla fırsat vermemeye gayret etmeleridir. Güvensiz ortamlar, hizmetlerin güvesidir, ona büyük zararlar verir. “Hiç şüphe yok ki Allah, kendi yolunda, duvarları birbirine kenetlenmiş bir bina gibi saf bağlayarak çarpışanları sever.” (Saff, 4) Allah yolunda söz ve güç birliği etmiş bir topluluğun tam bir uyum ve beraberlik içinde olması Rabbimizin muhabbet ve övgüsüne mazhar olmuştur. Bu yüce mazhariyetin, nefsin ve şeytanın arzu ve isteklerine feda edilmesi hiç de akıllıca bir iş değildir. “Hani Musa kavmine, ‘Ey kavmim! Allah’ın size gönderdiği peygamberi olduğumu bilip durduğunuz halde niçin bana eziyet ediyorsunuz?’ demişti. Onlar yoldan sapınca Allah da kalplerini saptırdı. Allah fasıklar topluluğunu hidayete erdirmez.” (Saff, 5) Allah yolunun samimi hizmetkârları, Allah yolunun samimi hizmetkârlarına bile bile eziyet etmemelidirler. Ama Allah’ın peygamberlerine eziyet edildikten sonra, Allah yolunda koşuşturan
24
herkesin benzeri eziyetlerden nasiplenmemesi mümkün değildir. Bu yola koyulan herkes bu olumsuzlukları göze alarak yola çıkmalıdır. Bu meşakkat ve sıkıntılar adetullahtandır. Bu meşakkat ve sıkıntılara katlanıp göğüs gerenler ecrini iki cihanda da alacaklardır. Sabredemeyenler ise amiri ile memuru ile dökülmeye mahkûm olurlar. “Onların eziyetlerine aldırma ve Allah’a tevekkül et.” (Ahzab, 48) Allah’a tevekkül hayatın her aşamasında mü’minin yegâne sığınağıdır. Rabbine tevekkül etmek mü’minin ümidi ve huzurudur. Rabbimiz buyuruyor ki: “Ey iman edenler! Sizi elem dolu bir azaptan kurtaracak bir ticaret göstereyim mi size?” (Saff, 10) Bu davetten kaç kişinin haberi var? Kaç kişi bu davete icabet ediyor? Aman ya Rabbi, bizi dünya ve ahirette kurtaracak bir ticaret! Buyur ya Rabbi, ne olur hemen göster ya Rabbi, ama ne kadar cahiliz, ne kadar gafiliz ki şu müjdeleri işittiğimiz halde yerimizde çakılıp kalıyoruz. Mü’minlerin yürekleri hoplamalı, yerinde duramamalı, kurtarıcı ticareti göster ya Rabbi, göster ya Rabbi diye feryat etmelidir. Kaç mü’min böyle bir heyecan içinde? Bazıları da bırakın heyecanı, sanki bazılarının heyecanını söndürmeye memur, heyecanını söndürmek için gayret sarf ediyor. Güvenilir biri “Ey insanlar! Size milyonlar,
trilyonlar kazandıracak bir ticaret göstereceğim!” dese, insanların ona seller gibi koşup büyük bir izdiham oluşturması kaçınılmazdır. Bazı indirimlerden faydalanabilmek için insanlar birbirini tepeliyor da, ilahi müjdelerden niçin haberimiz yok. Niçin o müjdelere ulaşmak için can atmıyoruz. Rabbimiz buyuruyor ki: “Allah’a ve peygamberine inanır, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihad edersiniz. Eğer bilirseniz, bu sizin için çok hayırlıdır.” (Saff, 11)
Eksiği ve kusuruyla da olsa, ihanet söz konusu olmadığı müddetçe bir hizmet yuvasının kesada uğramasını, zayıflamasını ve neticede başarısız olmasını isteyip bu uğurda gayret edenleri Rabbimiz dünyada da ahirette de perişan eder.
Allah yolunun samimi hizmetkârları, Allah yolunun samimi hizmetkârlarına bile bile eziyet etmemelidirler. Ama Allah’ın peygamberlerine eziyet edildikten sonra, Allah yolunda koşuşturan herkesin benzeri eziyetlerden nasiplenmemesi mümkün değildir.
Can deyince sadece dünyadaki canı anlıyoruz. Ahiretteki canı unutuyoruz. Canı Azrail’in elinden nasıl alacaksın? Hayat deyince dünyadakini, ticaret deyince yine dünyadakini anlıyoruz. Esas can, esas hayat, esas ticaret ahirettekidir. Dünyadaki nedir ki, gerçeklerinin yanında… Allah yolunda can verirsen can bulursun. Mal verirsen mal bulursun. Hayat verirsen hayat bulursun. Rabbimiz buyuruyor ki:
“Allah, günahlarınızı bağışlasın, sizi içinden ırmaklar akan cennetlere ve adn cennetlerindeki güzel meskenlere koysun. İşte bu büyük başarıdır.” (Saff, 12) Hatasız ve günahsız kul olamayacağına göre, bunlardan kurtulmanın da bir yolu olmalıdır. Varlığını Allah yoluna feda etmek... Böyle yapabilenleri Rabbimiz bağışlıyor ve ebedi mükâfata gark oluyorlar. Rabbimiz buyuruyor ki: “Seveceğiniz başka bir kazanç daha var: Allah’tan bir yardım ve yakın bir fetih. Mü’minleri Aralık 2014 / 317
müjdele!” (Saff, 13)
Dünya ticaretinin kesada uğramasından korktuğu kadar, ahiret ticaretinin kesada uğramasından korkmayanlar imanın tadını nasıl alabilirler? Nasıl samimi hizmetler, uyumlu çalışmalar, güzel başarılar gerçekleştirebilirler? “Ey iman edenler Allah’ın yardımcıları olun.” (Saff, 14) Her çeşit noksanlıktan münezzeh olan Rabbimiz bize “Ey iman edenler! Allah’ın yardımcıları olun.” buyurmaktadır.
Allah’ın yardımcıları olma iddiasında olanlar, O’na yardımcı olmanın usûl ve adabını iyi bilip iyi uygulamalıdırlar. Yoksa kaş yapalım derken göz çıkarırlar. Varlık âlemi onu tesbih ederken, ‘Ol’ emr-i ilahîsi ile dilediği oluveren, yok ol emr-i ilahîsi ile de her şeyi yok edebilen Rabbimizin, kullarının yardımına ihtiyacının olması mümkün mü? Rabbimizin, kullarını dinine yardıma çağırması, onları onurlandırmak ve hem dünya nimetleri hem de ahiret nimetleri ile bolca rızıklandırmak içindir. Gerçekte kârını, zararını bilenler gerçek ticaretin, gerçek kazancın ilahî rızaya ermekle mümkün olduğunu idrak eder ve ona göre bir hayat yaşarlar. Ne mutlu ilahî rızaya erenlere… Ne mutlu kazananlara… Kazananlardan olmak duasıyla. 25
KAPAK
KORKUSUZ YAŞAMAK İSTER MİYİZ? Allah korkusunun bir Müslümanın hayatının her anına tesiri söz konusudur. Müslüman “… Nerede olursanız olun O (Allah) sizinle beraberdir. …” (Hadid, 4) şuuru ile yaşar. Bu şuur mü’min bir kulun hayat felsefesidir. “O (Allah) size şah damarınızdan daha yakındır.” (Kaf, 16) bilinciyle yaşayan bir Müslüman için hayata bakış ve o hayatı yaşayış elbette ki çok daha hoş ve çok daha anlamlı olacaktır.
Mükremin Çelik kapak@ilkadimdergisi.net
“
… Öyleyse insanlardan değil benden korkun! Benim ayetlerimi, basit menfaatlerle değiştirmeyin!” (Maide, 44) Sadece Allah’tan korkandan herkes korkar. Hiç şüphesiz ki bu kâinatta korkulması gereken yegâne varlık Allah Teâlâ hazretleridir. Kur’an’da geçen tehdit ayetlerini göz önü-
26
ne aldığımızda haşyetten başka bir duygu hissetmek veya düşünceye yönelmek mümkün olmuyor. Çünkü insanız ve Allah’ın bizden istediği şeyleri yerine getirmediğimizde, Allah korusun, ayetlerde bahsedilen azaba biz de düşebiliriz. Kur’an’da geçen tehditleri hiç üzerine almayan insan, sanki tehdit içeren ayetler hep baş-
kaları içinmiş gibi davranır. Hiçbir garantimiz olmadığı halde, kendimizi sürekli olarak cennet ayetlerinin müjdeleri içinde hayal ederek avunmak, pek sağlıklı olmasa gerek. Çünkü mü’min havf ve reca yani korku ve ümit dengesi içerisinde yaşadığı müddetçe sağlam bir yoldadır. Bedbinliğe kapılmayacak kadar korku, şımarmayacak kadar ümit sahibi olmaktır dengede kalmak.
Benim Bildiklerimi Bilseydiniz… Rasulullah -sallallahu aleyhi ve sellemşöyle buyurmuştur: “Ben sizin görmediğinizi görürüm ve sizin işitmediğinizi işitirim. Sema çatırdamaktadır. Onun çatırdaması da hakkıdır. Zira dört parmaklık bir boşluk yoktur ki, orada muhakkak Allah’a secde etmek için alnını yere koymuş bir melek olmasın! Vallahi siz benim bildiklerimi bilseydiniz az güler çok ağlardınız, zevcelerinizle meşgul olamaz, yollara dökülür, yüksek sesle Allah’tan yardım dilerdiniz.” Ebu Zer -radiyallahu anh- bu hadisi rivayet ettikten sonra kalbindeki Allah korkusu sebebiyle “Kesilen bir ağaç olmayı ne kadar isterdim.” demiştir. (Tirmizi, Zühd, 9/2312) Hz. Ömer -radiyallahu anh- günlük virdini okurken rastladığı bir ayet sebebiyle boğazı düğümlendi, hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı ve yere düştü. Bir, iki gün evinden çıkamadı. Öyle ki insanlar onun hastalandığını zannederek ziyaretine gelmeye başladılar. (Ahmed, Zühd, s. 119) Hz. Ömer -radiyallahu anh- bir gün Tekvir Suresi’ni okuyordu: “Güneş katlanıp dürüldüğünde, yıldızlar (kararıp) döküldüğünde, dağlar yürütüldüğünde…” Onuncu ayet i kerimeye geldi: “Amel defterleri açıldığında…” dedi ve daha fazla dayanamayıp baygın düştü. (Gazali, İhya IV, 184) Aralık 2014 / 317
Kur’an’da geçen tehditleri hiç üzerine almayan insan, sanki tehdit içeren ayetler hep başkaları içinmiş gibi davranır. Hiçbir garantimiz olmadığı halde, kendimizi sürekli olarak cennet ayetlerinin müjdeleri içinde hayal ederek avunmak, pek sağlıklı olmasa gerek. Çünkü mü’min havf ve reca yani korku ve ümit dengesi içerisinde yaşadığı müddetçe sağlam bir yoldadır. Bedbinliğe kapılmayacak kadar korku, şımarmayacak kadar ümit sahibi olmaktır dengede kalmak.
27
Fırını Görünce İdrak Edilen Ayetler Ebu Vâil anlatıyor: “Abdullah b. Mesud -radiyallahu anh- ile beraber yola çıktık, yanımızda tâbi‘inden Rebi b. Haysem radiyallahu anh da vardı. Bir demircinin yanından geçiyorduk. Abdullah durup ateşin içindeki demire bakmaya başladı. Rebi’de ateşe baktı ve düşecek gibi oldu. Sonra Abdullah oradan ayrıldı. Fırat sahilinde bir fırının önüne geldik. Abdullah fırının içindeki ateşin alev alev yandığını görünce: “Cehennem ateşi uzak bir mesafeden onları görünce, onun öfkelenişini (müthiş kaynamasını) ve uğultusunu işitirler. Elleri boyunlarına bağlı olarak cehennemin daracık bir yerine atıldıkları zaman, oracıkta yok oluvermeyi isterler.” (Furkan, 12-13) ayet-i kerimelerini okudu. Bunun üzerine Rebi bayıldı. Onu kollarımızda taşıyarak ailesine götürdük. Abdullah -radiyallahu anh- öğlene kadar başında bekledi ama Rebi ayılmadı. Akşama kadar bekledi ve nihayet Rebi ayıldı. Abdullah -radiyallahu anh- da evine döndü.1 Nafi -radiyallahu anh anlatıyor: İbn Ömer -radiyallahu anh- gece namazı kılardı. Cennetten bahseden bir ayet okuduğunda durur, Allah’tan cenneti ister, dua eder, bazen de ağlardı. Cehennemden bahseden bir ayet okuyunca yine durur, cehennemden Allah’a sığınır, dua eder ve bazen de ağlardı.
Kalplerin Ürperme Vakti Gelmedi mi? Bir gün “İman edenlerin, Allah’ın zikri ve O’ndan inen Kur’an sebebiyle kalplerinin ürpermesi zamanı daha gelmedi mi? …” (Hadid, 16) ayetine gelince ağladı ve: “Evet, geldi
28
ya Rabbi; evet geldi ya Rabbi” dedi. Bir gün de Mutaffifin Suresi’ni okuyordu: “Öyle bir gün ki, insanlar o günde âlemlerin Rabbinin huzurunda (hesap için) divan duracaklardır.” ayetine gelince o kadar ağladı ki kendinden geçti.2 Mü’minlerin annesi Hz. Aişe -radiyallahu anha- namazda “(Cennet’e girenler) ‘Allah lütfetti de bizi vücudun içine işleyen yakıcı azaptan korudu’ derler.” (Tûr, 27) ayetini okuyunca ağladı ve “Allah’ım bana lütfet de vücuda işleyen o yakıcı azaptan koru! Sen, iyiliklerin sahibisin ve merhamet edensin.” diye niyazda bulundu.3 Behz b. Hakim -radiyallahu anh- anlatıyor: “Tabiinden Basra’nın kadısı ve imamı olan Zurare b. Evfa, Ulu Cami’de sabah namazı kıldırıyordu. “O Sûr’a üfürüldüğü zaman var ya, işte o gün zorlu bir gündür. Kâfirler için (hiç de) kolay değildir.” (Müddesir, 8-9-10) ayet-i kerimelerini okuyunca yere düşüp vefat etti. Onun cenazesini taşıyanlar arasında ben de vardım.3
Korkuyu Şuur Boyutunda Yaşamak Allah korkusunun bir Müslümanın hayatının her anına tesiri söz konusudur. Müslüman “… Nerede olursanız olun O (Allah) sizinle beraberdir. …” (Hadid, 4) şuuru ile yaşar. Bu şuur mü’min bir kulun hayat felsefesidir. “O (Allah) size şah damarınızdan daha yakındır.” (Kaf, 16) bilinciyle yaşayan bir Müslüman için hayata bakış ve o hayatı yaşayış elbette ki çok daha hoş ve çok daha anlamlı olacaktır. İmam Taberi şöyle nakleder: “Müslümanlar Medain şehrini aldıkları zaman bütün ganimetleri topladılar. Bu arada bir adam yaklaştı. Elinde bir küp altın vardı. Küpü ganimetleri toplayan memura verdi. Memurun yanında bulunanlar: “Şimdiye kadar böylesini hiç görmedik!
Elimizdeki tüm eşyalar bunun değerine ulaşamaz hatta ona yaklaşamaz bile.” dediler. O zata “Bundan bir şey aldın mı?” diye sordular. “Allah’a yemin ederim ki Allah korkusu olmasaydı bu küpü size getirmezdim.” dedi. O şahsın salih bir kimse olduğunu anladılar ve “Sen kimsin?” diye sordular. “Allah’a yemin olsun ki siz ve başkaları beni övmeyiniz diye kim olduğumu söylemeyeceğim!” Peşine adam taktılar ve O şahsın Amir b. Abdikays -radiyallahu anh- olduğunu anladılar.
Bize Zulmedenlerden Öcümüzü Al Rasulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuşlardır: “Allah katında iki damla ve izden daha sevimli bir şey yoktur: İki damla: haşyetullah (Allah korkusu) sebebiyle akan gözyaşları ile Allah yolunda akıtılan kandamlasıdır. İki iz de Allah yolunda (cihad ederken) bırakılan iz ile Allah’ın farzlarından birini eda esnasında bırakılan izdir.” Aralık 2014 / 317
Fanilerin kuru ve tesirsiz sözlerini bırakıp Allah Rasulü -sallallahu aleyhi ve sellem-’in duasına bütün kalbimizle Amin diyelim: “Allah’ım! Bize, günahla aramıza engel olacak kadar korkundan hisse nasib eyle! Bizi cennetine ulaştıracak kadar taatini nasib eyle! Dünya musibetlerini kolaylaştıracak kadar yakîn ihsan eyle! Allah’ım, hayat verdiğin müddetçe bizi kulaklarımız, gözlerimiz ve kuvvetimizden faydalandır, (taatte kullandır); ölümümüze kadar da onları devamlı kıl! Bize zulmedenlerden öcümüzü sen al! Bize düşmanlık edenlere karşı bize yardım et! Bizi dinimizde musibete uğratma (itikad ve ibadetlerimize bir noksan gelmesin)! Dünyayı en büyük düşüncemiz ve gayemiz, ilmimizin ulaşabileceği son nokta kılma! Bize acımayanları üzerimize musallat etme!” (Tirmizi, Deavat, 79/3502) Amin! 1- Ebû Ubeyd, Fedâilü’l-Kur’ân, s. 23 2- Mervezî, Muhtasaru kıyâmi’l-leyl, s. 61 3- İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, II, 211
29
. Kur’an Iklimi Selim Armagan selim.armagan@ilkadimdergisi.net
“Aralarında hüküm vermesi için Allah’a ve Resulüne davet edildiklerinde mü’minlerin sözü ancak ‘işittik ve itaat ettik’ demeleridir. İşte bunlar asıl kurtuluşa erenlerdir.” (Nur, 51)
İnanç ve Davranış İlişkisi
A
yet-i kerime, ele aldığı konular bakımından sanki günümüzde inmiş gibi taze ve diri olarak karşımızda duruyor. Her okuyuşumuzda bizi daha derinlerine ve içine doğru çekiyor. Tıpkı Mülk Suresi’ndeki “Ferciil besara hel tera min futûr. / Gözünü döndür de bak, bir bozukluk görüyor musun?” sualinden sonra “Sonra gözünü tekrar tekrar döndür bak. Göz aradığı bozukluğu bulmaktan aciz ve bitkin halde sana dönecektir.” ayetinde olduğu gibi içimize dönüyor ve imanımızı gönül testlerine tabi tutuyoruz. İman, çelişkiyi ve şüpheyi kabul etmez. Tamamen güven üzerine kurulmuştur. Allah’ın ve Rasulünün adaletinden “Acaba haksızlığa mı uğrarım ki…” diye şüphe eden kişi maazallah onlara zulüm sıfatını yaklaştırmış, imanını kendi nefsinde ve şeytanların önünde tartışmaya açmış olur. Böylece artık içi büyük bir iman ve nifak savaşı alanına dönmüştür. Bırakalım dünya menfaatlerini, ahirete intikal ederken, ölüme giderken dahi Allah’a, Rasulüne ve getirdiğine güvenemeyen mü’min değildir. 30
Fitne ateşinin daha da hararetlendiği günümüzde “Ey iman edenler, Allah’a ve Resulüne iman edin (imanda sebat edin).” ayetindeki emir çerçevesinde imanımızdaki pörsümeyi, ibadetlerimizdeki yozlaşmayı, sosyal hayatımızdaki bozuklukları da, ilahî emirlere karşı duyarsızlığımızı da bu temelde algılayıp gözden geçirmeliyiz. “Kişi kendinin hangi inanç grubundan olduğunu ifade ediyorsa ondandır. Müslümanım diyorsa Müslüman, başka inançtanım diyorsa ondandır.” ifadesi kabul edilemez. Çoban, doktorum dedi diye doktor olmaz; öğretmen de marangozum dedi diye marangoz olmaz. Onun niteliklerini üzerinde taşıması, bilgi ve tecrübesine sahip olması gerekir. İnkârcı ya da müşrik birinin kendini Müslüman olarak tanımlaması onu mü’min yapmaz. Hukuk ve sosyal kurallar “Kişinin beyanı esastır.” diyerek maslahat gereği onu Müslüman sayabilir. Ancak Allah -azze ve celle-; “And olsun insanı biz yarattık ve nefsinin kendisine fısıldadıklarını biliriz. Ve biz ona şah damarından daha yakınız.” (Kaf, 16) buyurarak iman konusunu oyun
ve eğlence konusu olmaktan çıkarıp temeli sadakat ve ihlâsa dayanan, dünyadan ahirete uzanan bir süreç olarak belirler. Ayet-i kerime bu anlatımıyla beyin ve gönül ilişkisine dikkatleri çekip psikolojik tahliller yapmaktadır. Bu tahlil, şahsiyet parçalanması yaşayıp iki yol arasında bir yol tutan ve bütüncül bir şahsiyete sahip olanların tahlili. Dili ile gönlü, dili ile davranışları ayrı olan insanlarda bir şahsiyet parçalanması vardır. Mü’minlerin tutarlı şahsiyete sahip olduklarını göstermeleri gerekiyor. Bugünlerde İslam ümmetini paramparça eden, Müslüman ya da gayrimüslim toplumlarda dilenci durumuna düşüren, Müslümanların iffet ve namuslarını, haysiyet ve onurlarını kirletenler utanmadan birinci sınıf Müslüman rolü yapıyorlar. Her şeyin bir miyarı, bir ölçüsü ve ölçütü olduğu gibi imanın da, İslam’ın da bir ölçütü vardır. Hiç kimse kendini hak etmediği bir yerde konumlayamaz. Böyle yapanlar mü’minleri aldattıklarını zannetmesinler. Mü’minler onları tanırlar ancak Allah’tan hayâlarından ve O’nun Rasulü Efendimiz’den aldıkları ölçülerden dolayı kimseyi etiketlemezler. Tıpkı Hz. Cabir -radiyallahu anh’ın Huneyn dönüşünde Rasulullah –aleyhisselam’dan gördüklerini anlattığı gibi yapıyorlar. “Bir adam Rasulullah -aleyhisselam-’ın yanına geldi. Bu sırada Hz. Bilal’in eteğinde gümüş para vardı. Rasulullah –aleyhisselam- bundan avuç avuç alıp insanlara dağıtıyordu. Gelen adam ‘Ey Muhammed! Adil ol!’ dedi. Aleyhis salatu vesselam öfkeli olarak ‘Yazık sana! Ben de adil olmazsam kim adil olabilir? Eğer adil olmazsam zarara ve hüsrana düşerim!’ buyurdular. Hz. Ömer atılıp ‘Ey Allah’ın Rasulü! Bana müsaade buyurun şu münafığın kellesini uçurayım!” dedi. Aleyhis salatu vesselam ‘Halkın ‘Muhammed arkadaşlarını öldürüyor’ diye dedikodu yapmasından Allah’a sığınırım. Bu ve arkadaşları Kur’an okurlar ama okudukları gırtlaklarını aşağı geçmez. Dinden, okun avı delip geçtiği gibi çıkıp Aralık 2014 / 317
giderler!’ buyurdular.” (Buhari, Müslim) Müslümanın kanının heder edilmesini mubah görenler -nasıl oluyorsa- Allah adına hareket ettiklerini söylüyorlar. Aslında bunların kimlik ve kişilik tanımlarını Nur Suresi yapmaktadır: “Bir de ‘Allah’a ve Rasulüne inandık ve itaat ettik’ diyorlar da, sonra bunun arkasından yan çiziyorlar; bunlar mü’min değillerdir. Aralarında hükmetmesi için Allah’a ve Rasulüne çağrıldıkları zaman, bakarsın ki içlerinden bir kısmı yüz çevirip dönerler. Ama eğer Allah ve Rasulünün hükmettiği hak kendi lehlerine ise ona gönülden bağlı olarak saygı ile gelirler. Kalplerinde bir hastalık mı var? Yoksa şüphe ve tereddüt içinde midirler? Yoksa Allah ve Rasulünün kendilerine zulüm ve haksızlık edeceğinden mi korkuyorlar? Hayır, asıl zalimler kendileridir! Aralarında hüküm vermesi için Allah’a ve Rasulüne davet edildiklerinde mü’minlerin sözü ancak ‘işittik ve itaat ettik’ demeleridir. İşte bunlar asıl kurtuluşa erenlerdir.” (Nur, 47-51) Görüldüğü gibi bunlar Kur’an’dan kendi lehlerine gelenleri hemen kabul eden, işlerine gelmeyenlere binlerce kılıf üreten zalimlerdir. “Kimin üzerinde din kardeşinin ırzı, namusu veya malıyla ilgili bir zulüm varsa altın ve gümüşün bulunmayacağı kıyamet günü gelmeden önce o kimseyle helalleşsin. Yoksa kendisinin salih amelleri varsa yaptığı zulüm miktarınca sevaplarından alınır, hak sahibine verilir. Şayet iyilikleri yoksa kendisine zulüm yaptığı kardeşinin günahlarından alınarak onun üzerine yükletilir.” (Buhari) Nifak, şirk ve zulüm sadece VII. yüzyıl Arabistan’ına ait kavramlar değildir. Günümüz İslam dünyasının da kanserleridir. Etrafımıza dikkatle bakarsak İslam dünyasının bu girdabın içine ne kadar çok çekildiğini görebiliriz. “Zalimlere meyletmeyin, yoksa ateş size de dokunur. Sizin Allah’tan başka bir veliniz yoktur. Sonra yardım da görmezsiniz.” (Hud, 113) 31
mehmet.senturk@ilkadimdergisi.net
Mehmet Sentürk .
ANNE-BABA HAKKI Ana-babanın çocuklar üzerindeki haklarını şöyle sıralayabiliriz: 1. İtaat (Saygı): Çocukların ana-babalarına karşı en önemli görevleri onlara itaat etmek, iyilik etmek, yapılması haram olmayan isteklerini yerine getirmektir. Cenab-ı Allah şöyle buyuruyor: “Biz insana, ana-babasına iyilik yapmasını tavsiye ettik. Bununla beraber, hakkında bilgi sahibi olmadığın (ilah tanımadığın) bir şeyi bana ortak koşman için sana emrederlerse, artık onlara bu hususta itaat etme.” (Ankebut, 29/8) Bu ayet ashabdan Sa‘d b. Ebi Vakkas hakkında nazil olmuştur. Hz. Sa‘d olayı şöyle anlatmaktadır: “Ben anneme hürmet ve itaat eden bir çocuktum, Müslüman olunca annem bana ‘Sa‘d! Bu yaptığın nedir? Ya sen bu yeni dinini bırakırsın yahut da ben yemem, içmem ve sonunda ölürüm. Sen de benim yüzümden ‘anasının katili’ diye ayıplanırsın’ dedi. Ben de ‘Anneciğim böyle yapma. İyi bil ki, ben bu dini bırakmam!’ dedim. Ve iki gün iki gece bekledim. Kadın ne yedi, ne içti. Bunun üzerine ‘Vallahi anne, iyi bil ki, senin yüz canın olsa da bunlar birer birer çıksa, ben bu dinimi yine bırakmam. Artık ister ye, ister yeme’ dedim. Bu azmimi görünce annem bu direnmesinden vazgeçti. Bunun üzerine yukarıdaki ayet-i kerime nazil oldu.” (Tecrîd-i Sarîh Tercümesi, XII, 121) Ana-babaların istek ve arzularını yerine getirmek, onlara karşı çıkmamak Allah’ın emridir. Ancak ana-baba çocuğundan Allah’a karşı gelmesini, O’nu inkâr etmesini, farz kıldığı bir şeyi yapmamasını, haram kıldığı şeyleri yapmasını emrederse onların bu istekleri yerine getirilmez. Çünkü Allah’a isyan olan hususta, ana-baba da olsa, insanlara itaat edilmez. 32
2. Ana-Babaya İyi Davranmak: Bir adam Peygamberimize gelerek “Ey Allah’ın Rasulü, insanlar arasında iyi davranmama en çok layık olan kimdir?” dedi. Peygamberimiz “Annendir.” buyurdu. Adam “Sonra kim?” dedi. Peygamberimiz “Annendir.” buyurdu. Adam “Sonra kimdir?” dedi. Peygamberimiz yine “Annendir.” buyurdu. Adam “Sonra kimdir?” diye sordu. Peygamberimiz “Sonra babandır.” buyurdu. (Buhari, Edeb, 2; Müslim, Birr, 1) Anne ve babaya iyilik etmek, hizmet etmek ve gönüllerini almak -Allah’a ibadetten sonra- başka hiçbir davranışla elde edilemeyecek bir sevaptır. Abdullah b. Mesud anlatıyor. Peygamberimize Allah’ın en sevdiği amel hangisidir diye sordum. Peygamberimiz, vaktinde kılınan namaz buyurdu. Sonra hangisi dedim. Peygamberimiz, anne ve babaya iyilik etmek buyurdu. Sonra hangisi dedim. Peygamberimiz, Allah yolunda savaştır buyurdu. (Buhari, Edeb, 1; Müslim, İman, 36) 3. Maddî İhtiyaçlarını Gidermek: Yaşlanıp kendi ihtiyaçlarını temin edemez hale gelince anababaların bütün ihtiyaçlarını temin etmek çocukların görevidir. Bu görev sadece ahlakî olmayıp, hukuken de vardır. Bu görevini yerine getirmeyen kimse buna zorlanır. Allah bu görevi evlatlara yüklemektedir: “Ey Peygamber! Sana ne sarf edeceklerini soruyorlar. De ki, sarf edeceğiniz mal anababa, akrabalar, yetimler, düşkünler ve yolcular içindir. Yaptığınız her iyiliği Allah bilir.” (Bakara, 2/215). 4. Saygısızlık Etmemek: İslam ümmetinin prensibi büyüklere saygı, küçüklere sevgidir. Saygıya en layık olanlar, saygıda kusur etmeyi dahi aklımızdan geçirmememiz gerekenler de ana-
babalarımızdır. Bir gün Peygamberimiz aleyhisselam ashabına “Size, büyük günahların en büyüğünü bildireyim mi?” diye sordu. Üç defasında da “Evet, bildir Ey Allah’ın Rasulü” diyen ashab-ı kirama bunların sırasıyla “Allah’a ortak koşmak, ana-babaya karşı gelmek, haksız yere adam öldürmek ve yalan söylemek” olduğunu belirtti. (Buhari, Edeb, 6) Abdullah b. Amr b. el-As -radiyallahu anh- da şöyle demiştir: Peygamberimize bir adam geldi ve “Ey Allah’ın Rasulü, mükâfatını Allah’tan dilemek üzere hicret ve savaş için emrinize girmek istiyorum” dedi. Peygamberimiz “Annen-babandan sağ olan var mı?” diye sordu. Adam “Evet, hatta ikisi de sağdır.” dedi. Peygamberimiz “Sen Allah’tan ecir mi istiyorsun?” diye sordu. Adam “Evet (hicret ve savaşla Allah’tan ecir istiyorum).” dedi. Peygamberimiz “Öyleyse annene ve babana dön de onların gönüllerini al (umduğun mükâfat, onlara hizmet etmektedir).” buyurdu. (Müslim, Birr, 1) 5. Rızalarını Almak: Peygamberimiz “Allah’ın rızası, ana-babanın rızasında; Allah’ın gazabı da ana-babanın kızmasındadır.” (Tirmizi, Birr, 3) buyurmuştur. İyilik yapmada babadan önce gelen annenin durumu da tabi ki böyledir. Peygamberimiz aleyhisselam çok öfkeli bir şekilde üç defa “Burnu yere sürtülsün (yazıklar olsun o kimseye)” dediğinde ashab-ı kiram “Kimdir o, Ey Allah’ın Resulü?” diye sorunca “Ana-babası veya bunlardan birisi yanında ihtiyarladığı halde, cennete giremeyip cehennemi boylayan kimse.” dedi. (Müslim, Birr, 9) Anne-baba varlıklı olabilir; evladının parasına, puluna ihtiyaç duymayabilir. Hatta kendilerine bakan, işlerini gören hizmetkârları da bulunabilir. Bu durumda evlada düşen görev, onların gönlünü almak; isteklerini yerine getirmektir. Çünkü paranın her şeye gücü yetmez. Sevgi dolu bir bakış, candan bir davranış, muhabbetle kucaklayış parayla alınabilecek şeyler değildir. Dinimiz, anne-baba hakkına o kadar önem vermiştir ki kişinin anne ve babası müşrik dahi olsalar yine onlara iyilikle davranılmasını ve hizmette kusur edilmemesini tavsiye etmiştir. Hz. Ebu Bekir’in kızı Esma -radiyallahu anha- anlatıyor:
Kasım 2014 / 316
Annem müşrike olduğu halde (benden bir şey istemek için) geldi. Ben de Peygamberimize “Annem geldi, görüşmek istiyor, onunla görüşeyim mi?” diye sordum. Peygamberimiz “Evet, annen ile görüş.” buyurdu. (Buhari, Edeb, 7) 6. Kötü Söz Söylememek: Kötü davranışların ebeveyne doğrudan yapılması haram olduğu gibi onlara kötü söz söylenmesine sebep olmak da haramdır. Cenab-ı Allah’ın “Onlara öf dahi demeyin!” yasağı yanında Peygamberimizin şu hadis-i şerifi de çok dikkat çekicidir: “Bir kimsenin anababasına sövmesi büyük günahlardandır.” Ashab-ı Kiram “Bir kimse ebeveynine nasıl söver?” deyince, Efendimiz aleyhisselam “Biri başkasına kötü bir söz söyler, o da tutar bunun ebeveynine söver.” diye cevap verdi. (Buhari, Edeb, 4) 7. Öldüklerinde Hayırla Anmak, Dua Etmek: Ana-babanın ölmesiyle onlara karşı olan sorumluluklarımız bitmez. Onların temiz hatıralarını devam ettirmek gerekir. İnsanları insan yapan da bir bakıma, nesilden nesle miras olarak intikal eden bu güzel duygu ve hatıralardır. Allah Teâlâ’nın Kur’an-ı Kerim’de bize öğrettiği dualardandır; “Ey Rabbimiz! İnsanların hesaba çekileceği kıyamet gününde beni, annemi, babamı ve bütün mü’minleri bağışla.” (İbrahim, 14/41) Ebu Üseyd Malik b. Rebia es-Saidi -radiyallahu anh- anlatıyor. “Bir adam, ‘Ey Allah’ın Rasulü, anne ve babamın vefatlarından sonra da onlara iyilik yapma imkânı var mı, ne ile onlara iyilik yapabilirim?’ diye sordu. Rasulullah aleyhisselam ‘Evet, vardır.’ dedi ve açıkladı: ‘Onlara dua, onlar için Allah’tan istiğfar (günahlarının affedilmesini) taleb etmek, onlardan sonra vasiyetlerini yerine getirmek, anne ve babasının akrabalarına karşı da sıla-i rahmi ifa etmek, anne ve babanın dostlarına ikramda bulunmak.’ (Ebu Davud, Edeb, 129, (5142); İbn Mâce, Edeb, 2, (3664) Ölümlerinden sonra yapılacak duanın ebeveyne faydasını Peygamberimiz aleyhisselam şöyle dile getirir; “İnsan ölünce amel defteri kapanır. Ancak şu üç şeyle sevabı devam eder: Sadaka-ı cariye, insanların faydalanacağı bir ilim ve arkasından hayır dua eden bir evlat.” (Müslim, Vasıyyet, 14, (1631)
33
Tasavvuf cemil.usta@ilkadimdergisi.net
M
Cemil Usta
Son Nefesimiz
ü’min-i kâmil için son nefes önemlidir. İnsanların kârı-zararı ecel yastığında belli olur. Çünkü Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: “Ey iman edenler! Allah’tan gereği gibi çekinin ve ancak Müslümanlar olarak ölün.” (Âl-i İmran, 102) Akl-ı selîm sahibi kişiler ölümü sürekli hatırlayıp bekleyen, ona göre tedbir alan ve bütün imkânlarıyla ölüm için hazırlananlardır. Hatta insan daima kendisini mezardaki ölülerden saymalıdır. Çünkü uzak olan gelmeyecek olandır. Her gelecek olan ise yakındır. Akıllılık ölüm için hazırlanmaktır. Nitekim Rasul-i Ekrem aleyhisselam Efendimiz: “Akıllı kişi kendisini hesaba çekip ölüm için hazırlanandır.” buyurmuştur. Bir şey için hazırlanmak onu sık sık hatırlamakla, hatırlamak da hatırlatıcı şeylere bakmakla mümkündür. Her doğan ölmeye namzettir. Ancak ölüm nefse ağır geldiğinden insanlar ölümü düşünmekten uzak duruyorlar. Nitekim ayet-i celilede: “İnsanların hesap görme zamanı yaklaştı. Fakat onlar hala habersiz, haktan yüz çeviriyorlar.” (Enbiya, 1) buyrulmuştur. Dünyanın zevklerini seven, ona aldanıp meyleden kimse ölümden gaflet eder ve ölümden bahsedilince ondan nefret eder. İşte bu gibiler hakkında Allah Teâlâ: “De ki: Doğrusu kendisinden kaçtığınız ölüme mutlak yakalanacaksınız. Sonra görüleni de görülmeyeni de bilen Allah’a döndürüleceksiniz. O size işlediklerinizi haber verecektir.” (Cuma, 8) buyurmuştur. İnsanlar üç kısma ayrılır: 1. Dünyaya dalanlar. 2. Tevbe edip hakka yönelenler. 3. Kemale ermiş arif hak dostlarıdır ki Allah onlardan, onlar da Allah’tan razıdır. Rabbimiz bizleri bu üçüncü kısım ariflerden eylesin. Arif kişi devamlı olarak ölümü hatırlar. Çünkü ölüm, sevgilisi ile buluşma zamanıdır. Seven sev-
34
gilisi ile buluşacağı günü hiç hatırından çıkarmaz. Hatta ölümün geç gelmesine canı sıkılır. Bir an önce isyan dünyasından kurtulup Allah’a ulaşmaya can atar. Her halükarda ölümü hatırlamakta sevap vardır. Rasul-i Ekrem aleyhisselam, “Zevkleri yok eden ölümü çokça anın.” buyurmuşlardır. Yine Rasul-i Ekrem aleyhisselam, “Eğer siz Ademoğullarının ölüm hakkında bildiklerinizi hayvanlar bilseydi onların vücutlarında et bulup yiyemezdiniz.” ve “Kişiye ibret ve nasihat isterse ölüm yeter.” buyurmuştur. Bir gün Rasul-i Ekrem aleyhisselam mescide gitmiş, orada bazı kimselerin konuşup gülüştüklerini görünce “Ölümü anın. İyi bilin, nefsimi kudret elinde bulunduran Allah’a yemin ederim ki benim bildiğimi siz bilseydiniz az güler, çok ağlardınız.” buyurmuştur. Ömer b. Abdülaziz her akşam adamlarını başına toplar, ölümden ve kıyametten bahseder, adeta bir ölen varmış gibi ağlarlardı. Hz. Ali’nin oğlu Hz. Hasan -radiyallahu anhölüm döşeğine yattığı vakit kardeşi Hüseyin -radiyallahu anh- yanına gelerek “Ağabey, ne ağlıyorsun? Yolculuğun baban ve deden olan Rasul-i Ekrem’e ve Ali’ye, annen ve büyük annen olan Fatıma’ya ve Hadice’ye, amcaların olan Hamza ile Cafer’edir. Onlara gidiyorsun. Bunda üzülecek ne var?” deyince O, “Evet, öyle büyük bir sefere çıkıyorum.” dedi. Hz. Aişe annemizden mervi: “Rasul-i Ekrem’in son anlarında önünde bir ibrikle su vardı. Elini suya batırıp “La ilahe illallah, şüphesiz ki ölümün sancıları vardır.” buyurdu. Sonra ellerini kaldırarak “Refik-i Ala’ya, Refik’i Ala’ya.” buyurdu. Ben o zaman “Vallahi bizden geçti ve Allah’a yöneldi.” dedim. Allah’ım! Bizleri kemal-i imandan ayırma. Habibine cennette komşu eyle. Amin.
. selcuk.ozdogan@ilkadimdergisi.net
M. Selçuk Özdogan
Mevlânâ’dan Gençlere GENÇLERE Hikayeler ve Sorular-1-2
K
ıymetli İlkadım Kitaplığı okuyucularımız. Bu ay ki sayımızda sizlerle Semih Yolaçan’ın hazırladığı ve Erkam Yayınları’ndan çıkan “Mevlana’dan Gençlere Hikâyeler ve Sorular” isimli iki ciltlik kitabı inceleyeceğiz. Mevlana, üzerinde çok konuşulan, sözleri her tarafta söylenen ve sergilenen, üzerine araştırmalar yapılan, enstitüler kurulan hatta ismine üniversite açılan, her yıl milyonlarca yerli ve yabancı turistin türbesini ziyaret ettiği bir zat. Bu kadar meşhur olmasına karşın Mevlana’dan bizde kalanlar nelerdir diye bir soru sorduğumuzda söyleyeceklerimiz çoğu zaman on cümleyi geçmeyecektir. Millet olarak duyum özelliğimiz çok geliştiğinden midir nedir, okuma ve araştırma kısmını hep ihmal ediyoruz. Semih Yolaçan da Mevlana’nın hayatını değil de bize demek istediklerini ele alan bir çalışma ortaya koymuş. Kendi ifadesiyle “Günümüz Müslümanlarının pek çoğu ailesi ve çoluk çocuğuyla hoşça vakit geçirememe, onlarla muhabbet ortamı kuramama konusunda sıkıntı yaşamaktadır. Her Müslümanın gönlünde, çoluk çocuğu ile hoşça muhabbet etmek, onlara tavsiye ve öğütlerde bulunmak bir ukde olarak bulunmaktadır. Zira bu öğüt ve tavsiyeleri bizler veremezsek bizim yerimize farklı tavsiyelerde bulunanlar çıkıyor. Müslümanca düşünüp Müslümanca yaşamak isteyenlerin aksine, dünyaya tamamen maddiyat penceresinden bakanlar bizim yerimize çocuklarımızı eğitmeye, onlara yol çizmeye başlıyor. Böylece Allah Teâlâ’nın bizlere vermiş olduğu en önemli emanet olan çocuklarımız kaybedilmiş neAralık 2014 / 317
siller haline gelmeye başlıyor. Aynı kaygı ve düşünceleri yaşayan bir kardeşiniz olarak böyle bir kitabın yazılmasının uygun olacağı kanaatine vardım.” diyor. Birinci ciltte bizleri on üç tane hikâye bekliyor. Yazar, hikâyeleri klasik tarzda yazmaktan ziyade sorular sorarak yazmış. Birinci cildimizin ilk hikâyesinde ‘Padişahın İmtihanı’na şahitlik ediyoruz. Bu hikâyeden, kararlarımızı insanların dış görünüşüyle değil de kalp güzelliklerine göre ve kişileri tanıdıktan sonra vermeliyiz hissesine ulaşıyoruz. ‘Nimete Şükür’ hikâyesinde bizleri her daim envai çeşit nimetlerle rızıklandıran Rabbimizin, ara sıra sıkıntılarla imtihan ettiğinde de rahatlık zamanında gösterdiğimiz tavrı göstermemiz gerektiğini anlıyoruz. ‘Ağzına Yılan Giren Adam’ hikâyesinden akıllıların düşmanlığının bile bizlere faydalı olduğunu öğreniyoruz. “Namaz Vakti Geldi Kalk, Gösteriş Budalası, Evhamlı Öğretmen, Hayvanların Dili, Kuşun Nasihati, Bir Debbağın Hikâyesi, Çalışmadan Rızık İsteyen Adam, İmansız Obur Misafir” başlıkları bu ciltteki diğer hikâyeler. İkinci ciltte ise on beş adet birbirinden güzel hikâye bizleri bekliyor. “Tövbesini Unutan Eşek, Arap Atlarına Özenen Eşek, Bakkalın Papağanı, Sağır Hastanın Ziyareti…” 35
Egitim egitim@ilkadimdergisi.net
Doç. Dr. RüstüYesil . .
EĞİTİMDE HEDEF KİTLE GRUPLARI
“Çocuk Eğitimi”
R
esmi ya da sivil kurum ve kuruluşlar tarafından yapılan eğitim çalışmalarının önemli bir yönünü, hiç şüphesiz, eğitilen bireyler oluşturur. Eğitilen bireylerin fiziksel, psikolojik, sosyal, zihinsel vb. özellikleri, eğitim çalışmalarının her bir evresinin belirlenip planlanmasından uygulanmasına kadar sınırlandırıcı bir işlev görür, görmelidir de. Başka bir ifade ile örneğin çocuk ile gence ya da yetişkine verilecek eğitim, birbirinden farklıdır, farklı olmalıdır. Hedeften içeriğe, yöntemden öğretim materyalinin niteliğine, ölçme ve değerlendirme uygulamalarına kadar her şey, hitap edilen kitleye göre farklılık gösterir. En genel anlamda hitap edilen kitleyi; çocuk, genç ve yetişkin olarak üç gruba ayırmak mümkündür. Bu yazıda, eğitilen kitle olarak ‘çocuklar’ ele alınıp, onların eğitim süreçleri ile ilgili açıklamalara yer verilmiştir. Böylelikle, çocuklara dönük eğitim çalışması planlanıp uygulanırken göz önünde tutulması gereken durumların ortaya konulması amaçlanmıştır. İlk olarak ‘Çocuk kimdir?’ sorusunun cevabı üzerinde durulmalıdır. Fiziksel, sosyal ve psikolojik özellikleri açısından eğitilecek varlık olarak çocuğun doğru şekilde tanımlanması önemlidir. Kaynak olabilecek kitaplar incelendiğinde ‘çocuk’ kavramı tanımlanırken başlıca şu özellikler üzerinde durulduğu dikkati çekmektedir: Çocuk, kendine özgü bir varlıktır. Kimi zaman yetişkinin bir minyatürü olarak algılansa ve davranılsa da çocuk, yetişkinin bir minyatürü değildir. Algısı, istekleri, beklentileri, zevkleri, sorunları vb. kendisine özgüdür. Ona bir yetişkinmiş gibi ya da küçük bir yetişkinmiş gibi davranmak yanlıştır. Bir yetişkinin çocukla iletişim kurarken çocuksu bir konuşma tarzı kullanması, onda sempati değil antipati oluşturur. Onun beklediği yalnızca onun anlayacağı kelime, kavram ve ifadelerle iletişim kurulmasıdır.
36
Çocuk, iyi bir gözlemci ve kayıt edicidir. Çocuk eğitimi açısından göz önünde tutulması gereken özelliklerinden birisi, hiç şüphesiz, onların etkin bir gözlemci ve taklitçi olmalarıdır. Bu durum, eğitimciler açısından çok önemlidir. Tutum ve davranışlarında sürekli gözetim ve denetim altında olduğu bilinci ile hareket eden bir eğitimci, elbette rastgele konuşamaz, davranamaz, söz ve eylem ortaya koyamaz. Çocuklar onların iyi ya da kötü, tüm tutum ve davranışlarını izlemekte, model almakta, taklit etmeye çalışmaktadır. Güçlü bir merak duygusuna sahiptir. Her gün içinde yaşadığı ortam, kişi ve diğer varlıklar, her ne kadar yakın çevresinde bulunsa da onlar henüz tam olarak kavranamamıştır. Zihinleri birçok anlamı içermekle birlikte birçok soru işaretini de barındırmaktadır. Bu belirsizlik hali onu duyu organlarıyla (göz, kulak, tat alma, dokunma, koku alma) bir taraftan çevreyi sürekli olarak incelemeye, diğer taraftan da sorular sormak yoluyla onlar hakkında çeşitli bilgiler edinmeye sevk eder. Enerjiktirler. Çocuklar; bedenen, zihnen ve kalben enerjiktirler. Enerjileri, onları sürekli eylemde bulunmaya ve hareketli olmaya iter. Hareketlilik onların en belirgin vasıfları arasındadır. Zihinleri öğrenmek; duyguları istek ve arzularını gidermek; kasları hareket etmek konusunda sürekli devinim halindedir. Dikkatleri dağınıktır ve bir noktaya odaklanmaları kısa sürelidir. Çevreden gelen farklı uyaranların her biri onların dikkatlerini kendi üzerlerine çekicidir. Bu nedenle herhangi bir noktaya odaklanmaları, kısa sürelidir. İlgilerinde, yönelişlerinde, uğraşlarında genç ve yetişkinlere göre sürekli değişkenlik içerisindedir. Güven, aidiyet ve sevgiye muhtaçtırlar. Çocuklar, çevrelerinde gözledikleri değişkenlikten ve varlıkları tam olarak tanımadıklarından dolayı birtakım korku ve kaygılar geliştirirler. Bu korkularını, güven duydukları insanlarla aşmaya çalışırlar. Bu durum, onların güven duygusuna ihtiyaç duydukları, güvendikleri insanların onlar üzerinde etkili olacakları şeklinde yorumlanabilir. Güven duygusunu yaşamalarının en etkin zemini, aidiyet hissedecekleri bir çevreye sahip olması ile sağlanabilir. Çevresindeki kişilerin onları sevmeleri ve sevdiklerini hissettirmeleri, somut örneklerle göstererek buna ikna etmeleri, çocuğun güven duygusunu karşılaması, kendi-
lerini ait hissettikleri sosyal bir grup oluşturmaları açısından önemlidir. Hayal gücü yüksektir. Çocukların gerçek dünyanın ötesinde, kendi yaşadıkları ve zihinlerinde yaşattıkları farklı ve hayalî bir dünyaları da vardır. İstek ve arzularını gerçekleştirdikleri, kendilerini sonuna kadar yaşadıkları bu hayali dünya, kimi zaman onları gerçek dünyadan koparır. Hayal ettikleri dünyada onlar mutludur. Hayal ettikleri dünyanın yetişkinler tarafından kavranılması, onların doğru şekilde tanınması ve yönlendirilmesi açısından önemlidir. Bencil ve ben merkezlidir. İnsanlar dünyaya ben olarak doğar, bencillik duygularını yaşar, zamanla girdiği sosyal çevreler yardımıyla sosyalleşirler. Bencillikleri -özellikle ilk dönemlerde- kardeşlerinden anne ve babalarını kıskanacak kadar ileri boyutlardadır. Hayatı anlamlandırırken kendi bakışları, ilgileri, zevkleri, beklentileri önemli belirleyiciler olarak işlev görür. Bencillik döneminin sağlıklı bir şekilde atlatılması, yakın çevresinin tutum ve davranışları ile çok yakından ilgilidir. İçinde bulunduğu anı yaşar, gelecek kaygısı zayıftır. Çocukların geçmiş ve gelecek algıları genel olarak zayıftır. İçinde bulundukları anı yoğun şekilde yaşarlar. Geleceğe dönük çok fazla plan kurmazlar. Yaptıklarının sonucunu düşünüp öngörüde bulunmaları zayıftır. Bu onların saflıklarının ve fıtratı yaşamalarının da doğal bir sonucudur. Bütün ilgi ve dikkatleri, içinde yaşadıkları ana dönüktür. Uzun süreli planlama yapmazlar. Sorgulamadan daha çok teslimiyetçi ve kabulcüdürler. Çocuklar, özellikle sevdikleri, güvendikleri kişilere karşı eleştirel olmaktan çok teslimiyetçi davranırlar. Zihinlerinde kurguladıkları ve benimsedikleri model insanların her türlü söz ve davranışları, onlar için doğrudur, dikkate alınması gerekir. Eğlenmek, haz almak, mutlu olmak, en önemli amaçları ve davranışlarına yön veren en önemli güdüleridir. Çocukların, yörelere, coğrafyalara, kültürlere göre belki de değişmeyen en önemli ortak yönleri, oyun ve eğlenme arzularının baskınlığıdır. Televizyon izleme alışkanlıklarından piley siteyşın oyunlarına; akranları ya da kardeşleri ile birlikte grup oyunlarından yalnız kaldıklarında yaptıkları yapboz ya da diğer bireysel oyunlara kadar geniş bir oyun ve eğlenme arzuları ve yolları bulunmaktadır. Bunların dışında çocuklar; korkusuz olmaları, saf ve temiz olmaları, yalan ve iki yüzlülük gibi kötü duygulardan uzak olmaları, duyguları yoğun olarak yaşamaları gibi, eğitimleri açısından özellikle dikka-
Aralık 2014 / 317
te alınması gereken birçok özelliklere sahiptirler. Çocukların hedef kitle olarak alındığı eğitim çalışmalarında eğitimcilerin, bu özellikleri dikkate alması, eğitim çalışmalarını planlamada ve uygulamada bu özellikler doğrultusunda hareket etmesi çok önemlidir. Çocuk eğitimi konusunda başarısız olunmasının önemli nedenlerinden biri de bu özelliklerin dikkate alınmaksızın eğitime başlanmasıdır. Bu nedenle eğitimcilerin; - Çocukları merkez alan etkinlik odaklı eğitim çalışmalarına, - Onlarda merak oluşturacak ve meraklarını giderecek zihinsel etkinliklere, - Sevildiklerini ve beğenildiklerini hissettirecek eğitim ortamı oluşturulmasına, - Kendilerini güvende hissetmelerini sağlayacak atmosfere, - Zihinlerini aktif kılacak düşündürme, hayal kurdurma, ifadelendirme çalışmalarına, - Rol model oldukları bilinci içerisinde iyi örnekler sunma, tutum ve davranışları ile iyi model oluşturmaya, - Oyun ve eğlence içerikli etkinliklere, - Enerjilerini olumlu ve önemli şeyler üzerinde harcayabilmeleri için fırsatlar oluşturmaya, - İyi ve güzel şeylerden bahsetmeye, olumlu bir dil kullanmaya, - Dikkatlerini yararlı şeyler üzerine odaklamaları için tedbirler almaya, - Öğreteceği şeylerin önemine, gerekliliğine vb. çocuk açısından bakabilmeye, onun açısından değerlendirmeler yapabilmeye, - Önemli, gerekli ve kalıcı bilgi ve beceriler üzerinde ilgi ve merak oluşturmak için imkân ve fırsatlar hazırlamaya, - Televizyon, internet gibi eğlendiriciliğin yanı sıra bozucu etkileri bulunan etkenlerin olumsuz etkilerini azaltmak üzere tedbirler almaya (yasaklama yerine kontrol altında tutma, onunla yararlı şeyler yapmaya yönlendirme vb.) önem vermeleri gerekmektedir. Aksi durumda eğitim çalışmalarının verimliliğine ve etkinliğine ilişkin önemli kayıplar yaşanabilir. Emek, zaman ve ekonomik kayıplar, bunların en belirginleridir. Ama diğer taraftan çocuğun eğitimciden ve onunla birlikte onun değerlerinden, kişiliğinden nefret etmeye ve uzak durmaya başlamasının da önemli bir kayıp olduğu belirtilmelidir. Bir sonraki yazımızda ‘genç eğitimi’ konusu ele alınacak, tespitlerde bulunulmaya çalışılacaktır. Selam ve dua ile…
37
. Ihsan Penceresi fatih.yilmaz@ilkadimdergisi.net
Fatih Yilmaz
Azık Edinin “... Azık edinin, şüphesiz azığın en hayırlısı takva (Allah korkusu)’dır. Ey temiz akıl sahipleri, benden korkup sakının.” (Bakara, 197)
İ
nsan Allah’a kul olsun diye yaratılmıştır ve denenmektedir. Çok değil, ortalama 60-70 sene gibi bir süre dünyada kalacak ve sonra Allah’ın huzurunda hayatının her anından hesaba çekilecektir. Herkesin kendi kazandıklarını öğrenmesinin yani şahitlerin dinlenmesinin ve kitabının eline verilmesinin ardından, sonsuz hayatı için Allah hüküm verecektir. Eğer kitabı sağ yanından verilirse artık o kişi ebediyyen kurtulmuştur. Ama kitabı sol yanından verilenlerden ise o zaman şöyle diyecektir: “...Bana keşke kitabım verilmeseydi. Hesabımı hiç bilmeseydim. Keşke o (ölüm her şeyi) kesip bitirseydi. Malım bana hiçbir yarar sağlayamadı. Güç ve kudretim yok olup gitti.” (Hakka, 25-29) Artık bundan sonra tutuklanıp yüzüstü sürüklenerek bir daha hiç çıkmamak üzere cehenneme götürülecektir. O gün buyruk verenler, buyruğa baş eğecek, Cehennem öfkesinden, köpürüp kükreyecek Ve, doldun mu, dedikçe, daha yok mu, diyecek; Yandıkça o deriler, değişecek bilesin; Hâlâ secde yok ise, Daha Kur’an Ne Desin!
38
Gör ki, dünya sırtında nice insan taşıyor; Kimi yaşarken ölmüş, kimi ölmüş yaşıyor. Kimi Arş-ı Âlâ’ya, doludizgin koşuyor; Diyor ki; işte cennet, gayret et ki giresin; Ey! En şerefli varlık... Daha Kur’an Ne Desin! İnsanın bu kötü sona düşmesinin ardındaki sebep, yaptıklarının her an kaydedildiğini, bunların bir gün kendisine bildirileceğini ve hesap vereceğini ummadığı için, Allah’tan ve O’nun tehdidinden korkup sakınmadan yaşamını tüketmesidir. Bu insan, ahirete, hesap gününe ve cehennem gibi dehşet verici bir ebedi ceza yerine kesin bir biçimde iman etmediği için, yaptığı kötü işlerden ötürü korkup sakınmaz ve Allah’ın sınırlarını çiğnemekte bir sakınca görmez. İşte Allah korkusu, bir insan için hem imanının çok keskin bir göstergesi, hem de onun ebedi hayatını belirleyecek çok önemli bir özelliktir. İnsan, ancak ve ancak Allah’tan korkup sakınırsa kurtulacaktır. Hesap günü yaşanacak olayları düşünüp de korkuya kapılmamak ise mümkün değildir. Fakat bu korku yalnızca iman edenlere özgü bir korkudur. Çünkü Allah’ın pek çok ayetinde tarif ettiği imtihan
ortamının, yazıcıların, şahitlerin ve herkesin bir araya getirilip toplanacağı hesap gününün kesin birer gerçek olduğuna ancak mü’minler kayıtsız, şartsız inanırlar ve kötü bir sonla karşılaşmaktan korkarlar. Sizin de yaptığınız her şey, an ve an kayda geçiyor; bunları okuduğunuz an da buna dâhil. Hızla Allah’a hesap vereceğiniz güne doğru yaklaşıyorsunuz. Sen Amerika’da olan bir olayı canlı olarak kendi yaptığın televizyon denen icadınla seyretmeyi gayet normal görüyorsun. İşte Allah Teâlâ da Mahkeme-i Kübra’da, ilahî kamerayla senin tüm ef’âlini film olarak sana tekrar seyrettirdiği gibi, tüm mahşer halkına da seyrettirecektir. Ve o gün geldiğinde yanınızda getireceğiniz en değerli şey bu dünyadaki iyilikler ve Allah korkusu olacaktır: “... Azık edinin, şüphesiz azığın en hayırlısı takva (Allah korkusu)’dır. Ey temiz akıl sahipleri, benden korkup sakının.” (Bakara, 197) Tüm insanları Allah yaratmıştır ve onların kendilerini bilip tanıdıklarından kat kat daha iyi bilip tanır. Herkesin kalplerinde gizli olanı, gizlinin de gizlisini bilir. Nefsinin insana ne tür vesveseler verdiğinden, ne tür oyunlar oynayacağından da çok iyi haberdardır. Çünkü nefsi yaratan, ona “imtihan için” sınır tanımaz kötülüğünü ve bu kötülükten sakınmayı ilham eden Kendisi’dir. Şeytanı da imtihan ortamının bir parçası olarak yaratmış ve ona bu amaç doğrultusunda birtakım güç ve özellikler vermiştir. Allah, Kendisi’nden korkup sakınmayan insanlara dünyada gerek fiziki, gerekse manevi sıkıntılar yaşatır. Her ne kadar onlar açıkça görülen bir musibet bekleseler de aslında farkında olmadan maddi manevi sayısız musibetle iç içe bir yaşam sürerler. Onları en çok yanıltan sebeplerden biri de her şeye rağmen birtakım nimetlere hala sahip olabilmeleridir. Örneğin böyle bir kişi zengin olabilir ya da güzel bir görünüme sahip olabilir. O, tüm bunlara aldanarak her şeyin yolunda gittiğini zanneder ve taşkınlıklarına devam eder. Hâlbuki kendisi farkında değildir ama yaptığı her şeyin Allah katında an an hesabı tutulmaktadır. Cehennemde ise tüm
Aralık 2014 / 317
bunlar karşısına sonsuz bir azap olarak çıkacaktır. Allah insanları bu konuda şöyle uyarmıştır: “Artık sen onları belli bir süreye kadar kendi gafletleri içinde bırak. Onlar sanıyorlar mı ki, kendilerine verdiğimiz mal ve çocuklarla biz onların hayırlarına koşuyoruz (veya yardım ediyoruz)? Hayır, onlar şuurunda değiller.” (Mü’minun, 54-56) Yataktaki adam, başucunda bekleyen genç doktora “Allah senden razı olsun evladım.” dedi. “Benim için yurt dışından zahmet edip buraya kadar gelmeni, yaşadığım sürece unutmayacağım.” Ameliyat edilen kişi büyük bir hastanenin başhekimiydi. Tedavisi ancak yurt dışında mümkün görülen hastalığı aniden artınca, doktor arkadaşları onun böyle bir yolculuğa dayanamayacağını anlamış ve kurtarma umudunun azlığına rağmen ameliyatı üstlenmeye karar vermişlerdi. Ameliyatın zor ve yeni bir ihtisas sahası olmasından dolayı biraz tereddütleri de vardı. Fakat o konuda sayılı bir uzman olan bu genç doktor nereden haber almışsa almış ve Hızır gibi yetişip onu kurtarmıştı. Yaşlı doktor, kendisine yapılan bu iyiliğe nasıl mukabele edeceğini bilemiyor ve hemen yanında oturan genç adamın ellerini sıkarcasına tutuyordu. Hayata yeniden dönmenin sevinciyle hiç durmadan konuşurken; “Ameliyat için beni bayılttığınızda, her nedense gençlik yıllarıma döndüm.” diye devam etti. “Henüz toy bir asistanken, anne karnındaki bir bebeğin sakat olduğunu anlamış ve onu bu şekilde yaşatmaktansa öldürmeyi düşünürken, kalp atışlarını duyup kıyamamıştım. Planlama bahanesiyle sapasağlam yavruları bile katleden canavarlara rağmen o yavrunun yaşamasını istediğim için, Allah seni imdadıma göndermiş olmalı.” Genç doktor, ancak bir babanın evladına karşı gösterebileceği sıcaklıkla kavranan ellerini kurtarıp biraz geriye çekildi ve dizlerinden aşağısı takma olan bacaklarını gösterirken: “Allah, hiçbir iyiliği unutmaz efendim.” diye gülümsedi. “Kurtardığınız o çocuk bendim.” Rabbim bizlere Müslüman’ca yaşamayı ve son nefesimizi de Müslüman’ca vermeyi nasip etsin. Öbür âlemde de Müslüman’ca haşr edip cennette salihlere komşu etsin. Amin.
39
La Havle a.gulcemal@ilkadimdergisi.net
Abdullah Gülcemal
Anlamadık ne giden, ne de gelecek çağı, Hep biz yedik habersiz sırtımızdan bıçağı… Asmışlar tezkereyi kışlanın kapısına, Âleme nizam verir bunca kanun kaçağı…
Asker Kaçakları N’olacak
B
ir hakikati ifade eden şu söz çok hoşuma gider: “Dünya, ne seçim, ne geçim dünyasıdır; dünya, bugün var yarın yok, imtihan dünyasıdır.” Ama şu da inkârı mümkün olmayan bir gerçek: Bu ‘geçim’ ve ‘seçim’ kaygıları, dünyanın gerçekten bir ‘imtihan dünyası’ olduğunu unutturuyor insana! ‘Geçim’ ve ‘seçim’ dünyasında yaşayan insanın ilgi alanına girmiyor ‘imtihan dünyası’! O ‘imtihan dünyası’nın dışındadır. Dolayısıyla tercihlerini yaparken, ‘geçim’ ve ‘seçim’ dünyalarının kriterlerine bakacak ve tercihini o yönde kullanacaktır. Hangi dünyanın getirisi daha fazla olacak! Hangi dünya ona kısa zamanda kaç köşe döndürecek! ‘Geçim’ için ‘seçim dünyasını’ mı, yoksa ‘seçim’ için ‘geçim dünyasını’ mı seçmeli? Genel kaide olarak seçim dünyasında yaşayanlar, geçim dünyasının emekçilerine yüksek tepelere kurdukları şatolardan bakarlar… Şair ne güzel ifade ediyor: “Bu dünyamız bölüşülmüş./ Şurası haraç dünyası./ Şu taraf ellere düşmüş./ Şurası kapkaç dünyası./ Boz bulanık akar seller/ Balık tutar mahir eller/ Şurası canlı heykeller/ Şurası ağaç dünyası./ Böyle değil imiş önce/ Birleşip bozmuşlar bence./ Şurası içki, eğlence/ Şurası hep maç dünyası/ Boyunlarda çifte yular/ Biri çözer, biri dolar/ Şurası öksüz yavrular/ Şurası anaç dünyası.” Anaçlar dünyasında öksüz yavrular eksik olmayacak, ekeler acemi avlamaya devam edeceklerdir. Ama biz ‘imtihan dünyası’nda olduğumuzu unutmadan, Hakk’a kulluk görevimizi ifa ederek, 40
hakikatlerin peşinde koşmaya devam edeceğiz! ‘Seçim dünyası’ndan şuraya gelmek istiyorum. Anayasada, acaba tarihin tersinden yazılması hakkında bir kanun mu var? Birazcık düşünen, tarihe ilgi duyan her insanın kafasında, gönlünde cevapsız kalan sorular yumağı var! Tarih: 5 Aralık 1934: Kadınlara Seçme ve Seçilme Hakkının Verilişi. Atatürk tarafından Türk kadınına seçme ve seçilme hakkının dünyadaki pek çok gelişmiş ülkeden daha önce verildiğini iddia edenler; bu millete bu kuyruklu yalanı söylemeye niçin ihtiyaç duydunuz? Üstelik bunu bir hak olarak değil, bir lütufmuş gibi göstermenin gayreti içinde oldunuz hep! Bir efsane gibi anlattınız! Bir iftihar beratı gibi göğüslerinizde taşıdınız yıllarca! Mesele, gerçekten sizin dediğiniz gibi mi? Yoksa başlangıcı 2’nci Meşrutiyet yıllarına dayanan “Türk Kadınlar Birliği”nin vermiş olduğu 10 yıllık bir mücadelenin sonucu mudur?! Kadınlara seçme ve seçilme haklarının verilmesi meselesi, 1920-1930 yılları arsında, idarecileri ve kamuoyunu ziyadesiyle meşgul etmedi mi? İktidarların dikkatlerini bu meseleye çekebilmek için 2’nci Meşrutiyet’ten beri çok ciddi çalışmaların içinde ola Türk Kadınlar Birliği, Cumhuriyetin ilanından sonra da yönetimi sıkıştırıp durmakta fakat her seferinde yöneticiler tarafından atlatılmakta ve talepleri sürekli ertelenmektedir… Atatürk’e göre siyasi hak talebinde bulunan kadınlar, bunun karşılığında bir ‘bedel’ ödemelidirler!
“Türk kadınları… Milletin vatandaşlara tahmil ettiği (yüklediği) vazifelerin hiç birinden kendilerinin uzak bırakılamayacağını düşünmelidirler. Çünkü vazife icabı olmayan hak mevcut değildir.” (1 Şubat 1931) Ödemeleri gereken bu bedel de ‘zorunlu askerlik’tir! 30 Haziran 1933’de Ankara Hukuk Fakültesi’ndeki kız öğrenciler milletvekili olmak istediklerini söylediklerinde, biraz da kızgınlıkla sorar: “Niçin mebusluk istiyorsunuz da askerlik istemiyorsunuz?” Kasım 1934’te Ankara Kız Lisesi’ni ziyareti sırasında da kız öğrencilerin sıkıştırması üzerine “Mebus seçer ve mebus olursunuz; fakat aynı zamanda asker de olacaksınız.” demek zorunda kalır. Atatürk’e göre askerlik bir vatandaşın “en büyük vazifesi”dir. Kadınlar bu vazifeden kaçtıkları sürece yarım vatandaş olarak kalacaklardır. Yani kısaca Atatürk’ün formülü şudur: ‘Askerlik varsa, mebusluk var!’ Pazarlık bu formül üzerinden yürütülür… Nihayetinde kâğıt üzerinde de olsa, kadınlara da askerliği zorunlu kılan yasal değişiklikler yapılır, hatta bazı yerlerde kadınlar göstermelik olarak eğitime de çıkarılır. Anma günlerinizde, bütün bu hakikatleri yeni yetişen genç nesle niçin anlatmıyorsunuz? 1934 yılının sonlarında, Türk Kadınlar Birliği’nin Ankara Türk Ocağı şubesinde düzenlediği toplantının ardından TBMM’ye kadar yaptıkları izinsiz gösteri yürüyüşünden, attıkları sloganlardan niçin bahsetmezsiniz? 10 yıllık bir sivil direnişin ardından tabir-i caizse söke söke alınan bu hakkın karşılığında; Türk Kadınlar Birliği’nin artık görevini tamamladığı gerekçesiyle 18-24 Nisan 1935 tarihlerinde İstanbul’da düzenledikleri Uluslararası Kadınlar Birliği Kongresi’nden sonra, hükümetin emriyle kendi kendini feshetmek zorunda bırakıldığını da anlatsanıza! Anlatamazsınız! Yalanlarınız artık tiksinti veriyor! Genel seçimlerde kadınlara seçme ve seçilme hakkı veren ülkelerin yıllara göre sıralamasına bir bakalım mı? Hakikaten sizin söylediğiniz gibi mi? Aralık 2014 / 317
Yıl 1893 1902 1906 1913 1915 1917 1917 1917 1917 1917 1917 1931 1918 1918 1918 1918 1918 1918 1918 1918 1920 1920 1922 1924 1929 1930 1932 1932 1934 1934 1945 1945 1946 1946 1947 1948 1958 1970
Ülke Yeni Zelanda Avustralya Finlandiya Norveç İzlanda Estonya Hollanda Kanada Letonya Litvanya Sovyetler Birliği İspanya Almanya Avusturya Çekoslovakya İngiltere İsveç Lüksemburg Macaristan Polonya ABD Belçika İrlanda Moğolistan Ekvator G.Afrika (Beyazlar) Brezilya Tayland Küba TÜRKİYE Fransa İtalya Romanya Yugoslavya Bulgaristan Belçika Arnavutluk İsviçre
Siz; bu millete kendi tarihini, kendi kültürünü, kendi inancını hep buzlu camlar arkasından okutan zavallılar… Hiçbir hakikat gizli kalmıyor cihanda! Hem yalan söylüyorsunuz hem doğruluktan rahatsız oluyorsunuz! Hem su getirmiyor hem testiyi kırıyorsunuz! Hem dersinize çalışmıyor hem de herkesten şişmansınız! Hem askere gitmiyor hem ‘Mustafa Kemal’in askerleriyiz’ diye sokaklara dökülüyorsunuz! Askerin sokaklarda ne işi var! Yüzlerinizdeki o siyah ve kızıl maskeler sizin gerçek yüzünüzü gösteriyor. Utanmayı unutalı kaç yıl oldu sahi? Dişisi-erkeği fark etmez… Asker kaçakları n’olacak!
41
Tarih Koridoru erturanmehmet@hotmail.com
Mehmet Erturan
MEVDUDİ Alem Adamdır Ş
ehid Seyyid Kutub’un “Fî Zilali’l Kur‘ân” tefsirinde ‘Büyük Müslüman’ diyerek ismini andığı bir hayata dair iki bölümlük yazı dizisinin ikincisidir.
“Sadık bir şekilde küfre hizmet ettiğiniz ve faiz aldığınız halde kendinizi Müslüman sayıyorsunuz… İslam saatinin içine atmadığınız, İslam’a uygun olmayan tek bir vida bile kalmamış. Buna rağmen, kurduğunuz zaman saatin çalışmasını istiyorsunuz!” 42
K
onferanslara katılıyor, imana çağırıyordu. Rahman ve Rahim olanın adıyla başlıyor, Kahhar ism-i şerifiyle ikaz ve itiraz ediyordu. İnsanlara iyiliği emrediyor, onları kötülükten uzak tutabilmek için gece gündüz ümmet adına, hak rızasına ek mesaiye kalıyordu.
Bir müsteşrikin/ oryantalistin çalışmalarını artırabilmek için günde sadece altı saat uyuyup, geri kalan vakitlerde daha çok çalıştığını öğrenince, “Ben bir Müslüman olarak ondan daha fazla çalışmalı, daha az uyumalıyım!” diyerek yakınlarının uyarılarına rağmen günde beş saat uyumaya kendini alıştırdı. Ümmetin Uygarlık Düzeyini Koruyamazsak Geriye kalan on dokuz saatte cemaatin (Cemaat-i İslami) ve Müslümanların yardımına sabırla koştu. Tesellisini er kitapta buluyordu: “Sen öğüt verip hatırlat. Çünkü hatırlatmak mü’minlere fayda verir.” (Zariyat, 55) çağrısına kayıtsız kalamıyordu. O da herkes gibi ‘bildiğinin âlimi’ydi. Peygamber varisiydi. Anlatmak zorundaydı. Nasihat olmazsa, olmazdı. Bizim, Beşiktaş JK’nın kuruluş tarihi olarak bildiğimiz 1903 yılında ilk kez nefes aldı. Yaşamak için bu nefese
muhtaçtı. Yaşatmak içinse nefisle nefes nefese bir kavga içerisine girdi. Mücadele içinde yaşadı. Örnek oldu. Diklenmedi, dik durdu. İlhamları Kur’ânî ve nebevîydi. Dertlilere ilham olmayı ve almayı öğretti. “Eğer ümmetimizi diğer milletlerden ayıran uygarlık özelliklerini koruyamaz ve yeni yetişen nesillerimiz, örneğin, Amerikan uygarlığına kendilerini adapte edip, ona hayranlık besler ve İslami kalıptan başka bir kalıba bürünürse, işte o zaman bu toprak parçaları kesinlikle İslam toprakları olarak kalamayacak er ya da geç Amerikan toprakları haline dönüşecektir.” dedi. Fikrî ve Ahlakî Yenilgi Kalpleri Harap Eder Yaptığı benzetmelerle gaflete kement attı. Pansumanla yetinmedi; düşüncelerde ameliyat yaptı. Zihnî mukavemet ve üstünlüğe dikkat çekmeye çalışıyordu: “Müslümanlar, Batı’nın gücü karşısında siyasi ve askerî olarak hezimete uğramıştır. Ama bundan daha tehlikeli olan Batı felsefesi, ahlakı ve kültürü karşısında boyun eğmektir. Çünkü siyasi ve askerî yenilginin zararı maddi boyutu aşmaz; ama fikrî ve ahlaki yenilgi akılları, kalpleri, zihinleri ve düşünceleri harap eder.” diyordu. Donmuş inançları yumuşattı. Putlaşmış şahısları yıktı. Tevhid bayrağı altında tağuta karşı tavır aldı, inananları mücadeleye çağırdı. Onarmaya çalıştığı tek şey imandı. Kalpleri bir maden ocağına benzetirsek eğer orada bir maden işçisi gibi çalıştı. İman cevherini aradı. Göçükte kalmaktan korkmadı. Susadıkça belki de Kevser’i hatırladı, Kevser’in başında duran mübareği –sallallahu aleyhi ve selem- andı. İman bir aksiyon olup hayatı kuşatmalıydı. Evdeki adamlardan dışarıdaki adımlara kadar yansımalıydı. Soluklardan sokaklara kadar ulaşmalıydı.
Aralık 2014 / 317
Namaz, Değiştirme Gücünü mü Kaybetti? “Namaz, insan hayatını değiştirme gücünü kaybetti mi?” sorusuna, duvarlarda asılı duran saati örnek gösterdi; “Duvardaki saate bakın; birbirine bağlanmış pek çok küçük parçası vardır. Eğer gerektiği şekilde kurmazsanız ya durur ya da zamanı yanlış gösterir. Bazı parçalarını çıkarmanız veya onları bir dikiş makinesinin parçalarıyla değiştirmeniz hiçbir işe yaramaz; bu defa ne zamanı gösterir, ne de dikiş diker. Eğer saatin bütün parçalarını içine atar fakat bağlantılarını sağlamazsanız kurduğunuz halde hiçbir parçası çalışmaz. İslam’ın da bu saat gibi olduğunu farz edin… İslam Saatinin İçine Atmadığınız Vida Kalmamış Ahlaki değerler ve inançlar; günlük yaşamdaki kurallar; Allah’ın, kulların ve bu dünyada gözünüzle görebildiğiniz her şeyin hakları; para kazanmanın ve harcamanın kuralları; savaş ve barış kanunları, devlet düzeni ilkeleri ve devlete itaatin sınırları, bütün bunlar İslam’ın parçalarıdır. Fakat siz şimdi, saatin pek çok parçasını çıkararak yerine aklınıza gelen her şeyi yerleştirdiniz. Bir dikiş makinesinden, belki de bir fabrikadan ya da bir araba motorundan aldığınız yedek parçalara varıncaya kadar… Sadık bir şekilde küfre hizmet ettiğiniz ve faiz aldığınız halde kendinizi Müslüman sayıyorsunuz… İslam saatinin içine atmadığınız, İslam’a uygun olmayan tek bir vida bile kalmamış. Buna rağmen, kurduğunuz zaman saatin çalışmasını istiyorsunuz!” Merhum Mevdudi ‘yaptıklarıyla yaşayan’ ihtiyarlardan değildi. ‘Yapacaklarıyla yaşayan’ gençlerdendi. Mevdudi’yi okuyan her yaştan insana da bu yakışır; yaptıklarıyla değil, yapacaklarıyla yaşamak! 43
Söz Meydani ibrahim.ciftci@ilkadimdergisi.net
. Ibrahim Çiftçi
M
üslümanların diğer insanlarla bireysel veya sosyal ilişkilerini ortaya koyan münasebetlerin nasıl olması gerektiğini belirten nice eserler yazılmıştır. ‘Davet’ ve ‘tebliğ’ kelimelerini esas alan bu eserleri okurken onaylayan baş eğişlerimiz ve bazen de “Tabi ya, böyle yapılmalıydı.” şeklindeki serzenişlerimiz dikkat çeker. Tesadüfî ya da planlı oturumlarımızda da bu kitaplardan -ismini vererek- alıntılar aktarmak çok hoşa gider. Aktarıcı böyle yaparken bu vasıfların kendisinde var olduğunu kabullenmiş gibidir. Haliyle aktarıcı kendisinde var olduğunu kabullendiği bu bilgileri anlatmayı önemli bir görev addeder. Bu çerçevede yapılan anlatım ve aktarmaların, toplantıların devamlısı olan Müslümanların çıkmazı, ‘teori’de kalmalarıdır. Hâlbuki İslam bir teori değildir. Müslümanın işi, gücü teori aktarmak ya da üretmek de değildir. İslam hayat değil midir? Kur’an hayatın kendisi, düzenleyicisi değil midir? Sorulara herkes evet diyorsa -ki öyledir- o zaman hani pratiğimiz diye sormalıyız kendimize. Peyami Safa, ‘Biz İnsanlar’ında milliyetçi ve sosyalist iki kahramanını tartıştırır. Tartışmayı kazanan milliyetçi olur tabi. Ama sosyalist bir söz söyler
44
ki kaybetse de galip odur: “Ben eylem adamıyım, inandıklarımı hemen eyleme dönüştürürüm, fikirlerin kendisiyle pek meşgul olmam. Tartışmak bu yönden anlamsızdır.” Aslında Müslümanın da işi bu olmalıdır. İnandığını, bildiğini, öğrendiğini yaşamak. Pratiği olanın teori tartışması yapılmaz, üzerinde konuşulmaz. Zamanımıza kadar yaşanmış bir İslam var, bir pratik var. Biz onu yaşamalıyız. Aksi takdirde teorinin içinde gömülür kalırız. Galiba kaldık da... Söz şöyle: “Akıllı düşünene kadar, deli oğlunu evlendirmiş.” Bağdat ilk dünya savaşı sonrası işgal edilmiştir. Yeni atanan İngiliz vali sabah ezan seslerini duyunca kıyam korkusundan büyük bir telaşla yataktan fırlar ve “Bu ne?” diye sorar. Yaver “Ezan” der. “Niçin okunur?” sorusuna yaver, “Müslümanları namaza çağırır. Şimdi de sabah namazına çağırıyor.” diye cevap verir. Vali “Peki camiye namaza gidenlerin bize bir zararı var mı?” der. Yaver de “Yok efendim. Camiye gider, namazı kılar, evlerine kuzu kuzu dönerler.” der. Vali de “Ha anladım. O zaman istedikleri kadar ezan okusunlar, namaz kılsınlar hatta teşvik edin daha çok kılsınlar.” cevabını verir. Kıyama dönüşmeyen ezanın, namazın, ibadetin teşvik edildiğini unutmamalıyız. Rahmetli
Erbakan Hoca’nın dediği gibi “Düşünmek serbest, örgütlenmek yasak. Kümeste düşün ama dışarı çıkma. İşte fikir hürriyeti.” Aradan geçen zamanlar düşünceyi de örgütlenmeyi de serbest bıraktı. Hatta eylemi de yasak olmaktan çıkardı. Ama yasak kendimizde başladı şimdi de. Müslümanlar inandıklarını eyleme dönüştürmek, eylemlerini hayata hâkim kılmak gibi bir gayretin içinde olmanın ötesindeler. Radyo, TV kanallarında, gazete sayfalarında hep konuşan ve teori üreten insanlar, Müslümanlar. Konuşuyorlar, yazıyorlar. Ömür, düşünce aktarımı ile geçiyor. Yola nefis ve benliği öldürmek için gireriz; benimiz artar, nefsimiz büyür. “Müslüman şöyle olmalı…” der, vakıf ve dernekler kurarsınız ama buralar dört kişinin birbirini ağırladığı yerler olur. Makam ve mevkii fani, önemsiz denir, bunlar için birbirinin en ağır gıybetini yapmak hatta iftira atmaktan çekinilmez. “Müslüman zengin olmalı, çünkü...” deriz. Ama parayı, malı Allah yolunda kul etmek yerine, paraya kul olur ve kendimize de kullar ararız. Görülen o ki “-meli, malı” gereklilik ekiyle kurduğumuz teori cümleleri pek işe yaramıyor hatta pratiği tersten işliyor. Güzel ve iyi işler de olsa teori bizi çok meşgul etmemelidir. İnancımızın bir eylem olduğunu hiç ama hiç unutmamalıyız. Örneğin “nikâh, talak, miras, faiz, gıybet, iftira...” hususları sadece sohbet konusu olması ve konuşulması için değil yaşanması için vardır. Yapılması veya yapılmaması için emirdir bunlar. Öyleyse planlı veya plansız sohbet toplantılarında teorilerden, tartışmalardan uzaklaşıp kendi kendimize “Ben hangi pratiğin içindeyim?” sorusunu sormalıyız. Herkes biliyor ki şu anda Müslümanların çoğunluğu bilgiye, sohbete doymuş durumdadır. Kaldı ki İslami bilgi kaynakları da isteyene çok yakındır. “Bilmiyorum” sözü biraz mazide kaldı. Bu durumda, bilginin eyleme dönüşmesi yani yaşanması meselesi aşılmalıdır. Sahabe -Allah onlardan razı olsun- her duydu-
ğu ayeti, hadisi hemen uyguladı da ondan ‘yıldız’ oldu. İçki, tesettür, cihad... ayetleri hemen uygulanırken bize örnek oldular. Yoksa tatlı tatlı hikâye anlatılsın diye değil. Müslüman, eylem adamıdır. İslam’ı çağa, tüm çağlara hâkim kılmak tek gayesi ve nihai hedefidir. İnandıklarını yaşamaktan, başkalarının ayıbını görmeye fırsatı kalmaz. Gıybet ve iftiraya da zamanı olmaz. Selam ve dua ile... Selam bir eylemdir selamete ulaştırırsa. Dua bir eylemdir ama kul üstüne düşeni yaptıktan sonra.
GECEYE SENFONİ Geceyi seviyorum… Ruhuma verdiği dinginliği Başımı yastığa koyduğumda Karanlığın beni çok uzaklara götürmesini Seviyorum. Yıldızların arasında dolaşmayı Seviyorum… Birinden ötekine koşmayı En utangaç olanıyla tanışmayı Kimsesiz, yapayalnız, gözlerime bakan Yıldızla konuşmayı Seviyorum. Dolunayın aydınlattığı gökyüzünü Seviyorum… Bulutların hikâyesini dinlemeyi Gözlerimi kapattığımda, Kirpiklerime değen rüzgârı Gürleyince, göğün zikrini Ve beş vakit kalbime huzur salan sesi Seviyorum Rabbim ben; Bana seni hatırlatan her şeyi Seviyorum… Büşra Işıkhan
Şiir dâhil her türlü çalışmanızı “Kültür ve Sanat Sayfası” olan “SÖZ MEYDANI” na elektronik veya klasik posta yoluyla gönderebilirsiniz. Aralık 2014 / 317
45
. Imbik
nuri.ercan@ilkadimdergisi.net
Nuri Ercan
Bir Başka Açıdan YENi TÜRKiYE
“
Yeni Türkiye” kulaklarımızdan beynimize ulaştığında pozitif etki ilka eden güzel bir terkip. Dimağımızdaki yansımaları yüksek beklentiler üretiyor. Her duyduğumuzda hayal dünyamız canlandıkça, canlanıyor. Üstelik estetik değeri yüksek, hem nefsimize hem ma‘şeri vicdanımıza hitap eden anlamlar barındırıyor. Hele hele, resmi tarihimizin inanç belirsizlikleri göz önünde tutulursa, bu sözcükleri hafızamıza altın yaldızlarla kazıma isteği reddedilemeyecek hale geliyor. Yeni Türkiye... Son dönemlerde yöneticilerimizin bir hedef olarak lanse ettikleri bu iki kelime eminim sizleri de heyecanlandırıyordur. Yeni ve Türkiye... Ne kadar güzel! Öncelikle hasretini çektiğimiz inanç hürriyetinin yerleşebileceği beklentisini depreştiriyor. Dahası bu terkip, aynı zamanda bir dönüşümün habercisi olma özelliğini barındırmaktadır. “Yeni Türkiye” kavramı milleti köklerinden koparma hamlesinin, Müslümanlığı tepetaklak edeceği tehlikesi tezahür etmeye başladığından itibaren inanan insanların tehlikenin bertaraf edilmesi taleplerine imkân vermesi bakımından da son derece önemli bir açılım olabilecek inancını kuvvet-
46
lendirmektedir. Ne var ki, olay bu kadar basit değil. Son dönemlerde kişisel gelişimcilerin taarruzları neticesinde zihnimizi kuşatan “yeni” algısı kavramın neleri ihtiva ettiğini sorgulamamızı engellemektedir. Yeninin ne olduğuna bakmadan toplumsal ve kişisel özlemlerimizi bu kavramın içeriğine dâhil etmekteyiz. Böylece yenilikten kimin ne kastettiği yüksek sesle dillendirilmeden, sadece yöneticilerin kastettiği “Yeni Türkiye” zımnen ittifak edilen bir algıya dönüşmüştür. Sivil toplum örgütleri ve medeniyet oluşturma potansiyeli taşıması gereken İslami kurumlar da henüz iktidardan bağımsız fikir üretme ameliyesine sarılmadıklarından “Yeni Türkiye”ye herhangi bir katkı sağlayamıyorlar. Peki, iktidarın hedeflediği “Yeni Türkiye” neleri kapsamaktadır? Bizce, öncelikle maddi kalkınma, refah seviyesinin yükseltilmesi, ileri teknoloji, sonra manevi kalkınmayla birlikte biraz medeniyet palazlanması, “Yeni Türkiye”’ projesinin ana maddelerini oluşturmaktadır. Maddi hedeflerin ilk sıralarda yer alması gayet doğaldır. Bir iktidar maddi hedefler koymadan yönetime talip olamaz. Yoksa dünyaya uyuşturucu pazarlarken Allah’ı zikretmekten geri durmayan dindarlar yetiştirmiş olursunuz.
Bu tespitlerden sonra “Yeni Türkiye”yi dillendirmeye başlayan iktidar çevrelerinin, yönettikleri insanlardan fikren daha önde olduklarını teslim etmek durumundayız. Buna hem şükretmeli hem üzülmeliyiz. Şükretmeliyiz; çünkü yönettiği halkın düşüncelerini de yönlendirebilecek bir birikime sahip yönetenlerimiz var. Üzülmeliyiz; çünkü hazırladıkları projeyi uygulayacakları yoldaşları artık eski yoldaşlar değildir. İyi niyetlerle kurduğumuz vakıfların ekseriyeti, vakıf olmanın olmazsa olmaz şartlarını taşıyamaz bir şekle bürünmektedir. İktidar olgusu “vakıf insanı”, yerine “iktidar çocukları” türetmektedir. Bu sonucun tek sebebi yönetenler değildir elbette. Edilgenliğe alışmış dindar kesimin iktidardan ne anlaması gerektiğini bir türlü hesap edemeyişi en önemli sebeplerdendir. Son yüzyılın en büyük tehlikelerinden olan cahillik ve bireyselliği engelleyemezseniz iktidardakilerin inançları ve güzel ahlak sahibi olmaları da toplumu dönüştürmeye yetmeyecektir. İktidarın geniş bir güç yelpazesi oluşturması kişileri, hırslarını tatmin etme yolları dururken toplumu dönüştürme hedeflerinden alıkoyacaktır. Bu durumda “Yeni Türkiye” talebinde hedefler farklılaşacak ve zaman zaman birbiri ile çatışacak ve kimi değerler yok olmaya mahkûm olacaktır. Temel İslami eğitimin irfansız, hikmet içermeden ve tabiri caizse kuru bir nitelik taşıması dindar insanları bile maddeye ve konfora karşı dayanıksız hale getirmektedir. Oluşturulan sivil toplum örgütlerinin kısa sürede makam, mevki hırsları için araç edinilen kurumlara dönüştürülmesi, irfan geleneğinin ocağına kibrit suyu döktüğümüzün bir göstergesidir. Bir zamanlar aynı çeşmeden farklı taslarla su içen toplulukların, şimdi aynı partiye oy vermekten başka ortak yönleri nerdeyse kalmamıştır. Nimetlerin bolluğu, dünyevileşme ve ferdi sıçrama hamleleri dava bilincini yok etmiş güruhlar yetiştirmektedir. Kimi dindar topluluklar da kendi ce-
Aralık 2014 / 317
maatleri için taraftarlık duygusu ile hareket etmeyi tercih ettiklerinden yine aynı eleştiriye muhatap olmaktan kurtulamamaktadırlar. Bu güruhların “Yeni Türkiye”si iktidar çevrelerinin kastettikleri ile uyuşmamaktadır. Toplumun dünyevi hevesler uğruna ayrışma sürecine girmeye başlaması beklentilerin zenginleşmesi ve farklılaşmasına neden olmaktadır. Bugün, hazıra konmayı tercih eden ve külfete talip olmak istemeyen okumuş bir kesimden söz etmemiz mümkündür. Her şeyi iktidardan bekleme anlayışı maalesef böyle bir topluluğun neşet etmesine çanak tutmaktadır. Ben buna, idealizmin ölmesi diyeyim; siz şuursuzlaşma deyiniz. Böyle bir kesimin türemiş olması aynı zamanda, meseleleri mesele edinmeyen, gamsız ve tasasız bir nesil ile karşı karşıya olacağımız anlamına gelmektedir. “Yeni Türkiye” idealini olumsuz etkileyecek olgulardan birisi de taşıyıcı kişiliklerin artık yetişmiyor olmasıdır. Evet, o kadar ilahiyatçıya rağmen, tam anlamıyla dini gelecek nesillere nakledecek kişilikler konusunda kaht-ı rical söz konusu olmaya başlamıştır. Bu durum, son dönemde yetişen nadir mütefekkirlerimizden Yusuf Kaplan’ın da yazılarında önemle vurguladığı gibi oldukça tehlikeli bir durumdur. Onun tabiri ile bu gün elli yaşında olanlar görevlerini yapmazlarsa, yakın bir gelecekte Türkiye’de İslam’dan bahsetmek mümkün olmayacaktır. Yeni Türkiye idealini seslendirenlerin hızlarının yüksek olması yönetenler üzerinde pasifleştirici bir etki bırakmaktadır. Radikal bir zihin devrimi gerçekleştirmedikçe bu sonuç yadırganmamalıdır. Lakin bin küsur yıldır beslendiği kaynakları belli olan bir milletin iktidar sarhoşluğuna kapılarak fikrî bir donukluk içine girmesi, yönetenlerin gerçekleştirmek isteyecekleri ideallerin içini dolduramamaları neticesini doğuracaktır. Elzem olan, milletin uyanmasıdır. Yeni Türkiye o zaman anlam kazanır. Size sorayım, fikren Ashab-ı Kehf’e dönüşme ihtimali artmaya başlayan bir toplulukla hangi “Yeni Türkiye”den bahsedilebilir!
47
Düsünce Ufkumuz. Atilla Degirmenci atilla.degirmenci@ilkadimdergisi.net
Y
Ahiret Yatırımı: SEVAP
eryüzüne kulluk imtihanı için geldiğini bilen ve üzerine düşen sorumlulukları yerine getirebilmek için çaba gösteren Müslümanların bulunduğu ortamlarda en çok dile gelen kavramlarımızdan biri de sevaptır herhalde. Müslümanların hayat anlamında motive edilmesi, ibadetlerde gevşekliğe düşülmemesi, ilahî lütuflara mazhar kılınması, ahiret sıkıntılarından uzaklaşılması manalarına gelecek şekilde kullandığımız sevap kavramına; “Ne demektir? Nerede karşımıza çıkacaktır? Bu dünya için sevaptan bahsedilebilir mi? Hangi davranışlarımızdan sevap beklemeliyiz?” sorularıyla ufkumuzda yön verelim. Sevap kelimesi kulağımızda her yankı bulduğunda aklımızda oluşan ilk algı ‘iyi hareketler ve davranışlardır.’ Oluşan iyilik algısı bize, toplumumuza, yaşadığımız zamana veya toplumun sosyal ihtiyaçlarına göre oluşmamalıdır. Algımızdaki iyilik Allah Teâlâ’nın ‘yapın, güzeldir’ dediği her türlü davranış ve hareketler çerçevesinde oluşmalıdır. Bu yaklaşımla ancak sevabın faydası olacaktır. Bu anlam perspektifinden sevap -Kur’an ifadesiyle‘salih amel’ olarak değerlendirilir. Sevap, aslına dönecek olan her şey için de kullanılmıştır. Kâinatta olan her şey -insan ve insanın davranışları dâhil- bir gün Allah’a dönecektir. Çünkü ‘aqıbet-ül umûr/ işlerin sonu’ ancak Allah’adır. Her şey O’na dönmüş olacak ve her şey O’nun tarafından değerlendirilecektir. Yaptığımız hareketlerin ve sergilediğimiz davranışların karşılığını ancak Allah verecektir. Hareketlerimiz ve davranışlarımız Allah Teâlâ’nın doğru dedikleriyle uyuşursa artı (+), uyuşmazsa eksi (-) hanelerimize işlenecektir. Bu yönden sevap dünya hayatının tam olarak karşılı-
48
ğıdır. Öyleyse Allah Teâlâ’nın övdüğü işlere/ davranışlara yönelmemizde fayda var. Sevap, mizanda amellerimiz tartılırken yüzümüzü güldürecek ve ağırlığıyla cennete doğru yolculuğumuzu başlatacak olan iyiliklerimizdir. Sevabın ağırlığı ise sevabı işlerken oluşan niyetimiz ve samimiyetimizle doğru orantılıdır. Sevap, bu dünya hayatının geçici lezzetlerine kendini kaptırmayacak kadar bilinçli ve Allah’a iman edenler için ahiretle alakalı bir kavramdır. Bu insan modelleri için dünya hayatı gayret/ iş/ eylem diyarı, ahiret ise -inşallahsonsuz huzur diyarı. Ahirete olan imanımız dünyada yaşadığımız sürece iyiliklere yönelmemizi ister. Karşılığını sevap olarak alacağımızı ifade ettiğimiz iyilikler sadece kıldığımız namazdan, tuttuğumuz oruçtan, verdiğimiz sadakadan, kestiğimiz kurbandan, çektiğimiz tesbihten mi ibaret? Güven hissinin olabildiğince zedelendiği şu toplumda insanlarda güveni yeniden tesis etmek için yaptıklarımız, bir kardeşimizin sıkıntısını gidermek için rahatımızdan verdiğimiz tavizler, gençlerin ilim tahsilini kolaylaştırmak için yapılanlar, kâfirlerin üzerimizdeki oyunlarını çözmek için yaptığımız çalışmalar ve bu çalışmaları insanlara duyurmak sevap değil midir? Müslümanlara duyduğumuz muhabbetten, kötülüğü engellemek için elimizi taşın altına koyduğumuzdan, hayatımızda itidali bulmak için gösterdiğimiz gayretten, verdiğimiz sözlere sadık kalmaktan, İslamî çalışmalara verdiğimiz destekten, başımıza gelen sıkıntılara sabretmekten, kültür emperyalizmini ortadan kaldırmak için televizyonları kapatmaktan sevap alamayacağımızı mı zannediyoruz? Ne kadar da boş bir zan.
İlkadım Dergisinden Okuyucularına Hediye...
İ N E Y • Büyük boy • 320 sayfa İlkadım Dergisi yazarlarından Mustafa Yayla’nın kaleminden bu değerli eser, İlkadım Dergisi abonelerine hediye...
• Dua adabı, tesbih ve zikirler ve bunları okumanın faziletleri • Belirli zamanlarda ve günlük olarak okunacak dualar • Namaz içinde okunacak tesbih ve dualar • Allah’ın güzel isimleri/el-Esmaü’l Hüsna • Kur’an-ı Kerim’de ismi geçen peygamberlerin dilinden örnek dualar • Kur’an-ı Kerim’de geçen örnek şahsiyetlerin duaları • Hazreti Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimizin, en çok yapmış olduğu dualardan örnekler • Kur’an-ı Kerim’den örnek dualar BİLGİ ve İRTİBAT İÇİN: Tel:(0384) 213 65 43- 0 505 808 35 87
Okuyun, Okutun, Abone olun...