İlkadım Dergisi Sayı: 293

Page 1

ARALIK 2012 • SAYI 293 • 7 TL (KDVD)

• Aklın Yolu Bir - Nureddin Soyak • İki Yol Arasında: AKIL Yrd. Doç. Dr. Cemile Zehra Köroğlu • Bilgiye Ulaşım ve Akıl Yrd. Doç. Dr. İlhami Nalçacıoğlu • Teklifin Muhatabı Akıl Mehmet Şentürk

HİZMET ADABI • Allah Yolunda Yardımcılar/Nureddin Soyak • Akıl Yaşta mı Başta mı? - M. Emin Yıldırım • Prof. Dr. Ahmet Kamil Cihan’la “Akıl” Üzerine Söyleşi • Batılın “Makul” Gerekçeleri - Yunus Keleş



ilkadım

Aylık Düşünce ve Kültür Dergisi

ilkadım’dan...

ARALIK 2012 • SAYI 293 • 7 TL (KDVD)

editor@ilkadimdergisi.net

Kıymetli Okuyucu,

ARALIK 2012

Allah Teala, insana akıl ve fikir vererek yarattıkları arasında seçkin ve ayrıcalıklı bir konumda bulunmasını temin etmiştir.

YIL 21 SAYI 293 Fiyatı: 7 TL KDV D

“İslam akıl dinidir, mantık dinidir” gibi ifadeler doğru anlamlarında kullanılmazlarsa büyük yanlışlara yol açabilirler. Dinin insan aklından çıktığı, akıl ürünü olduğu intibaını verebilir, kişide böyle bir bilinçaltı oluşabilir. Haddi zatında “Allah’ın ayetleri”nde “SELİM AKIL”a uymayan hiçbir şey yoktur. • Aklın Yolu Bir - Nureddin Soyak

• İki Yol Arasında: AKIL Yrd. Doç. Dr. Cemile Zehra Köroğlu • Bilgiye Ulaşım ve Akıl Yrd. Doç. Dr. İlhami Nalçacıoğlu • Teklifin Muhatabı Akıl Mehmet Şentürk

Sahibi İhya Yayıncılık Tic. ve San. Ltd. Şti. Adına İsmail Varır ismail.varir@ilkadimdergisi.net Genel Yayın Yönetmeni Yard.Doç.Dr. İlhami Nalçacıoğlu i.nalcacioglu@ilkadimdergisi.net Sorumlu Yazı İşleri Müd. İsmail Varır Yayın Kurulu Nureddin Soyak Yrd. Doç. Dr. İlhami Nalçacıoğlu A.Baki Öncel Ahmet Belada Erkan Özdemir İbrahim Çiftçi İsmail Varır Metin Başbuğ Rauf Denizler Süleyman Konak Kapak ve Sayfa Düzeni İlkadım Grafik Reklam ve Abone Sorumlusu Cep: 0535 251 41 07 - 0505 808 35 87 abone@ilkadimdergisi.net Baskı Cihan Ofset (0352) 322 02 00 Merkez Kasaplar Çarşısı No: 2 Nevşehir Tel :0384 213 65 43 • Gsm:0505 808 35 87 PK. 75 Nevşehir İrtibat Kayseri:0352 221 38 35 • 0535 251 41 07 Konya :0506 681 23 27 www.ilkadimdergisi.net e-mail: ilkadim@ilkadimdergisi.net Abone Şartları Yurtiçi Yıllık : 80 TL Yurtdışı Yıllık : 40 Euro - 50 $ Abonelik İçin: 0505 808 35 87 Yurtiçinden: Posta Çeki: İhya Yayıncılık 693721 Banka Hesap No: KUVEYT TÜRK KATILIM BANKASI IBAN:TR420020500000785462200001 Yurtdışından: SWIFT KODU:TEBUTRIS170 TR720003200017000000045693 Bu dergi Basın Meslek İlkeleri’ne uymayı taahhüt eder. Yazıların ve ilanların sorumluluğu yazı ve ilan sahiplerine aittir. Gönderilen yazı, resim veya karikatür yayınlansın ya da yayınlanmasın iade edilmez. Dergide olabilecek hataların bildirilmesi rica olunur. Cevap hakkı doğurabilecek yayın için cevap hakkı saklıdır. Yazılar, isim belirtilerek iktibas edilebilir.

HİZMET ADABI • Allah Yolunda Yardımcılar/Nureddin Soyak

• Akıl Yaşta mı Başta mı? - M. Emin Yıldırım • Prof. Dr. Ahmet Kamil Cihan’la “Akıl” Üzerine Söyleşi

• Batılın “Makul” Gerekçeleri - Yunus Keleş

“Aklı olmayanın dini yoktur.” ama salt akıl insanı istikamet üzere tutamamaktadır. Akıl yeterli olsaydı Hz Ömer ile Ebu Cehil el ele Efendimiz’e gelirlerdi. Bu yolda hiçbir Mekkeli Velid b Muğire’nin önüne geçemezdi. “And olsun, biz cinler ve insanlardan birçoğunu cehennem için yaratmışızdır. ONLARIN KALPLERİ VARDIR, ONLARLA KAVRAMAZLAR; gözleri vardır, onlarla görmezler; kulakları vardır, onlarla işitmezler.” (Araf/179) “Rabbinden sana indirilenin gerçek olduğunu bilen kimse, (onu bilemeyen) kör gibi olur mu? (Bunu) ancak AKIL SAHİPLERİ anlar.” (Ra’d, 19) “İlim şehrinin kapısı” olarak nitelendirilen Hz. Ali (r.a.), “Din, sadece akılla bilinecek olsaydı, mestin üzerine değil, altına meshedilmesi gerekirdi” der. Müslümanlar bu konuda da mutedil olmalı, ne aklı nefyetmeli ne de bütün meseleyi aklın omuzlarına yüklemelidir. Şairin dediği gibi: “İdrak-i meali bu küçük akla gerekmez, Zîrâ bu terâzû o kadar sıkleti çekmez.” “İnsanoğlunun mükellefiyeti, akıllı olması sebebiyledir. Bu cihetle, ilâhî hitaplara muhatap olmuş ve pek mühim vazifeler yüklenmiştir.” ifadelerine sık rastlarız. Doğrudur ama şu ayet-i kerimeyi de unutmayalım: “Şüphesiz biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar onu yüklenmek istemediler, ondan çekindiler. Onu insan yüklendi. Çünkü o çok zalimdir, ÇOK CAHİLDİR.” (Ahzâb, 72) Geçmişte ve içinde yaşadığımız zamanda yolunu şaşıran kimseler, düştükleri feci âkıbetlere akılsız oluşlarından veya bilgilerinin olmayışından düşmüş değillerdir. Akılları da vardı, yaşadıkları asrın gelişmelerine göre, bilgileri de mevcuttu. Fakat peygamberlerini veya onların varisi bulunan ilim adamlarını dinlemeyişleri sebebiyle, “akıl”ları yol gösteren bir rehberden mahrum bulunmaktaydı. Dinimiz, aklın gerektiği gibi kullanılmasına engel olabilecek bütün sarhoş edicileri yasaklamıştır. İnsan sadece alkollü içkilerle ve uyuşturucu maddelerle sarhoş olmaz. “Aklı gideren” başka nice sarhoşluklar vardır. Bunlardan ayılmak da çok zordur. Bazılarını özetleyerek şöyle sıralayabiliriz: Haram gelirler, haram kazançlar, haram zenginlikler sahiplerini sarhoş eder. Riyaset, makam, mevki sarhoşluğu (Nemrud ve Firavun sarhoşluğu). Şöhret, alkış sarhoşluğu. Cemaat, tarikat, hizib, fırka, grup fanatizminden ileri gelen sarhoşluk. Kendini beğenme sarhoşluğu. İsraf sarhoşluğu. İbadetlerden, hayır hasenatlardan dolayı düşülebilecek ucub sarhoşluğu. Sahibini gurur ve kibre götüren ilim sarhoşluğu. Dünyevileşme sarhoşluğu ki ayılmak için insan ahiret imanını tazelemelidir. Yoksa (Allah korusun) aynel yakin gerekir. Rabbimiz firaset ve basiretimizi eksik etmesin. Hidayet ve istikamet üzere olan “selim akıl sahibi” kullarından eylesin. Selam ve dua ile...


6 İki Yol Arasında: AKIL

İçindekiler İLKADIM’DAN /1 BAŞYAZI Aklın Yolu Bir/3 Nureddin Soyak KAPAK İki Yol Arasında: AKIL/6 Yrd. Doç. Dr. Cemile Zehra Köroğlu Bilgiye Ulaşım ve Akıl/9

9 Bilgiye Ulaşım ve Akıl

Yrd. Doç. Dr. İlhami Nalçacıoğlu Teklifin Muhatabı Akıl/12 Mehmet Şentürk Akıl Yaşta mı Başta mı?/15 Muhammed Emin Yıldırım Prof. Dr. Ahmet Kamil Cihan’la “Akıl” Üzerine Söyleşi/18 HİZMET ADABI Allah Yolunda Yardımcılar/24 Nureddin Soyak KAPAK Batılın “Makul” Gerekçeleri/26

12 Teklifin Muhatabı Akıl

Yunus Keleş KUR’AN İKLİMİ Aile ve İletişim/28 Selim Armağan HADİS İKLİMİ Gözlerimizi Haramdan Korumak veya Gözlerin Fitnesi/30 Ahmet Ağmanvermez FIKIH Alışverişlerde Dikkat Edeceğimiz Hususlar/32 Mehmet Şentürk EĞİTİM

18 Prof. Dr. Ahmet Kamil Cihan’la “Akıl” Üzerine Söyleşi

Akıl-Vahiy İlişkisi/34 Yrd. Doç. Dr. İlhami Nalçacıoğlu TARİHE YÖN VERENLER TUNUS, Raşid El-Gannuşî ve MNL/38 Ahmet Belada KİTAPLIK Cennetle Müjdelenen On Örnek İnsan & Ayşe ÇOKÇEVİK/31 M.Seçuk Özdoğan LA HAVLE Kulaklara Küpe Olacak Sözler/40 Abdullah Gülcemal

42 Hayatı Şiir, Şiiri Hayat

SÖZ MEYDANI Hayatı Şiir, Şiiri Hayat/42 İbrahim Çiftçi GENÇ BAKIŞ Şehadet Parmağımız & Zafer Tanrıçası/44 Mehmet Erturan İMBİK Yarım Kalan Tahsil/46 Nuri Ercan BULMACA Hümeyra Kellahlı/48

2

DERGiSi


Başyazı nureddin.soyak@ilkadimdergisi.net

AKLIN YOLU BİR

K

ul, Rabbinin muhatabı oma şerefine Rabbinin kendine bahşettiği akıl nimeti sayesinde kavuşmaktadır. Akıl, kula bahşedilen nimetlerin en faziletlisidir. Nimetler faydalanmak, istifade etmek içindir. Evi olduğu halde sokaklarda yaşayan, arabası olduğu halde kullanmayan, yiyeceği, içeceği olduğu halde istifade etmeyen, kıyafetleri olduğu halde giyinmeyen kınanır. Akıl da iyiyi kötüden ayırmak, iyinin hangisinin daha iyi olduğunu, kötünün hangisinin daha kötü olduğunu anlamak için ihsan edilen bir nimettir. Bu nimeti kullanmamak ya da kötüye kullanmak, dünya ve ahirette perişanlığa sebeptir. Atalar ne güzel demiş, “aklın yolu bir” diye. Aklın sahibi, aklın yaratıcısı ve yaşatıcısı olan Allah Teala Hazretleridir, ona takip edeceği yolu vahyetmiştir. Rabbinin vahyine tabi olan aklın yolu da bir, şeytanın vesvesesi-

ne tabi olan aklın yolu da birdir. Vahiy nuru ile aydınlanan akıl, iyiliklerde yarışırken, şeytanın vesvesesi ile karışan aklı şerde yarışır. Rabbimiz, “Şüphesiz, yeryüzünde yürüyen canlıların, Allah katında en kötüsü akıllarını kullanmayan, sağırlar, dilsizlerdir.” (Enfal 22) “Allah, azabı akılarını kullanmayanlara verir.” (Yunus 100) buyurmaktadır. Peki, bu akıl nasıl kullanılacak? Akıl bıçak gibidir, silah gibidir. İyiye de, kötüye de kullanılabilir. Aklın kullanma kılavuzu, vahiydir. Rabbimiz, “Biz, onu akıl erdiresiniz diye Arapça bir Kur’an olarak indirdik.” (Yusuf 2) buyurmaktadır. Vahyin kılavuzluğundaki akıl, olgunlaşıp kemale ererken, nefis ve şeytanın kılavuzluğundaki akıl, sahibi için nimet olmaktan

çıkıp, dünya ve ahirette bela olmaktadır. Aklı olmayandan hesap sorulmazken, aklını yaradılış gayesine uygun kullanmayan büyük bir azaba müstahak olmaktadır. Rabbimiz, “Rabbinden sana indirilenin gerçek olduğunu bilen kimse kör gibi olur mu? Ancak akıl sahipleri anlar.” (Ra’d 19) buyurmaktadır. Vahiy nuruyla aydınlanan akıl misyonunu yerine getirir. Vahiy nuruna kendini kapatan akıl ise kördür. Hakikatleri görmez yahut tersyüz eder. Rabbimiz, “Bu Kur’an, kendisi ile uyarılsınlar, Allah’ın ancak tek ilah olduğunu bilsinler ve akıl sahipleri düşünüp öğüt alsınlar diye insanlara bir bildiridir.” (İbrahim 52) buyurmaktadır. Akıl ancak vahiy ile tam kapasite çalışır, en verimli haline vahiyle ulaşır. Vahiy, aklın yol ARALIK 2012 / 293

3


kılavuzudur. Ona tabi olan akıl, yolunu şaşırmaz. Ondan uzaklaşan akıl ise yolunu şaşırmaya mahkûmdur. Rabbimiz, “Onlara “insanların inandıkları gibi siz de inanın.” denildiğinde ise, “Biz de akılsızlar gibi iman mı edelim?” derler. İyi bilin ki, asıl akılsızlar kendileridir, fakat bilmezler.” (Bakara 13) buyurmaktadır. İlahi ikaz ve uyarılara baktığımızda, inkârcılar, münafıklar, mü’minler Rabbimiz tarafından akıl konusunda uyarılmaktadırlar: “Kavminin ileri gelenlerinden inkâr edenler dediler ki; “Şüphesiz biz seni akıl kıtlığı içinde görüyoruz. Biz senin, mutlaka yalancılardan bir olduğuna inanıyoruz. Hud, şöyle dedi; “Ey kavmim! Ben de akıl kıtlığı yok, aksine ben Âlemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş bir peygamberim.” (Araf 6667) İnkârcıların akılları o kadar örtülmüş ki, hakkı hakikati göremez hale gelmişlerdir, kendi akıllarından emin, Rasulleri akıl kıtlığı ile itham etmişlerdir. Aklı örten, aklı devre dışı bırakan, aklın geçici de olsa fonksiyonlarını yok eden şeyler vardır. Kulun bunlardan kendisini koruması lazımdır. İlahi ve nebevi ikazlar da, kulu bunlardan sakındırmaktadır. Bunlardan bir 4

DERGiSi

kısmı küfür, nifak, gaflet, uyuşturucu, öfke, şehvet, mal ve makam hırsı, nefis şeytandır. Rabbimiz münafıklardan şöyle haber vermektedir: “İman edenlerle karşılaştıkları zaman inandık derler fakat şeytanlarıyla yalnız kaldıkları zaman “Şüphesiz biz sizinle beraberiz biz ancak onlarla alay ediyoruz, derler.” (Bakara 14) Rabbimiz iman edenleri de şu şekilde uyarmaktadır: “Ey iman etmiş olan akıl sahipleri, Allah’a karşı gelmekten sakının! İman edip Salih amel işleyenleri, karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için size Allah’ın apaçık ayetlerini okuyan bir peygamber gönderdi. Kim Allah’a inanıp Salih amel işlerse, Allah onu içnden ırmaklar akan, içinde ebedi kalacakları cennetlere sokar. Allah gerçekten ona güzel bir rızık vermiştir.” (Talak 10-11) Akıl faziletlere ulaştırıyor, rezaletlerden uzaklaştırıyorsa akıldır. Rabbimiz aklı kula, bunun için ihsan etmiştir. İnsan, azalarını kullanmadığı zaman kınanır. Gözünü, kulağını, ağzını, burnunu, elini, ayağını sağlıklı olduğu halde kullanmayan tek kişiye rastlamak mümkün değil iken, en gerekli azaları olan akıllarını kullanmayan insanların, çoğunlukta olduğuna gerçekten hayret

edilir. Rabbimiz, “Yoksa sen onların çoğunun, dinleyeceklerini yahut akıllarını kullanacaklarını mı sanıyorsun? Onlar hayvanlar gibidirler, belki yolca onlardan daha şaşkındırlar.” (Furkan 44) “Sen ne kadar şiddetle arzu etsen de, insanların çoğu inanmazlar” (Yusuf 103) “Fakat insanların çoğu bilmiyorlar.” (Araf 187) “Şüphesiz Allah insanlara karşı sonsuz iyilik sahibidir, fakat insanların çoğu şükretmezler.” (Mümin 61) “Andolsun, biz bunu insanlar arasında düşünüp ibret alsınlar diye tekrar tekrar açıkladık. Fakat insanların çoğu nankörlükte direttiler.” (Furkan 50) buyurmaktadır. Maalesef insanların çoğu, kendilerine verilen en büyük nimet olan akıllarını iyiye, hayıra kullanmamakta, şerre kullanmaktadır. Bundan dolayıdır ki, akıl sahibin yaratıcısına, götürmesi gerekirken, yaratıcısından uzaklaştırmaktadır. Hayvanlar bile Rablerinden gafil değilken, en mükerrem şekilde yaratılan insan Rabbinden gafletle hayvanlardan aşağı duruma düşmektedir. Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz, “İnsan, sahibini doğruya götürmesi ve yan-


lıştan koruması bakımından, akıl gibi kıymetli bir şeye sahip olmamıştır.” (Kenzül Ummal) buyurmaktadır. Hz. Ömer radıyallahu anh, “İnsanın, insanlığı aklıyla, asaleti diniyle ve kişiliği de ahlakıyladır.” der. Hasan-ı Basri de, “Allah bir insana akıl ihsan etti mi, mutlaka o akıl sayesinde bir gün onu kurtarır.” demiştir. Enes bin malik radıyallahu anh anlatıyor: Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellemin yanında bir adam övüldü, Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem de: “Onun aklı nasıldır?” diye sordu. Ashab: “Ya Rasulallah, onun ibadeti, ahlakı, fazileti, edebi şöyle şöyledir.” (diyerek adamı övmeye devam ettiler.) Allah’ın Rasulü yine, “Onun aklı nasıldır?” diye ilk sorusunu tekrarladılar. Hz. Enes de: “Ey Allah’ın Rasulü, biz bu adamın ibadetlerinden, faziletlerinden ve çeşitli hayırlarından bahsediyoruz, siz ise aklından soruyorsunuz.” deyince, Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem cevaben: “Ahmak olan abid, cehli sebebi ile günahkâr olan insanın günahından daha büyük musibete maruz kalır. İnsanların Allah’a

yakınlıkları ancak akılları kadardır.” (Kenzül Ummal) buyurdular. Bir gence “Ahmak olsan da, yüzbin dirhem paran olsa ister misin?” diye soruldu. O genç; “Vallahi istemem.” dedi. “Niçin istemezsin?” dediler. “Korkarım, ahmaklığım yüzünden cinayet işlerim, param elimden gider, o zaman hem ahmak hem de parasız kalırım.” dedi. Hz. Ömer, bir takım çocukların oynadığı yerden geçiyordu, çocukların içinde Abdullah bin Zübeyr de vardı. Çocuklar Hz. Ömer’i görünce kaçtılar. Abdullah kaçmadı, bunun üzerine Hz. Ömer: “Diğer arkadaşların kaçıyor da sen neden kaçmadın?” diye sordu. O da cevaben: “Ben neden kaçayım? Suçum yok ki korkayım, yol dar değil ki kaçayım da sana yol açayım.” demişti. Bazen kitle psikolojisi de aklı örtebilir. Aklı kuvvetli ise uydum kalabalığa demez, kalabalıkların yaptığı şeyin doğru olup olmadığına bakar. Rabbimiz, “Onlara ‘Allah’ın indirdiğine uyun!’ denildiğinde ‘hayır, biz, atalarımızı üzerinde bulduğumuz (yol)a uyarız!’ dediler. Peki, ama ataları bir şey anlamayan, doğru yolu

bulamayan kimseler olsalar da mı? (Onların yoluna uyacaklar) (Bakara 170) buyurmaktadır. Aklın yolu birdir, Aklın yolu Rabbin gösterdiği yoldur. Akıl o yolda yürüdüğü sürece hakkı, hakikati anlar, hakka, hakikate tabi olur. Akıl o yoldan sapınca yollar çoğalır. Onların hiç biri aklın hakiki yolu değildir. O yollara sapan akıl kendini de sahibini de helak eder. Akıllı ile ahmak hakkında söylenen şu sözler ne kadar isabetlidir: “Akıllı olan, dost olunca, sevgisi ile yardım eder, düşman olunca da, zulmünden elini çeker. Aklıyla dostlarını mesut eder, düşmanları da adaletine sığınır. Birine iyilik ederse teşekkür beklemez. Birinden kötülük görürse özür dilemesini bekler veya onu affetmeyi yahut hoşgörü ile karşılamayı düşünür. Ahmak ise şaşkındır, şaşırtıcıdır. Kendine yakınlık gösterilirse büyüklenir, konuşturulursa diğerlerine muhalefet eder. Yalnız bırakılırsa nazlanır. Onunla oturmak bunaltıcıdır, Kınanması kırıcıdır, komşuluğu sıkıcıdır, dostluğu zararlıdır. Yakınlığı kötülük beraberliği şekavettir.” Ahnef bin kays demiştir ki: “Ahmak her şeyi hıfzeder de, kendisini unutur.” Ya Rabbi aklımızı koru. ARALIK 2012 / 293

5


Kapak

Yrd. Doç. Dr. Cemile Zehra Köroğlu *

. İki Yol Arasında:

AKIL

Allah, ayetlerini ak-

durulmaktadır. Sözlükte men

akıldır. Çünkü insan, ancak aklı

ledesiniz diye açık-

etmek, engellemek, alıkoymak,

sayesinde âlemdeki düzeni, se-

lamaktadır.” (Baka-

bağlamak gibi anlamları olan

bep ve gayeleri anlayabilmekte;

ra2/242)

akıl kelimesi (el akl), İslâm

Allah’ın varlığı, birliği ve eser-

âlimleri tarafından insanın anla-

lerinin farkına varabilmektedir.

Akıl sahibi olmasının kendisiyle özdeşleştiği, dini yükümlülük ve sorumluluklara muhatap olmasının ilk nedeni olmasıyla insan, yaşadığı âlemin merkezinde yer almaktadır. Kutsal kitabımız Kur’an-ı Kerim’de, insanı bu şekilde dinen mükellef ve âlemin merkezi haline getiren “akıl” üzerinde önemle

6

DERGiSi

ma, kavrama, düşünme, doğruyu yanlıştan, iyiyi kötüden ayırma kabiliyeti olarak da tanımlanmaktadır. Kur’an-ı Kerim’de üzerinde durulan, dinen mükellef olmanın gereği olarak zikredilen akıl, kendisiyle doğru bilgi edinilmekle beraber, bu bilginin yaratılış gayesine uygun olarak kullanılmasını sağlayan faal bir

Kur’an-ı Kerim’de “Allah, ayetlerini akledesiniz diye açıklamaktadır.”

(Bakara2/242)

“And olsun biz akledebilecek bir kavim için orada apaçık bir ayet bırakmışızdır.” (Ankebut 29/35) “Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gi-


dip gelişinde selim akıl sahip-

sini bu şekilde, kısa ve öz olarak

toplumsal bir varlık olan insan,

leri için gerçekten açık, ibretli

ortaya koymuştur.

böyle bir hayat tarzını yakala-

deliller vardır” (Âl-i İmrân 3/190) gibi pek çok ayetle aklın önemi ısrarla vurgulanmaktadır. Bu anlamda İslâm açısından insanın hakikatleri gören gözü olmayan ve onu dosdoğru bir yola (istikâmet) yöneltmeyen bir aklın değerinin söz konusu olmadığını söyleyebiliriz. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de sırat-ı müstakimin Müslüman’ın ortak özelliği olduğu (Bakara2/177) belirtilerek,

“Emrolunduğun

gibi dosdoğru hareket et. Seninle beraber tövbe eden

Buna göre, İslâm açısından bir hayat düsturu olan “bireyin istikamet üzere olmasında” kendisine verilmiş olan aklın ne tür bir işlevi olmalıdır? Bununla birlikte modernliğin ve beraberinde getirdiklerinin dünyanın istisnasız olarak her köşesine yayıldığı günümüzde aklın işlevlerini sağlıklı olarak yerine getirebilmesi için bireyin nelere dikkat etmesi gerekmektedir? Gibi sorulara verilecek cevaplar büyük önem taşımaktadır.

yabilmek ve devam ettirebilmek için muhakkak ki büyük gayret sarf etmek zorundadır. Birey, kendisini etkileyen (nefs, şeytan vb.) şahsi faktörlerin yanı sıra, yaşadığı çevrenin ve toplumun da etkisiyle zaman zaman yanlışlar yapabilmekte, tamamen aksi yönde bir hayat seçebildiği gibi, bazen de hâlisane niyet taşımakla birlikte farkına varmadan İslâm adına doğru olmayan düşünce kalıplarına sıkışmakta, toplumsal ve dini hayatını, bütünüyle, yetişmiş olduğu aile,

mü’minler de istikamet üze-

Öncelikle istikâmet etmek üze-

çevre; mensup olduğu etnik

re olsunlar.” (Hud11/112,113)

rinde duracak olursak; istikamet

kimlik, siyasi parti, dini cemaat,

“Doğrularla beraber olun”

kelimesi, dini terminolojide “

mezhep vb. oluşumların bakış

(et- Tevbe 9/119) gibi ayetlerle,

yeme, içme, giyinme gibi davra-

açısıyla anlamlandırabilmekte,

insanın hayatı boyunca istikamet

nışlar başta olmak üzere, dini ve

Kur’an’ın bakış açısının gereği

üzere kalmayı başarması gerek-

ahlaki hükümlere uygun bir ha-

olan, olayları araştırmaya, üze-

liliği üzerinde durulmuştur.

yat sürme, orta yolu takip edip,

rinde düşünmeye ve neticesinde

aşırılıktan

İslâm’ı

doğru bilgi elde etmeye tama-

kabul edip, Allah’a hiçbir şeyi

men kapalı bir şekilde davrana-

ortak koşmadan inanç, düşünce

bilmektedir.

Aynı şekilde Rasulullah (S.A.V) da, Kur’an’ın bu düsturunu hayatında en iyi şekilde uygulamış olup, sahabeden Abdillahi’s Sekafi’nin (R.A) rivayet ettiği üzere kendisine “Ya Rasûlallah, İslâm hakkında bana öyle bir söz söyle ki, onu senden sonra hiç kimseye sormayayım.” dediğinde “Allah’a iman ettim de ve istikâmet et(Dosdoğru ol!)” (Ahmed b. Hanbel, Müsned,3/413) buyurarak, ümmeti için de İslâm dininin ana felsefe-

kaçınma;

ve niyette, tutum ve davranışta sürekli olarak Allah rızasına uygun olarak hareket etmek; hak yolda olma, hak yola girme, doğruluk, dürüstlük, adalet, denge, dürüstçe yaşama” (Dini Terimler Sözlüğü,2009: 182) gibi

anlamları

taşımaktadır.

Bu tanımlarda görüldüğü gibi istikâmet etmek hayatın yalnızca belli bir dönemini değil, tümünü kapsamaktadır. Ancak ne var ki

Oysaki Kur’an’da, daha önce de üzerinde durduğumuz gibi, düşünmenin, akletmenin, doğru bilgi elde etmenin ve o şekilde inanıp, yaşamanın önemini vurgulanmakla birlikte, ele aldığımız konuyla ilgili olarak “Onlara: Allah’ın indirdiğine uyun.” Dendiği vakit de: “ Yok, atalarımızı neyin üzerinde bulduysak ona uyarız.” Dediler. “Ya ARALIK 2012 / 293

7


ataları bir şeye akıl erdiremez ve doğruyu seçemez idiyseler de mi omlara uyacaklar?” (Bakara2/170)buyrulmakta

ve

modern dönemin de yaşadığı benzer krizlere bin dört yüz yıl öncesinden en güzel cevabı verilmektedir. Konuya tamamıyla günümüz açısından bakacak olursak, bugün bireyin her türlü bilgiyi elde edebilmesi için sınırsız imkânlar bulunmaktadır. Her türlü kitap, dergi, dokümana kolayca ulaşmanın yanı sıra medya, internet gibi uzay teknolojisinin ortaya çıkardığı vasıtalarla, bir yönüyle bireyin yaşadığı âlemi daha iyi anlamasını, varlığı hakkında düşünmesini, kendisine verilmiş olan aklı ve düşünme hürriyetini en iyi şekilde kullanmasını sağlayabilirken, maalesef diğer taraftan da onu, yaratılış gayesinin dışına taşımakta hatta bazen de yalnızca teknolojinin kölesi haline gelmiş, toplumdan ve

Y

aşadığı âlemin odağını teşkil eden insan, ancak aklını doğru kullanabildiğinde yaratılış gayesini gerçekleştirebilecektir. Aksi takdirde geçmişten bugüne, adı, şekli ve uygulamaları farklı olabilmekle birlikte, kendisini sırat-ı müstakimden uzaklaştıracak pek çok sebep, vasıta var olmuştur ve olacaktır da.

sorunlarından uzak mekanik bireyler haline getirebilmektedir. Nitekim bugün internet bağımlılığının bir psikiyatrik hastalık olarak kabul edilmesi tıbbî bir tedavi prosedürü uygulanması bu durumun yarattığı bir hezimettir.

8

nı teşkil eden insan, ancak aklını

denle Kur’an’ın ifadesiyle “en

doğru kullanabildiğinde yaratılış

güzel biçimde yaratılan insan”

gayesini gerçekleştirebilecektir.

(Tin 95/4) kendisine verilen akıl

Aksi takdirde geçmişten bugüne,

nimetini, yine kendisine hitap

adı, şekli ve uygulamaları farklı

eden Kur’an’ın beyanları doğ-

olabilmekle birlikte, kendisini

rultusunda kullanmalı, hayatını

sırat-ı müstakimden uzaklaştı-

bu doğrultuda kurgulamalıdır.

Bu bağlamda, sonuç olarak diye-

racak pek çok sebep, vasıta var

biliriz ki, yaşadığı âlemin odağı-

olmuştur ve olacaktır da. Bu ne-

DERGiSi

* Gümüşhane Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Din Sosyolojisi ABD Öğretim Üyesi


Kapak

Yrd. Doç. Dr. İlhami Nalçacıoğlu

. . Bilgiye Ulaşım ve

Akıl F

tarihinde,

reddeder. Bu noktada, Francis

İnsan zihni, boş bir levha gibidir.

doğru bilgiye ulaşma

Bacon aklı dumura uğratan, akıl

Duyu organları ile algıladığı ve

tartışma konusudur.

etme yetisini ifsat edebilen et-

edindiği tecrübelerle dolar ras-

Ulaşılabilir diyenler

menler olduğunu söyler. Bunlar,

yonalizmin karşıtı bir ekoldür.

olduğu gibi, ulaşılamaz diyenler

doğru bilgiye ulaşabilmede ak-

Ahiret hayatı, ölüm ve dirilme

de vardır. Ulaşılabilir diyenler;

lın önündeki engeller ve putlar

tecrübeye dayalı olmadığı için

ulaşma vasıtasında farklı görüş-

olarak görür. İmmanuel Kant

metafizik alem olarak ele alınır

lere sahiptirler:

her türlü etkiden uzak, Baruch

ve reddedilir.

elsefe

Rasyonalizm: Doğru bilgiye ulaşmada, salt akıl temel alınır. Bunlara göre; akıl doğru bilginin tek kaynağıdır. Akıl; kurallar, ölçüler koyabilme ve doğruya ulaştıracak ilkeleri tes-

Spinoza her türlü bilme ediniminin, Descartes ise düşüncenin temelindeki aklı esas alır. Bu yaklaşımlar da özellikle din, vahiy ve ilham kaynaklı doğru bilgiye ulaşım reddedilir.

Sezgicilik(kalp gözü) : Bunlara göre insan, doğru bilgiye ancak sezgi ve kalbin inkişafı ile ulaşılabilir. Gerçekler, kalp gözü ile idrak edilebilir. İnsan ancak kalp aydınlanması ile doğruya

pit edebilmede yegane ölçüttür.

Ampirizm: Bunu benimseyen-

ve güzele ulaşabilir. İslam fel-

Bunun dışında, bilgiye kaynak-

ler göre; doğru bilgi, duyu or-

sefesinde, bunlara İşrakiyyun

lık yapabilecek diğer vasıtaları

ganları ve tecrübe ile elde edilir.

denilir. Kalbin aydınlanabilmeARALIK 2012 / 293

9


sinde riyazetin önemli bir yeri vardır. Daha sonra Aydınlanma Dönemi filozoflarından Henry Bergson’da sezgicilik tekrar ele alınır. Değerli düşünürlerimizden Nurettin Topçu’da da etkisi görülür. Nakilcilik(Doğru Haber): Doğru bilgiye ancak doğru haber ile ulaşılabilir. Doğru haber vahiy ve ilahi emirleridir. Akıl, sezgi, deney ve akıl yürütme başlı başına doğru bilginin kaynağı olamaz. Ancak buradaki vahiy ve ilahi emirler ile İslam’daki vahiy ile karıştırmamak gerekir. Hıristiyan ve Yahudi âleminde dogmatizm olarak bilinen dini mezhepleri buna örnek olarak gösterebiliriz. Bu anlatmaya çalıştıklarımız, doğru bilginin kaynağı olarak

B

ilgiye ulaşmanın yolu, akılcılık, deneyselcilik, sezgicilik ve nakilcilikten tutunda doğru bilgiye ulaşmadaki şüpheye, insanın bu konuda nakıs olmasına, insanların duyuları bakımından yekdiğerinden farklılıklarına varıncaya kadar ayrıcalıklar içermektedir.

farklı yaklaşımları içerir kısaca, doğru bilgiye ulaşılamaz diyenleri de, şu üç kategoride ele alabiliriz:

nın mümkün olamayacağını ileri

göre; eşyanın hakikatini insanın

sürerler.

kavraması mümkün değildir.

Septisizm (şüphecilik):Doğru

Görüldüğü gibi bilgiye ulaşma-

Protagoras: İnsanı her şeyin öl-

nın yolu, akılcılık, deneyselci-

çüsü olduğunu kabul ederler an-

lik, sezgicilik ve nakilcilikten

cak bu yanı, insanın duyuların-

tutunda doğru bilgiye ulaşma-

dan kaynaklanır. İnsan duyusu

daki şüpheye, insanın bu konu-

ise; insandan insana değişeceği

da nakıs olmasına, insanların

için doğru bilgiye ulaşmalarının

duyuları bakımından yekdiğe-

Agnostisizm: Bu felsefi akıma

mümkün olamayacağını iddia

rinden farklılıklarına varıncaya

göre insan nakıs bir varlıktır.

ederler. Doğru, insandan insana

kadar ayrıcalıklar içermektedir.

Mahiyeti itibarı ile noksan bir

değişir ve dolayısıyla tek doğru-

Hani meşhur hikâye altı kör

varlıktan doğru bir bilgiye ulaş-

ya insanların birlikte ulaşmaları-

insanı filin yanına sokmuşlar.

bilgiye ulaşılamaz diyenlerin görüşüdür. Bunlardan bir kısmı doğru bilgiye ulaşmayı tamamen imkânsız olarak görürken bir kısmı da şüpheyle bakar.

manın beklenemeyeceğini iddia 10

ederler ve dolayısıyla onlara

DERGiSi


Birisinin eline filin kuyruğu gel-

Doğru bilgiye ulaşma konu-

ması, inceden inceye tefekkür,

miş, nedir sorusuna halat demiş.

sunda İmam-ı Gazali güzel bir

yani teemmül ikinci basamağı-

Diğerinin eline hortumu gelmiş

örnektir. İmam-ı Gazali’nin ha-

nı oluşturur. Bunun bir sonuca

nedir sorusuna yılan demiş. Bir

yatını iki bölüme ayırmak müm-

bağlanması gerekir. Düşüncenin

başkasının eline filin bacağı gel-

kündür. İlk dönemlerinde her

bu iki basamağı sonuca bağlan-

miş nedir sorusuna bu bir ağaç

şeyden şüphe eder. Daha sonra

madıkça bir değer ifade etmez.

gövdesidir demiş. Bir başkası-

kalp gözünün açılması (sezgi)

Bir sonuca bağlanması üçüncü

nın eline de kulakları gelmiş,

ile gerçeğe ulaştığı dönem de

basamağını, yani tedebbürü

nedir sorusuna yelpaze cevabını

ikinci kısmını ifade eder. Akıl,

oluşturur. İşte Gazali Hazretle-

vermiş. Sonuncusunun da eli fi-

duyu organları ve kalp gözü-

rinin akıl ve duyu organlarından

lin karnına değmiş, nedir soru-

nün açılması O’nu doğru bilgiye

hareketle kalp gözünün açılması

suna duvar demiş. Elbet teki bu

ulaştırır. Bu araçlardan sadece

ile ulaştığı sonuç düşünmenin üç

cevapların her birisi, filin bütü-

birini alma ifratı ifade eder. Bu

merhalesi; tefekkür, teemmül ve

nünü anlatamayacağı gibi, her

sebeple İslam düşünce siste-

tedebbürü içerir. İslam düşünce

bir yanını da tam olarak açıkla-

minde aklın duyu organlarının

sistemine has bir özelliktir.

maktan uzaktır. Doğru bilgiye

kullanılmasıyla başlayan tefek-

ulaşma konusunda, bu yaklaşım

kür kalp gözünün açılması ile

tarzlarının her birini de böyle

eşyanın kavranılması temeldir.

anlamak gerekir. Verilen cevap-

Ancak bunun vahiy ile tamam-

lar, fili doğru olarak anlamaktan

lanması gerekir. İslam düşünce

uzaktır ama eksik ve yanlış da

sistemi ile Batı felsefesi arasın-

olsa kısa bir bilgi vermektedir.

daki temel fark da, bu noktadan

Aynı şekilde doğru bilginin kay-

kaynaklanmaktadır. Hülasa aklı,

nağı konusunda, bu yaklaşım

duyu

tarzlarından her biri, azda olsa

kalbin gerçeğe açılması -kişiyi

bir gerçeklik payı taşımaktadır.

Allaha

Bu görüşlerin tamamını ret ye-

tefekkür temeldir. Yoksa Batı

rine doğru bilgiye ulaşmanın bir

medeniyetinde yer alan bilgi

ucu olarak anlamak doğru olur.

aracının her biri bir düşünürün

Ayrıca, bu görüşlerin dayandığı

temel alması suretiyle oluşan

temel fikirlerin her birisi, doğru-

-aklı temel alıp duyu organları-

nun tamamını ifade etmekten de

nı, duyu organlarını temel alıp

uzaktır. Nasıl aklı olmayan bir

sezgiyi dışlama yerine- her biri

insanın dini mükellefiyeti yok

tefekkür hayatında kıymete ve

ise, kalbi inkişaf etmemiş bir in-

değere sahiptir. Tefekkür akıl

Başta ilahi emirler, buyruklar

sana da, Kuran-ı Kerim’in leta-

ve duyu organları ile başlar. Bu,

gelir, onu akıl takip eder, ilahi

feti ve sünnetin incelikleri fayda

doğru bilgiye ulaşabilmenin ilk

aşk ile sonuçlanırsa İnsan-ı Ka-

vermez.

basamağıdır. Bu işlemin defa-

mil açığa çıkar.

organlarını ulaştırmaya

kullanarak götüren-

Burada bir noktaya değinmekte yarar vardır. Allah’ın, kullarının tefekkürlerini yönlendirmek yani akıl, kalp ve duyu organlarını aydınlatmak için gönderdiği kitaplar insanları yönlendirme ve önlerini aydınlatma ve rehberlik içindir. Doğru bilgi dediğimiz şey tedebbürle O’na ulaştırmıyorsa bir değer ifade etmez. Sonuç olarak, ilahi kitaplar ve onların en küçük parçaları ayetler ve sünnet aklı ve duyu organlarını, akıl ve duyu organları kalbi, kalpte insanın iç âlemini aydınlatması

bilgiye

ulaşma

yöntemidir. Birinin atlanması yöntemin akışını bozar.

larca tekrarı, yeniden araştırılARALIK 2012 / 293

11


Kapak

Mehmet Şentürk

Teklifin Muhatabı

Akıl

12

Doğrusu Biz, sorumluluğu (emaneti) göklere, yere, dağlara sunmuşuzdur da onlar bunu yüklenmekten çekinmişler ve ondan korkup titremişlerdir; onu insan yüklendi. Doğrusu o çok zalim ve çok cahildir. (Kabulüne rağmen emanete hıyanet etmektedir)” (Ahzab -33/72)

Kelime olarak teklif zor olanı istemek demektir. İnsanoğlu Cenabı Hakk’ın teklif ettiği bu zor olan sorumluluğu kabul etmiştir. Fıkıh usulü ıstılahında ise; Allah ve Rasulünün bir fiilin yapılıp yapılmamasını talep etmesidir. Yani emirlerin yerine getirilmesi yasaklardan sakınılması hususunda emanetin insanoğluna sunulmasıdır.

Ayeti celîle’nin mealinden anlaşıldığı gibi Cenabı Hakk mükellefiyeti yani sorumluluğu, diğer bir ifadeyle kulluk emanetini dağlara, göklere ve yeryüzüne teklif etti de bu sorumluluğu taşımaktan yüz çevirdiler, meşakkatli gördüler ve insan kabul etti. Çünkü o diğer varlıklardan sahip olduğu aklıyla temeyyüz eder.

Akıl ve baliğ olup; İslâm’ın emir ve yasakları karşısında sorumlu olan erkek ve kadınlara “Mükellef” denir. Akıl ve baliğ ne anlama gelir? Şimdi kısaca bunu izaha çalışalım.

DERGiSi

Akıl, bedeli tarif edilemeyecek bir nimettir. İslam uleması aklı: “Kalpte bulunan, hak ve batılı birbirinden ayırt etmede vasıta olan nurdur”

şeklinde tarif etmiştir. İnsanın teklife muhatap olması, akli melekelerinin sıhhati ile yakından alakalıdır. Dikkat edilirse günümüzde akıl, “beyin” denilen organın bir fonksiyonu gibi mütalaa edilmektedir. Baliğ; çocukluk devresinden çıkıp yetişkinlik çağına eren kimsedir. Bu durum kişiye, cinsiyete ve yaşanılan coğrafyaya göre değişmekte ama İslam âlimleri üst sınırı on beş yaş olarak belirtmişlerdir. İslam’a göre sorumluluk, kişinin teklife muhatap oluşuyla başlar. Sorumluluk; Bir kimsenin üzerine aldığı, yaptığı ya da yapmadığı bir işten dolayı gerektiğinde hesap vermek zorunda olmasıdır. İnsan sorumlu bir varlıktır. İnsanı diğer


varlıklardan ayıran temel özelliklerden biri de sorumlu olmasıdır. İnsanın sorumluluğu hür bir iradeye; seçme ve seçtiğini yapma gücüne sahip olmasının bir sonucudur. Bundan dolayıdır ki, Kur’an’a göre insan kendi yaşayışından sorumlu tek varlıktır. İnsanın özgür iradesiyle yaptığı her davranıştan sorumlu olması onun kaderidir. Mükellef ya da yükümlü sayılmayan kişilerin sorumluluğu da yoktur Buna göre sorumluluğun temel şartları erginlik, akıl ve özgür iradedir Çocuklar yükümlü sayılmadıklarından sorumlu değildirler Akıl ve ruh sağlığı yerinde olmayan kişiler yükümlü, dolayısıyla sorumlu tutulamazlar Erginlik ve akıl şartına sahip oldukları halde irade özgürlüğü bulunmayan herhangi bir zor altında davranan kişiler de sorumluluktan uzaktırlar Özgürlük; Herhangi bir sınırlama, zorlama ve kısıtlama ve kısıtlama olmadan düşünceleri ifade etme, iyi veya kötü yönde davranma demektir. İnsanı diğer varlıklardan ayıran temel özelliklerden biri de seçme özgürlüğüne sahip olmasıdır. İnsanın eylemlerinde özgür olması ve istediğini yapabilmesi onun kaderidir. İslam dini, yapılan işlerin düşünülerek, bilinçli bir şekilde yapılmasını istediği için, aklın normal işleyişini bozan, onu devreden çıkaran bazı fiilleri yasaklamıştır. Örneğin alkollü içecekler ve uyuşturucu kullanma gibi. Haram olmasına rağmen birisi alkollü içki içmişse, içkinin tesiri ondan geçinceye kadar namaz kılamaz. Çünkü aklı başında değilken kıldığı namazın ona bir faydası olmaz. İslam da aklın korunması zarureti diniyyedendir. Dinimiz cana kastedilmesi gibi bir

zorlama altında günah işlemek zorunda kalan kimseyi, yaptığı işten dolayı sorumlu tutmamıştır. Çünkü böyle bir kimse, aklı başında olmakla beraber, iradesi ortadan kalkmış olduğu için bu süreç içinde yaptıklarından dolayı sorumlu görülmemiştir. Beşerî zaaf sebebiyle unutarak bir hata işleyen kimse de birçok konuda sorumlu tutulmamıştır. Örneğin, oruçlu olduğunu unutarak bir şey yiyip içmek gibi. Ergenlik çağına henüz ulaşmamış çocuklar, akıl yönünden herhangi bir özürleri olmasa da biyolojik olarak henüz olgunlaşmadıklarından doğru ile yanlışı birbirinden ayıramayabilirler. Allah’ın insan üzerindeki haklarını, insanın kendi haklarını ve birbirlerine karşı olan hakları henüz kavrayabilecek yaşa gelmemişlerdir. Bunu göz önüne alan dinimiz erginlik çağına ulaşmamış olan çocukları, yaptıkları işlerden dolayı sorumlu tutmamış, ancak insanların haklarıyla ilgili bir suç işlemişlerse bundan dolayı onların ailesini sorumlu tutmuştur. Sevgili Peygamberimiz şöyle buyurur: “Üç kişiden sorumluluk kaldırılmıştır: Aklı olmayan deliden, uyanıncaya kadar uyuyan kimseden ve ergenlik çağına ulaşıncaya kadar çocuktan.” Yukarıda anlatılanların tümünden dinî sorumluluk için aklın ön şart olarak sunulduğunu, inançlarımız ve ibadetlerimiz konusunda bilgili ve bilinçli olmamızın dinî bir gereklilik olduğunu öğreniyoruz. İslam’da aklın önemli olduğu, bilinen gerçeklerdendir. Ancak, İslam’a göre akıl, sonsuz ve sınırsız değil, tam tersine sonlu ve sınırlı bir özelliğe haizdir.

Aklı olmayanın dini yoktur. Akıl nimetine sahip olmayanların sorumlu olmayacakları da bilinmektedir. Bir insanın mükellef olabilmesi için iki temel şart vardır. Birincisi akıl nimetine sahip olması, ikincisi ise buluğ çağına ulaşması gerekmektedir. Akıl nimetine sahip olmayanlar ile buluğ çağına ermeyenler yani çocuklar, yaptıkları işlerden sorumlu değillerdir. Kur’an-ı Kerim’deki birçok ayet-i kerimede aklın önemi belirtilmiş, akıl sahiplerinin düşünmeleri, tefekkür etmeleri istenmiştir. Bunlardan bazılarını zikredelim: “Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ve gündüzün birbiri ardınca gelip gidişinde aklıselim sahipleri için gerçekten açık ibretler vardır.”(Al-i İmran -190) “Allah onlara şiddetli bir azap hazırlamıştır. Ey inanan akıl sahipleri! Allah’tan korkun. Allah size gerçekten bir uyarıcı(kitap) indirmiştir.” (Talak - 10) “(Rasûlüm)Sana bu mübarek Kitab’ı,âyetlerini düşünsünler ve aklı olanlar öğüt alsınlar diye indirdik.”( Sad - 29) “İşte bu (Kuran) kendisiyle uyarılsınlar, Allah’ın ancak bir tek ilah olduğunu bilsinler ve akıl sahipleri iyice düşünüp öğüt alsınlar diye insanlara(gönderilmiş) bir bildiridir.” (İbrahim - 52) İnsanın kaderle ilgili özgürlüğü, insanın sorumlu olduğu alanda iyi veya kötü iş yapmakta serbest bırakılmasıdır. İnsanın eylemlerini iki kısımda ele alabiliriz. Bunlardan birincisi zorunlu olan alandır. Örneğin, hangi anne ve babadan, ne zaman, nerede dünyaya geleceğimiz konusunda, ARALIK 2012 / 293

13


dan arasından seçim yapmak bizim kendi tercihimizdir. Bu alan bizim sorumlu olduğumuz alandır. Çünkü burada özgür irademizi kullanmaktayız. Bu da gösteriyor ki, insan özgürlüğü oranında sorumludur.

İ

nsan akıl ve hür iradeye sahip olmasından dolayı sorumlu bir varlıktır. Yüce Allah insana akıl ve irade vermiştir. İnsan aklıyla iyi ile kötüyü birbirinden ayırt eder; herhangi bir işi yapmaya veya yapmamaya iradesiyle karar verir. Bu tercihlerinin sonucunda yaptığı davranışın sorumluluğu insana aittir. Bu durum, insana verilen akıl, özgür irade ile sorumluluk arasında bir ilişki olduğunu göstermektedir. irademizin bir etkisi yoktur. Ayrıca insan olarak dünyaya gelmemiz, akıl ve özgür iradeye sahibi olmamızda da bizim bir etkimiz yoktur. Bunlar insanın iradesi ve gücü dışında, Allah’ın dilemesi ve yaratmasıyla olur. Bu nedenle bunlardan sorumlu değiliz. İkinci kısım ise, bizim etkili olduğumuz, tercihli alandır. Burada kendi seçimimiz, irademiz etkilidir. Eğitimimizle ilgili sorumluluklarımızı yerine getirmek, ahlâklı olmak, iyi bir insan, iyi bir vatandaş olmak bizim elimizdedir. Bunun aksine kötü huylu olma yolunu da seçebiliriz. Bunlar14

DERGiSi

Dinimizde insan, düşünce, söz ve davranışlarından tamamen özgür bir varlıktır. Onu bu özelliği, sorumlu olma zorunluluğunu da beraberinde getirmektedir. Allah, insana akıl ve düşünme yeteneği vererek, onu iyiyi ve kötüyü, doğru ile yanlışı ayırt edebilecek bir özellikte yaratmıştır. Ayrıca kitaplar ve peygamberler göndererek insana iyiyi kötüyü, doğruyu yanlışı, faydalıyı zararlıyı açıklamış, onu seçimlerinde serbest bırakmıştır. Bu durum Kur’an’da şöyle belirtilmektedir: “Şüphesiz biz ona (doğru) yolu gösterdik; ister şükreder, ister nankörlük eder”(İnsan - 3) Bundan sonrası insanın kendisine aittir. İnsan isterse iyiyi, doğruyu, yararlı olanı tercih eder ve onu işler; isterse kötüyü, yanlışı ve zararlıyı tercih eder ve onu yapar. İnsan özgür iradesiyle dileyip yapmış olduğu davranışın sonucundan da sorumlu olur. Örneğin, bir öğrenci, sınavda başarılı olmak için derse çalışmasının gerekli olduğunu bilir. Ancak çalışıp çalışmamak, onun kendisinin karar vereceği bur durumdur. Eğer öğrenci, iradesini kullanarak, derse çalışmamayı tercih eder ve bunun sonucunda sınavda başarısız olursa, sorumluluk tamamen kendisine aittir. Sınavda başarısız olduğunda “Ne yapalım Allah kaderimi böyle yazmış” diyerek sorumluluğu kadere ve Allah’a yüklemesi doğru değildir. İnsan böyle demekle sorumluluktan kaçamaz. Böyle bir düşünce insanın kendi aklını, iradesini ve yapma gücünü

inkâr etmektir. Demek ki insan; özgür iradesini ve aklını kullanarak, sorumluluklarını ve kaderini belirlemektedir. Sonuç olarak; İnsan akıl ve hür iradeye sahip olmasından dolayı sorumlu bir varlıktır. Yüce Allah insana akıl ve irade vermiştir. İnsan aklıyla iyi ile kötüyü birbirinden ayırt eder; herhangi bir işi yapmaya veya yapmamaya iradesiyle karar verir. Bu tercihlerinin sonucunda yaptığı davranışın sorumluluğu insana aittir. Bu durum, insana verilen akıl, özgür irade ile sorumluluk arasında bir ilişki olduğunu göstermektedir. Hülasayı kelam insan Cenabı Hak’tan aldığı kulluk emanetini yerine getirip getirmediğinden sorumlu tutulacağını bilmeli ve bu doğrultuda hayatını tanzim etmelidir. Tabi bu emanet o kadar geniş bir çerçevedir ki; insanın kendisi bile bir emanettir. Allah Teâlâ canını ona emanet vermiştir. İlk nefesten en son nefese, sayılı nefesler birer emanettir. Her birinin hesabı mutlak surette sorulacaktır. Çünkü insan bunu kendi iradesiyle yüklenmiştir. Hayatını, her nefesini bu şuurla geçirmelidir. Akıl bir emanettir. Mal bir emanettir. Aile bir emanettir. Din bir emanettir. Zaman bir emanettir. Nesil bir emanettir. Çevremize baktığımızda bütün eşya ve insanla kaim olan her şey birer emanettir. En küçük zerreden en büyüğüne insanoğlunun hizmetine sunulmuş olan her şey bu çerçevenin içindedir. Akıl sahibi her baliğ (ergin) insanın özgür iradesiyle yaptığı bütün davranışlarının sorumluluğu kendisine aittir. Bunu farklı düşünmek ya da yorumlamak onu bu sorumluluktan kurtarmaz.


Kapak

Muhammed Emin Yıldırım

AKIL YAŞTA MI BAŞTA MI?

H

z. Ömer’in hilafet günleri, İslam’ın izzet, şeref ve adalet günleridir. O büyük kamet, on buçuk yıl süren hilafet görevi ile değil sadece dostlarına, düşmanlarına bile birçok şey öğretmiştir. İmamet ve hilafetin ne demek olduğunu çok iyi anlayan Hz. Ömer, bir ömür İslam toplumunu büyük bir dikkat ile yönetmiş, en küçük bir sapmaya ya da bozulmaya karşı çok ciddi önlemler almıştı. İşte o günlerin birinde, altı yıl Nübüvvetin mesajına, cahiliyenin kendi üzerinde oluşturduğu taassuptan dolayı karşı olan koca Halife, Peygamber Mescidi’nde, genç neslin ellerindeki en büyük imkân olan imanın yüceliğini anlamaları için cahiliye ile İslam arasındaki farkları onlara anlatmaktadır. Zaman zaman duygulanan, zaman zaman kızan Raşid Halife, özellikle Medine’nin gençlerine İslam’ın kıymet ve değerini öğretme adına diyor ki: “Biz, öyle karanlık bir zaman

diliminde yaşadık ki kız çocuklarımızı ‘Hadi, dayına gidiyoruz!’ diye yanımıza alır; Mekke’nin dışına çıkarır, kendi ellerimizle kazdığımız çukurlara diri diri onları gömerdik. Yine ellerimizle helvadan putlar yapar, acıkınca biraz önce önünde el pençe divan durduğumuz o putları yerdik.” Hz. Ömer’i “Ömerü’l-Faruk” olarak tanıyan ve onu hiç kimsenin aklına gelmeyen ince, derin ve uzak görüşlülüğü ile bilen ve Hz. Peygamber’den onun hakkında; “Ömer’in dilinin üzerinde meleğin dili vardır; Ömer konuşan değil, konuşturulandır.” sözlerini işiten o gençler, böyle bir insanın kız çocuklarının gömülmesine nasıl seyirci kaldığını ve nasıl helvadan yapılmış putlara tazim ederek cahiliyenin inançlarına kapı açtığını bir türlü anlayamıyorlardı. Çünkü onlar Hz. Ömer’i hep farukiyeti ile tanımışlardı. Cemaatte bulunan bir genç daha fazla dayanamayarak, ayağa

kalktı ve Hz. Ömer’e dedi ki: “Ey Müminlerin Emiri! Siz cahiliyede bu işleri yaparken aklınız yok muydu? Ancak aklı olmayan biri bunları yapabilir!” Bir anda Hz. Ömer’in yüzünde acı bir tebessüm belirdi ve üzerinde durup saatlerce düşüneceğimiz şöyle bir cevap verdi: “Ya Büneyye! İndena akıl ve lakin lem tekün indena hidayet.”yani “Ey Evladım! Aklımız vardı, ama hidâyetimiz yoktu.” Öyle ya, hidâyetsiz akıl ne işe yarar ki! Hidâyetsiz akıl, ışıktan mahrum olan göz gibidir. Gözü olup da, ışıktan mahrum biri, var olan gözüne rağmen halen nasıl körlük çekiyorsa; aklı olup hidâyetten mahrum olan biri de, akıl gibi büyük bir nimete rağmen, delilere rahmet okutacak işler yapabilir. İşte Hz. Ömer, cahiliye günlerinde kendilerinde olan en büyük eksikliği böyle dile getiriyor ve Medine’nin genç MüslümanlarıARALIK 2012 / 293

15


na hidâyetin ne kadar önemli olduğunu veciz bir şeklide böyle ifade ediyordu. Hz. Ömer, İslam’ın kıymetini çok iyi anlayan biriydi. O, cahiliyenin zifiri karanlığından, en büyük hidâyet kaynağı olan Kur’an’ın mesajları ile kurtulmuştu. Bunun için de; “İslam’dan daha büyük şeref mi olur?” diyordu. Ömerü’l-Faruk biliyordu ki; Kur’ansız bir dünya, aklını kaybeden, yani deli olan bir insan gibidir. Çünkü “Kur’an, dünyanın aklıdır.” Kur’an gibi bir nimetten mahrum olan birinden hayatının tamamında bir istikrar, düzen ve adalet beklemek boşa bir bekleyiştir. Kur’an’ın hidayet dağıtan mesajlarından önce, o günün dünyasında en modern ve en ilerici olan Mekke toplumunun cahiliye diye isimlendirilmesi, asla o insanların bilinen manada cahiller oldukları yanlışına bizleri düşürmemelidir. Unutmamalıyız ki, o günün Mekke’si coğrafi, tarihi, iktisadi ve kültürel anlamda dünyanın merkezi konumundaydı. Böyle üstün meziyetleri olmasına rağmen cahiliye diye isimlendirilmesi, hidayetten ve hidayetin en büyük kaynağı olan Kur’an’dan mahrum olmalarından kaynaklanıyordu. Bu bilgiler ışığında o günlerden bugünlerimize bir pencere açarsak; modern cahiliyenin mahrum olduğu şeyin de, Mekke cahiliyesi ile aynı olduğunu görmekte zorlanmayız. Bugün koca koca adamların, isimlerinin önünde ve arkasında büyüklüklerini (!) ifade eden unvanlar taşımalarına rağmen, dağdaki hiçbir şeyden haberi olmayan ümmi bir çobanı dahi güldüren sözlerini duyunca, hidâyetin kıymet ve değerini daha iyi anlıyor; bu insanların gözlerine rağmen körlük çekmelerini, akıllarına rağmen dengeden mahrum

16

DERGiSi

işler yapmalarının sebebini daha bir iyi anlıyoruz. Nisa Sûresinin 5 ve 6. ayetlerinde yetimlere bakmak durumunda kalan velilerin sorumlulukları anlatılırken, ilahî kelam düşünce ufuklarımızın gelişmesine oldukça katkıda bulunacak iki kelimeyi bizlere ulaştırır. Sûrenin 6. ayetinde denilir ki; “Sorumluluğunuz altındaki yetimleri evlilik çağına gelinceye (bulûğ) kadar deneyin; eğer onlarda akılca bir olgunluk görürseniz (rüşd) mallarını kendilerine iade edin.” Ayette geçen iki kelime üzerinde biraz durmamız bize çok önemli faydalar sağlayacaktır. Bu kelimelerden biri; bulûğ, diğeri ise; rüşd’dür. Her ne kadar çoğunlukla biz Türkçemizde bu kelimeleri birbiri yerine kullansak da, Kur’an’ın dili olan Arapçada iki kelime ile kastedilen ifadeler birbirinden farklıdır. Bu farkı en kısa biçimde şöyle özetleyebiliriz: Bulûğ; fiziksel ergenlik, rüşd ise; aklî ergenliktir.Dolayısıyla, iki kelime de sonuç itibari ile sahibini ergenliğe ulaştırsa da, bu ergenliklerden biri fiziksel ergenlik, diğeri ise aklî ergenliktir. Fiziksel ergenliğin kişide oluşup oluşmadığını tespit etmek çok kolaydır. Bazı iklim ve coğrafi şartlar, cinsiyet ve bölgesel farklılıklar birkaç yaş farkı oluştursa da, biyolojik bazı gelişmeler sahibinde fiziksel ergenliğin oluşup oluşmadığını hemen gösterir. Aklî ergenliğin tespiti ise biraz daha zordur ve çok fazla da ihmal edilmektedir. Genelde fiziksel ergenlik oluştuğunda, aklî ergenliğinde kendiliğinden oluştuğu zannedilir. Aslında bu iki ergenliğin oluşmasının birbiri ile yakın ilişkisi vardır; ama çoğu zaman fiziksel ergenlik oluşmasına rağmen, aklî ergenlik gecikebilir, hatta hiçbir zaman da oluşmayabilir. Böyle olunca

da, şu an etrafımızda çokça görmeye alıştığımız büyük çocuklara her an rastlamak imkân dâhiline gelmekte; yaşları 30, 40 hatta 50 olmasına rağmen, rüşd yaşı halen 10-15 civarlarında olan yığınla büyük çocukların varlığına şahit olmaktayız. Böyle bir sorun ne yazık ki, toplumumuzun artık sosyal bir olgusudur. Bazen koca koca adamların, ilköğretim okullarına giden çocukların bile yap(a)mayacağı işleri yapmaları, söyle(ye)meyeceği sözleri söylemeleri başka ne ile izah edilebilir ki? Bunun için her insan fiziksel yaşını kolaylıkla tespit edip, söyleyebilir; ama rüşd yaşının tespiti, ancak kişinin olaylara karşı gösterdiği tepkilerle belli olur. İnsanın nelere sevinip, nelere üzüldüğü, neleri kazanınca yerinde duramaz bir hale gelip, neleri kaybedince dünyasının yıkılıp gittiğini düşünmesi; rüşd yaşının kaç olduğu noktasında bize ipuçlarını verir. Peki, neden bir türlü rüşde eremiyoruz? Sizce aklî ergenliğe eremememizin sebebi nedir? Belki bu soruya herkes farklı bir pencereden bakarak değişik cevaplar verebilirler; ama âcizane biz bunun sebebini muhakeme yeteneğini bir türlü kazanamamamızda görmekteyiz. Muhakeme yeteneği, sahibine olayları derinlemesine görmesini sağlayacaktır. Sadece bugünü değil, dün ile birlikte yarını da düşünmesini insana öğretecektir. Tasavvurunu oluşturan nice kavramı yeniden oluşturmaya çalışacak ve yine sahibine bu kavramlara müspet manada değerler yükletecektir. Hal böyle olunca; hayatı algılama noktasında çok farklı bir konuma gelecek, çocuksu tavır ve davranışların yerini gıpta edilecek bir olgunluk alacaktır. Nasıl mı? Bu konuda iki örnek vere-


rek meselenin daha iyi anlaşılmasını istiyoruz. İlk örneğimiz; fiziksel olarak yaşı 10 olan Hz. Ali’dir. Küçük Ali 5 yaşında iken Efendimizin isteği ve çabası ile Hatice validemizin şefkatli kolları ile buluşmuş ve bu evde terbiye edilmeye başlamıştı. Hz. Ali nübüvvetin ikinci gününde bir yönü ile babası ve annesi sayılan Hz. Muhammed ile Hz. Hatice’yi namaz kılarken görmüş, asalete o günden âşık olan Ali, namazdaki o asil eylemlere vurulmuştu. Hayran hayran onları seyretmiş ve bir an önce bu ibadetlerinin bitmesini beklemişti. Onlar namazlarını bitirir bitirmez Ali koşmuş, Efendimizin karşısında durmuş ve biraz önce ne yaptıklarını sormuştu. Efendimiz; 5 yıldır kendisi ile aynı atmosferi paylaşan bu çocuğun, fiziksel yaşının 10 olduğunu, ama onun rüşd yaşının ise daha üst düzeyde olduğunun çok iyi farkındaydı. Bunun için, O (sas) Ali ile olgun bir insan ile konuşuyormuş gibi, ona risalet vazifesine dair her şeyi anlatmış ve sözün sonunda da, Ali’yi bu yeni dine davet etmişti. Aklî ergenliğe fiziksel ergenlikten önce varan Ali’nin bu davete karşı verdiği cevap şu olmuştu: “Ey Muhammed! Bırak beni biraz düşüneyim, düşünüp öyle karar vereyim.” Efendimiz tebessüm ile bu talebi karşılamış ve düşünmesi için ona fırsat tanımıştı. Ali o gün ve o gece, sabaha kadar bu daveti düşünmüş ve ertesi gün Efendimizin huzuruna gelmişti. Allah Resulü (sas) Ali’nin geldiğini görünce sevinmiş, Ali ise gelip Efendimizin karşısında yine olgun bir eda ile durmuş ve demişti ki: “ Ey Muhammed! Dün bana söylediklerini bir kez daha tekrar edebilir misin?” Allah Resulü dün anlattıklarını yeniden tekrarlamış ve daha söz bitmeden Ali’nin küçük lisanından o büyük

B

ugün koca koca adamların, isimlerinin önünde ve arkasında büyüklüklerini (!) ifade eden unvanlar taşımalarına rağmen, dağdaki hiçbir şeyden haberi olmayan ümmi bir çobanı dahi güldüren sözlerini duyunca, hidâyetin kıymet ve değerini daha iyi anlıyor; bu insanların gözlerine rağmen körlük çekmelerini, akıllarına rağmen dengeden mahrum işler yapmalarının sebebini daha bir iyi anlıyoruz.

söz duyulmuş ve Ali, iman ettiğini tüm âleme ikrar etmişti. İkinci örneğimiz; fiziksel yaşı 50’nin üzerinde olan üvey amca Ebû Leheb’tir. Efendimiz, “Yakın akrabalarını uyar!” ilahî emri gereği bir davet tertip etmiş ve tüm akrabalarını bu toplantıya çağırmıştı. Öncesinde yemekler yenmiş, misafirlerin memnun olmaları için tüm imkânlar seferber edilmişti. Yemek sonrası davetin sahibi olan Efendimiz konuşmaya başlamış ve yakın akrabalarını bu yeni dinden aynen küçük Ali’yi haberdar ettiği gibi haberdar etmeye başlamıştı. Daha sözü bitmemişken amca Ebû Leheb, sinirlenmiş sözün sonunu dahi dinlemeden; “Ellerin kurusun! Bizi bunun için mi çağırdın?” diyerek tepkisini ortaya koymuştu. Aradan yıllar geçmiş Ebû Talib’in vefatından sonra yeğeni Muhammed’e biraz yakınlaşmak isteyen Ebû Leheb, yeğenine şunu sormuştu: “ Ey

yeğenim! Ben Müslüman olursam bana ne var?” Yeğeni Muhammed demişti ki: “Amca, herkese ne varsa, sana da o var!” Fiziksel ergenliğe erip, aklî ergenliğe eremeyen dolayısı ile muhakeme yeteneğinden mahrum olan Ebû Leheb, sinirlenmiş ve demişti ki: “Beni herkes ile bir tutan din olmaz olsun.” Ebû Leheb bu hal üzere yaşamış ve yine bu hal üzerede ölmüştü. Şimdi gelin hep beraber bu iki örnek üzerinde biraz düşünelim. Hz. Ali fiziksel olarak 10 yaşında olmasına rağmen, 50 yaşında olgun biri gibi muhakeme yeteneğini kullanıyor, ne düşünmeden bilinçsizce kendisine yapılan davete, heyecana gelip tabi oluyor, ne de; “Bu da nerden çıktı, sen babam Ebû Talib’ten bu işleri daha mı iyi biliyorsun?” deyip karşı çıkıyor. Düşünmek için zaman istiyor, o minik dimağı ile söylenenleri tartıyor, ölçüyor ve kararını veriyor. Üvey amca Ebû Leheb ise, fiziksel olarak 50 yaşında olmasına rağmen, 10 yaşındaki bir çocuk gibi davranıyor. Olgun bir şahsiyetin en büyük ziyneti olan muhakeme yeteneğinden mahrum olarak, “Ben şimdi bu halimle yetim yeğenim Muhammed’in söyleyeceklerine mi tabi olacağım?” diyerek hem dünyasını hem ahiretini bitiriyor. Yaşının, toplumsal kariyerinin, elindeki imkânlarının asabiyetine saplanıyor ve aklî olarak büyümeyerek ebedi kurtuluşuna vesile olacak çağrıya çocukça bir tepki veriyor. Hz. Ali o günler çocuk olmasına rağmen, büyükçe davranıp kazanıyor; amca Ebû Leheb ise büyük olmasına rağmen, çocukça davranıp kaybediyor. Sahi atalarımız zaten dememişler miydi; “ Akıl, yaşta değil baştadır.” diye… ARALIK 2012 / 293

17


Kapak

Mülakat: Baki Öncel

Prof. Dr. Ahmet Kamil Cihan’la “Akıl” Üzerine Söyleşi

Prof. Dr. Ahmet Kamil Cihan:

“AKIL, NEFSİ YÖNETİP AHLAK GÜZELLİĞİNİ TEMİN ETMEK İÇİN VARDIR”

E

rciyes Üniversitesi İlahiyat Fakültesi profesörü Ahmet Kamil Cihan ile yaptığımız söyleşi... **

• Sayın hocam, insanı diğer canlılardan ayıran “akıl” nedir, özellikleri nelerdir? Bu konuda bizleri aydınlatır mısınız?

Prof. Dr. Ahmet Kamil Cihan: Akıl denince ilk önce insanı hayvanlardan ayıran meleke anlaşılır. Böyle olunca da ister istemez hemen karşılaştırma yapılır. Yeryü18

DERGiSi

zünde insanların meydana getirdiği teknik, sanat, bilim, felsefe, dil, devlet, hukuk, ahlak gibi medeniyetin muhtevasını oluşturan unsurlara sadece insanda rastlanır. Bunlar, insanların ihtiyaçlarını gidermede düşünerek/aklederek meydana getirdiği kazanımlardır. Hepsi renk renk, çeşit çeşittir. Hayvan dünyasında bunlara kısmen tesadüf edilir. Mesela arının peteği, karıncaların yuvası, örümcek ağı vb şeyler böyledir. Bu ürünler içgüdüsel/ fıtri olduğu için türlerin hepsinde ortaklaşa bulunur. İnsanın meskeni veya tüketeceği gıdası her bölgeye göre farklı iken dünyanın neresinde olursa olsun arının peteği daima aynıdır. Geçmişte de aynı idi gelecekte de aynı kalacaktır. Onların ta-

biatları ürünlerini içgüdüsel olarak ortaya koyduğu için tabiat bozulmadığı müddetçe ürün çeşitliliği de değişmeyecektir. Oysa insan bulunduğu bölgeye göre ihtiyaçlarını karşıladığı gibi farklı ürünler de ortaya koyar. Geçmişte de bu böyleydi, gelecekte de böyle olacak gibi. Zira insanın asıl tabiatı, hayvani tabiata ilave olarak akıl denilen melekeyi ihtiva eder. Anlaşılacağı üzere aklın özellikleri temel ihtiyaçların temininde çeşitlilik olarak ortaya çıkmaktadır. Fakat insan sadece fiziki ihtiyaçlarla sınırlı değildir. O etrafında olup biten olayların, insani hadiselerin içyüzünü, nasıl ve niçin öyle olduğunu, kısaca mekanizmasını öğrenmek ister. Bu istek de bir ihtiyaçtır. Fakat öyle


kolaylıkla tatmin edilmez. Zira görüntünün aldatıcı olduğunu herkes bir şekilde tecrübe etmiştir. Bu yüzden görüntünün altında yatan asıl realiteyi öğrenmek; zihnindeki sorulara cevap bulmak ister. Olayların birbirleriyle irtibatı var mıdır-yok mudur görmek ister. O zaman da aynı olayları bir kefeye toplamak, farklı olanları ayrı kefeye koymak gibi ayırım yapma yeteneği olması gerekir. Aynı ve benzer olaylarda hangisinin sebep, hangisinin sonuç olduğunu görmek gerekir. Bu misalleri çoğaltmak mümkündür. Fakat hepsinde şu temel fiiller, aklın özellikleri olarak karşımıza çıkar: Ortak olan manaları bir araya getirmek, onlardan genel çıkarımlar yapmak, mukayesede bulunmak, bilinende hareketle bilinmeyen şeylerin bilgisine ulaşmak, davranışlarda makul olanı tespit etmek vs. Bunların ortak özelliği bilgi ve öğrenmeyle ilgili olmalarıdır. • Sayın hocam, insanın bilgilenme kanalı olarak, duyu ve akıl birbirinin aynıdır diyebilir miyiz?

Prof. Dr. Ahmet Kamil Cihan: İkisi de insanı realite ile temasa geçiren iki temel melekedir. Bunlardan ilki hissedilir dünyaya ilişkin veriler sağlar. Bir nesnenin rengini, şeklini, biçimini, sesini, tadını, kokusunu, soğukluğunu, direncini, yakınlığını, büyüklüğünü vs özelliklerini duyularımız ile idrak ederiz. Bunlar sayesinde idrak ettiğimiz dünyada güven içinde yaşarız. Bilgilerimizin büyük bir kısmında duyuların vermiş olduğu malzeme vardır. Akıl, duyuların sağladığı verileri değerlendirerek duyuların hiçbir vakit vermeyeceği bilgiler üretir. Birinci sorunun cevabında

verilen kültür ve medeniyet dediğimiz bütün insani kazanımlar akılla mümkün hale gelir. Bu itibarla duyu ile akıl birbirinin aynı değildir. Onlar insanın farklı bilgilenme kanallarıdır. Bir misalle aynı havuza farklı kanallardan gelen suya benzetilebilir. İnsan zihni bir havuz ise bu havuza bilgi bazen duyu kanalından bazen de akıl kanalından akıp gelir. Duyu dışarıdan gelen su ise akıl da içeriden gelen su gibidir.

din alimleri de her türlü mükellefiyetin/yükümlülüğün temelini onda görürler. “İnsanda akıl olmasaydı, o vakit duvara seslenmekle insana seslenmek arasında fark kalmazdı.” görüşünü ileri sürerler. Dini, ahlaki ve hukuki her tür ehliyetin altında ruhun bir özelliği olarak gördükleri aklı şart koşarlar. Şart (akıl) varsa, şart koşulan da (din) mevcut olur. Şart ortadan kalkarsa, şart koşulan da ortadan kalkar.

• Muhterem hocam, akıl nasıl bir varlıktır, mahiyeti nedir? Akıl vahiy ilişkisi konusunda ne dersiniz?

Akıl ile vahiy arasındaki ilişki ister istemez âlimlerin ve düşünürlerin dikkatini çekmiştir. Zira biri insani, diğeri de insanüstü bir kaynaktır. Bu konu geçmişte çok ciddi düzeyde tartışılmıştır. Bir kısım alimler, “Vahyin doğruluğu akılla anlaşılır. Zira vahiy, akli hakikate aykırı bir muhteva taşımaz. Allah, kötü olan bir şeye, iyi demez. Yanlış bilgi vermez” şeklindeki görüşlerle ikisinin paralel hareket ettiğini, Allahın vahiy göndermekle kullarına ikram ve ihsanda bulunduğunu ileri sürer. Buna muhalefet eden âlimler de insanların farklı görüşte olmalarını, ihtilaf etmelerini, birçok şeyin izafi olarak anlaşılabileceğinden hareketle insanın vahye muhtaç olduğunu, nihai hükmün ancak Allah tarafından verileceğini düşünmüşlerdir. Asıl mesele “ikisi arasında ihtilaf vaki midir” konusunda odaklanır. Yani akli hakikat dini hakikat arasında ihtilaf çıkar mı? İhtilafın olabilmesi için ikisinin de aynı konuda farklı iddiada bulunması gerekir. Aklın birçok sorunu çözeceğini düşünen kimi İslam âlimleri böyle bir durumda “tevil” işlemini teklif etmişlerdir. Tevil bir lafzın hakiki anlamını mecazi anlama döndürmek demektir. Ancak tevil, keyfi değil dilin imkanları ve ulaşılan mecazi

Prof. Dr. Ahmet Kamil Cihan: Aklın mahiyeti işlevine bakılarak verilmeye çalışılmıştır. Fakat asıl sorun şudur: O doğal süreç içinde beynin bir işlevi olarak mı açığa çıkmıştır yoksa onun geldiği manevi bir kaynak var mıdır? Birinci yaklaşım aklı, kendiliğinden gerçekleşen doğal bir süreçte insanın içinde yaşadığı dünyaya uyumunun bir sonucu olduğunu ileri sürer. Esasında bu yaklaşımın kökeni çok eskilere kadar gider. Fakat onlar, insanı tabii unsurların bir terkibi olarak gördükleri için akıl da tabii bir sonuç olarak ele alınır. Modern dönemde ise işin içine bir de evrim hadisesi eklenir. Bunun karşısında insanın ruhi/psişik yönüne dikkat çeken düşünürler ise akli faaliyetin analizinden onun maddi olmadığı, dolayısıyla tabii bir obje olmadığı sonucuna ulaşırlar. Bu yüzden onlar nazarında akıl, gayrı maddi bir cevherdir; insanı insan yapan asıl anlam da ondan ibarettir. Akıl kendiliğinden oluşan bir cevher olmayıp, manevi bir prensipten akıp gelen bir varlıktır. İnsanın akli yönüne dikkat çeken

ARALIK 2012 / 293

19


anlam dikkate alınarak yapılır ve mecazi anlamın da dinin bütünlüğü ile uyum içinde olması şartıyla yapılır. Buna misal olarak “Rahman, Arş’a istiva etti (oturdu)” (Taha/5) ayeti verilir. Hiçbir şekilde yarattıklarına benzemeyen Allah’ın yarattıklarında biri gibi oturması, hemen herkesin anlamakta zorlanacağı bir ifadedir. Selef uleması lafzın hakiki anlamının bilinmekle beraber keyfiyetinin bilinemezliğini ileri sürerek tartışmayı kapatmaya çalışmışlardır. Fakat birçok âlim de konuyu Allah’ın Arş’a hükümranlık etmesi şeklinde tevil etmişlerdir. Akıl vahiy ilişkisi, İslam dininden ziyade Hıristiyanlık açısından çok daha büyük zorluk taşır. Zira Hristiyan imanındaki bazı umdeler akılla tevil götürmez. Birin üç olması, yani Tanrı’nın İsa olması, Tanrı’nın Ruh-ul Kuds olması, Allah’ın bedenleşerek İsa diye görünmesi, Meryem’in Rab olan İsa’yı doğurması gibi iman esasları, tevil edilmeye çalışılsa nihayetinde bu esaslara akıl ile değil irade teslim olunur, kanaati hasıl olmuştur. Onlar nazarında “Her şey akıl ile idrak edilmez. Zira aklı da aşan hakikatler vardır. Bu esaslar, o cümledendir”. Kanaatimce, İslam dininin akılla ciddi bir sorunu yoktur. Bu vahyin sağlam muhafaza edilmesiyle ilgili olduğu gibi aklın varlık prensibiyle de ilgilidir. Vahiy de akıl da aynı prensipten gelir. Diğer taraftan, kaynaklar aynı olsa da bu aralarında hiçbir fark yoktur, anlamına da gelmez. İkisinin kullandığı teknik ve üslup ile ıstılahları birbirinden farklıdır. Zaten ulemanın önerdiği çözüm de bu anlayışa dayanır. İkisi arasındaki harici ve arızi farklılıkları gidermek veya tevil etmek. 20

DERGiSi

• Aklın üstünlüğünü kabullenmek aklın putlaştırılması mıdır?

Prof. Dr. Ahmet Kamil Cihan: Putlaştırma dini bir tabir. Biraz da hakaret kokuyor. Aslında bu soruyu sorduran zemini ele almak lazım. Özellikle Rönesans ve sonrası dönemde insanlar kilisenin baskısından kurtulmaya çalıştı. Dini dogmaları ve metinleri bir kenara bırakarak sadece aklın ışığı ile aydınlanma arayışı içinde oldular. Onların bu noktaya gelmesinde Batı’daki akıl-vahiy ilişkisi temel rol oynadı. Biraz önce değinildiği gibi vahiy hep önde tutuldu. Akıl, vahyin hizmetinde araç bir role sahip oldu. Aklın açıklayamadığı yerlerde onun acziyeti, aklın da üstünde ve ötesinde bir hakikat olduğu anlayışı vurgulandı. İşte aklın mahkûm olduğu, zincirlere vurulduğu bir dönem, karanlık çağ olarak adlandırıldı ve tabii ışık olarak aklın aydınlığı öne çıkartıldı. Her konuda aklın hükümleri doğru kabul edildi. İşte aklın putlaştırılması, bu dönem ve anlayışını tasvir için kullanılır. Aynı zihniyette olanlar için de kullanılabilir. Bizim kültürümüzde aklın üstünlüğü kabul edilmekle birlikte vahyin rehberliği ve kılavuzluğu da kabul edilmiştir. İslam mezhepleri içinde akla aşırı vurgu yapanlar olsa bile vahyin bir lütuf ve ikram olduğu dillerden hiç düşmemiştir. Batı’da olduğu şekliyle putlaştırma faaliyeti bizde mevcut olmamıştır. • Muhterem hocam, akıl nefsin bir kuvvesi midir?

Prof. Dr. Ahmet Kamil Cihan: Evet, akıl nefsin bir kuvvesi, melekesi veya gücüdür. Nefis derken insanın öz varlığı veya benliği anla-

şılır. Nefis bize hayat veren, hayatta olmamızın sonuçları olan fiillerin sebebidir. Beslenme, büyüme, üreme, hissetme, hareket etme, düşünme gibi fiiller, nefsimizin sonucudur. Fakat bu fiiller birbirinden çok farklı mahiyette olduğu için bir takım kuvvelerden söz edilir. İdrak kuvvesi, hareket kuvvesi, idrak kuvvesi gibi, akıl da nefsin düşünme kapsamına giren faaliyetlerle ilgili bir kuvvesidir. Bununla birlikte aklı, ayrı bir nefis olarak mütalaa edenler olduğu gibi nefsin düşünme objesi karşısında aldığı isim olarak görenler de olmuştur. Birinciler insani benliği, bitkisel, hayvani ve akli olmak üzere üç ayrı nefsin uyumlu bir bileşimi olduğunu düşünmüşlerdir. Onlara göre akıl, ilahi bir cevherdir. İkinciler ise nefis dış dünyaya yöneldiğinde his, düşünülür objelere döndüğünde akıl adını alır. Nefis, yaptığı işe göre adlandırılır diyerek aklı, nefsin bir faaliyeti (düşünme) olarak izah etmişlerdir. • Aklın dereceleri var mıdır?

Prof. Dr. Ahmet Kamil Cihan: Aklı nefsin bir kuvvesi olarak ele alınca onun çeşitli dereceleri de kendiliğinden gündeme gelir. İnsan aklı, bütün malumata bir anda sahip olamadığından birinden diğerine intikal etmek suretiyle idrak eder. Bu sebeple, akıl daha önce idrak etmediği objeler karşısında potansiyel olarak bulunur. Bu potansiyel daha sonra bazı şeyleri idrak eder. O zaman da fiilen idrak etmiş olur. Bir de idrak ettiği sırada mutlak fiil halinde olur. Bu durumlara bakarak maddi akıl, bilfiil akıl, müstefat akıl kavramları ihdas edilmiştir. Hepsi de aynı aklın muhtelif derecesine işaret eder.


• Peki hocam Akıl ve nefsin bağlantısını nasıl açıklayabiliriz, aklın nefsi yönetmesi diye bir şey var mıdır?

Prof. Dr. Ahmet Kamil Cihan: Akıl da nefis de felsefe kültürümüzde gayrı maddi cevher olarak kabul edilir. Ancak her birinin varlığı diğerine göre farklılık taşır. Felsefe kültüründe beden canın taşıyıcısı; can nefsin taşıyıcısı; nefis de aklın taşıyıcısı olarak görülmüştür. Bu silsile ile madde ile mana, cisim ile ruh arasındaki irtibat kurulmuş olur. Nefis, hissetmek, duygulanmak, arzu ve istek gibi daha çok nefsanî fiillerin kaynağı olarak görülür. Bu fiillerin hepsi, muhakeme ve teemmülden uzaktır. Bu sebeple, bu türden fiillere hayvanlarda da rastlanır. Ancak insan aynı zamanda akıl kuvvesine sahip olduğu için nefsanî fiillerini aklın boyasıyla boyar. Bu yüzden nefis hoşuna giden şeylerin peşinden koşarken akıl hakikatin peşinden koşar. Nefsanî fiilleri de makul yönde idare eder. Bir düşünürün dediği gibi, yoldaki taşa takılarak canı yanan bir adam, o taşı tekmeleyerek yoldan uzaklaştırır. Şayet bu fiilinin arkasında yatan sebep, öfkesini tatmin etmek ise hayvanca bir davranış sergilemiş olur. Şayet sebep, başkaları da taşa takılıp canı yanmasın niyeti ise o zaman akli hatta ilahi bir davranış sergilemiş olur. Bir bakıma akıl, nefsi yönetip ahlak güzelliğini temin etmek için vardır. • Heyulani akıl ve garizi akıl nedir?

Heyulani akıl ifadesi maddi akıl anlamına gelir ve aklın dereceleri içinde sıralanan ilk akıldır. Yani henüz bir objeyi idrak etmemiş, potansiyel halde bulunan akıl için

B

izim kültürümüzde aklın üstünlüğü kabul edilmekle birlikte vahyin rehberliği ve kılavuzluğu da kabul edilmiştir. İslam mezhepleri içinde akla aşırı vurgu yapanlar olsa bile vahyin bir lütuf ve ikram olduğu dillerden hiç düşmemiştir. Batı’da olduğu şekliyle putlaştırma faaliyeti bizde mevcut olmamıştır.

kullanılır. Bir misalle bir bebeğin yazma sanatı karşısında potansiyel halde bulunması böyledir. Her ne kadar yazamıyor olsa da ileride yazma gücü vardır. Madde, her şekli almaya müsait olduğu için, ona benzetilerek bu ad verilmiştir. Yani bu akıl, her türlü makul objeleri almaya müsaittir. Garizi akıl doğuştan gelen akıl demektir. Heyulani akıldan çok farklı değildir. Hz. Ali’den rivayet edilen bir söze de dayandırılır. O aklı garizi ve kazanılmış olarak ikiye ayırmış ve ilki olmazsa ikincinin bir faydası olamayacağını söylemiştir. Kazanılmış akıl da bilfiil akıl veya müstefat akla karşılık gelir. Heyulani aklı filozoflar tercih ederken, garizi aklı din âlimleri

kullanmıştır. • Sayın hocam, nefis, yaşam devam ettiği müddetçe insanla beraber yani hayatın temeli olduğuna göre, öz itibariyle nefis nedir?

Prof. Dr. Ahmet Kamil Cihan: Biraz önce de geçtiği üzere nefis, hayatın temeli olarak görülür. Hepimiz de biliriz ki, ölü birinden, beslenme ve büyüme, idrak ve hareket gibi fiiller meydana gelmez. Zira onda hayat yoktur. İşte hayati fiillerin meydana gelmesine sebep olan ve her bir fiilin kendinde toplandığı birleştirici bir prensibe ihtiyaç vardır. Böyle birleştirici bir prensip olmazsa bu fiiller ayrı merkezlerde toplanır ve aralarında ARALIK 2012 / 293

21


bir bağlantı kurulamaz. Bu durumda canlı olan bir varlık “gördüm ve korktum, duydum ve anladım” gibi birbiriyle irtibatı kurulmuş ifadeler tertip edemez. İşte nefis, merkezi bir havuz olup, farklı hayat fiillerinin bir araya geldiği, irtibatlarının kurulduğu bir yönetim merkezidir. Bu merkez bedende olduğu sürece canlılık devam eder. Nefsin bedeni terk etmesi ölüm demektir. Burada bahsettiğimiz nefsin, tasavvuf kültüründeki nefis olmadığı açıktır. Onlar nazarında nefis, iştah ve şehvetin, öfke ve nefretin merkezidir. Bu merkezin kendi başına bırakılmaması gerektiği, kontrol ve disiplin altında tutulması gerektiği aşikârdır. Onların nefis tezkiyesi derken kast ettikleri, bundan farklı değildir. Disiplin ve tezkiye işlemi, nefsin isteklerine muhalefet ederek, zaruri olanları asgari seviyede karşılayarak, ibadet ve riyazete devam ederek olur. • İktisabi akıldan ne anlamamız gerekir?

Prof. Dr. Ahmet Kamil Cihan: İktisabi akıl, kazanılmış akıl anlamına gelir. Bilfiil akıl derecesine tekabül eder. İktisabi denmesi, garizi aklın onu akli işlemlerle elde etmiş olmasından ileri gelir. Tecrübî bilgilerden, ilmi hakikatlere kadar uzanan geniş bir yelpazedir. • Sayın hocam faal akıl ne demektir?

Prof. Dr. Ahmet Kamil Cihan: İnsanın makul hakikatleri bir anda idrak etmediği, bir hakikatten diğerine intikal etmek suretiyle onları kavradığı ifade edilmişti. Bunun anlamı şudur: “Düşünme fiili başlarken aklı aktif hale geçiren nedir?” bu soruya zihnimizdeki izlenimler 22

DERGiSi

A

llah, insanların kapasitesini bildiği için onlara bir takım görevler vermiştir. Bu görevleri yerine getirmeyeceği halde onları bize yüklemiş değildir. Bizdeki kapasite onları yerine getirmeye yeterlidir. Bu kapasitenin içinde ilk önce akıl gelir. Zira yükümlülüğünü bilmeyen biri onu eda da edemez.

şeklinde bir cevap verilebilir. Fakat maddi izlenimler gayrı maddi bir varlığı nasıl etkiler? Aralarında cins birliği yoktur. Akıl kendiliğinden de harekete geçemez. Zira onda böyle bir özellik olsa o her zaman idrak halinde bulunur. Oysa biz idrak fiilinin nasıl başladığını öğrenmek istiyoruz. Bu yüzden, bu seçenek de devre dışıdır. Bu durumda makul hakikatleri bilfiil bir anda idrak eden ve o da akıl cinsinden olan bir prensibe gerek vardır. O her zaman bilfiil olduğu için idrak etmediği bir hakikat yoktur. Akıl olduğu için de gayrı maddidir. İşte insan aklında düşünme fiilini başlatan ve başarıya ulaştıran bu varlığa faal akıl denir. Her düşünme fiilinde bilkuvve aklı bilfiil hale çıkartan, bilkuvve makulü bilfiil makul yapan prensip odur. Bir misalle ışığın, karanlıktaki görme kuvvesini ve görülür nes-

neleri bilfiil gören ve görülen hale getirmesi buna benzer. Faal akıl bu misaldeki ışık olup akıl görme kuvvesi, makul hakikatler de görülen nesneler yerindedir. • Ferdi ve sosyal etkenlerin akla tesiri ve aklı devre dışı bırakan sebepler nelerdir?

Prof. Dr. Ahmet Kamil Cihan: Akıl, insanlık mahiyetinin gereği olarak her insanda müştereken bulunur. Fakat gelişim ve kazanımları itibariyle herkeste aynı düzeyde değildir. Zira insanın mizacı, içgüdülerinin niteliği, duygusal durumu ve alışkanlıkları herkeste farklı olduğu için aklın açılımı da buna bağlı olarak farklı olur. Yine insanın aldığı eğitim, içinde bulunduğu ortam, çevresel ve kültürel şartlar da farklı olduğu için aklın gelişimi de farklı olur. Hür bir ortamda yetişen, kültürlü bir ailede büyüyen, iyi bir tahsil alan insan, bunlardan mahrum olanlara nispetle farklı olur. Yalnız, burada aklın farklı olması heyulani akıl veya garizi akıl itibariyle değil bilfiil akıl veya müktesep akıl itibariyledir. Bilfiil veya müktesep aklın farklı olması zaten hayatta rastladığımız durumdur. Aklın gelişimine tesir eden etkenler aynı zamanda onun işleyişine de mani olan etkenlerdir. Burada bir çelişki de yoktur. Şöyle ki, öfke ve nefret veya şehvet ve ihtiras gibi duygusal durumlar, çok güçlü olduğunda insanı aklın ışığına göre hareket etmekten alıkoyar. Akıl doğruyu ortaya koysa da duyguları kontrol altına almak gerçekten zordur. Burada akıl sözcüğünün Arapça’daki anlamına da işaret etmek gerekir. Akıl, Arapça’da mani olmak ve tutmak manasında da kullanılır. İnsanı kötülükten koruyan şeye Araplar


akıl demişler. Burada akıl-duygu çatışması söz konusudur. İradesi güçlü insanlar burada duygularına direnç gösterebiliyorlar. Fakat iradesi zayıf olanlar duygularına esir düşebiliyorlar. Eskilerin nefsine hâkim olamamak dediği şey, tam da budur. Yine, alışkanlıkların da aklın işleyişi üzerinde menfi etkisi olabiliyor. İnsan yanlış telkinleri duymaya, kötü fiilleri görmeye alıştığı zaman onlar ona tabii gelebiliyor. Tabii geldiği vakit onları sorgulamak gereği duymuyor. Yaşanılan birçok zulüm örnekleri, haksızlıklar, dolandırıcılık, haksız kazanç vs çok sık tekerrür edince tabii şeyler gibi oluyor. Burası çok mühim noktadır. İnsanın hem kendini hem etrafında olup biten olayları bir şeye kıyasla ölçüp biçmesi lazım. Aklı kaynak olarak görüyorsa doğrudan ona müracaat etmeli veya onu hâkim olarak görüyorsa kanunu, dini, örfü veya doğru kabul ettiği bir şeye kıyasla olayların hükmünü yine akıldan alması lazım. Her an teyakkuz hali, insanlara zor geldiği için kendilerini alıştıkları şeylere kolaylıkla bırakabiliyorlar. • Teklifin muhatabı olarak akıl ve eğitim ilişkisi nasıl olmalıdır?

Prof. Dr. Ahmet Kamil Cihan: Teklif, bir görevle birini yükümlü kılmak demektir. Kanuni, ahlaki veya dini tekliften söz etmek mümkündür. Fakat tekliften daha çok dini yükümlülük anlaşılır. Bir insana bir iş yüklenmek istendiği vakit her şeyden önce onun kapasitesini bilmek lazımdır. Onu taşıyabilir mi taşıyamaz mı, diye. Taşımayacağı bir şeyi insana yüklemek, zulümdür. Aynı durum dini yükümlülük için de geçerlidir. Allah, insanların

kapasitesini bildiği için onlara bir takım görevler vermiştir. Bu görevleri yerine getirmeyeceği halde onları bize yüklemiş değildir. Bizdeki kapasite onları yerine getirmeye yeterlidir. Bu kapasitenin içinde ilk önce akıl gelir. Zira yükümlülüğünü bilmeyen biri onu eda da edemez. Bilmeyen birine niye yapmadın denmez. Bu itibarla akıl kendine yüklenen görevleri idrak edecek kapasitededir. Görevlerini nasıl ve ne şekilde eda edeceğini bilme iktidarı onda vardır. Yine, görevini yapmadığı takdirde başına ne geleceğini de idrak eder. Bu sebeple olsa gerektir ki, “Aklı olmayanın dini de yoktur.” sözü meşhur olmuştur. Bu sözün hadis şeklinde bir rivayeti de vardır. Eğitim meselesine gelince, “Beşikten mezara kadar” olduğu belirtilmelidir. Sadece zihin eğitimi değil aynı zaman da irade ve duygu eğitimi de buna dâhildir. Ahlaken ve dinen makbul kabul edilen olaylara kalbi hisler beslemek, makbul olmayan olaylara karşı iğrenç duygular içinde olmak bir eğitim işidir. Yine cehalet ve taassup karşısında ilim ve marifet öğrenmek, tarafsız ve yansız olmak bir eğitim işidir. İradeyi iyi şeylere alıştırmak, kötü işlere alıştırmamak, alışmış ise onlardan vazgeçmeye çalışmak aynı cümledendir. Hayat bir ömür boyu olgun bir karakter gelişimi için harcanması gereken bir sermayedir. Bu sermayenin telafisi de, yedeği de yoktur. • Sayın hocam verdiğiniz bilgiler için teşekkür ederim. Allah razı olsun.

Prof. Dr. Ahmet Kamil Cihan: Ben teşekkür ederim. İlkadım dergimize de yayın hayatında başarılar dilerim.

Ahmet Kamil Cihan 07.12.1962 tarihinde Kayseri’de doğdu. İlköğrenimini 1974’de Kayseri’deki Ahmet Paşa İlkokulunda; orta ve lise öğrenimini 1981’de Kayseri İmamHatip Lisesinde tamamladı. Formel eğitiminin yanı sıra babası Celal hafız ile Yozgat Akdağmadeni emekli müftüsü Sadık Fidancı’dan klasik usulde bazı dersler de okudu. 1985 yılında Erciyes Üniversitesi İlahiyat Fakültesini bitirdi ve aynı yıl yüksek lisans eğitimine başladı. İki yıl sonra Erciyes Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İslam Felsefesi anabilim dalına araştırma görevlisi olarak girdi. 1988 yılında yüksek lisansını “Abdulgani Nabulusi ve Kelam İlmi Hakkındaki Görüşleri” teziyle tamamladı. 1991 yılında aynı anabilim dalında öğretim görevlisi olarak Fakültesinde derslere girmeye başladı. 1994 tarihinde “İbn Sina ve Gazali’de Bilgi Problemi” konulu doktora tezini verdi. 1997 tarihinde Erciyes Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İslam Felsefesi Ana bilim dalına yardımcı doçent olarak atandı. 2004 tarihinde “İslam Felsefesi” alanında doçent unvanını aldı. 2009 tarihinde “İslam Felsefesi” profesörü oldu. 2010 tarihinde İslam Felsefesi Anabilim Dalı başkanı; 2011’ Felsefe ve Din Bilimleri Bölümü başkanı oldu. Daha çok İslam Felsefesi ve Türk Düşünce Tarihi ile ilgili alanlarda lisans, yüksek lisans ve doktora düzeyinde dersler okutan ve çalışmalar yapan Cihan, halen Erciyes Üniversitesi İlahiyat Fakültesinde profesör olarak çalışmaktadır.

ARALIK 2012 / 293

23


KAPAK

Hizmet Adabı

R

Allah Yolunda Yardımcılar

abbimiz, yoluna ihlas ve samimiyetle koyulanları sevmiş, onlardan razı olmuş, onları teşvik etmiş, onları müjdelemiş, onları kıyamete kadar kullarına örnek olarak göstermiştir. Rabbimiz, “İsa, onların inkârını sezince “Allah yolunda yardımcılarım kim? Dedi. Havariler “Biziz Allah yolunun yardımcıları, Allah’a iman ettik şahit ol, biz Müslümanlarız” dediler. (Al-i İmran, 56) buyurmaktadır. İsa -aleyhisselam-’ın Allah yolundaki yardımcıları bir elin parmakları kadardı. Onlardan biri de İsa -aleyhisselam-’a ihanet edip, düşmanlarına şikâyet etmişti. Allah da onu İsa -aleyhisselam’ın suretine çevirip öldürülmekle cezalandırdı. Allah’ın -celle celaluhu- yardımı olduktan sonra Allah yolunun yardımcılarının, adedinin ne önemi var ki? Rabbimizin de, Rasulünün de, insanlara ihtiyacı yoktur. Allah 24

DERGiSi

Nureddin SOYAK

ve Rasulüne yardıma koyulma iradesi göstermek, Allah’ın yardımına müstehak olmaktır. Rabbimiz, “Hayır! Yalnız Allah yardımcınızdır, o yardımcıların en hayırlısıdır.” (Al-i İmran, 150) “Şüphesiz ki Allah kendi dinine yardım edene mutlaka yardım eder. Şüphesiz Allah, çok kuvvetli, mutlak güç sahibidir.” (Hac, 40) buyurmaktadır. Bununla birlikte Allah yolunda hizmet ederken yardımcılara ihtiyaç vardır. Rabbimiz Musa -aleyhisselam’ın duasını şöyle haber vermektedir: “Bana ailemden birini yardımcım yap.” (Taha, 29) “Andolsun biz Musa’ya kitabı verdik ve kardeşi Harun’u da ona yardımcı kıldık.” (Furkan, 35) Rabbimiz, ihlas ve samimiyetle yoluna hizmet edenlere, kıymetli yardımcılar ihsan etmiştir. Rasulullah -sallallahu aleyhi ve

sellem- Efendimize en yakınlarından düşman olanlar olmuş, Mekkeliler düşman olmuş, Allah da O’na ashabını ihsan etmiştir. Lut -aleyhisselam-’a, Nuh -aleyhisselam-’a eşlerinden çocuklarından düşman olan olmuş, Allah -celle celaluhu- onlara ümmetlerini ihsan etmiştir. Yusuf -aleyhisselam-’a kardeşleri düşman olmuş, Rabbimiz kendisini hapsedenleri, Yusuf -aleyhisselam-’a yardımcı kılmıştır. Rabbimiz; “Eğer sana hile yapmak isterlerse, şunu bil ki, Allah sana kâfidir. O, seni yardımıyla ve mü’minlerle destekleyendir.” (Enfal, 62) buyurmaktadır. Tarihe baktığımızda inkârcılardan, münafıklardan hatta Müslümanlardan nefislerine uyanlar bilerek veya bilmeyerek, Allah davasını sekteye uğratmaya çalışmışlardır. Rabbimiz, “Eğer yüz çevirirlerse bil ki Allah sizin dostunuz-


dur. O ne güzel dost o ne güzel yardımcıdır!” (Enfal, 40) “Zulmedenlere meyletmeyiniz yoksa size de ateş dokunur. Sizin Allah’tan başka dostunuz yoktur.” (Hud, 113) buyurmaktadır. İnsan fıtri olarak, hem gündelik işlerinde hem de Allah yolunda hizmet ederken, birilerinin yardımı ile mesrur, birilerinin engellemesi ile mahzun olurlar ama Rabbimiz, bunlara takılıp kalmamayı, Allah dost ver yardımcı olduktan sonra hiçbir şeyin, kendilerine engel olamayacağını müjdelemiştir. “Ölüden diriyi çıkarırsın, diriden ölüyü çıkarırsın, dilediğine de hesapsız rızık verirsin.” (Al-i İmran, 27) “Orada Zekeriya, Rabbine dua etti. ‘Rabbim! Bana katından temiz bir nesil bahşet, şüphesiz duayı sen hakkıyla işitensin.’ dedi.” (Al-i İmran, 38) “Zekeriya ‘Ey Rabbim! Bana ihtiyarlık gelip çatmış iken ve karımda kısır iken benim nasıl çocuğum olabilir?’ dedi. Allah, ‘Öyledir, Ama Allah dilediğini yapar.’ dedi.” (Al-i İmran, 40) Kısır bir kadından çocuk dünyaya getiren Rabbimiz, ne kadar güçsüz ve cılız da olsak ihlas

ve samimiyetle, Allah yolunda çalıştığımızda, küçük hizmetlerden, nice büyük hizmetler halk eder. Yeter ki nefislerinizi bulaştırmayalım, basit hesaplar peşinde koşmayalım. Rabbimiz, “Allah bir kimseyi, ancak gücünün yettiği şey ile yükümlü kılar. Onun kazandığı iyilik kendi yararına kötülükte kendi zararınadır.” (Bakara, 286) “Allah yolunda her ne harcar veya her ne adarsanız, şüphesiz, Allah onu bilir.” (Bakara, 270) “Hani, İmran’ın karısı, ‘Rabbim! Karnımdaki çocuğu sırf sana hizmet etmek üzere adadım. Benden kabul et. Şüphesiz sen hakkıyla işitensin, hakkıyla bilensin.’ demişti.” (Al’i İmran, 35) “Onu doğurunca, ‘Rabbim!’ dedi, ‘Onu kız doğurdum.’ -Oysa Allah, onun ne doğurduğunu daha iyi bilir- ‘Erkek, kız gibi değildir. Ona Meryem adını verdim. Onu ve soyunu kovulmuş şeytandan senin korumana bırakıyorum.’” (Al-i İmran, 36) “Bunun üzerine Rabbi onu güzel bir şekilde kabul buyurdu ve onu güzel bir şekilde yetiştirdi. Zekeriya’yı da onun bakımıyla görevlendirdi. Zekeriya, onun bulunduğu

bölmeye her girişinde yanında bir yiyecek bulurdu. ‘Meryem! Bu sana nereden geldi?’ derdi. O da ‘Bu, Allah katından’ diye cevap verirdi. Zira Allah, dilediğine hesapsız rızık verir.” (Al-i İmran, 37) Rabbimiz, yoluna, hizmetine ihlâsla bahşedilen şeyleri kullarından kabul buyurmuştur. Nefsimizi, neslimizi, Rabbimizin bahşettiği her şeyi, onun yolunun hizmetkârı kılmadan kurtuluşumuz mümkün değildir. Kırık dökük hizmetleri ile bir şey yaptığını zannedenler, Rabbimizin ihsan ettiği nimetlere, Rasullerin ve has kulların her şeyi ile hizmetlerine baksınlar da hizmet ediyorum demekten utansınlar. Rabbimiz, Gökleri, yeri, yağmuru, denizde yüzen gemileri, güneşi ve ayı, geceyi ve gündüzü, çeşitli renk ve biçimlerde yarattıklarını, denizin nimetlerini, rüzgarı, hayvanları, bütün yerdekileri ve göktekileri hizmetimize vermiştir. Rabbimiz, “Ey kavmim, ben buna karşılık sizden bir ücret istemiyorum, benim ücretim ancak, beni yaratana aittir. Hala aklınızı kullanmayacak mısınız?” (Hud, 51). buyurmaktadır. Rabbim bizleri Allah yolunun samimi yardımcıları yapsın. ARALIK 2012 / 293

25


Kapak

Yunus Keleş

Ş

Batılın “Makul” Gerekçeleri

erle imtihan olduğumuz gibi hayırla da imtihan olduğumuz bu dünyada, mucizelerde olduğu gibi fizik kuralları delinebilir ama sünnetullah asla değişmez. Bu meyanda akla rehber olan ama bütünüyle künhünü anlamaktan aklın aciz kaldığı ancak hikmetlerini tefekkürle aydınlandığı vahiy, ekmel anlamda ortaya koyduğu dünya görüşüyle en karmaşık sosyal ve psikolojik olaylara en sıhhatli çözümler önermiştir. Zamanımızda algı yanılmasının tipik bir örneği şudur: Formüllerle ortaya konan matematik, fizik, biyoloji, kimya gibi zahiri dünyanın sırrını çözmeye çalışan bilimler, sosyal ve psikolojik hayatın derinliği, karmaşıklığı ve problemleri yanında çok sade kalır. Bu nedenledir ki, bu gibi tabiat bilimlerinde sayısal verilere yatkın olan birçok beyin uzmanlaşabilir, çeşitli buluşlara imza atabilir, deney, gözlem ve tecrübelerle kendini kanıtlayabilir. Ama hayatın asıl manasını yansıtan ruh, kalp, nefis ve akıl gibi görünen dünyanın öte-

26

DERGiSi

sindeki değerlerle şekillenen hayata yön verecek derinlikli insan hem zor hem de az yetişir. Bu sebepledir ki her şeyi görünen dünya ile izah etmeye kalkan nice aklıevveller dünyaya nizamat vermeye kalkmış, İlahlık iddiasıyla olağanüstü güç vehmine kapılmış, vahyin nurundan uzak oldukları için insanlığa ancak sefahet, mihnet, zulüm ve hüsran hediye edebilmişlerdir. Nemrut, Şeddat, Firavun, Karun gibi mele takımının yönettiği toplumlar tebalarına hep makul gerekçeler sunmuşlardır. Bunlar memleketlerini imar etmişler, görkemli şehirler kurmuşlar, tebalarına hizmet eden teşkilatlar oluşturmuşlar bunun için gerekli nizam ve kanunlar vazetmişlerdir. Bunlar yeryüzünü imar için nice tedbirlere başvurmuşlardır. Nitekim Hz. Musa ile tartışırken Firavun tebasının dikkatini bu noktaya çekiyor: “Bu mamur ülkeyi bu hale getiren kim? Bahçeler, su kanalları, havuzlar, modern yapılar (o zamanın şartlarında) inşa ederek sizin refahınızı

sağlayan kim? Diyerek başgözlerine hitap ediyordu. (Zuhruf, 31) Nemrud da, ahalisinin refahı için nice şehirler kurmuş, büyük bir krallık kurmuştu. Büyük panayırlar kuruluyor, eğlence ve bayram etkinlikleri yapılıyordu. Ama hz. İbrahim’e karşı çıkışında tüm bu imkanlara sahip olmanın ayrıcalığıyla şımararak ilahlık iddiasına kalkışıyordu (Bakara, 258). Karun da bunca ihtişamlı zenginliğe ve salatanata aklı, bilgisi ve tecrübesiyle ulaştığı vehmiyle, istediği gibi tasarruf hakkına ve yetkisine sahip olmasının tabii olduğunu söylüyordu (Kasas, 78). Mü’min bir arkadaşına burun kıvıran bahçe sahibi de, kendisinin akıllı ve üstün olduğunu vurgulayarak, tüm imkânlara layık olduğu için sahip olduğunu, faraza tekrar diriltilse bile, bu üstün özellikleri gereği, ayrıcalığının (beyaz yakalılığının) orada da devam etmesinin en makul şey olduğunu söylüyordu. (Kehf, 36) Pagan-müşrik Roma asilzadeleri


de bundan farklı değildi. Onlar da nice şehirler kurmuşlar, nizamlar, müesseseler oluşturmuşlar, mamur ve zengin bir ülke peşinde koşmuşlardır. Tarihi kalıntılar her yerde bu gerçekleri dile getiren belgeler olarak hala bir şeyler söylemektedir. Sözün özü, dünyaya nizamat vermeye kalkan mele takımı, halk yığınlarına “biz zorbayız, sapığız, kan emiciyiz, sizi ezmek için varız, dünyayı başınıza yıkacağız” demiyorlardı. Tam tersine “biz sizin refahınız, mutluluğunuz için bunları yapıyoruz” diyerek en akıllı en güçlü meziyetlerle donandıklarını, ayrıcalıklarının tanrısal bir liyakate dayandığını empoze ediyorlardı. Bu sarhoş edici debdebe, zevk ve alkışlar arasında basiretleri köreldiğinden vahiy nurunu getiren Peygamberlere karşı hep şüphe ve vehimle yaklaşıyorlar; “Siz fesad çıkarıyorsunuz, mecnunsunuz, sihirbazsınız, saltanatı ele geçirmek istiyorsunuz” gibi sözler sarf ediyorlardı. Aslında bu ithamların arka planına baktığımızda onların asıl vurguladıkları, endişe taşıdıkları husus şuydu: “Siz insanların kafasını ve gönlünü çelerek, bizim koyduğumuz bu nizamı, hayat tarzını, sistemi değiştirerek iktidarımızı alt edecek, bu ihtişama siz sahip olacak, yeryüzünde debdebeyi, şaşaayı, saltanat ihtişamını siz yaşayacaksınız. Biz sıradanlaşacağız, unutulacağız, o azamet ve ihtişamdan mahrum kalacağız. Bunu size yedirmeyiz” vehmindeydiler (Yunus, 78). Bilmiyorlardı ki, Peygamberlerin derdi saltanat, ihtişam değildi. Onların asıl meselesi, sadece dünya hayatının zahirini mamur eden, insanları bununla kendilerine meftun eden, şeytani, nefsani heva ve hevesin peşinde insanları sürükleyerek istedikleri saltanatı, insanların sömürülmüş ve hüsrana sevk edilmiş kalp ve ruh dünyaları üzerine kuran bu güruhun aldatıcı, müfsid ve sefih çehrelerini

resmetmek, asıl mananın, hayatın ancak alemlerin Rabbine inkiyad, kulluk ve teslimiyetle gerçekliğe kavuşacağını göstermekti. Geniş halk kitlelerini sürüklemeye devam eden bu güruhun apaçık mucizelere rağmen halkı yönlendirebilmesi, aldatabilmesi öyle basit yaklaşımlarla izah edilecek türden değildir. Basiretleri bağlayan, ruhları esir eden, kalpleri heva, şehvet peşinde koşturan bir söylem geliştirmişler, buna davet eden ortamlar hazırlayarak kutsal, geleneksel şirk ilkelerine olan tutkuya mahkûm olmuşlardı. Mekke müşrikleri de böyle yapmamış mıydı? Onlar da kendi kurdukları düzenlerinin, nefsanî hayatın, ihtişam ve azamet hislerinin, kibir ve gururlarının bertaraf edilmesine tahammül edemiyorlar, birbiri arkasına inen vahiyler karşısında çılgına dönüyorlardı. İnsanların basiretlerinin açılması, gerçeği görmeleri, ruh ve kalplerinin aydınlanması karşısında şiddetli infial gösteriyorlardı. İslam’ın nurunun gün geçtikçe ziyadeleşmesi karşısında aciz kalınca da, Peygamberimize gelerek, kendilerine özel, ayrıcalıklı bir din olması hususunda pazarlık yapıyorlar böyle olursa Müslüman olacaklarını söylüyorlardı. Nefislerinin kibir ve azametini tatmin için islamı bile kullanma hevesine düşmüşlerdi. Bunun üzerine şu dehşetli ayetler indi: “Onlar, sana vahyettiğimizden başkasını bize karşı uydurman için az kalsın seni ondan şaşırtacaklardı. (Eğer böyle yapabilselerdi) işte o zaman seni dost edinirlerdi. Eğer biz sana sebat vermiş olmasaydık az kalsın onlara biraz meyledecektin. İşte o zaman sana, hayatın da, ölümün de katmerli acılarını tattırırdık. Sonra bize karşı kendine hiçbir yardımcı bulamazdın. (İsra, 73-75) Yani onlar arzu ettikleri bir din olsun istiyorlar, akıllarınca hayat tarzlarına uygun, yontulmuş, batılla

karışmış bir dine evet demeye hazırdılar. Yoksa vahyin ortaya koyduğu din her yönüyle akıllarına yatmıyor, nefislerine ağır geldiğinden, dik burunlarını aşağı eğdiğinden, ayrıcalıklı konumlarını kaybetme endişesiyle teslim olmuyorlardı. Sünnetullahın şaşmaz kanunu gereği, zamanımızın müşrik ve müfsid nizam koyucuları da aynı gerekçeleri kullanıyorlar. Onlar da insanların ruhlarını, kalplerini manevi bir disiplin altına alarak, heva ve hevesten uzaklaştıran bir dinin kendi düzenleri için en büyük engel olduğunu gördüklerinden, iğdiş edilmiş, kırpılmış, batıla hoşgörüyle muamele edecek bir din anlayışına ancak müsamaha gösterebileceklerini deklare ediyorlar. İslam, mensuplarından topyekün Allah’ın ipine sımsıkı sarılmalarını istiyor. Dinin bir kısmının alınıp bir kısmının geriye atılmasını reddediyor. Allah ve Rasulü’nün hükmü yanında tüm akıllar bir araya gelse vahye teslimden başka bir tercih hakkının olmadığını ilan ediyor. Yaratan yarattığına şekil veren, mahlûkatını en iyi bilen Rabbimiz Zülcelâl, kendi boyasından başka göz boyayıcıların cafcaflı, cümbüşlü boyalarına batamamamızı istiyor. Mahlûkatının saadeti için neyin gerekli olduğunu, hangi sosyal ve psikolojik tedbirlere muhtaç olduğumuzu O’ndan daha iyi kim bilebilir. Her şey zaten O’na muhtaçken, zaten kendisinin bahşettiği akıllardan daha iyi bilmez mi? “Siz mi daha iyi bilirsiniz yoksa Allah mı?” (Bakara, 140). Artık müşrikvari algılara dayalı hayat tarzı dayatan, heva ve heves bataklığına panayıra çağırır gibi davet çıkaran, biraz dinden biraz ondan biraz bundan müfsid bir dünya görüşü sunan tüm yaklaşımlara ruhumuzun ve kalbimizin sesini yükselterek Hakk’a kayıtsız şartsız teslim olma zamanı gelmedi mi? (Hadid, 16) ARALIK 2012 / 293

27


Kur’an İklimi

Selim Armağan

selim.armagan@ilkadimdergisi.net

“Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan ve ondan eşini yaratıp ikisinden birçok erkekler ve kadınlar üreten Rabbinizden korkun; kendi adına birbirinizden dilekte bulunduğunuz Allah’tan ve akrabalık (bağlarını kırmak)tan sakının. Şüphesiz Allah sizin üzerinizde gözeticidir.” (NİSA:1)

Aile ve İletişim

K

ur’an-ı Kerim’deki “Bir de akraba olanlar, Allah’ın kitabına göre, birbirlerine daha yakındırlar…” (Enfal:75) ayeti, yüce Mevla’mızın bizi aileden millete ulaşan sosyal bir varlık yaptığının ilanıdır. Her ailenin, her milletin ferdi diğerini daha iyi tanısın, onunla daha iyi kaynaşsın ve bir birlerine karşı sorumluluklarını üstlensin istemiştir. Fertten aileye, oradan tüm insanlığa şu beş şeyi koruma, geliştirme ve güzelleştirme görevini de vermiştir; 1. Canın korunması 2. Neslin korunması 3. Aklın korunması 4. Dinin korunması 5. Malın korunması Muhafaza ve müdafaa edilmesi gereken bu ana konular insanlığın aile yapısına, hukuk sistemine, iktisadına, ticaret ahlakına vs her şeyine yön ve yöntem veren ana kaynak olmuştur. Efendimiz de, “Sizden

28

DERGiSi

hiç biriniz kendisi için istediğini kardeşi içinde isteyinceye kadar iman etmiş olmaz.” buyurarak fertten cemiyete bir empati geleneği başlatmıştır. “Evlenince ne yaparım? Eşimle ve çocuklarımla nasıl anlaşırım?” gibi soruların cevabını iletişimin ilk kuralı olarak ortaya koymuştur: “SEVGİ ve MERHAMET”. “Sevmeyende ve sevilmeyende hayır yoktur”. Sevgi ve merhametten yoksun kişilerde kibir, bencillik, gaddarlık ve bunların sonucu yalnızlık gelişir. Yani anti sosyal bir kişilik oluşur. Kur’an-ı Kerim kurduğu bu sosyal yapı ile kalmamış bu manevi bağı anneyi, babayı, çocukları hatta amcaları dayıları ve teyzeleri de birbirine mirasçı yaparak birbirinden maddi ve manevi sorumlu yapmıştır. İslam, aileyi değerlendirirken Batılı’nın değerlendirdiği gibi de-

ğerlendirmez. Anne, baba ve çocuklardan oluşan ve çekirdek aile denilen aile tanımını kabul etmez. Aileyi anne, baba, çocuklar ve torunlar olmak üzere bütüncül ve koruyucu olarak tanımlar. Gerektiğinde amcalar-halalar, dayılar-teyzeler de bu birinci halkaya dâhil edilir. Bu tanımlamadan yola çıkarsak; dedesi, kayın babası, kayın annesi ve onların akrabaları ile eşinden birinci derece akraba olur. Dedenin çocukları da baba ya da anne olarak eşlerinden dolayı birçok kişi ile birinci dereceden akraba olurlar. Dedeler oğullarından, oğullar da çocuklarından sorumlu olarak birbirlerine tutunurlar. Tıpkı halkaları birbirine defalarca geçirilmiş güçlü zincirler gibi sağlam bir topluluk, sosyal bir grup, güçlü bir aile olurlar. Batılı’nın birkaç yüzyıldır bize süsleyip püsleyip sunduğu aile modeli kişileri daha çok ferdileştirmiştir. Dedesiz ve torunsuz nesil, geçmişi ve geleceği olmayan bir kuşak ol-


muştur. Mutluluğunu veya kederini paylaşacak dostları azalmış, etrafında iş arkadaşlığı vs. şeklinde özden uzak, mahallesini değiştirip gözden de uzaklaşınca unutulan geçici dostluklarla insanlar yalnızlaşmış; her şeyi istismara ve sömürüye açık hale gelmiştir. Türkçemizde işteşlik bildiren kelimelerle karşılıklı söylenen sözlere ya da karşılıklı yapılan davranışlara iletişim denir. Yazışma, konuşma, tanışma, mücadele, dayanışma, karşılaşma gibi. İletişim hep çift yönlüdür ve öyle olmaya devam etmelidir. Sevgi de böyledir. Tek taraflı sevmek aileyi ve toplumu ayakta tutmaya yeterli olmaz. Ailenin ve toplumun her ferdi diğerini sevmelidir. Teknolojinin geliştiği, herkesin cebinde en az bir cep telefonunun olduğu günümüzde en çok çektiğimiz sıkıntı, aile içi iletişimsizlik ve neticesinde sevgisizliktir. Bu iletişimsizlik, anlaşamamak, elektrik alamamak, ya da sadece konuşmakla ilgili değildir. Temel kargaşa, aile anlayışındadır. Öncekilerin tabiri ile “Hüsnü muaşeret”te yani karşılıklı olarak güzel konuşmak ve iyi yapmakla ilgilidir. Kur’an’ın çizdiği çerçeveden aileye bakarsak iletişim adına neleri yapmalı ya da neleri yapmamalı; şöyle sıralayabiliriz: 1. Her şeyin yaratıcısı ve yaşatıcısı Allah’tır. Aile içinde ve dışında na-

sıl konuşacağımızı da nasıl davranacağımızı da O bilir. Bu kuralı ev halkının tamamı kabul etmeli buna göre konuşmalı hak ve hukukunu da buna göre aramalıdır. Evde aynı havayı teneffüs ediyor diye herkes aynı hakka sahip olmaz, aynı şeylerden de sorumlu tutulamaz. Hayat müşterek diye kadına, erkeğe yahut çocuğa gereksiz yüklenmeler evde huzuru bozar. 2. Babalar ve anneler evlatlarına nasihat etmelidir. Onları dünya ve âhiret hayatına hazırlamalıdır. Onları muhatap alıp sevgi ve şefkatle konuşmalıdır. Çocuklarının eğitimini ve hayatının temel ilkelerini bakıcılara, neye rehberlik edeceğini bilemediği ağabeylere ve ablalara tevdi etmemeli, sorumluluktan kaçmaya çalışmamalıdır. Ebeveynin çocuklarıyla ilk konuşması gerekenler Lokman a.s.’ın oğluna yaptığı şu konuşmada özetlenmiştir: a) Ebeveyn çocuğuna neye, neden ve nasıl inanacağını net olarak anlatmalı ve onunla konuşmalıdır. “Hani bir zaman Lokman, oğluna öğüt vererek demişti ki: “Yavrucuğum! Allah’a ortak koşma, çünkü Allah’a ortak koşmak (şirk), elbette büyük bir zulümdür.” b) Müslüman kişinin ibadeti ve ahlakı konusunda tatlı bir üslupta çocuğu ile konuşmalıdır. “Yavrucuğum! Haberin olsun ki, yaptığın bir hardal tanesi ağırlığınca olsa da, bir kaya içinde veya

göklerde yahut yerin dibinde gizlense, Allah onu getirir, mizanına kor. Çünkü Allah en ince şeyleri bilir, her şeyden haberdardır.” “Yavrucuğum! Namazı kıl, iyiliği emret, kötülükten sakındır. Başına gelenlere sabret, çünkü bunlar, azmi gerektiren işlerdendir.” “Hem insanlara karşı kibirlenme ve yeryüzünde çalımla yürüme. Çünkü Allah övünen ve kuruntu edenlerin hiçbirini sevmez. “Yürüyüşünde tabii ol, sesini alçalt, çünkü seslerin en çirkini elbette eşeklerin sesidir”(Lokman: 13.16.17.18.19) c) İslam’ın iletişimi, Allah’ın nezaretinde ve murakabesinde kontrollü bir hayattır. Unutmamalıdır ki nezaket bize özellikle evimizde lazım. Kadın olsun erkek olsun evin dışında eş ve dostlarına kibar davranıp ailesine nezaketten uzak, kaba, gaddar; eş ve çocuklarına karşı terbiyesizce konuşan ve davranan kişinin konuşmalarını -rezil olmaktan çok korktuğu komşuları duymasa daAllah görmüş ve duymuştur. Onu bütün insanlığın önünde mutlaka hesaba çekecektir. “Ve de ki; “istediğinizi yapın! Yaptıklarınızı hem Allah görecek, hem Rasulü, hem de mü’minler görecektir. Sonra da gizliyi ve açığı bilen Allah’ın huzuruna iletileceksiniz. İşte o zaman, neler yaptığınızı size O bildirecektir.” (Tevbe:105)

ARALIK 2012 / 293

29


Hadis İklimi Ahmet Ağmanvermez

a.agmanvermez@ilkadimdergisi.net

“Bütün gözler kıyamet günü gözyaşı akıtacaktır. Şu gözler hariç: “ Allah’ın haram ettiği şeye kapatılmış gözler. Allah yolunda bir görevde uykusuz kalmış gözler. Bir sinek kafası kadar da olsa, Allah korkusundan dolayı yaş akıtmış gözler.” (Hakim, Darimi)

Gözlerimizi Haramdan Korumak veya

GÖZLERİN FİTNESİ

S

ahip olduğumuz nimetlerin en önemlilerinden biri de Allah Teâlâ tarafından bize bahşedilen gözdür. Dolayısıyla görme nimetinin şükrü, onu Allah Teâlâ’nın haram kıldığı şeylerden korumak, görmemiz gerekenleri de görmektir. Nefsimizle mücâdele ederek gözleri harama bakmaktan sakındırmak, bize dünya ve ahiret saadetini kazandıracaktır. Üzerinde günah işlediğimiz toprak mahşerde aleyhimize şâhitlik edecektir. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: “Kim, iffetli olmak isterse, Allah onu iffetli kılar. Kim, insanlardan istemekten vazgeçerse, Allah onu zengin kılar. Kim, Allah’tan sabırda muvaffak kılmasını isterse, Allah ona sabrı kolay kılar. Hiç kimseye, sabırdan daha hayırlı ve daha geniş bir nimet

30

DERGiSi

verilmemiştir.” (Buhârî; hadis no: 1469). Gözlerimizi serbest bırakarak sağa-sola çevirmez, boş ve gereksiz şeylere bakmaz, bakmamız gerekenlerde de ölçülü davranırsak, şeytanın zehirli oklarından korunmuş oluruz. Göz harama baktıkça kalp Rabbi’ne yönelemez. İbadet kıtlığımızın, kalp katılığımızın, yaşarmayan gözlerimizin en önemli sebeplerinden birisi, gözlerimizin baktıkları ve gördükleridir. Gözün de zinası vardır! Mü’min, insanların avret olan yerlerine, başkasının evinin içine, erkekler kadınlara, kadınlar erkeklere bakamaz. Erkek erkeğin, kadın kadının her yerine bakamaz. Fuhşun ve ona zemin hazırlayan haramların temelinde gözün gördükleri vardır. Göz etkilendikten sonra haramdan korunmak ve neslimizi korumak çok zordur. Çünkü Allah, kadın

ve erkeği birbirlerine meyilli yaratmıştır. Göze sınır getirilmezse, diğer organlar kontrol edilemez. Vakti boş olmak, Allah’a sığınılması gereken bir afettir. Bu günkü teknolojik ve elektronik iblisler, Hz. Âdem’i cennetten çıkaran İblis’ten daha tehlikelidir. Şu veya bu nedenle televizyon izlenmesi, bilgisayar ve internetin kontrolsüz kullanılması, bilebile ateşe koşmaktır. Ebu Hureyre (radıyallahu anh) Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: “Bütün gözler kıyamet günü gözyaşı akıtacaktır. Şu gözler hariç: “ Allah’ın haram ettiği şeye kapatılmış gözler. Allah yolunda bir görevde uykusuz kalmış gözler. Bir sinek kafası kadar da olsa, Allah korkusundan dolayı yaş akıtmış gözler.” (Hakim, Darimi) Allah Teâlâ, bir âyette şöyle bu-


yurur: “Allah, gözlerin hâin bakışını ve kalplerin gizlediğini bilir.” (Mü’min,19) Namahrem, yani nikâh düşen kadına bakmak, onunla el sıkışmak, şehevî arzuları kamçılayan sözleri söylemek veya dinlemek, böyle şeylerin peşinde dolaşmak, zinaya sebep olan hareketler olduğu için, bu hareketlere de mecazen zina denilmiştir. Çünkü göz nereye bakarsa gönül de oraya akar. Namahrem kadınlara bakmak, şehevî arzuları tahrik etmesi ve fitneye sebep olması, zinaya bir adım olması sebebiyle, gözün namahreme bakmaktan korunmasına büyük önem verilmiştir. Konuyla ilgili Nur Suresi’nde şöyle buyurulur: “Mü’min erkeklere söyle! Gözlerini harama bakmaktan sakınsınlar ve ırzlarını korusunlar. Bu, kendileri için çok daha temiz bir harekettir. Gerçekten ALLAH Teâlâ, kullarının ne yapacaklarından hakkıyla haberdardır. Ve mü’min kadınlara da söyle! Gözlerini harama bakmaktan sakınsınlar, ırzlarını korusunlar…” (Nur Sûresi, 30-31) Bu ayetlerde, gözün namahreme, harama bakmaktan korunması, cinsî uzuvların zinadan korunmasından önceye alınmıştır. Zira zinaya sebep: Göz ile temastır. Göz teması, bakışmalar zihin kirlenmelerine yol açmaktadır. Zihin kirlenmesine karşı çok hassas olan Hz. Peygamber (sallalla-

hu aleyhi ve sellem) Efendimiz, Huzeyfe (Radıyallahu Anh) den rivayete göre: “Harama bakış şeytanın zehirli oklarından bir oktur. Kim ALLAH Teâlâ dan korktuğu için onu terk ederse ALLAH Teâlâ bu hareketine karşılık ona bir iman verir ki o kimse imanın tadını ta kalbinin derinliklerinde hisseder.” buyurmuşlardır. (Hâkim Müstedrek 4/314) Kasıt olmadan göze çarpan görüntüler affedilmiştir. Aynı şeye ikinci defa bakmaya devam etmek ise haramdır. Oturulan bir evin açık olmayan kapısından veya penceresinden izlenmesi haramdır. Evlilik görüşmesi yapılırken, bir erkeğin evleneceği kadını ev kıyafeti ile görmesi ise caizdir. Cerîr b. Abdullah (radıyallahu anh): Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimize âni bakıştan sordum. Bana: “Bakışını hemen çevir.” buyurdu. (Müslim Âdâb 45 No:2159) Burada mevzubahis olan âni bakış, kasıtsız ve irâde dışı görmedir. Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz herhangi bir yerde ihtiyarsız olarak gözümüze aniden çarpan bir kadına tekrar-tekrar bakmaya devam etmeyi yasaklamakta, bakışlarımızı derhal çekmeyi emretmektedir. Böyle göze birden ilişen kadına istem dışı olarak o anda bakmanın herhangi bir günahı yoktur.

Nitekim Büreyde (Radıyallahu Anh) den rivayete göre Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz Hazreti Ali (Radıyallahu Anh) Efendimize şöyle buyurmuştur: “Ey Ali bakışına bakış ekleme. Zira ilk bakış sanadır. Yani birinci bakış bağışlanmıştır; ama ikinci bakış aleyhinedir.”( Tirmizî Edeb: 28 No:2778 ) Dönüp tekrar bakmak iradî olduğundan, o bakışın yazılacağına işaret etmiş, böylece harama götüren yolu baştan kapatarak zihni tertemiz temiz tutmak gerektiğine dikkat çekmiştir. Bir başka hadiste ise şöyle buyurulur: “Hiç şüphesiz Allah, Âdemoğluna yaptığı zinadan payına düşeni yazmıştır. Gözün zinası bakmaktır, dilin zinası konuşmaktır. Nefis arzular ve şehvet duyar. Tenasül uzvu da bunu ya doğrular ya da yalanlar.” (Buhârî,14/305; Müslim, 8/52) Bu hadis, şehvetle bakmanın haram olduğu hususunda açıktır. Bunun için, “nefis arzular ve şehvet duyar” Bunun anlamı, şehvetsiz olduğu zaman günah değildir, anlamına gelmez. Fitne zemininden uzak duralım. Göz gibi büyük bir nimetin nankörü olmayalım. Allah’ın cemalini görmek, o hazzı yaşamak için bu gözler bize lazımdır. Cennetten ve cemalullahtan mahrum kalmak istemiyorsak gözümüze ve baktıklarına dikkat edelim. ARALIK 2012 / 293

31


FIKIH

Mehmet Şentürk

mehmet.senturk@ilkadimdergisi.net

Alışverişlerde Dikkat Edeceğimiz Hususlar

T

icaretle meşgul olan bir

Müslüman’ın

özen

göstermesi

gereken ilk önem-

li konu, haram kılınan malların satışını yapmamaktır. Allah bir şeyi haram kılmışsa, onun bedelini de haram kılmıştır. Nitekim Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şarapla ilgili olarak

Allah bir şeyi haram kılmışsa, onun bedelini de haram kılmıştır.

gerek mal alırken ve gerek satarken bu hususlarda titizlik göstermesi gerekir.

van boğazlarken kasten Allah’ın

İslâm toplumunda malların fi-

adı anılmazsa o et haram olur.

yatlarına sun’î olarak yapılan

Buna göre, bir Müslüman böy-

müdahaleler asla câiz değildir.

le bir eti satamaz. Aynı şekilde

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve

put ve benzeri şeylerin de satışı

sellem:

İslâm’da yasaktır.

“Pahalılığı arttırmak için fi-

“İçilmesini haram kılan Allah’u

Çalıntı olan bir malın satılması

yatlara müdahale eden kim-

Teâlâ satılmasını da haram kıl-

veya piyasaya sürülmesi de caiz

seyi kıyamet gününde büyük

dı. “ (Ebû Davud, Büyû, 64) bu-

değildir. Hz. Peygamber sallalla-

bir ateşin üzerinde oturtmayı

yurarak meseleyi gayet açık bir

hu aleyhi ve sellem ’in:

Allah’u Teâlâ üzerine almıştır”

şekilde belirlemiştir.

“Kim bildiği halde hırsızlık-

Ticaretle meşgul olan bir

la elde edilmiş çalıntı bir malı

Müslüman’ın özen göster-

satın alırsa onun günahına ve

mesi gereken ilk önemli

alçaklığına

konu, haram kılınan malların

(Beyhakî, Sünen, V, 336) buyur-

satışını yapmamaktır.

duğu bilinmektedir. Buna göre ti-

ortak

olmuştur”

caretle uğraşan bir Müslüman’ın Aynı şekilde mü’min bir kasabın, Allah’ın adı anılarak kesilmemiş olan bir hayvanın etini satması da böyledir. Çünkü hay32

DERGiSi

Çalıntı olan bir malın satılması veya piyasaya sürülmesi caiz değildir.

buyurmaktadır. (Bu hususta geniş bilgi için bk. Narh ve İhtikâr maddeleri). İslâm toplumunda malların fiyatlarına sun’î olarak yapılan müdahaleler asla câiz değildir. İslam

toplumunda

karaborsa

(ihtikâr) haramdır. Karaborsa, bir malın fiyatının artması için


İslam toplumunda karaborsa (ihtikâr) haramdır. piyasadan çekilmesi, stok edilmesi, satılmaması ve fiyatı artınca satılmasıdır. Ticarette normal kâr helâldir. Fakat ticaretin gayesi her ne pahasına olursa olsun kâr, hele aşırı kâr elde etmek değildir. İslam’ın haram kıldığı aşırı kâr yollarından biri de karaborsadır. Karaborsanın insanlara pek çok zararı vardır. Bunları şöyle sıralayabiliriz: Piyasada sun’î darlık meydana getirmek, tüketimi sun’î olarak artırmak, bu vesîleyle enflasyonu yükseltmek, fazla fiyatla tüketicinin mağdur edilmesi, alıcı-satıcı arasındaki itimat, iyi niyet, sevgi ve saygının ortadan kalkması... Birkaç kişinin aşırı para kazanması için buna başvurması, günah sayılmıştır. Peygamberimiz karaborsacıyı şöyle tehdid eder. “Pazara mal getiren, ihtikâr (stok ve karaborsa) yapan lânetlenmiştir.” (Ibn-i Mâce, Ticaret, 6)

ticaretini yasaklayarak insanların birbirine kötülük yapmalarını önlemiştir. Malın özelliklerinin belirli olması gerekir. Peygamberimiz

Mal ve bedelin belirli olması ge-

şöyle

“Birbirinden

rekir. Alışveriş belirli bir malın

ayrılmadıkça alan ve satan pa-

belirli bir bedelle değiştirilmesi-

zarlığı bozmakta muhayyerdir.

dir. Mal veya bedelden biri belli

Alan satan doğru söyler, malın

olmazsa bu ticaret meşrû değil-

özelliklerini açıklarlarsa alış-

dir.

buyurur:

verişleri

bereketlenir;

yalan

söyler ve malın ayıplarını gizlerlerse ticaretlerinin bereketi yok olur. “ (Müslim, Büyû, 11) Malın özelliklerinin belirli olması, gizli bir kusuru bulunmaması gerekir. Satılan malın mevcut olması gerekir. Mevcut olmayan bir malın satışı caiz değildir. Mevcut olmayan malın alıcıya teslimi mümkün olmayabilir. Bu takdirde alıcı mağdur olacaktır. Böyle bir mağduriyeti önlemek için İslâm hukuku, hemen teslim edilecek veya teslim edilebilmesi mümkün olan malların satışını

kıymetli olması gerekir.

miz sallallahu aleyhi ve sellem,

şeylerdir. Haram olan malları satanlar insanlara kötülük yapmış olurlar. Dinimiz böyle malların

malın satışı caiz değildir.

ması, gizli bir kusuru bulunma-

uygun görmüştür. Peygamberi-

gerçekten onlara zararlı olan

Satılan malın mevcut olması gerekir. Mevcut olmayan bir

Ticarette mübadele edilen malın

İnsanlara haram kılınan şeyler,

Büyû, 13).

Malın teslim alınması, (Kabz): Satım akdinde, alıcının herhangi bir engelle karşılaşmaksızın, satın aldığı mal üzerinde tasarruf yetkisine sahip olması demektir. Bu işlem, satılan malın teslim alınması ile gerçekleşir. Mal ve bedelin belirli olması gerekir. Menkûl malların kabzdan önce satışının caiz olmadığı konusunda görüş birliği vardır. Delîl Hz. Peygamber’in şu hadîsidir: “Bir gıda maddesini satın alan kimse, onu kabzetmedikçe (teslim almadıkça) satmasın “ (Buhârî, Büyû, 54, 55, Müslim, Büyû, 29-34, 34-36, 39, 41)

meyveler meydana gelmeden

Menkûl malların kabzdan

tomurcuk veya çağla halinde

(teslim alınmadan) önce satı-

iken satışını yasaklamış, ancak

şının caiz olmadığı konusun-

dönmeye başladığı bir zamanda

da görüş birliği vardır.

satışına izin vermiştir. (Müslim, ARALIK 2012 / 293

33


Yrd.Doç.Dr.

İlhami Nalçacıoğlu i.nalcacioglu@ilkadimdergisi.net

eğitim

AKIL-VAHİY İLİŞKİSİ B

ugün bilim, kendi ahlak sisteminin oluşturamamıştır. Dinden alması gereken ahlak sistemini kullanmaması veya değiştirmeye kalktığı zaman bilim, insanlığın zararına kullanılmış olur.

T

arihî süreç içerisinde, deney, gözlem ve akıl yürütmeyi kendisine yöntem olarak seçen bilim ile kendisine yöntem olarak vahyi seçen din arasında, çelişkiler olduğu varsayımları yer almaktadır. Konunun özü, Batı medeniyetinin Orta çağ sonrası aydınlanma dönemi (Rönesans) arasındaki çekişmeden gelmektedir. Rönesans önce Batı medeniyetinde, skolastik (Hıristiyan Dinin temel umdelerini içerisine alan) düşüncesine karşı çıkış, Yunan Düşüncesinde de izlerini gördüğümüz, rasyonalizm (akılcı) ve hümanizm(insancıl)gibi akım34

DERGiSi

ların doğmasına neden olmuştur. Düşünce tarihinde yer alan bu akımlar, Hıristiyan dinin ve din adamlarının Batı toplumuna sundukları dünya ve ahiret hayatı anlayışına bir aksülameldir. Hıristiyan dini ve din adamlarına karşı çıkışı ifade eder. Akılcı ve hümanist cereyanlar, Hıristiyan dinin insanlar üzerine kurdukları baskı ve zorlamaya karşı çıkıştır, direniştir. Konunun bu boyutu ile İslam Dini ve din adamının özelliğini bilmeyenler, bu akım (akılcı ve insancıl) ile vahiy (İslam)arasındaki ikircikliği bizlere de taşıma cehaleti içerisindedir. Bizim toplumumuzda ne engizisyon mah-

kemeleri, ne de dünya dönüyor dediği zaman katledilenler ve ne de cennet satanlar vardır. Bilim, bilimsel kuşkuculuğu temel alır. Yöntem bakımından deney, gözlem ve akıl yürütme esas alınarak metafizik aleme (fizik ötesi, ahiret hayatı, öldükten sonra dirilme…) ait bilgiler ilgi alanına girmez. Deney, gözlem ve akıl yürütme ile cevap veremediği sorularda hükme varmaz. Akıl ve deneyi ön plana çıkaran ve onun sonuçlarına kendilerini bağlayan rasyonalistler ve hümanistler, bilimi dogma halinde tek doğru olarak inanç sistemlerinin içerisine aldılar. Din ve bilim arasındaki çelişki,


rasyonalist ve hümanist akımların oluşturduğu bu saplantı doğrultusunda iyi, doğru, güzel ve gerçeği araştırırken deney, gözlem ve akıl yürütme ile vahiyin arasını açmalarından kaynaklanmaktadır. Allahın varlığının kanıtlanması ve sıfatları, ibadet etmenin ve ölümden sonra dirilmenin gerekçesi hakkında ki, sorular bilim ve vahiy arasındaki çelişki noktalarının azalmasına, hata tamamen ortadan kalkmasını sağlar. Başka bir deyişle din; bilimin yöntemi içerisinde bulunan deney, gözlem ve akıl yürütmeye kendisini açarsa; din ve bilim arasında sorun kalmaz. İnsan için bir vaka olan Allah ve sıfatları, ibadet ve ahiret hayatı… dogma olarak değil de dini bir vaka, gerçek olarak bilim tarafından ele alınırsa bu çelişki ortadan kalkmış olur. Aslında din ve bilim birbirini tamamlar. Bilim, evrenin nasıl yaratıldığı ile din ise neden yaratıldığı ile ilgilenir. Güncel olarak bir örnek vermek gerekirse; bilim DNA’daki şifrelerin nasıl olduğu ile din ise, DNA’daki şifrelerin neden yaratıldığı ile ilgilenir. Bu noktadan bakıldığında bilim, evrendeki oluşumların nasıl olduğunu araştırma konusu yaparken; din ise nedenini, buna düzen vereni kendisine konu edinir. Bu ayrımda bilim DNA’daki şifreleri amaçsız olarak tesadüfe bağlarsa sınırını

aşmış olur ve bu takdirde din ile bilim arasında çatışma ortaya çıkar. Bugün DNA’daki şifrelerle oynamak mümkün iken; din, ilgilenmek gereksiz ve lüzumsuz derse sınırını aşmış olur. Bilim ve vahyin uzlaşma noktası konusunda bilim, benim ilgi alanıma evrenin nasıl yaratıldığı girer neden yaratıldığı benim yöntemlerimin dışında kalır derse dinle çatışma olmaz. Evreni okunacak bir kitap olarak kabul edersek, bu kitabın nasıl yazıldığı mürekkebi ve kâğıdı ile bilim, din ise; neden yazıldığı ve bütünsel anlamı ile ilgilenir. Bu belirlemeden sonra DNA konusuna tekrar dönmemiz faydalı olacaktır. DNA’nın şifreleriyle oynamak, bilim açısından mümkündür. Dinin buna karşı çıkması onu bilimden ayırır. DNA’daki şifrelerin insanlığın zararına kullanılması da, bilimi dinden uzaklaştırır. Bilim kendi ahlak sisteminin oluşturamamıştır. Dinden alması gereken ahlak sistemini kullanmaması veya değiştirmeye kalktığı zaman bilim, insanlığın zararına kullanılmış olur. Örnek vermek gerekirse, atom çekirdeğindeki dizilere müdahale etmek ve enerji üretmek pozitif bilimin önemli başarılarındandır. Bilimin ahlak standartı olmadığından atom çekirdeğindeki dizilere müdahale, onu atom bombası olarak insanlığa zarar veren bir unsur haline

getirmiştir. Bu tehlike, aynı şekilde DNA için de geçerlidir. DNA zincirine müdahale edilerek bitkilerde değişiklikler yapılabiliyor. Üretim artırılabiliyor. Eğer insan geni ile oynanırsa insan ve hayvan arası canlıların çıkabileceği de gerçektir. Daha açık bir deyişle, insan geniyle oynanırsa insan-hayvan arası canlılar ortaya çıkabilecektir. Veya maymun geniyle oynanırsa insana benzer canlılar oluşturulabilecektir. Oynanan maymun genlerinden insan görünümlü, ama maymun davranışlı canlılar oluşabilecektir. İnsanlığını öğrenemeyen insan ve hayvan görünümlü bu ara canlılar bilim açısından yakın gözüküyor. Bilimin ulaştığı bu nokta da DNA şifrelerinin değiştirilmesinin insanlığın zararına kullanılmaması için, dinin insanlara sunduğu Ahlak Sistemine ihtiyacı vardır. Bugün, insanlık her zamankinden daha çok evrenin nasıl oluştuğunu tespit amacına yönelik bilimsel yöntem ile neden var olduğunu kendisine yöntem edinen dini bağdaştırmaya ihtiyaç duymaktadır. Ne mutlu din ve bilimin oluşturacağı çağa renk ve can verecek yepyeni bir medeniyete kucak açanlara. ARALIK 2012 / 293

35


Ahmet Belada

ahmet.belada@ilkadimdergisi.net

R

aşid El Gannuşî, 1941 yılında Güney Tunus’ta doğdu. İlköğrenimi, Fransız okulunda tamamladı. Orta öğrenimini Zeytuniye Medresesi ‘n de okudu. Üniversiteler tamamen Batılı bir şekil aldığından, yüksek tahsil yapmak için Ortadoğu’ya gitmek gerekiyordu. Gannuşî de Suriye/Şam’daki, Edebiyat Fakültesi Felsefe bölümüne kaydını yaptırdı. Üniversiteye başladığı 1964’lü yıllarda Ortadoğu’da Arap milliyetçiliği hâkimdi. Bir süre bu akımın etkisinde kalan Gannuşî, sistem olarak laikliği benimsiyordu. O zamanlar dini sadece namaz ve oruçtan ibaret kabul eden Gannuşî, bunları yerine getirmekte de tembellik ediyordu. ‘Suriye Nasırcı Milliyetçi Parti’nin bir üyesiydi. Üniversitede Arap milliyetçilik fikrinden uzak, İslamcı Müslümanlarla

36

DERGiSi

tarihe yön verenler

TUNUS, Raşid El-Gannuşî ve MNL tanıştığında, İslam’a bakış açısı değişti. İslam’ın evrensel bakış açısına vakıf oldu. Ardından üyesi olduğu partiden ayrıldı. Ümmetçiliği seçti. Bilahare de batıl düşüncelerle mücadeleye başladı. Yüksek lisans ve doktora öğretimini devam ettirmek için Fransa’ya gitti. Oradan ailevi sebeplerden dolayı bir yıl sonra geri döndü. Tunus’ta bir ortaokulda öğretmenliğe başladı. Görevle beraber İslami çalışmalarını planlı programlı bir şekilde sürdürdü. Önce uzun süredir kapalı tutulan bir mescidin açılmasını sağladı. Ardından, yanına aldığı birkaç gençle çalışmalarını orada sürdürdü. Önce materyalist düşüncenin yanlışlığını, İslam’ın güzelliğini anlattı. Bu hizmetleri yürüttüğü yıllarda gençler arasında İslami yaşantının olmadığı, kapalı bir kızın dahi bulunmadığı dönemdi. Bu gayretin neticesinde tek tük İslami anlayışa sahip gençler gözükmeye başladı. Çalışmaların merkez üssü, okullar

ve camilerdi. “Yasemin Devrimi” ve Gannuşî Yeni cereyan eden, “Arap Baharı” nın oluşmasını sağlayan Yasemin Devrimine kısaca temas edelim. Her ne kadar bu hareketi Gannuşî’nin başlattığını söylemek mümkün değilse de. Onun yıllar önce başlattığı bir sürü emek vererek yetiştirdiği gençliğin bu harekâtta elbette ciddi rolü olmuştur. Kasım 2010’da, meyve sebze satıcısı olan işsiz bir üniversite mezununun, satış yapmakta olduğu arabasına polisin el koydu. Bunun üzerine o genç kendini ateşe verdi. Ardından önü alınamayan o meşhur hareket başladı. Tunus’un birçok şehrinde, bir anda protestolar ortaya çıktı. Protestocuların hedef aldığı başlıca konular; işsizlik, enflasyon, siyasi yozlaşma, ifade özgürlüğü ve kötü yaşam koşullarıdır. Tüm bunların ötesinde, demir yumrukla 23 yıldır ülkeyi yöneten


Zeynel Abidin Bin Ali’nin başkanlığı bırakmasıdır. (14 Ocak 2011) Yasemin Harekâtı Tunus’ta son 30 yıldır yaşanan sosyal ve siyasal olayların en dramatik dalgalarından biriydi. Maalesef yaralanmalar ve hayat kayıpları ile sonuçlandı. Bin Ali’nin ayrılmasından (kaçmasından) sonra, demokratik ortama geçilip, 60 gün içinde seçim yapılmasına karar verildi. Verilen karar doğrultusunda seçimler yapıldı. Yıllar önce ülkesini terk ederek, İngiltere’ye giden Gannuşî ülkesine döndü. Yeni oluşacak yapıda rol üstlendi. Türkiye’deki AKPARTİ’Yİ örnek alarak kurduğu partisi seçimlere katıldı. Hükümeti kuracak çoğunlukta parlamenter çıkararak hükümeti kurdu. Kendisi fiili olarak görev almadı. Yıllar önce ayrılmak zorunda kalan Gannuşî, döndüğü ülkesinin yönetiminde böylece rol almış oldu. Samimi ve kararlı çalışmanın sonunda, öyle veya böyle Allah lütfünü mazhar ediyor. Yasemin Harekâtı, Daha sonra, Libya, Mısır, Yemen, Bahreyn ve şimdide Suriye’de devam etmekte olan adına, “Arap Baharı” denen bir hareketin de başlangıcı oldu. TUNUSUN SİYASİ DURUMU Tunus Akdeniz’in kuzeyinde şirin bir ülke. 2. Dünya savaşının akabinde, emperyalistlerce (Fransız) işgal edilen Tunus’un malları yağmalanmış ve servetleri gasp edilmişti. Fransızlar, bir taraftan bu haksızlıkları yapıyor, diğer taraftan da zulmediyordu. Bu tür haksızlıkların sürdüğü 1950 yılında, ülke insanları bir büyük

kıyama geçti. Topraklarını gasp eden talancılara karşı, haklarını elde etmenin yolunu aradılar. O büyük mücadelenin başarıyla neticelenmesi yeni kıpırdanmalara sebep oldu. Ardından “Sahte kahramanlar” arz-ı endam etmeye başladı. Bu ayaklanma karşısında 1881 yılından buyana ülkeyi işgal eden Fransızlar ülkeden kovuldu. Artık yeni bir dönem başladı. Başladı başlamasına ama bu seferde kendisi Tunuslu, fakat kafa yapısı Fransız olan Habib Burgiba liderlik koltuğuna oturdu. 1954’te oturduğu bu koltuktan, kendisinin yetiştirdiği Bin Ali tarafından 1987’de koltuğundan indirilene kadar ülkeyi acımasızca yönetti. Bütün sömürge ülkelerinin bağımsızlık savaşının ardından gelen idarecilerin yaptığı gibi, Habib Burgiba da halkın istediği biri olabilmek ve sevgisini kazanabilmek için onların hoşuna gidecek işler yapmaya başladı. Yerini pekiştirip, belirli bir noktaya geldikten sonra su-i emellerini yürürlüğe koymaya başladı. Çok tuhaftır ki, bağımsızlık (kurtuluş savaşı) esnasında, konuşmalarında Kur’an ve Hadis’ten örnekler verir, hatta camilerde hutbe okurdu. 1936 yılında yazdığı bir kitapta, örtüsüz olarak evinden çıkan kadınları kınarken; l957’de ise kadınların örtülü dolaşmasını yasakladı. Hatta bir kanunla kız öğrencilerin başlarını örtmesini, l959’da çok evliliği, 1960’da da ülke ekonomisine zarar veriyor düşüncesiyle Ramazan’da oruç tutmayı yasakladı. Fransız yöneticiler bir takım kötülükleri yapıyorlarsa da, kanunlarla

İslam’ın hükümlerini kaldırmıyorlardı. Ulemaya gelince, bağımsızlık savaşından sonra iş bitti düşüncesiyle köşesine çekildi. Yönetime ve yöneticilere karışmadılar. Bir müddet sonra işin öyle olmadığını anladılar ama iş işten geçti. Ondan sonra ses çıkartmak isteyenler de meydanlarda idam edildi. Derken yapay, yerli iş birlikçi yöneticiler halka rağmen, batılı “dostlarının çıkarlarını koruyor, kendi halklarına olmadık zulümleri reva görüyordu. Uzun süren bu senaryo böylece oynandı. Derken Tunuslu Müslümanlar Gannuşî’nin de çabalarıyla, kişiliklerini kazanmaya, kendilerine gelmeye, İslam’ın gerçek veçhesiyle tanışmaya başladılar. Geç de olsa bu anlayış Tunus halkının uyanmasını sağladı. Özellikle dünyayı sarsan ve asrın hareketi kabul edilen İran İslam inkılâbı, bu süreci hızlandırdı. İSLAMİ YÖNELİŞ HAREKÂTI KURULUYOR (MNL) Tunus 50’li yılların sonunda ve 60’lı yılların başında bağımsızlığını kazanmasına rağmen toplumsal mücadelenin kızışması ve kalkınma hızının sıfıra inmesi gibi krizleri yaşandı. Bu durum tek yönlü ve tedrici bir siyasi hâkimiyetin teşekkülünü sağladı. Dolayısıyla kademeli olarak kurumlar ve toplumsal örgütler Burgiba’nın hegemonyasına girmeye başladı. İşler böyle giderken Muhammet El-Gannûşi’nin, İslami çalışmalarının yanı sıra, alternatif ekonomik ARALIK 2012 / 293

37


ve sosyal tercihlerde bulunması vatandaşın dikkatini çekti. Çıkarlarıyla çatışan devletin yapısını gözetlemeye başladılar. Tüm bu çalışma ve yaşananların ardından, 70’li yıllarda “İslami Yöneliş Harekâtı” kuruldu. Bu hareketin gayesi; yaşantı, kültür ve düşünce olarak İslam’a ve camiye saygınlığı yeniden tesis etmek, kültürel ve siyasal hayata canlılık getirmek, asli kimliğin, uyanışın gerçekleşmesi için çalışma yapmaktır. Bu anlayışla hareket eden İslami Yöneliş, çok kısa süre içerisinde büyük kalabalıkları yanında görmeyi başardı. Gannuşî, İslam’ın hayatın vazgeçilmez bir unsuru olduğu fikrini her fırsatta söylemeye çalıştı. Mücadelesinin bunun için olduğunu her fırsatta söylemeyi de ihmal etmedi. Çalışmalarını baltalamak, hızlarını kesip, toplum nezdinde küçük düşürmek için, Yöneliş mensuplarına “dini siyasete alet ediyor” düşüncesiyle karalamaya çalıştılar. İslami bilinçlenmeyi ilke edinen Yöneliş Harekâtı, Müslümanların güçlerini toplamasını, toplarken de onları bilinçlendirmeyi ve eğitmeyi sağlıyordu. Ayrıca tüm bunların olabilmesi için de, yeni bir çalışma sistemine ve yeni bir örgütlenme biçimine ihtiyaç vardı. Kurulacak olan bu örgüt, hedefini belirlenmiş, araçlarını sağlamlaştırıp, yönetimin sağlam olması şartı. MNL de bunu dikkate alarak örgütlendi. İSLAMÎ YÖNELİŞ’İN ÇALIŞMALARI Öncelikle gençlerin yetişmesini esas alan İslami Yöneliş, İslami 38

DERGiSi

değerlerin öğretilmesi, Kur’an’ ı Kerimin ve Hadis’in okutulması, ezberlenmesi ve anlaşılması, için eğitim faaliyetleri oluşturdu. Yürütülen eğitim çalışmalarında gençlere, İslam’ın sadece namaz, abdest meselelerinden ibaret olmadığını, oysa mensubu bulunduğumuz dinin dünya ve ukba dini olduğunu öğretmeye çalıştılar. Cami merkezli bu çalışmalar çok kısa bir süre içerisinde büyük bir sayıya ulaştı. Bu çalışmaların organizesini de genellikle üniversite gençliği yapıyordu. Bu çalışma biranda Tunus’un her yerinde kendinden bahsettirmeye başladı. Artık din Allah ve Resulünün tarif ettiği şekilde anlaşılmaya başladı. Hareket hem eğitim, hem de kurumlarıyla çalışmalarını sürdürürken, diğer taraftan düzenle çatışmamayı esas almıştır. Bu stratejiyi bilen hükümet yetkilileri, tahrik maksadıyla önce hareketin muhibbanlarını daha sonra da üyeleri tutuklamaya başladılar. Hareketin canlılığı düzeni çok korkuttu. Bundan dolayı öyle oldu ki, kimin elinde Kur’an kaseti bulsalar, kimi camide namaz kılarken görseler tutuklamaya başladılar. Hareketi bastırmaya ve baltalamaya çalışan zulüm ve işkence gösteren müstekbirler adeta şaşkına döndüler. Çünkü onların her türlü haksız ve orantısız baskılarına rağmen, çığ gibi büyüyen bir hareket oldu.

den hayata kavuşturulması… • Zeytune Üniversitesinde İslam şahsiyetini koruma faaliyetlerinin desteklenmesi… • Fikri ve kültürel hareketlerin desteklenmesi ve artırılması… • Yabancı dillere açılmakla birlikte eğitim ve idarede Arapçaya önem vermek… • Çözüm metodu olarak “şura” prensibi esaslarına dayalı hareket etmek… • Bütün yurtsever güçlerle yardımlaşarak, diktatörlükle mücadele etmek… • Tunus ekonomisini analiz ederek, adaletsizlik ve dengesizlikle mücadele etmek… • Mustazafların, müstekbirlere ve mutlu azınlığa karşı verdikleri mücadelede yanlarında yer almak. • Bütün boyutlarıyla bağımsızlık ve özgürlüğü gerçekleştirecek çalışmaları desteklemek. • İslam’ın kapsamlı tasavvuruna dayanmak ve laiklikten ve fırsatçılıktan uzak bir siyasal çalışma yürütmek. • Müslüman’ın vicdanını Batı’nın yenilgisinden kurtarıp özgürlüğe kavuşturmak… • Bütün dünya mustazaflarına kefil olacak çağdaş bir İslami düzen kurmak.

Bu çalışmanın mimarlarından Gannuşî’ye Cenab-ı Hak’tan hayırlı, sağlıklı uzun ömür dilerim.

• Dünyadaki Müslümanlarla kardeşlik ve yardımlaşma bağlarını sağlamlaştırmak.

Hareketin Yöntem ve Hedefi

• Dünyadaki özgürlükçü hareketlere destek ve yardım sağlamak.

• Camilerin ve mescitlerin yeni-


ilkadım kitaplığı

M.Selçuk Özdoğan

selcuk.ozdogan@ilkadimdergisi.net

Cennetle Müjdelenen On Örnek İnsan Ayşe ÇOKÇEVİK

K

ıymetli İlkadım Kitaplığı okuyucularımız. İnsan şahsiyete hayrandır. Birilerinin taklit etmek ister. Birilerine benzemek ister. Bizler de bu ay örnek alacağımız yıldızların en büyüklerinden on tanesini bizlere tanıtan “Cennetle Müjdelenen On Örnek İnsan”ı Ayşe ÇOKÇEVİK’in kaleminden tanıyacağız. Kitabımızda her bir sahabi neseb, künye, lakap ve şemail bilgileri ve hayatlarındaki önemli olaylarla bizlere tanıtılıyor. Hz. Ebubekir İlk sırada Hz. Ebubekir radıyallahu anh var. Peygamberlerden sonra insanların en faziletlisi. Rabbimizin “Ben ondan razıyım, acaba o benden razı mı?” hitabının muhatabı. Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellemin yanından bir an ayrılmamış, O’nun mağara dostu, yaşarken Allah Tealanın selamına nail olmuş büyük sahabi. Hz. Ebubekir’in Evvah, Camiul Kuran, ZülHilal, Halifetul Rasulullah lakapları vardır. Ayrıca Cenab-ı Hakk’ın, cennetlik olanların hepsine birden tecelli edeceğe, Hz. Ebubekir’e ise hususi tecelli edeceği” mübarek sahabi. Bu müjdeyi Ebubekir efendimiz hicretin devam ettiği kızgın çölde, açlık, susuzluk ve

yorgunluğun en zirvede olduğu zaman alıyor. Bütün olumsuzluklar bu sonsuzluk müjdesiyle son buluyor. Ve hayatından diğer önemli kesitlerle örnek almamız gereken Hz. Ebubekir daha iyi tanınmak için bizleri bekliyor. Hz.Ömer İkinci sırada Hz. Ömer radıyallahu anhı tanıyoruz. “ Güneş Ömer’den daha hayırlı birinin üzerine doğmamıştır.” “Nefsim Kudretinde olan Allah’a yemin ederim ki şeytan sana bir caddede rastlasa, yolunu değiştirir, başka bir yola girerdi.” “ Ebubekir ve Ömer peygamberlerden başka önceki ve sonraki orta yaşlı tüm cennetliklerin efendisidir.”şeklinde birçok müjdeli Hadis-i Şerif’in muhatabı Hz. Ömer. “Dünyayı ıslah etmek için kendimizi ıslah etmemiz icap eder. Kişinin büyüklüğü takvasıyla, üstünlüğü dindarlığıyla, şahsiyeti de güzel ahlakıyla ölçülür.” gibi muhteşem sözlerin ve “Allah’ım ruhumu iyilerle beraber al. Kötülerle beraber alma. Beni cehennem azabından koru. Beni hayırlı kulların topluluğuna kat. “Allah’ım zulmümü ve nankörlüğümü affet.”dualarının sahibi Hz. Ömer’i daha yakından tanıyoruz bu kitabımızla.

Hz. Osman Üçüncü sırada Zinnureyn olan, Tebük Savaşı’nda ordunun yaklaşık üçte birini tek başına donatan cömert Hz. Osman’ı tanıyoruz. Peygamberimizin: “ Allah’ım cenneti ona vacip kıl.”duasının muhatabı Hz. Osman’ı. En fazla zayi edilen şeyler şunlardır: Kendisinden bir şey sorulmayan alim. Kendisiyle amel edilmeyen ilim. Kabul edilmeyen doğru görüş. İçinde namaz kılınmayan mescit. Okunmayıp bir kenarda bir kenarda duran Kuran-ı Kerim. Ahiret yolculuğu için azık hazırlanmayan uzun ömür.”sözünün sahibi Hz. Osman’ı Ayşe ÇOKÇEVİK’in kaleminden tanımaya çalışıyoruz. Daha sonra sırasıyla Hz Ali, Hz. Abdurrahman b. Afv, Hz. Sa’d b. Ebi Vakkas, Hz. Said b Zeyd, Hz. Talha b. Ubeydullah, Hz. Ubeyde b. Cerrah ve Hz. Zübeyr b. Avvam’ı tanıyoruz. Ortalıkta bir sürü yanlış örneğin örnek diye takdim edildiği günümüzde “On Örnek İnsan’ı tekrar hatırlasak iyi olmaz mı? Hayat Yayınları ARALIK 2012 / 293

39


Abdullah Gülcemal a.gulcemal@ilkadimdergisi.net

la havle Yolcuyuz yol üstünde dağ olur, tepe olur. Gereksiz gerdirirsen olanlar ipe olur. İşlenen söz cevheri boyunlara gerdanlık, Parmağa kaşlı yüzük, kulağa küpe olur.

Kulaklara Küpe Olacak Sözler

Güzel söz, kökü yerde, dalları gökte olan güzel bir ağaca benzer.”

(Kur’an-ı Kerim : İbrahim, 24) Şüphesiz sözlerin en doğrusu en güzeli, Âlemlerin Rabbi olan Allah’ın ve âlemlere rahmet olarak gönderdiği Sevgili Habibî Peygamberimiz Efendimiz Hz.Muhammed sallallahu aleyhi ve sellemin sözleridir. Ayrıca Allah’ın bütün peygamberlerinin dışında nice salih zâtların, ehlullahın, mütefekkirlerin, devlet idarecilerinin, inancının ve düşüncesinin çilesini çekmiş dâvâ adamlarının söylemiş olduğu öyle güzel, öyle hikmet dolu sözleri okmuş ki; üzerinden yıllar, asırlar geçmesine rağmen günümüze kadar ulaşmış ve kıymet hükmünden hiçbir şey kaybetmemişlerdir.

40

DERGiSi

Hikmet dolu bu sözlerin her biri ayrı bir güç, ayrı bir ışık, ayrı bir cevher, ayrı bir ders, ayrı bir ikaz, ayrı bir tecrübe ve ayrı bir kıymet ifade ediyor. Sözün gücünü kimse inkâr edemez. Öyleyse; biz “lâf-ü güzaf” a kulaklarımızı tıkayıp, hikmetine ve gücüne inandığımız güzel sözlere, kulağımıza küpe olacak sözlere bakalım. Biz de bir de “kim söylemiş?” takıntısı var. Halbuki “kimin söylediği”nden ziyade, “ne söylediği” ne bakmak lazım… Hak bir sözü, doğru bir sözü, kim söylerse söylesin teşekkür edip hakkını vermek, yanlış bir sözü de kim söylerse söylesin, ikaz edip sahibine iade etmek gerekir. Merhum Karakoç’un dediği gibi:

“Beni dinle Ey Kadı / Bozuldu işin tadı. / Zulümse eğer adı / Yunan yapsa da aynı / Kenan yapsa da aynı.” Evet kimin söylediği hiç önemli değil… Önemli olan ne söylendiğidir… İşte zaman zaman dercettiğim, hikmet ehli kişilerce söylenmiş ihtiyaç duyanlar için kulaklara küpe olacak sözler : •

Zamanı ve sözleri dikkatli kullanın. İkisi de geri alınmaz.

Her kim sözlerinin de amelinden sayıldığını bilmezse günahları çoğalır.

Ne söylüyorsun, nerede söylüyorsun, kime söylüyorsun dikkat et.

Kulak, kendi söylediğini de dinlemek içindir.

Bir söz bir yarayı sarmalı.


• •

Güneşte verdiği sözü, gölgede bozandan hayır gelmez. Senden soruluncaya kadar susmak, susturuluncaya kadar konuşmaktan iyidir.

Suçlunun beraat ettirildiği yerde hâkim hüküm giyer.

Düşmanı olmayanın dostu da yoktur.

Kendine kabir değil, kendini kabre hazırla.

Haksızlığa karşı sükût etmek Hakk’a karşı haksızlıktır.

Başını acemi berbere teslim eden, yanından pamuğu eksik etmesin.

Dünya üç gündür. Dün, bugün, yarın. Dün geçti. Yarının geleceği belli değil. Öyleyse; bugünün kıymetini bil.

Yaşlanarak değil, yaşayarak kemâle erilir. Zaman insanları değil; armutları olgunlaştırır.

Öfkeli iken konuş, göreceksin ki pişman olacağın en güzel konuşmayı yapacaksın.

İşinizi Allah’tan korkanlarla istişare ediniz.

Dil ile düğümlenen diş ile çözülmez.

Yükselmenin en alçakçası, zayıfların sırtına basarak yükselmektir.

Çocuklar donmamış beton gibidirler, üzerlerine ne düşse iz bırakır.

Acemi marangozun talaşı tahtasından çok olur.

Günümüzde insanlar her şeyin fiyatını biliyor, hiçbir şeyin değerini bilmiyorlar.

Herkesle iyi olacak kadar kötü olmayın.

Çevrelerine uymak için kendini yontanlar tükenip giderler.

Kusuru kendisine söylenmeyen adam ayıbını hüner sanır.

Şahsiyetsiz adam toplumun dolgu maddesidir.

Küçük insanların gururu büyük olur.

Âlemde, âlimlerin yağcılığı olmasaydı, zâlimlerin zulme cesareti olamazdı.

Bir insana en büyük krediyi karakteri temin eder.

Şeytan adamın düşünü azdırır, suyunu ısıtmaz.

Gölgede duranın gölgesi olmaz.

Kabuğumuza vurulan boya zamanla içimize işler.

Tehlikelerin en büyüğü insanın kendini aldatmasıdır.

Dünyanın en yoksul insanı paradan başka bir şeyi olmayandır.

Kurdun devlet ve ikbâli, çobanın uyumasındadır.

Öfkenin ateşi önce sahibini yakar.

Eksik olsun alçalmakla elde ettiğin yemek !... Tenceren kaynıyor ama şerefin devrilmiş…

Haykıran sükûtlar vardır ki, ancak Allah işitir.

Silginiz kaleminizden önce bitiyorsa yanlışınız çok demektir.

İnsanların yaptıkları sahte paralar kadar, paraların yaptığı sahte insanlar da vardır.

İster mermi kullansın, ister oy pusulası, insan iyi nişan almalı. Kuklayı değil kuklacıyı vurmalı. Hiçbir kalbe kapısı kırılarak girilmez.Ahlâk ve zarafet bütün gönül gümrüklerinde geçerli pasaporttur.

Zâlimleri affetmek, mazlumlara zulümdür.

Kötü bir işin en güçlü tanığı vicdanımızdır.

Sarhoşun mektubu meyhanede okunur.

Rabbim bizlere her şeyin fiyatını değil, değerini kadir ve kıymetini bilme, anlama ve idrak etme şûurunu ihsan eylesin… ARALIK 2012 / 293

41


..

soz meydanı

İbrahim Çiftçi

ibrahim.ciftci@ilkadimdergisi.net

Hayatı Şiir, Şiiri Hayat

Ş

airin biri mısralarında diyor ki: “Öküzleriyle kardeş gibiydi Elif/ Yemezdi içmezdi yemeden içmeden onlar.” Buraya kadar normal. Kocabaş çok ihtiyardı, çok zayıftı

Mahzundu bütün bütün Sarıkız, yanı sıra Bu mısralarda öküzlerin adı verilir. Biri “Kocabaş” diğeri ise “Sarıkız.” “Olur mu ama erkek hayvana Sarıkız ismi?” demeyin. Şair öyle koymuş adını. Hani “Deniz manzaralı villalarda kahve yudumlayarak, pipo tüttürerek, viski yudumlayarak fakirlik edebiyatı yapan tatlı su sosyalistleri” ne anlar köyden köylüden, işçiden, fakirlikten.” deriz ya. İşte şairimiz de ne anlasın öküz isminden inek isminden. Bunun adı duygu sömürüsü yapmaktır. Yoksa o hayatı hissetmek değil. Şairler de bu yüzden “yaşayarak yazanlar, yaşarken hissedenler, hayatın içinde olanlar, hayal ile hissedenler, hayalleriyle hayatı yazmaya çalışanlar şeklinde tasnif edilebilir. Anılan şair de, içerik ve ahenk olarak başarılı bu şiirinde, tanımadığı hayattan yazdığı için hata yapmış. Siz ihtiyarlığına rağmen, muhanete muhtaç olmamak için karda kışta çalışan, elleri ayakları titreyen, karnını doyuramayan, hasta olunca bakacak kimsesi olmayan, soğuk odalarda yorgan altında titreyen, “kimse yok mu” demeyecek kadar da onurlu bir insan tanıdınız mı? Okuyun “Seyfi Baba”yı. Canlansın onun mahallesi, sokağı, evin kapısı, odası, mangalı, ıhlamuru gö-

42

DERGiSi

zünüzde. Sabrını yaşayın içinizde; şükrünü de. Onun için gider şair hasta Seyfi Baba’nın evine. O bir has kul. O bir tatlı insan. Şu sözler onun ağzından dökülür. Anlatır şaire: -Mehmed Ağa’nın evi akmış. Onu aktarmak için Dama çıktım, soğuk aldım, oluyor on beş gün. Ne işin var kiremitlerde a sersem desene! İhtiyarlık mı nedir, şaşkınım oğlum bu sene. Hadi aktarmayayım... Kim getirir ekmeğimi? Oturup kör gibi, nâmerde el açmak iyi mi? Kim kazanmazsa bu dünyâda bir ekmek parası: Dostunun yüz karası; düşmanının maskarası! Buna karşılık yardımsever ümmet ve milletin şairi elini keseye atar Seyfi Baba’ya yardım için ama kese boştur. O zaman aşağıdaki mısralar dile gelir gönülden: Ortalık açmış, uyandım. Dedim, “artık gideyim,” Önce amma şu fakîr âdemi memnûn edeyim. Bir de baktım ki: Tek onluk bile yokmuş kesede; Mühürüm boynunu bükmüş duruyormuş sâde! O zaman koptu içimden şu tehassür ebedî: Ya hamiyyetsiz olaydım, ya param olsa idi! Sonra kadınlar… Meyhane havasında uyuşmuş heriflerini arayan biçare kadınlar. Herifinin içki parası için el kapısını bekleyen kadınlar… Kocalarına “anan da çocukların da ben de açız.” diye inlerken ağzı salyalı sarhoşların “çalçene” nitelendirmesiyle “boşsun” denilerek boşanan kadınların hikâyesi. Torunlarına boş tencere kaynatan ihtiyar kadını da, meyhanede kötekle uzaklaştırılan tazeyi de ondan dinleyiniz. Dikildi ağzına baktım, açık duran kapının, Fener elinde bir erkek, yanında bir de kadın Teveccüh eyleyerek sonradan gelen babaya:


NOT: Şiir dâhil her türlü çalışmanızı “ Kültür ve Sanat Sayfası” olan “ SÖZ MEYDANI” na elektronik veya klasik posta yoluyla gönderebilirsiniz. Bekliyorum. ibrahim.ciftci@hotmail.com

-Demek taşınmalı artık çoluk çocuk buraya! Ayol, nedir bu senin yaptığın? Utan azıcık Anan da, ben de, yumurcakların da aç kaldık! Evet, sen el kapısında sürün işin yoksa! Getir bu sarhoşa yutsun, getir paran çoksa! -Bırak, köpoğlu kadın amma çalçeneymiş ha! -Benimki çok daha fazlaydı. -Etme! -Elbet ya! Onun için boşadım. Sen işitmedin mi Halim? -Kadın lakırdısı girmez kulağıma zati benim. Senin kadın dediğin adeta pabuç gibidir: Biraz vakti taşınır, sonradan değiştirilir. Çocuklar… Babaları şehit, harpte, meyhanede, kahvehanede… Anneler çaresiz, dedeler güçsüz. Devlet kendi başının derdine düşmüş. Ahlak varsa ara, bul ve çocuklar masumiyetin timsali. Okumak isteyip okuyamayan, gezmek isteyip gezemeyen, çocukken evi geçindirme yükünü yüklenen çocuklar. Onlar da şairin dilinde, gönlünde, Küfe şiirinde: Genişçe bir küfe yatmakta, hem epey eski. Bu bir hamal küfesiymiş... Aceb kimin? Derken; On üç yaşında kadar bir çocuk gelip öteden, Gerildi, tekmeyi indirdi öyle bir küfeye: Teker meker küfe bîtâb düştü tâ öteye. -Benim babam senin altında öldü, sen hâlâ Kurumla yat sokağın ortasında böyle daha!. O, bunca yıl çalışıp alnının teriyle seni Nasıl büyüttü? Bugün, sen de kendi kardeşini, Yetim bırakmıyarak besleyip büyütmelisin. -Küfeyle öyle mi? -Hay hay! Neden bu söz lâkin? Kuzum, ayıp mı çalışmak, günah mı yük taşımak? Ayıp: Dilencilik, işlerken el, yürürken ayak. Her evde okunan Kur’an, hadis, peygamberimizin hayatı, ilmihal gibi kitaplar olmalı. Bunların yanında da SAFAHAT olmalı. Eskiyen kelimeleri, eskimeyen üslubu, akıcılığı, ahengi ve konularıyla bir dönemin devrelerini (Safahat=safhalar) anlatan safahatı, tanıdığımız veya tanıyamadığımız hayatı öğrenmek, yaşamak için okumalıyız. Hayat şairi Akif=Şiiri hayat, hayatı şiir=SAFAHAT

N

esbel heceyle çalışmalarına aruzu da eklemiş. Aruz bir ilimdir.İmam Halil Bin Ahmet’in duasıyla verilen bir ilim. Divan şiirinin üstadlarının yanında T.Fikret, M.Akif, Y.Kemalgibi son zamanların söz ve belagat ustaları da aruzu çok başarılı Türkçeye uygulamışlardır. Nesbel, Yahya Kemal’e naziresinde aruz veznini başarıyla kullanmış. Tabi hem aruz, hem ahenk, hem anlamın bir şiirde eksiksiz yer alması zor. Nesbel, anlamı ve aruzu halletmiş gibi. Ama ahenk ve akıcılıkta eksiklikler var. Şiiri okurken siz de bunu fark edersiniz. Ama ilk denemelerde bu çok normal. Nesbel yazdıkça biz de değerlendireceğiz.

Dolmayan Mâbed Süleymâniye* Yahya Kemal’in Hatırasına Aynı duymuştu ki aydınlığı her sâniyede Avlusundan bu hayal düştü Süleymâniye’de. Biz mi sardık, bilemem kubbede üç beş ciheti, Sâde vâiz duruyor câmide sohbet saati. Ecnebîler bile kâm almadalar manzaradan Ağlıyor tozlu zaman perdesi her bir aradan. Bitmiyor nâkıs o melun bir acâyip geceler, “Subhanallah” diyerek hangi ağızlar heceler? Bir gidiş var!.. Ne vahim, hem de nasıl rıhle ki bu? Ortalıklar yürüyen rüsva cesetlerle dolu. Her necib millete yâr olmayacak bir yapıdan Bîhaberler çıkacak belki de bir gün kazıdan. Bitmeyen sesle karıştıkça karanlıkla ışık Çıplacık avluda fâsık ve münâfık karışık: Üç beş on baldırıçıplak üşüşür her kapıya Doldurur tüm kiri birden bu mübârek yapıya. Tanrı’nın mâbedi bundan yine mahzun oluyor. Dolmayan câmi: “Süleymâniye” târîh oluyor. fâ i lâ tün / fe i lâ tün / fe i lâ tün / fe i lün NESBEL *Her girdiğimde namaz cemaatinden çok turistle karşılaştığım bîçare yapı Süleymaniye’ye olan derin mahzûniyetimden mâdâ bu isim tercih edilmiştir. Usta kalem Yahya Kemal, bu mâbedi tarif ederken cemaatin kalabalığından ziyadesiyle memnun gözüküyor. Oysa şimdi Cuma namazlarında bile dolamayan bir Mimar Sinan eseriyle karşı karşıyayız. ARALIK 2012 / 293

43


Mehmet Erturan

erturanmehmet@hotmail.com

genç bakış

Şehadet Parmağımız &

Zafer Tanrıçası

44

DERGiSi


E

n son ne zaman şehadet parmağınızla birlikte izzetli bir poz verdiniz? Veya şehadet parmağıyla poz veren bir mü’mini, mücahidi gördünüz? Umarız fazla düşünmeden verebileceğiniz bir cevabınız vardır. Yeni nesiller için hatırlatmakta fayda var. Şehadet parmağımız başparmağımızın hemen sağında. Tabi ki sağ elimizden bahsediyoruz. Sol elimizi niçin ve nerelerde kullandığımız ilmihal kitaplarının temizlik bölümünde yazıyor. “Şehadet, bir çağrıdır.” Kime? “Tüm nesillere ve çağlara.” Tırnak içindeki alıntılar ve bu diri sesleniş kendisine şehadet nasip olan isimlerden Metin Yüksel’e ait. Bir de bu cümleden ilham alınarak yazılmış bir ezgi var. İçerisinde şehadetle ilgili şu satırlar geçiyor; “Kalbimizde Tevhid ile /Göğsümüzde bir mermiyle /Dilimizde tekbirlerle / Şehadet isteriz ya Rabb…” Kur’ânî bir terim olarak şehadet, bir Müslüman’ın Allah yolunda, İslâm uğrunda can vermesi anlamına geliyor. Bu uğurda canını verene de şehid deniyor. Şehadet parmağının kullanılırlık oranına dair duyduğumuz merak sonucunda yaptığımız kısa bir araştırmadan sonra, şehidliğe yani asıl zafere duyulan özlemin görsel bir mesajı olan bu güzelim işaretin en çok Çeçen müca-

hidler tarafından kullanıldığını gördük. Öyle ki, içindeki galibiyet sevincini göstermek ve zaferini simgelemek isteyen Çeçen asıllı millî sporcumuz Hüseyin Özkan bile 2000 yılında düzenlenen Sydney Olimpiyatları’nda judoda altın madalya kazanınca kürsüde bu işareti yapıyor. 2008’de yapılan Pekin Olimpiyatları’nda güreşte ülkemizi temsil eden ve altın madalya kazanan Çeçen kardeşimiz Ramazan Şahin de zaferini şehadet parmağını kaldırarak verdiği pozla kutluyor ve bizleri de heyecanlandırıyor. Milli Nizam Partisi’nin logosunda da şehadet parmağını görüyoruz. Üstad Necip Fazıl, ‘Canım İstanbul’ şiirinde “Şehadet parmağıdır göğe doğru minare” derken, bu isimlendirme hassasiyetini mısralarında yaşatıyor. Yoksa birileri bizim şehadet parmağımıza işaret parmağı diyor. Hâlbuki biz, bir şeyi işaret ederken parmakla değil elle göstermenin sünnet olduğunu biliyoruz. Şehadet parmağı Müslümanlara ait bir sembol ve her sembol gibi özel bir anlamı var. Trafik işaretlerinin hemen hemen tümünde yazı yoktur. Ancak bu işaretlerin ne anlama geldiğini ehliyeti olanlar anlar. İşte şehadet parmağının ne manaya geldiğini de şehidlikte gönlü olanlar iyi biliyor. Peki, şehadet parmağı ümmete

ait olduğu halde günümüzde niye sadece Afgan veya Çeçen mücahidlerine has bir özellik kazanıyor? Ümmet, Filistin’de Suriye’ de Irak’ta ve dünyanın isimlerini dahi bilmediğimiz birçok bölgesinde cihad etmiyor mu? Ediyor! Eee… Tespit: Zafer işareti Müslümanlar arasında aldı başını gidiyor. Şehadet, dillere dolanırken parmaklardaki yerinden sürgün ediliyor. Filistin’de bile… Şehadet parmağımız cennetin en müstesna köşelerinden biri olan şehidlik makamına karşı beslediğimiz sevgimizi ve canım Tevhid’i ifade ederken, zafer işareti de kim oluyor ve ne manaya geliyor? Cevap: V işareti, II. Dünya Savaşı’nda zafer işareti (İngilizce Victory kelimesinin baş harfi olan V’yi simgeleyecek şekilde) olarak dönemin İngiltere başbakanı Winston Churchill tarafından yaygınlaştırılıyor. Bir rivayete göre bu işaret ilk kez 1415’te İngiliz - Fransız savaşında kullanılıyor. Kelimenin asıl kökeni ise Latince’de karşımıza çıkıyor. Victoria, Roma mitolojisinde zafer tanrıçasına verilen isim! Şehadet parmağı hak ettiği ilgiyi beklerken, müşrik Batı’nın görsel medya aracılığıyla evrenselleştirdiği bu işaret Müslüman parmaklara hiç yakışmıyor ve muhalefeti sonuna kadar hak ediyor. ARALIK 2012 / 293

45


imbik

Nuri Ercan

nuri.ercan@ilkadimdergisi.net

Yarım Kalan Tahsil

A

kıl, vahiy medresesinden mezun olmadan adam olamayacağını iyi bildiği halde, tasdikname ile okulunun ikinci sınıfından ayrılmak zorunda kalmıştı. Bizzat kendisi istemişti okuldan ayrılmayı. Diplomadan falan feragat etmişti. Oysa o, diploma ile vahyin emrinde çalışarak ebedi kazançlar elde edeceğini hocalarından öğrenmişti. Velisinin bu meyandaki sözleri de kulaklarında çınlıyordu. Pek ala biliyordu ki, öğrendikleri birer hakikatti. Nasıl oldu ise oldu, kendisine hakikatleri ilka eden velisini, hocalarını kale almaz hale geldi.

Okul, sıkıcı geliyordu bu yaşadıklarının yanında.

hem de okulda öğrendiklerini reddetmemişti. Hayattan, sokaktan öğrendikleri öne geçmiş, okuldan elde ettikleri geri planda kalmıştı.

Ders, ders, ders... Haramlar... İbadetler... Ebedi hayat... Cennet... Cehennem... Sırat...

Kendini yeterli ve donanımlı görüyordu.

Vız gelip, tırıs gidiyordu derslerde işittikleri.

Müfredatta bir değişiklik yapılsa, bazı dersler kaldırılsa, okula devam ederdi belki.

Bir de derslerde öğrendiklerinin gerçekliğinden şüphe eder hale gelmişti. Üstelik, Batılı hemcinsleri, aklın bildiklerini bilmeden, nasıl zirvelerde dolaşabiliyorlardı. Bunlara akıl erdiremiyordu.

Tahsile gerek yoktu artık.

Hele hele tâbi olmak çok zoruna gidiyordu. Medrese demek esirlik demekti. Ağır ve uzun sürecek bir müfredat... Emir altına girmek... Zor işti akıl için.

Nefisle takılmaya başladı.

Lakin tahsilinin başında olduğunu, daha zamana ihtiyacı olduğunu da bir türlü kavrayamıyordu.

Nefisle birlikte şeytanı dinlemekten zevk almaya başladılar.

Ama yine de gönlünde bir tereddüt yaşamıyor değildi.

Böylece sıkıcı okul günleri sona ermiş, özgürlükle baş başa kalmıştı.

Dostu ile kendine göre çok güzel günler geçiriyordu.

Fırtınalar kopuyordu zihninde.

Aylar ayları, yıllar yılları kovaladı, zaman ilerledi.

Macera, adrenalin, zevk eğlence gırla gidiyordu. Akıl akıl olalı böyle bir hayatı akletmemişti. Kendisini hiç bu derece enerjik bulmamıştı. Etrafından övgüler alıyordu. Kendisi ile böyle gururlanabildiğini hiç hatırlamıyordu. Basit çalışmaları, öne çıkmaları bile takdir ediliyordu.

46

“Bir numarasın, kralsın, hipersin, süpersin” kelimeleri kulaklarının çok hoşlandığı kelimeler olmuştu.

DERGiSi

İçinden bir ses “yapma, yanlış yoldasın” diye haykırıyordu. İkilemler arasında kıvrandığı geceler oluyordu. Ama her ne zaman nefisle birlikte şeytana uğrasalar, şeytanın fikirleri ile tatmin olup eski haline dönüyordu.

Ve tasdiknamesini alarak olabildiğince özgür yaşamaya karar verdi.

Akıl, kendine göre her akıldan üstün bir konuma yükselmişti. Gözü açık biri idi. Kimi zaman “aklımı seveyim, aklımı seveyim” demekten kendini alamazdı.

Artık hayat güzel; okul zordu.

Makam mevki sahibi, meşhur biri oluvermişti

Akıl işte, akıllılık etmeden duramaz ya!

İktidar fırsatlarını iyi değerlendirmiş, mal mülk sahibi olmuştu.

Hem yaşadığı hayatı benimsemiş,

Arada bir “Mal sahibi mülk sahibi,


hani bunu ilk sahibi” dediği de olurdu. Bu durumlarda nefis imdadına yetişir, mevzuyu değiştiriverirlerdi. Elde ettiklerini, kendini çok iyi çalıştırmasına ve her aracı mubah görmesine borçlu olduğuna inanırdı. Tasdikname ile ayrıldığı okulun öğretilerini de zaman zaman kullanmaktan çekinmemişti. Hedeflerini tespit ederken, onlardan istifade etmekten geri durmamıştı. İyi binit, geniş ev ve güzel hatuna sahip olmanın en önemli nimetler olduğu fikrini bir hadise dayandırıyordu. İnsanların dertleri ile dertlenmenin sevap olduğunu söylemekten çekinmezdi, lakin pek oralı olmazdı. Bütün akılların kulluk için yaratıldığını bildiği halde kimin kulu olduğunu pek düşünmüyordu. Başkaları ile ilişkilerinde, en sadık arkadaşı olan nefsi ve menfaatlerini öncelerdi. Sosyal hayatta, bürokraside ilişkilerini ast ve üst kurallarının oluşturması gerektiğine inanıyordu. Ona göre, kardeşlik galiba zayıfların işi idi. Ne var ki, zaman zaman kalbinde bir sızı hissettiği oluyordu Sanki bir yerlerden hatırladığı Hucurat Sûresi başka şeyler söylüyor gibi idi. Ayrıca, elde ettiklerinin, mutluluklarının, gururlanmalarının hatta bizzat kendisinin bir sonunun olacağı fikri ağzının tadını kaçırıyordu. Yanlış giden bir şeyler vardı. Bunu ruhunun sessizliği ve gönlünün iniltilerinden anlıyordu. Ne var ki kocaman akıl, ne akledeceğini akledemiyordu. Oysa kendisine vahiy olmadan sen bir hiçsin denildiğini iyi hatırlıyordu.

KÛŞE-İ TEBESSÜM İlk maaşın hayalleri ile atama kararnamesini eline alan imam kardeşimiz, müftülükten hızlıca otogara geçti. Gideceği ilçeye bilet yoktu. İlçenin bağlı olduğu ile bilet aldı. Beklerken 3-4 saat sürecek yolculuk süresince acıkacağını hesap edip karnını doyurmaya kara verdi. Vakti gelince otobüs hareket etti. Otogardan çıkış vizesini kaptana teslim eden muavin eline mikrofonu alarak; —Lütfen telefonunuzu kapatın sayın yolcular! Otobüsümüzün firen sistemine zarar vermektedir” ilanını yaptı. Bu ilan, her yolcu binişinde ve yolcu inişinden sonra muavin tarafından tekrar edildi. Muavinin sesi güzel olduğundan imam efendi de her ilanı muavinle beraber tekrar etti. Bu durum il otogarına kadar 5-10 kez tekrarlandı. Şehrin otogarından atandığı ilçeye gidecek otobüse binen yeni imamımız oldukça heyecanlı idi. Otobüse biner binmez, “Lütfen cep telefonlarınızı kapatın sayın yolcular! Otobüsün firenine zarar vermektedir” ilanını tekrar duyması da hoşuna gitti. Yanındaki yolcu ile sohbet etse de ikinci muavinin yol boyu sesli duyurularına katılmayı da ihmal etmedi. İlan metnini iyice ezberlemişti. Nerdeyse iki muavinin vurgularını bile aynen yapıyordu. Ve imamımız atandığı camiye ulaştı. Vakit akşam namazı vakti idi. Müezzine durumu anlattı. Müezzin ezan okurken o abdestini aldı. Kamet getirilince heyecanlı ve telaşlı bir şekilde mihraba doğru yürüdü. Tam tekbir almak için ellerini kaldırdığında acı bir Nokia 3310 zil sesi işitti. Hemen cemaate dönüp; —Lütfen telefonunuzu kapatanız sayın cemaat! Camimizin firen sistemine zarar vermektedir. dedi.

BİR ZAMANLAR Bir zamanlar yeni takım elbise aldığımızda okuldaki bütün öğretmenler ve öğrenciler “hayırlı olsun hocam, hayırlı olsun” derlerdi. Biz de “sağ oluuunn, sağ oluuunn” diye mukabele ederdik. Bu durum, takımı giydiğimiz on beş gün süresince devam ederdi. Her gün, her gün “sağ olun” demekten bıkardık. Bir defasında gelene gidene “sağ ol” demekten kurtulmak ve biraz da espri olsun diye 20 santim uzunluğunda 10 santim eninde beyaz bir karton üzerine renkli kalemlerle “sağ ol ”yazıp ceketimin iç cebine katlayıp koydum. Her “hayırlı olsun hocam” diyene, cevap vermeden kartonu çıkarıp gösteriyordum. Kartona bakıp “sağ ol” yazısını okuyan öğrenci gülerek ayrılıyordu. Şimdilerde o kadar farklı elbise giyer olduk ki kimse “hayırlı olsun” da demiyor, karton yazmaya da ihtiyaç kalmıyor. Nimetler mi çoğladı, muhabbet mi azaldı? Ne dersiniz?

HİKMET DAMLALARI

Nefis üç köşeli dikendir, ne türlü koysan batar. (Mevlana)

ARALIK 2012 / 293

47


Hümeyra KELLAHLI SOLDAN SAĞA 1- Mısırlı siyasi ve din önderi. Müslüman Kardeşler adlı örgütün kurucusu olan suikast sonucunda Kahire’de öldürülen fikir adamı. Şöhret, şan. 2- Hafif karşıtı. - Hz. Muhammed (sas)’in niteliklerini övmek, ondan şefaat dilemek amacıyla yazılan kaside. – Bir arslan cinsi, erkek ismi. 3- Dolana dolana oluşmuş, birbirini izleyen, helisel, helezonlu, helezoni. - Sıvıları ölçmede kullanılan, bir desimetreküp hacminde ölçü birimi.- İşaret. 4- Yer kabuğunun bazı bölgelerinde çeşitli iç ve dış doğal etkenlerle oluşan, ekonomik yönden değer taşıyan mineral. - Hakan. - Türk alfabesinin yirmi dördüncü harfinin adı, okunuşu. 5- Bilim dallarında, güzel ya da uygulamalı sanatlarda orta ve yükseköğretim yapan kimi okullara verilen ad.- Manganez elementinin simgesi. 6- Arap. Hayır. – Kırmızı.- Hz. Muhammed (sas)’in dış görünüşünü anlatan eser. – Esk. Su. 7- Sıcaklığın artmasına yol açan fiziksel enerji.- İlaç, merhem.- Mikroskopta incelenecek maddelerin üzerine konulduğu dar, uzun cam parçası.- Yayla atılan, ucunda sivri bir demir bulunan ince ve kısa tahta çubuk. 8- Damga, mühür.- Çok karşıtı.- Uzak. 9- Zambakgiller familyasından, gövdesi ve yaprakları sebze olarak kullanılan, soğanlı bir kültür bitkisi.- Canlıların her türlü özelliklerini belirleyen ve hücre çekirdeğindeki kromozomlarda bulunan kalıtım maddesinin en küçük birimi.- Asit veya parafin dökülerek genellikle silindir biçiminde dondurulan ince, uzun aydınlatma aracı. 10- Yön, yan. -Yüksek, yüce. 11- Radyum elementinin simgesi. -Kanın rengi, kızıl, kırmızı. -Toplama işleminde + işaretinin adı, zait. 12- Fırtına kuşugillerden, 1 metre uzunluğunda, Atlantik Okyanusu’nda yaşayan iri bir kuş türü. - Parlaklığı birdenbire artan, patlamalı değişen yıldız. 13- Şaman. -Rıza gösteren, kabul eden, boyun eğen. -Atgillerden, binme, yük çekme, taşıma vb. hizmetlerde kullanılan, tek tırnaklı hayvan. 14- Aktinyum elementinin simgesi. - Tapınaklarda, üzerinde kurban kesilen, günlük yakılan, dinî tören yapılan taş masa. -Hidrojenle oksijenden oluşan, sıvı durumunda bulunan, renksiz, kokusuz, tatsız madde, ab. - Davranış, tavır. 15- Cilveli, nazlı. -Japon derebeyinin hizmetindeki savaşçı. YUKARIDAN AŞAĞIYA 1- Organizmada birtakım değişikliklerin ortaya çıkmasıyla sağlığın bozulması durumu, rahatsızlık, çor, dert. – Son günlerde Müslümanların katledildiği Güneydoğu Asya’da bir

48

DERGiSi

1

2

3

4

5

6

7

8

9 10 11 12 13 14 15

1 2 3 4 5 6 7 8 9

10 11 12 13 14 15 yer. 2- Geniş toprakları olan, sözü geçen, varlıklı kimse. -Sığır, koyun gibi eti yenecek hayvanları kesen veya dükkânında perakende olarak satan kimse. - Birkaç rengin karışımından oluşan renk, ala. 3- Altın yaldızlı veya yaldızsız ince gümüş tel. -Cisimleri görmeyi, renkleri ayırt etmeyi sağlayan fiziksel enerji, erke, ziya, nur, şavk. –Birleşmiş Milletler. 4- Donanma. -Süpürge otu. -Selenyum elementinin simgesi. 5- Kas. - Kızıl, kırmızı. -Öğütülerek toz durumuna getirilmiş tahıl ve başka besin maddeleri. 6- Yer yuvarlağı üzerinde herhangi bir noktadan geçen paralel ile Ekvator arasındaki yay parçasının açısal değeri, arz derecesi. -Fiilin -mak / -mek veya -ma / -me ekleri alan ve ad gibi kullanılan biçimi. - Nikel elementinin simgesi. 7- Lantan elementinin simgesi. - Duvar içinde bırakılan oyuk. -Büyüklük, nicelik, derece bakımından iki şey arasında veya parça ile bütün arasında bulunan bağıntı, nispet, rasyo. 8- Bal arılarının bitki ve çiçeklerden topladıkları bal özünden yapıp kovanlarındaki petek gözlerine doldurdukları, rengi beyazdan esmere kadar değişen tatlı, koyu, sıvı madde. -Gözde sarıya çalan kestane rengi. -Kuytu ve varılması zor yer. 9- Töre bilimi. -Yağmur sularını kanalizasyon şebekesine çekmek için kullanılan üzeri parmaklıklı demirle kapatılmış delik.

10- Bütün, tüm. -Kolun bilekten parmak uçlarına kadar olan, tutmaya ve iş yapmaya yarayan bölümü. -Kadın. 11- Işıklı, nurlu. -Ansızın yapılan. - Oyma işi. 12- Kolay, çabuk. -Bir tür taze, yumuşak ve tuzsuz beyaz peynir. -Saçma, saçma sapan söz. 13- Görüntülerin filme alınmasını sağlayan alet, alıcı. – Erkek. 14- Umut. -Toprak damlarda, yollarda toprağı ezmek için kullanılan taş silindir. -Deniz veya göl suları ile çevrilmiş küçük kara parçası, cezire. 15- İlgilenmesi gereken şeylerle ilgilenmekten kaçınan kimse. -Üç yaşına kadar olan at yavrusu. ÖNCEKİ BULMACANIN CEVABI 1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15

1 T A R İ H L E N D İ R M E K

2 A B A N İ

3 M O B İ L Y B A E M M A A F İ S A Ü L N

4 5 A H N E T S İ A F A T P A H L İ N T A A H C L

6 7 K A N E L Y A E T R I L E D M U E M K U R K O T

8 9 R L A T T İ F H T A L Z E V R İ M A M İ C

10 11 I K A A M F İ R L A İ M A A K İ T O K S T A A R

12 13 H L A A M A A K M U Ç D A İ B A Z E A R C A E T

14 A C E M

15 Z A N

H Ş U İ N K E T A A R S İ K B A T




Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.