KASIM 2012 • SAYI 292 • 7 TL (KDVD)
• Kalbi Korumak - Nureddin Soyak • Mü’minlerin Kanayan Yarası: TAASSUP Yard. Doç. Dr. İlhami Nalçacıoğlu • Tarafımız Haktan Yana Olmalıydı A. Baki Öncel • Günler Sırayladır Rauf Denizler
HİZMET ADABI • Nefislerinizi Öldürün/Nureddin Soyak • Ortadoğu Halklarının Devrim Mücadelesi ve Suriye Direnişi Üzerine Ahmet Varol’la Söyleşi • İnanıyoruz Üstünüz - Mükremin Çelik
ilkadım
Aylık Düşünce ve Kültür Dergisi
KASIM 2012 YIL 21 SAYI 292 Fiyatı: 7 TL KDV D
Sahibi İhya Yayıncılık Tic. ve San. Ltd. Şti. Adına İsmail Varır ismail.varir@ilkadimdergisi.net Genel Yayın Yönetmeni Yard.Doç.Dr. İlhami Nalçacıoğlu i.nalcacioglu@ilkadimdergisi.net Sorumlu Yazı İşleri Müd. İsmail Varır Yayın Kurulu Nureddin Soyak Yrd. Doç. Dr. İlhami Nalçacıoğlu A.Baki Öncel Ahmet Belada Erkan Özdemir İbrahim Çiftçi İsmail Varır Metin Başbuğ Rauf Denizler Süleyman Konak Kapak ve Sayfa Düzeni İlkadım Grafik Reklam ve Abone Sorumlusu Cep: 0535 251 41 07 - 0505 808 35 87 abone@ilkadimdergisi.net Baskı Cihan Ofset (0352) 322 02 00 Merkez Kasaplar Çarşısı No: 2 Nevşehir Tel :0384 213 65 43 • Gsm:0505 808 35 87 PK. 75 Nevşehir İrtibat Kayseri:0352 221 38 35 • 0535 251 41 07 Konya :0506 681 23 27 www.ilkadimdergisi.net e-mail: ilkadim@ilkadimdergisi.net Abone Şartları Yurtiçi Yıllık : 80 TL Yurtdışı Yıllık : 40 Euro - 50 $ Abonelik İçin: 0505 808 35 87 Yurtiçinden: Posta Çeki: İhya Yayıncılık 693721 Banka Hesap No: KUVEYT TÜRK KATILIM BANKASI IBAN:TR420020500000785462200001 Yurtdışından: SWIFT KODU:TEBUTRIS170 TR720003200017000000045693 Bu dergi Basın Meslek İlkeleri’ne uymayı taahhüt eder. Yazıların ve ilanların sorumluluğu yazı ve ilan sahiplerine aittir. Gönderilen yazı, resim veya karikatür yayınlansın ya da yayınlanmasın iade edilmez. Dergide olabilecek hataların bildirilmesi rica olunur. Cevap hakkı doğurabilecek yayın için cevap hakkı saklıdır. Yazılar, isim belirtilerek iktibas edilebilir.
ilkadım’dan...
KASIM 2012 • SAYI 292 • 7 TL (KDVD)
editor@ilkadimdergisi.net
Kıymetli Okuyucu, Kasım sayımız ile bizleri tekrar buluşturan Rabbimize hamdediyoruz. Derdimiz, -olması gerektiği gibiümmetin yani kardeşlerimizin derdi.
• Kalbi Korumak - Nureddin Soyak • Mü’minlerin Kanayan Yarası: TAASSUP Yard. Doç. Dr. İlhami Nalçacıoğlu • Tarafımız Haktan Yana Olmalıydı A. Baki Öncel • Günler Sırayladır Rauf Denizler
HİZMET ADABI • Nefislerinizi Öldürün/Nureddin Soyak • Ortadoğu Halklarının Devrim Mücadelesi ve Suriye Direnişi Üzerine Ahmet Varol’la Söyleşi • İnanıyoruz Üstünüz - Mükremin Çelik
Dünya üzerindeki Müslüman kardeşlerimizin çektikleri zulümler, açlık ve diğer sıkıntılar yüreğimizi yaralıyor. Bu sorumluluk duygusu kapak konumuzun bu sayıda da bu doğrultuda olmasına yol açtı. İlhami Nalçacıoğlu hocamız ümmetin bu halinin ana sebeplerinden biri olan “taassup” konusunu mezhepler bağlamında inceliyor, taasuba yol açan nedenleri izah ediyor. İnanıyoruz ki sebepler bilinirse, irade ve niyet de varsa yok olması gereken bu sorun kendiliğinden ortadan kalkacaktır. Ahmet Varol beyefendi ile Suriye ve Ortadoğu başta olmak üzere Müslümanların bugünü ve gelecekleri üzerine yapılan mülakat yine kapak dosyamız içerisinde yer alıyor. A. Baki Öncel hocamız da yazısında “Tarafımız Haktan Yana Olmalıydı” diyor ve “adil, mazlumdan yana, hakkın hâkimiyeti için yardan candan, maldan geçecek kısacası bedel ödeyecek kıvama gelinmeli ki, ümmet rahata ersin, eski ihtişamına kavuşsun.” tespitinde bulunuyor. Rauf Denizler hocamız da ümitvar üslubu ile “O günler ki, biz onları insanlar arasında döndürür dururuz.” (Ali İmran, 140) ayeti üzerinden “Müslümanların atacağı doğru adımlar dünyaya yeniden adalet getirecektir. Çünkü “insanlar arasında günler sırayladır.” diyor. Bu coğrafyada ümmetin bundan önceki siyasi birliği 16. yüzyılın ilk çeyreğinde sağlanmıştı. Yavuz Sultan Selim Hazretleri iktidara gelince öncelikle İran destekli ve Anadolu’da isyan çıkararak bugünküne benzer terör eylemleri ve katliamlara sebep olan mezhepsel fitneyi ortadan kaldırdı. O bölgedeki Sünnî Müslüman âlimleri görevlendirerek bölgedeki Kürt aşiretlerini İslam kardeşliği çerçevesinde birleştirdi, sonra da Suriye’de ve Ortadoğu’da kargaşa çıkaran müfsidleri hizaya getirdi. Hilafet müessesesini de güçlendirerek layık olduğu konuma getirdi. O koca sultan “derdini” şöyle dillendirmişti: “Milletimde ihtilâf ü tefrika endişesi Kûşe-i kabrimde hatta bî karar eyler beni; İttihadken savlet-i a’dayı def’a çaremiz, İttihad etmezse millet, dağdâr eyler beni” İslam dünyası şimdi de bir Yavuz Selim aramaktadır. Selam ve dua ile…
6 Mü’minlerin Kanayan Yarası: TAASSUP
İçindekiler İLKADIM’DAN /1 BAŞYAZI Kalbi Korumak/3 Nureddin Soyak KAPAK Mü’minlerin Kanayan Yarası: TAASSUP/6 Yard. Doç. Dr. İlhami Nalçacıoğlu Tarafımız Haktan Yana Olmalıydı/9
9
A. Baki Öncel
Tarafımız Haktan Yana Olmalıydı
Ortadoğu Halklarının Devrim Mücadelesi ve Suriye Direnişi Üzerine
Günler Sırayladır/13 Rauf Denizler Ahmet Varol’la Söyleşi/16 HİZMET ADABI Nefislerinizi Öldürün!/24 Nureddin Soyak KAPAK İnanıyoruz Üstünüz/26 Mükremin Çelik EĞİTİM
16 Ortadoğu Halklarının Devrim Mücadelesi ve Suriye Direnişi Üzerine Ahmet Varol’la Söyleşi
Akıl ve değer Hastalığı: TAASSUB/28 Ebubekir Sıddık Yaşlı KİTAPLIK Maneviyat Dünyamızda İz Bırakanlar & Vehbi Vakkasoğlu/31 M.Seçuk Özdoğan KUR’AN İKLİMİ Örnek Aile/32 Selim Armağan HADİS İKLİMİ Çok Yemenin Afeti, Az Yemenin Rahmeti/34 Ahmet Ağmanvermez FIKIH
26 İnanıyoruz Üstünüz
Din ve namus nasıl korunur?/36 Mehmet Şentürk TASAVVUF Hakiki Mü’min/37 Cemil Usta TARİHE YÖN VERENLER Abdullah Bin Mübarek/38 Ahmet Belada LA HAVLE Dinsizlik Meziyet midir, Eziyet midir?/40 Abdullah Gülcemal SÖZ MEYDANI
48
Müellim mi Muallim mi?/42
10 Kasım’da Bir Serdengeçti Vefat Etti
Söyleşi (Hayâllerin Câzibesi)/44
İbrahim Çiftçi TEFEKKÜR EKSENİ İdris Arpat İMBİK Okumak/46 Nuri Ercan GENÇ BAKIŞ 10 Kasım’da Bir Serdengeçti Vefat Etti/48 Mehmet Erturan
2
DERGiSi
Başyazı nureddin.soyak@ilkadimdergisi.net
KALBİ KORUMAK
K
ulun dünyevî ve uhrevî bütün sıkıntılarının temelinde Rabbinden gafil olmak, onu unutmak vardır. Rabbini unutan ondan uzaklaşır, kötülüklere yaklaşır. Rabbini unutmayan ona yaklaşır, kötülüklerden uzaklaşır. Rabbimiz: “Rabbini unuttuğun zaman onu hemen an!” (Kehf, 24) buyurmaktadır. Rabbinin her an kendisi ile beraber olduğuna, görüp gözettiğine, yaptıklarından hesaba çekeceğine samimi olarak inanan kul, Rabbinden gafil olmaz. Rabbinden gafil olmayan kul da O’na asi olmaz. Emir ve yasaklarına itaat eder. Harama düştüğünde de derhal tövbe eder, haramlarda ısrar etmez. Rabbimiz: “Ey mü’minler, hep birlikte tövbe ediniz ki kurtuluşa eresiniz.” (Nur, 31) buyurmaktadır. Kulunu en iyi bilen Rab Teâlâ,
kul ne kadar muttakî olursa olsun zaman zaman hata edeceğini bildiği için, tövbe kapısını kullarına sürekli açık tutmuştur. İlahî ve nebevî haberlerde, Rabbin kulun tövbesinden memnun olduğu, günahtan tövbe edenin günahı işlememiş gibi kabul edildiği bildirilmektedir. Gaflet günaha sevk ederken, iman tövbeye yöneltmektedir. İman nuru kalbi aydınlatınca, haram kirleri açığa çıkar, kişi bu kirlerden arınmaya gayret eder. Haramlardan rahatsız olmayan kalp, görme hasletini kaybetmiş göz gibidir, kiri pası görmez. Görmeyince de rahatsız olmaz. Samimi olarak haramlardan kurtulma isteği, işlediği günahları terk etmek, geçmiş günahlarına pişmanlık, gelecekte ise asla günah işlememeye karar vermektir. İnsanların günah işlememesi mümkün değildir. Günah işleyenlerin en akıllısı ise günahlarına tövbe edendir.
Âdem -aleyhisselam-’dan beri insanlar, günah işleyerek nefislerine zulmetmişlerdir. Nefislerine zulmedenlerin bir kısmı bunun farkına varmış ve tövbe ederek Rablerine yalvarmış, O da onları bağışlamıştır. Diğer bir kısmı ise, Allah celleye isyan etmekle nefislerine zulmetmiş ve bunun farkına varmamış, Rablerine kavuşuncaya kadar da nefislerine zulmetmeye devam etmişleridir. İlahî ve nebevî öğreti, insanı sürekli hayırda yarışmaya teşvik etmiştir. İnanan insan, az veya çok, hızlı veya yavaş ama sürekli hayırda yarışa devam etmelidir, çünkü yarıştan kopan hayır işlerden de kopmuş olur. İki günü eşit olan ise ziyana uğramıştır. Hata ve kusurlarına tövbe eden Müslüman, bir taraftan da iman, ibadet ve ahlakını güzelleştirmeye çalışmalı, ilim ve irfan yolunda ilerlemelidir. Hatalarda ısrar etmek iblisin yoKASIM 2012 / 292
3
ludur, çünkü iblis günahlarına tövbe etmemiş, onları savunmuştur. Âdem -aleyhisselam-’a secde etmeyiş sebebi olarak da kendinin ondan üstün olduğunu ileri sürmüştür. Günahlarda ısrar, kalbi manen hastalandırır. Kalbin manen hastalığı, maddî hastalığından daha şiddetli ve korkunçtur. Kalbin maddî hastalıklarından tedavi edilmeyişi, onun madden ölümüne sebep olurken, kalbin manevî hastalıklarından tedavi edilmeyişi, kalpteki imanı öldürür. Kalbi manen hasta olan kişi genellikle bunu farkında olmaz. Başkası söylediği zaman da, çoğunlukla kabul etmez. Maddî ve manevî hastalıklar tedavi edilmeyince gittikçe artar, kronikleşir, belki de tedavisi imkânsız hale gelir.
zalimlerdir.” (Nur 50) buyurmaktadır. Kalp hastalığı öyle bir hastalıktır ki Allah -celle celaluhu- ve Rasulü konusunda bile tereddütler ve güvensizlikler oluşturabilir. Dünkü hastalar, Allah ve Rasulünün kendilerini aldattıklarını açıkça söylüyorlardı, bugünkü hastalar bunu dilleriyle söylemiyorlar fakat amelleriyle söylüyorlar, itaatsizlikleriyle söylüyorlar, hayata bakışları, hayattan bekleyişleriyle söylüyorlar, aşırı çıkarcılıkları, aşırı dünya muhabbetleri ile söylüyorlar.
Müslüman, kalbine çok itina göstermeli, Allah ve Rasulünün, samimi mü’min kardeşlerinin, ikaz ve uyarılarına kulak vermelidir. İnsan, bedenini hastalandıracak şeylere dikkat ettiği kadar, ruhunu hastalandıracak şeylere dikkat etmez. Hâlbuki ruhu hastalananın, bedeni hiçbir Doktor, ‘kalbinde hastalık var’ şeye yaramaz. Mü’minin kalbi deyince inanır, her türlü riski hastalandıracak şeylerden uzak göze alarak, kalbini yardırır da, durması gerekir. kalbin manevî hastalıklarında, Rabbinin ve Rasulünün sözüne Kalbin en büyük hastalığı dünya kulak vermez. Rabbimiz: sevgisidir. Dünyaya sahip olma arzusu, bir kadına sahip olma “Hani münafıklar ve kalplekarşılığında ölüme razı olan ahrinde hastalık olanlar “Allah mağın haline benzer. Yaşayanlar ve Rasulü bize, ancak aldatdünyaya sahip olabilen hiç kimmak için vaatte bulunmuşlar.” seyi görmedikleri halde, seraba (Ahzab, 12) diyorlardı. ulaşmak için koşan kişi gibi, “Kalplerinde bir hastalık mı dünyaya sahip olmaya çalışır. var, yoksa şüphe ve tereddü- Dünya ise kendine sahip olmaya de mi düştüler? Yoksa Allah çalışanları hep öldürmüştür. ve rasulünü kendilerine karşı Her işi dünya olan, dünya ile yahaksızlık edeceğinden mi kortıp dünya ile kalkan kişi, Rabbi kuyorlar? Hayır, işte onlar asıl 4
DERGiSi
ile irtibatını koparır, bitmeyen endişeler, sonu gelmeyen meşguliyetler, giderilmeyen ihtiyaçlar, ulaşılamayan arzular onun başının belası olur. O kişide asla mutluluk ve huzur olmaz. Dünya deniz suyuna benzetilmiştir. Onu içen daha çok susuzluk duyar, daha çok içmek ister, içtikçe de şişer ve nefesi kesilir, boğulur. Kalbin kibir, ucub, yalan, iftira, kıskançlık, cimrilik, dedikodu, gıybet, riya, şöhret gibi diğer bazı hastalıları ise kalbe müptela olunca, kalbi hastalandırır. Tedavi edilmeyince de kalbi öldürür. Kibir öyle bir kalbi hastalıktır ki, Rabbine karşı bile kibirlendirir. Rabbimiz: “Rabbiniz şöyle dedi; “Bana dua edin duanıza cevap vereyim, bana kulluk etmeyi kibirlerine yediremeyenler aşağılanmış bir halde cehenneme girecektir.” (Mümin, 60) “Küçümseyerek surat asıp insanlardan yüz çevirme. Yeryüzünde böbürlenerek yürüme, çünkü Allah hiçbir kibirleneni, övüngeni sevmez.” (Lokman, 8) Rabbinin emirlerine uyup, yasaklarından kaçınmayanlar O’na kulluk etmeyenler, O’na karşı kibirlenmiş olurlar ve akıbetleri cehennemdir. Övülmekten hoşlanmak da kalbî hastalıklardandır. Rabbimiz: “Çoklukla övünmek, sizi ka-
birlere varıncaya kadar oyaladı.” (Tekasür, 1,2 ) buyurur. Kıskançlık öyle büyük bir hastalıktır ki kişilerdeki imanı bile kıskandırır. Rabbimiz:
seslendi; “Ey adam boynunu doğrult, maksadın huşu duymaksa huşu boyunda değil kalptedir.” Katade şunu söylemiştir:
“İçlerindeki kıskançlıktan ötürü, sizi imanınızdan sonra küfre döndürmek isterler.” (Bakara, 109) buyurmaktadır.
“Kul riya yaptığı zaman, Allah Teala meleklere şöyle der; “Şu şaşkına bakın, Rabbi ben değil başkalarıymış gibi davranıyor.”
Kıskançlık çok kötü bir hastalıktır, en kötüsü de kişilerin imanını, İslam’ını, ilmini, irfanını, kulluğunu kıskanmaktır.
Hasan-ı Basrî şöyle demiştir:
Rabbimizin kitabında haber verdiği kıskançlık olaylarına baktığımızda, hepsinin akıbetinin çok büyük felaketler olduğunu görmekteyiz. Şeytan başta olmak üzere onu yolunu takip edenlerin hepsi helak olmuştur. İnsanlar kesin bilgi geldikten sonra bile yanlışta ısrar edebiliyorlar. Rabbimiz: “Onlar kendilerine bilgi geldikten sonra, aralarındaki kıskançlık yüzünden ayrılığa düştüler.” (Şura, 14) buyurmaktadır. Riya ve gösteriş de kalbin hastalıklarındandır. Müslümanda asla bulunmaması gerekir. Çünkü Kur’an’da riyadan bahseden ayetlerin tamamı ya kâfirlerden, ya da münafıklardan bahsetmektedir. Bir adam, namaz kılarken boynunu fazlaca eğmişti, Hz. Ömer onu bu halde görünce, riya yapmasından korktu ve ona şöyle
“Siz şimdi gayri meşru yoldan şöhret sahibi olmaya çalışıyorsunuz. Hâlbuki yetiştiğim sahabeler, meşru yoldan da meşhur olmaktan sakınırlardı.” Riya o kadar çeşitlidir ki, gerçekten bunlardan korunmak çok zordur. Bedenle, giyim kuşam tarzı ile, beden dili ile, hal, eda, konuşma tarzı ile, sesini yükselterek-alçaltarak, sözünü güzelleştirmeye çalışarak, kalbinde ihlâs bulunmadığı halde ağlayarak, ibadetin şeklini güzelleştirerek, şöhret ve itibar için müntesiplerini çoğaltmaya çalışarak, sevenlerinin çokluğu ile övünerek vs. Riya haramdır ve büyük günahlardandır. Riya yapan kişiler, riya yaptıkları kişileri, Allah celle den üstün tutmuş olurlar. Yalan da kalbin hastalıklarındandır. Rabbimiz: “Ancak Allah’ın ayetlerine inanmayanlar yalan söylerler.” (Nahl, 105) buyurmaktadır. Yalan helak edici büyük günahlardan sayılmıştır. Yalan, mü’minin vasfı değildir. Mü’minin bazı
zaafları bulunabilir fakat hainlik ve yalan bulunmaz. Gıybet de kalbin hastalıklarındandır. Rabbimiz: “Birbirinizi gıybet etmeyin. Herhangi biriniz, ölü kardeşinizin etini yemek ister mi?” (Hucurat, 12) buyurmaktadır. Kalbî hastalıklar, Allah’tan gafil olmanın sebepleridir. Nefsi kötü ahlakların tümünden temizlemek gerekir. Çünkü onlar mıknatıs gibidir. Onlardan biri bulunursa, diğerlerini de çekip getirir. Rabbimiz buyuruyor ki: “Kalplerinde münafıklıktan kaynaklanan bir hastalık vardır. Allah da onların hastalıklarını artırmıştır. Söyledikleri yalan karşısında onlara elem dolu bir azap vardır.” (Bakara, 10) “Kendileri için hidayet yolu belli olduktan sonra, gerisin geriye dönenleri şeytan aldatıp peşinden sürüklemiş ve kendilerini boş ümitlere düşürmüştür.” (Muhammed, 25) “Yoksa kalplerinde hastalık olanlar, Allah’ın kendilerini ortaya çıkarmayacağını mı sandılar? Biz dileseydik, onları sana gösterirdik de sen onları yüzlerinden tanırdın. Andolsun sen onları konuşma tarzlarından da tanırsın, Allah yaptıklarınızı bilir.” (Muhammed 29,30) Rabbimiz, kalplerimizi her türlü hastalıktan muhafaza buyursun. KASIM 2012 / 292
5
Kapak
Yard. Doç. Dr. İlhami Nalçacıoğlu
Mü’minlerin Kanayan Yarası:
TAASSUP Peygamberimiz Medine’ye hicret ettiği zaman Evs ve Hazrec kabileleri Ümeyye Oğulları ve Haşim Oğulları gibi rekabet halindeydiler. Medine Yahudileri de aranın açılması için sürekli kışkırtıyorlardı. Bugün, İsrail’in Sünnî ve Şiileri birbirine düşürme planları, İran’nın desteğinde Suriye’nin kendi halkından Sünnileri katletmesi gibi. Allah Rasulü’nün Muhacir’lerle Evs ve Hazrec kabilelerini kardeş yapması Yahudilerin emellerine ulaşmasını engelledi. Bugün de, ister PKK, ister Suriye’de olan problemlerin çözümü inananların İslam kardeşliğinde buluşmalarına bağlıdır. 6
DERGiSi
T
aassup kelimesi Arapçadır. Bağlanmak, sarmak, şiddet, kuvvet ve himaye etmek anlamlarına gelir. Bağnazlık, doğru veya yanlışlığına bakılmaksızın bir fiilin savunmasını yapmak, mensubu olduğu inancı, düşünceyi veya ekolü herhangi bir değerlendirmeye tabi tutmaksızın her türlü düşünce ve inançtan üstün görmektir. Bu bağnazlık, bir de aşırı sevgi ve heyecan ve cehaletle desteklenirse gözleri kör, kulakları sağır yapar. Taassup sözcüğünün yanlış kullanımına da değinmek gerekir. Mutaassıp kelimesinin birileri tarafından kasıtlı veya bilmeden, hatalı olarak dindar kimseler için kullanıldığı görülmektedir. İslam Dini her şeyden önce taassuba karşı çıkar. Cahiliye dönemi Araplarının atalarının dinine körü körüne sarılıp hiçbir araştırma ve tartışmaya girmeden İslam’a karşı çıkmaları, bağnazlıkları sebebiyledir. Bunu yıkmak amacı güden bir dinin mensupları için bu kelimenin kullanılması yanlıştır. Kur’an, bu kör inada dayalı “Cahiliye Taassubu/Hamiye-tül Cahiliyye”yi (Fetih26) ortadan
kaldırmayı çalışır. Bir tespit yapmak gerekirse; İslam ve Müslümanlar hakkında yeterli bilgiye sahip olmayan, aksine onun tersi ve hakkında yanlış malumatlarla dolu mutaassıp aydınlar olabileceği gibi, dini heyecanları çok, fakat dini hakkındaki bilgileri eksik olan mutaassıp dindarlar da olabilir. Taassuba; itibarlı ve etkin bazı kişilerin görüşlerine değerlendirmeye tabi tutmaksızın güvenme, İslam’ın itikat, ibadet ve ahlakla ilgili esasları konusunda bilgi yetersizliği, insanın kendi yapısına ve huyuna uyan görüşü yegâne ölçü alması, eski dinlerinden kalma bazı adet, bilgi ve görenekleri hiç araştırmadan kolayca tercih, dini sorunları çözüme kavuşturmayı amaçlarken İslami ölçüler değil de indî görüşlerin temel alınması, soy, kabile, bölge ve millet, sosyal ve kültürel yapı farklılıkları etkisindeki yaklaşımlar neden olabilir. Bu ve buna benzer sebeplerle açığa çıkan ve Müslümanları birbirine düşüren, imamesi kopmuş tespih taneleri gibi dağıtan taassubun açığa çıkardığı görüntüleri; kitap ve sünnete bağlı ve çeşitli ton ve
görüntülerde uzaklaşanlar olmak üzere ikiye ayırabiliriz. Bu ikinci gurubu ise kitap ve sünnete yakınlıklarına ve uzaklıklarına göre sıralamak mümkündür. Biz, bunlar ve görüşleri üzerinde durmayacağız. Birinci grupta yer alan Ehl-i Sünnet vel ‘Cemaat’ın da yer aldığı Cemaatçilik konusuna ilerde değineceğiz. Oldukça geniş bir alanı kapsayan taassup etkenlerini, oluşumlarını ve örneklerini bir makaleye sığdırmak oldukça zordur. Ben bunlardan; cehaletten, asabiyetten (kabilecilik ve ırkçılık), millet ve kültür baskınlığından kaynaklananlara değinmeye çalışacağım. Tarih sırasına göre ele alındığında, asabiyet konusundan başlamak gerekir. Biliyoruz ki, Kureyş kabilelerinden Ümeyye Oğulları ile Haşimiler arasında cahiliye döneminden kalma birbirlerini çekememezlik ve üstün gelme yarışları vardı. Peygamberimizin Haşim Oğulları arasından Peygamber olarak çıkmasıyla Haşim oğulları kabilesinin öteki ailelere karşı ezici bir üstünlük sağlayacağını düşünerek bundan telaşa kapıldılar. Nitekim Ebu Cehil bu yoldaki duygusunu açıklamaktan sakınmayarak taassubun bariz bir örneğini sergilemektedir: “Biz ve Abd-i Menaf Oğulları (Haşimiler), şeref ve şan konusunda şimdiye kadar yarıştık durduk! Onlar halka yemek yedirdiler, biz de yedirdik! Onlar, arabuluculuk ederek diyet yüklendiler, biz de arabuluculuk edip diyet yüklendik! Onlar, halka ihsanda bulundular, biz de halka ihsanda bulunduk! Onlarla binitler üzerinde at başı beraber oluncaya kadar
B
ağnazlık, doğru veya yanlışlığına bakılmaksızın bir fiilin savunmasını yapmak, mensubu olduğu inancı, düşünceyi veya ekolü herhangi bir değerlendirmeye tabi tutmaksızın her türlü düşünce ve inançtan üstün görmektir. Bu bağnazlık, bir de aşırı sevgi ve heyecan ve cehaletle desteklenirse gözleri kör, kulakları sağır yapar.
at yarıştırırcasına yarıştık durduk! Şimdi ise, onlar “kendisine, gökten vahiy gelen” bir peygamberimiz var dediler. Biz, bunun dengini nereden bulup onlara yetişebilelim? Vallahi, biz hiçbir zaman onu tasdik etmeyiz” Ebu Cehil ve onun gibi düşünenler, bu inatlarında direndiler ve İslam Dinine karşı taassuplarını şuursuzca ve acımasızca sergilediler. Günümüze geldiğimizde, Şuubiyye açısından taassubun pençesin-
de her gün insanlarını kaybeden olaylarla karşı karşıya geliyoruz. Bu öyle bir illettir ki, yerleştiği zaman gönülleri karartır, acımasız ve duygusuz bir hale getirir. Yukarıdaki anlayışı günümüze getirdiğimiz zaman Kürt bir din adamının söylediği İslami doğruya, aşırı Türkçü birinin inanmamasına şahit olabiliyoruz. Ya da PKK sempatizanı yeni yetme bir gencin sırf Türk diye dindar bir adamın mesajını reddetmesine, eğitim yuvalarından Türküm diyen çocukları kaçırmalarına… Oysa çözüm, inanılan peygamberin uygulamalarında mevcuttur. Peygamberimiz Medine’ye hicret ettiği zaman Evs ve Hazrec kabileleri Ümeyye Oğulları ve Haşim Oğulları gibi rekabet halindeydiler. Medine Yahudileri de aranın açılması için sürekli kışkırtıyorlardı. Bugün, İsrail’in Sünnî ve Şiileri birbirine düşürme planları, İran’nın desteğinde Suriye’nin kendi halkından Sünnileri katletmesi gibi. Allah Rasulü’nün Muhacir’lerle Evs ve Hazrec kabilelerini kardeş yapması Yahudilerin emellerine ulaşmasını engelledi. Bugün de, ister PKK, ister Suriye’de olan problemlerin çözümü inananların İslam kardeşliğinde buluşmalarına bağlıdır. Tarihimizde bir başka taassup örneği de Haricilerdir. Bilindiği gibi, Sıffîn Savaşı öncesi harb etmek üzere karşı karşıya gelen iki ordu, Hz. Ali’nin (r.a) ordusunun bulunduğu taraftaki sudan faydalanıyorlardı. Anlaşmalarına ramak kalmışken, Yahudi dönmesi İbn-i Sebe taraftarlarının kışkırtması sonucu birbirlerine girmiş, Müslüman kanının akmasına neden olmuşlardır. İbn-i Sebe taraftarları günlerce Muaviye ordusunun içeKASIM 2012 / 292
7
risinde dolaşarak, Hz.Ali taraftarlarının durmadan hazırlık yaptıklarını bir sabah vakti, hep birden aniden saldıracakları haberlerini yaydılar. Aynı fitneyi Hz. Ali (r.a) ordusu içerisinde de yaydılar. Bir sabah aniden kendileri hücuma geçtiler. Yayılan fitne ile teyakkuz halinde bulunan iki ordu birbirine girdi. Her iki taraftan da yüzlerce mü’minin kanı aktı. Savaşı kaybedeceğini anlayan Muaviye ordusu Kur’an sahifelerini kılıçlarının ucuna takıp “Hüküm ancak Allah’ındır” diyerek yenilgiyi önlemek istediler. Hz. Ali (r.a) ordusunun içerisinde bulunan bir grup “Hüküm ancak Allah’ındır diyenlerle savaşamayız” dediler. Hz. Ali’nin (r.a) “bu bir harb hilesidir” diye ikna çabaları fayda vermedi. Bu ısrarlar sonucu bilindiği gibi hakemler tarafından sonucun belirlenmesi kabul edildi. Hakem olayı Hz. Ali’nin (r.a) aleyhine sonuçlandı. Bunun üzerine önceleri hakemlerin kabulünde ısrar edenler, sonucun reddini Hz.Ali’den (r.a) istediler. Hz.Ali (r.a), hakemi kabul edip de sonucunu reddin İslam’la bağdaşmayacağını söyledi. Bu sefer de sonucunun kabul edilmemesinde ısrar ettiler. Bu şekilde Hz. Ali (r.a) ordusundan ayrılanlara tarihte Hariciler denildi. Burada taassubun oluşmasında önemli sebepler vardır. Birinci olarak ayrılanlar cahil insanlardı, ikinci olarak da çöllerde serazat yaşayan ve üzerlerinde otorite tanımayan kimselerdi. Cahillikleri, dini konuları bilmezlikleri, İslam emirinin konumunu anlamayı zorlaştırdığı gibi emire itaatın ne demek olduğunun farkına varamadılar. Hz. Ali’ye (r.a) isyan ettiler. Hz. Ali (r.a), hem Muaviye hem de başkaldıran Haricilerle 8
DERGiSi
savaşmak zorunda kaldı. Hariciler işi Hz Ali’yi tekfire kadar götürürken başlangıçtan beri Hz. Ali’nin (r.a) söylediklerinin doğru çıktığını görenler, Hz. Ali’ye (r.a) kutsallık isnat etmeye başladılar. Sonuçta “ente ilahun/sen ilahsın” demeye kadar ileri götürdüler. Üçüncü bir grubu da bunlar oluşturdu. İslam’da bir kişinin ilahlığını iddia etmenin cezası yakılarak öldürülmektir. Hz.Ali (r.a) gereğini yerine getirdi. Bakınız fitne ile cahillik ve hürriyetlerine düşkünlük hangi sonuçları doğurmaktadır. Hem yanıyorlar hem de “sen gerçekten ilahmışsın” diyorlar ve ilave ediyorlardı: “Ancak ilah olan ateşle azab eder.” Bunlar son derece abid insanlardı da. Alınlarında çok secde etmelerinin izleri vardı. Ancak fitne, cahillik ve hürriyetlerine aşırı düşkünlük onları bu hale getirdi. Sonuçta akan kanlar, daha arkasından Kerbela’da Evlad-ı Rasulün şehadeti, hunharca katli takip etti. Hz. Hüseyin (r.a) şehid edildiğinde üzerinde onsekiz kılıç yarası bulunmakta idi. Biraz da millet ve kültür baskınlığının neden olduğu taassuba değinelim. İslam orduları, Efendimizin vefatından sonra kısa bir müddet içerisinde İran’ı da topraklarına katmış idi. İranlılar, köklü bir sosyal yapıya ve hayli tarihi bir geçmişe sahip bir millettir. İslam ordularına yenik düşmeyi onurlarına yediremediler. Diğer taraftan onlarda yönetim, şah adı altında babadan oğula geçerdi. Ancak, bu yönetim anlayışı sebebiyle halifenin başlangıçta reyle (seçimle) belirlenmesini anlayamadılar. Suriye’de başlayan, halifenin nassla (dini hükümle) belirlenir görüşü, İran’da müsait ortam bul-
du. Hz. Peygamberin sıhriyet itibari ile yakını ve damadı Hz. Ali (r.a) idi. Bu nedenle, Hz. Ali’nin (r.a) ilk halife olması, onun neslinden imametin devamı düşüncesini kabullendiler. Hz. Hüseyin (r.a) hem peygamberin kızı Fatıma’nın ciğer paresi idi. Aynı zamanda İran Kisrasının kızı Şahbanu ile de evli idi. Bu konumları ile kendilerine yakın hissediyorlardı. Bu nedenle peygamberin yerine Hz. Ali ve sülalesi imam olmak zorundaydı. Ayrıca Hz. Ali (r.a) ve Kerbela’da Hz. Hüseyin (r.a) şehit edilişi son derece acıklı olaydı. Hz. Ali’nin (r.a) sülalesinden sadece Hz.Hüseyin’in (r.a) oğlu Zeynel Abidin kurtulabilmişti. Sıhriyet itibarıyla peygamberimize yakınlıkları, kendilerinin yönetim anlayışları bakımından uygun olduğu düşüncesini sağlarken; acı ve son derece elem verici tarihi olaylar da imamet konusundaki görüşlerinin yayılmasında etkin oldu ve şia bunu hep ajitasyon olarak kullandı. Kendilerine göre, ehl-i sünnetten farklı fıkıh ve akait esaslarının doğmasına neden oldu. Ehl-i sünnetin ak dediğine, onlar kara dediler sıkıştıklarında da İslam Ülkelerinden birini seçme yerine Fransa’yı tercih ettiler. Haçlı seferleri sırasında dahi onları tuttular İstiklal Savaşı sırasında Ta Hint Müslümanları, Anadolu insanını, varı ve yoğu ile desteklerken; onlar kıllarını bile kıpırdatmadılar. Taassup, cehaletin ve bireysel yargılarda dinin belirlediğinin dışına çıkma, grup, toplumsal yapı, tarafgirliği ile gerçeği görememe sonucudur. Allah bizleri Kuran’ı ve Sünneti anlayan ve onunla amel eden kullarından eylesin.
Kapak
A. Baki Öncel
TARAFIMIZ HAKTAN YANA OLMALIYDI
Y
eryüzünde 1.5 milyar Müslüman yaşamaktadır. Ortadoğu, Balkanlar, Türkî Cumhuriyetlerden, Fas ve Moritanya’yı da içine alan. Batıda Afrika’nın Atlas Okyanusu kıyılarına kadar uzanan coğrafyadan tutun, doğu ama en doğu diyebileceğimiz pasifik okyanusu sınırlarındaki Endonezya’ya kadar İslam dünyasıdır. Müslüman nüfusun barındığı coğrafyadır. Renkleri siyahtır, sarıdır, kumraldır beyazdır… Farklı milletlerden oluşurlar. Bu 1.5 milyar Müslüman’ın kıblesi bir, rabbi bir, peygamberi bir, inancı birdir, İslam’dır. Adları Müslüman olarak anılırlar. İki asırdır bu adı, yani Müslüman adını taşıdık-
ları içindir ki, baskılar, zulümler, saldırılar, terörler, soykırımlar, katliamlarla inançlarına tahammülsüzlüğün en adice şiddetini yaşamaktadırlar. Ezilmeye, yok edilmeye, baskı altına alınmaya çalışılmaktadırlar. Başlarında idareci olanlar, kendilerinden olmayan şeytani sistemlerin kukla insanlarıdır. Veya İslam’a nefretle ve kinle bakan, taassubunu yenememiş idarelerin hükmü altında yaşamak zorunda kalmışlardır. Bakın İslam dünyasına ne göreceksiniz?.. Cezayir’e bakın, Tunus’a bakın, Bosna’da neler yaşadık? Ya Afganistan’da, Keşmir’de, Irak’ta, Eritre’de? Neler görmedik, neler yaşamadık ki. Çeçenistan hiç unutulur mu?
Ne dersiniz unutabilir misiniz? Ya da unutabileceğinizi zannediyor musunuz? Sudan, Tayland, Burma, Arakan hala kan ağlıyorken, bizlerin dünyevileşmemize ne demeli? İslam dünyasının her biri farklı tehditler altında. Sırpların tehditleri, Hinduların kahredici saldırıları, Orta Doğu’da baskıcı rejimlerin hunharca katliamlarından hangisi Müslümanları hedef almamaktadır ki. Müstekbirlerin mantığına bir bakın, hepsi birbirine benzemektedir. Kullandıkları yöntem aynı, stratejileri aynıdır hepsinin. Maddecidirler, materyalisttirler. Dinsiz ideolojilerin temsilcisidirler. Çoğunlukla Müslümanlar hedefleri olmakla birlikte, dindar Hıristiyanlarla, KASIM 2012 / 292
9
dindar Yahudiler de hedeflerindedir. En azından psikolojik baskılarla yıldırma politikaları izlerler. Bu müstekbirlerin inanç yapılarının temeline inildiğinde, Darvin ideolojisinden beslenen ateist ve dolayısıyla materyalist felsefenin dünyanın büyük çoğunluğunda farklı adlarla uygulayıcılarıdır. İslam dünyasının üzerindeki baskının temeli, dinsizlikle beslenen, kökeni araştırıldığında çok eskiye dayanan bir süreçten gelmekte olduğu görülecektir: Hak ve batıl mücadelesi. Bu mücadele inişli çıkışlı olmuştur. Bazen batılın, bazen hakkın mücadelesi galip olmaktadır. İnişli çıkışlı bir dünya bu. Uzak değil, daha bir kaç asır önce şu kan gölüne dönmüş İslam coğrafyasını Müslüman imparatorluklar yönetiyorlardı. Bugünkü Azerbaycan, İran, Ermenistan, Irak, Afganistan, Türkmenistan ve Türkiye’nin doğu kesiminde varlığını sürdürmüş, tarihte ilk kez Şii Onikiciliğini resmî mezhep olarak kabul etmiş olan halkları yönetmiş ve Azerbaycan’ın varis olduğu hakim hanedanın devleti olan Safeviler ve Doğu Avrupa, Güneybatı Asya ve Kuzey Afrika’ya kadar topraklarını genişletmiş olan ve 16. yüzyılda dünyanın en güçlü imparatorluğu halini alan Osmanlı devleti vardı. 1700’lerin başında İslam dünyasının neredeyse tamamına hâkim olan üç büyük imparatorluktan biri de Hindistan’da Babür İmparatorluğu idi. Osmanlı İmparatorluğu gücünün doruğunda olduğu 16. ve 17. yüzyıllarda üç kıtaya yayılmış ve Güneydoğu Avrupa, Orta Doğu ve Kuzey Afrika’nın büyük bölümünü egemenliği altında tutmuştur. Ülke10
DERGiSi
Y
eniden tevhidin fert fert insana ulaştırılmasıyla, Müslüman toplumlara Müslümanlığını hatırlatıp, tarihin o şanlı dönemlerindeki ashabcasına yaşantıyı tesis etmek lazım. İşte bunun uyanışını dünyanın her tarafında görüyoruz. İki asırdır bileği bükülmeye çalışılan mazlum halklar. Bugün yeniden diriliş ve yeniden direnişin talimini yapmaktadırlar. Ortadoğu’nun ve Afrika’nın sancısı. Bu sancı yeni bir doğuma gebe. Ezilen sömürülen, yanan, yakılan halkların, yaktığı özgürlük meşaleleri her yerden görülüyor. Müstekbirler ve yerli işbirlikçilerini saran korku çemberi bu meşalelerin şavkından kaynaklanmaktadır. Bu şavk kuklaların makyajını dökerken, müstekbirlerin hain emellerinin, sinsi planlarının sona ereceği günlerin yakın olduğunun işaretidir.
nin sınırları batıda Cebelitarık Boğazı ve 1553’te Fas kıyıları’na, doğuda Hazar Denizi ve Basra Körfezi’ne, kuzeyde Avusturya, Macaristan ve Ukrayna’nın bir bölümüne ve güneyde Sudan, Eritre, Somali ve Yemen’e uzanmaktaydı. Zaman zaman denizaşırı topraklarda da söz sahibi olan Osmanlı Devleti altı yüzyıl boyunca Doğu dünyası ile Batı dünyası arasında bir köprü işlevi görmüştür. Genel olarak din, dil
ve ırk ayrımından uzak durduğu için yüzyıllarca birçok devleti ve milleti hâkimiyeti altında tutmayı başarmıştır. Osmanlı İmparatorluğu, eski Türk örf ve adetlerinin ve İslam kültürünün yükümlülüklerinin doğrultusunda bir yönetim şekli belirlemiştir. Ve tüm Balkan Yarımadası’nı, Anadolu’yu, Mezopotamya’yı, Arap Yarımadası’nı ve Kuzey Afrika’yı yönetmiş, ama zulümden uzak adaletle. Osmanlı Devleti’nde İslamiyet baskın din olmakla birlikte, İslam inancında “semavi dinler” olarak kabul edilen Musevilik ve Hıristiyanlık dinlerinin mensupları, millet sistemi sayesinde o dönemde batı ülkelerinde azınlık dinlerine gösterilen hoşgörünün üzerinde bir rahatlık içinde yaşamayı sürdürmüşlerdir. Hristiyanlığın Ortodoks ve Gregoryen kiliseleri millet sistemi içinde meşru bir şekilde örgütlenmesine bile müsaade edilmiş ve korunmuşlardır. Bu inançlara mensup kişiler, kendi dini kurallarına göre yargılanırdı ama millet sistemine dâhil olmayan dinlerin, devlet içinde meşru bir varlığı bulunmazdı. Her zirvenin bir zemini bir de o zemine inişi olduğu gibi el değiştirdi iktidarlar, hâkimiyetler. Devletlerde zayıflık, küçülmeye ve sonunda yıkılmaya gider. Babür İmparatorluğu zayıfladı, küçüldü, yıkıldı. Hint yarımadasının tamamı İngiliz emperyalizminin (sömürgeciliğinin) eline geçti. Hind Çini bölgesi Fransızlar tarafından sömürgeleştirildi. İngiltere ve Rusya, Safevi devletinin yıkılmasıyla birlikte Orta Asyayı hâkimiyeti altına aldı. Dünya şer güçleri tarafından ku-
şatılan Osmanlı, şer güçlerin uzun süredir yaptıkları planların etkisiyle 19. Yüzyıldan itibaren peyderpey olarak küçülmesiyle iştah kabartıyor ve batıdaki topraklar fitne odaklarından Rusya’nın kışkırtmasıyla balkan devletlerinin eline geçerken, İngiliz ajanlarının alt yapıyı oluşturmasıyla, Kuzey Afrika’dan bu günkü Türkiye’ye doğru Arap yarımadası, Ortadoğu da İngilizler başta olmak üzere İtalyanlar ve Fransızların işgalini yaşıyor. 1. Dünya Savaşı sonrasında Müslümanların büyük çoğunluğu müstekbir sömürgecilerin yani Müslüman olmayan idarelerin hâkimiyetinde yaşar hale geliyor. Dünyayı sömürmeyi uzun süre planlayan İngiltere ve Fransa’ya Bolşevik Sovyet Rusya ile faşist İtalya’nın katılmasıyla yeryüzü insanlık adına tarihe bırakılacak çok vahşete şahid oldu. Her biri bir İslam ülkesini sömürdü yeraltı yer üstü zenginliklerini mahvetti, doğal kaynaklar harab oldu. O topraklarda yaşayan mazlum insanlara işkencelerin en acımasızını, katliamların en vahşisini zevkle uyguladılar. İnsanlar köleleştirildi. Menfaatlerine uygun bir şekilde İslam coğrafyasını böldüler, sözde yapay düzenlemelerle bitmek bilmeyen kaos ortamının tohumlarını saçtılar Ortadoğu’ya. Zaman geldi, terk ettiler Ortadoğu’yu, Afrika’yı, balkanları... Giderken kukla yönetimler bırakmayı ihmal etmediler. Kimisi komünizmle idare ederken, kimisi faşizmle idare ettiler. Elbette köklü bir aşırı milliyetçilik fitnesini de ihmal etmeden Müslüman toplumlara empoze ettiler. Bugün ne çekiyorsak faşizmin,
komünizmin ve nasyonalizmin fitnesinden çekiyoruz. Yeniden tevhidin fert fert insana ulaştırılmasıyla, Müslüman toplumlara Müslümanlığını hatırlatıp, tarihin o şanlı dönemlerindeki ashabcasına yaşantıyı tesis etmek lazım. İşte bunun uyanışını dünyanın her tarafında görüyoruz. İki asırdır bileği bükülmeye çalışılan mazlum halklar. Bugün yeniden diriliş ve yeniden direnişin talimini yapmaktadırlar. Ortadoğu’nun ve Afrika’nın sancısı. Bu sancı yeni bir doğuma gebe. Ezilen sömürülen, yanan, yakılan halkların, yaktığı özgürlük meşaleleri her yerden görülüyor. Müstekbirler ve yerli işbirlikçilerini saran korku çemberi bu meşalelerin şavkından kaynaklanmaktadır. Bu şavk kuklaların makyajını dökerken, müstekbirlerin hain emellerinin, sinsi planlarının sona ereceği günlerin yakın olduğunun işaretidir. Allah -celle celaluhu- Kur’an’da: “... Mü’minlere kol kanat ger, onları koru.” (Hicr: 15/88) “... Kim bir kişiyi, daha evvel öldürülen bir kişi karşılığında veya yeryüzünde fesat ve bozgunculuk çıkarma suçundan ayrı olarak haksızca öldürülürse bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de bir kişinin hayatını kurtarırsa bütün insanların hayatını kurtarmış gibi olur.” (Maide: 5/32 ) buyurur. Ebû Mûsâ el–Eş’arî radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre, Rasulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu: “Mü’minin mü’mine karşı durumu, bir parçası diğer parçasını sımsıkı kenetleyip tutan binalar gibidir.” Hz. Peygamber bunu
açıklamak için, iki elinin parmaklarını birbiri arasına geçirerek kenetledi. (Buhârî, Salât 88, Mezâlim 5; Müslim, Birr 65. Ayrıca bk. Tirmizî, Birr 18; Nesâî, Zekât 67) Mü’minler hem ferdi planda, hem de devletler planında maddi ve manevi her yönden birbirleriyle yardımlaşmalıdırlar ki benzetilen sağlam bina gibi olsunlar. Tek başına fert olarak İslam’ı yaşamak çok zordur. Fertler dışarıdan gelen baskılara karşı koyamazlar. Bu sebeple birlik ve beraberlik içinde olmalı ve İslam cemaat olarak yaşanmalıdır. Numân İbni Beşir radıyallahu anhümâ’dan rivayet edildiğine göre, Rasulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu: “Mü’minler birbirlerini sevmekte, birbirlerine acımakta ve birbirlerini korumakta bir vücuda benzerler. Vücudun bir uzvu hasta olduğu zaman, diğer uzuvlar da bu sebeple uykusuzluğa ve ateşli hastalığa tutulurlar.” (Buhârî, Edeb 27; Müslim, Birr 66.) Tüm ateşli hastalıklar ve şiddetli ağrı ve sancılardan nasıl vücud rahatsız olursa Müslüman toplumlar ve devletler de birbirlerinin rahatsızlıklarından aynen rahatsız olmalı ve o hastalığın tedavisi için gayret etmelidirler. Abdullah İbni Ömer radıyallahu anhümâ’dan rivayet edildiğine göre, Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Müslüman, Müslüman’ın kardeşidir. Ona zulmetmez, haksızlık yapmaz, onu düşmana teslim etmez. Müslüman kardeşinin ihtiyacını gideren kimsenin AlKASIM 2012 / 292
11
lah da ihtiyacını giderir. Kim bir Müslüman’dan bir sıkıntıyı giderirse, Allah Teâlâ o kimsenin kıyamet günündeki sıkıntılarından birini giderir. Kim bir Müslüman’ın ayıp ve kusurunu örterse, Allah Teâlâ da o kimsenin ayıp ve kusurunu örter.” (Buhârî, Mezâlim 3; Müslim, Birr 58. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Edeb 38, 60; Tirmizî, Hudûd 3, Birr 19; İbni Mâce, Mukaddime 17.) Ne kadar can alıcı bir noktadayız. Irzı, namusu çiğnenen mabetleri yakılıp yıkılan, yuvaları dağılan ve memleketlerini terk etmek zorunda bırakılan insanlığa yardım etmek elbette Müslümanın vazifesi olacaktır. Maddi manevi ve devletler bazında dünya Müslümanlarına fiili yardımlar ivedilikle ulaştırılmalı ki, can çekişen insanlık kurtulsun. Asırlarca insanlığa adalet götüren İslam sistemlerinin uygulandığı devletlerde, örneğin Osmanlının Osmanlı olmasında, İslam itikadının hayatın her safhasında yaşantıya dökülmesi yatmaktadır. Osmanlı adaletle hükmetsin diye engizisyon mahkemelerinden bıkan halklar, Osmanlıyı adaletinden dolayı kurtarıcı olarak görmüşlerdir. Bunun için manevi olarak yapmamız gerekenin başında dosdoğru olmak, inandığımız dine bağlı olmak hablullaha sarılmak, emir ve nehiyleri konusunda Allah’tan korkup sakınmak, İslam düşmanlarından korkmamak, vatan ve milletine, dinine, ümmetine dolayısıyla insanlığa hizmet şevki içerisinde olmak, öncelikle bulunduğumuz toplumumuza, sonra tüm insanlığa hayırlı olmanın kapısını açacaktır. Bu da gerçek dini 12
DERGiSi
E
vet, başarabiliriz çünkü bu Allah’ın vaadidir .. “Onlar ki, yeryüzünde kendilerini yerleştirir, iktidar sahibi kılarsak, dosdoğru namazı kılarlar, zekatı verirler, ma’rufu (güzel olanı) emrederler, münkerden (çirkinden) sakındırırlar. Bütün işlerin sonu Allah’a aittir.” (Hac Suresi, 41)
İnsanlar arasında hiçbir ayırım yapmadan adaletle hükmetmek Müslüman için önemlidir. Zulme asla ve asla rıza göstermeyip, mazlumun hakkını korumayı ve zalime karşı mazlumun yanında olmayı, zalim ne kadar güçlü de olsa, mazlumdan yana tavır almayı emreden bir inancımız var bizim. öğrenmeyle ve hayata taşımayla olacaktır. Asırlar var ki, emperyalist güçler, ümmet üzerinde sinsi planlarla milim milim uzaklaştırdıkları İslam’dan, tekrar islama rücu ederek ve Kur’an’ın gösterdiği üstün ahlakı yaşayarak bunu başarabilirler. Evet, başarabiliriz çünkü bu Allah’ın vaadidir .. “Onlar ki, yeryüzünde kendilerini yerleştirir, iktidar sahibi kılarsak, dosdoğru namazı kılarlar, zekatı verirler, ma’rufu (güzel olanı) emrederler, münkerden (çirkinden) sakındırırlar. Bütün işlerin sonu Allah’a aittir.” (Hac Suresi,
41) İnsanlar arasında hiçbir ayırım yapmadan adaletle hükmetmek Müslüman için önemlidir. Zulme asla ve asla rıza göstermeyip, mazlumun hakkını korumayı ve zalime karşı mazlumun yanında olmayı, zalim ne kadar güçlü de olsa, mazlumdan yana tavır almayı emreden bir inancımız var bizim. Yine asırlar var ki, müstekbirlerin çizdiği sınırlar ve ördüğü duvarlar, yaptığı propagandalar önyargısız düşünmemizi, hadiseleri çok yönlü değerlendirmemizi engelledi. Hoşgörümüzü kaybettik, merhametimiz ve şefkatimiz dumura uğradı. Olayları itidalli değerlendiremez olduk. Yanı başımızdaki ülkelerde olan olaylara, his ve heyecanımıza, taassuplarımıza kapıldığımız için, sağlıklı karar veremez olduk. Her şart ve her durumda doğrudan yana, mazlumdan yana tavır almalıydık oysa. Biz zarar görsek dahi, TARAFIMIZ HAKTAN YANA OLMALIYDI. İşte biz bunu başaramadık. “Allah insanlar arasında hükmedildiğinde adaletle hükmedilmesini emreder.’’ (Nisa, 48). Kur’an’ın emrettiği adalette etnik köken sorgulanmaz ırka bakılmaz dine dile bakılmaz. Yer ve zamana göre de adalet şekil değiştirmez. Allah, farklı coğrafyada yaşayan, farklı kavim ve kabilelere mensup olan insanlığın, birbiriyle tanışması için yaratmıştır insanlığı. Farklılığımız savaş ve çatışma sebebi olmamalıdır. Adil, mazlumdan yana, hakkın hâkimiyeti için yardan candan, maldan geçecek kısacası bedel ödeyecek kıvama gelinmeli ki, ümmet rahata ersin, eski ihtişamına kavuşsun.
Kapak
Rauf Denizler
GÜNLER SIRAYLADIR… Osmanlıdan sonra özellikle Ortadoğu’da istikrar sağlanamamış bölgede kan ve gözyaşı hiç dinmemiştir. İslam coğrafyasının günümüzde içinde bulunduğu durum adeta Kızıl Deniz’de sıkışan kurtuluşa ramak kalan İsrailoğullarının durumuna ya da ilahi mesajı Medine’ye taşımak ve dünyaya adalet, sevgi ve merhameti götürmek isteyen Hz Muhammed’in -sallallahu aleyhi ve sellem- evinin sarılması zamanına benziyor. Müslümanları atacağı doğru adımlar dünyaya yeniden adalet getirecektir. Çünkü “insanlar arasında günler sırayladır”.
K
onulan bütün meşru sınırların aşılması sonucunda yaptırımlar ortaya çıkar.
Hz Âdem ve Hz Havva nimetler içerisinde yaşarlarken kendileri için çizilmiş meşruiyet sınırının dışına çıkınca cennetten yeryüzüne inme ile sonuçlanan Allah’ın -celle celaluhu- yaptırımı ile karşılaştılar. “(Allah) buyurdu: “Birbirinize düşman olarak inin, sizin yeryüzünde bir süreye kadar kalıp geçinmeniz gerekmektedir.” (Araf 24) Bu öyle bir inmeydi ki kendi nesillerinden gelecek olanların arasında düşmanlıklar olacaktı. Gecikmedi, Âdem’in çocuklarından Kabil’in düşmanlığı ile başlayan HabilKabil mücadelesi insanlık tarihi boyunca devam edecekti. İsimler değişecek ama mücadele hep aynı kalacaktı. Hak-Batıl mücadelesi. İbrahim(a.s)-Nemrud, Musa(a.s)Firavun arasında meydana gelen mücadele Hz Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem- ile müş-
rikler arasında en üst düzeyde yaşanmıştır. O günden bu güne de yaşanmaya devam etmiş kıyamet sabahına kadar da devam edecektir. Mücadelenin galibi hep aynı taraf değildir. Bazen Habil’ler Bazen de Kabil’ler kazanmıştır. Çünkü Allah -celle celaluhu- inananlarla, inanamayan ve münafıkları birbirinden ayıracak inananları imanlarına karşılık cennete iman etmeyenleri de cehenneme koyacaktır. “(Bu da) Allah’ın sizden iman edenleri ayırt etmesi ve sizden şahitler/ şehitler edinmesi içindir. Allah zalimleri sevmez.” (Ali İmran 140) Zaferi belirleyen temel ölçü ise hak ya da batıla olan inanma kuvvetidir. Herhangi bir zamanda kâfirlerin bir zafer günü görmüş olmaları bile bir çeşit iman ile ilgilidir. Mesela kâfirlerin batıla inanmalarının kuvveti, mü’minlerin hakka inanmalarının kuvveti ile karşılaştırıldığı zaman, kâfirin batıla olan imanında daha çok bir şiddet ve kuvKASIM 2012 / 292
13
vet varsa; o kâfirler o müminlere galip gelebilirler ki, bu galibiyet batılın hakka üstün gelmesi değil, inanılan şeyi bir tarafa bırakarak, bir imanın, diğer imana galip gelmesi demektir. Çünkü ilgilendiği şeye bakmaksızın mutlak iman, mutlak küfre muhakkak galiptir. (Elmalı’lı Tefsiri) Nuh(a.s) 950 yıl kavmine tebliğde bulundu. Onu aralarından kovuyorlar çocuklarına onu göstererek onunla alay etmelerini istiyorlar hatta bazen onu öldüresiye dövüyorlar, öldü diye bırakıp gidiyorlardı. Fakat o kendisine gelince tekrar aralarına gidiyor ve tebliğine devam ediyordu. Bunca gayretin sonunda Nuh(a.s)’a 80 kişi iman ediyordu. Artık iman edecek kimse kalmayınca Nûh dedi ki: “Yeryüzünde kafirlerden bir tek kişi bırakma.” “Zira sen onları bırakırsan kullarını yoldan çıkarırlar ve sadece ahlâksız ve kâfir çocuklar doğururlar.” (Nuh, 26,27). Duası ile Allaha iltica ederek aralarında hüküm vermesini diledi. Musa (a.s) ile Firavunun mücadelesi yıllarca devam etmiş, bu arada İsrail oğulları Firavunun her türlü zulmüne maruz kalmışlardı. Ancak kurtuluşa, Kızıl Deniz’in kenarında ölüm ile burun buruna geldikleri her şeyin bittiğini zannettikleri bir anda ulaşmışlardı. Hiçbir başarı/zafer çabasız, sıkıntısız çoğunluklada acısız gelmiyordu. Çünkü mücadelenin kendi tabiatında zorluk, güçlük ve bela vardır.
14
DERGiSi
BİN SIKINTI BİR ZAFER=TAİF Tebliğin temel amacı bir kalbi iman ile buluşturmaktır. Bu bazen bazılarının taşlanması sonucunda gelir. Hatta bu, âlemlere rahmet Hz Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem- bile olabilir. Davetin zorlandığı günlerde Allah Rasulü İslam’ı Mekke’nin dışına taşırmak ve sonunda Mekke’yi dışarıdan kuşatarak fethetmek için uygun bir yer aramış ve bu yerin Taif olabileceğini düşünmüştü. Taif’e Taiflileri İslam’ı davet etmek için gittiğinde belki de hiç beklemediği bir karşılama ile karşılaşmış, taşların hedefi olmuştu. Kendilerine dünya ve ahiret saadeti kazandıracak mesaj sunmaya gittiği yörenin insanları O’nu anlayamamış üç-beş çapulcuya taşlatmışlardı. Fakat O’nu anlayan tek de olsa bir gönül bulunmuş ve Taif zaferle sonuçlanmıştı. O gönlün sahibi ise bir köle (Addas) idi.
lar fert fert müşriklerin hedefi durumunda idiler. Medine’de ise topyekûn müşriklerin hedefi haline geldiler. Hicretin üzerinden iki yıl gibi kısa bir süre geçmişti ki Bedir’de güç dengesi bakımından eşit olmayan şartlarda iki toplum karşı karşıya geldiler. O gün Allah mü’minleri melekleri destekleyerek zafere ulaştırdı. Gün inananların idi. Bedir’in üzerinden de henüz bir yıl geçmişti ki müşrikler ve inananlar bu defa Uhud’da karşı karşıya geldiler. Fakat bu gün müşriklerin günüydü. Allah -celle celaluhu- âlemlere rahmet olarak gönderdiği Habib’ine sahabesiyle birlikte mağlubiyeti yaşatmıştı.
BEDİR- UHUDHENDEK’TEN OSMANLI’YA
Bedir ve Uhud insanlar arasında zafer günlerinin değişkenliğini ortaya koyan en belirgin örneklerdir. Bedir’de müşriklerin ileri gelenleri ile birlikte yetmiş den fazla kayıpları vardı. Uhud’da ise Uhud’da Hz Hamza ve Musab gibi güzide sahabelerin yanında yetmiş tane de Ensar’dan sahabe şehit verildi. Ve sünnetullah gereği zafer bir gün inananların bir gün inanamayanların olacaktı.
“Eğer size (Uhud savaşında) bir yara değmişse, (Bedir harbinde) o topluma da benzeri bir yara dokunmuştu. O günler ki, biz onları insanlar arasında döndürür dururuz.” (Ali İmran 140)
İnananların Uhud’dan çıkardığı dersler, alınan tedbirler ve oluşturulan yeni stratejiler ile çok geçmeden Hendek’te zafere ulaştıktan sonra Mekke’yi de fethederek İslam’ı dünyaya ulaştırmanın yolunu açtılar.
İlahi vahyin Medine’de yer bulmaya başlaması ile tebliğde yeni dönem başlamıştı. Bu dönem belki de en az Mekke kadar tehlikeli, Mekke kadar zor ve çetin bir dönemdi. Mekke’de Müslüman-
İslam tarihi Bedir-Uhud-Hendek üçgeninde olduğu gibi zaferin gidip geldiği mücadelelerle doludur. Kudüs’te, Endülüs’te, Anadolu gibi birçok yerde karşı karşıya geldiler. Bazen inananlar
hirleri, medeniyet ocaklarını yaktı. İbnu’l-Esir, Moğolların İslam âlemine tasallutlarını dünyanın en büyük hadisesi ve musibeti olarak değerlendirerek şöyle demektedir: Zaman yaratıldığından beri böyle bir bela görülmemiştir. Öyle bir musibet ki, bütün mahlûkat onlardan zarar görüyor. Onlardan zarar görenlerin başında tabi ki Müslümanlar gelmektedir. Eğer birisi çıksa ve dese ki, Kâinat yaratıldığından bu ana kadar böyle bir musibet görmemiştir, iddia etse, muhakkak ki, doğru söylemiş olur. Çünkü tarih böyle bir afeti daha kaydetmemiştir.
Z
aferi belirleyen temel ölçü ise hak ya da batıla olan inanma kuvvetidir. Herhangi bir zamanda kâfirlerin bir zafer günü görmüş olmaları bile bir çeşit iman ile ilgilidir. ** İslam tarihi Bedir- Uhud-Hendek üçgeninde olduğu gibi zaferin gidip geldiği mücadelelerle doludur. Kudüs’te, Endülüs’te, Anadolu gibi birçok yerde karşı karşıya geldiler. Bazen inananlar bazen diğerleri kazandı.
bazen diğerleri kazandı. Osmanlının ortaya çıkışı ve yok oluşu da iki büyük istila sonucu olmuştur. 13. yyda başlayan Moğol istilası 30.000.000 insanın ölümüne neden olurken Büyük Selçuklu Devleti, Anadolu Selçuklu Devleti ve Abbasi Devletinin yıkılması sonucunu doğurmuştur. “XII. yüzyıl İslam medeniyetinin en parlak ve göz kamaştırıcı yüzyılıdır. XIII.
yüzyıla gelindiğinde İslam medeniyetinin tahribi birinci derecede Moğolların eliyle olmuştur. Gerçekten medeni hayatın tahribinde ve İslam Âlemi’nin böyle büyük bir felakete uğramasından sonra, ilim ve medeniyetin gerilemesi için başka şart ve sebepler aramak beyhudedir.” Prof. Dr. Laszlo Rasonyi Moğol istilası, manevi değerleri saklayan kitleleri imha etti. Şe-
Bütün bu felaketlerin ardından Osmanlı Devleti tarih sahnesine çıkmış, hâkim olduğu çok büyük coğrafyada 600 yıl adalet ve merhametle hüküm sürmüştür. Aynı Osmanlı bir başka felaket olan 1. Dünya Savaşı sonunda gelişen sosyal ve siyasi atmosfer içinde yerini Türkiye Cumhuriyeti Devletine bırakmıştır. Osmanlıdan sonra özellikle Ortadoğu’da istikrar sağlanamamış bölgede kan ve gözyaşı hiç dinmemiştir. İslam coğrafyasının günümüzde içinde bulunduğu durum adeta Kızıl Deniz’de sıkışan kurtuluşa ramak kalan İsrailoğullarının durumuna ya da ilahi mesajı Medine’ye taşımak ve dünyaya adalet, sevgi ve merhameti götürmek isteyen Hz Muhammed’in -sallallahu aleyhi ve sellem- evinin sarılması zamanına benziyor. Müslümanları atacağı doğru adımlar dünyaya yeniden adalet getirecektir. Çünkü “insanlar arasında günler sırayladır”. KASIM 2012 / 292
15
Kapak
Mülakat: A. Baki Öncel
Ortadoğu Halklarının Devrim Mücadelesi ve Suriye Direnişi Üzerine, Ahmet Varol’la Söyleşi
AHMET VAROL 1962 Artvin Yusufeli doğumludur. İlk, orta ve lise öğrenimini kendi memleketinde tamamladıktan sonra Ankara Ünv. İlahiyat Fakültesi’ni bitirdi. İstanbul Marmara Ünv. İlahiyat Fakültesi’nde Hadis dalında yüksek lisans yapan Ahmet Varol, 1984’ten buyana basın alanında çalışmaktadır. Bu alanda çalışmaya ilk olarak İslam mecmuasının Dış Haberler sorumlusu olarak görev yapmakla başladı. Daha sonra Altınoluk dergisine geçerek bu derginin “İslam Dünyası” bölümünü hazırladı. Bu dergide çalıştığı sırada Erkam Yayınları’nın da editörlüğünü yaptı. Aynı dönemde haftalık olarak yayınlanan Vahdet gazetesinin de Dış Haberler bölümünü hazırlıyor ve bu gazeteye İslam dünyasıyla ilgili yazılar yazıyordu. Ekim 1996 - Ekim 2000 arasında dört yıl süreyle (48 sayı) aylık olarak yayınlanan Vahdet dergisinin Yazı İşleri müdürlüğünü yaptı.Şimdiye kadar birçok periyodik yayın organında İslam dünyası ve genelde dış politikayla ilgili yazıları neşredilen Ahmet Varol’un, Vakit gazetesinde dış politikayla ilgili günlük (haftada dört gün) yazıları yayınlanmaktadır. Aylık Ribat ve Vuslat dergilerinde düzenli şekilde yazıları yayınlanmaktadır. Bunların dışında da değişik İslami yayın organlarında farklı zamanlarda İslam dünyasındaki gelişmelerle ilgili yazıları ve bazı radyolarda periyodik programları yayınlanmaktadır.
• Sayın hocam, 1700’lerin başında neredeyse İslam dünyasının tamamına hakim olan üç büyük imparatorluk (Babür imparatorluğu, Safeviler, ve Osmanlı imparatorluğu) birkaç asır sonra tamamen dağıldı. Emperyalizmin sömürge olarak gördüğü İslam topraklarında sosyalist, komünist, faşist iktidarlar halkı canından bezdirdi ve bugün özgürlük mücadelesi veren halklar konumuna geldiler. Fakat bunu emperyalist
16
DERGiSi
güçler özgürlük mücadelesi olarak görmemektedirler. Bu mücadeleyi ve ayaklanmaları nasıl değerlendiriyorsunuz?
Ahmet Varol: Bu ayaklanmalar adalet, hukuk ve özgürlük isteyen halkların zulüm rejimlerine karşı başkaldırmasıdır. Bu toplumsal bir vakıadır ve tarihte başka örneklerini de görmek mümkündür. Ancak ne kadar ilginçtir ki geçmişte farklı toplumlarda görülen benzer ayaklanmalar çoğunlukla
hak ve özgürlük mücadelesi olarak kayıtlara geçerken Müslüman toplumların bu ayaklanması hakkında bir yığın dedikodu ve komplo teorisi üretildi. İşin gerçeğinde uluslararası emperyalizm ve onun uzantıları olaylara hâkim olamadıkları zaman bu tür komplo teorilerini piyasaya sürerek kendi zaaflarını örtmeye ve gidişatı kontrol altına alabilmek için zihinleri yönlendirmeye çalışıyorlar. Gerçekte
ise bu ayaklanmalar ve devamında gerçekleşen siyasal değişim, uluslararası güçlerin ve bilhassa onlar tarafından özenle korunan siyonist işgal devletinin hesapları yararına değildir. Dikta rejimlerine başkaldıran halkların özgür iradelerine göre değişim devam etmesi ve çemberin gittikçe yayılması ise onların hesaplarını daha da bozacaktır. • Bu özgürlük hareketleri kendinden zuhur şeklinde mi, yoksa organize bir şekilde mi olmaktadır?
Ahmet Varol: Bu ayaklanmalar geniş tabanlı halk ayaklanmalarıdır. Yani dikta rejimlerinin baskı uygulamalarından etkilenen, haklarından ve özgürlüklerinden yoksun bırakılan bütün kesimlerin belli bir payı var. Fakat bu kesimler içinde Müslüman Kardeşler’e destek veren, onun siyasal çizgisini benimseyen kitle büyük bir yekûn oluşturuyor. Zaten bu gerçek özellikle Mısır’da devrim sonrasında yapılan seçimlerde ortaya çıktı. Bunun Yemen’de de ortaya çıkacağına kanaat ediyoruz. Tunus’ta ise İslâmî harekete destek veren kesimin ağırlıklı yekûnu oluşturduğu görüldü. Libya’da da ağırlıklı gücü İslâmî duyarlılığa sahip kesim oluşturmaktadır. Müslüman Kardeşler’in rolü aynı zamanda disiplinli ve örgütlü çalışmayla kitleleri yönlendirmesiyle kendini göstermiştir. Bu tür halk hareketlerinde disiplinlilik ve organize hareket edilmesi sonuç alınması açısından büyük önem arz eder. Çünkü organize olmayan kitlelerin korkutulması ve dağıtılması daha kolaydır. Organize
olan kitleler kendilerine daha çok güvenir ve kararlı davranırlar.
tecrübelerden sonra bu başarısını masada kaybeder mi?
• Kitle psikolojisiyle bu olayların olduğu kanaatı yaygın değil mi?
Ahmet Varol: İhvan’ın şimdilik bir masa kavgası yok. Kastettiğiniz eğer siyasi mücadeleyse biz İhvan’ın meydanlarda verdiği mücadeleyi siyasi alanda da yargı alanında da sürdürmekte kararlı davranacağına inanıyoruz. Mısır’da Hüsnü Mübarek’e müebbet hapis cezası verilmesini yeterli bulmayan büyük kalabalıkların meydanlara çıkması bunu gösteriyor. Bu kalabalıklar aynı zamanda cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Ahmed Şefik hesabına yapılan taktiklere de göz yummadı.
Ahmet Varol: Arap baharı adı verilen halk ayaklanmalarında toplumların organize olmadığını, psikolojik yönlendirmeyle meydanlara dökülen düzensiz kalabalıklardan ibaret olduğunu iddia edenler yanılıyorlar. Eğer organize olmasalardı silahın gücünü sorumsuz bir şekilde kullanan dikta rejimi karşısında bu kadar dirençli olmaları mümkün değildi. Suriye’de vahşi Baas rejimi karşısında aylardan beri kararlılıkla mücadelenin sürdürülmesinde organize olunmasının önemli rolü var. • Suriye de böyle bir organizasyonda İhvan-ı Müslimin’in rolü nedir?
Ahmet Varol: Organizasyonun tamamen Müslüman Kardeşler’e ait olduğunu iddia edemeyiz, ama bu cemaatin önemli payı var. Suriye’de bir örgütsel düzen ve disiplin sağlanmasına asla müsaade edilmemiştir. Ama bu ülkedeki organizasyonda da camilerdeki cemaat düzeni, dayanışması ve disiplini birinci derecede rol oynamıştır. O yüzden Suriye direnişinin bir cami direnişi olduğunu söylemek mümkündür. Bu direnişin dış güçler tarafından yönlendirildiğini iddia edenler asıl kendileri dış güçlerin hesaplarına ve oyunlarına hizmet ediyorlar. • İhvan hareketi bunca yıldır yediği darbelerden ve kazandığı
• Tunus devrimi İslami perspektif ile bakılacak olursa başarılı olmuş mudur?
Ahmet Varol: Tunus’ta halk ayaklanması İslâmî bir ayaklanma veya devrim olarak tanımlanmıyordu. Hatta Tunus’ta meydanlara çıkan kalabalıklar arasında liberal ve sol kanadı temsil edenlerin daha büyük bir ağırlık oluşturduğu sanılıyordu. Ama seçim sandıklarında halkın tercihi tahmin edilenlerden çok farklı bir manzara ortaya koydu. Yani olaya İslâmî açıdan bakmak isterseniz ortaya çıkan manzaranın tahmin edilenin çok üstünde olduğu gerçeğini görmeniz gerekir. İslâmî hedef açısından bakarsanız ise hedef elbette gelinen noktanın bayağı ilerisindedir. Ama komplo teorilerinin meraklıları bardağın boş tarafını görmeyi tercih ediyorlar. Bu tür teori ve yorum meraklılarının durumu biraz, akşam koçla koyunu çiftleştirip sabah kuzu almaya giden, KASIM 2012 / 292
17
S
uriye’de bir tarafta zalim bir tarafta mazlum var. Mazlum meşru haklarını ve özgürlüklerini istiyor, onun için direniyor, zalim ise vermemekte direniyor. Aynı zamanda zalim küfür cephesini oluşturuyor, hakları için direnen mazlumlar ise Allah yolunda mücadele ettiklerine ölümün kendileri için şehadet olduğuna inanan cepheyi oluşturuyor. Meydanlardan ve zulüm rejiminin uygulamalarından önümüze gelen manzaralara bakmamız bu gerçeği anlamamız için yeter.
beklediği kuzuyu bulamayınca da çiftleştirdiği hayvanları kesen çobanın durumuna benziyor.
de bu halkın tepkisini karşılarına almaya kolay kolay cesaret edemezler.
• Mısır’ın geleceğini nasıl görüyorsunuz?
• Sayın hocam, Suriye’de neler oluyor? Özellikle Baas diktasının katliamlarda çok cüretkâr davranmasına rağmen rejime destek verenlere ne dersiniz?
Ahmet Varol: Ben Mısır’da Allah’ın izniyle özgürlüğün tadını alan halkın davasının da peşini bırakmayacağına inanıyorum. Hüsnü Mübarek’le ilgili mahkeme kararına itiraz eden milyonların meydanlara çıkması da bunu gösteriyor. Dolayısıyla bu ülkede zulüm rejimi artıklarının çeşitli hile ve taktiklerle cumhurbaşkanlığına getirilmesine devrimin arkasında duran halk razı olmadı. Tahminimize göre o taktik ve oyunların peşindeki karanlık güçler önümüzdeki merhalede 18
DERGiSi
Ahmet Varol: Tunus’ta, Mısır’da, Libya’da, Yemen’de ve Bahreyn’de ne olduysa Suriye’de de o oluyor. Kırk dokuz yıldan beri yani yarım asra yakın bir süredir Baas diktasının zulmü ve baskısı altında, tüm özgürlüklerinden ve meşru haklarından yoksun bir şekilde yaşayan Suriye halkı artık bu zulüm bitsin, halk özgür iradesiyle karar versin, diyor. Ama buradaki direniş
ve hak mücadelesi uluslararası platformda birçoklarının hesabına ters düştüğü için onların hepsi açıktan veya örtülü olarak Baas diktasına destek verdi. Baas’ın çökmesi, bu rejimin karşısında ve direnişin yanında gibi gösterilen Batılı güçlerin hesaplarına da uygun düşmediğinden onların da Suriye halkını hâkim sistemi meşru kabul eden bir çözüm formülüne zorlamak ve Arap toplumlarının dikta rejimlerine karşı ayaklanmalarının çemberinin genişlemesini engellemek amacıyla Baas zulmüne sürekli mühlet kazandırmaya çalıştıklarını görüyoruz. Bu ülkede zulüm rejiminin katliamlarında böylesine cüretkâr davranabilmesinin sebebi de budur. • Suriye’de “kim kimdir?” dedirtecek kadar bir kaos yaşanıyor. Safların belirlenmesinde kriterler ne olmalıdır?
Ahmet Varol: Suriye’de bir tarafta zalim bir tarafta mazlum var. Mazlum meşru haklarını ve özgürlüklerini istiyor, onun için direniyor, zalim ise vermemekte direniyor. Aynı zamanda zalim küfür cephesini oluşturuyor, hakları için direnen mazlumlar ise Allah yolunda mücadele ettiklerine ölümün kendileri için şehadet olduğuna inanan cepheyi oluşturuyor. Meydanlardan ve zulüm rejiminin uygulamalarından önümüze gelen manzaralara bakmamız bu gerçeği anlamamız için yeter. Bir tarafta “Lebbeyk Allahumme Lebbeyk” diye haykıran, “Allah’ım senden başka yardımcımız yok!” diye seslenen kalabalıklar öbür tarafta ise yakaladıkları gençleri zor-
la Beşşar’ın fotoğraflarına secde ettiren ve “Beşşar’dan başka ilah yoktur” demeleri için onlara işkence eden askerlerin bulunması cepheler arasındaki iman - küfür ayrışmasını ortaya koymuyor mu? Bir tarafta elli yıla yakın bir süredir devam eden, on binlerce kayıp insandan haber vermeyen bir dikta rejiminin devam etmesi için elindeki silahları sorumsuzca kullanan silahlı güçlerin diğer tarafta ise “bitsin artık bu zulüm” diyen kalabalıkların bulunması zulüm - mazlum ayrışmasını ortaya koymuyor mu? Bir tarafta gasp edilmiş haklarını isteyen halkın diğer tarafta ise on yıldan beri reform yapıyoruz diyerek bu halkla dalga geçen ve hiçbir değişiklik yapmayan bir diktatörün yer alması hak isteyenle vermeyen arasındaki ayrışmayı gözler önüne sermiyor mu? Artık herkes yerini ve cephesini belirler. Burada hangi taraftan yana durursan Allah’ın huzurunda da onun tarafında yer alırsın. “La ilahe illa’llah” dediği için diri diri toprağa gömülen gençle mi yoksa o genci “La ilahe illa Beşşar” demeye zorlayarak diri diri toprağa gömen katillerin yanında mı yer almak istiyorsun, ona göre seçimini yaparsın.Bunlar safları belirliyor. Ayrıntıya dair hususlarda ise herkesin her yaptığını onaylamak zorunda değilsin. Doğrularda ve yanlışlarda ölçümüz Kur’an ve Resûlullah (s.a.s.)’ın sünnetidir. • Suriye’de rejimin acımasızlığı direnişin hiyerarşik bir yapısının olmasının mümkün değil gibi görünmesi kanısını doğuruyor. Peki, o insanlar nerelerde,
nasıl örgütleniyor?
Ahmet Varol: Biraz önce de ifade ettiğimiz üzere Suriye’de Baas zulmü bir siyasal örgütlenmeye ve hiyerarşiye asla fırsat vermemiştir. Müslüman Kardeşler’e mensubiyeti idamla cezalandıran bir rejimde böyle bir hiyerarşik yapıyı oluşturmak mümkün değildi. Ama Suriye Müslümanları bunun alternatifini camilerde oluşturdu. Camilerde normal dini sohbet ortamlarında tanışma imkânı buldu ve gönül bağı oluşturdu. İşte bu gönül bağını 15 Mart 2011’de patlak veren halk ayaklanmalarıyla bir hiyerarşi ve iç disipline dönüştürdü. Cami cemaati düzenine göre oluşturulan hiyerarşi daha çok meydanlara dökülen kalabalıkların eylem düzeninin alt yapısını oluşturdu ki bu tamamen sivil eylem düzenidir. • Değerli hocam, silahlı mücadelenin Hür Suriye Ordusu tarafından yapıldığını duyuyoruz. Hür Suriye Ordusu’nun oluşmasında camilerdeki oluşumun bir dahli var mıdır?
Ahmet Varol: Silahlı kanat sayılan Hür Suriye Ordusu bu disiplinin tamamen dışında farklı bir şekilde oluşmuştur. Bu teşkilatı devletin ordusundan kaçan ve silah eğitimi almış subay ya da askerler oluşturdu. Hür Suriye Ordusu’nun milis güçlerinin büyük çoğunluğu ordudan kaçanlardan ibarettir. Gençlerden bu örgüte katılanların sayısı çok değildir. Son zamanlarda ayrıca Baas rejiminin kontrolü kaybettiği bazı bölgelerde küçük çaplı milis gruplar oluşturuldu ki bunu
da cami cemaati tabanlı sivil eylem hiyerarşisinden ayrı ele almak gerekir. Bu küçük çaplı milis gruplar arasında koordinasyon olup olmadığı hakkında da henüz sağlıklı bilgi alabilmiş değiliz. • Sayın hocam, farklı siyasal akımların temsil edildiği yapılanmaların hemen hemen bütün halk devrimlerinin diplomatik kanatlarında yer aldığını görüyoruz. Ulusal Devrim Konseyi’ni de Suriye dışındaki örgütlenme olarak biliyoruz. Bu Ulusal Devrim Konseyi İhvan gibi İslami düşünceden olan bir yapılanma mıdır, yoksa rejimin devrimi kırmak için kurduğu bir tuzak mıdır..?
Ahmet Varol: Evet, Muhalefetin bir de Suriye dışındaki sivil örgütlenmeleri var. Bunların çatı örgütü de Ulusal Devrim Konseyi’dir. Bu örgütlenme çok farklı siyasi kanatları bir araya getirmiş ve sivil dayanışma niteliğindedir. Bu örgütlenme içinde çok farklı siyasi kesimlerden temsilciler olmasını Suriye direnişini karalama amacıyla istismar edenler olduğunu görüyoruz. Bu çirkin istismar ve kara propaganda faaliyeti ise katil Baas rejimine hizmet amaçlıdır. Oysa bu siyasal örgütlenmeyi içerideki direnişten ayrı ele almak ve değerlendirmek gerekir. Sizin de dediğiniz gibi, böyle farklı siyasal akımların temsil edildiği yapılanmaların hemen hemen bütün halk devrimlerinin diplomatik kanatlarında yer aldığını görürüz. Baas diktasının devrilmesinden sonra söz konusu siyasal akımlar halkın iradesine başvurduklarında kimin ne kadar bir güce ve desteğe sahip olduğu KASIM 2012 / 292
19
ortaya çıkar. Suriye halkının mücadelesinin hedefinde İslâmî bir değişim olduğunu tahmin etmek ise gerek cami hiyerarşisinden ve iç disiplinden, gerekse meydanlara yansıyan manzaralardan tahmin etmek mümkündür. Zaten Baas diktasının da uluslararası güçleri sürekli “biz gidersek İslamcılar gelecek” uyarılarıyla korkutması da bunu gösteriyor. • Bazı internet sitelerinde sizin Suriye konusundaki tavrınız nedeni ile eleştirildiğinizi görüyoruz. Hatta bir internet sitesinde “Ahmet Varol da önceden bizim gibi düşünüyordu, şimdi saf değiştirdi.” türünden yorumlara rastlıyoruz. Ahmet Varol Suriye konusunda nerede duruyor?
Ahmet Varol: Tabii ki eleştirecekler. Katil Baas rejiminin yanında duranlar kalkıp da bize “Ne iyi işler yapıyorsun Ahmet abi! Böyle devam et!” diyecek değiller. Suriye’de kardeşlerimiz katledilirken biz birilerinin eleştiri ve iftiralarından korkarak sessiz kalırsak büyük bir sorumluluk yüklenmiş oluruz. “Önceden...” derken kastettikleri ne zaman acaba? Ben daha önce Tunus, Mısır, Libya; Yemen ve Bahreyn’deki dikta rejimlerine karşı özgürlük mücadelesini desteklediğim gibi Suriye’deki özgürlük mücadelesini de 15 Mart 2011 tarihinde olayların patlak verdiği tarihten beri sürekli destekledim. Tutumumda ve çizgimde hiçbir değişiklik olmadı. Gerçi olsaydı da yanlıştan doğruya yönelik bir değişiklik olurdu ki buna Allah’a şükür ihtiyaç duymadık. Çünkü başından beri haklı direnişe destek verdim. 20
DERGiSi
D
ün dünyanın kabadayılarının Filistin ve Lübnan’la ilgili olumlu siyasetinden dolayı Suriye’yi hedefe yerleştirmelerine karşı bu ülkenin yanında dünyanın kabadayılarına karşı durmuştuk. Bu tutumumuz bugün kalkıp Baas diktasının kendi halkına karşı kabadayılık göstermesini de onaylamamamızı ve icra ettiği korkunç vahşette yanında yer almamızı gerektirmez.
Ancak geçmişte ABD ve İsrail’in Suriye’ye yönelik komplolarına karşı tepki yazılarımız oldu. Bir de geçmişte PKK meselesinden dolayı Türkiye ile Suriye’nin savaşın eşiğine getirilmesi sebebiyle bu komploya karşı yazılarımız olmuştu. Bu ikisi arasındaki fark bir adamın mahallenin kabadayıları tarafından haksız bir şekilde dövülmesi yahut tehdit edilmesi karşısında o kabadayılara karşı çıkmakla, sonra bu tehdit edilen adamın eline bıçak alıp kendi çocuklarını kesmesine karşı çıkmak arasındaki fark gibidir. Dün
dünyanın kabadayılarının Filistin ve Lübnan’la ilgili olumlu siyasetinden dolayı Suriye’yi hedefe yerleştirmelerine karşı bu ülkenin yanında dünyanın kabadayılarına karşı durmuştuk. Bu tutumumuz bugün kalkıp Baas diktasının kendi halkına karşı kabadayılık göstermesini de onaylamamamızı ve icra ettiği korkunç vahşette yanında yer almamızı gerektirmez. Her zaman tekrar ettiğimiz bir prensibi burada da ifade etmekte yarar görüyorum. Zulümde vefa olmaz. Suriye yönetiminin Filistin konusunda geçmişte
olumlu bir siyaset izlemiş olması bugün icra ettiği korkunç vahşeti onaylamamızı veya bu vahşete sessiz kalmamızı haklı çıkarmaz. Ama maalesef yaptıkları yanlışta tutunacak dal arayanların böyle çarpıtma yaptıklarını görüyoruz. • Basında çıkan ve Suriye Ulusal Devrim Konseyi adına açıklama yapan General Mustafa eş-Şeyh’in “Esed’den sonra İslamcılar ile savaşacağız.” türünden bir söz gerçekten söylemiş olabilir mi? Böyle bir söz direniş güçlerini bağlar mı?
Ahmet Varol: General Mustafa eş-Şeyh’in böyle bir söz söylediği haberlerde yer aldı. Dediğim gibi Suriye’nin dışarıdaki siyasi yapılanması sayılan Suriye Ulusal Konseyi’nde çok farklı siyasal akımlar temsil ediliyor. Böyle bir konseyin bir üyesinin ağzından çıktığı iddia edilen bir lafla Suriye direnişinin tümünün üzerine kalın bir çizgi çekebilenler kendilerinin sahip çıktıkları Baas rejiminin, âdil bir İslâmî yönetim olduğuna mı inanıyorlar? Kaldı ki Mustafa eş-Şeyh de sözünün çarpıtıldığını söyledi. Zaten o tartışmadan sonra eş-Şeyh’in pasifize olduğu ve pek ortalıkta görünmediği biliniyor. Suriye direnişi bir Mustafa eş-Şeyh direnişi değil camilerden meydanlara dökülerek “Lebbeyk Allahumme lebbeyk!” diyen, Allah yolunda şehadeti ebedi kurtuluşa açılan kapının anahtarı bilen kitlelerin direnişidir. • Suriye’de Esed’in devrilmesinin İsrail’in çıkarına uygun olduğu iddiası sizce ne kadar doğru?
Ahmet Varol: Tam aksine İsrail’in aleyhine Filistin halkının ise lehine olacaktır. Çünkü Esed’in geçmişte Filistin direnişine lojistik destek veren politikası çıkar hesaplarıyla ilgiliydi. Suriye halkının Filistin davası konusundaki duyarlılığı ise onun ilkesel seçimi olacaktır. Filistin direnişinin bir dikta rejimine mahkûm olmasından, özgür bir halkla dayanışma içinde olması daha iyi olmaz mı? Üstelik Suriye direnişinin zaferi Arap dünyasındaki diğer dikta rejimlerinin sallanması ve halkların özgürlüklerinin kapısının açılması için bir dönüm noktası olacaktır. Arap dünyasındaki dikta rejimlerinin devrilmesinin Filistin davası açısından olumlu sonuçlar doğurduğunu Filistin davasının birçok ileri geleninden bizzat duyduğumu özellikle belirtmekte yarar görüyorum. • Şimdilerde Suriyeli muhaliflerin İsrail ve siyonist odaklar ile işbirliği içinde oldukları iddia ediliyor. Bu iddia doğru olabilir mi? Suriye muhalefeti neden bu tarz ithamlarla karşı karşıya kalıyor olabilir?
Ahmet Varol: Bunlar Baas rejimini temize çıkarma amaçlı çirkin bir kara propagandadan ibarettir. Zulüm rejiminin kurtarılması için çaba sarf edenler kendilerini haklı çıkarabilmek için akıllarına ne geliyorsa uyduruyorlar. Bu bazı mezhep gruplarının taassubundan kaynaklanan yalan yanlış propagandalarıdır. • İslam dünyasındaki birçok direniş hareketlerine ortak bir ses ile destek veren Türkiye Müslümanları, Suriye’de neden
ayrıldı?
Ahmet Varol: Bunun sebebi İran’ın izlediği tutumdur. Ne yazık ki İran’ın Suriye’deki dikta rejimine destek vermesi Türkiye’deki İran sevdalılarının bir kısmının, özellikle itikadi veya siyasi yönden Şiileşmişlerin aynı yanlışa yönelmelerine sebep oldu. Tabii ki, bu yöneliş doğru karar vermeye engel olan taassuptan kaynaklanmaktadır. Oysa ortada mazlum bir halk var ve zulüm görüyor. Buna yaklaşım taassuplardan uzak olmalıydı. Hak nerede ise orada olunmalıdır. • Efendim, Suriye’nin geleceğini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Ahmet Varol: Suriye’de dikta rejiminin Allah’ın izniyle devrileceğine inanıyoruz. Rusya ve Çin’in bile artık politikalarını gözden geçirmeye başlamaları da bunun işaretini almaya başladıklarını ortaya koyuyor. Suriye’deki zulüm rejiminin devrilmesi sadece bu ülke için değil tüm İslâm âlemi açısından önemli bir dönüm noktası olacaktır. İNŞAALLAH. • Sayın hocam direnişçiler ABD’nin dıştan müdahalesine nasıl bakıyor ve ABD ile İran’ın Suriye direnişine el Kaidenin yön verdiği iddialarına ne dersiniz?
Ahmet Varol: ABD emperyalizmi Suriye direnişini rahatlatacak ve Baas diktasını zorlayacak hiçbir girişime destek vermez ve bu türden bütün taleplere şiddetle karşı çıkar. Suriye halkı ve direnişi ABD’nin dıştan müdahalede bulunmasını zaten hiçbir zaman KASIM 2012 / 292
21
istememiş ve böyle bir müdahaleyi kendi yararına görmemiştir. Baas diktasını uluslararası platformda zorlamak, katliamlarına engel olmak için baskı niteliği taşıyacak adımlar atılmasına ve direnişin silahlandırılmasına engel olmaması kendileri için yeterliydi. Fakat ABD emperyalizmi bunu yapmazken, direnişin silahlandırılmasına sürekli engel oldu. Bu konudaki tutumunu da çok açık dille ortaya koyarak Suriye direnişine el-Kaide’nin yön verdiği dolayısıyla onun silahlandırılmasının el-Kaide’nin silahlandırılması anlamına geleceği iddiasında bulundu. Bu konudaki söylemlerinin İran’ın söylemleriyle örtüşmesi de dikkat çekiciydi. • Sayın hocam, İran’la ABD’nin aynı söylemlerde birleşmesi iki düşmanın ortak hedefe vurması olmuyor mu?
Ahmet Varol: ABD’nin fiili direnişin önünü tıkayan tutumlarından vazgeçmesini bir yana koyun sivil, savunmasız halkın canlarını güvenceye alma amaçlı tüm girişimleri engellemesi bile Baas zulmü karşısında yolunun aynı noktaya uzandığını gözler önüne seriyordu. Bilindiği üzere Suriye’de insanların en azından saldırılardan emin ve can güvenliği içinde olabilecekleri uçuşa kapalı tampon bölge oluşturulmasına en başta ABD engel oldu. ABD Suriye içinde böyle bir bölge oluşturulmasını engellerken İran’la sıkı münasebet içinde olduğu bilinen bir kadronun sol gruplarla işbirliği içinde hareket ederek Hatay’da mülteciler aleyhine yoğun propaganda faa22
DERGiSi
liyetleri yaptıkları, gelecek olanlara bütün yolların kapatılması, gelmiş olanların da dağıtılması için iftira ve saldırı kampanyaları yürüttükleri görülüyordu. Bütün bu gelişmeler Suriye karşısında zulüm güçlerinin yollarının aynı noktaya çıktığını fakat yönlerinin farklı olduğunu, bazılarının doğudan batıya, bazılarının batıdan doğuya, bazılarının kuzeyden güneye, bazılarının güneyden kuzeye gittiğini çünkü konum ve stratejilerinin bunu gerektirdiğini gösteriyordu. • Muhterem hocam zulmü ve katliamlarını her geçen gün artırarak devam ettiren Baas katillerin destekçilerinin arsızlığına karşı mazlumlara destek verenlerin çekingenliğine ne demeli?
Ahmet Varol: Suriye konusunda dikkat çeken bir husus da budur. Katillere destek verenlerin artık iyice arsızlaşmalarına, haya örtülerini tümüyle üstlerinden atarak zalim Baas diktasına sonsuza kadar destek vereceklerini söylemelerine, Suriye’ye asker gönderdiklerini itiraf etmekten de çekinmemelerine rağmen mazlumlara destek verenlerin onların bu tutumlarına tepki göstermeyi bir yana bırakın zulme maruz kalanların davalarına sahip çıkmakta bile oldukça çekingen davrandıklarını görüyoruz. Haklı ve meşru mücadele içinde olan Suriye halkına destek vermek, onun adına silahlı mücadele verenleri silahlandırmak insanî ve İslâmî sorumluluktur. Eğer ki direnişçilerin eline silah verilirse Baas diktasının gazı çabuk tükenecek ve diktanın sonunun gelmesi de
hızlanacaktır. Aksi takdirde olayların geniş zamana yayılmasından kaynaklanan olumsuzluklar bu halka ve direniş güçlerine bazı dayatmaların kabul ettirilmesi imkânı verecektir ki Baas diktasının sonunun kesin olduğunu gören güçlerin buna rağmen ona mühlet veren sözde çözüm formülleriyle oyalama yapmalarının amacı da budur. • Sayın Hocam, İran’ın bölgedeki stratejisini İslami maslahatlar açısından doğru buluyor musunuz?
Ahmet Varol: İran yönetimi olayların başlangıcından beri Suriye’deki direniş ve kitlesel başkaldırıya karşı Baas diktası ve zulmünün yanında yer aldı. Kendini bu tutumunda haklı gösterebilmek için de Suriye yönetiminin Filistin direnişinin yanında, ABD ve İsrail’e karşı tavır aldığı dolayısıyla ona başkaldıranların ABD ve İsrail’in çıkarlarına hizmet ettikleri iddiasının arkasına sığındı. Hatta “Arap Baharı” diye adlandırılan kitlesel ayaklanmaların diğerlerini “İslâmî uyanış” olarak isimlendirerek bunlara sahip çıktığı, destek olduğu mesajı vermeye çalışırken Suriye’deki halk ayaklanmasını ABD ve İsrail’in çıkardığını iddia ederek onu “terör” bu ülkedeki direnişçileri de “terörist” olarak isimlendirdi. Zaman zaman ABD’nin olayları bahane ederek Suriye’yi işgal edeceği senaryolarını gündeme getirip olaylara dışarıdan müdahale edilmemesi çağrıları yaptı. İlginç olan ise sürekli dışarıdan müdahale edilmemesi çağrıları yaparken kendisinin silah ve asker desteğiyle Baas’ın bi-
leğini güçlendirmesi, bu rejimin askerlerinin kaçmasından doğan boşlukları Lübnan’daki “Hizbullah” ve kendisinin Devrim Muhafızları mensupları ile doldurmasıydı. Oysa görünüşte Baas zulmüne karşı durduğu iddiasında olan ABD’nin hesapları da bu ülkedeki direnişin talepleriyle uzlaşmıyordu. Çünkü siyonist işgal, Baas diktasının gitmesi durumunda iktidarın İslâmî direnişin eline geçmesinden son derece endişe ediyor ve bilhassa böyle bir iktidarın Arap dünyasındaki diğer halk ayaklanmalarıyla iktidarı elde eden İslâmî oluşumlarla güçlerini birleştirmelerinin kendisinin sonunu hızlandıracağını tahmin edebiliyordu. Baas diktası ise görünüşte siyonist işgalle diplomatik ilişki içine girmese de onun için bir tehdit niteliği de taşımıyordu. Bakın böylesine bir zulme ve vahşete destek vermeyi maslahatla izah etmek mümkün değildir. Çocukların boğazlarını kesen vahşeti hangi maslahatla izah edeceksiniz? Gençleri Beşşar’ın fotoğrafına secde etmeye, “Beşşar’dan başka ilah yoktur” demeye zorlayan bir azgınlığı “İslâmî maslahat” gibi bir mazerete dayandırabilir misiniz? • Peki sayın hocam, İran sizce Irak, Afganistan, Çeçenistan ve Suriye’de İslami maslahatlar ekseninde başarılı bir sınav verebilmiş midir?
Ahmet Varol: Şöyle, o saydığınız Irak, Afganistan, Çeçenistan savaşlarında İran kimlerle kol kola oldu bir bakalım. İran devleti, Irak ve Afganistan’da ABD ile Çeçenistan’da Rusya’yla, Suriye’de Baas rejimiyle işbirliği
yasında izlediği strateji ve siyaseti doğru buluyor musunuz?
K
atillere destek verenlerin artık iyice arsızlaşmalarına, haya örtülerini tümüyle üstlerinden atarak zalim Baas diktasına sonsuza kadar destek vereceklerini söylemelerine, Suriye’ye asker gönderdiklerini itiraf etmekten de çekinmemelerine rağmen mazlumlara destek verenlerin onların bu tutumlarına tepki göstermeyi bir yana bırakın zulme maruz kalanların davalarına sahip çıkmakta bile oldukça çekingen davrandıklarını görüyoruz. Haklı ve meşru mücadele içinde olan Suriye halkına destek vermek, onun adına silahlı mücadele verenleri silahlandırmak insanî ve İslâmî sorumluluktur.
yapan bir sistem. Şimdi İran’ın ne kadar başarılı bir sınav verdiğini siz söyleyin. • Şimdi Aynı soruyu Türkiye için soralım. Osmanlı Devleti’nin bakiyesi olan Türkiye Cumhuriyeti’nin İslam coğraf-
Ahmet Varol: Türkiye, Osmanlı Devleti’nin bakiyesi değil mirasçısıdır, bu bilgimizi tashih edelim. Türkiye, içeride olduğu gibi dışarıda da laik temelli bir politika izliyor ve tüm hükûmetler buna zorlanıyor. İslâm coğrafyasına yönelik politikasında ümmet temelli bir siyaset izlemesi imkânı yok. Ulusal kimlik temelli bir siyaseti var. Afganistan’da NATO işgal güçleriyle birlikte yer alma ihtiyacı duydu. Dolayısıyla iktidardaki partinin siyasi kimliği değil devletin siyasi kimliği belirleyici bir etken olarak karşımıza çıkıyor. İktidardaki partinin siyasi kimliği belki bazı esnek alanlara girilmesine ve oralardaki faaliyetlerin yönlendirilmesine imkân sağlıyor. Ama bu alanların da çerçevesi şimdilik çok dar. Suriye konusunda Baas diktasına ve zulmüne tepki niteliğinde bir siyaset izlenmesine rağmen göz doldurur bir şey yapılamamasının sebebi de budur. Çünkü ABD, NATO ve AB başta olmak üzere hâkim uluslararası güçler Baas rejiminin çok fazla üzerine gidilmesine onay vermedi. Suriye’de dikta rejimine karşı eğer bir zafer elde edilirse ki, temennimiz o. inanın ki bu birtakım dış güçlerin desteğiyle değil tamamen kararlı mazlum Suriye halkının direnişiyle elde edilmiş bir zafer olacaktır. • Bize zaman ayırdığınız için teşekkür ederiz hocam.
Ahmet Varol: Ben teşekkür ederim ve İlkadım’a yayın hayatınızda başarılar dilerim. KASIM 2012 / 292
23
KAPAK
Hizmet Adabı
Nureddin SOYAK
Nefislerinizi Öldürün!
A
llah -celle celalühuyolunda hizmete talip olan kişinin, nefsiyle olan meselesini halletmesi lazımdır. Nefsiyle olan cihadı halletmeyen, Allah -celle celalühu- davasına hizmette ayak bağı olur. Rasulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz, kişinin kendi nefsi ile olan mücadelesini “büyük cihad” ilan etmiştir. Kendi içindeki düşmanı halletmeyen nasıl dışarıdaki düşmanla mücadele edebilir? Rabbimiz, Yusuf -aleyhisselam-ın dilinden, nefis konusunda bizim dikkatimizi çekmektedir: “Ben nefsimi temize çıkarmam, çünkü Rabbimin merhamet ettiği hariç, nefis aşırı derecede kötülüğü emreder. Şüphesiz Rabbim çok merhamet edendir.” (Yusuf, 53) Peygamber nefsini temize çıkaramazsa biz nefislerimizi nasıl temize çıkarabiliriz. İşi gücü nefsini ıslah etme olmayıp, nefsini temize çıkarma gayretinde olan kişileri Rabbimiz ıslah etsin. Rasulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin vird haline getirdiği dualardan biri de şudur: “Ya Rabbi, göz açıp kapayıncaya kadar beni nefsime bırakma.” Aklı başında Müslüman nasıl olur da bir anda ayağını kaydırabilecek kabiliyete sahip olan nefsine karşı 24
DERGiSi
emin olabilir ve onu temize çıkarmaya kalkışabilir. Nefislerin ıslahı için iyi huyla süslenmesi, kötü huylardan temizlenmesi gerekir. Rasulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz: “Ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim” (Muatta) buyurmaktadır. Nefsinde güzel ahlakı hâkim kılmayan, ne imanını ne de ibadetlerini kemale erdirmiştir. Bu kişiler Allah yolunun hizmetkârı olamazlar. ‘Allah yoluna hizmet ediyorum’ diyerek nefislerinin arzu ve isteklerine hizmet ederler. Hz. Ali -radiyallahu anh-: “Allah -celle celalühu-, güzel ahlakı, kendisi ile sizin aranızda bağ kıldı. Kulun Rabbine kavuşmasını sağlayan şeye sahip olması, varlık olarak yetmez mi?” der. Rabbimiz: “Nefse ve onu düzgün bir şekilde şekillendirip ona kötülük duygusunu ve takvasını ilham edene andolsun ki, nefsini arındıran kurtuluşa ermiştir. Onu kötülüklere gömüp, kirleten kimse de ziyana uğramıştır.” (Şems, 7-10) buyurmaktadır. Nefsin iyiliğe de kötülüğe de, isyana da, itaate de kabiliyeti vardır. Kul iradesi ile nefsini ya isyana ya itaate yöneltir. Hz. Ömer -radiyallahu anh-:
“Aciz, nefsin siyasetinden aciz kalandır.” der. İnsan, nefsinden gelecek istek ve arzuları bilir, onun hile ve tuzaklarına vakıf olur ve onlara tabi olmazsa nefsine galip gelmiş olur. Bu da kâmil bir imanla mümkün olur. Nefsin hilelerinden biri de kendini beğenmektir. Kendini beğenen insandan kendine fayda gelmez ki Allah davasına ve insanlığa fayda gelsin. Çünkü bunlar ne nasihat dinler ne de edep terbiye kabul eder. Kendini beğenme hastalığına müptela olanlara ikaz ve uyarılar fayda etmez. Yanlışlarının söylenmesinden de hiç hazzetmezler. Rasulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Amcası Abbas’a: “Amca seni Allah’a şirk koşmaktan ve kibirlenmekten nehyediyorum. Allah Teala bu ikisi sebebi ile kula perde koyar.” (Neseî) buyurmaktadır. Kendini beğenenlerden İslam’a ve insanlığa dün de bugün de fayda gelmemiş, yarın da fayda gelmeyecektir. Onlar dine hizmet ediyor görünüp, nefislerine hizmet eden zavallı ikiyüzlülerdir. Rasulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz: “İkiyüzlü olanın, Allah’a karşı yüzü olmaz.” (Ahmed) buyurmaktadır.
Hizmet ehli insanlar hizmetlerinin sıhhat ve selameti için ikiyüzlülükten şiddetle kaçınmaları gerekir. İkiyüzlülük kişiler arasındaki ihlâs ve samimiyeti, birlik ve beraberliği, dostluk ve kardeşliği zedeleyen en kötü ahlaklardandır. Allah -celle celalühu- rızası için hizmet eden Müslüman, hizmetlerle ilgili beceremeyeceği veya gücünün üzerinde bir yük yüklenmediği sürece, o vazifeyi en güzel bir şekilde şevk ve gayretle yerine getirmelidir. Hizmet alanlarında görev seçimi yapmamalıdır. Rasulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin ifadesiyle, “bir bedenin azası, bir binanın tuğlası gibi” olmalıdır. Vücut azaları gibi uyumlu, binanın taşları gibi sabitkadem olmalıdır. Vücut azaları arasındaki uyumsuzluk bedeni, taşların yerinden oynaması binayı ifsat eder. Hizmet ehli istihdam edildiği yerde vazifesini en güzel şekilde ifa etmelidir. Herkes vazifesini yerli yerinde ifa ederse, hizmetler ihya olur, aksi halde hizmetler zarar görür, bunun vebali, ise çok büyüktür. İnsan, nefsine uyup küçük ve büyük günahlar işleyebilir, tevbe eder; Rabbimiz dilerse affeder, dilerse azap eder. Fakat hizmet iddiasında olup da sırf nefislerine uydukları için hizmetleri sekteye uğratanlar bunu vebalini, günahını nasıl affettirebilirler. Rabbimiz: “Gelin yaratıcınıza tevbe edin ve nefislerinizi öldürün.” (Bakara, 54) buyurmaktadır. Nefislerini öldürüp ıslah edemeyenlerin ne kendine ne ailesine, ne de Müslüman topluma faydası
olamaz. Rabbimiz: “Fakat zalimler bilgisizce nefislerinin arzularına uydular.” (Rum, 29) “Onlar yalnızca zanna ve nefislerinin arzularına tabi oluyorlar.” (Necm, 25) “İşte bunlar Allah’ın kalplerini mühürlediği ve nefislerinin arzularına uyan kimselerdir.” (Muhammed, 10) buyurmaktadır. Rabbimiz bu ve benzeri pek çok ayeti celilede nefsin insanlar için ne belalı şey olduğuna dikkatimizi çekmektedir. Öyleyse aklını kullanan Müslüman nefsin oyunlarına gelmez, hilelerine aldanmaz. Herhangi bir konuda bilgisiz ve zanla hareket etmek, nefsin insanları saptırmak için kullandığı önemli taktiklerdendir. Dinen, hades ve necaset gibi her türlü pisliklerden arınmak mümkünken, nefsin bulaştığı hiçbir söz ve ameli temizlemek mümkün değildir. Çünkü o söz ve amelin sahibi Allah Teala tarafından cezalandırılmayı hak etmiştir. Ancak kabul olan tevbe ile o söz ve amelin sahibi cezadan kurtulabilir. Hizmetler nefisleri tatmin, nefisleri azdırma, nefisleri putlaştırma yeri değildir. Her türlü meşakkate gögüs gererek nefisleri ıslah, nefisleri terbiye yeridir. İmam Gazali r.a Süleyman İbni Hanzala’dan şöyle nakleder: “Biz bir grup genç sahabi, Übey İbni Kab’ın arkasından yürüyorduk. Giderken Hz. Ömer ile karşılaştık, kendisi bu vaziyeti görünce kamçısını kaldırıp Übeyy’in üzerine saldı. Übeyy:
“Ey Emir-al Mü’minîin, bunu neden yaptın?” diye sordu. Hz. Ömer r.a: “Bilmez misin ki bir kimsenin topluluğun önünde gitmesi kendisi için fitne, arkasından gidenler için de zillettir. Bunu yapmayın!” dedi. Ubeyy -radiyallahu anh- öyle bir kuldu ki Rasulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz: “Ey Ubeyy Allah Teala sana seşlam göndermiştir.” dedi. Ubeyy heyecanlanarak: “Ya Rasulullah, ismimi vererek mi ?” diye sordu. Rasulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz: “Evet” deyince ve Ubeyy hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Hz. Ömer -radiyallahu anh- Allah katında konumunu bildiği bu mübarek sahabiye yanlış bulduğu bir hareketten dolayı kamçı salmaktan çekinmedi. O da halifeye “sen kim oluyorsun da Allah -celle celalühu- selam gönderdiği kişiye böyle bir muamelede bulunuyorsun?” demedi. Hizmet ehli Müslümanlar hizmetlerin bekası için nefislerini, samimi ikaz ve uyarılara açık tutmalıdır. Buna alıştırılmayan nefis sıkışınca kaçar. Dünyevî çıkar ve menfaat için her türlü meşakkate katlanır uhrevî çıkar ve menfaat için en ufak meşakkate katlanamaz. Hâlbuki hoşuna gitse de gitmese de İslam’a ters düşmediği sürece itaatle emrolunmuştur. Rabbimiz: “Nefsinin arzusuna uyma, yoksa seni Allah’ın yolundan saptırır.” (Sad, 26) buyurmaktadır. KASIM 2012 / 292
25
Kapak
Mükremin Çelik
İNANIYORUZ ÜSTÜNÜZ
Y
ıl 1910, bütün dünyada bir kargaşa var. Özellikle İslam âlemi üzerinde sıkıntılar yoğunlaşmış. Bediüzzaman, Tiflis’te bir Rus polisinin “Ne yapıyorsun?” sorusu üzerine: “Bitlis’e yapacağım medresenin planını yapıyorum.” der. Rus polisi hayretle “Burası Tiflis, kaldı ki İslam âlemi parça parça ve esaret altında.” der. Bediüzzaman şöyle cevap verir: “Tahsile gitmişler. İşte Hindistan (o zamanlar Pakistan’la içiçie idi.) İslam’ın müstaid (kabiliyetli) bir veledidir; İngiliz mektebi idadisinde (lisesinde) çalışıyor. Mısır, İslam’ın zeki bir mahdumudur. İngiliz mekteb-i mülkiyesinden ders alıyor. Kafkas ve Türkistan, İslam’ın iki bahadır oğullarıdır: Rus mekteb-i harbiyesinde (harb okulunda) talim 26
DERGiSi
ediyorlar.” İla ahir… “Yahu şu asilzade evlad, şahadetnamelerini (diplomalarını) aldıktan sonra, her biri bir kıt’a başına geçecek, muhteşem adil pederleri olan İslamiyet’in bayrağını istikbal ufuklarında dalgalandırmakla kader-i ezelinin nazarında feleğin inadına, nev’i beşerdeki hikmet-i ezeliyenin sırrını ilan edecektir.” Bundan yüz yıl önce şüphesiz ki şartlar çok daha zordu. Bugünler ise o zamana kıyasla imkânların fazlalığı ve iletişimin kolaylığını da düşünerek şükrün ifası noktasında zorda olduğumuz günlerdir. Çok kısa bir zamanda kıtalar arası yolculuk yapılabiliyorsa, diğer kıtadaki komşumuz olan Müslüman’ın derdiyle dertlenmek ve derdine çare olabilmek ne büyük bir saadet ve imkân genişliğidir. Bu imkânların
hakkı verilemezse asıl o zaman korkmalıyız. Eldeki imkânlar miktarınca sorumluyuz çünkü. Bu imkânlardan sorulacağız. Verilen nimetlerden… Hal böyleyken karanlığın şiddetinden şikâyet etmek değil, ışık olamadığımızdan kendi nefsimizi levmetmek (kınamak) icap eder. Nasıl ki lamba yanınca karanlığın tamamı kayboluyorsa, yanmadığı zaman da karanlık daha şiddetli görünüyor. Çözüm, karanlığı yok etmeye çalışmak değil, çözüm sadece ışık olmaktadır, ışık yakmaktadır. Herkes bulunduğu yerde ışığını yaktığında şüphesiz ki ortada ne karanlık ne de karanlığın eseri kalacaktır. Bugün Ortadoğu’da yaşananlar ışığın habercisidir. Bütün maz-
malıdır. Programsız bir ömür, bize verilen emanet niteliğindeki hayata da zulüm olacaktır.
lumlar iç ışıklarını yakmışlar, zalimlerin zulüm karanlığını ışıklarıyla aydınlatmaktan başka bir şeyin telaşında değiller. Hiçbir zulüm baki kalamaz. Ortadoğu, kan ve gözyaşıyla sulanmaya devam edemez. Dünyanın enerji merkezi olması sebebiyledir ki bütün zalimlerin iştahını kabartıyor. Fakat zalimler ümmet-i Muhammed’in ölümden korkmadığını gördüler. Dünyevileşme sıkıntısı birçok Müslüman’ın üstesinden gelmeye başladığı bir hastalığa dönüşüyor. Suriye’de Der’a’lı bir genç, bir Arap televizyonunda şu sözleri söylüyor: “Dört gündür sokaklarda, meydanlarda içimizden geldiği gibi haykırıyoruz. Hayatımda ilk defa korku duvarını aştım ve öz-
gürlüğü iliklerime kadar hissettim. Bu hissi o kadar sevdim ki, artık ondan vazgeçemem. Ölüm pahasına da olsa özgür kalacağım.!” Ölümden korkmayandan bütün zalimler korksa kendileri için çok iyi olur. “Hayatı müsvedde yaşamayın, çünkü temize çekecek vaktiniz olmayabilir.” diyor Üstad Necip Fazıl. Şüphesiz ki hayat öylesine yaşanacak kadar uzun değil. Kabiliyetlerimizi de müsvedde bir hayat yaşıyormuşçasına heba edemeyiz. Şüphesiz plansız programsız yaşamak da bu kabildendir. Dünyadaki bazı hadiseler bizi müsvedde yaşamaya sevk etse de bunun bir psikolojik strateji olduğunun farkına var-
Önemli saydığımız bir hadiseyi paylaşmak isterim. Şöyle ki: Yazın kavurucu sıcaklarında Afrika ortalarında bir gölde sular çekiliyordu. Suların çekilmesiyle birlikte gölde yaşayan bazı balıklar, karada kalıyor ve karınca gibi bir kısım böcekler tarafından avlanıyordu. Aradan zaman geçiyor, yağmur mevsimiyle birlikte göl suları bereketleniyor, çevresinde kendisini besleyen derelerin de etkisiyle sular iyiden iyiye yükseliyor, göl taşıyordu. Bu sırada yaz sıcaklarında kıyıya vuran balıkları yiyerek beslenen böceklerin yuvaları da sular altında kalmıştı. Gölde yaşayan balıklar, bu küçücük yuvalardan çıkan karıncaları yiyor ve güçleniyordu. Devir bu şekilde çevriliyor ve dünya dönmeye devam ediyordu. Hiçbir gecenin sonsuza kadar devam edemeyeceği gibi. Büyük âlim ve mücahid Ömer Muhtar: “İnsanın belini kırmayan darbeler onu güçlendirir.” diyor. Belimizi kırmayan bütün darbeler aslında bizi güçlendiriyor. Bazen gece uzun sürüyor gibi gelebilir. Zaman izafidir. Tünelin sonundaki ışığı görmek istemeyenler, sürekli bir biçimde gözlerini kapatanlardır. Asla unutmamalıdır ki hakikatin ışığı karşısında gözlerini kapatanlar, karanlıkta kalacaktır. Gözlerini açık tutanlar ışığı görebiliyor. KASIM 2012 / 292
27
Ebubekir Sıddık Yaşlı
eğitim
Akıl ve değer Hastalığı: TAASSUB
Z
ihin melekesi ve değer dünyası, insanı diğer varlıklardan ayıran iki temel yönü oluşturmaktadır. İnsan, yaşadığımız dünyada düşünen ve değer üreten tek varlıktır. İnsanoğlunun bütün davranış kalıpları, davranışlarının yönü ve gücü, bu iki temel özellik tarafından biçimlenir. Zihin (akıl) ve değer (duygu) dünyası, insanı, varlıkların en üstünü yapabildiği gibi en aşağısı haline de getirebilmektedir. Bir başka ifade ile insanın insanlaşması ve hem kendine hem de çevresine yarar sağlaması, bu iki yönünün sağlıklı temellere dayanması ve etkin kullanabilmesi ile mümkündür. Bu iki gücünü insanî biçimde şekillendirip kullanan bir kişi, tüm varlık ve insanlık âlemine önemli kazanımlar sunabildiği gibi, aksi durumda varlık âleminin ve insanlığın baş belası olabilmektedir.
28
DERGiSi
İnsanın bu iki uç sınır arasındaki konumunu, akıl ve değer dünyasını biçimlendiren ölçülerin doğruluğu ve bunlardan etkin yararlanabilme gücü belirlemektedir. Normal insanlar, akıl sahibi ve değer üretme kapasitesi ile birlikte dünyaya gelmektedir. Ancak onların gerek akıl ve değer ölçüleri, gerekse bunları doğru kullanabilme gücü, eğitim yoluyla sonradan kazanılmaktadır. Bu durum, insanın insanlaşması ya da akıl ve değer ölçülerinden en etkin şekilde yararlanabilmesi açısından eğitimin ne kadar önemli olduğunu göstermektedir. Bireyin aile, okul ve diğer eğitim ortamlarında gördüğü, yaşadığı, hissettiği değerlerin niteliği, akıl kullanma yol ve yöntemlerinin doğruluğu, onun zihin ve değer dünyasının, doğru ya da yanlış biçimlenmesini beraberinde getirmektedir. Buradaki sorun, eğitim yoluyla
insanın akıl ve değer dünyasının sağlıklı temeller üzerine doğru şekilde inşa edilmesidir. Bir başka ifade ile yanlış bir eğitim uygulaması, insanı, zihin ve değer dünyası yönünden hastalıklı ve problem kaynağı bir kişiliğe dönüştürebilir. Nitekim birçok zihinsel (akıl) ve duygusal (değer) hastalıkların günümüz toplumuna egemen olduğuna; birçok toplumsal sorunun temelinde zihin ve değer sağlıkları bozuk insanların yattığına sıklıkla şahit olunmaktadır. Tecavüz, katliam, işkence, terör vb. buna örnek olarak verilebilir. Bu yazıda akıl ve değer sorunlarından kaynaklanan ve tüm toplumu etkisi altına alarak önemli problemlerin yaşanmasına zemin oluşturabilecek bir hastalık ele alınmıştır. Kısaca bu hastalığa “taassubiyet” ya da “taassub” adı verilmektedir. Kelime olarak taassubiyet, bağnazlık ve tutuculuk anlamlarına gelmekte olup bir
düşünceye körükörüne bağlanıp başka din, inanç ve görüşlere nefret ve düşmanlık hisleri beslemektir. Taassubiyet, kelimenin tam anlamıyla bir hastalıktır. Taassubiyet hastalığının temelinde, insan ya da grupların zihin ve değerlerinin itidalden uzaklaşıp ifrat ya da tefrite dönüşmesi sorunu yatmaktadır. Taassubiyet, insanları birbirinden uzaklaştıran; ayrılıkları körükleyen; insan ve toplumlar arasındaki kin ve öfkeyi körükleyen bir akıl ve değer hastalığı; başka bir deyimle ruh hastalığıdır. Bireyin herhangi bir şeye gereğinden fazla değer yüklemesi ya da gereken değeri vermemesi hali, taassubiyet halini doğurmaktadır. Bu herhangi bir şey, bir nesne, kişi, düşünce/ideoloji ya da özellik olabilir. Aşırı sevgi ve bağlılık şeklinde olabildiği gibi aşırı düşmanlık şeklinde de ortaya çıkabilmektedir. Taassub; aklın, duyguların esiri haline gelerek irade üzerindeki etkisini yitirmesi; verilecek kararı uygulamada etkisiz ve yetkisiz hale gelmesi halidir. Aklın gücünün elinden alınıp duygulara verilmesi; karar verme aşamasında aklın devreden çıkması; duyguların verdiği kararları şartsız koşulsuz kabul ederek onun beklentileri doğrultusunda düşünmesi, duyguların istek ve beklentilerine uygun gerekçeler üretmekle meşgul olması durumudur. Buna göre taassubiyetin; zihin dünyasının iflas etmesi; duygular karşısında aklın biçare kalması oldu-
Taassubiyetin, zihin ve değer dünyasının iflası ve köleleşmesi olup onunla mücadele etmenin hem dinî hem de insanî bir gereklilik olduğu unutulmamalıdır. Bu çerçevede gerek anne ve babalar, gerekse öğretmenler ve bireyler üzerinde eğitsel etkisi bulunan diğer kişilerin, şahısları ve kurumları önceleyen yaklaşım ve uygulamalardan uzaklaşıp düşünce ve eylemlerin önemliliğini ve önceliğini vurgulayan bir eğitim anlayışı ile üzerinde etki kurdukları kişilerin zihin ve değer dünyalarını biçimlendirmeye çalışmaları gerekmektedir. Zihin ve değer dünyasına; inanç, etnik köken, cinsiyet, statü gibi değişkenlere şuursuzca ve körü körüne bir bağlılık ya da düşmanlık yerleştirmek yerine bilinç ve duyarlıkla bütünleşen “itidal üzere olmak” anlayışı yerleştirilmelidir.
ğu söylenebilir. İnsandaki taassub tutum ve davranışı, doğuştan gelmeyip yaşam sürecinde eğitim yoluyla kazanılmaktadır. Aklın ve duyguların doğru biçimde eğitilmeyişinin
bir sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. Taassubiyet, akıl ve değer dünyasında yaşanan rol karmaşasının bir ürünüdür. Karar vermede belirleyici olması gereken aklın yerine duyguların söz sahibi olması; aklın ise duyguların baskısı altında alınan karara mazeret üretmeye çalışmasıdır. Bu nedenle buradaki temel sorunun, insanın akıl ve değer dünyasının yanlış eğitilmesi ve biçimlendirilmesi olduğu söylenebilir. Taassub ya da onun eş anlamlısı diyebileceğimiz “bağnazlık” hastalığına, siyasal, sosyal, psikolojik ve dini yaşamın her alanında rastlanılabilmektedir. Aşırı sevgi ya da nefrete bağlı olarak insan, herhangi bir kişiye, kuruma, inanışa ya da ideolojiye karşı akıl ile muhakeme etmeksizin körü körüne bağlanmak ya da düşmanlık hisleri üretmek şeklinde ortaya çıkmaktadır. Taassub ehli insan; bu kişi, kurum, inanış ya da ideolojileri kayıt ve şart koymaksızın kabul ya da red eğilimi gösterir. Duygularıyla düşünüp karar alır; akıl ile bu tutum ve davranışlara mazeret üretir. Zihin ve duygular, düşünce ya da davranışların doğruluğundan ziyade onu söyleyen ya da yapan kişi ya da kuruma odaklanır. Mutaassıb kişi, düşünce ya da davranış yerine onu söyleyen ya da yapanın doğruluğuna ilişkin yargılamada bulunur. Sonuçta mutaassıb kişi; yanlış kişi ya da kurumun söylediği ya da yaptığı iyi şey kötü; doğru kişi ya da kurumun söylediği ya da yaptığı KASIM 2012 / 292
29
kötü şey iyi olarak algılar ve kabul eder. Buna göre Taassubun, şartlanma (koşullu) öğrenmeye güzel bir örnek oluşturduğu söylenebilir. Bilindiği üzere şartlanma yoluyla öğrenmede akıl devrede değildir ve etki ile tepki arasında bağ kurma söz konusudur. Kişinin mesaj gönderene bağlı olarak, mesaj üzerinde düşünmeksizin tepki göstermesi durumu, koşullu öğrenmenin bir sonucudur. Örneğin mutaassıb kişi, kendini bağladığı şeyhinin, başkanının, ideoloğunun, amirinin, sosyal ya da siyasal kurumunun (din, parti, bilim vb.) söylediği ya da yaptığı yanlış şeyi, sadece o söylediği ve yaptığı için doğru kabul eder, ona göre muamelede bulunur. Düşmanlık gösterdiği bu kişi ve kurumların söylediği ya da yaptığı doğru şeyleri ise, yalnızca düşman olduğu kişi ve kurumlardan geldiği için peşin olarak reddeder, ters muamelede bulunur. Kişilerde gözlenen taassub; din, etnik köken, cinsiyet, sosyal statü vb. kaynaklı olabilir. Günümüz toplumunda “mutaassıb” kavramı, kasıtlı ya da kasıtsız biçimde, özellikle dindar insanlarla ilişkilendirilerek kullanılmakta ve açıklanmaktadır. Oysa Hak dinlerde, adından da anlaşılacağı üzere hak/doğru olan önemlidir. Yanlış insanın ağzından çıksa da doğru, doğrudur; doğru insanın ağzından çıksa da yanlış, yanlıştır. Nitekim iman tasdik etmek; İslam ise doğru ve hak olana 30
DERGiSi
teslim olmaktır. Bu yönüyle İslamiyet’in taassub ya da bağnazlığı getirdiğini iddia etmek, İslamiyeti bilmemek ve onun özünü ve ruhunu anlamamaktır. Taklidi iman yerine tahkiki imanın öncelenmesi; Kur’an’ın bir çok ayetinde akletme, tefekkür ve düşünmenin emredilmesi İslamiyet ile taassubiyetin kesinlikle bağdaşmadığının en önemli göstergeleridir. Bir akıl ve değer/duygu hastalığı olarak taassub sorunu yanlış eğitimin bir sonucu olduğu gibi onu giderebilmek de aynı şekilde bir eğitim sorunudur. Doğru bir akıl/düşünme ve değer/duygu eğitimi ile bu sorunun üstesinden gelinebilmektedir. Ama bütün hastalıklarda olduğu gibi en güzel tedavi, hastalığa yakalanmamaktır. Bu nedenle küçük yaşlardan itibaren çocuklara aklı doğru kullanabilme, duygulara hükmedebilme eğitimi sağlıklı bir şekilde verilmelidir. Bunun en iyi yolu, düşünme, eleştirme, sorgulama, düşünce ve eylemleri mantıksal zemine oturtma egzersizlerinin yapılmasını içeren eğitim yöntemlerini kullanmaktır. Farklı kişilere ve düşüncelere açık olmak, sorgulayıcı bir tavır sergilemek; kişi ya da kurum yerine düşünce ya da eylemlerin doğruluğu ya da yanlışlığı üzerine odaklanmak gerektiği anlayışı üzerine temellenmiş bir eğitim, kişileri mutaassıb davranmaktan ve taassub hastalığına yakalanmaktan kurtarabilir.
Nitekim Kur’an’da Allah (CC)’ın insanları düşünmeye, sorgulamaya, akletmeye ve anlamaya yönlendirilmesi, akıl temelli öğrenmenin ve bilinçli bir inanışın temelini atma gayretinin bir sonucu olarak değerlendirilmelidir. Allah (CC) ve Rasulü (SAV), kendisine körü körüne bağlı bir Müslümanı arzulamaz. Ruhu ve içeriği anlaşılmadan ibadetlerin bile bir alışkanlık olarak yapılmasını benimsemez. Allah (CC) ve Rasulü (SAV), bu ümmeti; taassubtan uzak, itidal üzere hareket eden orta yolun ümmeti olarak tanımlamıştır. Kısaca taassubiyetin, zihin ve değer dünyasının iflası ve köleleşmesi olup onunla mücadele etmenin hem dinî hem de insanî bir gereklilik olduğu unutulmamalıdır. Bu çerçevede gerek anne ve babalar, gerekse öğretmenler ve bireyler üzerinde eğitsel etkisi bulunan diğer kişilerin, şahısları ve kurumları önceleyen yaklaşım ve uygulamalardan uzaklaşıp düşünce ve eylemlerin önemliliğini ve önceliğini vurgulayan bir eğitim anlayışı ile üzerinde etki kurdukları kişilerin zihin ve değer dünyalarını biçimlendirmeye çalışmaları gerekmektedir. Zihin ve değer dünyasına; inanç, etnik köken, cinsiyet, statü gibi değişkenlere şuursuzca ve körü körüne bir bağlılık ya da düşmanlık yerleştirmek yerine bilinç ve duyarlıkla bütünleşen “itidal üzere olmak” anlayışı yerleştirilmelidir.
M.Selçuk Özdoğan
selcuk.ozdogan@ilkadimdergisi.net
ilkadım kitaplığı
Maneviyat Dünyamızda İz Bırakanlar & Vehbi Vakkasoğlu
K
ıymetli İlkadım okuyucularımız. Bu ay sizlerle her biri ülkemizin maneviyat binasının yükselmesi için çalışmış ve bu uğurda çeşit çeşit sıkıntılara katlanmış on dört tane maneviyat önderimizi tanıtan Vehbi VAKKASOĞLU hocamızın hazırladığı Maneviyat Dünyamızda İz Bırakanlar isimli eserini tanıyacağız. Günümüz insanının sıkıntılarına çözüm bulacağı, okudukça hizmet heyecanını artıracağı, ibadetlerini çoğaltacağı, ailevi ve sosyal ilişkilerinde kaliteli Müslüman olmanın mücadelesini başlatacağı bir kitap karşımızda duruyor. Çoğu yakın zamanda aramızdan ayrılan bu büyüklerimizin hayatları belki en ince ayrıntılarına kadar anlatılmamış ama anlatılması gerekenler anlatıldığı için okunduğunda okuyucuyu etkisi altına alan bir kitap var elimizde. Seyyid Abdülhakim Arvasi hazretlerini okurken ehli sünnet vel cemaat mezhebi içinde olduğumuza şükrediyor, bulunduğumuz mezhebe karınca başı kadar dahi aykırı bir tutum içinde olmamaya dikkat ediyoruz. Çünkü Arvasi hazretlerinin uyarısıyla ( Bu mezhebe karşı gösterdiğimiz küçücük aykırı bir tutum bin yıllık gayretlerimizi hiçe çevirir.) kar-
şılaşıyoruz. Ayrıca Necip Fazıl KISAKÜREK’in üstadıyla ilgili yazdığı: “Bana yakan gözlerle bir kerecik baktınız;/ Ruhuma, büyük temel çivisini çaktınız.” mısralarıyla Arvasi hazretleriyle manen göz göze gelmeye çalışıyoruz. Kenan Rifai hazretlerinin hayatına misafir oluyoruz. Onunla birlikte il il gezerek hizmet etmenin heyecanı tatmaya çalışıyor, “Başkasının ayıbını kendi ayıbı, başkasının günahını kendi günahı bilen kimse için hata ve ayıpların hoş görülmesi ne kadar kolaylaşır.” Sözünü kendimize düstur edinmeye çalışıyoruz. Süleyman Hilmi TUNAHAN hazretlerinin önünde diz çöküyoruz. Bu mübarek zatı biraz daha iyi tanıyoruz. Yolunun kurallarını öğreniyoruz. Süleyman Hilmi TUNAHAN hazretlerinin İslamı öğretmek için yaptığı mücadeleleri öğrenince hizmetlerimizi artırmanın yollarını arıyoruz. Çünkü zamanında bir kişiye Kuran öğretebilmek için yaptığı fedakârlıkları şu an devlet maaş vererek yaptırmaya çalışıyor. Bu ilimle uğraşanların mutlaka Üstadın mücadelelerini okumaları gerekiyor. Bediüzzaman hazretlerinin Nur Halkasına giriyor, bitmez tüken-
mez bir enerjiyle yaptığı iman mücadelesini ibretle okuyoruz. Tedrisatı ayrı bir özelliği fakat iman uğruna, İslam uğruna eğilmeden duruşu bizlere çok güzel bir örneklik sunuyor. “Ben cemiyetin iman selameti yolunda dünyamı da feda ettim, ahiretimi de… Gözümde ne cennet sevdası var, ne da cehennem korkusu… Cemiyetin imanı namına bir Said değil bin Said feda olsun..” sözleri ne demek istediğimizi gayet güzel anlatmıyor mu? Kitabımızda ayrıca Ali Haydar Efendi, SeyyidAbdülhakim Hüseyni, MehmedZahid KOTKU, Mahmud Sami RAMAZANOĞLU, Muzaffer OZAK, Yahyalılı Hacı Hasan Efendi, GönenliMehmed Efendi, Seyyid M. Raşid EROL, Hacı Musa TOPBAŞ ve Prof. Dr. M.Esad COŞAN hocaefendiler de çeşitli yönleriyle bizleri tanıtılıyor. Nesil yayınları.
KASIM 2012 / 292
31
Kur’an İklimi
Selim Armağan
selim.armagan@ilkadimdergisi.net
“Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten vazgeçirmeğe çalışır ve Allah’a inanırsınız…” (Al-i İmran: 110)
Örnek Aile
K
ur’an her konuda Müslümanları dünyaya örnek göstermiştir. Bu örnekliğin en önemlilerinden biri de kuruluşu, işleyişi ve sonlandırılması ile Müslüman aile örnekliğidir.
evlerine bir bakmalılar. Bu evler İslamî kurallar çerçevesinde ve Allah’ın rızasına uygun kurulmuş ve yine aynı amaçla mı işletiliyor? Peygamberimizin evinin gölgeleri bu evlere uygulamada yansımış mı?
Bugünlerde dininin kendilerine tanıdığı hakları ve sorumlulukları bilmeyen, okumayan, etraftan duyduğu yarım yamalak bilgiler ve kötü örfi uygulamalar ile babalarının despotluğunu yahut annelerinin ezik hallerini İslamî aile modeli zanneden, İslamî bilgilerden ve güzel uygulamalardan mahrum bir kuşağın çığlıkları ile karşı karşıyayız.
Eşler seçilirken sosyal konum, maddi durum ve güzellik ilkeleri çerçevesinde mi seçildi? İleriye dönük hedef yaşantı olarak da bu ölçüler çerçevesinde bir gelecek mi tasavvur edildi? Yoksa Allah’ın razı olacağı karakterde, bilgi ve donanımda bir eş mi arandı?
Kur’an-ı Kerim, hayatı Allah’a inanç ve onun etrafında kurulan aile hayatı telakkisi üzerine kurar. İslamî aile hayatını etraflarındaki model ailelere bakarak yorumlamaya çalışan kardeşlerimizin sağlıklı bir değerlendirme yapabilmeleri için önce babalarının kurduğu evlerine veya kendi kurdukları ya da kuracakları
32
DERGiSi
Etraflarındaki örnek zannettikleri kişilerin İslamî bilgilere sahip olmaları da örnek İslamî aile olmak için yeterli değildir. Esas olan bilmek değil İslamî uygulamalar yapmaktır. Bilgileri ile kendi hallerini düzeltemeyenler nasıl olur da aile hayatlarını düzeltebilir? Her gün Kur’andan şu kadar cüz okumak ya da şu kadar tefsir okumak insanı Allah’ın istediği Müslüman yapmaz. Çok
Kur’an okuyan bir aile Kur’anın ölçülerine göre örnek bir Müslüman aile olarak da gösterilemez. Rabbimizin imandan sonra bizden istediği “etî ullahe ve etî ur rasul.”ayetlerinde ifadesini bulduğu gibi Allah’ın ve Resulünün kurallarına uymak ve itaat etmektir. Uyulmayan kurallar tutulmayan emirler insana ne kadar fayda sağlarsa bize de uygulamadığımız Kurânî bilgilerimiz o kadar fayda sağlamıştır! Ziya Paşanın dediği gibi; “Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz.” Müslüman olmayan kişilerin mutluluk projelerini Müslüman bir şahsın kendine ya da aile hayatına uygulamaya çalışması onu mutlu etmez beyhude bir arayış olur. Kur’ânî bilgilerden hareket etmeyenler, insanı doğru algılayamazlar. Efendimizin erkeği evin reisi ve kadını da ev işlerinden sorumlu olarak tanımlamasını da kadını aşağılaması olarak değerlendire bilirler. Çünkü bunlar, kurulmuş bir zemberek gibi enerjileri bitene kadar
sürekli “kadın erkek eşittir” diye haykırmaktan etraflarındaki uygulamalara dahi bakamazlar. Gözlerini kapatıp körü oynarlar. Oysa gözlerini açıp etraflarına bir baksalar insanların da diğer canlılar gibi kadın ve erkeği ile sosyal hayatta kendilerine uygun bir rol edindiğini görürler.
başladığı en önemli iki şeyden ilki iman ikincisi aile düzenidir. Ferdiyetçilik kibri, imansızlığı, menfaatçiliği ve başıboşluğu getirir. Bireylerin kurtuluşu yeniden canlı bir imana sahip olmasında ailelerin kurtuluşu da Allah’ın kuralları çerçevesinde yeniden düzenlenmesindedir.
Kadını bazı özellikleri ile erkekleştirmeye erkeği de bazı özellikleri ile kadınlaştırmaya ve orta bir karakter bulmaya çalışanların projeleri tüm dünyada kadınlar ve erkekler arasında bir çatışmayı ve özellikle de aile de kargaşayı, ayrışmayı ve mutsuzluğu getirmiştir. Bu proje evlenmeyi yaşını geciktirdi ve boşanma sayısını artırdı. İnsan çiftini tekleştirdi ve mutsuz fertler oluşturdu. Aslında gerçek amacı da buydu.
Kur’an ev kurmak, evlenmek, boşanmak, miras taksimi gibi ev ve aile ile ilgili konularda temel olarak erkekleri muhatap alır. Tabidir ki bu duruma Arapçadaki hitap takılarının etkisi çoktur. Ancak “Erricalü Gavvamune Alennisa” “Erkekler, kadınlar üzerine kayyumdur.(idareci ve hâkimdirler.)” (Nisa:34) gibi ayetler evin reisliği, nafakasının sağlanması, korunup gözetilmesi gibi bir takım özel görevlerin erkeğe verildiğinin de işaretlerini taşır.
Kur’an’a göre erkeğin varlık âlemindeki yolculuğu cennetten ve kadınla birlikte başlamıştır. Bu bilgi bize kadın ve erkek olarak yolculuğa beraber devam etmemiz gerektiğinin doğal ifadesidir. Yani cennetten kadınla geldik, hayat yolculuğumuz kadınla olacak ve yine bu yolculuğun sonunda Allah’ın huzurunda dünyanın hesabını kadınla birlikte vereceğiz. Eşlerimiz olan kadınlar tarafından bakıldığında da cennetten erkekle beraber geldiler ve yine erkekle beraber Allah’ın huzuruna çıkacaklar. Yani bizim kaderimiz birbirimize bağlıdır. Biz ayrılamayız. Bugünlerde insanlığın kaybetmeye
Ev yönetimi de ülke yönetimi gibidir. Çeşitli yetki ve sorumluluk alanlarına ayrılır. Aile farklı bakanlıkların ahenkli çalışması gibi babanın başkanlığında en az sorunla işletilmelidir. Çocuklar evlerinde hangi konuda yetkinin kimde olduğunu bilinmelidir. Bu yetki ve sorumluluklar anne ve baba tarafından istişare ve yumuşak geçişlerle gerektiğinde birbirine devredilebilmeli, gerektiğinde yardımlaşarak veya paylaşılarak kullanılmalıdır. Ama herkes kendinin esas görevini bilmelidir. Farklı vücut ve ruh yapılarıyla kadın ve erkek
evlilikte bir bütünlük oluşturmalıdır. Tam yetkili iki kişinin bir ailede başkan olması orada kargaşayı ve çocuklarda otorite eksikliğini ortaya çıkarır. Ev halkının rızkının temini, korunması sevk ve idare edilmesi gibi görevlerle sorumlu tutulan erkeğin anatomisi görevini üstlenecek şekilde yaratılmıştır. Kadın ve çocukların yanında doğal liderdir. Çocuk doğurma, emzirme ve yavrusuna merhamet gibi görevler verilen kadının vücudu da görevine uygun narinlikte yaratılmıştır. Çocuğuna bakmak uşaklık değildir. Sa’sa İbnu Muaviye (r.a.)anlatıyor: “Bir kadın beraberinde iki kızıyla birlikte Hz. Aişe’nin yanına girdi. Aişe (r.a.h) kadıncağıza üç tane kuru hurma verdi. Kadın çocuklarına birer hurma verdi, kalan üçüncü hurmayı da çocukları arasında taksim etti.” Hz. Aişe der ki: “Az sonra Rasulullah (a.s.) geldi, hadiseyi kendisine anlattım. Bunun üzerine: “Buna hayret mi ettin? Kadın bu davranışı sebebiyle cennete girdi” buyurdular.” Ailede anne ve baba çocuklarına hakiki birer rol model olmalıdır. “Allah kadınlardan erkeklere benzeyenlere ve erkeklerden kadınlara benzeyenlere lanet eder.” Nesli korumak kadın ve erkek her Müslüman’ın görevidir. KASIM 2012 / 292
33
Hadis İklimi Ahmet Ağmanvermez
a.agmanvermez@ilkadimdergisi.net
“Karnı tıka basa doldurmak, hastalığın; bundan korunmak ise ilâcın esasını teşkil etmektedir. Vücutlarınızı, mümkün olduğunca perhize ve kanaatle yaşamaya alıştırınız.” H.Ş.
ÇOK YEMENİN AFETİ, AZ YEMENİN RAHMETİ
K
albin saflık kazanması, basiretin açılması açlıkla olur. Çünkü tokluk, ahmaklığa yol açar, kalbi köreltir, çabuk anlama ve kavrama özelliğini kaybettirir. Nitekim Hz. Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur: “Nefislerinize karşı açlık ve susuzlukla mücâhede ediniz; çünkü sevap buradadır. “Kalplerinizi az gülmek ve az yemekle diriltiniz; açlıkla temizleyiniz. Bu sayede kalpleriniz saflaşır ve incelir.” “Kim tok olarak yatarsa, onun kalbi katılaşır. Her şeyin zekâtı vardır; bedenin zekâtı da açlıktır.” (İbn Mâce) İmam Şiblî şöyle demiştir: “Ne zaman nefsimi Allah için aç bırakmışsam mutlaka kalbimde, daha önce olmayan bir hikmet ve ibret kapısı açılmıştır” Lokman Hakîm oğluna şöyle demiştir: “Ey oğul! Mideyi tıka 34
DERGiSi
basa doldurduğun zaman fikir uyur; hikmet dilsizleşir. Azalarsa ibadetten bıkıp otururlar”. Aç ve muhtaç kimseleri hatırlamak, açlığın birçok faydalarından sadece birisidir. İnsanoğlunu yoksullara yedirmeye, Allah’ın kullarına merhamet göstermeye teşvik eder. Tıka basa yiyen kimse, aç insanın neler çektiğini bilmez. Zünnûn-i Mısrî şöyle demiştir: “Ne zaman doymuşsam ya isyan etmişimdir ya da isyan teşebbüsünde bulunmuşumdur”. Âişe vâlidemiz şöyle demiştir: “Hz. Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-’den sonra icad edilen ilk bidat, doyasıya yemektir”. İsâ Aleyhisselâm’dan şöyle bir söz rivayet edilmiştir: “Sizler karnınızı aç tutunuz, ola ki kalbinizle Rabbinizi göresiniz!”. Doyasıya yiyen kimselerin nefis-
leri dünyaya meyleder. Açlık, bir tek faydadan ibaret değil, bilakis faydalar hazinesidir. İşte bunun içindir ki ‘Açlık Allah’ın hazinelerinden biridir’ denilmiştir. Hz. Aişe -radiyallah anha- şöyle demiştir: “Allah Rasûlü (sallahu aleyhi ve selem) iki gün üst üste doyuncaya kadar yemek yemedi. İsteseydi yiyebilirdi, fakat O, açlığı severdi. (Diğer bir rivayette, O yemekten çok başkasına yedirmeyi severdi.)” (Müslim) Allah Rasulü -sallallahu aleyhi ve sellem- buyurmuştur: “Allah Teâlâ bana, istersem zenginlik vereceğini teklif etti. Ben: Hayır! Ya Rabbi! Zenginlik istemiyorum. Bir gün yiyip sana şükretmek, bir gün de aç kalıp sana yalvarmak istiyorum, dedim.” Allah Rasulü -sallallahu aleyhi ve sellem- şunları da söylemiştir: “İnsan, kendi midesinden daha
zararlı bir kap doldurmamıştır. Kendisini ayakta tutacak kadar yemek ona yeterlidir. Fakat ille de fazla yemek isterse, o zaman midesinin üçte birini yemeğe, üçte birini içmeye, üçte birini de nefes alıp vermeye ayırsın.” “Mümin bir bağırsağa göre yer, münafık ise yedi bağırsağa göre yer.” (Buhari, Müslim) “Ahirette açlığı en çok uzun sürenler, dünyada en çok yiyenlerdir.” (Tirmizî) Bir batılı filozof doktora, Allah Rasulü -sallallahu aleyhi ve sellem-’in yemek hususunda midenin üçe bölünmesini tavsiye ettiği anlatılınca, adam şaşırmış ve “Sağlık için bundan daha güzel bir çare önerilemez.” demiştir. Allah Rasulü -sallallahu aleyhi ve sellem- şunları da söylemiştir: “Çok yemek hastalığın, az yemek ise sağlığın kaynağıdır.”, “Oruç tutun, sağlık bulun.” (Taberanî) Hz Ömer -radiyallahu anh- şöyle demiştir: “Göbeğinizi şi şirmekten sakının. Çünkü bu yaşarken ağırlık, öldükten sonra da kokmaktır.” Açlık, konuşma isteğini keser. Bu suretle insan gıybet etmek, sövüp saymak, yalan söylemek, kalp kırmak, fitnecilik yapmak gibi günahlardan kurtulur. Allah Rasûlü -sallallahu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur: “Çoğu insanları yüz üstü cehenneme süren, dilleriyle kazandıkları günahlardır.”
Harun Reşid, doktorları toplayıp onlara sağlığın sırrını sormuş, doktorlar ittifakla şöyle demişlerdir: “Sağlığın sırrı, ciddî bir açlık duymadan bir şey yememek, yiyince de henüz iştahı varken yemeği bırakmaktır.” Allah Rasulü -sallallahu aleyhi ve sellem- bir hadiste şöyle buyurmuştur: “Sizin benden sonra Lât ve Menât putlarına tapmanızdan korkmam; fakat gizli şehvete düşmenizden korkarım.” Gizli şehvet; cinsellik, yemek, mal, makam, siyaset, kıyafet, övülme, evlat, ev, ürün ve benzeri pek çok konuda olabilir. Konumuz olan az yemekle ise, nefsin kendine hisse çıkarmasını önleyerek gizli şirk ve şehvet putunu kırmış oluruz. Mide ile tenasül organı, cehennem kapılarından birer kapıdır. Bunun esası da tokluktur. Nefsi temizleyip şehveti kırmaksa cennet kapılarından bir kapıdır. Bunun esası da açlıktır. Konuyla ilgili Kur’an’da şöyle buyrulur: “Onların ardından öyle nesiller geldi ki, namazı bıraktılar, şehvetlerine uydular. Bunlar da azgınlıklarının cezasını bulacaklardır. Ancak pişman olup Allah’a yönelen, iman edip salih amel işleyenler ise cennete girerler ve hiçbir haksızlığa da uğramazlar.” (Meryem: 19/59-60) Rasulullah’ın -sallallahu aleyhi ve sellem- biri sabah, biri de akşam olmak üzere günde iki
sefer yediği, yemek yiyince de iyice doymadan sofrayı terk ettiği rivayetlerde belirtilmiştir. Abdullah İbn-i Ömer, ashabın doyuncaya kadar hurma bile yemediklerini söyler. Gazali: “İnsanoğlunu felakete atan şeylerin en büyüğü mide şehvetidir. Hz. Adem (as) ve Havva da bu sebeple cennetten çıktı… Karın, dertlerin ve afetlerin yetişip büyüdüğü yerdir.” der. Âlimlerimiz, Kur’an-ı Kerim’de geçen: “Yiyin, için, fakat israf etmeyin.” ayetini kastederek: “Cenab-ı Hak tıbbı, tedaviyi bu ayette hülasa etmiştir.” demişlerdir. Çok yemek, hem bedeni, hem ruhu, hem de yiyecekleri israf etmektir. Şu iki ayet konumuza ışık tutması açısından dikkat çekicidir: “Sonra o gün size verilen tüm nimetlerden mutlaka hesaba çekileceksiniz.” (Tekasür: 102/8) “Her kim bu çarçabuk geçen dünya hayatını ve içindekileri tercih ederse, ona dilediğimiz kadarını verir sonrada onu kınanmış ve mahrum bırakılmış olarak gireceği cehenneme sokarız.” (İsra: 17/18) Bu ayetleri dikkate aldığımızda, bütün nimetlerin hesabı, bütün günahların da bir cezası olduğunu bilerek, her anımızı buna göre yaşamak, yediğimizin helalharam olduğuyla beraber azlığı veya çokluğu ile de ilgilenmek, bize dünya ve ahiret saadeti kazandıracaktır. KASIM 2012 / 292
35
Mehmet Şentürk
mehmet.senturk@ilkadimdergisi.net
FIKIH
Din ve namus nasıl korunur?
N
(Helal Belli, Haram Da Bellidir)
uman b. Beşir’in (r.a.) rivayet ettiğine göre bu sorunun cevabını Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle vermiştir: “Muhakkak helal belli, haram da bellidir. İkisi arasında bir takım şüpheli şeyler vardır ki, çok kimse bunları bilemez. Şüpheli şeylerden sakınan, dinini ve ırzını korumuş olur. Şüpheli şeylere dalan kişi ise, harama düşer. Nitekim (içine girmek yasak olan) koru etrafında (davarlarını) otlatan çobanın hayvanları da her an bu yasak sahaya girebilir. Haberiniz olsun, her hükümdarın (kendisine mahsus) bir korusu olur. Dikkat edin, Allah’ın korusu da haram kıldığı şeylerdir. Uyanık olunuz! Bedenin içinde bir lokmacık et vardır ki, o iyi olursa bütün beden iyi olur, bozuk olursa da bütün vücut bozulur. Dikkat edin! İşte o kalptir.” (Müslim, Müsakat, 2996) Helal; yasak olmayan, serbest sahayı ifade eder; bunun tabanında “yapana sevap, yapmayana günah olmayan” mübah vardır, sonra sırasıyla müstehab, vacib ve farz gelir. Helal, mübahın sınırında son bulur. Bundan sonra mekruh ve haram vardır. Bunların ikisinin de yapılmaması Allah ve Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem tarafından istenmiştir. Ancak mekruhta kesinlik yoktur, haramda ise kesinlik vardır; haram ve mekruh işleyen dünyada kınanır, bazı cezalara müstehak olur, ahirette ise azaba uğrar. Genel anlamda yasaklanmamış her şey mübah ve helaldir. “Eşyada aslolan ibahadır” kuralına göre
36
DERGiSi
aksine bir nass bulunmadıkça bir şey hakkında haram hükmü söz konusu olamaz. “O ki, yeryüzünde ne varsa hepsini sizin için yarattı .” (Bakara, 2/29) Helal ve haram kılan yalnız Allah ve Rasulullah’tır. İnsanların helali haram haramı helal kılma yetkisi yoktur. Harama muhtaç etmeyecek kadar helal vardır, harama girmeye gerek yoktur. Helaller aynı zamanda temiz ve bizim faydamıza olanlardır. “Sana, kendilerine neyin helal kılındığını soruyorlar. De ki: “Size iyi ve temiz şeyler helal kılındı…” (Maide, 5/4) Harama götüren herşey (yollar) haramdır. Kötü ve zararlı bir şeyi önlemenin en makul ve kestirme yolu, sebepleri ortadan kaldırmak, vasıtaları yok etmektir. Sivrisinek öldürmek yerine bataklığı kurutmaktır. İşte İslam’ın haram konusunda tuttuğu yol da budur. Mesela zinaya yaklaşmayı Cenabı Hak haram kılmıştır. Maksat zina suçunun meydana gelmesi ve suçlunun haram işlediği için ceza görmesi değil, suçun işlenmemesidir. Zaten zinaya yaklaşan kimse kendisini harama düşmekten koruyamaz. Bizi yaratan Allah elbette bunu bildiği için bizleri yaklaşamamakla uyarmıştır. Irz ve namusun korunması için kadınerkek ilişkilerine, haremlik selamlığa ve benzeri koruyucu tedbirlere azami derecede dikkat edilmesi gerekiyor. “ Hiç Yaratan bilmez olur mu?” (Mülk-17) Haramlardan sakınmaya takvâ denir; takva dinin temelidir. Ha-
rama düşmemek için şüphelilerden sakınmaya da “Verâ” denir. Resûlullah “Dîninizin direği verâdır“ buyurmuştur. Vera, lügatte sakınmak, haram ve günahlardan kaçınmak, perhiz yapmak, geri durmak ve korkmak anlamınadır. Hz. Peygamberimiz’in “Günah gönlünde iz bırakan ve göğsü daraltan şeydir.” (Müslim, Birr, 14) “Müftüler fetva verse de sen gönlüne danış”(Darimi. Buyû, 2) “Günlüne şüphe düşüren şeyi bırak, şüphe düşürmeyene bak! (Buharî, Buyû, 3) gibi hadis-i şeriflerini esas alarak, veranın hassasiyetle uygulanmasının kişinin günah ve şüpheli olan şeyleri terk etmesinde çok önemli bir rolünün olduğu muhakkaktır. Zaruretler haramı mübah kılar. “O, size yalnız şunları haram kıldı: Ölü hayvan, kan, domuz eti, bir de Allah’tan başkası adına kesilen hayvanlar. Sonra kim bunlardan yemeye mecbur kalırsa, başkasının hakkına tecavüz etmemek ve zaruret ölçüsünü geçmemek şartıyla ona da bir günah yükletilmez. Çünkü Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhametlidir.” (Bakara, 2/173) Ebu Hureyre (r.a) den; Rasulullah (a.s) şöyle buyurmuştur: “Öyle bir zaman gelecek ki kişi aldığının helal mi haram mı olduğuna dikkat etmeyecektir.” (Buhari, Buyû, 1918) Hulâsa; şüphelilerden kaçınmazsak dinimizi ve namusumuzu korumakta zorlanacağımız unutulmamalı. Cenabı Hak Muînimiz olsun. Âmin...
TASAVVUF
Cemil Usta
cemil.usta@ilkadimdergisi.net
Hakiki Mü’min
“
Mü’minler ancak o kimselerdir ki, Allah anıldığı zaman yürekleri ürperir. O’nun ayetleri kendilerine okunduğu zaman imanlarını artırır ve sadece Rablerine tevekkül ederler. Onlar, namazlarını dosdoğru kılan ve kendilerine rızık olarak verdiklerimizden (Allah yolunda) harcayan kimselerdir. İşte onlar gerçek (hakiki) mü’minlerdir. Onlar için Rableri katında nice dereceler, bağışlama ve tükenmez bir rızık vardır.” (Enfal 1. 2. 3. 4) İmanda kemale ermiş, onda samimi olan mü’minler o kimselerdir ki, yanlarında Allah anıldığı zaman onun Celalinin heybetinden ve ebedi olan mevlanın büyüklüğünü düşünerek ”yürekleri ürperir”. Bu korku kamil iman sahibi kimselerin vazgeçilmez vasıflarından biridir. Bu kamil insan sahibi kimsenin Cenabı Hakk’a yakın bir melek veya peygamber yahud müttaki bir mü’min olması arasında fark yoktur. Fakat azabdan korkmak böyle değildir. Çünkü azabdan korkmak sadece Allah’ın zikriyle hasıl olmaz. Bilakis bu korku, işlenen günahı düşünmekle ve intikam almak üzere Allah’ın asilere nasıl azab ettiğini hatırlamak-
la da meydana gelir. Kimisi vardır; günah işlemeye niyetlenip, kendisine “Allah’dan kork!” denilince Allah’ın azabı korkusuyla ondan vazgeçer. Kimisi de vardır ki kendisini günahtan sakındıracak, Allah’ın fiil ve sıfatlarından bir şey hatırlatılmadan sırf onu zikredip anarak, onun celal ve azametini düşünerek günahtan yüz çevirir. İşte bununla önceki kimse bir değildir.
tirenler gerçek mü’minlerdir. Hakiki iman sahibidirler. Çünkü onlar, imanları salih amelle birleştirerek tahkikî hale getirmişlerdir. Onlar için Rableri katında nice dereceler, ikramlar, O’na yakınlık, mertebelerinin yüksek olması veya amellerine göre cennette yüksek dereceler vardır.
Bilesin ki imanın nuru kalbi inceltir. Onu nefsin kir ve karanlıklarından temizler. Böylece kalbin kasveti azalır ve Allah’ı zikre yumuşar. İçinde Allah’a karşı bir şevk uyanır. Bu, yolun başında, hidayet halinde olanların halidir. Yolun sonuna, nihayete ulaşanların hali ise zikirle sürekli bir sükunet ve huzur kıvamında bulunmaktır. Nitekim İslam’a henüz yeni girmiş bir gurup geldi . Kur’an’ı dinledikleri zaman ağlıyorlar, ah vah ediyorlardı. Ebubekir radıyallahü anh onlara: “Biz de İslam’a ilk girdiğimizde böyleydik, sonra kalbimiz katılaştı.” demiştir. O bu sözüyle huzur ve imtihan halinin son mertebesinde olduğuna işaret etmektedir.
Aslında hakiki âlim, ilmiyle amel eden ve kalbini tasfiye ederek irfan mertebesine ulaşandır. Şüphesiz ayetle zikredilenlerin hakiki mü’min olmaları, canlarıyla mallarıyla Allah için hizmet etmeleri, bedenî, mali alakalardan uzaklaşmaları, Allah ile baki kalmaları ve kendi benlikleri dahil her şeyi bir kenara bırakıp Allah’ı tercih etmeleri sebebiyledir. Hakkı O’nun dışındakilere (masivaya) tercih eden, isteklerinin en yücesine ulaşmış olur. Artık onun işlerini Allah çekip çevirir ve ihtiyaçlarını giderir. Allah ne güzel dost ne güzel yardımcıdır. Allah her şeye kadirdir. Hayır Allah’ın elindedir. İşte haki mü’minler için dünya marifetullah okuludur. Hakiki mü’minlere gereken, her an ilahî müşahede altında olduğunu hiç unutmamasıdır.
İşte kalble ve kalıpla ilgili amelleri tam olarak yerine ge-
Allah, yar ve yardımcımız olsun. KASIM 2012 / 292
37
Ahmet Belada
ahmet.belada@ilkadimdergisi.net
tarihe yön verenler
Abdullah Bin Mübarek
T
ebeu’t Tabiîn’in* büyüklerinden Abdullah İbni Mübarek, 118 (736)’de devrin kültür merkezlerinden biri olan MERV’de doğdu. Anne-Baba Türk olan bir aileden gelmektedir. Yeterli bilgi olmasa da gençlik yıllarının Merv’de geçtiği bilinmektedir. Yöresinin âlimlerinden istifade etmeye çalışan İbni Mübarek, ilk ilim yolculuğuna 23 yaşında çıktı.
virde ilme ondan daha meraklı ve hadis sahasında ondan daha büyük bir âlimin bulunmadığını” söylemesi onun ne denli bir ilmi kariyere sahip olduğunu göstermektedir. Kitabında 20 bin hadis olduğunu söyleyen meşhur muhaddis Yahya Bin. Main, bir hadis hakkında ihtilafa düştüğümüzde “gelin bunu ilmin tabibine götürelim” derdi. Böylece İbni Mübarek’in hadis ilmi konusundaki otoritesini belirtmektedir.
Zamanın ilim merkezlerinden, Basra, Hicaz, Yemen, Mısır, Şam ve Irak’a yolculuklar yaptı. Hadis ilminde köşe taşı kabul edilen büyük zevatla ilim alışverişinde bulundu. Onlardan hadis öğrendi. Aynı zamanda dönemin birçok hadis âlimi de kendisinden hadis rivayet etti.
İlmi çalışmalarını sürdürdüğü esnada çoğu zaman evinden dışarı çıkmazdı. Kendisine: “Yalnızlıktan sıkılmıyor musun?” diyenlere: “Hz. Peygamber ve Ashabıyla birlikte iken niye yalnızlık duyayım ki!” derdi.
Bütün bu ilmi çalışmalarının yanı sıra, Harun Reşit zamanında Tarsus civarında Bizans’a karşı savaşa katıldı. Horasan bölgesinde hadis tedvin eden ilk âlim olması, ilim dünyasında şöhretinin artmasına sebep oldu. HADİS İLMİ Ahmet bin. Hanbel’in: “O de38
DERGiSi
Dört bin kişiden hadis dinleyen ancak bunlardan sadece bininden rivayette bulunan Abdullah Bin Mübarek, ahlaken mazbut olmayanlardan hadis olmadığı gibi hadiste öğretmezdi. Hadis rivayet edenleri çok iyi tanırdı. Fıkhü’l-Hadis alanında saygın bir yeri vardı. Dolayısıyla ondan rivayet edilen hadislerin delil olarak kullanılması konusunda âlimler ittifak etmiştir.
Kendisinden hadis rivayet edenlere: “Arap gramerini iyi bilen birine gösterin” derdi. Buda ilimdeki mütevaziliğini gösterir. Oysa Arapçayı mükemmel bilirdi. Meşhur altı kitap (Kütüb-i Sitte) müellifleri onun rivayetlerini hiç tereddüt etmeden eserlerine almışlar. FIKIH İmam-ı Azamın talebesi olan, onun metodundu takip eden İbni Mübarek’in fıkıh ilminde de çok ciddi bir yeri vardı. Ayrıca Hanefî ve Malikî mezheplerini birleştiren bir usûl ortaya koymuştur. ZÜHD-TAKVA Zühd ve takva konusunda oldukça hassas olan İbni Mübarek: “ Zühd dünya ile alakayı kesmek değil, dünyaya ve dünyalığa bağlanmamaktır” derdi. Nitekim o, hayatı boyunca ticaret yapmış, savaşlara katılmış, defalarca Hacca gitmiş, ilim öğretmeye, talebe yetiştirmeye çalışmıştır. Onun: “İlmi dünya için öğrendik, ama ilim bize dünyaya değer vermemeyi öğretti.” Sözü,
bu konudaki düşüncesini ortaya koymaktadır. İlim ve zühd konusunda oldukça mütevazı olmasına rağmen, zenginlere karşı kibirli davranmanın tevazuun gereği olduğunu söylerdi. Bu anlayışı zenginliğe karşı olduğundan değil, onların karşısında ezik durulmaması gerektiği anlayışındandır. Kendisi zaten oldukça zengindi. Mesela, yılda bin dinar dağıtmaya çalışırdı. Sefilâne, pejmürde bir hayatın, ona göre Müslüman takvasıyla bir alakası yoktu. HATIRA Okumakta olduğum Prof Dr. Mehmet Sait Hatipoğlu’nun “Hadis Tetkikleri” isimli kitabından, zenginliğine, Hac ve tasadduk anlayışına çarpıcı bir örnek vermek istiyorum. “Abdullah İbni Mübarek, maiyetindeki insanlarla beraber hac seferine çıkmıştı. Yükler dolusu erzakla… Hizmetkârlardan birisinin getirdiği bir keklik yolda ölmüş ve bir süprüntülüğe atmıştı. Orada bulunan küçük bir kulübede küçük bir kız çocuğunun kafasını uzatıp uzatıp atılan kekliğe baktığını İbni Mubârek atının üstünden fark eder. Belliki, kız kimseye görünmeyeceği bir ânı kolluyor. İbni Mubârek böyle bir imkânı sağlayınca, kızcağız üzerindeki tek peştamalla gelir, o ölü kekliği kapıp kulübesine kaçar. O an, Abdullah bin Mübarek, hizmetindeki bir gence: “Git şu çadırdaki kız çocuğunu al getir” der. Getirilen kızdan alınan
bilgi yürek parçalayıcıdır. Meğer kulübede bir değil iki kız kardeş yaşıyormuş. Varlıklı sayılan babaları ölmüş, zalim herifler gelip ellerinde ne varsa alıp götürmüşler, tek peştamalla kalakalmışlar. Öyle ki ölü eti yemenin kendilerine helal sayılacağı bir çaresizliğe düşmüşler. Çocukları dinleyen İbni Mubârek kızcağıza sorar: “Size bakacak kimse yok mu?” “Yok!” cevabını alınca canı sıkılır ve yanındaki gence: “Yanımızdaki malları bu kızlara ver.” der ve vekilharcına dönüp: “Kaç paramız var?” diye sorar. Paranın miktarını öğrendikten sonra, bu koca âlim o anda hiç tereddüt etmeden şu kararı verir: “Merv’e dönüşümüz için Yirmi dinar herhâlde yeter. Onu ayır Gerisini şu kızın peştamalına doldur.” Üstadın emri yerine getirilir. Oradakiler kendisine: “Niçin hacdan vazgeçtiniz?” dediklerinde: “ Bu yaptığımız iş, bu seneki haccımızdan daha sevaptır.” Günümüzden bin iki yüz sene evvel yaşanmış bu ibret dolu hâdisenin başkahramanını rahmetle anıyor ve bu davranışı İslam dünyasında, hâlen semt pazarı artıklarından evine azık derleyenlerin az olmadığı bilinip dururken, alay-ı vâlâ içerisindeki zengin büyüklerimizin (!) takdirlerine arz ediyorum.” Bizler de ölmüş keklik yiyenleri görebiliyor muyuz?
HAKKINDA SÖYLENENLER Tabiundan Sufyân ibn Uyeyne: “ Sahabe ile Abdullah bin. Mubârek’i karşılaştırdım. Sahabe’nin, Hz. Peygamber’le arkadaşlıkları ve onunla beraber gazaya çıkmış olmaları dışında, İbnu’l-Mubârek’e üstün bir taraflarını görmedim.” … Yukarda da örneğini verdiğim gibi aslında Sufyân ibn. Uyeyne bu hayranlığında yalnız değil. Bir başka muhaddis ve fakih, İmam Sufyân-ı Sevrî ise (ö. 161/778), bu örnek Müslüman’ın züht (takva) derecesini şu şekilde anlatmaya çalışmıştır: “İbni Mubârek’in sene boyu yaşadığı hayatı ben üç gün olsun yaşamaya kalksam beceremem.” Bilindiği üzere, İbni Mübarek, kendi devri âlimlerini de hayran bırakan, ilim ve ahlaka sahip birisidir. O aynı zamanda Anadolu cihadına katılmış, pehlivan yapılı bir muharip ve büyük servet sahibi bir tüccardı. Kazancını ilim adamı yetiştirmek ve onların geçimine yardımcı olma yolunda harcamıştır. Âlimler zühd ve takvasını övecekleri bir kişiyi ona benzetirlerdi. Aynı zamanda büyük bir şair olan İbni Mübarek 181(797) tarihinde vefat etmiştir. İslam’ı anlayıp anlatma noktasında büyük gayret sarf eden o büyük, Fakih, Muhaddis ve Mutasavvıf’a Allah’tan rahmet diliyorum. *Tebeu’t Tabiîn: Peygamberimizden sonraki üçüncü kuşak Müslümanlara verilen bir isimdir. KASIM 2012 / 292
39
la havle
Abdullah Gülcemal a.gulcemal@ilkadimdergisi.net
Kuzey, güney, doğudan, batıdan haberi yok, Dört cihetin dışında adam yönsüz yaşıyor. Temelden haberi yok, çatıdan haberi yok, Doğduğu günden beri inan dinsiz yaşıyor.
Dinsizlik Meziyet midir, Eziyet midir?
İ
nsan eşref-i mahluktur. Yani yaratılanların en şereflisidir.
olmaz!... Fikir olmaz!... Onlar içgüdüleriyle hareket ederler ama hakaret etmezler…
İnsan Ahsen-i takvim üzere, yani en güzel biçimde, en güzel şekilde yaratılmıştır.
Adını anmaya değmeyecek bu zavallılar sürüsünden zavallı bir zağarın çemkirmelerine bakar mısınız : “Bilmem fark ettiniz mi? Nerede yavşak, adi, magazinci, hırsız, şaklaban varsa hepsi Allahçı.”!...
İnsanın bu şerefi, Rabbini bilmesiyle, O’nu tanımasıyla ilgilidir. İnsanı ve bütün alemleri yaratan Allah, insanın bu şerefini kaybetmemesi içinde akıl verdiği insana, ayrıca merhametinden dolayı birde peygamberler ve kitaplar göndermiştir. İnsan Allah’a, O’nun peygamberine ve kitabına inanır, iman ederse, insan olma şeref ve izzetini muhafaza eder… İnsana yakışan br hayat yaşar… İnanmazsa, inkar eder!... İsyan eder!... İnsanlıktan istifa eder!... Helali haramı olmayan bir hayat yaşarlar… Bu kendi tercihleridir…
Ama; böyle bir tercihte bulunan imansızların, bu dünyada her türlü hırlama ve zırlama hak ve hürriyetleri olduğu halde; inanan insanların Allah’ına, dinine, imanına, peygamberine, kitabına hakaret etme hak ve selâhiyetleri yoktur… Bunun düşünce hürriyetiyle, fikir özgürlüğüyle de uzaktan yakından bir alakası olamaz… Düşünce ve fikir düşünen insanda olur… Hayvanda düşünce 40
DERGiSi
Peki bu sözler hakaret değil mi?... Hakaret… İnanan insanların mukaddesatına taş atan soysuz piyano puştlarına ne demek lâzım?.. Beyaz camlarından gözlere ve gönüllere katran akıtan ekran zibidilerine ne demek lâzım?... “İslam”ın, “İman”ın, “İrfan”ın, “İz’an”ın, “İdrak” in, “İnsaf” ın, “İnsan” ın, “İlim” in, “İnanç” ın (İ) harfini gördüklerinde (İRTİCAA) diye diye kuyruk sallayan sahibinin sesi köşe başı çomarlarına ne demek lâzım?... İslam’ın nurundan köşe başı kaçarak, o nuru söndürmek için yemedikleri halt kalmayan şu karanlığın aydınlarına ne demek lâzım?... Her gün her karış toprağının oluk oluk şehit kanlarıyla sulandığı şu mübarek vatanda, rengini o şehitlerin kanından almış ve son yolculuğunda şehidin son örtüsü olan bayrağımızdan, semâya yükselen
tevhid sembolü minarelerimizde okunan beş vakit ezandan, bu toprağın türkülerini söyleyen imanlı ozandan, mütesettir bir hanımın başındaki örtüsünden, gül kokulu seccadesinden rahatsız olan bu güruha ne demek lâzım?... Ne Müslüman kalabilmiş, ne de tam gavur olabilmiş, ne idüğü belirsiz bir “Çağdaşlık” postuna bürünen şerirlerin şerlerinden el-amân diyoruz artık!.... Daha ne diyelim … Söyleyin ne olur … Dinsizlik bir meziyet midir, Yoksa yaratılan her şeye eziyet midir?... Söyleyin ne olur …
Napolyon; “Allahsızlık, milletlerin ahlâkını tahrip eden zehirdir.” derken, “Allahsızlık (Ateizim) insanlığı fakirleştiren ve onun en büyük iyiliklerini gaspeden cehalettir.” diyor Bossuet… Milletlerin ahlâkını tahrpi edip zehirleyen, insanlığı tüm insani hasletler yönünden soyup fakirleştiren, sadece kan ve zulümden beslenen insanlığın baş belâsı Allahsızlar, yaşadıkları her yerde ve devirde aynı zamanda insanlığın yüz karası olmuşlardır… “Dinsiz ruhlar hastadırlar, herşeyden evvel o ruhların terbiyesi lazımdır.Ruhların terbiyesi ise din ile mümkündür.” tespitinde bulunur İbn-i Sînâ…
Yoksa insanın kendi sırtına vurduğu semer midir?...
Peki, neredeyse ışık hızıyla ilerleyen ve gelişen teknoloji veya ilm-i tababet; dini kabul etmeyen bu hasta ruhların tedavisi içindinin dışında bir ilaç buldu mu veya bulabilecek mi ?... Elbette hayır…
Söyleyin ne olur …
Alfreed Seildel adındaki bir düşünür diyor ki :
Dinsizlik varmak istediğiniz nihai gâye midir,
“Din, bizim ahlâk dışı eğilimlerimizi dizginleyen yegâne sosyal kuvvettir.Halbuki bu kuvvet bir taraftan Marxist, diğer taraftan Freudcu tenkitlerle tahrip edildi. Fakat artık bu mezhebin devri geçmiştir. Şimdi tahripçileri tahrip devrine girmiş bulunuyoruz...”
Dinsizlik, göğüste taşınan altın bir kemer midir,
Yoksa iblisin size verdiği çerçeveli pâye midir?... Rabbimizin hayat kitabımız Kur’an-ı Kerim’de, dinsizlerin durumunu çok net ve veciz bir şekilde beyan ettiğini görünce; “İnandık, iman ettik Allah’ım.” diye tasdik ediyor, teselli buluyoruz… “Kâfirler (dünyada) eğlenirler ve hayvanlar gibi yerler içerler; halbuki (ahirette) onların yeri ateştir.” (Muhammed Suresi : 12) “Yoksa onların çoğunu hakikaten söz dinler, yahut akıllanırlar mı sanıyorsun ? Onlar başka değil dört ayaklı hayvanlar gibidir, belki yolca daha sapıktır.” (Furkan Suresi : 44) Ne kadar veciz ifader!... Onlar dünyada günü gün eder eğlenirler ve hayvanlar gibi haram-helal ölçüsü olmadan yer, içerlermiş!... Söz dinlemezlermiş!... Akıllanmazlarmış!... Hakkı işitmeyen sağırlarmış!... İmanı ikrar etmeyen dilsizlermiş!... Anlayış gözüyle Hakkı-hakikati göremeyen körlermiş!...
Tahripçi dinsizlere ilânen duyrulur… İşin garibi ömrünce dine, imana, müslümanlara tükenmez bir kin besleyen, yobaz diye tahkir eden Allah’ın hükümleriyle alay eden, olmayan aklınca güya peygamberle dalga geçen dangalağın, dirisi hayatta bir defa olsun camiye gelmemiş, ölünce tutar caminin avlusuna musallaya getirirler… Getiren dostlarıda gözünde siyah gözlüklerle kenarda beklerler… Tamamda inanmadığınız Allah’ın evine niye getiriyorsunuz bu Allahsızı!... Küfrünüzde bari samimi olun!... İnsanlığın baş belaları … Talip değilsin rahmete, git sokma bizi zahmete… KASIM 2012 / 292
41
..
soz meydanı
İbrahim Çiftçi
ibrahim.ciftci@ilkadimdergisi.net
MÜELLİM Mİ MUALLİM Mİ?
Y
avuz Bülent Bakiler’den hem okumuş hem de dinlemiştim. Yavuz Bülent Bakiler öğretmen olarak galiba Ağrı’nın bir köyüne atanmış. Köye varınca “muallim bey hoş geldiniz. Safalar getirdiniz.” Diye karşılamışlar. Köylülerden birisinin “hoş geldiniz müellim bey” demesi de gözünden kaçmamış. Yavuz Bülent Bakiler köyde görevini layıkı vechile yapmaya çalışır. Köylü ile yer içer, oturur kalkar, düğünlerine gider, cenazelerinde saf tutar, mescitte aynı safta namaz kılar, elini açar dua eder, yani o insanlarla hemhal olur. O köylüyle beraber olur, köylü de onu bağrına basar, “muallim beyi” baş tacı ederler. Öğretmenin bir şey dikkatini çeker. Köye vardığından beri “müellim bey” diyen kişi “muallim bey” demeye başlar. Yavuz Bülent Bakiler merak eder ve o kişiyle aralarında şu konuşma gerçekleşir: -Hüsrev Ağa bana yanlışlıkla mı “müellim bey “ diyordun? -Hayır, yanlışlıkla değil bilerek diyordum. Buna çok şaşırarak sorar: -Peki şimdi ne oldu da “muallim bey” diyorsun? - Anlatayım. Senden önce buraya birçok öğretmen geldi ve hep “müellim“ oldular. Çünkü onlar bizden olmadılar. Hep akıl verdiler, tenkit ettiler, eksik aradılar. Onlar mescidimize uğramadı, cenazemizde saf tutmadı, Allah’ımıza, peygamberimize bağlılıklarını hissetmedik. Adetimizi, töremizi, inancımızı, kutsallarımızı aşağıladılar. Yani onlar ilmiyle amil olmadılar. Ben de onlara “müellim bey” dedim. Çok şaşıran öğretmen bey: -Ee sonra…
42
DERGiSi
-Sonra sen geldin, sana da öyle dedim. Amma sen bizden biri olduğunu gösterdin. Bizimle güldün ağladın, bayram ettin, namaz kıldın, saf tuttun… Akıl vermedin para verdin yani derdimize derman, işlerimize yardımcı oldun. Sen ilminle amil oldun, elem vermedin ilim verdin. -Ha şimdi anladım. -Evet ya “elem veren anlamında müellim” de var; “ilim veren anlamında muallim” de var. Sen “muallim bey” olmayı fazlasıyla hak ettin. -Peki ya sen. Sen de arifsin. Arife tarif gerekmez derler ya. Sen gönlünde çözmüşsün meseleyi. Elem vereni de, ilim vereni de ayırt etmek irfan ister. Bu irfanın da okulu yoktur ey arif kişi.” *** Osmanlının son dönemindeki eğitim çürümüşlüğü olmasaydı cumhuriyet dönemi eğitimi o kadar çabuk tutunabilir miydi sorusunun cevabı önemlidir. “Muallimler yeni nesil sizin eseriniz olacaktır.”Özdeyişi de önceki sistem öğretmenlerinin eksikliğine işarettir. Osmanlı müderris ve muallimleri öğretime eğitimi feda etmese ve değişime kulak tıkamasalardı olaylar farklı gelişirdi zannındayım. Cumhuriyet döneminde eğitimde iki hakiki devrim vardır ve hedefine ulaşmıştır. Birincisi “köy enstitüleridir.” Öğretmen değil eğitmen, eğitici yetiştiren bir sistem. 1940’ların insanının ihtiyaçlarını iyi okumuş ve ona göre öğretmen yetiştiren bir sistem. Başarı yüzde yüz. Köy öğretmeninin hekim, veteriner, tarımcı, marangoz, devlet adamı, hizmetkâr olduğu yani köylünün her ihtiyacına koşan ve halleden bir öğretmen. Tek eksiği din ve imanları.Bu da olsaydı şimdiki nesil çok farklı olurdu. Şu anda, köy enstitülerinin dönemi bittiği gibi eğitmenler bitti. Ama o sistemin ön yargısız Müslümanlar ta-
NOT: Şiir dâhil her türlü çalışmanızı “ Kültür ve Sanat Sayfası” olan “ SÖZ MEYDANI” na elektronik veya klasik posta yoluyla gönderebilirsiniz. Bekliyorum. ibrahim.ciftci@hotmail.com
rafından incelenip değerlendirilmesi ve alacakları Öğretmenliği ajite etmemek, acındırıcı hale getirip dersleri almaları yerinde olur. sefilleri oynamamak, duygu sömürüsü yapmamak gerekir. Konumu ve kutsallığını korumak öncelikle İkincisi İmam Hatip okullarıdır. Belki dünyada ilk bu mesleği icra edenlere düşer. olan dini ilimlerin yanında diğer derslerin de eğitimi ile dindar mühendis, doktor, öğretmen, zira- Derler ki öğretmenlik ve imamlığın emekliliği olatçı, esnaf, yönetici yetiştirmenin mükemmel bir maz. Doğru diyorlar. Maaş emeklisi olsanız da iş yolu. Eğitimciler de bu işin çilekarı insanlar olun- emeklisi olamazsınız. Çünkü yeryüzü mescit, yerca ortaya beklenmeyen harika Rahmetli Süleyman yüzü okul. İmam da öğretmen de oradalar kaçış Efendi’nin endişelerini de yok eden bir nesil çıkı- yok vazifeden. Onun için emekliliği yokmuş. yor. Hacı Üveyiszade’yi Celal Hoca ve kuşağını Tüm öğretmenleri, bilhassa öğretmenliği elem veokurken iç geçiriyosak onları takip ve taklit etmericiliğe dönüştürmeyen muallim vasfını kazanmış miz gerektiğini bilmeliyiz. Onlar gibi olmak. Çok mesleğine aşık öğretmenlerimizi kutluyor ve nice mu zor. Hadi öyleyse. Üçüncü eğitim devriminin hizmet dolu yıllara diyoruz. Celal Hocaları olmaya var mısınız? “Halep ordaysa arşın burda” Fakültenin adı eğitim öğretim değil. İsabetli bir isim. Ama derler ki oradan mezun olanlar bazen hal bazen kal diliyle: “Burada bırak eğitimi, öğretim bile verilmemektedir.”
SURİYE DİLEKÇESİ (Mehmet ERTURAN ağabeyime ithafen...) Dünya bunu izliyor: sahne yüz, perde açıl!
Öğretmenlik gönül işidir, sevgi işidir, aşktır. Aşkınızın, sevginizin, gönlünüzün karşısında öğrenci var. Onlar sevilmez mi? Pırıl pırıl, günahsız, tertemiz kalpleri, ön yargısız bakışları ak alınları, ışıl ışıl gözleri, gönülden seslenişleriyle öğretmeni kendine aşık etmez mi o canlar.
Bir ülke üzerinde bin ülke gözü nasıl?
Lise öğretmeniyim. Her sene 9. Sınıfların gözlerindeki ışıltı, safiyet, öğrenme arzusu beni öyle heyecanlandırır ki. Sanki yeni öğretmenlik heyecanını her sene yeniden yaşarım. Onları gördükçe derslere o aşkla, şevkle, coşkuyla girerim. Ömrümün yarıdan fazlasını onlarla geçirmiş biri olarak “Onları sevdiğim kadar kızma hakkım var.” derim.”
Tankla savaşan garip, çıplak dorularladır.
Geleceğimizin ne olacağını onların gözünde görmek. İnsan yetiştirme heyecanı. Hangi meslekte insan yetiştirmenin mutluluğu var? Her insan bir cihan. Her öğrenci bir cihan. Her yetiştirdiğin öğrenci cihana bedel. Bu meslek parayla pulla, makamla mevkiyle, konumla, katsayıyla, dereceyle ölçülür mü?
Gazze, Bağdat’ tan sonra şimdi sıra sendedir. Dikkatli ol ey mü’min, boza hep ensendedir! Her kurşunla patlayan “Tekbir!” sesli o nâra Aranır oldu bugün, işte budur tüm yara. Okunuyor Kur’an’dan ‘feth’ yazan her sâhife Bosna’dan, Çeçenya’dan her yiğit muhalife. Ölen her zâtın başı, nice sorularladır: Ne günah olabilir bir ufacık sabîde? Kol kanat geren herkes Müslüman olsa bi de. Tutmaz asla planları, en esrarlı muhbirin; Unutma sakın Allah, en hayırlı “mâkîrîn”. Hiçbir vak’a yoktur ki oluşsun hasbel kader, Kaderdir bunun ismi, öğren ey Nesbel, kader!
NESBEL
Rabbimiz ilk öğretmen. O ilk insan ve peygamber Hz. Adem’e öğretti. Diğer peygamberleri eğitti. Peygamberler de bizim hocamız. Onlar da bizi eğitiyor. Peygamber mesleği. Meslekteki kutsiyeti, o kutsallığa uygun yürütebilenlere ne mutlu. KASIM 2012 / 292
43
tefekkür ekseni
İdris Arpat
i.arpat@ilkadimdergisi.net
SÖYLEŞİ (Hayâllerin Câzibesi)
S
ıra dağlar geçtik. Kar fırtınasından göz gözü görmüyordu. Zirveye yaklaştıkça fırtına daha sert, daha yoğun esiyordu. Ara ara kurt ulumaları duyuyorduk. Tam zirvede bir saray vardı. Bu noktadan hangi cihete baksanız bembeyaz bir örtüyle karşılaşıyordunuz. Uzaklar net olarak gözükmüyordu. Geldiğimizi haber verdik, kapıyı açtılar. İçeride tatlı bir aydınlık, ılık bir hava, nefis bir koku vardı. Hizmetli bizi ikinci bir kapının önüne götürdü. Beklememizi işâret ederek içeriye girdi. Biriki dakîka sonra bize “buyurun” dedi. İçeriye girdik. Sanki Sebe Melikesi’nin karşısındaydık. Ayağa kalkarak hafif bir tebessüm, zarif bir el işâretiyle masanın önündeki koltukları gösterdi, “buyurun” dedi.
44
DERGiSi
Burası sâde, şaşılacak derecede temiz, genişçe bir odaydı. Prenses’in kılık-kıyâfeti mazbût, yüzü nûrânî, hareketleri ölçülüydü. Rahat ve kendine güvenen bir hâli vardı. Bakışlarında düşünce ve derinlik okunuyordu.,Selamlaşma ve tanışma faslından sonra sütlü kahvelerimiz geldi. Konuya girdik. İlk soruyu Süheyl sordu: “Efendim, neden bu kadar uzaklarda, bu kadar yükseklerde, bu kadar yalnızsınız?” dedi. Prenses: “Kan, kin, kibir, riyâ ve yılışıklık kokan bir dünyâdan ne kadar uzaklaşırsanız, mesâfeyi ne kadar açarsanız o kadar iyidir. Durum, umutsuz bir vak’â hâline geldiyse, nezih ve zarif insanların çalışması çöle dökülen bir sürâhi su misâli kaldıysa, bu böyledir. Yalnızlığa gelince; insanlardan
uzaklaşma Yüce Dost’a yaklaşmadır. Yalnızlık düşünce, düşünce derinlik demektir.” “Bu bir kaçış mıdır?” dedi Süheyl. Prenses: “Hayır efendim, bu bir kaçış değildir. Hira, Tûr-u Sînâ, Zeytin Dağı merhalesi gibidir. Dağlarda mizmâr okumaya benzer.” “Anladım efendim.” dedi Süheyl. Özür dileyerek söze karıştım: “Yaşadığımız çürümenin, çözülmenin sebebi nedir sizce?” Prenses: “Yaşadığımız dünyânın, modern dünyânın her şeyi var, kalbi ve vicdânı yok. Dolayısıyla insanlık ve huzur da yok. Kırılmalar yaşanmasaydı, ‘Medîne-i Fâzıla’larda insan gibi yaşardık. Sistem bütünlüğü bozuldu. Dengelerin bozulması
durgunluğu, durgunluk çürümeyi getirdi. Ya su gibi akıp etrâfa canlılık ve hayat bahşedersiniz, ya da durgunlaşır kokuşursunuz. İşin özeti bu.” Süheyl: “Çare nedir efendim?” Prenses: “Düştüğümüz noktayı çok iyi tesbit etmek. Düştüğümüz noktadan ayağa kalkacağız ve yolumuza devâm edeceğiz.” Süheyl: “Kiminle?” Prenses: “Allah, aşk ve bir avuç çekirdek kadroyla. Üçümüz el ele verip Cennet misâl bir dünya için gayret edeceğiz.” Süheyl: “Nereden başlayacaksınız? İlk işiniz ne olacak?” Prenses: “İlk işimiz aklı, irâdeyi ve vicdânı harekete geçirerek ümitsizliği yenmek olacak. Ümitsizlik yok, hareket varsa bereket de var demektir. Hareket fiilî, hasret kalbî duâdır. Duâ, Allah’ı yardıma çağırmaktır.” Süheyl: “Sonra efendim?”
Prenses:
demir (Hadid Suresi, 25) hep gözümüzün önündedir.”
“Seçkinlerimizi yetiştireceğiz. İlim, fikir ve sanat adamlarımı- Süheyl: zı. Zindeliğin ve yozlaşmadan “Bu iş zor olmayacak mı?” uzlaşmanın şartı budur. Siz bu üçlüye ‘ümmetin düşünen Prenses: vicdânı’ da diyebilirsiniz.” “Elbette zor olacak. ‘Zorda Süheyl: yılmamak, kolayda gevşememek.’ Bu bir prensiptir. Zafer “Kuracağınız dünyâda kırılmaodaklı değil, sefer odaklı çalışları nasıl önleyeceksiniz?” ma, bir vazife insanına dönüşme söz konusu. ‘Dünyâ günleri Prenses: ramazan, âhiret günleri bay“İmânı, ilkeleri, sevgiyi vazgeram’ kabûl edilebilir. Severek, çilmezlerimiz kabûl ederek. Bu bilerek sürekli çalışmalar...” üçünden taviz vermemiz olur Prenses konuşmasına devam şey değildir.” eti: Araya girerek sordum: “Olanla olması gereken ara“İnsanlarınızın hassâsiyetleri sındaki farkı görenlerin vicdânı neler olacak?” susmaz. Onlar harcanışa göz yumamazlar, içlerindeki ağıtı Prenses: dindiremezler. Rahatlamanın “Sır, sabır, sınır. Sır, gönül yolu cümle yaratılmışlar hayrıdünyâsının genişliği ve güzel- na çalışmaktır. Bu, çok uzûn ve liği demektir. Sabır, çalışma yorucu bir yoldur ama mutmain azmi ve direnme şuurudur. Sı- olmanın başka çaresi de yoktur. nır, itidâl/dengedir. Aşırılık her Bilinen anlamda bir başarıya zaman aleyhimizedir.” gidilemese bile, babalar ve anneler evlatları için, gelecek için Süheyl: çalışmış olurlar.” “Devletinizin misyonu efenPrenses’e teşekkür ederek dim?” müsâde istedik. Bizi dış kapıya Prenses: kadar uğurladı. “Yine beklerim, altın beyinlere, engin gönüllere “Huzur ve asâyişi temin, adâlet ihtiyâcımız var.” dedi. ve hürriyeti garanti altına alma. Kula kulluk yerine Allah’ cc Dışarıda yine göz gözü görmükulluğu temin. Kitap, terâzi ve yordu. KASIM 2012 / 292
45
imbik
Nuri Ercan
nuri.ercan@ilkadimdergisi.net
OKUMAK
A
Okumak, okuyanın ruhi yapısı ile direk alakalıdır. Ancak, okumanın sonucunu yine de keyfiyeti belirleyecektir. Okuduğunun özüne ne kadar muhtaç olduğunu bilmeden, okunanın sathından sadece sörf yapmak var, kimi okuyuşlarda. Bu, çorak toprakların muhtaç olduğu suyu emmeden yüzünde tutmasına benzeyen bir okuyuştur. Oysa okumak, okunanları zihne direk aktarmakla yerine oturur. Zihne aktarabilmek için, zihnin de hasretle kucak açması gerekir gurbettekilere.
karşılık okuduklarından başkalarına anlatabilecek üç cümle kuramayanların okuması da okumadır. Taha Suresi’nin ayetlerini dinler dinlemez kendini bulan Ömer’in okuması bir başka okuma idi. “O, ne derse doğrudur” diyen Ebu Bekir, bu meziyetini hangi okumadan elde etmişti acaba! “Anam babam sana feda olsun” diyebilenler dünyanın başka hangi okullarında okutulabildi! Okur okumaz, “bize tereddüt yaraşmaz” diyerek şarap küplerini kıranların okumalarını kim okutmuştu! Bütün okumalarını yalnız bir kitabın okunmasına hasretmiş erdemli ama yoksul hanımlar, “örtünün” emrini okur okumaz, nasıl okuduklarını öğretircesine, kıyafetlerinden elde ettikleri parçalarla emri yerine getirivermişlerdi.
Kitabı da, kâinatı da bizden daha iyi okuyorlardı. Aynı zamanda kendilerini okuma uzmanı idiler. Lakin meslek edinmek için okumazlardı onlar. Onlardan, akıl direksiyonunu kullanarak okuduklarını ezip geçen hiçbir örnek var olmadı. Okuyacaklarını dört gözle bekleyen Asr-ı Saadet insanı filozof olmak için çaba harcamayı zül addediyordu. Bu nasıl bir okumaysa, okudukları ile hiç birisi ne doçent ne de profesör olabildi! Âlemlerin Efendisinin yanında bütün okumalara şahit olmalarına rağmen, daha sonra hiç birisi, ben daha iyi bilirim diyerek öne fırlamadı. Okumalarından ilk öğrendikleri ilke Allah ve Resulünün önüne geçmemek idi. Okudukları arasında başkalarını ezme dersi bulunmuyordu.
Gönlü masiva ile hemhal olurken zoraki okuyup, okunanları etrafa savurmanın yanında, bir kulaktan girip öbür kulaktan fırlayan okumalar da olabilmektedir insanlar arasında. Kur’an’ın tamamını bir çırpıda ezberden okuyabilen; buna
Oku emrinin ilk muhatabı Efendimizin arkadaşları arasında bin dereden su getirerek okuduklarını geveleyenlere rastlanmadı. Şunu iyi biliniz, onlar bizler gibi bir saatte bir hatim indirme okuyuşuna sahip olamamışlardı. Ama, onlar
Çok okuyup çok düşünüyorlar, ne var ki okudukları ile bir türlü zengin olamıyorlardı. Nerden olsun ki, okudukları kitabın sayfaları arasında biriktirme diye bir sayfa açılmamıştı. Paylaşabildikleri oranda adam olacakları kendileri-
llah Kelamı ne kadar okunursa okunsun eskimeyecektir.
Onu okuyan, okumasını her yenilediğinde, yeni yeni mucizelerle karşılaşacaktır.
46
DERGiSi
ne okutulmuştu. Ebu Zer olmuştu paylaşma dersinin en yüksek puanını alabilen. Her duyduğunda aslandan kaçan yaban eşeklerini andıran bir halet-i ruhiyeye kapılanların okuması da bir okuma değil mi idi! İnatçı katırlar gibi okuduğuna bir türlü inanmayan Ebucehil de aslında cahil civelek değildi. O iyi okuduğunu zannediyordu. Şeytanın okuttuklarını iyi belleyip; onları esas derslerin yerine koymaktı hatası. Kimi okuyanlar okuduklarına unutup, duyduklarına inanır. Duyduklarının da bir okuma olduğunu idrak edemez. Baş Öğretmenden ders almasına rağmen, iblisin fısıldamalarına kulak vermeyi yeğlemişti Salebe. Oysa doğru okumadan yanlış okumaya tenzil eylediğini bir türlü anlayamamıştı. Demek ki okumadan okumaya fark var, iyi biline. Önce okumayı okumak gerek. Bizi kim okuyor okumaya, iyi bilmek gerek. Sonra ne okumalı, nasıl okumalı? Okuduklarımız, okuyacaklarımızla ne elde edeceğimizi iyi okutuyorsa başka hayallere kapılmamalı. Okuduklarımız bizi başka okulların öğrencisi yapıyorsa, ne okuduğumuzu yeniden gözden geçirmeliyiz. Okurken Rabb adına, Rabb’in keremi ile okuyamıyorsak okuduklarımız kendimiz sokan bir yılana dönüşmez mi? Bu arada Koca Yunus zihin kapımızın ziline basıyor. Biz de buyur edelim. Sözü ehline bırakıp, okuduklarına kulak verelim. İlim, ilim bilmektir, İlim, kendin bilmektir. Sen kendini bilmezsen Bu nice okumaktır?
KÛŞE-İ TEBESSÜM Birbirlerini uzun süredir görmeyen iki dost karşılaşır ve muhabbet başlar: -Selâmün aleyküm üstadım, nerelerdesin hiç gözükmüyorsun! -Ve aleyküm selâm, ne gözükeyim kardeşim! Ben minare miyim her yerden gözükecek! -……………………!
ANTİ DEPRESAN Dünya hayatı gereksiz telaşların ve endişelerin yumak halinde insana çarptığı büyük bir sahadır. Bir olay ya da insana sinirlendiniz, kendinizi kişisel gelişimcilerin hayali çözümsüzlüklerine terk ederek sitresler denizinde boğulmayınız. Çare Efendimizden (s.a.s): “Ayakta iseniz oturunuz, oturuyorsanız kalkınız; olmadı gidip abdest alınız” BİR ZAMANLAR Bir zamanlar ölüm olayı çok istisnai olaylardan bilinirdi. Hele hele cinayetler ve kazalar sonucu gerçekleşen ölümler insanların hafızalarında yıllarca yer tutardı. Üstelik bu tür ölümler toplum nezdinde unutulmasın ve sebepleri tekerrür etmesin diye cinayet ve kaza yerlerine “kanlı pelit”, “ölüm köprüsü”, gibi isimler verilirdi. Şimdi mobese görüntülerinden kazaları seyredip, ölenlere güler hale geldik. Yani ölüm olayı bizlere vız gelip tırıs gidiyor! Ne ibret almak var, ne ölenin empatisini yapmak!
HİKMET DAMLALARI Kibir, bele bağlanmış taş gibidir. Onunla ne yüzülür ne de uçulur. (Hacı Bayram-ı Veli)
Yunus EMRE KASIM 2012 / 292
47
genç bakış
Mehmet Erturan
erturanmehmet@hotmail.com
10 Kasım’da Bir Serdengeçti Vefat Etti(*)
1
0 Kasım, bir ‘serdengeçti’nin gür salâsıdır. Kutlu bir cenazenin omuzlanması, ardından edilen dualara kanatlı âminlerin karışmasıdır. 10 Kasım, bizi bizden uzaklaştırma gayretine girişenlere karşı çekilen kılıçtan keskin kalemlerden birinin son kez parlamasıdır. Önce gönüllere sonra toprağa konulan bir ismin hatırlarda kıyamete kadar dalgalanacak şekilde bayraklaşmasıdır. Toplumu Batılılaştırmak isteyenler karşısında pusmayarak ve susmayarak DoğuBatı tahlilleri yapmış bir ismin “din nasihattir” uğruna bu hakiki değerlendirmelerini bize soluk soluğa sunmasıdır. Alıntılanan satırlarda tarihsel tecrübenin de ıslak imzası vardır. İşte iki paragraf halinde mutlak hakikat alıntıları: “Kendi varlığını bile inkâr eden ‘ide’ci feylesoflardan tutun da en kaba materyalistlere kadar bunların kurdukları fikir sistemleri içerisinde bir hayli dolaştım. Kantları, Kontları gördüm. Hiçbiri içimdeki boşluğu dolduramadı. Beni nurlu bir yola çıkaramadı. Nietzsche’nin ihtiras şarkıları, Russo’nun vicdan ve hürriyeti, Spinoza’nın panteizmi, Bergson’un canlı hayat akan felsefesi zaman zaman bütün varlığımı kaplamak istedi. Fakat bu olmadı. Daima bir yanım açık kaldı.” “Aradığımı, aradığımızı yine kendimde, kendimizde, Şark’ta buldum. Mevlana ve Yunus imdadımıza yetişti. Bu iki büyük ustanın sesi, felsefesi bana kalbimin atışı
48
DERGiSi
kadar canlı, benden bana yakın gözüktü. Beni ayrılık gayrılık tanımayan Vahdetçi bir dünya görüşüne götürdü. İzm’lerin elinden kurtardı. Kalp yollarından geçen her fikir nur oldu. Allah’ı, mutlak hakikati buldum. Sanat ve fikir, kalp ve akıl, Garb’ın hiçbir feylesofunda bu iki büyük insanda olduğu kadar birleşemedi. Nifaksız, tezatsız bir görüş! En büyük insanlık, en büyük ahlâk… Hakikat.” Vefat yıldönümünde “mabetsiz şehir”de saygı duruşunda bulunmak yerine dik duruşlu kalemlere Fatiha okuyan nesillere vasiyet tadında bir mefkûre bırakmak, hedef göstermek söz konusu olsaydı, davanın ve mânânın adı Ayasofya’ydı. “Ey İslâm’ın nuru, Türklüğün gururu Ayasofya! Şerefelerinde fethin, Fatih’in şerefi, ışıl ışıl yanan muhteşem mabet! Neden böyle bomboş, neden böyle bir hoşsun? Hani minarelerinden göklere yükselen, ta maveradan gelen ezanlar? Hani o ilahi devir, ilahi nizamlar? Ayasofya ses vermiyor, Ayasofya bir hoş, Ayasofya bomboş! Hani nerede? Şu muhteşem minberde, binlerce erin baş koyduğu şu temiz yerde, şimdi hangi kirli ayaklar dolaşıyor? Ayasofya! Ayasofya! Seni bu hale koyan kim? Seni çırılçıplak soyan kim? Hani nerede? Gönüllerden kubbelere, kubbelerden gönüllere gürül gürül akan Kur’ân sesleri? Kur’an sesleri dindirilmiş, Müslü-
manlar sindirilmiş! Allah, Muhammed, Hülefâ-i Raşidîn’in isimleri kubbelerden yerlere indirilmiş! Fethin, Fatih’in mabedinden kitab-ı mübîni, bu ulu dini kaldıran kim? Dinimize, imanımıza saldıran kim? Mabedimin göğsüne uzanan namahrem eli, kimin elidir? Söyle Ayasofya, söyle… Seni put hane yapan hangi delidir? Elleri kurusun, dilleri kurusun! Ayasofya! Ayasofya! Seni bu hale koyan kim? Seni çırılçıplak soyan kim? Ayasofya, ey muhteşem mabet; gel etme, bizi terk etme! Bizler, Fatih’in torunları, yakında putları devirip, yine seni camiye çevireceğiz… Dindaşlarımızla, kanlı gözyaşlarımızla, abdest alarak secdelere kapanacağız, tekbir ve tehlil sadaları boş kubbelerini yeniden dolduracak, ikinci bir fetih olacak, ezanlar bu fethin ilanını, ozanlar destanını yazacak... Putperest Roma’ya yeni bir mezar kazacaklar, sessiz ve öksüz minarelerinden yükselen ezan sesleri fezaları yeniden inletecek! Şerefelerin yine Allah’ın ve O’nun sevgili peygamberi Hz. Muhammed’in aşkına, şerefine ışıl ışıl yanacak; bütün cihan Fatih Sultan Mehmed Han dirildi sanacak! Bu olacak Ayasofya, bu muhakkak olacak... İkinci bir fetih… Yine bir ba‘sü ba‘del mevt... Bugünler belki yarın, belki yarından da yakındır, Ayasofya, belki yarından da yakın!” (*)Osman Yüksel Serdengeçti10 Kasım 1983’te vefat etti.