ilkadım ilkadım Aylık Düşünce ve Kültür Dergisi
NİSAN 2013 Yıl: 22 Sayı: 297 Fiyatı 7 TL KDV D
*** Sahibi İhya Yayıncılık Tic. ve San. Ltd. Şti. Adına İsmail Varır ismail.varir@ilkadimdergisi.net
Genel Yayın Yönetmeni Yrd. Doç. Dr. İlhami Nalçacıoğlu i.nalcacioglu@ilkadimdergisi.net
Sorumlu Yazı İşleri Müd. İsmail Varır Yayın Kurulu Nureddin Soyak Yrd. Doç. Dr. İlhami Nalçacıoğlu A. Baki Öncel Ahmet Belada Erkan Özdemir İbrahim Çiftçi İsmail Varır Metin Başbuğ Rauf Denizler Süleyman Konak Kapak ve Sayfa Düzeni İlkadım Grafik Reklam ve Abone Sorumlusu 0(535) 251 41 07 0(505) 808 35 87 abone@ilkadimdergisi.net Merkez Kasaplar Çarşısı No:2 Nevşehir Tel:0384 213 65 43 Gsm: 0 (505) 808 35 87 PK 75 Nevşehir İrtibat Kayseri: 0 (535) 251 41 07 0 (535) 251 41 07 Konya: 0 (506) 681 23 27 www.ilkadimdergisi.net ilkadim@ilkadimdergisi.net Baskı Cihan Ofset 0 (352) 322 02 00 *** Abone Şartları: Yurtiçi Yıllık: 80 TL Yurtdışı Yıllık: 50 Avro Abonelik için: 0 (505) 808 35 87 Yurtiçinden: Posta Çeki: İhya Yayıncılık 693721 KUVEYT TÜRK KATILIM BANKASI IBAN:TR420020500000785462200001 Yurtdışından: SWIFT KODU:TEBUTRIS170 TR720003200017000000045693 Bu dergi, Basın Meslek İlkeleri’ne uymayı taahhüt eder. Yazıların ve ilanların sorumluluğu yazı ve ilan sahiplerine aittir. Gönderilen yazı, resim veya karikatür yayınlansın ya da yayınlanmasın iade edilmez. Dergide olabilecek hataların bildirilmesi rica olunur. Cevap hakkı doğurabilecek yayın için cevap hakkı saklıdır. Yazılar, isim belirtilerek iktibas edilebilir.
editor@ilkadimdergisi.net
’dan
Değerli okuyucu, O, âlemlere rahmet olarak gönderildi… O, bütün insanlığa (çoğu bilmese de) müjdeci ve uyarıcı olarak gönderildi. O, kendi aramızdan, içimizden biri olarak gönderildi. Bize çok düşkündü, bir sıkıntıya düşmemiz onu ziyadesi ile üzerdi. Yine bize karşı çok şefkatli ve merhametli idi. O, ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah’ı çok ananlar için güzel bir örnekti. Kendisi en güzel ahlaka sahipti ve zaten güzel ahlakı tamamlamak üzere gönderilmişti. Son yıllarda ülkemizde Nisan aylarında Efendimiz’i (sav) gündeme taşıma, adet haline geldi. Biz de İlkadım Ailesi olarak bu vesile ile kapak yazılarımızda O’nu ön plana çıkarttık. Prof. Dr. Şefaettin Severcan Hocamız Kur’an’da, hadislerde ve sahabe hayatında Efendimizin nasıl anlatıldığını ve anlaşıldığını izah ediyor. İbrahim Öztürk Hocamız sünneti inkâr ya da Kur’an’la yetinme hastalığının tarihî süreci ve sünneti öğrenerek hayata uygulamamızın gerekliliği üzerinde duruyor. Tahir Dağaslanı hocamız Sünnet’in teşrî kaynağı olarak dinimizdeki yeri ve önemini anlatıyor. Atilla Değirmenci Hocamız ise Efendimiz’i neden sevmemiz gerektiğine ve peygamber sevgisindeki ölçüye dikkatlerimizi çekiyor. Ayrıca Yard. Doç. Dr. İlhami Nalçacıoğlu Hocamızın İbrahimî dinler ve ılımlı İslam projeleri hakkındaki çalışmasını istifadelerinize sunuyoruz. Müslümanlar çok iyi bilirler ki Allah’ın elçisini, habibini samimiyetle sevmek, Onun peygamberliğine iman etmek İslâm’ın özü ve temelidir. Çocuklarımızı Rasulullah sevgisi üzere yetiştirmek, bize dinimizin çok mühim bir emridir. Onlara imanı, İslâm’ı, Kur’ân-ı Kerîm’i ve Sünnet-i seniyyeyi çok iyi öğretmemiz ve benimsetmemiz lazımdır. Hz. İsa : “Ey İsrailoğulları, ben size Allah’ın elçisiyim, benden önce gelen Tevrat’ı doğrulayıcı ve benden sonra gelecek Ahmet adında bir Peygamberi de müjdeleyici olarak geldim, demişti.”(Saff, 6) Ehli kitap O’nu “kendi çocuklarından daha iyi tanıyor” ve hasretle bekliyorlardı. Ne zaman ki Rabbimiz, Mekke’den “Abdullah’ın Yetimi”ni gönderdi, ökçelerinin üzerine geri döndüler. Bilinmelidir ki imanlarının tamam olması için öncelikle Tevrat ve İncil’de gönderileceği vaad edilen “müjdeleyici ve korkutucu”ya iman etmeleri de gereklidir. İlkadım Dergisi olarak nisan ayı içerisinde dağıtılmak üzere “Kardeşlik Özel Sayısı” hazırlığı içerisindeyiz. Kardeşliğe son derece ihtiyacımız olan şu günlerde faydalı olacağını umuyor, emeği ve katkısı geçen kardeşlerimize teşekkür ediyoruz. Dergimizi yayına hazırlama çalışmaları sırasında yayın kurulumuzdan Süleyman Konak kardeşimizin babasının vefat haberini aldık. Aileye taziyelerimizi iletiyor, değerli amcamıza Rabbimizin rahmetiyle muamele etmesini temenni ediyoruz. Selam ve dua ile.
içindekiler 6 Hz. Muhammed’i Tanıyalım
14 Sünneti İnkar Etmek,
Kur’an’la Yetinmek Meselesi
19 İbrahimî Dinler ve
Ilımlı İslam Kavramları
32 Süt Bankası mı, Sütanneliği mi?
45 Dindar Bir Doktor Hanım
2
NİSAN 2013 İLKADIM 297
1 3
İLKADIMDAN
6
KAPAK Hz. Muhammed’i Tanıyalım Prof. Dr. Şefaattin SEVERCAN
BAŞYAZI > Nurettin SOYAK Bileyazdım adın ile adımı
10
Peygamberi Neden ve Nasıl Sevmeliyiz? Atilla DEĞİRMENCİ
14
Sünneti İnkar Etmek, Kur’an’la Yetinmek Meselesi İbrahim ÖZTÜRK
19
İbrahimî Dinler ve Ilımlı İslam Kavramları Yard. Doç. Dr. İlhami NALÇACIOĞLU
24
HİZMET ADABI > Nurettin SOYAK Kurtuluşa Erenler
26
KAPAK Sünnetin Teşrîdeki Yeri Tahir DAĞASLANI
28
KUR’AN İKLİMİ > Selim ARMAĞAN Muhammed Rasulullah’tır
30
HADİS İKLİMİ > Ahmet AĞMANVERMEZ Nefis Azgın Aslan Gibidir
32
FIKIH > Mehmet ŞENTÜRK Süt Bankası mı, Sütanneliği mi?
34
GEÇMİŞ ZAMAN OLUR Kİ > Fatih YILMAZ Muhammed’e Muhabbet
37
TASAVVUF > Cemil USTA Riya
38
TARİHE YÖN VERENLER > Ahmet BELADA Muhammed bin Hanefiyye
40
LA HAVLE > Abdullah GÜLCEMAL Sana Yöneldim
42
SÖZ MEYDANI > İbrahim ÇİFTÇİ 22 Yaş Sevinci
44
GENÇ BAKIŞ > Mehmet ERTURAN Genç Adam Dergisi Bismillih Diyor
45
İLKADIM KİTAPLIĞI > M. Selçuk ÖZDOĞAN Maddeli Hadisler ve Dindar Bir Doktor Hanım
46
İMBİK > Nuri ERCAN Ahkam Ayetlerine Ne Olacak?
48
BULMACA > Hümeyra KELLAHLI
BAŞYAZI > NUREDDİN SOYAK nureddin.soyak@ilkadimdergisi.net
“M
uhammed, Allah’ın Ras u l ü d ü r .”
(Fetih, 29) Rabbimizin, kullarına Rasuller ve nebiler göndermesi büyük bir lütfudur. Fakat ümmetlerin çoğu bu lütfun kadrü kıymetini bilmemiş, gerektiği şekilde istifade edememişlerdir. Onları alaya almışlar, incitmişler, hakaret etmişler, yalanlamışlar, inkâr etmişler, sürgün etmişler, bir kısmını da katletmişlerdir. “Muhammed, Allahın Rasulü ve nebilerin sonuncusudur.”(Ahzab, 40) Netice itibariyle de Rasulü Muhammed sallalahu aleyhi ve sellem Efendimizi, âlemlere rahmet ve ne-
bilerin sonuncusu olarak göndermiştir. “Senden önce de ancak, kendilerine vahyettiğimiz birtakım erkekleri peygamber olarak gönderdik. Eğer bilmiyorsanız ilim sahiplerine sorun.” (Nahl, 43) Rabbimiz, Adem a.s dan Muhammed sallalahu aleyhi ve sellem Efendimize gelinceye kadar bir çok Rasulleri ve Nebileri peygamber olarak seçip göndermiştir. “Ben seni seçtim. Şimdi vahyolunacak şeyleri dinle.” (Ta’ha, 13) Rabbimiz, kullarına vahyini nasıl ulaştırdığını da haber vermektedir: “Allah bir insanla ancak vahiy yoluyla yahut perde arkasından konu-
şur. Yahut bir elçi gönderip, izniyle ona dilediğini vahyeder.” (Şura, 51) Niçin gönderdiğini de: “And olsun, Allah, mü’minlere kendi içlerinden; onlara ayetlerini okuyan, onları arıtıp temiz yapan, onlara kitap ve hikmeti öğreten bir peygamber göndermekle büyük bir lütufta bulunmuştur. Oysa onlar, daha önce apaçık bir sapıklık içinde idiler.”( Al’i İmran, 164) Peygamberlerin misyonunu kavrayanların tavrı şu olmuştur: “Rabbimiz! Senin indirdiğine iman ettik ve peygambere uyduk. Artık bizi şahitlik edenlerle beraber yaz.” (Al-i İmran, 53)
Bileyazdım
adın ile adımı NİSAN 2013 İLKADIM 297
3
İsyan edenlerin akıbeti ise bu: “Kim de Allaha ve peygamberine isyan eder ve onun koyduğu sınırları aşarsa, Allah onu ebedi kalacağı cehennem ateşine sokar.” (Nisa, 14) Peygambere isyanın akıbeti ateş olursa, Peygamberi inkârın akıbeti ne olur acaba? Allah ve Rasulü’nün sevgisi Rabbimiz, kendisine iman, sevgi ve itaati emredip; isyan, inkâr ve düşmanlığı yasakladığı gibi, Rasulü Muhammed sallalahu aleyhi vesellem Efendimize de iman, sevgi ve itaati emir; inkâr isyan ve düşmanlığı da yasaklamıştır. Rabbimiz, kendine iman, sevgi ve İtaati, Rasulüne iman, sevgi ve itaate denk tutmuş, Rasulüne, isyan, inkâr ve düşmanlığı da kendine, isyan, inkâr ve düşmanlığa denk tutmuştur: “De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın.” (Al-i İmran, 31) “Allah’a ve peygambere itaat edin ki size merhamet edilsin.” (Al-i İmran, 132) “Kim Peygambere itaat ederse, Allah’a itaat etmiş olur.” (Nisa, 80) “Allah’a ve peygambere düşman olanlar var ya, işte onlar en aşağı kimselerin arasındadırlar.” (Mücadele, 20) 4
NİSAN 2013 İLKADIM 297
“Ey Muhammed! Biz çok iyi biliyoruz ki söyledikleri elbette seni incitiyor. Onlar gerçekte seni yalanlamıyorlar; fakat o zalimler Allah’ın ayetlerini inadına inkâr ediyorlar.” (En’am, 33) Bu ve benzeri pek çok ilahî ikaz ve uyarılara rağmen, geçmişte ve günümüzde, Allah ve Rasulünün arasını açma, Rasulü ile mucizelerin arasını açma çalışmaları yapılmış ve yapılmaya da devam etmektedir. Bunların amacı İslam’ı tahriftir. Bunları geçmişte başlatanlar, kâfir ve münafıklar, günümüzde ise müsteşrikler ve onların bilerek veya bilmeyerek dümen suyuna kapılan kimselerdir: “Allah’a inanıp peygambere inanmayarak ayırım yapmak isteyenler, ‘Kimine inanır, kimini inkâr ederiz’ diyenler ve böylece bu ikisini arasında bir yol tutmak isteyenler var ya; İşte onlar gerçekten kâfirlerdir.” (Nisa, 150-151)
başarmışlar gibi, Yahudi ve Hıristiyanları cennette koyma gayretindeler. Cennet kimsenin tekelinde değildir. Rabbimiz, kullarının hepsine hidayet nasip etsin de herkes cennete girsin. Rabbimizin ve Rasulünün açık hükümlerini zorlamak çok tehlikelidir. Yine bazı Müslümanlara ne oluyor ki Süleyman a.s, Musa a.s, İsa a.s ve diğer peygamberlerin mucizelerinden açıkça bahsedilirken “Muhammed sallalahu aleyhi ve sellem Efendimizin Kur’an’dan başka mucizesi yoktur” diye diretmektedirler. Kur’an’da pek çok peygamberin mucizelerinden bahsedilirken, mucizeler de insanların peygamberlere imanını kolaylaştıran, Rabbimizden bir lütuf iken, (Musa a.s mucizelerini gören sihirbazların imanı gibi) peygamber Efendimizi mucizelerden mahrum etmeye çalışmak, kimlerin oyunu acaba?
Allah ve Rasulü’nün ismi Kur’an’da yan yanadır
“Ezher âlimlerinden birkaç hoca, bir gün Mustafa Sabri Efendiyi ziyarete gelmişler. Geliş sebeplerini de şöyle açıklamışlar: ‘Efendim, bilirsiniz, vaktiyle Maarif Bakanlığı da yapmış olan, son günlerde de Ayan Meclisi Reisliğinde bulunan Muhammed Heykel Paşa ‘Hayat-ı Muhammed’ adıyla bir kitap yazdı. Kendisi Fransa’da okuduğu için, Fransız ya-
Rabbimiz pek çok ayeti celilesinde adını Muhammed sallalahu aleyhi ve sellem Efendimizin adı ile birlikte zikrederken, Rab ile Rasulünün arasını ayırmak kimin haddine. Kâfirleri, münafıkları anladık da, bazı Müslümanlara ne oluyor ki Müslüman’ım diyenleri cennete sokmayı
Mustafa Sabri Efendi’nin ezber âlimlerine cevabı
zarlarından aynı isimle yazıp yayınladığı bir eserin tesirinde kalarak bu kitabı yazıp yayınladığı söyleniyor. Paşa bu kitabında mucizeleri inkâr ediyor. Hepsini bir şekilde tevil ederek, açıklamaya çalışıyor. Peygamberin Kur’an’dan başka mucizeye ihtiyacı olmadığını yazıyor.’ Ezher uleması, Heykel Paşa’nın bu kitabına bir cevap yazması için, Mustafa Sabri Efendi’den yardım istemişler. Mustafa Sabri Efendi, bu müracaat üzerine, kitabı tenkit etti. Cevabını yazdı. Mustafa Sabri Efendi’nin, mucizeleri inkâr edenlere karşı bu kitabını yayınlayacağı sırada, Mısır’ın büyük yazarlarından, Muhammed Abbas el Akkad ‘Muhammed’in Davasının Büyüklüğü’ adıyla bir kitap çıkarmıştı. Hoca efendi şöyle yazmıştı: ‘Kitabı okudum, Yalnız Üstad Akkad’a, eğer kimse şu suali sormamışsa, ben soracağım ve cevabını da kendisinden beklerim: Kur’an-ı Kerim, Muhammed Mustafa’nın kendi sözü müdür; yoksa Allah tarafından gelmiş bir vahiy midir? (Eğer Allah tarafından, Cebrail vasıtasıyla gelen ve gönderilen bir şey ise) bu kabul modern zihniyetlerin, pozitivistlerin, mucizeleri inkâr edenlerin fikir ve inançlarıyla nasıl bağdaşacak? Mucizeleri, tabiat kanunlarına aykırı bularak
ve Hazreti Peygamberin çok zeki ve dahi oluşuyla açıklayarak, tevil, red ve inkâr edenler buna ne diyecekler? En büyük gayb âlemiyle bu alaka, ittisal nasıl izah edilecek? Eğer Kur’an-ı Kerim, gözle görülmeyen bir Allah tarafından, gözle görülmeyen bir melek, Cibril vasıtasıyla, gözle görülmez ve başkası tarafından kulakla duyulmaz bir şekilde, Muhammed Mustafa’ya vahyedilen ilahî bir kelam olarak kabul ediliyorsa, asıl bu inanç, tabiat kanunlarına aykırı değil mi? Kur’an-ı Kerimin tabiat kanunlarına aykırı, büyük ilahî bir mucize olduğu kabul ediliyorsa, diğer mucizelerin kabahati ne? Onlar, Kur’an-ı Kerimin vahyolunması mucizesinden daha inanılmaz, tabiat kanunları denilen maddî dünya kanunlarına daha fazla aykırı değiller ki! O zaman Muhammed Mustafa’nın peygamber olarak Kur’an’dan başka mucizesi yok, demenin manası kalır mı? Ama böyle değil de, Kur’an’ı Muhammed Mustafa’nın kendi sözüdür
diye kabul edip: ‘Muhammed bunları kendi söylemiştir; mucize değildir; kendi söylediği için, Kur’an’ın ortaya çıkışı, tabiat kanunlarına aykırı değildir; kendi söylediği sözlerini Allah’a isnad edip, Allah’tan vahiy aldım demektedir’ diyorsanız; o zaman şu ayete ne dersiniz? ‘Kendine vahiy gelmediği halde, bu kitap bana vahyedilmiştir, diyenden daha zalim kim olabilir? Bu insan yalancıların en büyüğüdür!’ Böyle düşünen, yazan ve söyleyenler, Rasul-i Ekrem’in mucizelerini inkâr etmek için dahi olduğunu ileri sürmeleri gibi, bu sefer de Kur’an’ın mucizeliğini inkâr için Peygamber’i Zişan’a yalancılık mı izafe ediyorlar?’ Mustafa Sabri Efendi, inandığı gibi yaşayan bir insandı. Hak bildiği davasına, her şeyini feda etmeye hazırdı ve bunu defalarca yapmıştı. Bu halini altı sene hayranlıkla müşahede ettim; gözümle gördüm. Allah ve Rasulünün emirleri uğrunda her şeyi göze almış, samimi, civanmert, cömert, sadık bir insandı. Hasımlarıyla yaptığı yazı münakaşaları, müdafaaları da böyleydi. Sadece doğruyu, doğru olarak söylerdi. Mehmet Akif Bey’in: ‘Sözüm odun gibi olsun, hakikat olsun tek!’ Dediği gibiydi.” (Ali Ulvi Kurucu, Hatıralar 2, sayfa 99) q NİSAN 2013 İLKADIM 297
5
KAPAK > PROF.DR. ŞEFAATTİN SEVERCAN
Hazreti Muhammed’i Tanıyalım
(s.)
İ
nsanlığa kurtuluş rehberi olarak gönderilmiş bulunan Hz. Muhammed (s.)’i bütün insanlık iyi tanımalıdır. Özellikle onu peygamberleri olarak kabul eden Müslümanlar, çok daha iyi tanımak durumundadırlar. Yıllardır örnek almaya çalıştığımız, dualarımızın en anlamlı bölümünü oluşturan, “sancağı altında gölgeleneceğimiz...” günün ulvîliği ve yüceliği ile teselli bulduğumuz, hasretini yüreğimize tâç yaptığımız Hz. Muhammed (s)’i hakiki kimliği ile ne kadar tanıyoruz? Onun rehberliğini nasıl anlıyoruz?... Hz. Muhammed (s)’in doğru anlaşılması Müslümanlar için neden her şeyden daha fazla önemlidir? Çünkü peygamberlere iman, inanç sistemimizin olmayınca olmaz şartlarındandır. Eğer Hz. Muhammed (s)’i anlamada bir sorun varsa, imanımız da sorunlu hale gelir. Çünkü: Hz. Muhammed (s) doğru anlaşılamaz ise Kur’an doğru anlaşılamaz, vahiy doğru anlaşılamaz; O Kur’an’ın aynasıdır, Kur’an da onun. Çünkü: Hz. Muhammed (s) doğru anlaşılamaz ise İs-
6
NİSAN 2013 İLKADIM 297
lam bir bütün olarak doğru anlaşılamaz. Öyle ki, onun yanlış anlaşılma oranı, katlanarak, Kur’an’a ve bir bütün olarak İslam’a yansır... Çünkü: Hz. Muhammed (s) sadece arkasından gözyaşı dökülen; sadece hatırasıyla yaşanılan değil; kendisiyle yaşanılan olmalıdır... Onun sadece sakalıyla, hırkasıyla, nalisiyle değil; hayatıyla dost olunmalıdır... O sadece hayran olunacak şahsiyet değil; örnek alınacak şahsiyettir... Ve onun örnekliğine yine onun kararlılığı ile sahiplenmek zorundayız. Güneşi ve ayı ellerine verseler vazgeçmeyeceğini söylediği kararlılıkla... İşte bu tebliğimizde Hz. Muhammed(s.)’i gerçek kimliği ile ve oldukça yakînen tanımaya çalışacağız. Hiç şüphesiz ona en yakın olan ve onu en iyi bilen ve tanıtan, onu terbiye eden Allah’tır; sonra onu en doğru ifade eden hiç şüphesiz kendisidir; daha sonra da kederleriyle, coşkularıyla risalet mücadelesine ortak ettiği, kendileriyle ekmeğini, suyunu ve yüreğini paylaştığı sahabesidir.
Allah’ın anlattığı
Hz. Muhammed (s.) Onu en iyi bilen Rabbı, Kur’an-ı Kerim’de şöyle tanıtıyor onu: Adı Muhammmed’dir: “Muhammed, sadece bir elçidir.” (Âl-i İmran, 144) Mekkelidir, Kureyş’e mensuptur: “Andolsun ki, Allah, kendi içlerinden onlara bir elçi göndermesiyle mü’minlere büyük lütufta bulundu.” (Âl-i İmran, 164) 1. Hz. Muhammed (s.) insandır: Peygamberliğini ilan edince onu reddeden Mekkeliler, evvelâ onun kendileri gibi bir insan olmasını kabullenemediler ve onun insanüstü bir takım özellikleri olması gerektiğini öne sürdüler. Şu ayetler onların isteklerini oldukça çarpıcı ve net bir şekilde ortaya koymaktadır: “Dediler ki: Yerden bize bir kaynak fışkırtmadıkça sana inanmayız!... Ya da zannettiğin gibi üzerimize gökten parçalar düşürmelisin. Veya Allah’ı ve melekleri karşımıza getirmelisin. Yahut da altından bir evin olmalı, ya da göğe çıkmalısın... De ki: Rabbimi tenzih ederim! Ben sadece insan bir elçiyim... Şunu da söyle:
Eğer yeryüzünde gezip dolaşan melekler olsaydı, elbette onlara gökten, peygamber olarak bir melek gönderirdik.” (İsrâ, 90-95) “Dediler ki: Bu ne biçim peygamber; yemek yiyor, çarşılarda dolaşıyor! Ona kendisiyle beraber uyarıcı olarak bir melek indirilmeli değil miydi? Yahut kendisine bir hazine indirilmeli... (değil miydi?) Bak (Rasûlüm), senin hakkında ne biçim temsiller getirdiler! Artık onlar sapıtmışlardır...” (Furkan, 7-9) “De ki: Ben yalnızca sizin gibi bir insanım...” (18 Kehf, 110; 41 Fussilet, 6) 2. Hz. Muhammed (s.) ilk vahiyden önce peygamber olacağını bilmemektedir: “Sen kitap nedir, iman nedir bilmiyordun...” (Şura, 52) “Biz bu Kur’an’ı vahyetmekle sana kıssaların en güzelini anlatıyoruz. Sen ondan önce bilmiyordun.” (Yusuf, 3) “Sen bu kitabın sana vahyolunacağını ummuyordun. (Bu) ancak Rabbinden bir rahmet (olarak) gelmiştir...” (Kasas, 86) 3. Hz. Muhammed (s.) melek değildir, gaybı da bilmez: “De ki: Ben size, Allah’ın hazineleri yanımdadır, demiyorum; gaybı da bilmem; ben size melek olduğumu da söylemiyorum; ben, sadece bana vahyolunana uyuyorum...” (Enam, 50) “De ki: Ben kendime, Allah’ın dilediğinden başka herhangi bir fayda veya zarar verecek güce sahip değilim; eğer gaybı bilseydim, elbette daha çok hayır elde
ederdim ve bana kötülük dokunmazdı...” (Araf, 188) 4. Hz. Muhammed(s.) büyük ahlak sahibidir: Ona ilk karşı gelenlerin itirazlarında öne çıkardıkları gerekçelerden biri de; “Neden sen? Senin özelliğin nedir ki?” şeklinde olmuştur. Bu itirazın cevabını yine Rabbımız veriyor: “Çünkü sen muhteşem (gıpta edilecek) bir ahlak üzeresin.” (Kalem, 4) 5. Hz. Muhammed (s.) insanların talepleri üzerine mucize gösteremez: Bilinen insanlık tarihinde mucize talepleri genellikle inanlardan gelmemiştir. Peygamberlerinden kendilerine mucizeler getirme isteği, özellikle, peygamberlerini reddedenlerin ortak talepleri olmuştur. Öyle ki, Hz Muhammed (s)’e inanmayan Mekkeliler ondan mucize istedikleri zaman, Allah onlara şöyle cevap verir: “Dediler ki: Ona Rabbinden mucizeler indirilmeli değil miydi? De ki: Mucizeler (âyetler ) Allah’ın elindedir; Ben ancak apaçık bir uyarıcıyım.” (Ankebut, 50) Yine Mekkeliler: “Kendilerine bir mucize geldiği taktirde mutlaka iman edeceklerine dair olanca güçleriyle Allah’a yemin ettiler. De ki: Mucizeler yalnız Allah’ın yanındadır...” (Enam, 109) Bu net ve apaçık ifadelerden yine aynı açıklıkta anlaşılmaktadır ki, mucize ilahî hikmete uygun düştüğü ölçüde ancak Allah tarafından bahşedilir... 6. Hz. Muhammed (s.) âlemlere rahmettir: “(Ey Muhammed!) Biz seni (başka bir amaç için de-
ğil) âlemlere rahmet olarak gönderdik.”( Enbiya, 107) Hz. Muhammed (s.) kendi çağında yaşayan insanlara olduğu gibi, son peygamber olduğu için, kendi çağından sonraki bütün insanlık için de rahmettir, kurtarıcıdır. Onun bütün insanlığa rahmet oluşu ve kurtarıcılığı, çağdaşı muhatapları için hem bizatihi hem getirdiği vahiyler itibariyle; daha sonrakiler için ise hem getirdiği vahiyler hem de kendi mesajları itibariyledir. 7. Hz. Muhammed (s.) şefkatli, merhametli ve şânı yüce olandır: “Doğrusu, size kendi içinizden öyle bir elçi gelmiştir ki; sıkıntıya uğramanız (belaya çarptırılmanız) ona ağır gelir; O sizin üzerinize titrer, (size çok düşkündür); Müminlere karşı çok şefkatli ve merhametlidir.” (Tevbe, 128) “(Ey Muhammed!) Biz senin şan ve şerefini yüceltmedik mi?” (İnşirah, 4) 8. Hz. Muhammed (s.) örnek bir şahsiyettir: “Andolsun, Allah’a ve ahiret gününe kavuşmaya inanan ve Allah’ı çok anan kimseler için; Allah’ın Rasûlünde en güzel örnekler vardır.” (Ahzab, 21) Hz. Muhammed (s.)’in örnek olması, onun emir ve yasaklarına itaat edilmesi ile Onun hayat anlayışını benimsemekle ve Onun ahlakı ile ahlaklanmakla gerçekleşir.
Hz. Muhammed (s.)’in anlattığı Hz. Muhammed (s.) 1.Hz. Muhammed (s.) kendisinin beşer/insan olduğunu söylüyor: “Ben de sizin gibi bir insanım, hatırladığınız gibi hatırNİSAN 2013 İLKADIM 297
7
lar, unuttuğunuz gibi unuturum.” (Müslim, Mesâcid, 93 (1/402) “Şüphe yok ki, bana vahyedilmeyen konularda ben de sizin biriniz gibiyim.” (Feyzü’lKadir, 3/12) “Ben ancak bir beşerim, size dininizden bir şey emrettiğim zaman onu alınız; size kendimden bir şey emrettiğim zaman ise ben sadece bir beşerim.”( Müslim, Fedâil, 140 (4/1836) “Ben sadece bir kulum, kulun yediği gibi yer, içtiği gibi içerim.”( Feyzü’l-Kadir, 2/571) “Hıristiyanların Meryem oğlu (İsa’yı) övmekte aşırılığa gittikleri gibi siz de beni övmekte aşırılığa gitmeyin; çünkü ben sadece O’nun bir kuluyum; bundan dolayı “Allah’ın kulu ve elçisi deyiniz.”( Buharî, Enbiya, 48 (4/142)) “Hakkında vahiy gelmemiş konularda ben de sizin gibiyim.” (Heysemî, MecmaüzZevâid, IX, 46) 2. Hz. Muhammed (s.) gaybı bilmediğini söylüyor: “Vallahi, yarın nefsime bile ne yapılacağını bilmiyorum.” (Buharî, Cenâiz, 3) “Ben de yalnızca sizler gibi bir insanım; siz birbirinizle olan davalarınızın çözümü için bana geliyorsunuz; mümkündür ki, bir taraf kendi iddiasını diğerinden daha iyi savunabilir; eğer ben buna
8
NİSAN 2013 İLKADIM 297
dayanarak onun lehine hükmeder de, gerçekte ona ait olmayan bir şeyin ona verilmesine karar verirsem; o bundan az bir parça bile almasın; iyi bilsin ki, (alacak olursa) o onun için ateşten bir parçadır.” (Muvatta, Akdiyye, 36.1, 2/719; İbn Hıbban,11/470) “Yarın ne olacağını ancak Allah bilir.” (İbni Mâce, Nikah, 21, 1898) 3- Hz. Muhammed (s.) insanların istekleriyle mucize gösteremeyeceğini belirtir: “Bana verilen şey, sadece Allah’ın bana indirdiği vahyidir.”( Buharî, Fedâilü’l-Kur’an, 1; Müslim, İman , 239) 4- Hz. Muhammed (s.) büyük bir ahlak sahibi olduğunu söyler: “Ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim.” (Muvatta, Hüsnu’l-Huluk, 8, 2/904) “Ben ancak ahlakın salihini tamamlamak için gönderildim.” (Müsned, 2/381) 5- Hz. Muhammed (s.) rahmet peygamberi olduğunu söyler: “Ben ancak (âlemlere ) hediye edilmiş rahmet peygamberiyim.” (Darimî, Mukaddime, 3, 1/9) “Ben lanet edici olarak gönderilmedim; ben ancak rahmet olarak gönderildim.” (Müslim, Birr, 87, 4/2007) 6- Hz. Muhammed (s.) Müslümanlara çok şefkatli ve merhametli olduğunu bildirir: O bir duasını şöyle tamamlamıştır: “Allah’ım! Her kim ümme-
timin işinden bir şeyi üzerine alır da onlara meşakkat (sıkıntı) verirse; sen de ona sıkıntı ver!; her kim de ümmetimin işlerinden bir şeyi üzerine alır da onlara lütuf ve merhametle muamele ederse; sen de ona lütuf ve merhametle muamele et.” (Müslim, İmare, 19) “Ben size karşı, oğluna karşı baba gibiyim.” (İbni Mâce, Taharet, 16, 1/114) 7- Hz. Muhammed (s.) kendisinin örnek olduğunu ifade eder: “Sizden hiçbiriniz ben kendisine, babasından, çocuğundan (ve) tüm insanlardan sevimli olmadıkça iman etmiş olmaz.”( Buharî, İman, 8, 1/9) “Ben muhakkak ki apaçık uyarıcıyım.”( Müslim, Fedâil, 16, 4/1788-89) “Ben Müslümanların sığınağıyım.” (Ebu Davud, Cihad, 104, 3/46) “Ben hikmet yurduyum.” (Tirmizi, mnâkıb, 21, 5/637)
Sahabe’nin anlayışında Hz. Muhammed (s.) Babasıyla beraber Hz. Peygamber (s)’i görmeye gelen ve henüz genç olan Ebû Rimse et-Teymî’nin Rasûlullah (s)’ı gördükten sonra: “Ben Rasûlullah (s)’ı insanlardan farklı bir yapıda zannederdim. Bir de gördüm ki, o da (bizim gibi) bir beşermiş.” (İbn Sa’d, I, 429) Hz. Peygamber (s) bir beşer olarak korunmaya ihtiyaç duymuştur: Medine’ye geldiğinde bir gece uyuyamamış ve “Keşke ashabımdan müsait birisi bu gece beni korusa” demiş, az sonra Sa’d b. Ebî Vakkas (ö. 55) silahıyla gelerek onu sabaha kadar beklemiş, Hz. Peygamber (s) de uyumuştur.”( Buharî, Cihad, 70,
III, 222-3) Hz. Aişe onu şöyle anlatıyor: “Rasûlullah (s) herhangi bir insandan farksız idi; kendi elbisesini yamar, koyununu kendi sağar, kendi işini kendi yapar, ev işlerinde ailesine de yardım ederdi.” (Buharî, Ezan, 44, I/64) “Oğlu İbrahim vefat edince, Hz. Peygamber (s)’in gözleri yaşla dolmuştu, Abdurrahman b. Avf (ö. 32) “Sen de mi ağlıyorsun ey Allah’ın Rasûlü!” diye hayret edince: Hz. Peygamber (s): “Bu merhamettendir, zira göz ağlar, kalp mahzun kalır. Ama biz ancak Rabbimizin razı olacağı şeyleri söyleriz.”( Buharî, Cenâiz, 44, II/85) Hz. Peygamber (s)’den işittiği her sözü yazan Abdullah b. Amr’a (ö. 65) Kureyşliler (sahabeler): “Sen Rasûlullah (s)’dan işittiğin her şeyi yazıyorsun; halbuki Rasûlullah (s) da bir beşerdir; hoşnut iken konuştuğu gibi, öfkeliyken de konuşur.”( Ebu Davud, İlim, 3 No:3646) Hz. Ömer’in Hz. Peygamber (s)’in bulunduğu bir meclise gelmesiyle kadınlar birden toplanırlar. Peygamberimiz buna gülünce, Hz. Ömer: “Allah yüzünden gülmeyi hiç eksik etmesin, niçin gülüyorsun ey Allah’ın Rasûlü deyince: Hz. Peygamber (s): “Benim yanımdayken rahat duran şu kadınların, senin sesini duyunca toparlanmalarına hayret ettim de” der. Hz. Ömer kadınlara : “Allah’ın Rasûlünden çekinmiyorsunuz da benden mi çekiniyorsunuz?” diye çıkışınca, onlar da: “Evet sen Rasûlullah (s)’dan daha sert ve katı kalplisin” derler. (Buharî,
Fedâilü’l-Ashab, 6, IV.199) Huneyn zaferinden sonra, Hz. Peygamber (s) Kureyş’ten bazı kimselere 100’er deve verince Ensar’dan bazı kimseler: “Allah Rasûlullah (s)’ı bağışlasın, kılıçlarımızdan Kureyş’in kanları akıp dururken, bizi bırakıp da onlara veriyor”; “Savaş olunca biz çağrılıyoruz, ganimetler ise başkalarına veriliyor” demişlerdi. (Buharî, Menâkibu’l Ensar, 1, IV/221; Buharî, Megazi, 56, V.104-106) Rasulullah (s) Bedir savaşı öncesinde: “Kim Rasulullah (s)’ın amcası Abbas b. Abdulmuttalib’le karşılaşırsa onu öldürmesin. Çünkü o da ancak zorla savaşa çıkartıldı” buyurunca Ebu Huzeyfe: “Biz babalarımızı, oğullarımızı, kardeşlerimizi ve kavmimizi öldüreceğiz de Abbas’ı terkedeceğiz! Vallahi onunla karşılaşırsam, kılıcımı yüzüne çalacağım!” Bunun üzerine Hz. Peygamber: “Rasulullah (s)’ın amcasının yüzüne kılıç vurulur mu?” deyince Ebu Huzeyfe sözlerine pişman olur. Ve bunun kefareti şehadettir der ve Yemame’de şehid olur. Hudeybiye barışı öncesinde Urve b. Mesud Kureyş’e, sahabenin Hz. Muhammed’e bağlılığını anlatırken izlenimlerini şöyle dile getirir: “Ey kavmim, vallahi ben birçok krallar gördüm; Kayser’e, Kisra’ya ve Necaşi’ye gittim; vallahi Muhammed’in ashabının ona bağlılığı kadar, ona saygı gösterdiği kadar hiçbir kralın adamlarının kendisine saygı gösterdiğini görmedim.” (Abdurrezzâk, V.336, 9720) Yine Ebu Süfyan Hudeybiye barışını yeniletmek için Medine’ye geldikten sonra
Mekke’ye dönünce kavmine: “Size hepsinin kalpleri tek bir kalbe bağlı bir kavimden geldim” diyordu. (Ebu Davud, Libas, 28,4048, IV.344) Kadın sahabiler onun hakkında şöyle diyorlar: “Allah ve Rasûlü bize bizden daha merhametlidir.”( Müstedrek, IV, 71) Hz. Aişe’nin nakline göre, Hz. Hatice Hz. Peygamber’e ilk vahiy geldiğinde ona şunları söylüyor: “Vallahi, Allah seni kesinlikle mahcup etmez; çünkü sen, sözüne güvenilir bir adamsın; akrabalık bağlarını gözetirsin, kimsesizleri korursun; misafirine ikram edersin; haklının hakkını almasına yardım edersin.” (İbni Hanbel, 6/223) Hz. Muhammed (s.)’in sahabesi ile yaşadığı hayattan naklettiğimiz bu örneklerin her biri, ona karşı sahabenin tasavvurunu, ona bakış açılarını, yeri gelince onun karşısında ne kadar rahat düşüncelerini dile getirdiklerini, yeri gelince ne kadar itaatkâr olduklarını, kısaca onu nasıl örnek aldıklarını ifade etmektedirler. Ey Muhammed! Seni sevdik, canımız kanımız gibi desek inanır mıydın bize? Göremedik seni, karşılaşamadık seninle, gözün gözümüze gelmedi, bakışların yüreğimizi titretmedi, tebessümlerinle ısınmadı içimiz, muhabbetinle dolmadı gönlümüz, şefkatinle seller gibi taşmadı coşkumuz... Ey Muhammed! Yeniden gel hayatımıza, insanlık can çekişiyor yokluğunda, bir güneş gibi doğ gerçek kimliğinle bütün insanlığa... q NİSAN 2013 İLKADIM 297
9
KAPAK > ATİLLA DEĞİRMENCİ
Peygamberi (sav) neden ve nasıl sevmeliyiz
10 NİSAN 2013 İLKADIM 297
M
ü’min, Allah Teala’ya ve O’nun indirdiği-gönderdiği her şeye O’nun istediği biçimde iman edendir. Mü’min bu hayata imtihan için geldiğinin farkındadır. Ancak hayatı içerisinde başına gelecek olan hadise ve olayların anlamını bazen kavrayamayabilir. Veya hadise ve olaylara nasıl tepki göstereceğini kestiremeyebilir. Böyle bir durum, mü’min kulun hayat içerisinde bunalımlar yaşamasına neden olacaktır. Rahman olan Allah Teala, kullarının bu karmaşadan kurtulması için insanlara kendi cinslerinden -aynı kendileri gibi- birini peygamber olarak gönderir. Bu lütuf, Allah Tealanın erRahman ve el-Ğafur isimlerinin bir tecellisi olarak gerçekleşir. Yine bu olay, toplumsal alanda ahlakî özelliklerini kaybeden ve yaratılışlarının aksine hareket eden toplumlar için sünnetullahtır. Peygamber özellikleri Gönderilen her bir peygamber, toplumuna Allah Teala’nın tertemiz ayetlerini okuyarak muhataplarını tertemiz kılmak ve onlara hikmeti öğretmek istemişlerdir. Hep bu yapının oluşturulmasının çabası içerisinde olmuşlardır.
Bütün gayretlerini Allah Teala ve insan arasındaki engelleri kaldırmak için sarf etmişlerdir. Hayatları devam ederken bir yandan toplumsal çalışmalarını devam ettirmişler diğer taraftan da başlarına gelen musibetlere sabır göstermişlerdir. İnsanlara bir şeyler anlatırken kendilerini hiçbir zaman bir kenara koymamışlar, anlattıklarını öncelikle ve devamlı olarak kendileri uygulamışlardır. Yani, hayatları hep sözamel ahengi içerisinde devam etmiştir. Yapmadıkları şeyleri kesinlikle söylememişlerdir. Allah Teala, gönderdiği her bir peygamberini bazı özel vasıflarla donatmıştır. Bunlar: • Peygamberler, güvenilir insanlardır. Ahlakına, ilmine, gözüne, gönlüne ve görevlerini hiç aksatmadıklarına güvenilen insanlardır. • Peygamberler, günah işlemezler. Bazı küçük hataları olmuştur ancak bilerek-isteyerek günah işlemezler. • Peygamberler, sadakat sahibi insanlardır. Doğru söyler, doğru konuşurlar. Şakadan bile olsa hayatlarında yalan yoktur. Bu vasıfları nedeniyle toplumda önemli bir statü elde etmişlerdir. • Peygamberler; akıl sahibi, olaylar arasında bağ kurabilen zeki insanlardır.
Deli veya meczub değillerdir. • Peygamberlerin, tebliğ ve tebyin etme görevleri vardır. Allah Tealadan almış oldukları ne varsa onları Allah Tealanın istediği şekilde anlatmışlardır. Ayrıca anlattıklarını da tebyin vazifeleri gereği topluma izah etmişlerdir. Toplumda Peygamber Bu vasıfların yanı sıra peygamberlerin en önemli özellikleri, gönderildiği toplumun kaybettiği karakteristik özellikleri bünyelerinde barındırmalarıdır. Bir toplum hangi özelliğiyle yoldan çıkmış ise Allah Teala o topluma kaybedilen özelliği en güzel şekilde gösteren peygamber göndermiştir. Ölçü-tartıya dikkat etmeyen bir topluma, bu özelliğe vurgu yapan ve hassas davranan bir peygamber; ahlakî özelliklerin yıprandığı bir toplumda, ahlakıyla göze çarpan bir peygamber; yalan, hile ve insanlar arası sınıf ortaya çıkaran bir topluma, doğru sözlü, güvenilir ve adalet sahibi bir peygamber göndermiştir. Dağınık ve seviyesiz bir toplumda peygamberler karakterleriyle hep dikkat çekmiştir. Etraflarındaki insanları etkilemiş ve onları sırat-ı müstakim üzere yol almaNİSAN 2013 İLKADIM 297
11
ları için yönlendirmişlerdir. En güzel Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed de (sav) diğer peygamberler gibi aynı kaynaktan beslenmiş ve aynı vasıflarla tezyin edilmiştir. Ahlakın zayıfladığı, insanların sosyal seviyelerinin ancak kendileri tarafından belirlenen birkaç safsataya göre şekillendiği bir topluma gelen ve bu toplumdan da kıyamete kadar gelecek olan bütün insanlığa seslenen Hz. Muhammed (sav), hayatı boyunca göstermiş olduğu her davranışıyla çağlara örnek olmuştur. Allah Teala da O’nun (sav) hayatından razı olmuş ve bütün insanlık için O’nu “Üsve-i Hasene” olarak ifade buyurmuştur. Yani O (sav), en güzel seviyedir. En güzel insanlık seviyesi, en güzel ahlak seviyesi, en güzel kulluk seviyesidir... Mademki O en güzel seviyedir, o halde bizlere düşen de Hz. Muhammed (sav) ile seviye almaktır. Neye ihtiyacımız varsa O’na (sav) bakarak seviye alacağız demektir. O’nun (sav) insanlığından insanlık öğrenerek topluma seviye kazandıracağız. O’nun (sav) ahlakından ahlak öğrenerek toplumun yanlış gidişatına “dur” diyeceğiz. O’nun (sav) yanlışları 12 NİSAN 2013 İLKADIM 297
düzeltme yaklaşımlarını öğrenerek yanlışlarımızı düzeltme hususunda insana yaraşırlığı anlayacağız. Böylece Rabbimizin razı olduğu bir hayatı örnekleyerek bizim hayatımızdan da razı olunmasını sağlayacağız, inşallah. Her şeyi O’ndan öğrendik Allah Teala’nın insanlara nimeti olan hayatımız devam ederken bizlere ufak tefek yardımları olan kim-
seleri hiç unutmayız değil mi? Bilgisinden az çok bir şeyler aktaranları sürekli yâd ederiz, değil mi? Onlara karşı kalbimizde ayrı bir sevgi oluşur ve onları hiç unutmayız, değil mi? Peki, Hz. Muhammed’i (sav) nasıl unutabiliriz ki? Veya O’na (sav) karşı kalbimizde nasıl sevgi oluşamaz ki? Hâlbuki bizler, insanlığa dair her şeyi hep O’ndan (sav) öğrendik. Duayı da O’ndan (sav) öğrendik, namazı da. Hayatın ne ka-
Allah Teala’nın kalbimize ülfet ettirdiği Peygamber sevgisi, “Vah Efendim! Canım Efendim!” diyerek dramatik sahneler yaşanmasına neden olan sevgi değildir. Bilakis Peygamber sevgisi, ona ittiba ve itaatle meydana gelen sevgidir.
dar fedakârlık istediğini de. Yanlışların nasıl düzeltilmesi gerektiğini de. En zor zamanlarda bile Allah Teala’yı hatırlamanın ne kadar önemli olduğunu da. Tüm insanlığa ait sözümüzün olması gerektiğini de. Şehadetin ne kadar gerekli olduğunu da. İnsanları kandırmamanın ne büyük fazilet olduğunu da hep O’ndan (sav) öğrendik... Sadece dünyaya ait özellikleri değil daha önemlisi Rabbimizi razı edecek her davranışı da uygulamasıyla O’ndan (sav) öğrendik. Tüm bunlar kalbimizde O’na (sav) karşı derin bir muhabbet ve tereddütsüz bir sevgi var etmiştir.
“De ki: Ben kendim için Allah dilemedikçe hiçbir şeye kadir değilim. Şayet gaybı bilseydim elbette birçok faydalar elde ederdim, bana hiç fenalık da dokunmazdı. Ama ben sadece bir uyarıcı ve bir müjdeleyiciyim.” (A’raf, 188) “De ki, ben de tıpkı sizin gibi bir beşerim. Bana, ilâhınızın bir tek ilâh olduğu bildirilmiştir. Artık kim Rabbine kavuş¬mayı umuyorsa hemen iyi bir iş yapsın ve Rabbine ibadette kimseyi ortak etmesin.” (Kehf, 110) “Biz seni ancak alemlere rahmet olarak gönderdik.” (Enbiya, 107)
sevmesini istiyorsanız; emanete hıyanet etmeyin, konuştuğunuzda doğru konuşun ve komşunuza eziyet etmeyin.” buyurdu. Bir başka hadis-i şerifte Efendimiz (sav), sevginin boyutunu şöyle sınırlamıştır: “Hıristiyanların Meryem oğlu İsa’yı aşırı surette methettikleri gibi, sakın sizler de beni methederken aşırı gitmeyiniz. Şüphesiz ki, ben sadece bir kulum. Onun için bana (sadece) Allah’ın kulu ve Rasulü deyiniz.” Sevginin olması gereken özelliği budur işte.
Kur’an tarifi ile Peygamberimiz
Peygamber sevgisi nasıl olmalı?
Rabbimize hamdolsun ki bize elçisi vasıtasıyla sapasağlam bir din göndermiştir. Hayatımızın her bir aşamasına dair de mükemmel ölçüler belirlemiştir. İslam’da Peygamber sevgisinin temel ölçüsü “O’nu (sav) ne ilah seviyesine çıkarmaktır ne de bir postacı muamelesi yaparak geldi ve gitti demektir.” O (sav), bizim en güzel örneğimizdir. Öyleyse O’nu (sav) kendi nefsimizde ne kadar örnek aldığımıza iyi bakmalıyız. Okunan ezanlarda ne kadar “Eşhedü enne Muhammed-ur Rasulullah”ı duyuyoruz ve o çağrıya kulak veriyoruz? Vesselam. q
Allah Teala’nın kalbimize ülfet ettirdiği Peygamber sevgisi, “Vah Efendim! Canım Efendim!” diyerek dramatik sahneler yaşanmasına neden olan sevgi değildir. Bilakis Peygamber sevgisi, ona ittiba ve itaatle meydana gelen sevgidir. Peygamber sevgisinin göstergesi, O’na (sav) güzellikle tabi olmamız, getirdiği emirleri gücümüz yettiğince yapmamız ve yasaklarından da tam olarak kaçınmamızdır. İşte, Peygamber sevgisi budur. Rabbimiz Peygamber’in (sav) görevini Kur’an’da şöyle buyurmuştur:
Peygamber sevgisinin nasıl olması gerektiğini Beyhaki ve Taberani’de geçen şu hadisle netleştirelim: “Rasulullah (sav) abdest için biraz su istedi. Gelen suya elini batırarak abdest aldı. Biz de kalan suya elimizi batırarak avuç avuç aldık. Elimize, yüzümüze sürdük ve biraz da içtik. Bunu gören Rasulullah (sav): “Bunu niçin yapıyorsunuz?” diye sordu. Biz de “Allah ve Rasulüne olan sevgimizden.” dedik. Efendimiz(sav) de: “Eğer Allah ve Rasulü’nün sizi
İşte Peygamber ölçüsü
NİSAN 2013 İLKADIM 297
13
KAPAK > İBRAHİM ÖZTÜRK
SÜNNETİ İNKÂR ETMEK
KUR’AN’LA
YETİNMEK 14 NİSAN 2013 İLKADIM 297
D
aha hicri ilk asırda Haricîler eliyle başladı sünnete mesafeli olma akımı. Kur’an’ı yanlı ve yanlış yorumlayan Haricî mantığına karşı Hz. Ali, onlara “sünnetle gidin”, tembihinde bulunmuştu. Sonradan dini öğrenen, “Hâkimiyet Allah’ındır” ayetini slogana dönüştüren bu zihniyet, sünnete dayanmayan Kur’an anlayışıyla Hz. Ali’yi hunharca katletti. Daha sonra hadislere karşı saldırı batılı oryantalistlerden geldi. İslam kaynaklarıyla fikrî ve amelî planda irtibat sorunu yaşayan Müslümanlar, Batı dünyası karşısında hazırlıksız yakalandı. Kadim geleneğin müntesibi olan İsrailoğullarının başlarına gelen zillet ve meskenet yani tüm dünya insanları tarafından horlanıp itibarsızlaştırma ve akıl tutulması hali Avrupa’nın sanayi devrimi sonrasında Müslümanlara sirayet etti. Dünyaya hâkim zihniyet taşeronları sayesinde önce rakiplerini kötü gösterdi, sonra da bilgi kaynaklarını kirletti. Ardından da “geçmişiniz karanlık, gelin bize dâhil olun.” telkininde bulundu. Sünnetin, Hz. Peygamberden iki yüz yıl sonra tarihi kurgu roman olarak yazıldığını, hadislerin tespitinin sonradan olduğunu, bu yüzden gerçeği ifade etmediğini iki asırdan beri söyleyen batılı araştırmacılara Muhammed Hamidullah Hoca, sahabe döneminde hadislerin yazıldığını, Hemmâm b. Münebbih’in hadis sahifelerini küflü kütüphanelerden çıkartarak ispatladı.
Sünnet deryasının Batılılar tarafından kirli olduğu düşüncesi, hadislerin sonradan uydurulduğu fikri, artık yerlilere ihale edildi. Nihayet Osmanlı yıkıldı, hilafet kurumu lağvedildi ve âlimlerin sayısı azaldı. Yaşanan hayatın sorunlarına, geri kalmışlığımıza çareler arandı. Tekrar ayağa kalkmanın imkânları araştırıldı. Sonrasında Mısır’da bu durumu aşmak için Muhammed Abduh ve talebeleri tarafından, İslam’ın temel kaynakları, asrın idrakine (!) arz edilerek yeniden okunmaya başlandı.
Avrupa’nın İslam anlayışı İslam, teknik yönden güçlü olan Avrupalı karşısında, görücüye çıkmış bir gelin gibi şirin gösterildi. Mucizeler, akla uygun hale getirilip bilimsel argümanlarla anlatıldı; Ebabil kuşları mikrop, Musa as.’ın asasıyla denizin yarılma hadisesi de o esnada denk gelen med ve cezir olayı olarak yorumlandı. O zamana dek itibar görmüş ne kadar anlayış varsa hepsi çöpe atıldı, tedavüle yenileri konuldu. Ancak yorumlar bir yere geldi ve dayandı. Çağın gereklerine iman eden yeni yetme bu ulema, Kur’an üzerinde serbest hareket etmelerini kısıtlayan, keyfi yorumlarına ayak bağı olan hadisleri, yollarına engel teşkil eden bir taş gibi görerek kaldırıp atma cüretini gösterdi. Peygamberlik müessesesi, bir de Hindistan’da kendilerini Kur’an Ekolü/Kurâniyyun olarak takdim eden kişiler tarafından tekrar gündeme
taşındı ve sünnetin dindeki yeri inkâr edildi. Bu hareket, işgal ettikleri yerleri fikri planda da ifsat etmeden çıkmayan Hint Kıtasına giren İngilizlerin eliyle tasarlandı.
Kurâniyyun hareketi: “Kur’an bize yeter” Dinin esaslarını kaldırmaya yönelik projenin ürünü olan bu hareket, hadisleri tartışmaya açtı. “Kur’an bize yeter” düşüncesini işleyen bu akım, kurucusu Seyit Ahmet Han tarafından yeniden formüle edildi. Ümmetin aklı karıştırıldı. İngiliz bir şirketin eliyle yıllarca sömürülen sosyal, siyasal her alanda İngilizlere yetki veren Kur’an Ekolü nedense Rasülullah’a yetki sınırlaması getirdi. İn-
H
er dönemin fitnesi farklıdır. Bu çağın Müslümanlarının fitnesi de peygamberi postacı olarak görüp “no’lacak bu hadislerin hali” edasıyla ortaya konulan hadis inkârcılığıdır. Hadislerin reddi öyle bir hal aldı ki neredeyse çevremizdekilere hadis söylemeye korkar olduk.
gilizler, bu düşünceye sahip olanları devlet kademelerine yerleştirdi ve Oxford Üniversitesinde eğitim (!) alma imkânını sağladı. Peygambere itaat etmenin günümüz için yöneticilere itaatten ibaret olduğunu ve devleti idare edenlerin dinde reform yapabileceklerini söyleyen bu kişiler, cennet ve cehennemin temsîlî olduğunu, aynı zamanda cehennemin de ebedî olmadığını ifade ettiler. Bine yakın âlim, Kur’an Ekolü’nün diğer mimarlarından olan Ahmet Pervîz’in mürted olduğunu ilan etti.
Mevdûdî’nin duruşu O topraklarda yetişen âlimlerden Mevdûdî, ‘Sünnetin Anayasal Konumu’ adlı çaplı eseriyle, bu çarpık, din dışı zihniyeti eleştirerek sünneti müdafaa etti. Bu akım Hint kıtasının bir meselesi olmaktan çıktı, bütün İslam coğrafyasına yayıldı. Her dönemin fitnesi farklıdır. Bu çağın Müslümanlarının fitnesi de peygamberi postacı olarak görüp “no’lacak bu hadislerin hali” edasıyla ortaya konulan hadis inkârcılığıdır. Hadislerin reddi öyle bir hal aldı ki neredeyse çevremizdekilere hadis söylemeye korkar olduk. Daha hadisi söylemeden ilk taarruz “Hadis sahih mi?” diyerek gerçekleştiriliyor. Gerçi sahih hadisin şartlarına dair bir soru sorulsa alık alık bakanlar, bu hallerine rağmen Buhârî’yi, Müslim’i, Zehebî’yi de beğenmiyorlar. Bize bu durumda Hz. Peygamberin yaptığı “Ya Rabbi! NİSAN 2013 İLKADIM 297
15
Bizi dinimizden yaralama. 1 ” duasını yapmak düşüyor.
Her geçen gün bir Hadis için uydurma olduğu(!) söylenmeye başlandı Her geçen gün bir hadisin daha uydurma olduğu(!), sağ elle yemenin sünnet olmadığı, salavat getirmenin bid’at olduğu, Kur’an’da yer almadığı için bin yıllık yanılgı olan kadınların hayızlı iken oruç tutabileceği… haberleri basın ve yayın yoluyla duyurularak halk üzerinde kafa karışıklığı oluşturuldu. Başlangıçta Allah’ın Rasülü’ne iman etmeden de imanın geçerli olup cennete girilebileceği hezeyanlarına “tedrici iman” kılıfı geçirerek dinin ana dinamikleri üzerinde sarsılma yaşatıldı. Gerçek İslam’ın “Kur’an İslam’ı” olduğu söylenerek hadislere itibar edilemeyeceği ön yargısı oluşturuldu. Tahribat dünyalık olduğu zaman yerine yenisi bulunur. Ancak yozlaşma dinden başlarsa nübüvvet kurumuna karşı iki tarihî sapma önümüze çıkar: Maddeci Yahudiler, Ruhçu Hıristiyanlar. Maddeci Yahudiler peygamberlerinin varlığını bizzat ortadan kaldırarak, ruhçu Hıristiyanlar da içini boşaltarak risaleti ilga etti. Günümüz Müslümanları ise her ikisini de yapmaktadır. Bir taraftan resmî kurumların eliyle, hadislerin içi boşaltılarak yeniden tasnif edilip piyasaya servis edilmek istenirken, diğer taraftan da müçtehitliğe soyunan, meşhur üstadlar(!) bu kadar 1 Tirmizî, 3502.
16 NİSAN 2013 İLKADIM 297
mevcut hatırı sayılır hadis kitaplarına rağmen “İçime sinen, tavsiye edebileceğim bir hadis kitabı yok.” diyebiliyorlar.
Hadis kitapları reddediliyor Bilgi hatalarıyla ve kaynak yetersizliğine rağmen kendi kitaplarının eleştirilmesine tahammül gösteremeyip buna rağmen çok satılmasını iste-
yenler, hadis kitaplarını bir çırpıda reddediyorlar. En basit insanlara ve görüşlere saygılı, Aristo mantığıyla, Hegel’in teziyle, Kant’ın ahlâkıyla ve Pozitivist felsefeyle kafaları iğdiş edilmiş olanlar, Hz. Peygamberin sünneti denince tüyleri diken diken olup sanki din elden gidiyor hassasiyetiyle sünneti ve hadisleri kabulde kılı kırk yarıyorlar. “Görmediğimiz Allah’a
inanmayız” diyen materyalist Yahudilik ile ‘akla yatmıyor’ deyip hadis mirasını yıkma eğilimini gösteren kişiler arasında fark olmadığı gibi aynı şekilde İsa as.’ın şeriatını tahrif eden Pavlosizm ile hadisleri Kur’an’a arz edip, kendince ‘Kur’an merkezli(!) çarpık bir din anlayışı icat etmek isteyenler arasında da çok fark yoktur. Maalesef Rasulullah’ın sahih sünnetiyle yol bulamayan, işlerine gelince uydurma hadislere bile sımsıkı sarılan bu kişilerin zihniyeti, şu uyduruk rivayete dayanmaktadır: “Size benden bir hadis geldiğinde, bunu Kur’an’a arz edin. Eğer bu hadisin aslını Kur’an’da buluyorsanız hadisi alın, değilse reddedin.” Hâlbuki bu asılsız rivayetin, selef hadis âlimlerince ittifakla İslam düşmanları tarafından uydurulduğu ifade edilmiştir. 2 “Allah’ın kitabına uyduğu sürece siz de Rasule uyun” diye ne bir ayet ne de bunu ifade eden bir hadis vardır. Buna mukabil, “Kim peygambere itaat ederse, Allah’a itaat etmiş olur.” Nisâ sûresi:80 ayetiyle Rasul’e itaatin, Allah’a itaat etme anlamına geldiği vurgulanır. Ayrıca hadisleri hangi Kur’an’a arz edeceğiz; on dokuz yalanı üzerine Tevbe Suresinin son iki ayetini inkar eden Edip Yüksel’in Kur’an’ına mı yoksa Yasar Nuri’nin çağdaş yorumlu Kur’an’ına mı, ya da Esed’in mealinin neredeyse aynısı diyeceğimiz İslamoğlu’nun Gerekçeli Meali’ne mi?! 2 Şevkâni, el-Fevâid: 278; el-Mekâsıdü’l-Hasene: 36.
Akademik çevrenin durumu Televizyonların karşısında akademik yüksek payelerine dayanarak makam ve mevki sahibi bazı kişiler, bir takım uygulamaların Kur’an’da olmadığı gerekçesiyle hadisleri reddediyorlar. Hâlbuki peygamberimiz bakınız ne diyor: “Dikkat edin, bana Kitap ve onun bir benzeri olan (sünnet de) verildi. Dikkatli olun! Karnı tok bir adamın koltuğuna yaslanarak size: “Sadece şu Kur’an’a uymanız gerekir. (Bilmeyiz. Biz sadece Allah’ın Kitabında bulduğumuza uyarız.3) Kur’an’da olanlar helâl, olmayanlar haramdır/başka kaynağa ihtiyacınız yoktur.” demesi pek yakındır. Dikkatli olun! Allah’ın elçisinin haram kıldıkları, Allah’ın haram kıldıkları gibidir. Dikkatli olun! (Kur’an’da olmadığı halde) size evcil eşek eti haram kılındı.”4 Abdullah b. Mes’ûd, “Allah, saçına saç ekleyen ve yüzündeki kılları alana lânetlemiştir.” der. Bunun üzerine bir kadın “Allah’ın kitabını okudum, ama senin dediğini göremedim.” deyince Abdullah b. Mes’ûd: “Eğer sen okusaydın onu görürdün. Allah Teâlâ’nın “Peygamberin, size getirdiklerini alın uygulayın; yasakladığı şeylerden de uzak durun. Haşr:7” âyetini hiç okumadın mı? Kadın, “Evet” deyince İbn Mes’ûd “ İşte Rasûlullah (s.a.) (Kur’anda olmadığı halde) 3 Ebû Dâvud: 4605 4 Ebû Dâvud: 4604; İbn Mâce, Mukaddime 2, (12); Tirmizî: 2663, 2801; Müsned:6/8.
bunları da yasaklamıştır.”5 Abdullah b. Mesud ganimetler hakkında inmesine rağmen bu ayeti hayatın her alanına uyarlayarak daha geniş açıdan yorumlamıştır.
Ayetler apaçık iken... Allah’ın basiretini aldığı bir de şeytanı yol arkadaşı yaptığı kişi, “Bize Kur’an yeter.” ya da “Hz. Peygamberin sadece tebliğ görevi vardır; dinde kanun koyma yetkisi yoktur.” şeklinde sözler sarf etme cesaretini gösterdiler. Şu ayetlere rağmen: “Allah’ı ve peygamberlerini inkâr edenler, Allah ile peygamberleri arasında (peygamberlik gerçeğini inkar ederek) ayırım yapanlar, ‘Bir kısmına inanır bir kısmını inkar ederiz’ diyerek, iman ile küfür arası bir yol tutturmak isteyenler var ya, onlar gerçek anlamı ile kafirdirler.” (Nisa Suresi: 150) “Kim de kendisine ‘dosdoğru yol’ apaçık belli olduktan sonra, peygambere muhalefet ederse ve mü’minlerin yolundan başka bir yola uyarsa, onu döndüğü şeyde bırakırız ve cehenneme sokarız. Ne kötü bir yataktır o!” (Nisa Suresi: 115) Hâlbuki Kur’an’ın şu beyanıyla sünnetin vahyin kontrolünde dinde hüküm koyma yetkisi olduğu açıktır: “Onlar adını ellerindeki Tevrat’ta ve İncil’de yazılı buldukları şu okuma- yazması olmayan ümmî Peygamber’in izinden giderler. O (Peygamber) onlara iyiliği emreder, kötülüğü ya5 İbn Kesir: Haşr suresi 7. Ayetin tefsiri. NİSAN 2013 İLKADIM 297
17
saklar, temiz şeyleri helâl, pis şeyleri de haram kılar, omuzlarındaki ağır yükümlülükleri, boyunlarındaki zincirleri kaldırır.” Araf Suresi: 157
Kur’an ve Sünnet bütünlüğü Sünnetin yapı taşı olduğuna inanan İmam Evzâî’ye, sünnetin önemini ifade etmek üzere, “Kur’an’ın sünnete olan ihtiyacı, sünnetin Kur’an’a olan ihtiyacından daha fazladır.”6 sözünü söyleten o dönemin hadislerini hiçe sayan kişilerdir. Bu şekilde söylemekten kaçınan İmam Ahmed, “Böyle söyleyemem. Ama sünnet Kur’an’ın kapalı olan ve anlaşılmayan yerlerini açıklar.” demiştir.7 Sünnetin güncel hayata o denli tesir etmesine ve her konuda peygamberden bahsedilmesine şaşıran bir gayri müslim, “Neredeyse tuvaleti bile peygamberinizden bir sözle anlatacaksınız!” demesi üzerine, Selmâni Farisi, Hz. Peygamberin tuvalet adabıyla alakalı olarak kıbleye dönmemesine, taharetin nasıl yapılacağına dair sünnetten alıntı yaparak açıklama yapar.8 Çünkü Rasulullah’ın sünneti, sadece geçmişi ilgilendiren tarihi olay değil, her konuda hayata müdahale eden nebevî bir ilke, ferdî ve toplumsal huzuru sağlayan bir dünya görüşüdür. İşte bu sebeple “Mutarrif b. Abdullah, “Bize Kur’an’dan bahsedin hadisten değil” diyen kimseye, “Biz hadisi Kur’an’a tercih etmiyoruz. Hadisleri an6 Şevkani, İrşadül-Fuhul: 33 7 İbn Abdilber, Câmiu Beyani’l-İlm: 192. 8 Müslim, Tahare 5758
18 NİSAN 2013 İLKADIM 297
latmaktaki amacımız Kur’an’ı en iyi bilen (Rasulullah’ın) bildiklerini söylemektir.9 uyarısında bulunmuştur.
Sünnet, Kur’an’ın toplumsallaşmış halidir Birçok gerekçelerle sünneti görmezlikten gelip hayattan devre dışı etmeye çalışanlar, yaşamadıkları sünneti önce eleştirdiler; sonra da yaşanmaz deyip inkâr et9 İbn Abdilber, Câmiu Beyani’l-İlm: 563.
hayata uygulamaktır. Sünneti evrensel bütünlüğü içinde düşünmek ve onu her hareketimizin çıkış noktası olarak kabul etmek, kendi içimizde tatmin edici bir yoruma kavuşturamadığımız sünnet verilerini hemencecik reddedivermekten bizi kurtaracağı gibi onların da geçerli olabileceği yöre ve dönemlerin olabileceği fikrine ve rahatlığına ulaştıracaktır. Bu da İslam kültürü demek olan sünnet’e dair hiçbir bilgi ve belgenin zayi olmaması demektir.10
Hadisleri Kur’an ve Sünnet bütünlüğünde okuyalım
tiler. Sünneti reddedenlerin arkasındaki gerçek, sünnetin değişen dünyaya kafa tutup ayak uydurmayışıdır. Kaldı ki Kur’an’ın toplumsallaşmış hali olan sünnet, kişileri ve toplumları çağın her türlü soysal, siyasal, ahlakî ve eğitim alanında sapmaların karşısında durup gerçek kimliğine dönmesine imkân vermektedir. Hz. Peygamberin sünnetinin dışında yeni İslamî arayışlar ve yorumlar sadece bir ütopya olup şeytanın sağdan yaklaşmasıdır. Değişen dünya değerlerine iman, kendimizi inkârdır. Ayrıca değişimi bir iksir gibi görmek, hayra yormak, erdem değildir. İşin doğrusu, değişimi Kur’an ve sünnete göre ele alıp değerlendirmek ve
Kendi kutsallarına “la” diyemeyip hadislere gelince “illallah” deyip yaka çırpanlar şu ilahî mesajla karşı karşıya geleceklerdir: “O gün zalim kimse (üzüntüden) elini ısırıp şöyle der: ‘Keşke, peygamberle birlikte aynı yolu tutsaydım. Ah, ne olurdu, falancayı dost edinmeseydim. Zikir/Kur’an bana geldikten sonra, o saptırdı beni Kur’an’dan. Şeytan, insan için bir rezil edicidir.”Furkan Suresi: 27-29 Sonuç olarak, ekran karşısında din öğrenme yerine klasik Buhârî okumalarını, Riyaz derslerini tekrar ihya edelim. Anlamadığımız hadisleri kendisine soracağımız, hadis usulünü de ruhunu da kavratacak bir sünnet mütehassısıyla beraber kapsamlı hadis okumaları gerçekleştirelim. Hadisleri Kur’an ve sünnet bütünlüğünde okuyalım. q 10 İsmail Lütfi Çakan, İslami Yapılanmada Sîret ve Sünnet: 242.
KAPAK > Yard.Doç.Dr. İLHAMİ NALÇACIOĞLU i.nalcacioglu@ilkadimdergisi.net
İBRAHİMÎ DİNLER VE ILIMLI İSLAM KAVRAMLARI Ilımlı İslam (Amerikan İslam’ı) kırılan, incinen İslam alemini o nore etmek için geliştirilen, Müslümanların -tabiri caiz ise- gazını almak, kendi güvenliklerini sağlamak için geliştirilen bir kavramdır. Nereye kadar Müslüman olunacak?
D
önemler hakkında bilgi sahibi olabilmek için üretilen kavramları anlamaya çalışmak, içyapılarına ulaşmayı ve ona nüfuz edebilmeyi kolaylaştırır. Zira dönemler, kendilerine ilişkin kavramları da beraberinde getirir. 20. yüzyıldan 21.yüzyıla geçerken manevî değerlerin yerini bilimsel anlayış aldı ve dönem, insan hayatını kolaylaştıran teknolojik gelişmeler çağı olarak isimlendirildi. Weber’in deyimiyle tek gerçek ve güç olarak ele alınan bilimsel ve teknolojik ilerlemelerle beraber Batı “madde düşkünü, ruh yoksunu insanlar” haline geldi. Sonuçta Batı ve Amerika yerli yapıların yerine kendi değerlerini ikame etmeye çalışmakla birlikte Fransa’dan, İngiltere’den, İspanya’dan Hollanda´ya varıncaya kadar- Japonya’nın da etkisiz hale getirilmesiyle- Afrika’nın Hindistan’ın, emperyalist bir anlayışla paylaşımı ile sonuçlandı. Rusya’nın da çöküşü ile Batı “madde düşkünü, ruh yoksunu” bir anlayışla yeryüzünün maddi değerlerini sömürdü. Afrika içlerindeki altın ve elmas madenleri, Orta Doğudaki petrol, doğal gaz, bor hülasa yeryüzünün hangi maddî değerleri varsa onların iştihalarının tasallutuna uğradı.
Dünyevîleştirdikleri dinlerinin o bölgelere yayılmasına çalışarak Hıristiyanlığın misyonerlik anlayışıyla o bölgelerin ekonomik, sosyal yapılarını değiştirdiler. Nüfus bakımından, ülkenin tamamına yakınını oluşturan bir çoğunluğa karşılık Afrika’nın ve Hindistan’ın içlerinde Batılı bir azınlık, paylaşımda pastanın tamamının yakınına sahip oldu. Curchill’inde dediği gibi “bir damla kan, bir damla petrole eşittir’’ sloganı ile ne varsa sömürmek ve talan etmek için ellerinden geleni yaptılar… Yine Weber’in belittiği gibi maddeye bu kadar vurgu yaparsanız maddî gücün altında ezilirsiniz, maneviyatınızı da kaybedersiniz. Batı Medeniyetinin ulaştığı, bu noktadır. Bu günlerde Hollanda’da, Danimarka’da yaşanan-insanlık onurunu hiçe sayan olaylar Almanya’da da yaşanmış-yaşanmakta idi. 1987’li yıllarda, Türk-Alman Dostluk Derneği, insanlığın çirkin ve yüz kızartıcı örneklerinin nedenlerini anlayabilmek için “bu insanları ülkelerinde tanımak gerekir” düşüncesinden hareketle Kapadokya bölgesi ve Göreme’yi pilot bir bölge olarak belirlemişler, incelemek için bir heyet göndermişlerdi. O günlerde Nevşehir İmam Hatip Lisesine gelen heyetle birlikte öğretmenler odasında bir topNİSAN 2013 İLKADIM 297
19
lantı yapılmıştı. O günün yöneticisinin “okulun kapasitesinin yeterli olmaması nedeni ile ihtiyaca cevap veremedikleri için sınavla öğrenci almak zorunda kaldıklarını” belirtmesi üzerine; kendileri bütün uğraşmalarına rağmen, “din adamı yetiştiren okullarına öğrenci bulamadıklarından” dert yandılar. O zaman ben de “kendi sosyal ve dini yapılarına bakmaları gerektiğini” vurguladım. “Maddî yan, üzerinizde o kadar baskın ki kendi düşünürünüzün de ifadesiyle “madde düşkünü ve ruh yoksunu” toplum yapınızda aramanız gerekir” demiştim. Batılılar emperyalist anlayışları ile kendi dışında kalan medeniyetleri anlamak için kavramlar üretmeye başladılar. İşte bu kavramlardan ilki Oryantalizmdir. ORYANTALİZM İster maddî, ister manevî olsun bir konunun üstesinden gelebilmenin yolu onu tanımaktan gelir. Batı, ulaştığı ve ilahlaştırdığı bilimi bu anlamda kendi çıkarı için kullanmıştır. Maddî anlamda Doğu’ya ulaşabilmenin yolu onu tanımaktan geçer düşüncesi, akademik ve ciddi bir araştırmayı gerektirir fikrini de beraberinde getirdi. Bu nedenle 1312’de Viyana’da toplanan Kilise Şurası, Doğu kültürünün ve dillerinin incelenmesi için Paris, Oxford, Bologna, Avingon ve Salamanea üniversitelerinde kürsüler kurulması kararını aldı. Bu karar Doğu’nun akademik düzeyde incelenmesi için “Doğu Bilim”in (Oryantalizm) doğmasını sağladı. Doğu ekonomik, sosyolojik, siyasal, kültürel, dini, askeri ve kurumsal önleriyle ele alındı. Batı’nın sömürgeci anlayışıyla Doğu kültürü (Hint ve Çin de dâhil) düşman ve medeniyet birikimleri yok sayılıyordu. Aşağılayıcı, akla hayale sığmaz, bitip tükenmez öyküler anlatılıyordu. 1800’lü yıllara gelindiğinde Amerika ve Avrupa’da Doğu kültürüne ilişkin birçok dernek kuruldu. Doğu’nun bilim adamı çıkaramayacağı, düşüncelerinin sınırlı olduğu, kendi kendilerini yönetemeyecekleri, medenîleştirilmeleri gerektiği düşüncesi, bu kanallarla yayılmaya çalışıldı. Hatta bu o kadar derin izler bırakacak şekilde ki; başyapıt sahipleri Victor Hugo,
20 NİSAN 2013 İLKADIM 297
Flaubirt’in eserlerinde Doğu küçümseniyor ve Doğu insanı cinsellikten başka bir şey düşünmeyen, şehvet düşkünü yaratıklar biçiminde ele alınıyordu. Batılı emperyalist devletler, Osmanlı’nın yıkılmasının, Hindistan, Mısır ve Çin’in medenîleştirilmelerinin Tanrı buyruğu olduğunu kanıtlamak için oryantalizmin sunduğu ideolojik zemini kullanmışlardır. 1910’da Avam Kamarasında, İngiliz Dışişleri Bakanı Arthur j. Balfour konuyu şöyle dile getiriyordu: “Her şeyden önce olgulara bakın. Batılı Uluslar tarihte ortaya çıkar çıkmaz, kendilerine özgü erdemler edinip kendi kendini yönetme yeteneklerini sergilediler… Genel deyişle tüm Doğuluların tarihine göz atın, kendi kendilerini yönetme izine rastlayamazsınız.” Mısır’ı 25 yıl yöneten Lord Cromer ise , “Bağımlı Irkların Yönetimi” adlı makalesinde “bunların kendileri için neyin iyi veya kötü olacağını anlayacak zekâ düzeyinden mahrum olduklarını” iddia ediyordu. Bu düşünceler Doğu’nun sömürgeleştirilmesi fikrini gayet olağan hale getirdi. Onların değerlendirmelerine göre bu, Doğulu ulusların da istediği bir şeydi. Aynı konuda sömürgeleştirme yarışında birbiriyle rekabet halinde olan Fransızlar şöyle diyordu: “Fransa’nın Doğu’da yapacağı çok şey var çünkü Doğu Fransa’dan çok şey bekliyor. Dahası Fransa’nın yapabileceğinden fazlasını istiyor; mümkün olsa bütün geleceğini seve seve Fransanın ellerine bırakırlardı.” Napolyon’un Mısır seferinin altında yatan bu anlayış idi. Doğuya “Yararlı Bir Avrupa Örneği” sunmalı idi. Hatta Doğu insanları, onlara göre; ünlü casus Lawrence’nin deyimiyle “ölü bir İngiliz çocuğu” kadar değerli değildi. Bu konuda ciltler dolusu örnekler ve belgeler var. Ancak bunları burada aktarmak konumuzdan uzaklaştırır. İngiltere, Fransa’dan sonra, ABD ile de alakalı birkaç cümle etmek gerekir. Bilindiği gibi soğuk savaş döneminin ardından ve Rusya’nın dağılmasından sonra ABD kendisini dünyada baş hegemon güç haline getirdi. Oryantalistlere göre, ABD’nin sömürgeci amaçları ve çıkarları için İsrail’in kurulması, petrol, doğal gaz ve bor gibi enerji kaynaklarının kontrol altına alınması Orta Doğuyu vazgeçilmez kıldı. Bu sebeple oryantalistlere göre; “Amerikalıların, bilhassa Yakın
Doğu’da kabul görmesi için, Amerika’nın düşüncesine karşı mücadele eden güçleri daha yakından tanıması” gerekiyordu. Böylece Amerika, Doğu Derneği’nin yanına, doğrudan devletin yönlendirmesi ve yönetimiyle Orta Doğu Enstitüsü, Orta Doğu Araştırmalar Birliği (MESA), Ford vakfı, Hudson Enstitüsü, Pentagon ve üniversitelerinde araştırma bölümleri gibi pek çok fikir üretimi (thinktank)merkezleri eklendi. Doğuyu aşağılama
küçümseme ve yönetmek isteme geleneği aynen devam etti. İşte “İbrahimî Dinler ve ılımlı İslam” gibi kavramlar bu anlayışların sonucunda üretilen ve geliştirilen kavramlardır. İBRAHİMÎ DİNLER Diğer adıyla dinler arası diyalog. 1962-1965 yılları arasında 2. Vatikan Konsili toplandı. Bu konsilde başta Vatikan olmak üzere Amerika ve Avrupa Protestan, Evangelik ve Ortodoks Kiliseleri “Dünya Barışı”nı görüştüler. Zira stratejistlerinden S.Hungtinton’a göre; dünya hızla bir çatışmaya gitmekteydi. Bu çatışma dinler arası bir “Medeniyet Çatışması” olacaktı. Yine Francis Fukuyama’nın “Tarihin Sonu” tezi onu takip etti. O’na göre; insanlık, ekonomik, kültürel ve siyasal açıdan liberal ekonomi demokrasi ile zirveye çıkmıştır. Karşıtı komünist yöne-
tim Rusya da çökmüştür. Dünya iki kutuplu olarak hayatiyetini devam ettirir. O‘na göre kutuplardan birinin yok oluşu dünyanın sonunu getirecektir. Fukuyama’nın ses getiren tezinin global ve iletişim dünyasında akisleri vardır. İslam’daki ve Hıristiyanlıktaki mehdi inancının canlandığı ve kendilerini mehdi ilan edenlerin kol gezdiği bir dünyada yaşıyoruz. Oysa kıyamet konusunda peygamberimizin “sorulan sorandan daha bilgili değildir.” hadisi hiç kimsenin bu konuda bilgili olamayacağını belirlemiştir. Bu konuya girmek esas konumuzdan uzaklaştırır. Medeniyet Çatışması ve Tarihin Sonu şeklindeki iki yaklaşım tarzını birlikte ele aldığımız zaman, Hıristiyan dünyası elini çabuk tutmalı idi. Zira dünya son bulmadan insanlar İsevileştirilmeli ve kendilerinin ulaştığı ekonomik ve yönetim sonucunu (liberal ekonomi ve demokrasi) paylaşmalı idi. Bu nedenle diğer dünya dinlerini çekebilmek için İbrahimî Dinler fikri ileri sürüldü. Böylece bu güne kadar kilise, ekonomi ve yönetim anlayışının yayılması için ortak bir kavram bulmuştu. 1986 yılından bugüne dek devam eden bir süreç de başlamış oldu. Bizde de taraftarlar buldu. Tafsilatına girmeyeceğiz. 9 Şubat 1986 günü Papa 2. John Paul’a yürekten katılındığı belirtilen mektupta şöyle deniliyordu: “Pek muhterem Papa cenapları, üç büyük dinin doğum yeri olarak bilinen toprakların, dünyayı daha iyi yaşanabilir bir mekân kılma yolundaki kutsal misyonunuzu tam manasıyla bilen halkından en içten selamlar getirdik.” Bu kadarla da değil, “Papa 6. Paul cenapları tarafından başlatılan ve devam etmekte olan “Dinler Arası Diyalog” İçin Papalık Konseyi (PCID) misyonunun bir parçası olmak üzere burada bulunuyoruz. Bu Misyonun tahakkuk edişini görmek istiyoruz. En aciz bir şekilde hatta biraz cüretle pek kıymetli hizmetinizi icra etme yolunda en mütevazi yardımlarımızı sunmak için size geldik.” ifadesi de sunulan mektupta yer almakta idi. Bu mektupta, Papaya bir “misyon” yüklenmekte idi. Bir çok yönlerine değinilmesi gerekmesine rağmen zaman ve yer darlığı nedeniyle bir tek noktaya dikkat edilmesi zorunludur. “Misyon” kelimesinin özel bir anlamı vardır. Misyon ve misyonerlik aynı kökten NİSAN 2013 İLKADIM 297
21
gelir. İkinci Vatikan konsili’nin misyonerlikle ilgili kararında misyon sözcüğü şöyle tanımlanır: “Kilise tarafından gönderilen İncil öğreticilerinin yükümlülükleri ve bütün dünyaya giderek İncili vaaz etme vazifesini yüklenerek henüz Mesih’e inanmamış halklar arasında Kilise’yi yerleştirme, genel bir Misyon” olarak adlandırılır. Aynı konu 2. John Paul’un (Re-demptoris Misso) başlıklı genelgesinde şöyle tamamlanıyor: “Dinler arası diyalog, kilisenin bütün insanları kiliseye döndürme amaçlı misyonunun bir parçasıdır.” Yine aynı genelgenin 55-57. Sahifelerinde “Diyalog, Tanrının krallığına doğru bir yoludur ve bunun süresini ve mevsimini sadece Baba bilse de mutlaka sonuç verecektir.” ifadelerine yer verilmektedir. Hülasa İbrahimî dinler ve diyalog bir masaldan ibarettir. Hıristiyanlığı diğer din mensuplarına götürmenin adıdır. İbrahim Aleyhisselamın tebliğ ettiği dinin bugünkü Hıristiyanlıkla hiçbir benzerlik yoktur. Sadece soy itibariyle peygamberimizle ilişkili olmasından ve tevhid akidesinden başka irtibat yoktur. Dinler tarihinde İbrahimî Dinler diye bir kavram yoktur. Hz.İbrahim’in tebliğ ettiği tevhid akidesine gelince; İsrail oğulları Allah’ı bencilleştirerek şirke, Hıristiyanlar ise teslise dönüştürmüşlerdir. “And olsun ki, Allah kesinlikle Meryem oğlu Mesih diyenler kâfir olmuşlardır.”(Maide, 72) “And olsun ki, Allah üçün üçüncüsüdür diyenler de kâfir olmuşlardır.”(Maide, 75) Giriş bölümünde kısmen değindiğimiz gibi insanlık, din ve dindarlığa doğru bir akışın içindedir. Allah nurunu tamamlayacaktır. Yozlaştırdıkları “Madde Düşkünü Ve Ruh Yoksunu” insanlar haline getirdikleri kendi halklarına götürmekten aciz kaldıkları dinlerini icat ettikleri içi boş kavramlarla götürme çabalarıdır. Bu çabalar da yeni değildir. 1845 yılında İngilizler bu tartışmayı başlatmış ve 1976 yılında Libya’nın başkenti Trablus’ta Vatikan’la ortaklaşa “İslam-Hıristiyan Diyalogu Semineri” düzenlenmiştir. Yapılan tekliflerden birisi de iki dinin peygamberi ile ilgilidir. Müslümanların Hıristiyanların peygamberi Hz. İsa Aleyhisselam’ı tanıdıkları kabul edilmiş, “Hz.Muhammed’in peygamberliği
22 NİSAN 2013 İLKADIM 297
inkâr edilmeye devam edilecek mi?” sorusuna Kardinal S. Pignotelli, “Hz.Muhammed’in peygamberliği meselesinin incelenmekte olduğu ifade edilmiştir.” İnceleme devam ediyor, sanırız hala bir sonuç yok. Öyle de devam edeceği gözüküyor. Kısaca din mensupları arasında diyaloga evet ama istismara hayır. Bu, konunun “İbrahimî Dinler” ve “diyalog” ile ilgili yanıdır. Bir de olaya siyasi açıdan yaklaşmak gerekir. İşte o zaman geliştirilen “ılımlı İslam” kavramı karşımıza gelmektedir. ILIMLI İSLAM Geliştirilen; Malezya ve özellikle de Türkiye’yi ilgilendiren ılımlı İslam kavramı ABD’nin bugün geldiği konumla ilgilidir. Amerika 1798-2003 yılları arasında yaklaşık 250 kez savaşa girdi. Önemlileri 1., 2. Dünya, Kore, Vietnam ve 1991 Körfez ve 2003 Irak savaşlarıdır. Bu savaşların hepsi Amerikan topraklarının dışında oldu. Amerikalılar Avrupa’da, Asya’da, Orta Doğuda savaştılar, öldüler, yaralandılar ancak Amerikan halkı topraklarında güvenlik içindeydi. Durum 1980 yıllarına kadar devam etti. 1948 yılında Siyonist İsrail’e destek vermesi ve İsrail’in saldırganlığı Orta Doğu’da Amerika karşıtlığının başlangıcı oldu. ABD’nin İslam Ülkeleri nezdindeki itibar kırılganlığını, İsrail’in yaşlı, kadın, çoluk çocuk demeden hunharca kan dökmeye devam etmesi artırdı. Kudüs’ü işgali ile şimşekleri üzerine çekti. Amerika hep destekledi. Her destek yeniden kırılmayı, karşı gelmeyi beraberinde getirdi. Ancak 1979 yılında komünist Rusya Afganistan’ı işgal edince konumda biraz yumuşama oldu. Amerika Afganistan işgalini başarısızlığa uğratabilmek için Taliban’ı, Bin Ladin’i, Bosna, Çeçenistan ve diğer İslam ülkelerinden gelen güçleri destekledi. Rusya yenilgiye uğradı. Bu durum Afganistan’a 43 ülkeden gelmiş yaklaşık 35.000 İslamcı savaşçının birbiriyle tanışmasını sağladı. Yaklaşık 100.000 i aşkın Müslüman, Pakistan ve Afganistan’da antikomünist mücadeleye katıldı. 1982 yılında İsrail’in Lübnan’ı işgali sırasında Sabra ve Şatilla kamplarında Filistinlilere uyguladığı katliam tüm dünyada özellikle İslamcı hareketlerde ABD karşıtlığını güçlen-
dirdi. 1990–1991 Körfez savaşı sırasında izlediği politika tepkilere yol açtı. İşte bu sırada ABD ve Rusya arasındaki soğuk savaş son buldu zira komünist Rusya çökmüş ve dağılımın içine girmişti. ABD’nin ülkeleri ve insanları, komünist Rusya’dan hareketle yönlendirme kozu elinden kaçmış oldu. 18 Nisan 1983 günü İslami Cihat örgütü Beyrut’taki ABD büyük elçiliğine bomba yüklü kamyonla intihar saldırısı düzenledi. Aralarında CIA Orta Doğu sorumlusunun da bulunduğu 63 kişi öldü, 120 kişi yaralandı. Hemen akabinde ise yine Beyrut’taki Amerikan ve Fransız askeri koğuşlarına intihar saldırıları düzenlendi. 242 Amerikan 58 Fransız askeri öldü. 7 Ağustos 1998 de Kenya Nairobi ve Tanzanya Darulselam’da ABD büyük elçiliğinde eş zamanlı bomba patlatıldı. 263 kişi öldü. Ardından New York’taki dünya ticaret merkezindeki yeraltı garajındaki patlamada 6 kişi öldü, 100 kişi de yaralandı. Bu son olaya kadarki patlamalar, hep Amerikan topraklarının dışında oldu ancak sonuncusu Amerikan topraklarında, başkentinde ve Dünya Ticaret Merkezinde oluyordu. Bu saldırı bir dönüm noktası idi. Bütün bunlardan sonra olanları, ABD’nin bölgemizdeki politikalarını, yalnızca petrol, doğal gaz ve bor madeni hesabıyla açıklamak eksiktir. Gerek yukarıdaki patlama ve gerekse bir maket bıçağıyla kaçırılan uçaklarla 11 Eylül 2001 eylemleri ile 3300 dolayında vatandaşının topraklarında ölümüne neden olması şok etkisi yarattı. Japonların 7 Aralık 1941
tarihinde ABD donanmasına Pearl Harbor’a yaptıkları baskında 2403 Amerikalı ölmüş 1178 Amerikalı yaralanmıştır. Bu Dünya Ticaret Borsasındaki ikiz kulelerin çöküşü tüm Japon Hava kuvvetlerinin kullanılarak verdiği zarardan daha büyük, korkutucu ve etkileyici oldu. İletişim ve savaş teknolojilerindeki gelişmeler ne zaman, nasıl olacağı bilinmeyen, propagandaya yönelik eylemlerin yerini, daha az sayıda ve tahrip gücü yüksek saldırılara bıraktı. Katı, disiplinli kuvvetler yerine, belirli bir eylem temelinde bir araya gelmiş gizli yapılanmaların tehdit oluşturduğunu ikiz kulelere yapılan saldırı, Amerikalılara açık bir biçimde göstermiş idi. Bu radikal İslami hareketlere karşı Amerika’da MEMRI (Orta Doğu medya Araştırma Enstitüsü) tarafından yayınlanan raporda Ilımlı İslam (Amerikan İslam’ı) kırılan, incinen İslam alemini onore etmek için geliştirilen, Müslümanların -tabiri caiz isegazını almak, kendi güvenliklerini sağlamak için geliştirilen bir kavramdır. Nereye kadar Müslüman olunacak? Yoksa Amerika kendisi mi bir din geliştirmek istiyor? İsrail’in özür dilemesinin, tazminat ödeyeceğini duyurmasının altında ABD’nin baskıları yatmaktadır. Gönül alma girişimidir. Onlar plan yaptılar, Allah da onların planlarını bozdu. “Allah plan yapanların en hayırlısıdır.”(Ali İmran 54) Allah, her zaman inananların, Muhammed Ümmeti’nin ve doğruların yardımcısıdır.q NİSAN 2013 İLKADIM 297
23
HİZMET ÂDÂBI > NUREDDİN SOYAK nureddin.soyak@ilkadimdergisi.net
Kurtuluşa erenler Korkuları bire indirmek, kurtuluşun tek yoludur, Allah korkusunun hâkim olduğu yerde diğer korkular biter. Gereksiz korkuların bittiği yerde de huzur başlar. Allah’tan korkan ondan gelen her şeye inanır. Gönülden itaat eder, Onun emir ve yasaklarını, severek, şevk ve heyecanla yerine getirir.
K
urtuluşa ermenin yolu samimi bir kulluktan, Allah Tealanın istediği şekilde bir mü’min olmaktan geçer. Bu kurtuluş, bela ve musibetlerden kurtuluş gibi, rastgele bir kurtuluş değil, iki hayatta da korktuklarından emin, umduklarına nail olma kurtuluşudur. Bu kurtuluş, huzura erme kurtuluşudur. Bu kurtuluş, Rabbin istediği şekilde, Rabbe kavuşma kurtuluşudur. Bunun reçetesini Rabbimiz bize sunmaktadır: “Mü’minler, gerçekten kurtuluşa ermişlerdir.
24 NİSAN 2013 İLKADIM 297
Onlar ki namazda derin saygı/huşu içindedirler. Onlar ki faydasız işlerden ve boş sözlerden yüz çevirirler. Onlar ki zekâtı öderler. Onlar ki, ırzlarını korurlar. Onlar ki emanetlerine ve verdikleri sözlere riayet ederler. Onlar ki, namazlarını kılmağa devam ederler.’’ (Mü’minun, 1-9) “Rablerinin azametinden korkup titreyenler, Rablerinin ayetlerine inananlar, Rablerine ortak
koşmayanlar, Rablerine dönecekleri için verdiklerini kalpleri ürpererek verenler, İşte bunlar hayır işlerinde koşuşurlar ve o uğurda öne geçerler. Biz hiçbir kimseye gücünün yettiğinden fazla yük yüklemeyiz.’’ (Mü’minun, 57-62) buyurmaktadır. R abbimiz, kurtuluşa eren mü’minlerin, özelliklerini zikretmektedir. Mü’min, hayatı boyunca her an Rabbinin azametinden korkup titremelidir. Bu korku mü’minin söz ve hareketlerine
yön veren yegâne ölçüdür. Kamil mü’min korkularını birler, bütün korkulardan emin olur. Rabbinden korkan münafıklıktan kurtulur. Özüyle sözüyle bir olur, içi dışı bir olur. Rabbi onun her şeyine vakıftır. Niyeti ile ameli nasıl farklı olur? Nasıl entrikalar çevirir? Rabbimiz; “ M ü n a f ı k l a r, Allah’ı aldatmaya çalışırlar. Allah da onların bu çabalarını başlarına geçirir. (Nisa, 142) “O şeytan sizi ancak kendi dostlarından korkutuyor. Onlardan korkma-
yın, eğer mü’min iseniz, benden korkun.’’ (Al’i İmran, 175) buyurmaktadır. Korkuları bire indirmek, kurtuluşun tek yoludur, Allah korkusunun hâkim olduğu yerde diğer korkular biter. Gereksiz korkuların bittiği yerde de huzur başlar. Allah’tan korkan ondan gelen her şeye inanır. Gönülden itaat eder, Onun emir ve yasaklarını, severek, şevk ve heyecanla yerine getirir. S a m i m i mü’minler Rablerine ortak koşmaktan korkarlar, şirkin her çeşidinden uzak dururlar. İman ve amellerinde şirke düşmekten titrerler. Rabbimiz: “Şirkten uzak dur.’’ (Müddessir, 5) “Allaha şirk koşan kimse, Şüphesiz büyük bir günah işleyerek iftira etmiş olur.’’ (Nisa, 48) “İnsanlara gösteriş yaparlar ve Allah’ı pek az anarlar.’’ (Nisa, 142) buyurmaktadır. Dönüşün Rabbe olduğunu bilenler, yaptıkları hayır hasenatı, korkarak ürpererek yapar ki kabul mü yoksa ret mi olunacak? Bunu başarabilenler hizmet yarışında öne geçerler. Dünya ve ahiret saa-
detine ererler. İyi işlere koşuyor gibi görünüp, bin bir hesabı olup, çalı gibi sağa sola takılanlar, ona buna çelme takanlar, Rablerinin kendilerini görüp gözettiğini unutanlar, bu hizmet yarışından koparlar. Şeklen kopmasalar da manen koparlar. Onlar davaya değil kendilerine hizmet edecek, kendilerini şöhret edecek yer ararlar. Dünya ve ahiretlerini mahvederler. Rabbimiz: ‘’Onlar kazandıklarından hiçbir şey elde edemezler.’’ (Bakara, 264) buyurmaktadır. Mü’min kârını, zararını bilen kişidir. Rabbinin kitabını, Rasulünün sünnetini okuyup da, şu fani dünyada kârını zararını bilemeyenlere yazıklar olsun.
Namazlarını ve diğer kulluk faaliyetlerini, farkında olarak, ihlâs ve samimiyetle yerine getirenler, Ne dünyada ne de ahirette kendilerine hiçbir faydası olmayan, söz ve davranışlardan yüz çevirirler. Edep ve terbiye riayet ederek, ırz ve namuslarını korurlar. Rablerinin kedilerine verdiklerinden, ihtiyaç sahiplerine dağıtırlar. Emanetlere ve verdikleri sözleri yerine getirirler. Namazlarına da devam ederler. Bunlar çok zor şeyler mi? İnsanın bunları yapmaya gücü yetmez mi? Elbette yeter, eğer bunlara güç yetiremeyecek olsaydık, Rabbimiz bunları bize teklif eder miydi? Rabbimiz kurtuluşun yolunu ne kadar kısa ve öz olarak
formüle etmiş. Üstelik bu yolun yolcularına yardımını vaat etmiştir: ‘’İyi bilin ki, Allah’ın yardımı pek yakındır.’’(Al’i İmran, 13) Samimi mü’min, kurtuluş yoluna girmek ve o yolun yolcusu olmak zorundadır. O yolda olmayanların, o yola koyulmayanların, o yolun sıkıntı ve meşakkatlerine katlanmayanların, o yolun nimetine evet, külfetine hayır diyenlerin, bu yoldan nasibi olmaz. Bu yol, Allah rızasından başka kaygısı olmayanların, hiçlik ateşinde yananların, muhabbet ummanına dalanların, hizmet heyecanı ile coşanların, faniden geçip bakiye koşanların yoludur...q NİSAN 2013 İLKADIM 297
25
KAPAK > TAHİR DAĞASLANI
R
abbimiz, âlemi yaratmış ve insan için tezyin etmiştir. Dünyadaki bu büyük ihtişam ve ikramdan dolayı bir bedel talep etmemekle kalmamış merhametinin engin tezahüründen olarak cenneti de vaat etmiştir. O cennetler gözün gördüğünü, kulağın duyduğunu dilin anlatamadığı güzellikler ülkesidir. Rabbimiz her ne kadar dünyayı bedelsiz bir ikram olarak verdi ise de Cenneti bedelsiz vermeyeceğini koyduğu şeriatına uyanlara vereceğini Tevbe suresinde: “Allah, mü’minlerden, canlarını ve mallarını, kendilerine cennet vermek üzere satın almıştır…” (111) ayeti ile ilan etmiştir. Yani bize bedelsiz verilen canı, malı ve her şeyi cennete bedel olarak verebilene Cennet vardır. Ama bu yol Tevrat’ta, İncilde ve Kuranda anlatıldığı gibi Allah’ın şeriatının çizdiği yoldaki fedakârlıkla mümkün olacaktır. Şeriatın sözlük anlamı su kaynağına götüren yol demektir. Su nasıl ki tüm canlılar için hayat kaynağı ise biyolojik hayatın dışında kalan her şey için hayat kaynağı da şeriattır. “Ey iman edenler! Peygamber sizi, size hayat verecek şeylere davet ettiği zaman, Allah’a ve Rasul’e icabet edin...” (Enfal, 24) Şeriat inanan insanı Rabbine ve onun rızasına eriştirecek su gibi hayat kaynağıdır. İslâm şeriatı denince temelinde Hz. Muhammed
26 NİSAN 2013 İLKADIM 297
Sünnet’in yeri TEŞRÎDEKİ
(s.a.s)’e indirilen Kur’an, Peygamberin sünneti, ulemanın icmâsı ile kıyasa dayanan ilahî kaynaklı hükümler anlaşılır. Şârî, şerîat (Kanun) koyan demektir. Sosyal bir medeniyetin sahibi olarak yarattığı insanı Allah elbette başıboş bırakacak değildi. Bırakmadı da. Binlerce peygamber göndererek her millete kanunlarını anlattırdı. Ahkâmının uygulanmasını istedi. Yüce kitabımızda Rabbimiz bizden haber verirken ni-
çin kabile ve milletlere ayırdığını “Tanışasınız diye” açıklar. İnsan çok özel bir varlıktır. Yüzlerce çeşit dil konuşur, binlerce çeşit sanat icra eder, tasarım yapar, zevkleri, huy ve kabiliyetleri çeşit çeşittir. Hiç biri diğerine benzemez, her biri nadide olarak, tek tek yaratılmıştır. İşte bu nadide varlığın maslahatı, dünya ve ahiretteki rahatı ve huzuru için kanunlar koymaya da teşri denir. Kur’an’a göre Allah ya-
rattıklarının uyması için hiç kimseye kanun ve prensipler belirleme hakkı vermemiştir. Dinimizin kaynağı olması açısından peygamberimizin sünneti, Kur’an-ı Kerim’den sonra ikinci derecede gelir. Peygamberimizin kural koyma ve prensip belirleme hususundaki konumunu da yine Rabbimiz kendisi belirler. Peygamberimizin kural koymadaki konumuna Kur’an’dan bazı ayetlerle bakalım. Allah’a ve peygambere itaati kabul etmemek küfürdür: “De ki, Allah’a ve Peygamber’e itaat edin! Eğer aksine giderlerse, şüphesiz ki Allah kâfirleri sevmez.” (Âl-İ İmran, 32) Dinin hükümleri konusunda Peygamber s.a.v.kendiliğinden bir şeyler söylemez: “Muhammed, hevâdan arzularına göre konuşmaz. Onun konuşması kendisine vahiy edilenden başkası değildir.” (Necm, 3-4) Peygamber’e s.a.v itaat etmek Allah’a itaat etmektir: “Kim peygambere itaat ederse Allah’a itaat etmiş olur. Kim de yüz çevirirse, biz seni onlara bekçi olarak göndermedik.” (Nisa, 80) Peygamber (s.a.v.)’ in verdiği hükmüne gönül hoşnutsuzluğu dahi imanı yok eder: “Hayır, Rabbine yemin olsun ki, onlar aralarında çıkan anlaşmazlıklarda seni hakem yapıp, sonra da senin verdiğin hükme karşı içlerinde bir burukluk duymadan tam anlamıyla teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar.” (Nisa, 65).
Allah ve Rasulünün hükmünden sonra müminler başka bir tercihte bulunamazlar: “Allah ve Rasulü bir işte hüküm verdiği zaman, artık mü’min bir erkek ve kadının, o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah’a ve Rasulüne karşı gelirse apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.” (Ahzab, 36). Peygamber (s.a.v.)’e itaatsizlik belaları çeker:
“Peygamber size neyi verdiyse onu alın ve size neyi yasakladıysa ondan sakının. Allah ‘tan korkun, çünkü Allah’ın azabı çetindir” (Haşir, 7)
“Bu yüzden Allah Rasulünün emrine aykırı davrananlar, başlarına bir belâ gelmesinden veya kendilerine acı bir azap isabet etmesinden sakınsınlar.” (Nur, 63). Zikrettiğimiz ayeti kerimeler ve bunları teyit eden birçoğu bize göstermektedir ki; İslam hukuku Kur’an-ı Kerim ve Sünnetle beraberce şekillenmiştir. Bunların birisini diğerinden ayırmak mümkün değildir. Sağlığında iken peygamberimizin kendisi ve sonraki devirlerde sahih hadisleri her zaman İslam şeriatının ikinci kaynağı olmaya devam edecektir. Sünnet yeri gelir Kur’an’ın hükümlerini teyid eder. Yeri
gelir onları açıklar, yeni hükümler koyar ya da genel hükümlerini özelleştirir. Allah’ın Rasulü (s.a.v.) namaz, oruç, hac ve zekât gibi ibadet ayetlerini; alış veriş, faiz gibi ticaret ayetlerini; anne-baba hakkı, evlilik, mahremiyet, miras ve yetim hakları ve had cezaları gibi hukuki ayetleri açıklamıştır. Bu ve benzeri konulardaki ayet-i kerimelerin beyan ve izaha ihtiyacı vardır. Sünnet bu hükümleri beyan etmeseydi bunların ferde ve topluma tatbiki mümkün olmazdı. “İnsanlara kendilerine indirileni açıklaman için sana bu Kur’an’ı indirdik.” (Nahl, 44) ayetinin emrine uyarak Rasulullah (s.a.v.) Kur’an-ı Kerimi bize ete ve kemiğe bürünmüş, anlatan, dinleyen ve yaşayan bir Kur’an olarak gösterdi. Rasulullah (s.a.v.) buyurdular ki: “Yakındır; bir adama benim hadisim ulaşacak ve o, kalçasının üstüne yaslanıp oturacak ve şöyle diyecek: “Bizimle sizin aranızda Allah’ın kitabı vardır. Onun içinde helal olarak bulduğumuzu helal sayar, haram olarak gördüğümüzü de haram sayarız. Oysa Allahın Rasulü (s.a.v) in haram kıldığı şeyde, Allah’ın haram kıldığı şey gibidir.” (Tirmizi) Şimdi bize düşen; “Peygamber size neyi verdiyse onu alın ve size neyi yasakladıysa ondan sakının. Allah ‘tan korkun, çünkü Allah’ın azabı çetindir” (Haşir, 7) ayeti gereği onu modellemektir. q
*Sünnetin İslam hukukunun oluşumundaki yeri NİSAN 2013 İLKADIM 297
27
KUR’AN İKLİMİ > SELİM ARMAĞAN selim.armagan@ilkadimdergisi.net
“Muhammed Rasulullahtır” B (Fetih Suresi-29)
u ayet Muhammed (s.a.v)’in peygamberliğine, Allah’ın şahitliğinin ilanıdır. Allah’ın bu şahadetine rağmen “Muhammed Allah’ın Rasulüdür” demek istemeyen kâfirler gerçekte kendileri zarar etmiş olurlar. Bir Müslüman imandan ve onun esaslarından bahsediyorsa bu inancın kaynağı Kur’an olmalıdır. Zira Kur’an’ın tasdik etmediği iman iman değildir. İslam inancının kaynağı kişiler ve yorumları olamaz. İman, her zerresinin konusunu Allah c.c, Hz. Muhammed (s.a.v) ve ona indirilen Kur’an’dan alır. Hakiki imanın anahtarı her iki kısmı da ayet olan “Lâilahe illallah, Muhammedür Rasulullah dır.” Son peygamber Hz. Muhammed (s.a.v)’in geleceği konusu hem önceki kutsal kitaplarda işlenmiş hem de peygamberleri tarafından müjdelenmişti. Bu durum
28 NİSAN 2013 İLKADIM 297
Mekke müşriklerinin ve Medine ehli kitabının da bilgisi ve beklentisi dâhilinde idi. Beyyine Suresi Hz. Muhammed(s.a.v)’in geleceği konusunda Ehli kitabın hatta müşriklerin dahi iman birlikteliklerinin olduğunu, Hz. Muhammed (s.a.v)’e risalet verilince de kıskançlıklarından “Muhammed ün Rasulullah” demekte sıkıntılandıklarını anlatır. Müşrik dediğimiz kişiler de adları üstünde ortak koşan kişilerdi. Onlar Allah’a inanırlardı. Ama inançları eksik ve etrafı şirkle örtülü olduğu için makbul bir Allah inancı değildi. Onlar, Allah’a inanmakla birlikte Onu ferdî ve sosyal hayatlarında yok kabul eder, heveslerine göre bir hayat yaşarlardı. Tıpkı günümüzde inanç, ibadet ve hukuk ayetlerinden işine geleni kabul edip işine gelmeyenleri yorumlayıp kabul etmeyen, inançlarının kaynağı ataları
olanlar gibi inanırlardı. Rabbimiz, Peygamberlerini bu müşrik düzenlerle mücadele etmek, insanlara Allah’a doğru inancın ve doğru ibadetin nasıl yapılacağını göstermek için göndermiştir. Müşriklerin Kur’an-ı Kerimde anlatılan inançlarından bazılarına ibretle bakalım; “(Rasulüm!) de ki: “Eğer biliyorsanız (söyleyin bakalım), bu dünya ve onda bulunanlar kime aittir?” “Allah’a aittir” diyecekler. “Öyle ise siz hiç düşünüp taşınmaz mısınız?” de. “Yedi kat göklerin Rabbi, azametli Arş’ın Rabbi kimdir?” diye sor. “(Onlar da) Allah’ındır.” diyecekler. “Şu halde siz Allah’tan korkmaz mısınız?” de. “Eğer biliyorsanız (söyleyin), her mülkiyeti ve yönetimi kendisinin elinde olan, kendisi her şeyi koruyup kollayan; fakat kendisi
korunmayan kimdir?” diye sor. “(Bunlar da) Allah’ındır.” diyecekler. “Öyle ise nasıl olur da büyülenirsiniz -yanıltılırsınız?” de. (Mü’minun, 84-89) Bu inanış Hz. Muhammed’i ve Kur’an’ı Kerimi kabul etmedikçe kişiye fayda vermez. Şirk durumundan kurtulup “Muhammedün Rasulullah” diyebilen müşrikler, hıristiyan ve yahudiler arınabildiler. Yüce Rabbimiz Kur’an-ı Kerimde resul, nebi, mübeşşir ve nezir gibi tanımlamalarla insanları hidayete çağıran davetçilerin kendi seçtiği elçiler olduğundan hatta bu peygamberlerin akrabalıklarından bahseder. Âl-i İmran:33,34 te Âdem’i, Nuh’u, İbrahim soyunu ve İmran’ın soyunu seçkin kıldığını anlatır. Farklı zamanlar için farklı çözümlerle gönderilen peygamberlerin risaletleri son peygamber Hz. Muhammed (s.a.v)’in tebliğ ettiği Kur’an’la nihayetlenmiştir. Peygamberlerin çok olması dini ve kaynaklarını farklılaştırarak çoğaltmaz. Din Allah’ın dinidir. Peygamberlerin adı ile anılmaz. Bu nedenle Kur’an hiçbir zaman Allah’ın dinini zamanlar ya da mekânlarla da sınırlamamıştır. Hiç bir peygamber, ne inanç esaslarında ne de hukukta Allah’ın onlara bildirdiklerine aykırı bir kelime dahi ilave etmemiştir. Allah’ın katında tek din vardır. O da İslam dinidir. Kur’an’a göre bu din İbrahim’in, Yakub’un, onun çocuk ve torunları ile tüm peygamberlerin dinidir. Dolayısı ile Efendimiz bu zinci-
Rabbimiz, Peygamberlerini müşrik düzenlerle mücadele etmek, insanlara Allah’a doğru inancın ve doğru ibadetin nasıl yapılacağını göstermek için göndermiştir. rin son halkasıdır. Halkadan birinin koparılması İslam inanç sisteminin yıkılması demektir. Peygamberimizi kabul etmeyerek İslam’ın müjdelerinden yararlanılması da mümkün değildir. Âl-i İmran, 81. Ayette Rabbimiz tabir yerinde ise peygamberliğin ön şartlarını sıralamıştır. “Allah peygamberlerden şöyle söz almıştı: “And olsun ki size kitap ve hikmet verdim, sonra yanınızda bulunan kitapları doğrulayıcı bir peygamber geldiğinde ona muhakkak inanacak ve ona yardım edeceksiniz! Bunu kabul ettiniz mi? Ve bu hususta ağır ahdimi üzerinize aldınız mı?” demişti. Onlar: “Kabul ettik” dediler. Allah da dedi ki: “Öyleyse şahit olun, ben de sizinle beraber şahit olanlardanım.” Buna göre peygamberlerden birini kabul etmeyenin, hatta ona yetişip de yardım etmeyenin peygamber dahi olamayacağı açıktır. Biz de iman esasımızın temellerinden olan “…La nüferrigu beyne ehadin min rusulih – Allah’ın peygamberleri arasında ayrım yapmadan iman ederiz.” Ayeti-
ne şüphesiz iman ederiz. “Kendilerine elçi gönderilmiş olanlara da soracağız, gönderilen elçilere de soracağız.” (Araf, 6) ayeti gereği Peygamberler de dâhil hepimiz Allah’a hesap vereceğiz. Birçok ayette peygamberlerin hesap anındaki durumlarından, İblisin durumundan, mü’minlerin ve münafıkların durumlarından örnekler verilir. Biz peygamberler davasının erleri olarak “Ve de ki; “Çalışın! Yaptıklarınızı hem Allah görecek, hem Rasulü, hem de mü’minler görecektir. Sonra da gizliyi ve açığı bilen Allah’ın huzuruna iletileceksiniz. İşte o zaman, neler yaptığınızı size O bildirecektir.” (Tevbe, 105) ayette bildirilen günde Rabbimizin huzurunda onun peygamberleri ile birlikte hesap vermeye hazırlanıyoruz. Allah ve Rasulleri hakkında söylediğimiz utandıracak söz ve fiillerden tamda tövbe zamanında olduğumuza, ruz-i mahşerde utanmaktan ve hesabı zorlaştırmaktansa can tende iken bu dünyada ilahî emre kulak vermemiz gerektiğine inanıyoruz. “Ey iman edenler! Samimi bir tevbe ile Allah’a dönün. Umulur ki Rabbiniz sizin kötülüklerinizi örter, Peygamber’i ve onunla birlikte iman edenleri utandırmayacağı günde Allah sizi, içlerinden ırmaklar akan cennetlere sokar. Çünkü onların nurları, önlerinde ve yanlarında koşar da, “Ey Rabbimiz! Nurumuzu tamamla, bizi bağışla, çünkü sen her şeye kadirsin.” derler.” (Tahrim, 8) q NİSAN 2013 İLKADIM 297
29
HADİS İKLİMİ > AHMET AĞMANVERMEZ a.agmanvermez@ilkadimdergisi.net
Cehennem, nefse hoş gelen şeylerle kuşatılmış; cennet ise, nefsin istemediği şeylerle çepeçevre sarılmıştır.” (Buhârî,Rikak, 28; Müslim, Cennet, 1)
NEFİS N
efis engelini aşan, nefsini aklın ve ruhun emrine amade kılan, bir adım ileri çıksın. Allah Rasulü sallalahu aleyhi ve selem bile nefisle bir an dahi yalnız kalmamak için, Allah Celleden yardım istediğine göre, çok çetin ve son nefese kadar devam edecek bir mücadeleden bahsediyoruz. Bu mücadeleyi samimi bir şekilde sürdüren, hayatıyla, yazı ve sohbetleriyle bizleri irşad eden muhterem Osman Nuri Topbaş hocamızın birkaç yazısından alıntılar yaparak işi ehline bırakmak istiyorum: “Nefs; içimizdeki bütün kötü isteklerdir, süflî arzulara duyulan meyildir. İnsanı Allah’tan uzaklaştıran bütün şeytânî hisler, neftsen ibârettir. İşte nefis, bu şekilde kalbi yüce hakîkatlere âmâ eden süflî arzular engelidir. Nefs olmasaydı, insan rütbesinde değil, melek olurduk. Oysa kâmil bir insanın rütbe ve değeri, meleklerden üstündür. Öyle ki, Allah, insanı yarattığında bütün melekleri toplamış ve insana secde etmelerini emretmiştir. Kıskançlık ve kibir göstererek bu emri yerine getirmeyen şey-
30 NİSAN 2013 İLKADIM 297
GİBİDİR
AZGIN ASLAN
tanı da huzurundan kovmuştur. Böyle yüce bir makâmın, yani insanlık şerefinin elbette ki, büyük bir bedeli olmalıdır. Nitekim insanoğlu, işte bu bedeli ödemek ve özündeki bu cevheri parıldatmak için bu dünyaya gönderilmiştir. Tabiî kimi gayret içinde oluyor, kimi de olmuyor. İşte bunun en güzel şekilde tespiti için Cenâb-ı Hak bu dünyayı bir imtihan âlemi yapmıştır. Buyurmuştur ki: “O ki, hanginizin daha güzel davranacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratmıştır…” (elMülk, 2) Nefsi tezkiye ve kalbi tasfiye, yâni tasavvufî eğitim şarttır. Zîrâ nasıl ki altınla uğraşan erbap kimsenin mahâreti, yığın yığın onca topraktan bir gram altın üretmekte ise, insanın mahâret ve değeri de nefsin çamurlarını takvâ ateşiyle temizleye temizleye gönlü pırıl pırıl hâle getirebilmesindedir. Bir başka ifâdeyle, hiçbir şey yapmadan varlıklar değerli olmaz. Bal yapmasaydı, arılara kim değer verirdi? İnsan da kulluk yolunda bin bir imtihandan başarılı bir şekilde geçmeli ve Hakk’a aşk ile ibâdet hâlinde olmalı ki,
bir değer ifâde etsin. Nitekim insana, Cenâb-ı Hak müsbet ve menfî/olumlu ve olumsuz, iyi ve kötü, (Fetih yaklaştırıcı ve Suresi-29) uzaklaştırıcı birçok özellikleri bunun için vermiştir. Ve buyurmuştur ki: “Nefsini (fücurdan/kötü olan ve Allah’tan uzaklaştıran her şeyden) tezkiye eden/temizleyen mutlaka kurtuluşa erer.” Nefisler ancak fücûrun zıddı olan takvâ ve ihlâs ile temizlenir. Takvâ, her şeyden önce nefsânî arzuları köreltmektir. Fıtrattaki Allâh’ın vermiş olduğu istîdat ve güzellikleri inkişâf ettirip Allâh’a güzel bir kul olabilmektir. Yâni takvâ, Kur’ân ve sünneti hayatın her safhasına aksettirmek ve böylece Cenâb-ı Hak’la huzur bulabilmektir… İnsan düşünmeli: Varlık nedir? Sahibi kimdir? Ben kimim? Bu âlemde vazifem nedir? Niçin hayattayız, ölüm niye var? Peygamber Efendimiz ’in 23 senelik peygamberlik hayatı bu cevapların net ve muhteşem bir örneği olmuştur. Peygamber Efendimiz, her meçhulü aydınlatan ilâhî bir nur ve sonsuz saadete nail eyleyen bir hidayet
rehberi olmuştur. Cenâb-ı Hak buyurur: “(Rasûlüm!) Nefsânî arzularını kendisine ilâh edinen kimseyi gördün mü? Ona Sen mi vekil olacaksın?” (elFurkan, 43) İnsan, rûhu itibariyle de Allâh’a mensuptur. Dolayısıyla kulluğunu unutan, yani nisyana düşen her kalbin tedâvîsi, rûhun mensûb olduğu Rabbini çokça zikretmektir. Cenab-ı Hakk buyurur: “Ey Rasulüm, heva ve hevesini ilah edinen kimseyi gördün mü?” (Câsiye, 23) Bu iki ayet-i kerîme insanoğlunun kendini cehenneme mahkûm eden handikabını ve zaaflarını hatırlatır. Demek ki, arzular mihrap ve kıble haline gelince insan,
zaaflarının putperesti oluyor. Aslî hakikatini, derunî istidatlarını dumura uğratıyor... “(Hakikatte) mücâhid, nefsine karşı cihâd eden kimsedir.” (Tirmizî, Fezâilü’lCihâd, 2; Ahmed, VI, 20) Bir diğer hadîs-i şerîflerinde ise: “Ümmetim adına en çok korktuğum şey; nefislerinin hevâlarına uymalarıdır.” buyurmuşlardır. (Süyûtî, Câmiu’s-Sağîr, I, 12) Hazret-i Mevlânâ da bizleri şu ifâdeleriyle îkâz ve irşâd eder: “Teni aşırı besleyip geliştirmeye bakma! Çünkü o, sonunda toprağa verilecek bir kurbandır. Sen, asıl gön lünü beslemeye bak! Yücelere gidecek ve şerefenecek olan odur.” “Rûha mânevî gıdâlar ver. Olgun düşünüş, ince an
layış ve rûhî gıdâlar sun da, gideceği yere güçlü, kuvvetli gitsin.” Cüneyd-i Bağdâdî Hazretleri tezkiye edilmemiş ham bir nefsin Allah ile kul arasında kalın bir perde olduğunu bildirdikten sonra şöyle der: “Nefsi emmârelerinizi kurban ediniz. Biliniz ki gerçek hayat, ancak nefsi emmârenin şer rinden kurtulmakla mümkün dür.” Şiblî Hazretleri de şu sözlerle bu hakîkate dikkat çeker: “Nefis ölmeden ruh dirilmez. Âşıklar rûhun yaşamasını, nefsin ölümünde buldular.” Aşırı istekler (şehvetler), peşine düşenleri cehenneme çeker götürür. Bunların nefse hoş gelmesine aldanmamak gerekir. Çünkü arkası ateştir, azaptır. Bu sebeple de Peygamber Efendimiz yine dualarında Cenâb-ı Hakk’a şöyle ilticâ etmiştir: “Allâh’ım! Nefsime takvâ nasîb et ve onu her türlü günahtan temizle; onu en iyi temizleyecek Sen’sin. Ona yardım edip terbiye edecek sadece Sen’sin.” (Müslim, Zikir, 73) Cenâb-ı Hak, cümlemizi, nefsin iğvâsına düşmekten lûtf u keremiyle muhâfaza buyursun. Huzûruna, râzı ve hoşnûd olacağı bir nefs ile çıkabilmeyi bizlere rahmetiyle ikrâm ve ihsân eylesin... Âmîn... Not:Bu yazı muhterem hocamız ,Osman Nuri Topbaş’ın “Nefis tam olarak nedir, niçin verilmiştir?Nefis Azgın Arslan Gibidir!;Nefsi Emmâre’nin Tuzağı; Nefsi Muhasebeden Geri Kalmamak, yazılarından derlenmiştir. q NİSAN 2013 İLKADIM 297
31
FIKIH > MEHMET ŞENTÜRK mehmet.senturk@ilkadimdergisi.net
Süt bankası mı, süt anneliği mi? Çocuğu anne sütüyle beslemek en doğru olanı, fakat bunu gerçekleştirirken süt bankası yoluyla değil de sütanneliği yoluyla yapılması daha sağlıklı bir uygulama olur. ‘Sütannesi’ tarzıyla duyarlı bir yönetimle yapılmalı.
32 NİSAN 2013 İLKADIM 297
S
on günlerin tartışma konularının başlarında yer alan bu konu iki önemli yönü olan bir meseledir. Birincisi; prematüre olarak doğan çocukların önemli bir kısmının ölümüne yol açan, yaklaşık yılda altı bin çocuğun ölümüne sebep olan, gerekli anne sütünü alamadığı için ortaya çıkan ölümlerin engellenmesi. Bir anlamda insanî yön. İkincisi de; çocuğa, annesinden başka bir kadının süt emzirmesi sonucu ortaya çıkan çocukla emziren kadının arasında sütanneliği, sütkardeşliği gibi hısımlığın doğması. Yani dînî yön. Anne sütü almadığı takdirde ölecek veya hasta olacak yahut sakat ve zayıf kalacak bebeklere kendi anne sütünün bulunmadığı takdir-
de başka bir kadının sütünün verilmesinin zaruret olduğu yaşam hakkının korunması adına insanî bir zorunluluktur. Aynı zamanda bu husus din yönünden de gerekli bir durumdur. Bir insanın yaşatılması adına dinî bir zorunluluktur. Çocuğu anne sütüyle beslemek en doğru olanı fakat bunu gerçekleştirirken süt bankası yoluyla değil de sütanneliği yoluyla yapılması daha sağlıklı bir uygulama olur. ‘Sütannesi’ tarzıyla duyarlı bir yönetimle yapılmalı. Çocuğunun süt ihtiyacını sütanne yoluyla temin edecek olan aileler “sütannesi” seçimi imkânını da bulmuş olacaklardır. Elbette her aile çocuğuna sütanneliği yapacak kadının kişiliği, karakteri, samimiyeti, dinî inancı, beslenme şekli ahlakî yapısı vb.
konuları önemseyecektir. Çocuk emdiği kadından bir parçayı emmiştir. Buna bağlı olarak da arada hissi bir yakınlığın olması doğaldır. Hatta çocuğun gen yapısında da etkilerinin görülme ihtimali vardır. Bazı bilimsel çalışmaların sonucunun bu yönde olduğu dile getirilmektedir. Bu durumda mahremleriyle olan evliliğindeki sorunların süt hısımlığında da görülme ihtimali vardır. Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)’in çocukların ahmak kadınlardan emzirilmesini tavsiye etmemesini de bu bağlamda değerlendirmek mümkündür. Süt Bankası konusuna gelince; çok iyi kayıt altına alınır da hangi kadının hangi çocuğa süt verdiği güzel bir şekilde tutulursa bunun sakıncası olmaz ama bunun becerilebilmesi zor neredeyse imkânsız gibi gözüküyor. Bu işe hileler de karışabilir. Dinimizde bir çocuk belli şartlarda bir kadından süt emdiği zaman o kadının kendi çocuğu gibi olur. Dolayısıyla kadının kendisine ait bir çocuğa nikâh açısından kim haram oluyorsa emen çocuk
için de onlar haram olur. Diyanet İşleri Başkanlığına bağlı Kurul müzakereler sonucunda insan sütünün saklanmasının ve ihtiyacı olan bebeklere verilmesinin
din açısından sakıncası olmamasının aşağıda belirtilen şartların dikkate alınması kaydıyla uygulanabileceği sonucuna vardı: “1. Süt verecek kadının kendi çocuğunu sütten mahrum bırakmaması, 2. Başka kadının sütünü içen çocuklar arasında oluşacak mahremlik dairesini olabildiğince daraltmak için, pratik bir tedbir olarak, bir kadından alınan sütün sadece erkek veya sadece kız çocuklara verilmesi, 3. Süt veren kadın ile süt verilen çocuğun kimliklerinin, kayıt altına alınması ve bu bilginin her iki tarafa da verilmesi, 4. Bu hususun yasal düzenleme ile güvence altına alınması, 5. Evliliğe engel teşkil eden süt akrabalığı dairesinin daha da genişlememesi için, birden fazla anneye ait sütlerin karıştırılmaması, 6. Süt veren anneye, masrafları dışında bir ücret verilmemesi, alınan sütlerin para karşılığı satılmaması, 7. Kendi annesinin sütü ile beslenme imkânı bulunan çocukların, bu sistemden yararlandırılmaması.” q NİSAN 2013 İLKADIM 297
33
GEÇMİŞ ZAMAN OLUR Kİ > FATİH YILMAZ fatih.yilmaz@ilkadimdergisi.net
uhammed’e M muhabbet sallallahu aleyhi ve sellem
Ey asilerin sığınağı! Sayısız hatalarımla beni himayene alman için kapına geldim. Ah… O mübarek ayağının bastığı eşiği her zaman doya doya öpebilsem!
K
alp, Rasulullah’tan ne kadar in’ikâs alırsa, o derece kemale erer. Cenab-ı Hak ayet-i kerimede Rasûlünü terkim ederek şöyle buyurur: “Şüphesiz ki Allah ve melekleri, Peygambere çokça salât eder. Ey mü’minler! Siz de O’na salâvat getirin ve tam bir teslimiyetle selam verin.” (el-Ahzab, 56) Şu ilahî mesaja bir bakın; Allah ve Melekleri Can Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)e bol bol salâtı selam getiriyor, siz de getiriniz buyuruyor Rabbimiz. Adını adıyla beraber yazan Mevla’mıza da sonsuz hamd ü senalar etmeliyiz ki, bizi İslam’la şereflendirip Muhammed Mustafa (sallallahu aleyhi ve sellem)e ümmet olmayı nasip etmiş… Zaman o gül gibi gül görmemiş, zaman olalı Gülün güzelliği dillerde destan olalı...
34 NİSAN 2013 İLKADIM 297
Gül ki, Hz. Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem) in sembolüdür. Yani O fahri kâinat, ahlakıyla güller gülüdür. Zahirî ve bâtınî her haliyle güllerin şahıdır. Böyle bir peygambere ümmet olmak ne büyük bir bahtiyarlık ve ne büyük bir şereftir! İnsanoğlu gelişinde gidişinde, maddesinde manasında, edebinde erkânında O’na uymadıkça hüsrandadır, felakettedir. Beşeriyetin ebedi huzur ve saadete kavuşması ancak O büyük insanı her zaman ve mekânda, her işte ve herhalde örnek almakla mümkündür. O, bizim sebebi hidayetimizdir, halaskârımızdır. İslâm’ın hakikatini, hayatın ve mematın zevkini bize O öğretmiştir. Kalbimizin tek ziyneti O’nu hatırlama, dilimizin biricik virdi O’nu anmak olmalıdır. O’nsuz nasıl yaşarız? Allah cümlemizi şefaatine mazhar buyursun.
Bezmi Alem Valide Sultan, O mükemmel insana olan muhabbetini yüzük taşına şu cümleleri işleterek ifade ediyordu: “Muhabbetten Muhammed oldu hasıl, Muhammedsiz muhabbetten ne hasıl? Zuhurundan Bezm-i Âlem oldu vasıl” Bir diğer Rasülullah aşığı ve adı asırlardır unutulmayan Fuzulî... Su Kasidesi’nde O’na olan muhabbetini şu mısralarında ne güzel dile getiriyor: “Saçma ey göz eşkinden gönlümdeki odlara su Kim bu denli tutuşan odlara kılmaz çare su…” (Ey göz, (Allah’ın Rasülünün muhabbetiyle) gönlünde tutuşup alevlenmiş ateşlere göz yaşından su dökme! Çünkü bu son derece aşk hararetiyle tutuşmuş olan ateşlere su dökmek çare değildir. Bu aşk ateşi sönmez.) Fuzulî, ünlü Su Kasidesi’nin berceste mıs-
rasında, Sevgili’nin dudağına tüm varlığıyla sakilik etme arzusunu ifade eder. Kasidede Allah Rasülü (sallallahu aleyhi ve sellem)e olan muhabbetin doruğuna ulaşarak diyor ki: “Dest-bûsi arzusuyla ölürsem ger dostlar Kuze eylen toprağım sunun anınla yâre su” “Sevgili’nin elini öpmeden ölürsem eğer, toprağımdan testi eyleyin, Sevgili’ye onunla su sunun.” Şair suyu şiirleştirip okuyanın dudağına ve dimağına değdirirken, şiiri ve anlamı da su gibi billurlaştırarak sâkînin eline vermiştir Su Kasidesi’nde... Hazreti Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem), beşer olarak ve suret bakımından elbette bir “kul”dur, lakin siret itibariyle “Şah-ı Rusül” dür. Bu incelik ve esrar âlemini seyreden Aziz Mahmud Hüdayi Hazretleri ne güzel söyler: “Ayinedir bu alem her şey Hak ile kaim, Mir’at-ı Muhammed’den Allah görünür daim!..” Allah Rasûlü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) muhabbetiyle dolup taşanlardan biri de Güllerin Efendisi’ne duygularını şöyle ifade ediyor: Muhabbet deryasında, coştum duruldum bugün, Bitmeyen bekleyişle, estim yoruldum bugün. Sana açılan gönül, haddini bilmeyerek, Cazibene kapıldım, yandım kavruldum bugün. Şiirlere konu
“Şüphesiz ki Allah ve melekleri, Peygambere çokça salât eder. Ey mü’minler! Siz de O’na salâvat getirin ve tam bir teslimiyetle selam verin.” (el-Ahzab, 56)
olan Güllerin Efendisi, nesirlere de konu oluyor. Mevlana Halidi Bağdadi (k.s), Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem)in aşk ve muhabbetinden yanan bir gönülle şunları söyler: “Ey asilerin sığınağı! Sayısız hatalarımla beni himayene alman için kapına geldim. Ah… O mübarek ayağının bastığı eşiği her zaman doya doya öpebilsem!” “Ey letafet güneşi! Senin güzelliğin, teşbih sanatını dahi yok eder. Zira vasıfların yazıya da şiire de sığmıyor.” “Akıl seni medh-u senada sıkıntıya düştü. Çünkü onun istidadı, seni layıkıyla idrake kâfi değildir…” “Günahım sayılmayacak kadar çok, yüzüm katran gibi karadır. Ey canımdan aziz canan! Su ile temizlenmesi mümkün olmayan bu kirleri senin şeref verdiğin toprağa yüz sürerek temizlemeğe geldim!..” Hayatını insanların iyi ve kaliteli olması için harcamış, ömrünü insanlara hizmete adamış hafi zikrin piri olmuş ve yolunu takip edenlere mürşidi kâmil olmuş Allah ve Rasûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) aşığı bir kimsenin bu denli yakarışını görünce bizim halimiz nice olur? Muhasebesini inceden inceye yapmamız, bu konuda çok tefekkür etmemiz lazım. Muhabbetin doruğuna erişebilmek için bu gibi Allah dostlarını kendimize rehber edinmeliyiz. NİSAN 2013 İLKADIM 297
35
Rasul-i Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz vefat ettiklerinde ashabın hali, hüznünden yanıp eriyen mumlar gibiydi. O gün Allah Rasûlünün firakı ile gönüller bir anda hasret yangınlarıyla kavrulmuş, ashabı kiram, halden hale girmişti. Hz. Ömer radıyallahu anh kendisinden geçmiş, Hz. Ebu Bekir radıyallahu anh, insanları teskin edinceye kadar bin bir güçlük yaşamıştı. Zira O’nu görmemeye bir gün bile dayanamayan âşık gönüller, artık bu fani dünyada O’nu hiç göremeyecekti. İşte bu hicran ve yanışa dayanamayan Abdullah bin Zeyd radıyallahu anh, ellerini ilahi dergaha, mahzun bir gönülle açarak: “Ya Rabbi! Artık benim gözlerimi âmâ kıl! Ben, her şeyden çok sevdiğim peygamberimden sonra artık dünyada bir şey görmeyeyim!..” diye samimi göz yaşları içinde iltica etti ve oracıkta gözleri âmâ oldu. Acaba Abdullah bin Zeyd, Bilal-i Habeşi, İmam-ı Nevevi, Seyyid Ahmed-i Yesevi ve emsallerinin gönül iklimlerinden bizlerde ne kadar hisse var? Bizler de, ashabdan beri devam edegelen bu muhabbet tezahürleri çerçevesinde, Allah Rasulü’ne muhabbetteki seviyemizi ölçmeli ve O’na ne derecede ümmet olarak yaşayabildiğimizi mizan edip, ruhumuza manevi bir diriliş ve uyanış aşısı yapmalıyız. İnsan, kendine gönül gözüyle bakınca ve kendini tefekkür edince âlemin, yani yaratıkların en önde geleni olduğunu görecektir. q
36 NİSAN 2013 İLKADIM 297
TAZİYE Enderun Eğitim Vakfı Genel Başkanı Sn. Mustafa AYDOĞDU’nun babası
Ahmet AYDOĞDU’nun İlkadım Dergisi Yayın Kurulu Üyesi Sn. Süleyman KONAK’ın babası
Rıfat KONAK’ın
İlkadım Dergisi abonelerinden Sn. Hurşit YİĞİT’in oğlu
Furkan YİĞİT’in
Vefatlarını üzüntü ile öğrenmiş bulunmaktayız. Vefat edenlere Allah’tan rahmet, aile ve yakınlarına sabırlar dileriz. İLKADIM DERGİSİ
Ö
zü sözü bir olmamak, inandığı gibi hareket etmemek, iki yüzlülük etmek, gösteriş için hareket etmek riyadır. Riya ise haramdır. Mürâî (riyakâr) Allah katında sevimsiz kimsedir. Allahu Teala şöyle buyuruyor: “Vay o namaz kılanların haline ki onlar kıldıkları namazdan gafildirler. Onlar gösteriş yaparlar.” (Maun, 4-6) Ebu Hüreyre’den rivayet edilen bir hadiste peygamberimiz (sav) şöyle buyuruyor: “Bir kısım şehitler, malını infak edenler ve âlimler mükâfat olarak cennet isteyecekleri zaman Allahu Teala her birine, “Yalan söylediniz, biriniz kendisine insanlar cömert desinler diye infak etti. Diğeriniz insanlar kahraman desinler diye şecaat gösterdi. Bir diğeriniz de kendisi için falanca ne âlim bir kimsedir denilsin diye ilim öğrendi.” buyuracak ve hiçbirisi mükâfat alamayacaktır “ Yine Rasul-i Ekrem (sav): “Sizin için en çok korktuğum şey küçük şirktir.” buyurdu. “Küçük şirk nedir?” sualine cevaben de “Riyadır. Allahu Teala herkesi ameline göre mükâfatlandıracağı kıyamet günü ‘dünyada kim için gösteriş yapmış idiyseniz gidin bakın onların yanında sizin için bir mükâfat var mı?’ buyuracaktır.” “Sizin için en çok korktuğum şey gizli şehvettir, gizli şehvet de riyadır.” buyurmuşlardır. Bir diğer hadis-i şerifte
TASAVVUF CEMİL USTA cemil.usta@ilkadimdergisi.net
RİYA ise: ”Arşın gölgesinden başka gölge bulunmayan kıyamet gününde arşın gölgesinde gölgelenecek olanlardan biri de sağ elinin verdiğini sol elinden saklayacak kadar gizliliğe riayet edendir.” buyurulur. Bunun için gizli yapılan amelin aşikâr yapılan amelden yetmiş derece faziletli olduğu söylenmiştir. Hazreti Ömer bir gün tevazu amacıyla boynunu bükmüş bir adam görünce “Ey eğik başlı, başını kaldır, huşu boyun bükmekte değil kalptedir.” demişti. Hazreti Ali de demiştir ki “Mürâînin üç nişanı vardır. Yalnız kaldı mı amellerinde tembelleşir, halk içindeyken ise heveslenir. Övüldüğü zaman amelini çoğaltır. Yerildiği zaman da amelini azaltır.” RİYANIN TEDAVİSİ Riyanın amelleri mahvettiği, Allah’ın gazabına sebebiyet verdiği, büyük tehlikelerden olduğu malumdur. Kendisinde riya bulunan kimsenin bir an önce izalesi için uğraşması, mücahede etmesi, hatta zorluklara katlanması gerekir. Şifa, çirkin ve acı ilaçları içmektedir. Bu bütün Müslümanların mecbur olduğu bir mücahededir. Riyanın tedavisi için iki yol vardır. Birincisi riya ağacının köklerini kalpten söküp
atmak, ikincisi o anda hatıra gelenleri defetmektir. Riyanın bir sebebi de mevki sevgisidir. Riya üç şekilde ortaya çıkar: 1. Övülmeyi sevmek, 2. Zemden kaçınmak, 3. İnsanlarda olan şeylere tama etmektir. İnsanları riyakârlığa sevk eden şeyler de bunlardır. Allah Teala Kur’an-ı Keriminde şöyle buyurur: “De ki: Bana dini Allah’a halis kılarak kulluk etmem emrolundu. De ki: Rabbime karşı gelirsem doğrusu büyük günün azabından korkarım. De ki: Ben, dinimde ihlâs ile ancak Allah’a ibadet ederim.”(Zümer, 11-14) İhlâs ile amel edebilmek ve riyadan kurtulmak için kazancın helal olması, yediğimiz lokmaların, boğazımızdan midemize inenlerin helalinden olması elzemdir. Ağzımızdan çıkan söze ve ağzımızdan midemize inen lokmalara azami dikkat edelim. Sadık insanlarla oturup kalkalım. Haramı öven ve haramların işlendiği yerlerden uzaklaşalım. Allah Teala Kur’an-ı Keriminde “Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve sadıklarla beraber olun.”(Tevbe, 119) buyurur. Beş vakit namazımızı mutlaka kılalım. İstiğfar ve kelime-i tevhidi dilimizden eksiltmeyelim. Kur’an’ı çokça okuyalım. Bilelim ki Allah’a ibadetimizin süresi ölünceye kadardır. Allah katında kişinin değeri takvası ve ibadeti nispetindedir. Allah’ım bizi riyadan muhafaza eyle. İhlâs ve samimiyetten ayırma. Âmin… q NİSAN 2013 İLKADIM 297
37
TARİHE YÖN VERENLER > AHMET BELADA ahmet.belada@ilkadimdergisi.net
Muhammed bin Hanefiyye
Ö
nce bir husustan övgü ve takdirle bahsetmek istiyorum. Birçok bilim adamı ve akademisyenin iştiraki, Alevî-Bektaşî anlayışına sahip insanların katkısı, TDV ile Çorum Hitit Üniversitesi Hacı Bektaş Velî Araştırma ve Uygulama Merkezinin müşterek çalışmasıyla; Türkiye Diyanet Vakfı tarafından neşredilen “AlevîBektaşî Klasikleri” adı altında 15 kitaptan oluşan eser yayın hayatımıza girmiştir. Bu konuya ilgi duyan herkesin alıp istifade edebileceği harika bir kitap koleksiyonudur. Varlıklarını zenginliğimiz olarak gördüğümüz Bektaşi-Alevi camiasıyla ilgili hayli bilgi sahibi olabilirsiniz.
Takdirlik hizmet Külliyatla ilgili dönemin Diyanet İşleri Başkanı Sayın Ali Bardakoğlu: “Kütüphanelerde yahut bazı ailelerin özel sandıklarında kendi haline bırakılmış olan bu eserlerin bugünün insanına da çok güzel mesajlar vereceği muhakkaktır. Bazı istisnalar dışında bu eserler neşredilerek günümüz insanıyla buluşması sağlanmıştır. Kültür tarihçilerinden din görevlilerine kadar toplumumuzun her kesiminin yararlanacağı bu eserlerin neşri adeta bir zorunluluk arz etmiştir. Bu zorunluluğu gören Türkiye Diyanet Vakfı, “milletimizden aldığı imkân ve desteği, milletimize hizmet olarak sunma” mantığı içinde, hiçbir ayırım yapmadan gerçekleştirdiği sosyal ve kültürel faaliyetlerin yanına bu eserlerin neşrini de
38 NİSAN 2013 İLKADIM 297
katmıştır. Özgünlükleri muhafaza edilerek tamamen bilimsel metotlar çerçevesinde hazırlanıp yayımlanan bu eserlerin herkes için yararlı olmasını umuyor ve diliyorum.” Bu değerli külliyata sahip olmamı sağlayan sevgili dostum Mustafa Bey’e gönülden teşekkür ederim. Elime geçtiği andan itibaren sürekli okumaya çalışıyorum.
Ehl-i Beyt Bilindiği gibi İslam camiasında özelde Hz. Ali (k.v) olmak üzere, genelde ‘Ehl-i Beyt’e karşı büyük bir sevgi halesi mevcuttur. Ehl-i Beyt, en kısa tanımıyla Peygamberimizin ev halkı demektir. Efendimizin soyundan gelenlere verilen isimdir. Bu sevgi, insanımızı bazen ifrata, bazen de tefrite götürmüştür. Dinimizce aşırılığın bizi helake götüreceğini bilmemize rağmen bu tür davranıştan bir türlü kurtulamıyoruz. Öyle ki bu sevgi, bizleri ayrışmaya ve hatta tefrikaya bile götürmektedir. Hatta ayrışmanın en fazla yaşandığı konulardan biri ehl-i beyttir.
Muhammed bin Hanefiyye Hz. Ali’nin, Havle Bint Cafer el-Hanefiyye isimli eşinden, 16/637 yılında Medine’de dünyaya geldi. İsmi “Muhammed” Künyesi “Ebu’l-Kasım” olan, Muhammet bin Hanefiyye için şöyle bir hikâye anlatılır: Hz. Ali, Rum Kayserine savaşa gönderilmişti. Altı ay süren muharebenin ardından Peygamberimizin, sabah namazı vakti
ashabıyla sohbet ettiği esnada bir sahabi: “Müjdeler sana ey Allah’ın Rasûlü! Şah-ı Merdan Ali Hazretleri zafer kazanmış, ashabıyla birlikte sağ salim, yanlarında da büyük bir ganimet olduğu halde geri döndüler. Hz. Peygamber Aleyhisselam, derhal Bilal’a salâ vermesini emretti. Bunun üzerine Medine halkı Hz. Peygamber’in mescidinde toplandılar. Hz. Peygamber Aleyhisselam “Ukkab” adlı atına bindi. O’nunla birlikte ashab da kimi atlı kimi yaya olmak üzere Şah-ı Merdan’ı karşılamaya gittiler ve İmamla görüştüler. Peygamber Aleyhisselam Şah-ı Merdan Hazretlerinin elini eline alıp büyük bir sevinç içinde Rasûl’ün Mescidine geldiler. Yetmiş yük savaş malını (ganimet) ortaya döktüler. Rasûl Aleyhisselam bunun yirmi yükünü Mekke’ye gönderdi. Kalanını da Medine halkına ihsan etti. Herkes nasibine düşeni aldı ve Şah-ı Merdan’a hayır duada bulundu. Hz. Peygamber, Şah-ı Merdan’dan Kayser ile olan menkıbesini sordu. Şah-ı Merdan anlattı: “Ey Allah’ın Rasûlü! Mucizelerinin bereketinden Kayserin birçok malını ve kalesini ele geçirdim. İmana gelenler bizimle din kardeşi oldu. Gelmeyeni kılıçtan geçirdim. Sonunda Kayseri yakalayıp imana davet ettim ancak gelmedi. Bunun üzerine malını, her neyi varsa aldım. Onun güzel bir kızı varmış onu da esir ettim, dedi. Olanı biteni bütün yönleriyle arz ettikten sonra, Hz. Peygamber (a.s.) ona sordu:
“İmparatorun kızı Müslüman oldu mu?” İmam Ali şöyle dedi: “Ey Allah’ın Rasûlü! Kendisine sual buyurunuz.” Peygamber Aleyhisselam kızı getirmelerini buyurdu ve onu getirdiler. Râvi, (Kız o kadar güzeldi ki, misli cihanda yoktur) der. Rasûl Aleyhisselam ona adını sordu. “Ey Allah’ın Rasûlü! Adım Hanefiyye’dir.” “Ey Hanefiyye! Gel Müslüman ol, Hakk’ın rızasına kavuş.” “Ey Allah’ın Rasûlü! Benim üç tane dileğim var, bunları yerine getirirsen Müslüman olurum.” “Dileğin nedir?” “Birincisi; ben Ali’nin esiriyim, beni ondan başkasına vermeyesin. İkincisi; kızın Fatıma bana esir muamelesi yapmasın. Çünkü ben Kayser kızıyım. Çok saygı gördüm, nazla büyüdüm. Üçüncüsü; bir gün İncil okuyordum, Hak Teâlâ İncil içinde senin ümmetinin faziletini beyan etmiş ve senin adını Allah Teâlâ İncil içinde dört yüz yerde methetmiş. O hürmetten dolayıdır ki, senin adını göklerde Ahmet, yeryüzünde Muhammed, yeraltında Mahmut, arşta Abdülaziz koymuş. Biz yer ehliyiz ve yeryüzünde söylenen adına aşığız. Şimdi ben sizden şunu istiyorum; Ali’den bir oğlum olsun, adını Muhammed koyasın.” “Ey Hanefiyye! İlk iki dileğini karşılamak benim elimden gelir, ancak diğer dileğini Allahü Teâlâ katındadır mahlûkun elinden bir şey gelmez.” Hanefiyye çok üzüldü ve düşüncelere daldı. O anda Cebrail Aleyhisselam geldi: “Ey Allah’ın Rasûlü! Hak Teâlâ sana selam eder ve der ki; ‘Habibim bilmiş olsun ki ben bütün ihtiyaçları gideririm. Kulların da ihtiyaçlarını gideririm. Habibim onun sözünü kabul etsin” Rasûl Aleyhisselam bu emri alınca, dönüp şöyle dedi:
“Ey Hanefiyye! O dileğin de kabul oldu, gel, iman et.” Hanefiyye buna çok sevindi ve Hak Teâlâ’ya şükürler etti. Çünkü o vakte kadar, İmparator kızından başka kimsenin oğluna “Muhammed” adı verilmemişti… Hanefiyye, Hz. Peygamber’in yanında şahadet getirip Müslüman oldu. Hz. Peygamber onu Hz. Ali’ye nikâhladıktan sonra şöyle dedi: “Ey Ali! Cebrail senin Hanefiyye’den ilim sahibi, cesur, yiğit ve diğer oğulların gibi savaşçı bir oğlun olacağını haber verdi. O, din yolunda kahramanca savaşacak, ehl-i İslam’ı koruyacaktır…” Daha sonra Şah-ı Merdan’ın Hanefiyye’den bir oğlu oldu. Çocuk ayın on dördü gibiydi. Kaşları kara, nur yüzlü, beyaz bir güle benziyor ve görenler ona hayran oluyordu. Doğum haberini alan Şah-ı Merdan adını Muhammed Hanefiyye koydu. Böylece Allah’ın emri yerine gelmiş oldu. Dört yaşına geldiğinde Hoca’ya ihtiyaç duydu. Hz. Osman ona Hocalık yaptı. On iki yaşına geldiğinde herkesle çeşitli konuları müzakere edecek hale geldi. Ayrıca ata binmeyi, ok atmayı, süngü oynatmayı, gürz çevirmeyi ve bütün cengâverliği öğrendi. Üstün becerileri ve yiğitliği âleme nam saldı.” (1)
Siyaset Babasının Halife olduğunda yirmi yaşındaydı. Babasıyla beraber Cemel ve Sıffîn savaşlarına sancaktar olarak katılmıştır. Mümkün mertebe siyasetten uzak durmaya çalıştı. Fakat ne kadar uzak durmaya çalışırsa çalışsın Hz. Ali’nin oğlu olması münasebetiyle onu rahat bırakmayacakları malumdur. Nitekim öyle de oluyor. Ne Emevî Hanedanı, ne Ehl-i Beyt taifesi ve ne de Abdullah Bin Zübeyir onu rahat bırakmamıştır.
Muhammed bin Hanefiyye Yezid’e biat etmiştir. Kardeşi Hüseyin Kufe’ye giderken ona yardımcı olmadığı gibi, çocuklarını da onunla göndermemiştir. Kerbela’da şehit olmasına üzülmüş olmasına rağmen biatinden vaz geçmemiştir. Yezid öldüğünde Muhtar esSakafî, ondan izinsiz İmametin ona geçtiğini söyleyerek onun adına Kufe taraflarında propaganda yapmıştır. Hatta daha ileri giderek onu Mehdi olduğunu ileri sürmüştür. Gereksiz tartışma çıkarmamak için İmamlığa ses çıkarmayan Muhammed bin Hanefiyye, Mehdiliğe tepki göstermiştir. Yezid öldükten sonra Mekke civarında Halifeliğini ilan eden Abdullah bin Zübeyir’e ve de Abdülmelik bin Mervan’a biat etmemiştir. Özellikle Abdullah bin Zübeyir biat etmediği için baskıda bulunmuş hatta göz hapsinde tutmuştur. Bu esnada gizlice gönderdiği mektup sayesinde Muhtar es-Sakafî bir gece gizlice gelip onu kurtarmıştır. O da Taif ’te yaşamaya başlamıştır. Bir ara Abdülmelik bin Mervan kendine biat etmesi için onu Şam’a davet etmiş. Halkın ona gösterdiği yoğun teveccühünden rahatsız olan Halife: “Ya biat edersin yahut benim emri altımdaki topraklarda yaşayamazsın” diyerek, Şam’ı terk etmesini istemiştir. Abdullah bin Zübeyir’in 73/692 tarihinde Zalim Haccac tarafından öldürülmesinin ardından, Abdülmelik bin Mervan’a biat etmiştir. Bundan sonraki yaşamını Medine’de ilim öğrenip, öğretmekle geçiren Muhammed bin Hanefiyye, 81/700 yılında vefat etmiştir. Kabri Cennet’ül Baki mezarlığındadır. (2) q _________
1Muhammed Bin Hanefiyye Cengi; Hazırlayan, Ceyhun Ünlüer; TDV Yay. S.21-31 2İslam Ansiklopedisi; TDV; 30. cilt NİSAN 2013 İLKADIM 297
39
LÂ HAVLE > ABDULLAH GÜLCEMAL a.gulcemal@ilkadimdergisi.net
“A
llah’ın, kullarının tevbesini kabul edeceğini, sadakaları geri çevirmeyeceğini ve Allah’ın tevbeyi çok kabul eden ve pek esirgeyen olduğunu halâ bilmezler mi?” (Tevbe, 104) Ey Rahman ve Rahim olan Rabbimiz; nefislerimiz aleyhinde haddimizi aşsak da tevbelerimizi kabul
edeceğini umarak rahmetinden ümidimizi kesmiyoruz. Yaratan, yaşatan, esirgeyen, bağışlayan, can taşıyan her canlının rızkını veren Sensin Rabbim… Senin azabından affına, gazabından rızana sığınıyoruz. Bizi sırat-ı müstakimden ayırma. Nefsimizin ve şeytanın hilelerine karşı bize güç ver, basiret ver.
Nusretini esirgeme. Şu üç günlük imtihan dünyasında, insanlık tarihi boyunca Sen’den başkasına yönelen fert ve cemiyetler hiçbir zaman huzur bulamamış, mutlu olamamıştır. Rabbimiz; Sen’den başkasına yönelenlerin, Sevgili Habîbin’den başkasının izini takip edenlerin dünyasında sevgi yok, merhamet yok,
adalet yok… Onların dünyasında; kan var, kin var, gözyaşı var, açlık var, zulüm var, vahşet var… Bizi bize bırakma Ya Râb… Herşeyimizle Sana yönelmemizi lûtfeyle. İsmi Âzam’ın hürmetine, Habîbin hürmetine !... Sözü yine Şair Cengiz Numanoğlu’na bırakalım:
Yöneldim Sana --- Cengiz Numanoğlu
Hazlar, zevkler verdin, çoğu yasaklı, İçinde, bin vebâl, bin günah saklı, Yalnız, kullarına verdiğin aklı, Sabırla yoğurup, Sana yöneldim.
Günah denizine, boyumca daldım, Çırpına çırpına, kumsala geldim. Gör ki; bir kum tanesi de, ben oldum, Yerimi buldum da, Sana yöneldim.
Şarap; nice derde, sandım ki değer, Bunca içer miydim, bilseydim eğer, Beni sarhoş eden, adınmış meğer, Kırdım kadehleri, Sana yöneldim.
Bin kez tövbelerden, şaşırıp döndüm, Bin kere nurlandım, bin kere söndüm, Gel gör ki; bu defa, bir başka yandım, Küllere döndüm de, Sana yöneldim.
Bilmedim, verdiğin, can kıymetini, Yüklendim dünyanın, bin zahmetini, Gerçi yüzüm yok ya; o rahmetini, Yine de ver, diye, Sana yöneldim.
Kendi gafletimden, düştüm kedere, Yıllarca suçladım, küstüm kadere, Ne fayda ki; geçen geçti bir kere, Zararlardan döndüm, Sana yöneldim.
Nankör oldum; buldum Sana bahâne, Kibirlendim; oldum deli dîvâne, En sonunda, harmanında bir tane, Savrula, savrula, Sana yöneldim.
Dünya nîmetleri, başım döndürdü, Gönül gözlerime, perde indirdi, Yüreğimde, ne fenerler söndürdü, Birer birer yakıp, Sana yöneldim.
Dediler; “Hani, sen böyle değildin, Gaflet lekelerin, neyledin sildin? Adresi kim verdi, yolu ne bildin?” Anlata anlata, Sana yöneldim.
Haram pazarında, tâcirlik ettim, Sermayeden oldum, kârı tükettim, Îtibârım vardı Sende, yok ettim, Binbir “eyvah!” ile, Sana yöneldim.
“Yıllarca durmadan, meyhane sordun, Kumarhanelere tezgâhı kurdun, Dörtnala koşarken, nasıl da durdun?” Dedim; “durduran var”, Sana yöneldim.
40 NİSAN 2013 İLKADIM 297
Yön bilmez kullara, yollar neylesin? Bağlanmış kollara, eller neylesin? Mızrap, sarhoş vurur, teller neylesin? Tel tel inledim de, Sana yöneldim.
İlim kandilini, içimde yaktım, Mikrodan makroya, herşeye baktım, Bin bir kördüğüme, aklımı taktım, Çözdüm.. Çöze çöze, Sana yöneldim.
Katı yürek gördüm, kurşunlar delmez, Yüz adım giderim, bir adım gelmez, Dediler; “nankördür, teşekkür bilmez,” Dedim; bilen bilir, Sana yöneldim.
Kendim için, nice akıllar yordum, Neden geldim? diye, binlerce sordum, Sebepler, hikmetler, aradım durdum, Gör ki; buldum Yâ Rabb, Sana yöneldim.
Zavallı bir zümre, gördüm ki hele, Müşrikle münâfık, vermiş elele, Hasetten çatlatır, şeytanı bile, Hâlime şükredip, Sana yöneldim.
Ölüm, bir karanlık geceyse eğer, Bunca korkulara, dedim ki; değer. Oysa; uyanmakmış, sabahmış meğer, Seherin gördüm de, Sana yöneldim.
Gördüm, daha nice, yoldan sapanlar, Dünya malın, putlaştırıp tapanlar, Haram harmanında, hasat yapanlar, Binlerce “ vah !” ile Sana yöneldim.
Anam, atam, çoktan sana varmışlar, Huzurunda, huzur ile durmuşlar, Fâtihâ gönderen evlât sormuşlar, “Vâsıl eyle” diye, Sana yöneldim.
Sabahın geceyi, kovduğu yerde, İlmin cehâleti, boğduğu yerde, Îmanın kâlbime, doğduğu yerde, Hep, Seni gördüm de, Sana yöneldim.
Hak yolunda, zincirlere vuruldum, Ne fırtınalardan, durdum duruldum, Seni, serap serap, sordum yoruldum, Şimdi, pınar pınar, Sana yöneldim.
Ağaçlar, çiçekler, çimler, fidanlar, Akrepler, böcekler, kuşlar, yılanlar, Bütün emirleri, Senden alanlar, Gördüm, göre göre, Sana yöneldim.
Zengin, fakir demez, bakmazsın yaşa, Sevdiğin kulunu, çalarsın taşa, Senden ne gelirse, râzıyım başa, Affına sığındım, Sana yöneldim.
Fakir, fukarânın, dik başlarını, Seyrettim onurlu savaşlarını, Bir yetim yavrunun, göz yaşlarını, Mendil mendil sildim, Sana yöneldim.
Dedim; vâdettiğin, o Cennet nerde? Dedin; “kâlp gözüyle baktığın yerde.” Belki, bir fakirde, belki hakirde” Kâlbim göz eyleyip, Sana yöneldim.
Sahipsiz, kimsesiz, felçli düşkünler, Yaşları yetmişi, çoktan aşkınlar, Bir el bekliyorlar, öyle şaşkınlar, El verdim.. Verdikçe, Sana yöneldim.
Oruç mükâfatı, yalnız Sendeymiş, Açlığın böylesi, ne güzel şeymiş, Sabrın lezzetine, vardım ki; neymiş ! Onu, tada tada, Sana yöneldim.
Veren el, alandan üstün buyurdun, Bunu bütün kullarına duyurdun, Sonra da, onların seyrine durdun, Verdim.. Vere vere, Sana yöneldim.
Kul gördüm; yoksundur, elden ayaktan, Dedim; yürüyemez, kalkıp yataktan, Meğerse; o Sana, yürümüş çoktan, Koştum, nefes nefes, Sana yöneldim.
Komşu kapısını, usulca vurdum. Aç mıdır, tok mudur, gizlice sordum, İki lokmam vardı, birini verdim, Rızânı almaya, Sana yöneldim.
Gördüm, kadın hakkı, bilmez er kişi, Zulmeder aklınca, çünkü; o dişi. En kutsal emânet, verdin ki; eşi, Başıma tâc edip, Sana yöneldim.
“Dünya bir sınavdır, biliniz” dedin, “Kısadır, sabırlı olunuz” dedin, “Karnede, zayıfsız geliniz” dedin, Bunca zayıflarla, Sana yöneldim.
Kötürüm anaya, dertler yükledin, Oğlunda kızında, sabır yokladın, Ayağı altına, Cennet sakladın, Öptüm o Cenneti, Sana yöneldim. NİSAN 2013 İLKADIM 297
41
SÖZ MEYDANI > İBRAHİM ÇİFTÇİ ibrahim.ciftci@ilkadimdergisi.net
YAŞ SEVİNCİ 2
2 Ç
özüm arayışları içerisinde olanların en büyük dayanakları çocukları. Herkesin arzusu çocuklar, gençler ölmesin. Analar ağlamasın evlere ateş düşmesin. Çünkü bir genç askerlik çağına çok zor şartlar ve emeklerle ulaştırılıyor, ulaşabiliyor. Anne baba o çocuğun gözüne bakıyor, çocuğuna gözü gibi bakıyor. Zor şartlar ve çok emeklerle yetişenlere çocuklarına sahip çıkması çok normal. İnsanlar eserlerine de “çocuklarım” der. Bizim de eserlerimiz var. Bunlar bizim elimizde büyüdü. Gönlümüze yer etti. İlkadım da bizim çocuğumuz. Tıpkı ART, tıpkı Enderun gibi. O bir ayrı çocuk ama yetişti, büyüdü, 21 yaşına ulaştı. 21. yaş, dile kolay 21 sene. Rahmetli Zeki Soyak Hocamız içimizden biriydi ve hep içimizdeydi. Plânlı istişareler kadar ayaküstü sohbet tarzı istişareler de olurdu. Bu istişareler bazen beyin fırtınasına dönüşür bazen de çok orijinal fikirlere kaynaklık ederdi. Nevşehir’de “ev sahibinin gireni çıkanı iyi olur” denilen bir gece oturuşundaydık. Bir gazete çıkarsak denildi. Kim dedi, neden dedi bilinmez ama konu oldu. Düşünelim ve daha sonra bir daha değerlendirelim denildi. De-
42 NİSAN 2013 İLKADIM 297
ğerlendirmeler sonucu konu pişti ve eski sehpanın üzerinde kondu. Maliyeti, kimin sorumlu olacağı, nerede basılacağı, kaç sayfa olacağı gibi tüm sorular sehpanın üzerindeki deftere yazıldı (Çünkü bir masamız henüz yoktu). Yazı kurulu, sorumlu yazı işleri müdürü, sahibi, hepsi tespit edildi ve “Ş”si iyi basmayan daktilo ile ilk sayının yazıları hazırlandı. Mutfağı olmayan, daracık holü ve 6 m2’lik odası ile bir bekâr evinde ilk sayı hazırlandı. Davut’un daktiloya geçirdiği el yazıları matbaaya verilir hale geldi. Gece sabahlara kadar İlkadım Gazetesi’nin her sayfası ayrı yarı hazırlandı (Nisan 1992). O dar mekânda sandalye üzerinde uyuyan İlkadım ekibinin tasarım ve sayfa düzenlemesini yere abanarak yaptığını hepimiz biliriz. Biraz geniş bir mekâna taşındığımızda “huh” demiştik. A. Kılıç ile bazı arkadaşlarının eski ve yıpranmış çekyatların üzerinde uyuyup sabahlamaları çok anlatılmıştır. Yazarların geciken yazıları, tasarımdaki acemilikler, tashih hataları, telefonlaşmalar vs. hepsi çok tatlı anılar. “Yahu Ahmet Hoca (Edebiyat öğretmeni güzel insan), manşeti hala getirmedin. Üç gün gecikti.” Karşıdan cevap
1992 yılı Nisan ayında Ş harfi iyi basmayan bir daktilo ile yayın hayatına başlayan İlkadım Dergisi’nin hikayesi... geliyor: ”Haklısın İbrahim Hoca hemen yazacağım.” Bir gün daha geçer. Yine telefon yine o cevap. “Haklısın hocam.” Artık dayanamıyorum, “Yahu haklı olmak için değil, manşet yazısı arıyorum. Şu manşeti ve yazısını getir.” “Tashih bitti mi Akif?” “Bitti sayılır. Ben kendi sayfalarımı tamamladım. Diğer musahhihleri bekliyorum.” Savcılıktan soruşturma var. Abdullah Abi’nin “Atatürk’ün Uşağı İdim” isimli Cemal Grana’dan iktibası sebebiyle Ankara DGM soruşturma açtı. İş kötü. Yazı işleri müdür ve yazar hakkında soruşturma yargılamaya, hapis cezası isteğine
döner. Akif de, Mehmet de zor durumda. Allah kerimdir. Sonra af gelir ve mahkeme düşer. Hayatın Cilveleri. Hazırlanışı, yazılışı, tashihi, matbaaya gidişi, basılıp gelince paketi açarkenki heyecanımız, değerlendirmelerimiz, kendi kendimizi eleştirmemiz. Hepsi tatlı mı tatlı anılar oldu. Rahmetli Zeki Hocamın hep içimizde olarak gazeteyi sırtlaması, yazıları, övgüleri, sevincimize, üzüntümüze ortak oluşu ve hep gelişen bir basın organı. Ahmet Kılıç, Akif Dursun, Davut Bozbıyık, Mehmet Konukaldı, Zeyd Kahraman, Fuat Balkan İlkadım’ın hem fikir, hem de emek işçileri. Ve hala devam eden niceleri… Küçücük bir Anadolu ili Nevşehir’den bir grup samimi ve fedakâr insanın, gençlerin sesi olarak Tüm Türkiye’ye hatta dünyaya haykırışlarının bir sembolü. “İlkadım Bir Mekteptir ya.” İlk çıkış, ilk sayı, ilk okuyucu, ilk yazı ve İlkadım. İlk olmanın, ilki yaşamanın tadı heyecanı her zaman ayrıdır. Onu tekrar yaşamak pek mümkün değildir. Ancak İlkadım, birçok ilke imza attı. Kendi kendini hep geliştirdi. Yazarlar yetiştirdi. Hem muhteva, hem tasarım, hem dergicilik yönünden” mektep” olduğunu gösterdi. Bu alanlarda birçok gencimiz usta oldu. Yazarlarımıza yeni yeni yazarlar katıldı. Genç, çocuk yaşlı demeden sayfalar herkese açıldı. Sayfalar yetmez olunca özel sayılar ve “Baciyan” doğdu. Daha neler doğacak bekleyin.
BİR MEKTEPTİR
ilkadım Cehaleti yok eden Bir mekteptir İlkadım. Gönülleri tok eden Bir mekteptir İlkadım.
Mazluma açık kucak, Bir sığınak, bir ocak, Zulme hesap soracak Bir mekteptir İlkadım.
Haber verir hem halden, Maziden, istikbalden. Örgüsü itidalden Bir mekteptir İlkadım.
O hiç yorgun olmadı ‘İlk adım’, onun adı, Hep son adım muradı, Bir mekteptir İlkadım.
Can iklimi getiren, Meyveleri bitiren, Tüm hamları yetiren Bir mekteptir İlkadım.
Özü vakar, metanet, Çizgisi daima net, Hocamızdan emanet Bir mekteptir İlkadım.
ULMÜ
URMA Z B IN ’N A T N U C T İS BUD
B
urma’daki Budist rejimin Müslümanlara uyguladığı baskı ve zulmün had safhaya ulaştığı bundan dolayı günde ortalama 5 bin Müslüman’ın çevre ülkelere göç etmek zorunda kaldığı bildiriliyor. Uluslararası Yardım Kuruluşu MFS’nin yaptığı açıklamada Bangladeş’e göç edenlerin sayısının 200.000’i aştığı, pek çoğunun ise Budist askerlerce yollarda katledildiği, genç kız ve kadınların askerlerce bilinmeyen yerlere götürüldüğü ifade ediliyor.
NOT: Yukardaki yazının bu sayfada ne işi var demeyin. O haber yorum yazısının tamamını 1992 Nisan ayı İlkadım Gazetesi ilk sayısından okuyabilirsiniz. 2012 senesi yaz ayları, o zamanki Burma’da (Myanmar) aynı zulüm. İşte İlkadım’ın duyarlılığı. “İşte İlkadım bu!” Daha nice yıllara inşallah… (İbrahim ÇİFTÇİ) NİSAN 2013 İLKADIM 297
43
GENÇ BAKIŞ > MEHMET ERTURAN
erturanmehmet@hotmail.com
GENÇADAM DERGİSİ Bismillah Diyor
Gelecek aydan itibaren Genç Adam Dergisi sizlerle!
B
ismillah. Biz çok kişiydik. Fehmi, Ramazan, Hamdi, Cihad, Mustafa, Mikail, Adil, Bilal, Yasin, Baki, Batuhan, Muhammed, Mehmet. Birer inşaat mühendisi, jeolog, edebiyatçı, psikolojik danış-man, elektronik ve haberleşme mühendisi, mimar, ziraat mühendisi, matematikçi, elektrik elektronik mühendisi, tarihçi, doktor ve avukat… Farklı mesleklerden, farklı karakterlerden, farklı şehirlerde okuyan, farklı boy ve kilolarda ama bir ekip çalışması içerisinde aynı kitapları okuyup tahlil etmiş, aynı konferanslara katılmış, aynı demlikten çay içmiş, aynı selamı alıp vermiş, aynı esprilere gülmüş, aynı hedefe yürüyen marjinal değil ama orijinal genç adamlar… Bir insanın tek başına yapabilecekleri ile bir kılavuz eşliğindeki ekip, grup, cemaat halinde yapabilecekleri ara-sında göl ile akarsu arasındaki fark kadar fark vardır. Birisi tek başına olduğu için durgundur. Diğeri ise hareket halinde olduğu için verimlidir, bereketlidir. Gittiği yer-lere, geçtiği yerlerden aldığı kokuyu, tadı, izi ve daha nice bilinmez lezzetleri, özellikleri hızla götürür. İnsanları farklı ve yeni fikir, düşünce, anlayış, ufuk, kavrayış, kavram, duruş, ifade tarzı, bakış açısı vb her ne kadar kullanışlı hazine varsa onlarla tanıştırır. Kişilerin fikrinde ve zikrinde değişim’e hatta inkılâp’a sebep olan en önemli faktörlerden birisi kitap okumak ise ondan
44 NİSAN 2013 İLKADIM 297
daha etkileyici olanı ortam’larda, mekânlarda bulunmaktır. Kötü ahlâka sahip arkadaşların sebep olacağı müflis yıkımları bir kitaptan okuyarak anlamakla bu durumu bir yakını vesilesiyle bizzat şahit olup kavramak, insanın yapmak zorunda olduğu tercihi ve bunu bir an önce gerçekleştirmesi gerektiğine dair fikri edinme hızı bakımından birbirinden hayli fark-lıdır. Sıklıkla duyduğumuz Kur’ânî tabirler olan ilme’l-yakîn (tahsil ederek) bilmek’le ayne’l-yakîn (göz-üyle görerek) bilmek gibi. Ekibimizi oluşturan kardeşlerimizle birlikte katıldığımız bir konferansta bizi durgun olmaktan kurtarıp bir akarsu gibi hareketli kılacak olan ifadeyle tanıştık: “Ne yapabilirim, Nasıl yapabilirim?” sorularını kendimize sormak! Önce bizzat kendimize hemen ardından da ekibimize… Bu sorular bize; imkânlarımız, kapasitemiz, kabiliyetlerimiz, heyecanlarımız gibi bizi eylem’e sevk edecek olmazsa olmaz özellikleri-mizin hangi durumda olduğu gösterecekti. Harekete geçebilmek için bakiyemizi sorguladıktan sonra yapılacak tek şey vardı: eylem alanı oluşturmak! Ortaya, insanların beğenebileceği ve incelediğinde teşekkürlerini iletebileceği ürünler koymak… İşte bu kaliteli ürünler/ hizmetler ortaya koyabilme derdimizin peşinden giderken kendimizi, bir şeyler yazabileceğimiz ve var olan bir dergimizin gençlik ekini çıkarabileceğimiz noktasında bulduk. Gençlik eki
hakkında ilgili yerlerle ve kendi içimizde istişareler yaptık. Bir ek de olsak insanlarla yeni bir eylem alanı ve okuma ortamı paylaşabilmek adına isimden slogana, röportajdan dosya konusuna kadar ümit ve heyecan verici içerikler bulduk. İnşallah Mayıs 2013’te İlkadım Dergimizin gençlik eki olarak ‘Genç Adam’ serlevhasıyla besmeleyi çekiyor ve ‘Fetih’ diyoruz. İlkadım Dergimize abonelik yoluyla veya satın alarak ulaşma imkânı bulunan evlere, gönüllere ve öncelikle o evlerde bulunan Genç Adamlara ses veriyoruz. Çünkü birlikte nefes alıyoruz. Genç Adam’ı adam olma kaygısı ve idealiyle yaşayan ve bu idealini gittiği her yere taşıyan hanımefendi ve beyefendi Genç Adamlara armağan ediyoruz. ‘Bir diyeceğimiz var!’ veya ‘Sizin için ne yapabiliriz?’ diyenlere bir e-posta kadar yakınız; gencadamdergisi@gmail.com
İLKADIM KİTAPLIĞI > M.SELÇUK ÖZDOĞAN selcukozdogan@ilkadimdergisi.net
K
ıymetli İlkadım kitaplığı okuyucularımız. Bu ay sizlerle iki güzel kitap daha inceleyeceğiz. İbrahim ÖZTÜRK hocamızın hazırladığı Maddeli Hadisler (Konevi Yayınları) ve Nevin MERİÇ’in Ayşe Hümeyra ÖKTEN hanımefendiyle yaptığı söyleşi sonucunda hazırladığı Dindar Bir Doktor Hanım (Timaş) isimli eserleri tanıyacağız.
MADDELİ HADİSLER
H
adis okumaları uzak kaldığımız bir konu. Hadis-i Şerifleri mutat olarak değil de çalıştığımız herhangi bir mevzu esnasında okur veya sohbetlerde dinleriz. Gerçekten de Müslümanlar olarak evimizde belirli bir süreyi Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellemin bizlere verdiği mesajlara ayırsak iyi olmaz mı? Veda Hutbesinde bizlere bırakılan iki emaneti hatırlayalım. Bizlerin bu emanetlere sahip çıktığımızda yolumuzu şaşırmayacağımız ifade edilmiyor mu? O zaman bizler kendimize kılavuz olarak neleri seçtik? Yolumuz nereye doğru? İşte bu noktada bizlere yardımcı olacak bir kitap İbrahim ÖZTÜRK hocamızın hazırladığı Maddeli Hadisler kitabı. Hadis okumasına bir yerlerden başlayalım diyen okuyucularımıza, sohbet yapan kardeşlerimize, vaaz veren vaizlerimize, hutbe hazırlayan imamlarımıza
Maddeli Hadisler &
Dindar Bir Doktor Hanım kısacası hepimize hitap eden bir eser. Rasulullah hepimize hitap ediyorsa o hitaba lütfen kulak verelim. Kitaptan örnek Hadisler: Ebu Zerr radıyallahu anh şöyle dedi: Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem, engellere rağmen şu üç şeyin yapılmasını bizlere emretti: - İyilikleri tavsiye etmek. 2. Kötülükleri alıkoyup yasaklamak. 3. İnsanlara Hz. Peygamber’in sünnetini öğretmek. - İbni Ömer radıyallahu anhden rivayet edildiğine göre Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: Gerçek mü’min, 1. Yaptığı iyiliğe sevinen, 2. İşlediği kötülüğe üzülen kişidir.
DİNDAR BİR DOKTOR HANIM
A
yşe Hümeyra ÖKTEN’in hayatını kendi anlatımıyla okuyacağımız bir kitap Dindar Bir Doktor Hanım. Celalettin ÖKTEN’in hayatını okuyanlar veya Cumhuriyet’in Dindar Kadınları isimli kitapları okuyanlar bu ismi ya-
kından tanıyacaklardır. Ayşe Hümeyra ÖKTEN’in önemli bir özelliği cumhuriyetin ilk döneminde tıp eğitimi alıp doktor olmasıdır. Doktor olur ama çevresin de gönüllü refakatçiliğini üstlenir. Doktorluk kendisi için hizmet alanının en önemli bölümüdür. (Kitabı okurken) Kendisi vakıf olur. Yardım isteyenlerin yardımına hemen koşar. Medine’ye gitmesi istenir. Doktorluk sadece Türkiye’de yapılmaz ya. Koşar gider nurlu beldeye. Gider ama gelmesi zordur oralardan. Ayşe Hümeyra ÖKTEN de ruhen gelemez oralardan ve yılın belli süresini Mekke ve Medine’de geçirir. İslam Dünyasından tanıdığı çok geniş bir kitle oluşur. Yakın tarihimizi Mekke ve Medine’de yaşananları ve değişimleri, hizmetle bir ömür geçirmiş olan Ayşe Hümeyra ÖKTEN’den dinlemek isteyenlere bu kitabı ısrarla tavsiye ediyorum. Mehmet Zahid KOTKU’yu, Mahir İz’i, Mehmet Akif ERSOY’la ilgili bilmediğimiz güzel bilgilerle karşılaşacaksınız. Benim gibi biyografi meraklılarına duyurulur. NİSAN 2013 İLKADIM 297
45
İMBİK > NURİ ERCAN nuri.ercan@ilkadimdergisi.net
A
llah’ın âyetlerine tabi ki hiçbir şey olmayacaktır. Mü’minler, ilk indirilişinden günümüze kadar Kur’an âyetlerinin silinip kazınarak veya yer değişikliğine maruz bırakılarak ilka edilmesi endişesini taşımamışlardır. Münzel Vahyin korunması Allah tarafından garanti altına alınmıştır. Ayrıca Kur’an’ın ilk muhatapları senetisnat sistemini geliştirerek, hem vahyin yazıya geçmiş şekli olan âyetlere sağlam kaleler oluşturdular, hem de isnat sitemini tarih ilminin hizmetine sunarak, tarihî hadiselerin indî yorumlarla yanlış aktarılmasının önüne geçmiş oldular. Bizi endişelendiren “Bir Bilen” örneğinde olduğu gibi, Kur’an’dan âyet çıkarma pazarlığına tutuşan laikperestler değildir. Biz, tarih boyunca onca çabalarına rağmen Kur’an’dan bir harf bile çıkarma başarısı gösteremeyen nice cebbarların acı hikâyelerini dinledik. Onların torunları vız gelir tırıs gider..! Nice nazirecilerin saçmalardan seçmelerine gülüp geçmişiz biz... Esas tehlike açıktan meydan okumalar değildir. Bunlara gereken cevap Yüce Kur’an tarafından zaten verilmiştir. Tehlike, âyetlerle yoğrulmuş zihinlerin paslanmasıdır. Hafızaların dumura uğramasıdır. Fıtraten temiz olan belleklerin âyet-i kerimelerle süslendikten sonra, günün kışkırtıcı cümleleri ile doğal özelliğini yitirmesidir korkumuz. Kelam-ı İlahînin materyalist küllerle örtülüp; küllerin üzerine beşer kavillerinin çöreklenmesidir endişemiz. Bir dönem, belki gereğinden fazla öne çıkardığımız ahkâm âyetlerini şimdilerde neden konuşmuyoruz? Meseleleri konuşup tartışırken neden haram ve helal kavramları yerini başka kelimelere bırakır oldu! Müslüman zihni birçok fikir bozukluğun-
46 NİSAN 2013 İLKADIM 297
Ahkâm Ayetlerine Ne Olacak? dan koruyan ahkâm âyetleri nasıl terk edilir! Yoksa birilerinin, “Artık bu âyetlerin geçerliliği yok, bu âyetler tarihseldir; binaen aleyh günümüzde bunlara ihtiyaç kalmadı” anlayışları, bizlerin de kanıksadığı anlayışlar mı oldu? Daha çeyrek asır öncesinde “vemen lem yahküm bima enzelelllahu fe ülâike hümül kafiriun” âyet-i ile sohbete başlayan hatiplerimizin yerine, çocukların ergenlik döneminin nasıl kolayca atlatılacağını anlatan kişisel gelişimcileri baş tacı eder hale geldik. Bizleri diğerlerinden üstün kılacak âyetleri dinlemek yerine, dünya hayatının bizleri mağrur edecek konularında uzmanlaşmış kişileri dinlemek daha çok hoşumuza gider oldu. Kariyer yapma hastalığı ümmetin en iflah olmaz hastalığı halini aldı. Bir ucunda kariyer basamaklarının ilk eşiği gözükmüyorsa, bırakın fıkıh okumayı tefsir okumaya bile dudak büker olduk. Cuma namazının kabul olmasının şartların konuşulmaz
oldu. Sanki esrarengiz birileri cuma namazının sahih olmasının bütün şartlarını sağlayıp ortadan kayboldu! Sahi, “Darul harb’e ne oldu dersiniz! Etrafınızda tesettürün şartlarını konuşanlar mı çoğunlukta yoksa kızının başını nasıl örttürebileceğini dilinin ucu ile danışanlar mı çoğunlukta? Gece yarılarına kadar ahkâm âyetlerinin hükümlerinin nasıl gerçekleşeceğini konuşan nesiller de yok oluyor. İşin acı kısmı bu nesillerin şimdiki evlatlarına “Âhkam âyeti nedir?” diye soracak olursanız, o zaman işin vahametinin ortaya çıkacak olmasıdır. Oysa bu çocukların babalarından hiç birisi böyle bir hayatı hayal etmemişti. Peki neden? İnsanoğlunun en başat özelliği tüketmeye olan tutkusu olsa gerek. İhtiyacından fazlasını tüketebilen tek canlı insandır. İnsan, tüketirken hiçbir ölçü tanımazken, aynı zamanda tüketilecek nesneler arasına, akla gelebilecek her şeyi dâhil edebilmektedir. Maddî olan her şeyi
ihtiyaçları ve arzuları için eritebilen âdemoğlu, ruhunu ve duygularını tatmin edebilmek için de önüne gelen bütün değerleri harcayabilmektedir. Bu değerler arasında maalesef Allah’ın hükümleri de var olabilmektedir. Yaşadığımız hayatın aklî verilere ve inandığımız değerlere uyumlu olabilmesi için çok sağlam kaynaklara ihtiyacımız olur. Bu kaynaklar kimi zaman vahye, kimi zaman akla dayanır. Diğer taraftan yaşanılan hayatın meşru olması, herkes tarafından onaylanması ve dışlanabilen özellikler taşımaması, ahlakî seviyeleri ne olursa olsun kişilerin tercih ettiği bir durumdur. Bu gerçekler, toplumları çoğu zaman yanlış yapmaya sevk etmektedir. Tam olarak inanmadıkları ve inançlarını hayat sûretine büründüremedikleri için kimi şahsiyetler durumlarını meşru göstermek için yanlış yaparlar. Bu yanlış, halk nezdinde meşruluk elde etmek uğruna kaynakları kullanma yanlışlığıdır. Diğer bir söyleyişle biz buna gösterişçi dindarlık diyoruz. Bilmemek ve meselelerin künhüne vakıf olamamak da değerlerin menfaatler uğruna kullanılmasını sağlamaktadır. Diğer taraftan faydasız bilgi sadece ve sadece egemen olmayı neşet ettirmektedir. Böylece bildiğini zanneden herkes hemen bildiklerini kullanarak etrafına egemen olmanın mücadelesine başlamaktadır. Kullanmak elbette yasak değildir. Hatta kullanmamak doğru değildir. Sakıncalı olan bilgiyi yanlış maksatlar için tüketmektir. Ahkâm âyetleri de bir zaman kullandığımız nesneler mi oldu dersiniz? Son dönemlerde milletimize her şeyden daha çok hâkim olan politika kurumu, bizleri de kendi içerisinde mayasız hamur gibi yoğrumuştur. İnancımızın uzun yıllar baskı altında kalması parti
liderlerini birer mehdi olarak algılamamızı sağlamıştır. Neticede parti liderleri ile gelen sloganik düşünceler, onların gitmesi ile yok olmuştur. Ülkenin gidişatında söz sahibi olan kanaat önderleri de sahip oldukları kurumlarla birlikte, siyaset dışında bir gündem oluşturma konusunda yeterli olamamışlardır. Bir yerde, iktidar ya da muhalefetle paralel düşünceler üretmeyi marifet sayarak alternatif düşünceler geliştirememişlerdir. İşleri başkasına yıkmanın doğru olmadığını bildiği halde iktidarlardan çok şey bekleyen örnek toplumlardan birisi olduğumuz şüphe götürmez bir hakikattir. Bu hakikat bizi zaman zaman beşerî istidatlarımızı
kullandığımızda halledeceğimiz meseleleri bile devlet yıkmamıza sebep olmaktadır. İşin garip tarafı bu anlayışın, neredeyse kişisel ibadetleri bile iktidara yıkmaya yeltenecek boyutlara ulaşabilmesidir. Bu düşüncenin başka bir versiyonu ise, bizim düşüncelerimizi savunan insanların iktidar olması durumunda, şu ya da bu gerekçelerle Allah’ın hükümleri ile sorumlu tutulamayacağını iddia ederek tezahür etmektedir. Böylece hüküm ifade eden âyetler iki nedenle de gücün uhdesine bırakılmış olmaktadır. Unutmayalım, Yahudiler ahkâm âyetlerini yorumlayarak ya da yok sayarak tahrif edebilmişlerdi. q
Kuşe-i Tebessüm NİMET NİMETİ DAVET EDER
Vakta ki, adamın birinin yolu çöle düşer. Yolculuk uzundur. Lakin adam yol bilmez iz bilmez biridir. Nihayet yolunu şaşırıp; yönünü kaybeder. Rastgele yol kat etmeye başlar. Yürüdükçe yanındaki az miktardaki azığı ve suyu da tükenmiştir. Az gider, uz gider. Hep düz gider. Çölde yüksek yüksek tepeler olacak değil ya! Lakin takati iyice tükenir. Ayağına küçük bir nesne dokunsa yıkılacaktır. Yıkıldığında ise öleceğine kanidir. Bu sebeple Allah’a yalvarır. Ölmeden önce elinden tutması için niyazda bulunur. Anlatmaya gerek yok, o haldeki samimiyeti varın siz hesap edin! Derken ayağına küçük bir kesek takılır. Hah işte! Tökezlemiştir. İşte, ölüm gelmiştir. Tam “Lailahe illallah “demeye çalışırken elinde bir el hisseder. Bir el, elinden nihayet tutmuştur. Yüzüstü kapaklanmakta olan yüzünü elin sahibine çevirir. Nur yüzlü, aksakallı bir dede! Çok sevinir. “Ne iş!” dercesine adama bakar. Aksakallı dede: “Ne mutlu sana! Allah duanı kabul buyurdu ve üç şey dilemen için beni gönderdi. Dile benden ne dilersen!” “Suuuuu!” diye inledi adam. Nur yüzlü dede hemen buz gibi su ile dolu bir şişeyi kendisine verdi. Adam kapağı açtı. Yavaş yavaş içmeye başladı. Aman Allah’ım su tükenmiyordu! Ne büyük bahtiyarlık! Soluklandı, etrafına baktı, içmeye devam etti. Kendisine gelinceye kadar kana kana içti. Su hala bitmiyordu. Aksakallı dede: “Bir dileğini diledin, haydi öbür ikisini de söyle! Hemen yerine getirilsin.” diyerek araya girdi. Çöl yolcusu adam, iyice kendisine geldiğinin farkında idi. Nur yüzlü adama gözlerini çevirdi. teklifi düşündü. Sonra ufka baktı. Arkasına, sağa sola baktı. Çölün ucu bucağı yok gibiydi. Tepedeki güneşe baktı, güneş hala çok yakıcı idi. Önüne, kanlar içindeki ayaklarına baktı. Sesini yükselterek: “Senden iki şişe daha su istiyorum.” dedi. NİSAN 2013 İLKADIM 297
47
BULMACA > Hümeyra KELLAHLI SOLDAN SAĞA 1. Dergimizin genel yayın yönetmeni; İlhami….. 2. Üzme, sıkıntı verme.- Doğu.- Konuşanın temel olarak aldığı bir şeyden daha uzak olan yer veya şey. 3. Vurma, dövme.- Sahip. 4. İçinde, elektrik akımı ile akkor durumuna gelerek ışık verebilen bir iletkeni bulunan, havası boşaltılmış cam şişe.-Abd.- Neon elementinin simgesi. 5. Koyun, kuzu vb. hayvanların çıkardığı ses.Yeni karşıtı.- esk. Su. 6. Hitit.- Deniz veya göl suları ile çevrilmiş küçük kara parçası.- Geçmiş. 7. Gök.- Canlı, diri. 8. Yiğit.-Azerbaycan’ın başkenti. - Radyum elementinin simgesi. 9. İlmi araştırmalar merkezi’nin kısaltması.- Herhangi bir şeyin veya vücudun üzerinde oluşan, biriken pislik.- Gran Turismo’nun (isp. Büyük Tur)kısaltması. 10. Açık oturum.- Parıltı, parlayış. 11. Bir yüzeyde boy sayılan iki kenar arasındaki uzaklık, genişlik, boy, uzunluk karşıtı.- Cam, çini, toprak vb.nden yapılmış derince çanak.-Dost, kardeş, arkadaş. Başkenti Rabat olan ülke. -Kırmızı. YUKARIDAN AŞAĞIYA 1. Pişmanlık.-İpek böceği kozaları çözülerek çıkarılan ve dokumacılıkta kullanılan çok ince, esnek ve parlak tel. 2. Ululuk, büyüklük.-
48 NİSAN 2013 İLKADIM 297
1
2
3
4
5
6
7
8
9 10 11 12
1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 esk. Şimdi, şu anda, hâlâ, henüz. 3. Ansızın, birdenbire.Bilme, anlama, sezme, tasavvufta evrenin sırlarını bilme gücü. 4. Mektuplara, damga resmine karşılık kâğıtlara yapıştırılan, basılı küçük kâğıt parçası.- Bir işin yapılması için harcanan beden ve kafa gücü. 5. Yemek.- Bir işte başta gelen kimse veya şey.- Söz, lakırtı. 6. Soda veya potas katılmış silisli kumun ateşte eritilmesiyle yapılan sert, saydam ve çabuk kırılır cisim.- Terbiye, iyi ahlak, incelik.-South Africa’nın kısaltması. 7. Bir şeyin gerçekleşmesini uzak görmek, olacağına pek inanmamak.- müz. Notada duraklama zamanı ve bunu gösteren işaretin adı. 8. İçine ok konulan ve
sırtta taşınan meşinden yapılmış ok kılıfı, sadak.- esk. Akıllı. 9. Bilme, biliş, bir şeyin doğrusunu bilme, bilim.kim. Azotlu besinlerin vücutta yanmasıyla oluşan, erimiş bir durumda dışarı atılan azotlu madde. 10. Kireç, zeytinyağı, pamuk ve yumurta akının karıştırılması yoluyla, kırık çanak çömlekleri, künkleri birleştirmekte kullanılan macun.- İlenme, beddua.- Bir kimsenin mülkiyeti altında bulunan, taşınır veya taşınmaz varlıkların bütünü. 11. Haya, hicap, utanç, kaygı.- osm. Bakılan, nazar edilen yer. 12. Olay, düşünce, duygu ve hayallerin dil aracılığıyla sözlü veya yazılı olarak biçimlendirilmesi sanatı, yazın.- Bir şeyin geçtiği veya önce bulunduğu yerde bıraktığı belirti.