HAZİRAN 2013 • SAYI 299 • 7 TL (KDVD)
/ilkadimdergisi.com
/ilkadimdergisi.com
• Muallimin Rabbin Olsun- Nureddin Soyak
HİZMET ADABI/Nureddin Soyak • Birbirimiz İçin İmtihan Aracıyız
• Bir Eğitim Kurumu Olarak Cami Murat Kaynar • Nebevî Eğitimde Dârü’l-Erkâm Modeli Menderes Güzelce • Dünden Bugüne Vakıfların Eğitimdeki Rolü Abdurrahim Arslan
• Aile İçi Eğitim Mustafa Yavuz • Asr-ı Saadet’in Eğitim Müessesesi “SUFFE” Ö. Faruk Özcan • İki Hatıra Çerçevesinde “Din Eğitimi” Ahmet Belada
ilkadım
Aylık Düşünce ve Kültür Dergisi
HAZİRAN 2013 YIL 22 SAYI 299 Fiyatı: 7 TL KDV D
Sahibi İhya Yayıncılık Tic. ve San. Ltd. Şti. Adına İsmail Varır ismail.varir@ilkadimdergisi.net Genel Yayın Yönetmeni Yard.Doç.Dr. İlhami Nalçacıoğlu i.nalcacioglu@ilkadimdergisi.net Sorumlu Yazı İşleri Müd. İsmail Varır Yayın Kurulu Nureddin Soyak Yrd. Doç. Dr. İlhami Nalçacıoğlu A.Baki Öncel Ahmet Belada Erkan Özdemir İbrahim Çiftçi İsmail Varır Metin Başbuğ Rauf Denizler Süleyman Konak Kapak ve Sayfa Düzeni İlkadım Grafik Reklam ve Abone Sorumlusu Cep: 0535 251 41 07 - 0505 808 35 87 abone@ilkadimdergisi.net Baskı Cihan Ofset (0352) 322 02 00 Merkez Kasaplar Çarşısı No: 2 Nevşehir Tel :0384 213 65 43 • Gsm:0505 808 35 87 PK. 75 Nevşehir İrtibat Kayseri:0352 221 38 35 • 0535 251 41 07 Konya :0506 681 23 27 www.ilkadimdergisi.net e-mail: ilkadim@ilkadimdergisi.net
Abone Şartları Yurtiçi Yıllık : 80 TL Yurtdışı Yıllık : 50 Euro Abonelik İçin: 0505 808 35 87 Yurtiçinden: Posta Çeki: İhya Yayıncılık 693721 Banka Hesap No: KUVEYT TÜRK KATILIM BANKASI Kayseri Yeni Sanayi Şb. IBAN:TR420020500000785462200001 Yurtdışından: SWIFT KODU:TEBUTRIS170 TR720003200017000000045693 Bu dergi Basın Meslek İlkeleri’ne uymayı taahhüt eder. Yazıların ve ilanların sorumluluğu yazı ve ilan sahiplerine aittir. Gönderilen yazı, resim veya karikatür yayınlansın ya da yayınlanmasın iade edilmez. Dergide olabilecek hataların bildirilmesi rica olunur. Cevap hakkı doğurabilecek yayın için cevap hakkı saklıdır. Yazılar, isim belirtilerek iktibas edilebilir.
/ilkadimdergisi
/ilkadimdergisi
ilkadım’dan...
HAZİRAN 2013 • SAYI 299 • 7 TL (KDVD)
/ilkadimdergisi.com
/ilkadimdergisi.com
editor@ilkadimdergisi.net
Kıymetli Okuyucu, Milletlerin geleceği, uyguladıkları eğitim ve öğretim sistemine ve yetiştirdikleri nesillere bağlıdır. Millet ve devletlerin yükseliş ve düşüş grafikleri eğitim ve öğretim sistemlerin yükseliş ve düşüş grafikleri ile orantılıdır. Eğitim ve öğretim işini önemseyen ve baş mesele edinen, çok iyi yetişmiş âlimlerin, idarecilerin hâkim olduğu, bedenen ve ruhen sağlıklı nesiller yetiştiren toplumlar fazilet toplumlarını oluşturmuşlar, madden ve manen yükselmiş ve üstün medeniyetler kurmuşlardır. • Muallimin Rabbin Olsun- Nureddin Soyak
HİZMET ADABI/Nureddin Soyak • Birbirimiz İçin İmtihan Aracıyız
• Bir Eğitim Kurumu Olarak Cami Murat Kaynar • Nebevî Eğitimde Dârü’l-Erkâm Modeli Menderes Güzelce • Dünden Bugüne Vakıfların Eğitimdeki Rolü Abdurrahim Arslan
• Aile İçi Eğitim Mustafa Yavuz • Asr-ı Saadet’in Eğitim Müessesesi “SUFFE” Ö. Faruk Özcan • İki Hatıra Çerçevesinde “Din Eğitimi” Ahmet Belada
Her hususta olduğu gibi eğitim hususunda da en mükemmel örneğimiz elbette Peygamberî eğitimlerdir. “Muhakkak ben muallim olarak gönderildim.” (İbni Mace) buyuran Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem, puta tapan ilkel bir toplumu misli görülmemiş bir şekilde eğitmiş, vahyin arı, duru kaynağından doyasıya sulamış ve en yüksek ilim adamları, iradeciler ve komutanlar olarak yetiştirmiş ve onlar kıyamet sabahına kadar örnek alınacak kıymetler olmuşlardır. Bir ülkede meydana gelen ticarî, iktisadî ve teknik gelişmeler elbette takdire şayan ve millet hayatı için olması gereken şeylerdir. Ancak bütün bunlardan daha mühim olanı insandır ve insanın eğitimidir. Zira insanı ruhen ve fikren besleyip manen kalkındırmadan istenilen medeniyet seviyesine ulaşmak mümkün değildir. Bir elimizle yaptığımızı diğer elimizle yıkmak istemiyorsak insanımızı bir fazilet ve ahlak abidesi haline getirmek mecburiyetindeyiz. Mekke’de Daru’l Erkam, Medine’de Suffe ve Mescid-i Nebî, İslâmî eğitim ve öğretimin asr-ı saadet dönemindeki örnekleridir. Ayrıca hane-i saadet ve sahabe evlerinde de sohbetler ve Kur’an öğrenimi yapılıyordu. Bu usûl, Hulefa-i Raşidîn, Emevîler, Abbasîler zamanında ve tüm İslâm devletlerinde devam etti. Selçuklular döneminde ilk defa Bağdat’ta yapılan ve daha sonra ülkenin çeşitli yerlerinde yaygınlaştırılan ve yalnız eğitim ve öğretim maksatlı medreseler inşa edilmeye başlandı. O dönemde tekkeler de tasavvuf ehlinin yetiştirildiği bir halk mektebi idi. Buralarda şeriat, tarikat erkan ve adabı öğretilir, halkı irşad edecek mânâ insanları yetiştirilirdi. 625 yıllık devlet hayatını 320 yılını dünyanın rakipsiz tek devleti olarak sürdüren Osmanlı devleti ise, hem eğitim ve öğretim sistemini ve hem de eğitim öğretim müesseselerini asırlar ötesine ışık tutacak boyutlara ulaşmışlardır. Bir ihtisas üniversitesi, bir eğitim harikası diyebileceğimiz Enderûn Mektebi bu müesseselerden sadece biridir. M. Baudeir 1624 tarihinde Enderun Mektebi hakkında şöyle yazmıştır: “Osmanlının başarılarına şaşmamak lazım. Çünkü onlar elit tabakaları nasıl yetiştireceklerini, gençleri nasıl disipline edeceklerini ve onları mükemmel bir hâle getirirken kabiliyetlerine göre nasıl taltif edeceklerini biliyorlar.” İlkadım Dergisi olarak bu sayımızda bu eğitim müesseselerimizi tekrar hatırlamayı ve hatırlatarak gündeme taşımayı arzu ettik. Umarız o kutlu tecrübeler ışığında tekrar saadet nesillerini yetiştirmeyi Rabbimiz bize lutfeder. Selam ve dua ile…
6 Bir Eğitim Kurumu Olarak Cami
İçindekiler İLKADIM’DAN /1 BAŞYAZI/Nureddin Soyak Muallimin Rabbin Olsun/3 KAPAK Bir Eğitim Kurumu Olarak Cami/6 Murat Kaynar
8 Nebevî Eğitimde Dârü’l-Erkâm Modeli
Nebevî Eğitimde Dârü’l-Erkâm Modeli/8 Menderes Güzelce Dünden Bugüne Vakıfların Eğitimdeki Rolü/11 Abdurrahim Arslan Aile İçi Eğitim/13 Mustafa Yavuz Asr-ı Saadet’in Eğitim Müessesesi “SUFFE”/16 Ö. Faruk Özcan İki Hatıra Çerçevesinde “Din Eğitimi”/20 Ahmet Belada
20 İki Hatıra Çerçevesinde “Din Eğitimi”
HİZMET ADABI/Nureddin Soyak Birbirimiz İçin İmtihan Aracıyız/24 KUR’AN İKLİMİ/Selim Armağan Ailede Eş Başkan Olmaz/26 HADİS İKLİMİ/Ahmet Ağmanvermez Hayatımızı Kotrol, Amellere Devam Edelim!/28 FIKIH/Mehmet Şentürk Yemin ve Keffareti/30 TASAVVUF/Cemil Usta Ucub ve Kibir/31
40 Düşen Takke Değil, Külâhtır Külâh
EĞİTİM/Yrd. Doç. Dr. İlhami Nalçacıoğlu Biyolojik Bir Varlık Olarak İnsan ve Önüne Konan Model İlişkisi/32 TARİHE YÖN VERENLER/Ahmet Belada İmam Malik/34 EFENDİMİZE MEKTUP/Burak TAŞÇIOĞLU Âlemlerin Efendisi’ne/36 ŞİİR/Zeki SOYAK Mutlu Belâlar/37 GEÇMİŞ ZAMAN OLUR Kİ/Fatih Yılmaz Nefis Terbiyesi/38
44 25 Plakalı Hatıralar
LA HAVLE/Abdullah Gülcemal Düşen Takke Değil, Külâhtır Külâh/40 SÖZ MEYDANI/İbrahim Çiftçi O Daha Küçük (mü)?/42 GENÇ BAKIŞ/Mehmet Erturan 25 Plakalı Hatıralar/44 İMBİK/Nuri Ercan Dikey Hareketlilik/46 KİTAPLIK/M.Seçuk Özdoğan Zihin Kontrolü Ömer Özkaya/48
2
DERGiSi
Başyazı nureddin.soyak@ilkadimdergisi.net
Muallimin Rabbin Olsun
R
abbimiz: “O, insana bilmediğini öğretti.’’ (Alak, 5 )
“Sen elbette yüce bir ahlak üzeresin.” (Kalem, 4) buyurmaktadır. Rasulullah -sallalahu aleyhi ve sellem- Efendimiz: “Beni Rabbim edeplendirdi. Edebimi de ne güzel eyledi.” buyurmuştur. Rasulünü terbiye eden Rabbimiz, terbiyesine girmek isteyen kullarını da terbiye eder. Rasulünün terbiyesine giren, Rabbinin terbiyesine girmiş demektir. Rasulün terbiyesinden çıkan da Rabbinin terbiyesinden çıkmış demektir. Rasulullah -sallalahu aleyhi ve sellem- Efendimiz: “Allah beni bir muallim olarak gönderdi.” (İ.Mace ) buyurmaktadır.
Rabbimiz Rasullerini insanlığı eğitmeleri için görevlendirmiştir. Rasullerin muallimliğine tabi olanlar Rablerinin talebesi olmuş olurlar. Onların eğitiminin özünü, sevgi, güzel söz, af, merhamet ve sabır oluşturmaktaydı. Onları öldürmeye gelenler onlarda dirilmiştir. Bu sevgi ve merhamet sayesinde ıslahı mümkün görülmeyen niceleri ıslah olmuştur. Ashab bunun en canlı örnekleridir. Birbirine düşmanlık kin ve nefretle dolu olanlar, kendisi için istediğini mü’min kardeşleri için de ister, kendisi için istemediğini mü’min kardeşleri için de istemez hale gelmişlerdir. Rabbimiz: “Hani siz birbirinize düşmanlar idiniz de O, kalplerinizi birleştirmişti. İşte O’nun bu nimeti sayesinde kardeşler olmuştunuz.’’ (Al-i İmran, 103) “İnanıp, salih amel işleyenler için Rahman, (gönülle-
re) bir sevgi koyacaktır. Allah yolunda başlarına gelenlerden yılmadılar, zaafa düşmediler, boyun eğmediler, Allah sabredenleri sever.” (Al-i İmran, 146) buyurmaktadır. Rasuller, Rahman’ın salih kullarıydı. Onlar sevdiler, sevildiler, insanlığın kurtuluşuna vesile oldular. Nefreti kaldırıp sevgiyi inşa ettiler. Selamı yaydılar, sevenlerin sevdiklerini birbirine söylemelerini, hediyeleşmelerini, güzel söz söylemelerini, güler yüz göstermelerini tavsiye ettiler. Bunların hepsi mü’minler arasında sevginin inşası için tavsiye edildi. Sevginin olmadığı yerde her şey biter. Analık, babalık, kardeşlik, evlatlık, akrabalık, arkadaşlık, dostluk, insanlık biter; İslamlık biter. Rasullerin yolunu takip eden alimler de peygamber varisi olarak kıyamete kadar insanları Rablerine davet edeceklerdir. Onlar da başlarına gelen bela HAZİRAN 2013 / 299
3
ve musibetlere sabredecekler, zalimlere boyun eğmeyecekler, yılmadan usanmadan Allah Tealaya çağıracaklardır. Allah Tealanın yoluna davet çok hassas bir konu olduğu için Rabbimiz, Elçilerine ve onun yolunu takip edenlere bunun usulünü de tarif etmiştir: “Ona yumuşak söz söyleyin. Belki öğüt alır.’’ (Taha, 44) “Allah’ın rahmeti sayesinde sen onlara karşı yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın, onlar senin etrafından dağılıp giderlerdi. Artık sen onları affet. Onlar için Allah’tan bağışlama dile.” (Al-i İmran, 159) “...Öfkelerini yenenler, insanları affedenlerdir, Allah, iylik edenleri sever.” (Al-i İmran, 134) “Şüphesiz sen sevdiğin kimseyi doğru yola iletemezsin, Fakat Allah dilediği kimseyi doğru yola eriştirir. O, doğru yola gelecekleri daha iyi bilir.” (Kasas, 56) Rabbimiz Rasullerine, insanları kendi yoluna davet ederken onlardan gelebilecek bütün meşakkatlere katlanmayı, kötü söz ve hakaretlerine rağmen onlara yumuşak davranmayı öğütlemiştir. Bu kişilere bile öfkelenmemeyi, onları affetmeyi tavsiye buyurmuştur. Bunlar zor şeyler olmasına rağmen azmedilmeye değer güzel şeylerdir. 4
DERGiSi
Mü’min, her zaman ve her halde yılmadan usanmadan Rabbine çağıracak, bu çağrıya kulak verilse de verilmese de hızını kesmeyecek, insanlara nasihat ederken de kendini unutmayacak salih amellere devam edecek. Bu yol peygamberlerin ve salih kulların yoludur. Rabbimiz en güzel sözün “Rabbe çağırmak” olduğunu beyan buyurmaktadır. Samimi mü’min her vesile ile Rabbine davet etmeyi hayatının yegâne gayesi bilmelidir.
Rabbimiz, peygamberlerinin şahsında çok önemli bir mesajı da davetçilere ulaştırmaktadır. “Hidayet benim işimdir, siz davete devam edin.” İnsanın fıtratında, davet ettiği insanların hemen hidayete ermeleri arzusu vardır. Özellikle de sevdiklerinin. Hakikat şu ki; başta peygamberler olmak üze-
re salih kulların, sevdiklerinden ve en yakınlarından hidayete ermeyenler olmuştur. Ne peygamberlerin ne de salih kulların, sevdiklerini hidayete erdirme gibi güçleri yoktur. Rabbimiz kimin hidayete layık olduğunu, kimin hidayete ereceğini elbette herkesten daha iyi bilir. Mü’min, her zaman ve her halde yılmadan usanmadan Rabbine çağıracak, bu çağrıya kulak verilse de verilmese de hızını kesmeyecek, insanlara nasihat ederken de kendini unutmayacak salih amellere devam edecek. Bu yol peygamberlerin ve salih kulların yoludur. Rabbimiz en güzel sözün “Rabbe çağırmak” olduğunu beyan buyurmaktadır. Samimi mü’min her vesile ile Rabbine davet etmeyi hayatının yegâne gayesi bilmelidir. Rabbimiz: “Sözü dinleyip de onun en güzeline uyanlar var ya, işte onlar Allah’ın hidayete erdirdiği kimselerdir. İşte onlar akıl sahiplerinin ta kendileridir.” (Zümer, 18) “Kullarıma söyle: (İnsanlara karşı) en güzel sözü söylesinler. Çünkü şeytan aralarını bozar...” (İsra, 53) “Allah’a çağıran, salih amel işleyen ve ‘Kuşkusuz ben Müslümanlardanım’ diyenden daha güzel sözlü kimdir?” (Fussilet, 33) “Onlara öğüt ver ve onlara, kendileri hakkında etkili
ve güzel söz söyle.” (Nisa, 63)
Sülemî şöyle anlatıyor:
“Görmedin mi, Allah güzel bir sözü nasıl misal getirdi? (Güzel bir söz) kökü sağlam, dalları göğe yükselen bir ağaç gibidir.” (İbrahim,24)
Rasulullah sallalahu aleyhi ve sellem Efendimizin ashabından, bizlere Kur’an-ı Kerim talim eden biri vardı. Bize şu haberi verdi:
“Güzel sözler ancak O’na yükselir. Salih ameli de güzel sözler yükseltir.” (Fatır, 10) buyurmuştur.
“Biz, Peygamber Efendimizden on ayet alır, bunlardaki bilgileri ve amelleri öğrenmeden diğer on ayete geçmezdik. Rasulullah sallalahu aleyhi ve sellem Efendimiz bize hem ilim hem de ameli (birlikte) öğretirdi.” (Ahmed)
Sözün en güzeli Rabbimizin sözüdür. Rasuller, sözün en güzelini dinleyip ona tabi oldular, onunla öğüt verip, onunla amel ettiler, onunla Rabbine çağırdılar. Onların yolunu yol, kabul edenler, o yolun yolcusu olmak zorundadırlar. Güzel sözün hakim olmadığı yerlerde, güzel ameller de olmaz. Salih amelleri de Allah’ın katına güzel sözler yükseltir. Rasulullah -sallalahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ibn-i Abbasa: “Ey ibn-i Abbas, insanlara akıllarının almayacağı bir söz söyleme. Zira böyle yapman fitneye düşmelerine sebep olur.” (Deylemî) buyurmuştur. Allah Tealaya davet edenler, sözü yerli yerinde kullanmayı bilmelidirler, Zira sözü yerinde kullanamayanlar, çoğu zaman kaş yapalım derken göz çıkarırlar. Amele dönüşmeyen ilim sözde kalırsa, sahibini münafıklığa doğru sürükler. Ebu
Abdurrahman
es-
Rasulullah -sallalahu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Rabbinden getirdiklerini önce kendisi uyguluyordu. İlahî müjdelerle seviniyor, ümitleniyordu. İlahî ikazlarla da korkuyor, hüzünleniyordu: “Benden gördüğünüz gibi namaz kılın.” (Buharî) “Allah için söyleyin, bazıları benim yaptığım şeyi beğenmeyip kaçınıyormuş, doğrumudur bu? Allah’a yeminle söylüyorum, ben Allah’ı onlardan çok daha iyi biliyorum. Allahtan haşyetim de onlarınkinden çok daha fazladır.” (Buharî, Müslim) Bazen insan, haddini hududunu aşabilir, bunu fark edince derhal haddini bilmeli, kendine çeki düzen vermeli, kime karşı haddini aşmışsa ondan özür dilemelidir. Rabbimiz: “Peygamber size her ne emir verirse tutun, sizi neden
men ederse ondan geri durun.” (Haşr, 7) Efendimiz s-sallalahu aleyhi ve sellem- de: “Şu bir gerçek ki ben sizin babanız mesabesindeyim, sizi terbiye ve tezkiye eder, ihtiyaç duyduğunuz bilgileri öğretirim...’’ (Ebu Davud) buyurmuştur. Samimi Müslüman, kendini Allah ve Rasulünün terbiyesine teslim etmelidir: “Sonra da iman edenlerden olup birbirine sabrı tavsiye edenlerden, birbirine merhameti tavsiye edenlerden olanlar var ya, işte onlar ahiret mutluluğuna erenlerdir.” (Beled, 17-18) “Muhammed Allah’ın Rasulüdür. Onunla beraber olanlar, inkârcılara karşı çetin, birbirine karşı da merhametlidir.” (Fetih, 29) Sabır ve merhamet de eğitimin en önemli unsurlarındandır. Eğiten ve eğitilen birbirine sabretmelidir. Rabbimiz kullarına merhametlidir:
çok
“Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir.” (Ahzab, 73) Rasulullah -sallalahu aleyhi ve sellem- Efendimiz: “Allah, insanlara merhamet etmeyene rahmette bulunmaz.” (Buharî, Müslim, Tirmizî) buyurmaktadır. HAZİRAN 2013 / 299
5
Kapak Murat Kaynar
Cami T
Bir Eğitim Kurumu Olarak arih boyunca insan topluluğunun olduğu her yerde bir mabet olagelmiştir. Dini inanç şekli ne olursa olsun her toplumda mabetler o toplumun fertlerinin buluştuğu, toplu veya ferdi olarak ibadetlerin icra edildiği, kişinin kendisini inandığı varlığa yakın hissettiği mekânlar olmuştur. Bu sebeple İslâm, manastırların, havraların, kiliselerin ve mescitlerin Allah’ın isminin bolca anıldığı mekânlar olduğunu belirtmiş, buraların Allah’ın koruması altında olduğuna işaret etmiştir(Hac, 40). Mabet, hangi din olursa olsun ibadet edilen mekânı ifade etmektedir. Müslümanlar, mâbed teriminin karşılığı olarak “mescit” ve “cami” isimlerini kullanmışlardır. Müslümanlar ikamet ettikleri her yere büyük olsun küçük olsun bir cami veya mescit inşa etmişlerdir. Camiler, insanların rahat bir şekilde gelip ibadetlerini icra edebilmeleri için en merkezi yerlerde inşa edilmişler, bu sebeple şehirleşmenin de çekirdeğini oluşturmuşlardır. Asr-ı Saâdette mescid, ibadethane özelliğinin yanı sıra aynı zamanda okul, toplantı salonu, idârî, askerî konuların tartışıldığı bir merkez, bir hastane, bir spor ve dinlenme yeri gibi görevler
6
DERGiSi
üslenmişti. Hicretten hemen sonra inşa edilen mescidde derhal “Suffa” adı verilen bir bölüm oluşturulmuş, planlı ve programlı bir eğitim faaliyeti icra edilmeye başlanmıştır. Bekâr, evi olmayan sahâbilerin barınma yeri mescidin bu bölümü olmuş, civar kabilelerden Efendimizi görmeye gelen konuklar burada misafir edilmiştir. Sayıları zaman zaman dört yüzü bulan (Kettani, II, 232-233) suffe sakinleri bizzat Efendimizin rahle-i tedrisinde olgunlaşmışlar, yetişen bu kabiliyetler bilgi, beceri ve birikimlerine göre muhtelif hizmetlerde kullanılmışlardır. Yeni Müslüman olan kabilelere Kur’an ve dini bilgiler öğretmek için ashâb-ı suffe içinden muallimler görevlendirilmiş ve Arab yarımadasının pek çok köşesinin İslam’ı öğrenmesinde mürşitlik vazifesi icra etmişlerdir. Ashâb-ı suffe, dinin kaynağına en yakın, Rasûlullah’ın meclisine en müdâvim insanlar olmuşlardır. Efendimiz onların maddi ihtiyaçlarını bizzat karşılamaya çalışmış ve halkı onlara ikram etmeğe teşvik etmişlerdir. Bununla beraber mânevî ve rûhânî ihtiyaçları ve özellikle yetişmeleriyle çok ilgilenmişlerdir. Bir hadis bu konuya ışık tutmaktadır: Rivâyete göre Allah Rasûlü bir gün evinden çıkıp mescide girdi. Mesciddeki insanlardan bir gurubu Kur’an okuyor, duâ ve zikirle meşgul oluyor, diğerleri ise ilim öğreniyor ve öğretiyordu. Allah Rasûlü her iki gruptan da memnûn olarak: “Her iki grup da hayır işliyorlar” buyurdu. Ardından da: “Bunlar Kur’an okuyor, Allah’a duâ ve zikirle meşgul oluyor, Allah dilerse duâlarını kabûl eder,
dilerse etmez. Ama şunlar ilim öğreniyor ve öğretiyorlar. Şüphesiz ben muallim olarak gönderildim.” diye konuştu. (İbn Mace, Mukaddime, 17) Bu iki gurubun ikisi de suffe ashâbındandı. Çünkü onlar gündüzleri mescidde ilim ve ibâdetle meşgul olurlar, suffeyi âdetâ bir konaklama yeri ve ilmî müzâkere ortamı olarak kullanırlardı (Ebû Dâvud, Büyû, 36). Allah Teâlâ onları Kur’an’da muhtelif âyetlerinde anmış, Rasûlü’nün onlara özel ilgi ve şefkatini taleb etmiştir. Mescid-i Nebevide devam eden eğitim-öğretim faaliyetlerinden istifade edenler yalnızca erkekler veya suffe ehli olmamıştır. Allah Rasulü, hanım sahabe için de ayrı bir gün tahsis etmişti. Kadınların dini konulardaki bilgi ve kültürlerinin temeli bu şekilde atılmış, öyle ki hilafeti esnasında bir kadın mehirlere sınırlama getirmek isteyen Hz. Ömer’e mescitte, cemaat huzurunda ayetlerden delillerle itiraz edebilmişti. Mezheb imamlarımızın yetişmesinde ve talebe yetiştirmelerinde de mescitlerin rolü büyük olmuştur. İmam-ı Azam ve Ahmed b. Hanbel mescidde ders okutmuşlar, İmam Şafii daha küçük yaşta mescitlerdeki ders halkalarında olgunlaşmış ve daha sonra aynı şekilde dersler vermiştir. İmam Malik de Medine’de Mescid-i Nebevi’de öğretimle meşgul olmuştur. Osmanlı dönemi de mescitlerin eğitim-öğretim faaliyetleri açısından hatırlanması gereken bir dönemdir. Osmanlılarda büyük camilerin yanına inşa edilen medreselerin müderrisleri genel-
likle ikindi namazından sonra medrese öğrencileri dışındaki insanların da istifade edebilmesi için camilerde takrir usulünde dersler vermişlerdir. Kur’an talimi ve hıfzı gibi uygulamalı dersler camide verilmiş, hatta bazı camiler hüsnü hat dersleri ile meşhur olmuşlardı (DİA, VII, 51). Sıbyan mektebinin olmadığı yerlerde camiler çocukların eğitimi amacıyla okul olarak da kullanılmış, camiler mektep vazifesi görmüştür. Camiler, bir eğitim merkezi olma özelliğini asırlar boyunca koruyarak muhafaza etmiştir. Halen İslâm toplumu, temel dini bilgilerini ve ahlâkî kaideleri camilerdeki va’z ve irşad hizmetleri vasıtası ile elde etmektedirler. İlk Kur’an eğitimi camide verilmekte, namaz, abdest, hac gibi ibadetlerimizi nasıl yapacağımız, orucu nasıl tutacağımız, insanlarla olan ilişkilerimizde nasıl davranacağımız konusundaki bilgiler orada öğretilmektedir. Camiler bünyesinde açılan ve din görevlilerinin eğitici olarak görev yaptıkları yaz Kur’an Kursları hemen hepimizin ilk temel dini bilgileri aldığımız, kısa sure ve duaları ezberlediğimiz mekânlardır. İcra ettiği fonksiyonları içerisinde sadece eğitim-öğretim fonksiyonunu ele aldığımız diğer özelliklerinin de faydasının sayılamayacak kadar çok olduğu ortada olan cami ve mescitlerimizin kıymetini bilelim. Onlara icra ettikleri görevlere denk bir saygı ve önem gösterelim. Bizler için moral kaynağı olan camilerin bizler için iman alameti olduğunu unutmayalım. HAZİRAN 2013 / 299
7
Kapak
Menderes Güzelce
NEBEVÎ EĞİTİMDE DÂRÜ’L-ERKÂM MODELİ slâm’ın çekirdek müessesesi “Dârü’l-Erkâm”dır. Müesseseleşmede ilk adımdır. Müslümanlar bir yerde iki kişi oldukları zaman, hemen bir Dârü’l-Erkâm arayışına girerler. Dârü’l-Erkâm bir sığınaktır. Müslüman’ın, cahiliyyenin bunaltıcı ortamından kurtulduğu, soluk aldığı bir ortamdır.
İ
Ö
mrünün baharında bir genç. Daha on sekiz yaşında, kapıların Rasulullah’a kapandığı bir zamanda evini kapısını açarak, “Evim evindir Ya Rasulallah” diyerek adeta tüm Mekke’ye meydan okuyan yiğit, Erkam. Adı Erkam b.Ebi’l Erkam el-Mahzumî. Babası, oğlundan dolayı Ebu Erkam diye künyelense de asıl ismi Abdülmenaf’tır. Benî Mahzum o gün için Kureyş’in en ileri gelen ailelerindendir. Erkam b.Ebi’l Erkam on yedi-on sekiz yaşlarına gelince zengin babası 8
DERGiSi
Abdülmenaf oğlunu evlendirir. Safa tepesinin hemen yanı başında büyükçe bir ev alıp oğluna düğün hediyesi olarak verir. İşte bu ev tarihe Dârü’lErkâm diye geçecek olan evdir. Bu ev, yıllarca İslâm davetine karargâhlık yapacak ve Peygamberimiz -sallallahu aleyhi ve sellem-, insanlara İslâm’ı orada öğretecek; yeni gelen ayetleri orada ezberletecek; namazı orada cemaatle kıldıracaktı. Evlerinden kovulan, aç kalan, işkenceye uğrayan Müslümanların sığındığı yer yine orası olacaktı. Erkam,
Peygamberimiz
ile ilgili Mekke’de birçok şey işitmiştir. “Bir kere de bu işi dile getiren asıl sahibine sorayım.” diye Efendimiz’i -sallallahu aleyhi ve sellem- aramaya başlar. Erkam, Allah Rasulünü görünce hemen yanına gelir ve “Ey Muhammed! Bazı şeyler duydum. Peygamber olduğunu söylüyormuşsun, sana gökten haberler geldiğini iddia ediyormuşsun?” diye sorular sorar. Allah Rasulü -sallallahu aleyhi ve sellem- risaletin mesajlarına dair hakikatleri anlattıkça Erkam kendinden geçerek daha ilk görüşmede Efendimizi tasdik eder ve ilk Müslümanlardan olur. Evini Rasulullah’a açarak
gönüllere taht kurar. Peki, neden Erkam’ın evi? 1- Erkam, Mahzum oğullarına mensup bir gençti. İslamî davetin düşmanları, asla Müslümanların bu kabileye mensup birinin evinde toplanacaklarını tahmin etmezlerdi. Bu kabile hem İslam’a en fazla düşman hem de Efendimizin mensup olduğu Abdülmuttalip ailesi ile sürekli çekişme halinde olan bir kabileydi. O günlerde hiç kimsenin aklının ucundan Erkam’ın evi geçmiyordu. Asabiyetin en üst düzeyde olduğu bir toplumda amcalarının ve ailesinin düşman olduğu bir davanın adamlarının böyle bir evde eğitim göreceklerini düşünemiyorlardı.
ni risalet davası için hizmete açtığında 18 yaşlarında bir delikanlıydı. Hiç kimse böyle bir işin bu yaşlarda genç birine ait bir evin tercih edileceğini düşünmezdi. İşte bunlar ve belki de bizim bilmediğimiz başka sebeplerle beraber Efendimiz -sallallahu aleyhi ve sellemErkam’ın evini, İslam’ın ilk medresesi, Müslümanların şura ve haberleşme merkezi olarak tercih etmişti.
Her ne kadar zamanlar mekânlar değişse de insanlık tarihi içerisinde hak batıl mücadelesi hiç değişmeyecek ve kıyamete kadar devam edecektir. Allah’ın emir ve yasaklarının, Rasulullah’ın sünnetinin insanlara anlatıldığı ve hayata hâkim kılınmaya çalışıldığı 2- Evin müşrikler tarafın- her ortamda Dârü’l-Erkâmlar dan fark edilmemesi gereki- olacaktır. Günümüz dünyayordu. Erkam’ın evi o zama- sında Dârü’l-Erkâm anlayışı nın şartları içinde çok işlek bir ve modelini Müslümanlar bir yerdeydi. Kimin girip çıktığı fiil uygulayarak yaşatmalıdırbelli olmuyordu. Tam dört ayrı lar. Müslümanların Kur’an ve yoldan da Kâbe’ye gidilip ge- Sünnet çerçevesinde oluştulinebiliyordu. Bundan dolayı racakları prensiplerle, Nebevî konum itibari ile bu iş için en mücadelenin günümüz şartuygun yerdi. Erkam’ın evi yapı larına göre yorumlanmasıyla itibariyle de çok müsaitti, geniş Dârü’l-Erkâmlar geçmişte kalmayacaktır. Kur’an ve Sünnet bir mekândı ve bahçeliydi. hayatta ise Dârü’l-Erkâmlar 3- O gün için Erkam’ın da hayatta var olacaktır. MüsMüslüman olduğunu Mekke lümanların bulundukları ülkebilmiyor, Erkam, imanını bu lerde ve yaşadıkları şehirlerde evin selameti için saklıyordu. Allah’ın emirlerini yaşama ve Erkam’ın Müslüman olduğu- yaşatma mücadelesinde Dârü’lnun duyulması Müslümanlar Erkâm modeli ve idealinin için ve Erkam için tarifi müm- yeri tartışmasız çok büyüktür. kün olmayan zorluklarla kar- Ancak nebevî mücadeleyi ve şılaşmalarına neden olabilirdi. nebevî eğitim modelini Dârü’lBunun için Rasulullah kimsele- Erkâm ile sınırlandırmadan re Müslüman olduğunu söyle- Rasulullah’ın hayatının bütümemesini tavsiye etmişti. nünden hareketle bir eğitim ve mücadele anlayışı ortaya koy4- Erkam, iman edip evi- malıyız. Dârü’l-Erkâm modeli-
nin de nebevî eğitimin bir köşe taşı olduğunu unutmadan. Dârü’l-Erkâm’ın erleri, Rasulullah’ın önderliğinde verdikleri mücadeleyi iman gücüyle, Rasulullah aşkıyla, her işten daha çok önemseyerek, benimseyerek, planlayarak ve fedakarane çalışarak geleceğe taşıdılar. Bu Nebevî mücadelenin neticesi olarak Medineler İslam ile tanıştı. Mekkeler feth olundu. Dârü’l-Erkâm’da işler istişare ile yapılır. Gaye Allah’ın rızası ve onun dinini hâkim kılmaktır. Dârü’l-Erkâm’da yapılan işler itidal üzeredir. Aşırılık olmaz. Meşreb, meslek, mezhep, kabile, ırk ayrımı ve taassubu yapılmaz. Allah’ın emirleri bir bütün olarak algılanır. Bir bütün olarak yaşanmaya çalışılırdı. Dârü’l-Erkâm’ın ölçüleri sadece Mekke’ye değil tüm dünyaya ışık tutmalıydı. Rasulullah tüm Müslümanlara kendi yaşadıkları beldelerde, nebevî eğitimin ve Medine’ye giden yolun Dârü’l-Erkâm’dan geçtiğini işaret ederek Dârü’lErkâmlar kurmamızı mı istiyordu? Bu nebevî ölçülerle yeryüzünde Allah’ın rızasını gaye edinerek yapılan eğitim çalışmalarının her biri bir Dârü’lErkâm değil midir? Dârü’l-Erkâm, bir okuldur. Müslüman, orada İslâm’ı öğrenir, İslâmî kişilik kazanır. Yani hem öğretilir, hem eğitilir. İslâm’ın çekirdek müessesesi “Dârü’l-Erkâm”dır. Müesseseleşmede ilk adımdır. Müslümanlar bir yerde iki kişi oldukları zaman, hemen bir HAZİRAN 2013 / 299
9
Dârü’l-Erkâm arayışına girerler. Dârü’l-Erkâm bir sığınaktır. Müslüman’ın, cahiliyyenin bunaltıcı ortamından kurtulduğu, soluk aldığı bir ortamdır. Dârü’l-Erkâm bir şifâ yurdudur. Müslüman, orada İslâm dışı sosyal sistem içinde aldığı yaraları tedâvî eder, yeni güne yaraları sarılmış olarak başlar. Dârü’l-Erkâm, küçük bir İslâm yurdudur. İslâm’ın yaşanmadığı sosyal yapı içinde Müslüman orada, minyatür bir İslâm ülkesini inşâ eder, onun havasını paylaşır. Dârü’l-Erkâm, bir Müslüman’ın, Hazreti Peygamber’in -sallallahu aleyhi ve sellem- insanlık için ifâde ettiği anlamı kavradığı bir dünyadır. Dârü’l-Erkâm, Hazreti Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- etrâfında örülen bir kozadır. O’nsuz olmaz, O’nun sevgisi olmadan örülmez, O’na sarılmadan ayakta durmaz, O’nun ışık odağı olduğu bir dünyadır. Bir ışıktır, bir aşk odağıdır ki pervâneler oraya koşar, orada yanar, orada sonsuzluk kervanına katılırlar. Kur’an’da, “İçinizde bir öncü topluluk bulunsun.” buyuruluyor. “Hayra çağırsın, iyiliği emretsin, kötülükten sakındırsın.” İşte onlar Dârü’lErkâm erleridir. Topluma sürekli arı duru insanlar armağan eden bir kaynaktır Dârü’lErkâm. Dârü’l-Erkâm’ın eğitimi nasıldı? Nebevî eğitim nasıl yapılmalı? Müslümanların tebliğ ve eğitim anlayışı nasıl şekillenmeli? Daha nice sorularla 10
DERGiSi
ârü’l-Erkâm, bir Müslüman’ın, Hazreti Peygamber’in -sallallahu aleyhi ve sellem- insanlık için ifâde ettiği anlamı kavradığı bir dünyadır. Dârü’l-Erkâm, Hazreti Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellemetrâfında örülen bir kozadır. O’nsuz olmaz, O’nun sevgisi olmadan örülmez, O’na sarılmadan ayakta durmaz, O’nun ışık odağı olduğu bir dünyadır. Bir ışıktır, bir aşk odağıdır ki pervâneler oraya koşar, orada yanar, orada sonsuzluk kervanına katılırlar.
D
en iyi insan ve en iyi Müslüman yetiştirmenin yollarını hep aradık, halada arıyoruz. Gelecekte de aramalıyız. Her ne kadar nebevî ölçüler değişmese, eğitimi veren ve alan insan olsa da zaman, şartlar, teknoloji hızla ilerlerken bizlerde eğitim anlayışımızı nebevî ölçüler içerisinde yenilemeli ve toplumu kucaklamalıyız. Dârü’l-Erkâm eğitimi “Ya-
şayan Kur’an’ın” önderliğinde Kur’an eğitimiydi. Böyle bir eğitimle yıldızlar yetişti. Kim hangisine tutunursa selamete erişti. Çünkü o yıldızların kaynağı Rasulullah’tı. Kur’anî eğitime ve nebevî tatbikata baktığımız zaman o eğitimin üç boyutta olduğunu görürüz: 1-Bilgilendirme 2-Yönlendirme 3-Uygulama. Eğitimin her üç safhasında da tedricilik prensibine uygun bir tarzda eğitim öğretim yapılmalıdır. Yön ve hedefi olmayan bilgiler fayda vermediği gibi uygulanmayan bilgilerden de istenilen neticeler alınamaz. Eğitimin bu üç boyutunu, Kur’anî eğitimde ve nebevî tatbikatta iç içe halkalar gibi birbirinden ayrılmaz bir bütün olarak görürüz. Verilen bilgilerin ve yapılan yönlendirmelerin, bu çerçeve içerisinde uygulanmasını sağlayacak bir tarzda eğitim ve öğretim yapılmalıdır. Günümüzde Dârü’l-Erkâm olma yolunda yapılan çalışmaların muallimleri Kur’an’ı yaşama yolundaki başarımız, eğitimimizin kalitesini ve yetiştireceğimiz dava erlerinin toplumu ne kadar aydınlatacağını belirleyecektir. Erkam yürekli gençler var oldukça Dârü’lErkâmlar hep var olacaktır. Kaynaklar: 1-Fazilet Toplumu Zeki SOYAK 2-Nebevi Eğitim Modeli Dârü’l-Erkâm M.Emin YILDIRIM
Kapak Abdurrahim Arslan
DÜNDEN BUGÜNE VAKIFLARIN EĞİTİMDEKİ ROLÜ
V
akıf, İslâm memleketlerinin, özellikle Selçuklular ve Osmanlılar zamanındaki İslam dünyasının sosyal, eğitim, kültür ve ekonomi hayatında ehemmiyetli bir rol oynamış olan dinî, hukuki ve sosyal bir müessesedir. Arapça bir isim olan vakıf, sözlükte; “durma, durdurma, hareketten alıkoyma” manalarına gelmektedir. Istılahta ise, bir malı belirli bir gaye için “alınıpsatılmaktan” ebedî olarak alıkoymak, Allah yolunda vakfetmek ve gelirini kamu yararına harcamaktır. Bir kişi, mülkiyetine sahip olduğu menkul veya gayr-i menkul mallarından bir kısmını veya onların tamamını, Allah’ın rızasını kazanmak niyetiyle, halkın herhangi bir ihtiyacını gidermek üzere dinî, hayrî veya içtimâî bir gayeye müebbeden tahsis ederse, malını vakfetmiş, yani bir vakıf müessesesi kurmuş olur. Bu ki-
şiye “vâkıf” diyoruz. Vakıflar, toplumdaki mevcut gelir farklılıklarının giderilmesi, sosyal yardımlaşmanın sağlanarak, fertler arasındaki gelir dağılımının dengelenmesi ve cemiyetin sosyal huzurunun sağlanması bakımından büyük önem arzetmektedir. Kur’an-ı Kerim’de: “...Onlar, mallarını, akrabaya, yetimlere, miskinlere, yolculara, dilencilere, esirlere severek verirler.” (Bakara, 177) “Sana Allah yolunda ne harcayacaklarını soruyorlar. De ki: Verdiğiniz hayır (mal), ana-baba, yakınlar, öksüzler, yoksullar ve yolda kalmışlar içindir. Yaptığınız her hayrı muhakkak Allah bilir.” (Bakara, 215) “Sevdiğiniz şeylerden (Allah için) harcamadıkça asla iyiliğe eremezsiniz (cennete
giremezsiniz). Allah, yolunda her ne harcarsanız muhakkak onu hakkıyla bilir.” (Al-i İmran, 92) Ebû Hureyre’den nakledilen hadiste Peygamber Efendimiz şöyle buyurmaktadır: “Âdemoğlu öldüğü zaman bütün amelleri kesilir. Amel defteri kapanır. Yalnız, 1- sadaka-i câriyesi, 2- ilmî bir eseri, ve 3- kendine duâ eden hayırlı bir evladı olan kimsenin amel defteri kapanmaz.” İşte burada zikrettiğimiz bu ve bunlara benzer birçok ayet ve hadislerde dinimiz mü’minlerin birlik, dayanışma ve yardımlaşma duygusunu işleyen prensipler ortaya koymuş, bizleri hayra ve Allah yolunda yine onun rızası için mallarımızı infak etmeye davet etmektedir. Bu davete icabet eden mü’minler İslam’ın ilk HAZİRAN 2013 / 299
11
dönemlerinden itibaren birçok vakıf müesseseleri oluşturmuş, toplumun sosyal, ekonomi, sağlık, eğitim alanlarında hizmetler ifa etmişlerdir. Bu yazımızda vakıfların kuruluş amaçlarından kısaca bahsettikten sonra vakıfların geçmişimizden günümüze kadar ne tür eğitim faaliyetlerinde bulunduklarından, vakıfların eğitimde üstlendikleri rollerden bahsedeceğiz. İslam’ın ilk dönemlerinde Medine’de yapılan Peygamber Efendimizin Mescidinin bir bölümü ‘Suffe’ adı verilen bir eğitim-öğretim merkezi haline getirilmiştir. Bu konuda oluşturulan ismen vakıf denilmese de nitelikleri itibariyle ilk vakıf kurumlarındandır. Sözü edilen bölümlerin yetersiz kalması üzerine başka mescitler bünyesinde de eğitim-öğretim yapılacak yerler kurulmuştur. Bu yöntem hem Peygamberimiz hem de dört halife döneminde uygulanmıştır. Hatta camii ve mescitlerin dışında da eğitim kurumları oluşturulmaya başlandığı dönemlerde bile bu türlü vakıf eğitim kurumları veya merkezleri varlıklarını sürdürmüştür. Mescit ve camilerde başlayan ve ardından disipline edilen eğitim-öğretim faaliyetleri Emevî ve Abbasî dönemlerinde gelişim sağlamış, Abbasî halifesi Ebu Cafer tarafından Bağdat’ta yaptırılan Darü’l-hikme ile başlayan kurumsallaşma, değişik coğrafyalarda farklı adlar altında ve uzun süre devam etmiştir. Farklı adlar altında ve bir anlamda farklı uzmanlık alanların12
DERGiSi
da yaşayan kurumsallaşma ile birlikte medrese doğmuştur. Selçuklular ile birlikte medreseler ülkenin her tarafına yayılmış örgün eğitim kurumları haline gelmiştir. Büyük Selçuklulardan sonra Moğol istilası ile yaşanan bir dönemin ardından medreselerin kurumsal gelişimi, Anadolu Selçukluları, beylikler ve özellikle Osmanlı Devleti tarafından devam ettirilmiştir. Selçuklu’nun en büyük mirasçısı olan Osmanlı Devleti, medrese sistemini günün şartlarına göre yeniden tanımlamış, geleneklerine uygun; fakat özgün boyutlar katmış ve ilk Osmanlı medresesi Orhan Bey tarafından İznik’te ‘Orhaniye Medresesi’ adıyla kurulmuştur. Bundan sonra gelen padişahlar da kendi adlarında vakıf şeklinde yeni medreseler ve külliyeler kurdurmuşlardır. İstanbul’un fethinden sonra Fatih, şehrin İslamî karakterini göstermesi ve Müslüman halkın dini vecibelerini yerine getirmesini sağlaması bakımından, bir cami ve bunun etrafına da çeşitli hayır kurumları yani vakıflar tarafından yürütülecek hizmetlere ait kurumları yerleştirmiştir. Bu kurumların tüm giderleri vakıflar tarafından karşılanmaktadır. Bugün Sivil Toplum Kuruluşu üst başlığı içinde değerlendirilen vakıflar, sosyo-ekonomik ve kültürel nitelikli hizmetlerin gerçekleştirilmesi görevini gönüllü olarak üstlenmekte, bu hizmetlerin finansmanı ise vakfın kuruluşunu gerçekleştiren kişi ya da kişilerin hayır hizmet-
lerine tahsis ettikleri mal varlığı ve diğer gelirlerden sağlanmaktadır. Medeniyetimiz de eğitim kurumlarının en ücra köşelere kadar götürülmesinde vakıf kurumlarının büyük katkıları vardır. İnancımızın gereği güçlü bir vakıf medeniyetinden gelen toplumumuzun dünde olduğu gibi günümüzde de eğitime verdikleri destek yadırganmayacak kadar fazladır. İnsana yapılan yatırımı her şeyden üstün tutan dinimizin eğitime verdiği önemden dolayı mesuliyetinin bilincinde olan Müslümanlar hayır kurumları tesis etmişler ve insan eğitimini merkeze koymuşlardır. Milletlerin geleceğinin yetiştirdikleri nesillere bağlı olduğunun farkında olan, imanlı gençlerimizi yetiştirme arzusunu taşıyan vakıflarımız üniversiteler, öğrenci yurtları, vakıf okulları, Kuran Kursları açarak milli ve manevi değerlerine bağlı gençlerin yetişmesine katkı sağlamaktadır. Bunun yanında eğitim bursları, yaz okulları, konferanslar, seminerler, yurt dışında öğrencilerin okutulma olanaklarından tutunda daha birçok hayırlı hizmetler vakıf elleriyle yürütülmeye devam etmektedir. İnsanlığa hizmet etmenin büyük bir ulvi görev olduğunun şuuruna vararak öldükten sonra kapanmayan amel defterlerinin oluşması, ecdadımızdan bize devreden mirası en iyi şekilde korumak ve gelecek nesillere aktarmak bizim en büyük görevimizdir.
Kapak Mustafa Yavuz
Aile İçi Eğitim İ
nsanoğlu gerek fert ve gerekse aile ortamı olarak bir yaşam şekli seçer ve o tercih doğrultusunda yaşar gider. Bu yaşam şekli insanı ve aileyi mutluluğa ya da mutsuzluğa götürür. İnsan, İslamî bir yaşam şeklini tercih ederse kendisi ve ailesi İslam’ın vaat ettiği huzurlu, mutlu ve kaliteli bir hayatı yakalamış olur. Geçici ve fani olan şu dünyada, çiçek bahçesi olan sıcak yuvamızı devam ettirmek, hüsnü zannımca herkesin ortak hedefidir. Çiçek bahçesinin insana verdiği huzuru, rahatlığı hepimiz biliriz. Bu huzur aslında insanın
cennet için yaratılmış olmasının bir sonucu da olabilir. Her zaman mutlu ve huzurlu olmayı isteyen insan bu hedefe giderken doğru adımlar atmalıdır. Huzur ve mutluluğun kaynağı olan aile ortamını çiçek bahçesine dönüştürmeli ve o bahçeden çıkmayı da hiç düşünmemelidir. Huzur ve mutluluğun sürekliliği önemlidir. Bazen bu süreklilik, bu istikrar bozulur. Huzuru bozan, mutluluğu kesintiye uğratan etkenler her ailede farklı farklı ortaya çıkabilir. Yapılan tespitler elbette ana tespitlerdir. Bu ana tespitlerin neden olduğu başkaca sebepler de var
olabilir. Her soruna bu ana sebepler ışığında bakabilirsek sanırım sorunları daha iyi anlar ve çözebiliriz. Önemli olan çözüm odaklı olmak ve iyimser olmaya çalışmaktır. İnsanın olduğu her yerde sorun olabilir; zaten insana düşen bu sorunları çözmek değil midir? Öyle ise gelin çiçek bahçemizi, huzur ve mutluluğumuzu korumaya ve devamını sağlamaya çalışalım, gayretli olalım. Bu günlerde en büyük sorunlarımızdan biri ailelerimizin İslamî prensiplere uymayan yaşam tarzlarıdır. Aile içi iletişimimizden, çıkan ihtilaflara HAZİRAN 2013 / 299
13
bulmayı düşündüğümüz çözüm yollarına varana kadar “önce İslam” diyememe sorunu maalesef güncel ve önemli sorunumuzdur. Allah -celle celaluhu- ve Rasulü bir meselede hüküm verdiğinde Müslüman erkek ve kadınlara düşen görev, “işittik ve itaat ettik.” demeleri değil midir? Bu prensip bütün benlerin önüne geçmesi gerekir. Bizler İslam’ın emir ve yasaklarını öğrenmeli ve ailemize öğretmeliyiz. Allah -celle celaluhuve Rasulünü ailemize tanıtmalı ve sevgilerini mutlaka vermeyi başarmalıyız. İbadetlerle süslenmiş, haram inancı yerleşmiş, emanet duygusu gelişmiş bir aile yapısı oluşturmalı ve bu yapıyı da mutlaka korumalıyız. Bunu başardığımız ölçüde mutluyuz başaramadığımız kadar mutsuzuz demektir. Başarmak için işe başlamak gerekir. Öyle ise hep beraber ailece mutlu olmak için başlangıç yapabiliriz. Öncelikle gayet samimi ve kararlı olmalıyız. Allah -celle celaluhu-’dan dua ederek ve namaz kılarak yardım istemeliyiz. Sadece ellerimizi açıp dua etmek mi? Tabi ki bunun yanında fiili duaya da çok ama çok ihtiyaç var. İşte fiili bir dua olarak ev içinde uygulanması mümkün bir program evimizde olmalı ve elimizden geldiği kadarı ile uygulamaya çalışmalıyız. Bu kadar sözden sonra bir heyet tarafından hazırlanan Aile Eğitim Programını istifadenize 14
DERGiSi
bizlere rehberlik edecek çok değerli kılavuzumuz olacaktır. *Günümüzde zaman israfını önlemek için günlük televizyon izlenmesi ile, bilgisayar ve internetle meşguliyet sınırlı olmalıdır. Uzmanlardan Nevzat TARHAN, Sefa SAYGILI özellikle çocuklar için televizyon izlenme ve bilgisayarla meşguliyet en fazla günde iki saat olmalı demektedir.
sunmak isterim. Programın amacı kapılar kapanınca ev içinde ailecek hayır ve güzellik adına yapılabilecek şeyleri yapmaktır. Elden geldiğince İslamî ortamı oluşturmaktır. Bu programı ve benzerini uygulayan ailelerden olumlu tepkiler alınmıştır. Aşağıda ki programın hazırlanmasında katkısı ve emeği olan Koçyiğit ailesi, Denizler ailesi, Ağır ailesi, Ağmanvermez ailesi, Uçar ailesi ve Yavuz ailesine çok teşekkürler. Allah razı olsun. Not: Programın aslı daha uzun ve kapsamlıdır. 1-Zaman Yönetimi *Zaman en kıymetli hazinemizdir. Peygamber Efendimiz gününü 3 bölüme ayırırlardı. Zamanının bir bölümünü ibadetlere, bir bölümünü dünya işlerine ve bir bölümünü de ailesine taksim ederlerdi. Zaman israfına dikkat çeken hadisleri
*Din, Ahlak ve kültür değerlerimize zarar vermeyen programlar seçilmelidir. Sihir, şiddet, ahlaksızlık içeren diziler ile magazin programları kesin olarak yasaklanmalıdır. Bu konu ev içinde alışkanlığı olan ailemizden fertlerle görüşülerek halledilmeli ve ev fertleri gerekirse tek tek ikna edilmelidir. Zararlı olduğu düşünülen programların belli başlı zararlar detaylı anlatılmalıdır. *Televizyonun izlenmesi sınırlı olacağından program seçiminde aile içi fertlere göre dağılım adil olmalıdır. 2-Aile Toplantıları *Aile içi toplantı karar defteri olmalıdır. Bu toplantı bilgi paylaşım toplantıları şeklinde de olabilir. *Aile genelini ya da fertlerini ilgilendiren gelecek veya geçmiş konular görüşülmelidir. Yapılacak iş ile ilgili görevlendirmeler bu toplantıda karara bağlanmalıdır. *Haftada en az bir gün top-
lantı yapılmalıdır. *Ailenin şartlarına bağlı olarak ev içi ikramlar yapılmalıdır.(kuruyemiş meyve vs…) *Örnek; Bir akşam ailecek hep beraber neşeli ve huzurlu bir an kollanarak meyve ya da kuruyemişler yenir iken toplantı başlatılmalıdır. En küçük fertlerimizin de fikirleri de alınmalı ve herkes görüşülen konu hakkında fikir beyan etmek istiyor ise bu imkân sağlanmalıdır. En son baba ya da anne konuyu bağlayıcı bir konuşma ile toplantı bitirilebilir. *Örnek; Okul ve yaş durumuna göre çocuklardan birisi dinî, ahlakî, güncel bir konu hazırlanır. Akşam şartlar oluşturulur ve hazırlık yapan kişi diğerlerini bilgilendirir. Yine konu etrafında ailecek bir gündem yapılır, etraflıca tartışılıp ders ve ibretler çıkartılabilir. 3-Nitelikli Beraberlik *Aile içi nitelikli beraberlik önemsenmeli ve fırsatlar kollanmalıdır. *Çocuklarla zekâ geliştirici ve diğer oyunlar oynanmalıdır. *Eşlerimizi her yönü ile tanımaya çalışalım ve gerekirse psikoloji kitapları okuyalım. *Duygusal beraberliği yakalamak gereklidir. (Duygusal paylaşım.) *Evlerimizde ki küçük tamir işlerine çocuklarımızı dâhil edelim. *Aile bireylerine zaman ayırmalı ve o vakti, gerekirse tamamen o bireye ihdas etmeliyiz.
*Aile bireyleri ile günü konuşalım. Konuşurken gözlerine bakmak ve onun hizasına inerek konuşmak etkili olabilir. Hitaplarımıza çok dikkat etmeliyiz. *Ailecek birlikte (seçici davranarak) film izlemek ve o film hakkında konuşmak. *Çocuklarımızın arkadaşlarına değer verelim. Bazı etkinliklere arkadaşlarını dâhil etmesine izin verelim.( Tabi ki arkadaş seçimi önemli.) 4-Eğitimin 24 Saate Yayılması *Doğum günlerini Yasinli ve dualı kutlamak. *Mübarek gün ve gecelerle bayramlar evde hissedilmeli ve birlikte coşkulu bir havada geçirmeye özen göstermelidir. Gerekirse çocukların odaları süslenebilir.
arası ziyaretleşmeler birlikte yapılmalı. Gerekirse 2-3 ailelik programlar oluşturup takip edilmelidir. *Evde her birey kitap okuma alışkanlığı kazanmalı. Bu konu da alıştırmalar ve takipler yapılmalıdır. *Hafta sonu etkinlikler yapılmalı. Piknik gezi vs… *Camilerimiz tanıtılmalı ve kabir ziyaretleri yapılarak ailenin geçmiş büyükleri, geriden gelen bireylere tanıtılmalı ve ibret almak sağlanmalı. *Aile içi gündemlerde önceliklerimiz hassasiyetlerimiz hissettirilmeli bu duyguları iletebilmeliyiz. *Eşlerimizi uygun bir eğitim programına yönlendirmeliyiz. 5-Aile İçi Gündemlerimiz
*Ev bireylerine infak alışkanlığı kazandırmalıdır. İnfak kutusu gibi bir etkinlik yapılabilir.
gı.
*Kur’an öğrenen ev bireyleri ödüllendirilmeli gerekirse kutlama yapılmalıdır.
3. mak.
*Evde konu hazırlanabilecek olanlar diğer ev bireylerine sunumlar yapabilirler. *Evde en az bir öğün yemek hep birlikte yenmeli. Uygulamalar gösterilmelidir. *Evde cemaatle namaz kılınmalıdır. *Çocuklarımızı kabiliyetlerine göre faaliyetlere yönlendirmeliyiz. Güzel sanatlar spor vs… *Aileler arası ve akrabalar
1.
Ailede sevgi - say-
2. Müslümanlar arası birlik, beraberlik ve dayanışma. Müslüman’ca yaşa-
4. Akrabalar arası bağlılık ve birliktelik. 5. manlar.
Türkiye’de Müslü-
6. manlar.
Dünyada
7.
Müslü-
Ahde vefa sadakat.
8. Bireysel gelişim ve kazanımlar vb. Programların uygulanması aile içinde oluşan esnek yapıya uygun olmalı birlikte olunan her an fırsata çevrilmelidir. HAZİRAN 2013 / 299
15
Kapak Ö. Faruk Özcan
ASR-I SAADET’İN EĞİTİM MÜESSESESİ
“SUFFE”
A
srı Saadet’in müesseseleşme d ö n e m i Medine’dir. Bu müesseseler içerisinde Suffe önemli bir yer tutmaktadır. Suffe kelimesi, avlu, gölgelik vb. mekânlar için kullanılır. (1) Mescidi Nebevî’nin avlusunda inşa edilen, üzeri hurma dallarıyla örtülen, Medine’de kalacak yerleri olmayan fakir, kimsesiz muhacir Müslümanların kalması sebebiyle burada kalanlara Ashab-ı Suffe, Ehli Suffe ve Edyaful Müslim’in (Müslümanların misafirleri) de denilmektedir. (2) SUFFE’DE KALAN GRUPLAR: Kimsesiz Muhacirler: Abdullah B. Mes’ud, Hz. Bilal, Ammar, Selman-ı Farisî, Suheyb-i Rumî, Ebu Hureyre gibi.(3) Bekârlar: Medine’de evleri olsa da Peygamberimizden daha çok istifade etmek amacıyla kalanlar. Abdullah B. Ömer gibi sahabeler.(4) Arap Kabilelerinden Müs16
DERGiSi
Kadınlar bölümü: Suffe ashabında kadınlara ayrılan bir bölüm olduğu rivayeti Abdullah b.Ömer’den nakledilmiştir.(7)
lüman olanlar: Efendimiz bu sahabeleri Suffe’ye yerleştirip orada onların İslam’ı öğrenip kabilelerine öğretmelerini hedeflemiştir.(5) Dışarıdan gelen elçiler: Hem İslam’ı öğrenmek hem de araştırmak için gelen insanlar da oluyordu. Medine’de kalacak yerleri olmayanlar da Suffe’de ağırlanıyor, İslam’ı öğrenmeleri kolaylaşıyordu. (6)
Ashabı Suffe’nin kaç kişi olduklarına yönelik farklı rivayetler var. Ebu Nuaym sürekli değişkenlik arz ettiğini beyan ederek sayı vermemiş, Zemahşerî, Suyutî, İbni Teymiye gibi âlimler 400, Katade ise 900 civarındadır demiştir.(8) Suffe ile ilgili farklı makalelerde yazılmış, bundan sonra da yazılabilir. Özellikle Suffe’de kalan sahabelerin biyografileri, sayıları, ne kadar süre kaldıkları araştırma konusu olabilir. Biz bu makalede Suffe’nin özellikle talim ve terbiyesinden hareketle kurulan eğitim müesseselerimizden bahsetmeye çalışacağız. SUFFE’DE EĞİTİM VE ÖĞRETİM Genelde Mescidi Nebevî, özel de ise Suffe, eğitim ve öğretimin merkeziydi. Başmuallim ve müderris ise beşerin en iyi eğitimcisi Peygamber Efendimiz
idi. Eğitimcileri mükemmel olan Suffe ashabının öğrencilikleri de sıradışıydı. Efendimiz (sav)’in sadece kendilerine hitap etmeleriyle yetinmeyip gün boyu O’nunla olmak isteyen, Ebu Hureyre gibi özel sahabeler de vardı. Her daim hadis ezberleyen daha sonra sahabelere aktaran bu kutlu öğrencilerden Ebu Hureyre ve Said el Hudri( ra), Hz. Ömer’den tebrik almışlardır. Hz. Ömer, Efendimiz( sav )’den duymadıklarını Suffe ehlinden duyup tahkikat yapar ve sonuç müsbet olunca şu cümleyi kurar: “Bizi çarşı pazar çok oyalamış”. SUFFE’DE DERSLER Kur’an-ı Kerim. Kur’an-ı Kerim’in düzgün okunup, gereğince amel edilmesi için bizzat Efendimiz (sav)’ in Kur’an dersi verdiği kaynaklarımızda yer almaktadır. (9) Kur’an-ı öğrenmenin ve öğretmenin faziletine yönelik çok sayıda hadis vardır. Okuma, yazma ve Kur’an-ı Kerim dersi veren eğitimciler genelde Dar-ul Erkam’da ders alan sahabeler olmakla beraber zamanla Medine’de yetişen sahabeler de kendi eğitim aldıkları bu mübarek eğitim yuvasında ders vermişlerdir. Abdullah b. Mes’ud, Ubade b.Samit, Salim, Muaz b.Cebel ve Ubey b. Kab (ra) muallim ve müderris sahabelerden bazılarıdır.(10) Hadis Sadece mescitte ve mektepte değil Peygamber Efendimiz nerede, ne zaman bir konuşma yapsa başta Ebu Hureyre (ra )olmak üzere Suffe ashabının seçkin talebeleri o sözleri kayıt altına alıyordu.(11) Dua ve Zikir Halkaları
Suffe ashabı aldığı ilimlerin yanında zaman zaman dua ve zikir halkaları da oluşturuyorlardı. Başta Selman-ı Farisî olmak üzere diğer sahabelerin de katıldığı zikir ve dua halkaları Peygamberimizin övgüsüne mazhar olmuştur.(12) SUFFE’DE DENETİM Peygamberimiz Suffe ashabını gece ve gündüz olmak üzere sık sık ziyaret eder, hallerini hatırlarını sorar, onlara içinde bulundukları zor durumdan kurtulacaklarını, daha bol yiyeceklerle Allah’ın onları rızıklandıracağını söyleyerek motive ederdi. (13) Pek çok sahabiden “biz Suffe’de otururken Hz. Peygamber geldi bize şöyle dedi: Böyle yaptı” gibi ifadeler nakledilir. Cerhed b. Huveylid baldırı açık bir şekilde gezerken Efendimiz (sav ) ona: “Baldırın avret yeri olduğunu bilmiyor musun?” der. (14) Bu ve benzeri uyarılarla Peygamber Efendimiz aynı zamanda uygulamalı da bir eğitim vermiş oluyor. Efendimiz (sav ) sadece gündüzleri değil geceleri de Suffe’yi ziyaret eder, gördüğü eksiklikleri hemen düzeltirdi. Yüzüstü yatan Ebu Zer’e “bu yatışın Allah’ın hoşuna gitmeyen bir yatış” olduğunu söylemiştir.(15) SUFFE’NİN FAALİYETLERİ İlimle iştigal Kur’an öğrenen, ayetlerin manasını müzakere eden ve Suffe dışındaki insanlara aldıkları bu ilmi aktaran Ashab-ı Suffe’nin talebe ve öğretmen sahabeleri vardı. Abdullah b. Mesud, Ebu Said el Hudri, Abdullah İbni Ömer gibi sahabeler burada öne çıkmaktaydı.
İbadetle meşguliyetleri Ashab-ı Suffe hem ilimle meşgul olur hem de ibadet hayatlarını yoğun yaşarlardı. Geceleri ve gündüzleri namazla, zikirle ve duayla ihya ederlerdi.(16) Orduya katılma Suffe ashabı sayıları değişmesine rağmen her savaşta yer almışlardır(17). Bedenen çalışma Suffe’nin bazı erleri dağdan odun getirme, mescide sutaşıma, hurma çekirdeği kırma, tarım işlerinde çalışma, deve gütme gibi işlerde çalışmışlardır.(18) Hz. Peygambere hizmet Başta Abdullah b. Mesud olmak üzere Hz. Bilal, Kaab b.El Eslemi, Ebu Hureyre gibi, Efendimiz’in şahsi hizmetlerini gören sahabeler de vardır.(19) Müezzinlik Ashabı Suffe’den Hz Bilal ve Abdullah İbni Ümmü Mektum Peygamberimiz’in önde gelen müezzinlerindendi.(20) İrşat faaliyetleri Yeni Müslüman olan kabilelere veya muallim isteyen farklı beldelere Suffe ashabından eğitimciler gönderilmekteydi.(21) Diplomatik faaliyetler Suffe ashabının önemli görevlerinden bir tanesi de Müslümanlar ile çeşitli kabileler arasında elçilik vazifesi görmekti. Bu olaya örnek olarak: Ebu Hureyre’yi verebiliriz.(22) Hz. Peygamber( sav)’i temsil Görevi Rasulullah (sav) Medine dışına çıktığında yerine Suffe’den Abdullah İbni Ummu Mektumu HAZİRAN 2013 / 299
17
13 defa vekil bırakmıştır. SUFFE’DE UYGULANAN EĞİTİM METODU Tedricilik metodu Kur’an-ı Kerim 23 yılda tedricen indirilmiştir. Efendimiz (sav) de sahabesini hem Mekke’de hem de Medine’de bu usullerle yetiştirmiştir. Psikolojiye göre davranış Peygamberimiz (sav) hem Suffe’deki hem de Suffe dışındaki Müslümanlara onların içinde bulunduğu duruma göre nasihatlerde bulunmuştur. Soru cevap uygulaması Sahabe, Efendilerimiz Peygamberimiz’e soru sormaktan çekinmemiş, bilmediklerini öğrenmek, öğrendiklerini daha iyi anlayabilmek için soru sormuşlardır. Peygamberimiz de zaman zaman Suffe ashabına sorular sormuş, aldıkları eğitimi sorduğu sorularla denetlemiştir. Egzersiz ve tekrar metodu Peygamberimiz (sav ) öne geçip namaz kılmış sahabe efendilerimiz de takip etmiştir. Daha sonra Peygamberimiz sahabelerle beraber namaz kılmıştır ve “Beni nasıl namaz kılıyor gördüyseniz siz de öyle namaz kılınız.” buyurmuşlardır. Mescitte namazı tadili erkân üzere kılmayan bir sahabeye üç defa namazı tekrarlatmış en sonunda sahabe “Ya Rasulullah ben böyle biliyorum bana doğrusunu öğret.” demiştir. Efendimiz ( sav) de sahabe efendimize namazı tadili erkân üzere kılmayı öğretmiştir.(23) Kıssa anlatımı Peygamber Efendimiz Kur’an-ı Kerim’de aktarılan kıssaları genişleterek hisse alınacak 18
DERGiSi
şekilde sahabe efendilerimize anlatmıştır. Hz. İsa Kıssası, Ashabı Uhdud Kıssası, Hz. Yunus Kıssası Efendimizin anlattığı kıssalardan sadece birkaçıdır. İnsanoğlu kıssa dinlemeyi ve anlatmayı sever. Zaman zaman akait dersinde verilmeyen iman hakikatleri, Hz. İbrahim kıssasında verilebilir. Bu ve benzeri örneklerle bu başlığı bizler de değerlendirip genişletebiliriz.
eğitimini de önemseyen medrese her dönem bünyesinde 300 ila 400 öğrenci barındırmıştır. Nizamiye Medresesi kendi bünyesinde kütüphane ve hizmet personeli de bulundurmuştur. Nizamiye Medresesi, tarihte, eğitimde fırsat eşitliğini sağlayan, donanımlı ve eğitim müfredatı oturmuş, teşkilatlı bir yapılanmaydı. Hatta kendisinden sonraki dönemlere çok önemli ışık tutmuştur.
Eğitimde ikna metodu
ENDERUN MEKTEBİ
Peygamberimiz ( sav ) hem Suffe ashabında hem de dışarıda kendisine sorulan sorulara ikna edici ve etkileyici cevaplar vermiştir. Eğitim ve öğretimde net, anlaşılır ve ikna edici cevaplar önemli bir yer tutmaktadır. Peygamberimize “Zina etmek istiyorum” diye gelen genç, tevbe istiğfar ederek huzurdan ayrılmıştır. (24)
İkinci Murat zamanında kurulan Enderun Mektebi gerçek şahsiyetine Fatih Sultan Mehmet zamanında kavuşmuştur. Enderun’un gelişmesi 2. Beyazıt, Yavuz ve Kanunî dönemlerinde de devam etmiştir. Enderun Mektebine öğrenciler devşirme kanunu ile alınırdı. Zaman içerisinde hem eğitim metodunda hem de derslerde değişiklikler olsa da 1909 yılına kadar eğitim hayatına devam etmiştir. 1923 yılında ise Topkapı Saray’ı müze ve kütüphane haline getirilerek 5 asırlık eğitim çınarı devrilmiş oldu.
Ashabı Suffe’nin öğrencilerinden, eğitimcilerinden, aldıkları derslerden, yaptıkları faaliyetlerden ve Suffe’nin eğitim metodundan bahsetmeye çalıştık. Elbette Suffe’yi anlatmak için bir makale hatta bir kitap yeterli olmayacaktır. Suffe’yi örnek alan eğitim müesseseleri başta mezhep imamlarımızın yaşadığı dönemde olmak üzere günümüze kadar var olagelmiştir. Biz burada tarihten bir kaç örnekle eğitim müesseselerinin çalışmalarından bahsedeceğiz. NİZAMİYE LERİ
MEDRESE-
Nizamiye Medresesinde Kur’an-ı Kerim, hadis, fıkıh, İslam hukuku, kelam, Arapça, hitabet gibi temel İslami ilimler 4 yılda öğretilmiş. Medrese o dönemin yüksekokul ya da üniversite düzeyinde eğitim vermiştir. Ahlak
Öğrenci Profili Devşirme çocukları, şehzadelerin ve ekabirin çocukları. Eğitim Tarzı Enderun Mektebinde verilen ortak dersler olsa da asıl amaç öğrencileri kabiliyetleri doğrultusunda yetiştirmekti. Hem İslami dersler hem de kültür dersleri verilen mektepte disiplin çok önemiydi. Eğitim Vasıtaları Ceza ve Mükâfat Enderun Mektebinde disiplin son derece önemliydi. Cezalandırmada aşırılığa gidilmez ama yine de öğrencilerin kabahatle-
rine göre azarlama, tehdit hatta uzaklaştırma dahi uygulanırdı. Özellikle Arapça, Kur’an-ı Kerim, Hüsnü hat derslerindeki başarılar sınıf terfisi maaş artımı ve hediyelerle ödüllendirilirdi. Çıkmalar Başarılı ve kabiliyetli öğrenciler 7-8 yılda eğitimlerini tamamlar ve yetişmiş olarak vazife alırlardı. Başarısı daha az olanlar ise 14 seneye kadar eğitim almaya devam ederlerdi. Çıkma kanunu özellikle Kanunî zamanında daha sistemli hale getirildi. Eğitimin Şekli Seçkinler Eğitimi Hem verilen derslerdeki eğitimci kadrosunun kalitesi hem de alınan öğrencilerin zeki ve çalışkanlıkları göze çarpmakta, öğrencilerin ailelerine ve devletlerine bağlılıkları çok önemsenmekteydi. İdarecilik Eğitimi İdarecilik eğitimi Fatih döneminde yasalaşmıştır. Burada hedeflenen ise yöneticileri sadık, başarılı ve iyi bir Müslüman olarak yetiştirmekti. Enderun Mektebinde Verilen Dersler Kur’an-ı Kerim, Tecvid, İlmihal, Akaid, Muamelat, Tefsir, Fıkıh, Hadis, Kelam, Mantık, Hendese, Feraiz, Şiir, Musiki, Beyan ve Coğrafya dersleri sınıfların seviyesine göre okutulurdu. (25) Enderun Mektebinin çalışmaları ve yetiştirdiği talebeler Batı’nın dahi dikkatini çekmiş onlar bu sistemle hala kendi müfredatlarıyla öğrenci yetiştirmektedirler. Bizler de tarihe yön veren bu müesseseleri tekrar nasıl kurarız onun çalışmaları içerisin-
de olmalıyız.
KAYNAKÇA
Günümüzde hem Ashab-ı Suffe’den hem diğer örnek kurumlarımızdan esinlenerek eğitim veren kurumlarımız var; ama hem sayıları az hem de destekçileri az. Tabii şunu da ifade etmek zorundayız talim ve terbiye verecek kadronun sağlam yetiştirilmesi doğru öğrenci kitlesi ve güzel müfredat başarı için önemlidir. Başarı için en önemli nokta ihlâs ve samimiyetle çalışmaktır. Örneğimiz olan Efendimiz (sav ) ve sahabe efendilerimiz gibi.
1-Cevheri İsmail b. Hammad, Es sıhah Tacu’l Luga ve Sıhahıl Arabiyye- Beyrut 1399/1979 2. Baskı IV,1378
Geçmişte insan yetiştirmede elde edilen başarının temel ilkelerinden bazıları da şunlardır:
7- Ebu Davud Sünen Hudud 12, Nesai kat’is sarik 4
Teoriden daha çok pratiğe yönelik eğitim verilmesi,
9- Ebu Nuaym Hilyetül Evliya 1. s. 342
Terbiyenin her dersten önce gelmesi,
10- Ahmed b. Hanbel Müsned, V,315- Ebu Davud Hadis no 3416
İtaate son derece önem verilmesi,
11-Buhari 1. C., s.111
Kabiliyetleri göz ardı etmemek,
13- Ebu Nuaym Hilyetül Evliya 1. 340 s.
Denetimi mak.
elden
bırakma-
Bu maddeler elbette çoğaltılabilir. İçinde yaşadığımız dönem bilgiye çok çabuk ulaşılabilen bir dönemdir. Bu dönemin en büyük dezavantajı da bilgiye ulaşıldığı gibi cehalete ve sapkınlığa da çabuk ulaşılabiliyor olması. Bizler tekrar sahabeyi yetiştiren değerlerle hem kendimizi hem de toplumu yetiştirmeye çalışmak zorundayız.
2- Ahmed b. Hanbel, Müsned II ,515 –Buhari El Cami’us sahih Rikak 17 3- Muhammed ibn İshak sire Tah: Muhammed Hamidullah Ter. Sezai Özel İstanbul 1988, s. 342 4-Buhari Salat 58 5-Muhammed Hamidullah, II s, 80 6—Ahmed b. Hanbel, III s487
8- Kettani 1, s 480
12-İbni Mace Mukaddime 17
14- Ebu Nuaym Hilyetül Evliya 1. 353 s. 15-Ahmet b Hambel 5. C. 426. Hadis, Ebu Davut edep 103 16-Hakim, Müstedrek 3. C. 16. S. 17-Kettani Et-teratibu- l-idariye 1.c. 476 ve 477 s. 18-Bütün yönleriye asrı saadette İslam 3. C. 279. S. 19-Buhari, vekale 10. Hadis 20-Müslüm Mesacid 311. Hadis 21-Ahmetb Hambel müsnet 4.c.
Öğrendiğimiz ilmi amele dönüştürmek zorundayız.
22-İbni İshak 340.s.
Ne mutlu sahabe gibi yetişmeye ve insan yetiştirmeye çalışanlara.
24-Hamidullah İslam peygamberi cilt 1 sayfa 97
Selam ve dua ile...
23-Sahih Buhari eyman 15. Hadis
25- Enderun Mektebi – Doç dr Ülker Akkutay
HAZİRAN 2013 / 299
19
Kapak Ahmet Belada
İKİ HATIRA ÇERÇEVESİNDE
“DİN EĞİTİMİ” A
dar?” diye sordular. ‘Yüz elli bin’ dedim. “Yüz elli bin mi?” diyerek, ağlamaya başladı. Derhal odasındaki serili seccadesinin üzerine secdeye kapandı.
ğim haber, zat-ı devletlerini çok heyecanlandırdı. Bugün sizi her zamankinden daha hisli buldum. Acaba bu hassasiyetinizin sebebini öğrenebilir miyim ?’ O büyük insan, derin manalarla dolu bir “âh!” çekerek, şu şekilde cevap verdi:
‘Var elhamdülillah’ demem üzerine: “Acaba âdeti ne ka-
Bu manzara karşısında hayretler içinde kaldım. Ne yapacağımı şaşırdım. Çünkü büyük devlet adamı üstat, secdede ağlıyordu…. Hıçkırıklar sesini boğmuş, ne dediği anlaşılmıyordu. Secdeden kalkıp ta yerlerine oturduklarında, kendilerine şöyle demiştim: ‘Efendim, verdi-
li Ulvi Kurucu anlatıyor; 1970’li yıllardı. Endonezya’nın eski Başbakanlarından Dr. Muhammet Nasır, Medine-i Münevvere’ye gelmişti. Kaldıkları Medine Oteli’nde kendilerini ziyaret etmiştim. Selamlaşmamızdan sonra ilk sordukları sual şu olmuştu: “Bu sene Türkiye’den hac için gelen var mı?”
20
DERGiSi
“Aziz dostum! Bundan evvelki görüşmelerimizde zat-ı âlinize anlatmıştım ki, ben Lozan Muahedesini çok iyi bilen bir diplomatım. O muahedenin
hedefi aslisine göre Müslüman Türk bu günleri görmeyecekti. Çünkü Türkiye’nin başını yemek için, İngiliz Murahhas Heyeti Reisi Lord Curzon’un başkanlığındaki kuzgunlar, Türkiye’nin Hıristiyan olması gerektiğini teklif ediyorlar ve Türk heyetini bu ağır teklifi kabule zorluyorlardı. Şayet bu teklif Müslüman Türk milletinde şiddetli tepkilere maruz kalırsa, Türkiye’nin “laik” bir devlet olmasını ve bunun da Rusya’dakinden daha sert bir şekilde tatbik edilmesini ısrarla teklif ediyorlardı. İşte o tarihten itibaren Türkiye’deki bazı kanun, nizamname ve tamimlerde, hep bu menhus teklifteki iman suikastının icra ve ifasını hedef alan tesirler müşahede ediliyordu. Bundan maksat, Müslüman Türk’ü temsil eden Türk devletini, İslam âleminden her şeyiyle koparmaktı. Zaten Hilafetin ilgasıyla, Türkiye bu manevi güçten kendini, kendi eliyle mahrum bırakmıştı… Evet, Hilafetin ilgasıyla Türkiye, gerçek dostlarına baş olmayı reddederken, dost görünen düşmanlarına kuyruk olmaya zorlanıyordu… Nitekim Hilafetin ilgasından sonra; Tevhidi Tedrisat Kanunu ve Harf İnkılâbı ile açılan çığır, Batı dünyasına fikren ve ruhen esir olmanın kapısını araladı… Bu kanunun doğurduğu sonuçlar itibariyle tarihte benzerine nadiren rastlanan kültür kıyımı olmuştur…” (1) Üstat Ali Ulvi Kurucu yaşayıp, dinlediği bir hatırayı böyle anlatıyor. Anlatılan bu olay
aynı zamanda tarihi bir vakıadır. Nakledeceğim ikinci olay bir yerde yukarda aktardığım tarihî hatıranın tarafları tarafından itiraf edilmesi anlamına gelmektedir. Milli Eğitim Bakanlığı yapan sıra dışı CHP’li Tahsin Banguoğlu’ndan bir başka hatıra… İkinci Hasan Saka Hükümetinin Maarif Vekili Tahsin Banguoğlu anlatıyor: “Diğer CHP milletvekilleri gibi seçim bölgeme hiç gitmeyenlerdendim. DP (Demokrat Partisi)’ nin ayak sesinin duyulmasıyla beraber, bizde de hareketlilik başladı. Vekiller olarak, memlekette nelerin olup bittiğini öğrenmek için, seçildiğimiz şehirlere gitmeye başladık. Yani bizlere oy veren insanlarla ilk kez yüz yüze gelecek ve görüşecektik. Bu durumun çok geç olduğunu seçim bölgelerine gidince öğrenecektik ama nafile…” Banguoğlu, seçim bölgesi Bingöl’den Ankara’ya döndüğünde, gördüklerini ve yaşadıklarını şöyle anlatıyor: “Bir sürü maddi ihtiyaçları olmasına rağmen gördüm ki, halkın en yoğun şikâyeti dini konular altında toplanıyordu: Camiler bakımsız, imam yok, bırakın imamı cenazeleri kıldıracak kişi bile bulunamıyordu. Çocuklara en iptidaî dinî bilgileri verecek insan, okutulacak kitap bile yoktu, v.s… Ankara’da seçim bölgelerinden gelen Milletvekilleriyle bir araya geldiğimizde bahsettiğim şikâyet ve isteklerin bütün Türkiye çapında geçerli olduğunu anladım. DP ise, CHP’nin ihmal ettiği dinî ve sosyal alanları
doldurmaya çalışıyor, bundan dolayı da halktan büyük ilgi görüyordu. Onlar güçlenip palazlandıkça, bizde telaş artıyordu. CHP olarak bu konuya el atmanın zaruretine inandık. Çünkü parti açısından gidişatın hiçte iyi olmadığı artık görülüyordu. Bizdeki bu tedirginlik önü alınamaz şekilde büyüyordu. Dolmuş olan barajın önü bir şekilde açılmalıydı. Ama nasıl? İşte bundan dolayı 1947 kurultayında dinî anlamda bazı ciddi kararlar aldık. Mesela, Laiklik ve Din eğitimi, ardından Din Dersinin okullarda okutulması, 1925 yılında kapatılan tekke ve zaviyelerden bazılarının açılması, Kuran Kurslarına ve Hacca gitmeye izinin verilmesi, Ankara İlahiyat Fakültesi’nin açılması gibi… Bütün bunlar kaygı ve DP korkusundan dolayı olmuştur. İhmal ettiğimiz bu alanlardaki gevşek yaklaşımla, kısmen de olsa toplumu rahatlamaya çalıştık. Bu ve buna benzer konularda Mecliste de, hayatî tartışma meydana geldi. İşin ehemmiyetini kavrayan Başbakan Hasan Saka: “Efendiler! Mekteplerde din dersinin okutulmasını kabul etmezsek gelecek intihapta (seçimde) partimiz bir oy bile alamayacaktır.” dedi. Bunun üzerine ilk önce Milli Eğitim Bakanı Reşat Şemsettin Sirer, okutulması düşünülen Din Dersi Kitabı için bir komisyon kurdu. Komisyon kitabı hazırladı. Hazırladı hazırlamasına ama hazırlanan kitabı, Diyanet İşleri Başkanı Merhum Ahmet Hamdi Akseki şiddetle tenkit etti. Diyanetin bu tenkidine HaHAZİRAN 2013 / 299
21
san Saka’da katıldı. Başbakan, Milli Eğitim Bakanlığına beni (T. Banguoğlu) getirdi. Ben de Din Dersi kitabının hazırlanmasını Diyanete havale ettim. Hazırlanan Din dersi Kitabının kabulünün ardından, mecliste bu dersin okutulma meselesi tartışmaya açıldı. Epeyce bir tartışmanın ardından seçmeli olarak okutulmasına karar verildi. Yalnız burada bir hususu belirtmeliyim. Din Dersinin seçmeli olarak okutulmasını kabul edilmesinin ardından; ‘Bu dersi okutmak istemeyen veli dilekçe verecektir.’ diye şart koştum. Bu şart velilerin, Toplumsal psikolojiyi de dikkate alarak, dilekçe vermelerini önledi. Böylece sanki mecburiymiş gibi bu ders okutulmaya başladı. (2)
GÜNÜMÜZDE DİN EĞİTİMİ Yukarda, Dr. Muhammet Nasır ve Tahsin Banguoğlu’ndan iki tarihî vakıayı siz değerli okurlarıma aktardım. Bilindiği gibi Türkiye, Din Eğitimi konusunda hayli çalkantılı bir süreçten geçti. Elbette sizlere Cumhuriyet dönemi, Din Eğitimi tarihinden bahsedecek değilim. Maksadım geçmişteki olayları hatırlatıp, günümüzdeki Din Eğitimine dikkat çekmektir. Bilindiği gibi Din öyle bir olgu ki, inkârı asla mümkün değildir. Hele hele bir başkasının telkini ile dinin reddi hiç mi hiç mümkün değildir. Lozan’da İngilizlerin anlamsız baskısını, daha sonra bazı kraldan fazla kralcı kesilen işgüzarların, dine ve dindarlara uyguladıkları baskı takip etti. Bu tür çabalar hep 22
DERGiSi
sonuçsuz kaldı. Kalacaktır da. Çünkü Din Allah’ın insanın kalbine koyduğu öyle bir duygu ki, yaratılmış olanların bunu çekip almaları düşünülemez bile. Mütedeyyin insanlar, bu uğurda kendilerine yapılan zulüm ve işkenceler karşısında, yılmadılar, yılgınlık göstermediler. Sabrettiler. Kendileriyle beraber olanlara da sabır telkin ettiler. Ahret hatırlatması yapılarak cennet müjdesini verdiler. Cumhuriyet döneminde geçmiş ile gelecek arasında, canları pahasına köprü vazifesi görenler oldu. Yok edilmek istenen manevî değerleri ayakta tutmak için yoğun gayret sarf ettiler. Onlar, konuştular, koşuştular, yazdılar, hapse girdiler ama asla yılmadılar. O serden geçitlerden bazıları; Said Nursî, Süleyman Hilmi Tuna, N.Fazıl Kısakürek, Şûle Yüksel Şenler, Osman Yüksel Serdengeçti, Mehmet Şevket Eygi, Kadir Mısıroğlu gibi fikir ve aksiyon adamları; bunlarla beraber gönül dünyamızın mimarları; Sami Ramazanoğlu, Abdülaziz Bekkine, Mehmet Zahit Kotku, Muzaffer Ozak… yer darlığı sebebiyle ismini saymadığımız diğer güzel insanları sayabiliriz. Bu önder ve öncü büyüklerimiz mevcut pozitif olayların mimarlarıdır. Saydığım ve sayamadığım bütün çilekeş ve vefakâr büyüklerimizin, ölmüşlerine rahmet, yaşayanlarına hayırlı uzun ömürler dilerim. Her türlü olumsuz çabalara, hatta Lozan’daki İslam aleyhtarlığına rağmen, İslami gelişmeler önlenememiş, aksine ivme kazanarak devam etmiştir. Öyle ki, olumsuz düşünenler bile
İslamî öğretimin merkezi olan kurumları açmak zorunda kalmışlardır. Sırasıyla önce İlahiyat Mektepleri, (1924) sonra iki yıllık İmam-Hatipler, ardından da Ankara İlahiyat Fakültesi açıldı. (1949) Demokrat Partinin gelmesiyle de mevcut İmam-Hatip Liseleri açıldı. (1951) Ardından sırasıyla, 1960, 1971, 1980 İhtilali oldu. İhtilal sonrası fizikî ve psikolojik baskı uygulandı. Hatta bugün başımızın belası terör 1980 ihtilalinin eseridir. Tüm bu yaşananlara rağmen, İslam Dini ve müntesipleri kendilerini yenileyerek geliştirmeye çalıştı. Taaki, 28 Şubat 1997’e kadar… Bu tarihle beraber kurucu iradeyi de me’haz göstererek, öyle bir önlemler paketi ortaya koydular ki, kendilerinin deyimiyle bin yıl süreceği ifade ediliyor ve buna inanıyorlardı. Bu kararı alanlar ve uygulamak isteyenler ya tarihi bilgiden uzak, ya da hakikate gözleri kapalı insanlardır. Tarihte din ve dindarla savaşıp ta kazanan kim olmuş ki! Ancak bazı faaliyetler durdurulabilir, hizmetler geciktirilebilir. Ama asla yok edilemez. Bu yüzden 28 Şubat’ı suyu tersine akıtmak olarak görüyorum. 28 Şubat’ta alınan kararların bazılarını şöyle sıralayabiliriz: A-Sekiz yıllık kesintisiz eğitim uygulaması; bununla, İmam-Hatiplerin ve sair meslek liselerinin orta kısmının kapanması sağlandı. B- Kat sayı uygulamasıyla; İmam-Hatiplerin ve diğer
kat sayı farkıyla da adalet yerini bulmuş oldu. İlk ve Ortaokullarımızda kılık kıyafet serbest bırakılırken, İmam-Hatip Liselerinde başörtüsüyle rahat derslere girilebilecek.
BAŞÖRTÜSÜ Bu dönemde; ülkemizi hayli sıkıntıya düşüren, kız talebenin okuma hakkını elinden alan, bir kısmının da maalesef başını açmasına sebep olan talihsiz başörtü (Türban) hadisesi de sona ermiş oldu. meslek liselerinin istediği Üniversiteye gidişi büyük oranda önlendi. C- Dinî içerikli kurum ve kuruluşları köşeye sıkıştırdılar. D- Mütedeyyin insanlar fişlendi. E- Dinî özelliği belirgin iş adamları ve holdingler zor durumda bırakıldı. Bunlar gibi daha bir sürü karar alındı. Alındı alınmasına ama kararı alanlar, dayatmada bulunanlar ve onu uygulayacağını ifade eden siyasi erk çok değil, yaklaşık 4-5 yıl sonra deyim yerindeyse tuz-buz oldular. Eskilerin deyimiyle hâk ile yeksân oldular. 14 Ağustos 2001 yılında AK-PARTİ adında yeni bir parti kuruldu. 3 Kasım 2002 tarihinde yapılan Milletvekilliği Genel Seçimlerinde, çıkarttığı 365 Milletvekili ile tek başına iktidar oldu. İktidar olanların kahir ekseriyeti, 28 Şubatta her türlü gayr-ı insani baskıyı üzerinde
uyguladıkları, buram buram terlettikleri, Muhterem Erbakan Hoca’nın talebeleriydi. Ayrıca siyasî bu sonuç, 28 Şubatçılara verilen bir cevap niteliğini taşıyordu. Takdir-i ilahi. İktidardakiler her ne kadar hocalarının nezdinde çoluk çocuk da olsa, (bence) geçmişin tecrübesini çok güzel kullandılar. Önce ekonomik kalkınmayı esas alan bir çalışmayla ülkeyi belirli bir noktaya getirdiler. Sonra sırasıyla diğer anayasal düzenlemeleri gerçekleştirdiler. Geldiğimiz nokta da eğitime neşter vurmaya çalışıyorlar... 4- 4- 4 Bugün eğitimimizde uygulamaya konan 4-4-4 sistemi daha esnek ve daha geçişli gözüküyor. Henüz çok yeni olan bu sisteme, aman aman iyi demeyebiliriz. Ama zamanla daha iyi anlaşılacağını umuyorum. İyi bir sistem olmasını bekliyorum. Bu sistemle beraber, İmam Hatip Liselerinin ve diğer meslek liselerinin orta kısmının açılması sağlandı. Kalkmış olan
Günümüzde başörtülü kız talebelerimize baskı yapmak isteyenler suçlu görülmektedir. Hulasa Bütün olanların ardından, seçmeli ders olarak konan Kur’an ve Sevgili Peygamberimizin hayatının okutulmasını, yukarıdaki saydığım gerekçeler çerçevesinde, Cumhuriyet Tarihimizin en önemli olayı ve kararı olarak görüyorum. İki tarihî vakadan hareketle, geldiğimiz noktayı siz okuyucularıma özetleyerek yüzeysel olarak sunmak istedim. Birçok meselenin iyi gittiğini, normalleştiğini söyleyebilirim. Çünkü geçmiş bilinmezse, mevcudun kıymeti anlaşılmaz ve geleceğe sağlıklı bakılamaz.
1- Ali Ulvi Kurucu, Gecelerin Gündüzü, s.277-281, Marifet Yay. İst. 1994 2- Sözü Dilde Hayali Gözde, İsmail Kara, Dergâh Yay. İst. 2006, S.87-100 HAZİRAN 2013 / 299
23
KAPAK
Hizmet Adabı
Nureddin SOYAK
Birbirimiz İçin İmtihan Aracıyız
“
Âlemlere bir uyarıcı olsun diye kuluna Furkan’ı indiren Allah’ın şanı yücedir.” (Furkan, 1) Furkan’sız gidilmez, yollar yamandır. Ferdî, ailevî ve toplumsal hayatımızda, huzur ve mutluluğa ulaşmak istiyorsak Rabbimize kulak vermek zorundayız. Furkan’sız olanlar hak ve batılı birbirinden ayıramadıkları için batılın keşmekeş sokaklarında dolaşıp durmaktadırlar. Furkan, hak ile batılı birbirinden ayırmak manasına olup Kur’an-ı Kerim’in isimlerindendir. Rabbimiz: “O, her şeyi yaratmış ve yarattığı o şeyleri bir ölçüye göre takdir etmiştir.” (Furkan, 2) buyurmaktadır. Furkan’ı rehber edinenler, hayatı ölçülü yaşar, dengeli bir hayat kurarlar. Mü’min, hayatının her safhasını ilahî emir ve yasaklara riayet ederek ölçülü ve dengeli yaşamaya gayret ederler. İlahî ölçüden sapanlar ise, başta inkâr, şirk, nifak, fısk ve ahlaksızlık olmak üzere çeşitli sapkınlıklara maruz kalırlar. Rabbimiz: “Allah’ı bırakıp hiçbir şey yaratmayan ve zaten kendileri yaratılmış olan, üstelik kendilerine fayda ve zararları dokunmayan, öldürmeye, yaşatmaya ve ölüleri diriltip kabirden çıkarmaya güçleri yetmeyen
24
DERGiSi
ilâhlar edindiler.” “İnkâr edenler, “Bu Kur’an, Muhammed’in uydurduğu bir yalandan başka bir şey değildir. Başka bir topluluk da bu konuda ona yardım etmiştir” dediler.’’ “Dediler ki: “Bu ne biçim peygamber ki yemek yer, çarşıda pazarda dolaşır. Ona bir melek indirilseydi de, bu onunla beraber bir uyarıcı olsaydı ya.” “(Ey Muhammed!) Senin hakkında bak nasıl da temsiller getirdiler de (haktan) saptılar. Artık onlar doğru yolu bulamazlar!” (Furkan, 3-4-7-9 ) buyurmaktadır. İnkâra, nifaka ve yoldan sapmaya bahane arayanlar, âlemlerin Rabbi Allah Tealayı bırakıp, kendi elleri ile taştan ağaçtan yonttuklarına taparlar. Rab’den gelen kitabı inkâr ederler, Rasullerini beğenmezler. İnkârına bahane arayanlar, sapkınlıklarına pek çok bahaneler bulabilirler ve hak yoldan saparlar. Rabbimizin en mükemmel şekilde yarattığı insanların, bu hallerine hayret etmemek mümkün değil. Nasıl olurda akıl sahibi bu insanlar kendi yaptıklarına taparlar da Rablerinden yüz çevirirler? Mevsimleri sürekli yaşayan bu insanlar nasıl olurda dirilişi inkâr ederler? Rabbimiz: “Hayır, onlar Kıyameti de yalanladılar. Biz ise o Kıyame-
ti yalanlayanlara çılgın bir cehennem ateşi hazırlamışızdır. (Kendilerine) “Bugün bir kere yok olmayı istemeyin, birçok kere yok olmayı isteyin!” (denir.)” “Rabbinin, onları ve Allah’ı bırakıp da taptıkları şeyleri bir araya getireceği ve (taptıklarına), “Siz mi saptırdınız benim şu kullarımı, yoksa onlar kendileri mi yoldan saptılar” diyeceği günü hatırla. Onlar, “Seni eksikliklerden uzak tutarız. Seni bırakıp da başka dostlar edinmek bize yaraşmaz. Fakat sen onlara ve atalarına o kadar bol nimet verdin ki, sonunda seni anmayı unuttular ve helâke giden bir toplum oldular.” derler.” (Furkan, 11-14-17) buyurmaktadır. Ferdî, ailevî ve toplumsal sorumluluklarımızda sürekli birbirimizle imtihan olmaktayız. Peygamberler ümmetleri, ümmetler peygamberleri, ümmetler birbirleri, amirler memurları, memurlar amirleri, eşler birbirleri, evlatlar ana babaları, ana babalar evlatları, dostlar, arkadaşlar, akrabalar, komşular birbirleri için imtihan aracıdırlar. İnsanlar nefes alıp verdiği her an imtihandadır. Rabbi tarafından hayat boyu imtihan edildiği şuurunda olan insanların, imtihanı kazanmaları kolaylaşmakta, unutanlar ise kaybetmektedirler. Rabbimiz: “(Ey insanlar!) Sizi birbi-
riniz için imtihan aracı kıldık. (Bakalım) sabredecek misiniz?” (Furkan, 20) buyurmaktadır. İnsanlar hayatın her safhasında birbirleri için imtihan vesilesi olduklarını asla unutmamaları gerekmektedir. Bunu unutmayanlar sabretmeyi de unutmazlar. Ferdî hayatlarında sabredemeyenler kendilerine, ailevî hayatlarında sabredemeyenler aile fertlerine, toplumsal hayatta sabredemeyenler diğer insanlara hayatı sıkıntılı hale getirebilirler. Hizmete talip olanların önce sabretmesini öğrenmeleri gerekir. Çıkar ve menfaatleri söz konusu olunca her çeşit sıkıntı ve meşakkate katlananlar, davaları söz konusu olunca en ufak sıkıntı ve meşakkate katlanamıyorsa bu ne biçim bir dava ve hizmet anlayışıdır? Bu kendini aldatmaktan başka bir şey değildir. Rabbimiz: “O gün zalim kimse, (çaresizlik içinde) ellerini ısırıp şöyle diyecektir: “Ne olurdu ben de peygamberle beraber aynı yolu tutsaydım!” “Yazıklar olsun bana, keşke falanı dost edinmeseydim!” “Andolsun, Kur’an bana geldikten sonra beni ondan o saptırdı. Zaten şeytan insanı yardımcısız bırakıverir.” (Furkan, 27-28-29) buyurmaktadır. Kur’an’dan sapan, nefsine, ailesine ve içinde yaşadığı topluma zulmeder. Rabbimiz: “Peygamber, “Ey Rabbim! Kavmim şu Kuran’ı terk
edilmiş bir şey hâline getirdi” dedi. Biz, işte böyle, her peygamber için suçlulardan bir düşman yarattık. Yol gösterici ve yardım edici olarak Rabbin yeter.” (Furkan, 30-31) Kur’an sadece inkâr edilerek terk edilmez. Okuduğu halde anlamamak, okuduğu halde amel etmemek, okuduğu halde kalben mutmain olmamak da Kur’an’ı terk etmektir. Rasulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz: “Ümmetimden bir grup, lafıyla güzel ameliyle kötü olacak, Kur’an’ı okuyacaklar ancak köprücük kemiklerinden aşağı geçmeyecek… Onlar insanları Kitabullaha çağırırlar, fakat kitaptan zerre kadar nasipleri yoktur…” buyurdu. (Buharî, Müslim, Nesaî, Ebu Davut, Muvatta) Rabbimiz: “Onlar seni görünce ancak eğlenceye alırlar. “Allah’ın peygamber olarak gönderdiği adam bu mu? Biz, ilâhlarımıza sımsıkı sarılmasaydık neredeyse bizi ilâhlarımızdan uzaklaştıracaktı” (derler.) Onlar yakında azabı gördükleri zaman, yolca kimin daha sapık olduğunu görecekler.” (Furkan, 41-42) “Kendi nefsinin arzusunu kendisine ilâh edineni gördün mü? Ona sen mi vekil olacaksın? Yoksa sen onların çoğunun (söz) dinleyeceklerini yahut akıllarını kullanacaklarını mı sanıyorsun? Onlar hayvanlar gibidirler, belki yolca onlardan daha da şaşkındırlar.” (Furkan, 43-44) buyuruyor.
Davet yolu zor, uzun ve meşakkatli bir yoldur. Rabbimizin çizdiği, Rasullerin takip ettiği zor ama huzurlu ve zevkli bir yoldur. Bu yolun hizmetine talip olanlar her türlü bela ve musibete göğüs germeye, her türlü töhmet ve mihnete sabretmeye hazır olmalıdır. Hiçbir şey onları yıldırmamalıdır. Bu engelleri Rabbine güvenerek aşmalıdır. Bu yolda Rabbinin gaybî yardımlarına muhatap olunca şükretmeli, ilahî yardımların sarhoşluğu ile tembelliğe düşmemelidir. Yardımlar gecikince de asla ümitsizliğe kapılmamalı, bunların Rabbanî tecelliler, Rahmanî sınamalar olduğunu bilmelidir. Rabbimiz: “Sen, o ölümsüz ve daima diri olana (Allah’a) tevekkül et. O’nu her türlü övgüyle yücelterek tesbih et. Kullarının günahlarından hakkıyla haberdar olarak O yeter! (Furkan, 58) “Rahmân’ın kulları, yeryüzünde vakar ve tevazu ile yürüyen kimselerdir. Cahiller onlara laf attıkları zaman, “selâm!” der (geçer)ler.” (Furkan, 63) buyurmaktadır. Bu yol sabır, sebat yoludur. Tevekkül yoludur. Tefekkür yoludur. Bu yola bizi hidayet ettiği için Rabbe teşekkür yoludur. “İşte onlar, sabretmelerine karşılık cennetin yüksek makamlarıyla mükâfatlandırılacaklar ve orada esenlik dileği ve selâmla karşılanacaklardır.” (Furkan, 75)
HAZİRAN 2013 / 299
25
Selim Armağan
Kur’an İklimi
selim.armagan@ilkadimdergisi.net
“Allah’ın insanlardan bir kısmını diğerlerine üstün kılması sebebiyle ve mallarından harcama yaptıkları için erkekler kadınların yöneticisi ve koruyucusudur. Onun için sâliha kadınlar itaatkârdır...” (Nisa, 34)
Ailede Eş Başkan Olmaz
E
vlenmek, gelinlik giymek ya da damat olmak her gencin hem hakkı hem de ödevidir. Ev iki kişi ile kurulur. İlk günlerde yönetim kısa istişarelerle basitçe ve hasarsızca atlatılırken nüfusun artması ile birlikte istişareden başka bir de karar verici ve işleri sevk ve idare ediciye ihtiyaç olacaktır. Burada temel soru “kim idareci olacak?” sorusudur. Ev yönetimi ülke yönetimi gibidir. İki başlılık kargaşayı ve bölünmeyi getirirken manevi bağlarla sınırlandırılmamış reislik kadına zulmü getirir. Efendimiz aileyi sadece anlatmamış, Kur’an merkezli, erkeğin riyasetinde, kadınla istişare edilen, adil, zulüm ve haksızlıktan uzak, kadını ezmeyen, köleleştirmeyen, ikincilleştirmeyen huzurlu bir yuva nasıl kurulur ve işletilir bunu bize örneklemiştir.
26
DERGiSi
Batı modelli aile yapısını esas alan laik düzenler manevi bağlardan yoksun nesillerin ihtiyaçlarına cevap verebilmek için ailede eş başkanlık modelini icad ederek kadını ezilmekten kurtaracaklarını zannettiler. Ancak maneviyattan yoksun, İslam merhametinden uzak erkeğin otoritesine kadının ortak olma isteği ve teşebbüsü kadına karşı şiddeti daha da artırmıştır. Ailede bireyler arası ilişki sadece maddi bir ilişki değil aynı zamanda ruhsal bir ilişkidir. İlahi kurallar erkek ve kadın ruhu için aile kurumunu, çevresi ve dış dünyası ile iyilik ve fazilet duygularını yeşerteceği en iyi ortam olarak görür. Ailenin ruhunu da bu sevgi, şefkat, merhamet, sevecenlik, karşılıklı güven, fedakârlık, teselli ve yardım ilişkisi oluşturur ve devam ettirir.
İslam’da evliliğin amacı, eşleri kısıtlamak değil, iki kişiden bir bütün yapmak, bu bütünün özgürlüğünü de karşılıklı sorumluluk bilinci, destek, sevgi ve teşvikle mümkün olan en üst seviyeye kadar geliştirmektir. Kur’an’a göre aile, çocuklarla birlikte sürekli artan bir sevgi, şefkat ve fedakârlık yaşar. Bu durum aile olmanın da karakteristik özelliği haline gelir. Müslüman eşler, sevdikleri, güvendikleri, cesaret buldukları, birlikte gülüp hayatta beraber yürüdükleri ve yalnızca kendilerine ait olduğunu bildikleri birinin olmasının getirdiği güven duygusu içinde huzurla yaşarlar. Müslümanların Kur’an ve dinî hayatın bilgi ve pratiklerinden oldukça uzaklaştırıldığı şu günlerde Müslüman gençlere de Batı’nın çökmüş aile modeli örnek aldırılmaya başladı. Özellikle Müslüman kadınlar, Allah’ın
kendilerine verdiği hakları bilmeden bâtıldan hak talep etmeye başladılar. Batı taklitçilerinin tuzağı ile çıktıkları bu yolda işe evin reisliğine talip olmakla başladılar. Hak diye de kendi hevâ ve hevesini merkeze koydular. Oysa eşinden Allah’ın kendilerine tanıdığı hak ve hukuku talep etseydiler bu günkü acı durumunda olmazlardı. İslam, kadına pozitif ayrımcılık yapmış, onu erkeğin zulmünden korumuştur. Zira İslam kadını ezmez ki neden evde başkanlık ya da eş başkanlık olsun. İslam, kadının çalışmasına gerek dahi görmeden onun geçiminden erkeği sorumlu tutar. Kadın çalışırsa kazandıklarını erkeğine ve evin ihtiyaçlarına harcamakla sorumlu da tutulamaz. Kadının evlenmeden önceki sahip olduğu mallar da evlendikten sonra kazandıkları veya kazanacakları da erkeğinin ele geçirmesinden korunmuştur. Tamamı kendisinindir. Bugün eşit olalım diye çırpınan batılı ya da batı kafalı kadınlarla Müslüman kadınlar aynı değerleri savunamazlar. Bu Müslüman kadının Allah’ın kendisine sağladığı haklardan geri gidişi olur. Eşitliği savunan kadınlar evlendikten sonra kazandıklarını evin geçindirilmesinde harcarlar, ayrılık durumunda kendi kazandıklarını eşiyle eşit olarak paylaşmak zorunda kalırlar.
Bugün eşitlik isteyen kadın, eşi evinin dışında gayri meşru mekânlarda gezerken ya da karşı cinsleri ile dolaşırken kendisinin özgür olamadığından yakınan kadındır. Onun çığlığı ahlaksızlığa, erkeğinin Allah’ın yasakladığı ve aile izzet ve şerefini ayaklar altına alan yaşantısına değil. Onun çığlığı kendisi de böyle yapınca kanun tarafından cezalandırılması ya da örf tarafından kınanmasınadır. Bu nedenle çocuk doğurmamak, doğurdu ise bakmamak, bakıyorsa maddi karşılık istemek, gecede gündüzde Allah’ın razı olmadığı mekânlarda tıpkı eşi gibi gezmek dolaşmak tabir yerinde ise dünyadan kam almak istemesidir. Feministlerin söylediklerini tekrarlayan ve kafasını kullanmayan Müslüman kadın ne istediğini etraflıca düşünmemiştir. Önce “Müslüman erkek nasıl olmalıdır?” sorusuna cevap aramalı, bekâr ise kuralına uygun hareket eden Müslüman kişiyi seçmelidir. Zira Müslüman erkek, Batılı erkek gibi değildir. Haramların işlendiği mekânlardan uzak durur. Sürekli Allah’ın murakabesinde olduğunu bilir, eşinin ve çocuklarının rızkını kazanmak onlara dünyada ve özellikle ahirette güzel bir hayat sağlamak için çalışır. Ailenin izzet ve şerefi onun izzet ve şerefidir. Gerekirse onlar için ölümü bile göze alır. Eşi ve çocuklarına yediğinden yedirir. İçtiğinden içirir, kendisini onlar-
dan ayrı onları da kendisinden ayrı görmez. Efendimizin “sizin en hayırlınınız kadınlarınıza hayırlı olanınızdır. Bende sizin en hayırlınızım” buyurduğunu, son nasihatlerinin ümmetinin erkeklerine kadınlara iyi davranılmasını tavsiye olduğunu bilir. Müslüman erkek, Allah’tan korkan kişidir. Allah’ın kadın ve erkek ayrımı yapmadan emirlerini gönderdiğini bilir ve kendini eşinden üstün ya da ayrıcalıklı görmez. Cennetin de cehennemin de kadın ve erkek ayrımı yapmadan insan için olduğunu bilir. Eşine zulmederek cehenneme gitmektense ikram ederek cennete gitmeyi hedefler. Allah, erkeğin hakkından kadına neyi eksik takdir etmiş neyini az vermiş de Müslüman kızlar beşeri hukukun eksiklerine bakıp kendilerini gayri Müslimlerle özdeş görerek hak talebinde bulunuyorlar? Müslüman kadına düşen, Batılı gayri müslimlerin ateist kafaları ile takdir ettiklerine talip olmak olamaz. Müslüman kadının özgürlüğü ve güvenliği Allah’ın kendilerine yaradılıştan verdiklerine razı olmak, bilerek ya da bilmeyerek Müslüman erkekler tarafından gasp edilen haklarını almak olmalıdır. Bu yol; Hak Teâlâ’dan uzaklaşmış olan erkeklerin ve tabi ki kadınların da Allah’ın kitabına gelmeleri ve daha fazla İslamlaşmaları ile mümkün olacaktır.
HAZİRAN 2013 / 299
27
Hadis İklimi Ahmet Ağmanvermez
a.agmanvermez@ilkadimdergisi.net
Rasulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-: “Allah -celle celaluhu- şekillerinize ve mallarınıza bakmaz. Fakat sizin kalplerinize ve amellerinize bakar.”
Hayatımızı Kotrol, Amellere Devam Edelim!
H
ayat; iman, niyet ve amellerden ibarettir. Bu sebeple 1-İmanımızı 2-Niyetimizi 3-Amellerimizi kontrol edelim. O halde iman nedir ve nasıl kontrol edilir? İMAN: Bir şeye inanmak, tasdik etmek, söyleneni kabul etmektir. TERİM olarak ise, Allah’ın -celle celaluhu- varlığına, birliğine, iman esaslarına inanmak, Allah -celle celaluhuve Rasulünün bildirdiği her şeyi kalp ile tasdik, dil ile ikrardır. Cibril hadisi hepimizin malumudur. İman, İslam, ihsan, kıyametin zamanı ve alametleri ile ilgili soruların cevabı bu hadiste verilir. Gerçek iman, kalpte yerleşen, kökleşen, insanın hayatına yön veren imandır. İman, sadece vicdanda kalmaz, amellere de, cüzdanlara da hâkim olur. Bu açıdan kendimize soralım; 28
DERGiSi
Allaha, ahirete ve peygambere olan imanımız hayatımızı ne derecede etkiliyor? Ölüm, kıyamet, diriliş, hesap, sırat, cennet ve cehennem hangi amelleri yapma veya terk etmemize etki yapıyor? Peygamber inancı ve sevgisi sünnetlere bakışımızda ve davranışlarımızda ne değişiklikler yapıyor? Hayatımızın her anında, İmandan sonra amellerimizde de ihsan derecesine geçebiliyor muyuz? Bildiğimiz gibi ihsan, Allah’ı bu dünyada göremiyorsak da, O’nun, bizi her an ve her yerde gördüğüne, duyduğuna ve her halimize vakıf olduğuna inanmaktır. İmanla bağlantılı olarak İslam; İtaat, teslim olma, İslam’a girme, Müslüman olma anlamlarına gelir. Terim olarak ise, Allah’a, emir ve yasaklarına teslim olma, boyun eğme, nefsinin ve insanların istek ve arzularına muhalefet ederek Kuran ve Sünnete göre bir hayat yaşamaktır.
Böyle bir hayat tarzı olan kişi mü’min ve Müslümandır. Bu arada din kavramını ele almamız faydalı olacaktır. DİN: Yol, ceza, mükâfat, borç anlamına gelir. Kur’an da din kavramı, hak dinin yanında batıl din ve hayat tarzları için de kullanılır. Kafirun suresinin sonunda (Sizin dininiz size, benim dinim banadır.) bu anlamda kullanılır. İnsan amellerinin rehinidir. Din yaşadığımız hayattır, inandıklarımız, inkâr ettiklerimiz, doğrularımız, sevdiklerimiz, nefret ettiklerimiz, kısaca yaşama şeklimiz, hayatımızdır. Şu ayetler buna delildir: “Allah katında din ancak İslam’dır.”(Ali İmran, 19) “Kim İslam’dan başka bir din edinirse, onun seçtiği din kabul edilmeyecektir.” (Ali İmran, 85 )
NİYET NEDİR VE NASIL KONTROL EDİLİR? Niyet, düşünce, fikir, yapma sebebi, kalbin bir şeye karar vermesi, o işi niçin yaptığını bilmesi anlamına gelir. Bu konuda “Ameller niyetlere bağlıdır. Her kişi için niyet ettiği şey vardır.” Hadisi İslam’ın temellerini oluşturur. Yapılan işler niyetlere göre değer kazanır. Niyet, amelden önce gelir. Kalp, bütün azaların reisi, imanın karar kıldığı yerdir. Kalp, yani niyet düzgün olursa, ameller de düzgün olur. Kalp komutan, azalar askerdir. Kalbi bozuk olandan iyi amel beklenemez. Niyeti hayır olanın, akıbeti de hayır olur. Niyeti kötü olanın, akıbeti de kötü olur. Hadislerde anlatıldığı gibi, yüz kişinin katili, niyeti sebebiyle affedilir. Yine, mağarada mahsur kalan üç arkadaş, Allah rızası için yaptıkları iş sebebiyle dua ederler ve kurtulurlar. Kalbin önemini belirten başka hadislerde ise: “Allah -celle celaluhu- şekillerinize ve mallarınıza bakmaz. Fakat sizin kalplerinize ve amellerinize bakar.” “İyilik yapmaya niyetlenip yapamazsa bir sevap, niyetlenip de yaparsa, on sevap verilir. Günah işlemeye niyetlenir de vazgeçerse bir sevap verilir. Niyetlendiği günahı işlerse bir seyyie verilir.” (Buhari Müslim) buyurulmaktadır. Hasan Basri (R.h) da: “Ebedi cennet ve ebedi cehennem niyet sebebiyledir.” der. Namazı, orucu, haccı, zekâtı, sadakayı, tebliği, sohbe-
ti niçin yapıyoruz? Maun suresinde: “Vay o namaz kılanların haline ki, onlar kıldıkları namazdan gafildirler. Onlar gösteriş yaparlar.” buyrulur. Şu halde haramlardan niçin kaçıyoruz? Allah için mi? İnsanlar için mi? Hadisi şerifte mahşerdeki hesap anında, savaşta ölen, malını infak eden ve Kur’an okuyan bazı kişilerin o amelleri Allah için değil insanlar için yaptıklarından, cehennemin üzerlerine tutuşturulacağı kişiler olduğu belirtilir. Kur’an’da ise kurtulacak olanların kalbine, niyetine hâkim olanlar olduğu belirtilir. “O gün ne mal ne de evlat fayda verir. Ancak kalbi selim ile gelenler kurtulur.” (Şuara, 88-89)
AMELLERİ KONTROL VE DEVAMLILIK Müslüman, nefes alıp verdiği müddetçe kuldur. Kulluğun tatil edildiği bir lahza dahi yoktur. Tabiat boşluk kabul etmez. “Sana ölüm gelene kadar Rabbine kulluk et.” (Hicr, 99) ayeti, kullukta hiç ara ve boşluk olmayacağını belirtir. Hz Peygamber’in -sallallahu aleyhi ve sellem-, “Beni bir an dahi nefsimle baş başa bırakma” demesi boşuna değildir. Pazarlık yapmadan, dünyalık için açık kapılar aramadan, ihlâsla, tam bir samimiyetle bağlanarak, ömür sermayemizin her anını değerlendirelim. İslam’ı kendimize dert edinelim. İslam’ı doğru ve tam öğrenelim. Öğrendiklerimizi yaşayalım ve tebliğ edelim. Her yeri ve her zamanı
İslam İle dolduralım. İbret alınan değil, ibret alanlardan olalım. Okuduğumuz, öğrendiğimiz bilgilerin ne kadarını yaşıyoruz? Hal ve kavlimiz ne kadar tutarlı? Bilelim ki her menfi gelişme bizim tembelliğimizden ve hizmetlerden kaçışımızdandır. Yaptığımız işlerle nefsimizin değil, ruhumuzun ve kalbimizin huzurla dolmasına gayret edelim. Harcamalarımızı da bu ölçülerle yapalım. İbadetlerimizi, amellerimizi, hizmetlerimizi gösterme, duyurma, insanlara beğendirme gibi bir hataya düşmeyelim. Ariflerin söylediği gibi: “Allah her an bizimle iken, biz nerede ve kiminleyiz?” Asr Suresi’nde hüsrandan kurtulmanın yolu, iman, salih amel, hakkı ve sabrı tavsiye olarak anlatılır. Salih Amel: Allah’ın emrettiği, uygun gördüğü bir işi, Allah’ın istediği şekilde ve Allah rızası için yapmak demektir. Salih amel, anın vacibini yerine getirmektir. Ne zaman, neyi, nasıl yapmamız gerekiyorsa, ertelemeden, geciktirmeden o işi yapmalıyız. Ehem-mühim (önemli-az önemli) tercihini iyi yaparak, boş ve faydasız işlerle meşgul olmamalıyız. Ne zaman, nerede, nasıl geleceğini bilmediğimiz ölüm gerçeğine her gün biraz daha yaklaşıyoruz. Hazırlıksız yakalanmamak için kulluğumuzun gereğini yapalım. Geri dönüşün olmadığı âlemdeki pişmanlıkların faydası yoktur. Rabbim, bizleri affedilen ve hesap anında pişman olmayanlardan eylesin. Âmin. HAZİRAN 2013 / 299
29
Mehmet Şentürk mehmet.senturk@ilkadimdergisi.net
FIKIH
Yemin ve Keffareti
A
llah adına yeminler “Allah” ya da “İzzet, celal, azamet” gibi zati sıfatlarının başına “ba, va, ta” harflerinin birisini getirmek suretiyle yapılır. Müslümanlar arasında en çok kullanılan yemin lafızları: “Vallâhi, billâhi ve tallâhi” sözcükleridir. Allah’ın isim ve zatî sıfatlarının dışında hiçbir şeye yemin edilmez. Hanefilere göre, Nebi, Kur’ân, Kâbe gibi Müslümanlarca kutsal olan varlıklar adına da yemin edilmesi caizdir. Yeminin mûteber olması için mutlaka Arapça olması şart değildir. Diğer dillerle de yemin edilebilir. Kaynaklar farsça bazı tabirlerle yemin edilebileceğine işaret etmişlerdir. Allah adı anılarak edilen yeminler ğamûs, lağv ve mün’akıde olmak üzere üç çeşittir. Ğamûs yemin: Geçmişteki veya bu zamandaki bir olayla ilgili olarak, bile bile yalan yere yemin etmektir. Bir kimsenin, borcunu ödemediğini bildiği halde “ödedim” diye yemin etmesi gibi. Böyle bir yemin büyük bir günahtır. Ğamûs yemininden dolayı keffaret yoktur. Yemin eden kişi Allah’tan af dilemeli, tevbe istiğfar etmelidir. Lağv yemin: Yanlışlıkla edilen, yani sahibinin söylediği sözün hakikat dışı olduğu halde, 30
DERGiSi
doğru olduğunu zannederek ettiği yemindir. Bu yemin de hem geçmiş ve hem de şimdiki zamanla ilgili olabilir. Borcunu ödemediği halde, ödediğini zannederek yemin eden kişinin ettiği yemin, lağv yemindir. Âlimler lağv yemininden dolayı günah ve keffaret olmadığında hemfikirdirler. Mün’akıde yemini: Mün’akide yemini bir şeyi yapmak veya yapmamak için edilen yemindir. Bu yemin gelecek ile ilgilidir. Bir kimsenin “falan kişiyle bir daha konuşmayacağına” yemin etmesi bu kabildendir. Mürsel, muvakkat ve fevr olmak üzere üçe ayrılır. Mürsel yemin: Bir fiili yapıp yapmamayı zamana bağlamadan edilen yemindir. Bir işi yapacağına yemin eden ama bunu zamana bağlamayan kişinin ettiği yemin mürseldir. Ölüm anına kadar ettiği şeyi yapıp yemininden kurtulabilir. Belirli bir sürenin geçmesi ile yemini bozmuş sayılmaz. Bu yemine “mutlak (şartsız) yemin” de denilir. Muvakkat yemin: Bir zamana bağlı olarak edilen yemindir. Zamanın dolması ile yeminin hükmü sona erer. Bir meyveyi üç gün yetmeyeceğine yemin eden kişi, üç gün dolduktan sonra o meyveyi yese yeminini bozmuş sayılmaz. Belirli bir süre içinde bir şeye yapmaya yemin eden
kişi o kişi ön gördüğü süre içinde yaparsa yemininden kurtulmuş olur. O süre içinde yapmazsa, daha sonra yapsa bile yeminini bozmuştur; keffaret ödemesi gerekir. Şayet yemin eden kişi süre dolmadan ölürse, Ebû Hanife ve Muhammed’e göre yeminini bozmuş olmaz. Ebû Yusuf’a göre bozmuş olur. Bu yemine “mukayyed (Şartlı) yemin” de denilir. Fevr yemin: Kendisi ile gelecek değil şimdiki zaman kastedildiğine karineler bulunan yemindir. Bir soruya cevap verirken edilen yemin bu kabildendir. Yemek yiyenlerin yanlarına gelen birisine “buyur ye” demelerine karşılık onun “vallahi yemem” demesi fevr yeminidir. Daha sonra bir şey yemesi ile yeminini bozmuş olmaz. Bu türden bir yeminin gereğini yapan kişi yemininden kurtulmuş olur. Yemini bozan kişiye ise keffaret gerekir. YEMİN KEFARETİ Gücü yeterse bir köle azad etmek veya on fakiri sabahlı akşamlı doyurmak ya da on fakiri alışılmış biçimde giydirmektir. Kişi bu üçü arasında muhayyerdir. Ama bunlara gücü yetmezse, peşi peşine üç gün oruç tutar. Orucun arası hayız dâhil hiç bir özür sebebiyle kesilmez, kesilmesi halinde yeniden başlanmalıdır.
TASAVVUF
Cemil Usta
cemil.usta@ilkadimdergisi.net
UCUB VE KİBİR
U
cub, kibir, gurur, kendini beğenmişlik ameline, yaptığı işe güvenmektir. İnsanın yaptığı kemâlât ve iyiliklerde hakkı yoktur. Mülkü değildir. Onlara güvenemez. İnsanın vücudu ve cesedi bile onun değildir. Çünkü kendisinin eser-i sanatı değildir. O vücudu yolda bulmuş lakita olarak temellük etmiş de değildir. Vücut, kıymeti olmayan şeylerden olduğu için yere atılmış da insan almış değildir. Mevla tarafından en güzel şekilde yaratılmış, bezenmiş kıymetli bir hane olup insan o hanede emaneten oturan bir misafirdir. O vücutta yapılan binlerce tasarruftan ancak bir tanesi insana aittir. İnsanın görevi Allaha ihlâs ve samimiyetle kulluktur. Kibir, kulun şekil ve şemailinde gözükür. Surat asıklığı, göz ucu ile bakmak, başını dikerek kimseye bakmamak, bağdaş kurup oturmak (zaruri haller hariç) veya yaslanmak gibi. Kibir sözde olur, ses tonunda, yürümesinde, oturup kalkmasında, duruş ve hareketlerinde ve bütün işlerinde belli eder. Ancak bazen tevazu gösterenlerde de olur. Kibirlenme şekillerinden biri de hasta ve engelli kimseler arasında bulunmaktan hoşlanmamaktır. Güzel ara-
bamız, elbisemiz, evimiz, paramız her şeyimiz kibrimizi artırabilir. Dünya hayatında her şey nimettir. İnsan içindir. Mevla’nın rızasına vasıta ise ne güzeldir. Hz İsa “Güzel elbise gönülde kibri uyandırır.” demiştir.
neden yaratmış? Onu meniden yaratıp merhalelerden geçirerek şekil vermiş, sonra tutacağı yolu kolaylaştırmıştır. Sonra onu öldürür, kabre koyar, sonra dilediği zaman onu tekrar diriltir.”(Abese, 17-22)
Şunu da bilelim ki elbisemiz güzel ve temiz olacak. Mü’min temizdir temizi sever. Her şeyi Allah’tan bir ikram kabul edip, Onunla beraberliği hissedip, Allah’ın bize şahdamarımızdan daha yakın olduğunu idrakten uzak kalmadan ilahî müşahade ve ilahî murakabe altında olduğumuzu bilebilirsek ucup ve kibir hastalıklarından kurtulmuş oluruz inşallah.
İlim ile kibir ve ucuba gelince; bu afetlerin en büyüğüdür. Hastalıkların en ağırı ve tedaviyi en zor kabul edendir. Bunun tedavisi için ciddi bir gayret gerekir. Hz. Ömer, “Alimin sürçmesiyle alem sürçer.” demiştir. Zamanımızda aklına ve ilmine güvenerek nice garip fetvalar verenler mevcuttur. Onların fetvalarının temelinde ucup ve kibir vardır. Ümid ederiz ki Kur’an ve Sünnet doğrultusunda düşüncelerini ve fetvalarını tashih ederler.
Kibir en büyük tehlikelerden olmakla beraber yüzde yüz kimse de kurtulamaz. Ucubu ve kibri yok edecek ilaçları kullanmak ve tedavi etmek suretiyle bu hal zail olur. Ucubu yok etmenin ilacı ilim ve ameldir. Tam şifa bunları kullanmaktır. İlim, nefsini ve Rabbini bilmektir. Kul, kendisini bildiği zaman her şeyden adi ve her şeyden mahrum olduğunu anlar. O zaman tevazuya bürünen mü’min-i kâmil olur. Kul Rabbini bildiği takdirde Kibriyalık ve azametin yalnız onun şanı olduğunu idrak eder, anlar. Allah Teala Kur’an-ı Keriminde şöyle buyuruyor: “Canı çıksın insanın, o ne nankördür. Allah onu
Kibri kalpten çıkarmak için Allah’ı çokça anmak, ihsan derecesinde hayatı idame etmek icab eder. Kur’an’ı çokça okumak, namazı huşu üzere kılmak, Peygamberimize çokça salavat getirmemiz elzemdir. Hülasa güzel ahlak ve tevazuun toplandığı yer Rasul-i Ekrem’dir. Onun ahlak ve tevazuudur. Her işte O’nu nümune-i imtisal etmek, örnek almak lazımdır. Allah’ım, ucubdan, kibirden, hasedden, her türlü haramlardan Sana sığınıyoruz. Amin… HAZİRAN 2013 / 299
31
Yrd.Doç.Dr.
İlhami Nalçacıoğlu i.nalcacioglu@ilkadimdergisi.net
B
ugüne kadar geliştirilen eğitim kuramları açısından model insanın, hayatî bir öneme sahip olduğundan bahsetmiştik. Bu, insanın yapısı gereğidir. Eşref-i mahlûkat, kubbe-i kâinat olan insanın yaratılışındaki hikmet ve sırların yeni yeni anlaşılmaya başladığı görülmektedir. Rabb’ın takdiri sonucu anne karnında gelişmeye başlayan insanoğlu, bu yönüyle de tam anlamıyla bir mucizedir. Ve beynin gelişimi gerçekten de bir ibret tablosudur. İnsan yavrusunun ana karnında oluşum süreci içerisinde 5. haftadan itibaren özel sinir hücreleri oluşur. Saniyede 5.000 ile 7.000 arasında Rabb’ul Alemin tarafından çoğaltılan ve isimlerine tıp dilinde “Nöron” adı verilen özel sinirlerinin bulunduğu bu bölgede beyin de meydana gelir. Bu nöronlar, insan yavrusunun doğumundan önce yerlerini alırlar. Ayrıca binlerce sayıdaki bu hücreler, 32
DERGiSi
eğitim
birbirleriyle irtibatı sağlamak üzere sinir uçları oluştururlar ve böylece ilişki kurarlar. Daha önce bir yazımızda da belirttiğimiz gibi bu sağlanan bağlantıların sayısı yeryüzündeki bütün telefon bağlantılarından daha fazladır. Birbirlerine bağlanan bu karmaşık ve insanı hayrette bırakan yapı, öğrenme, şuurlu davranışlar, gülme, konuşma, ağlama ve vücudumuzdaki organlarının çalışması gibi… durumların kaynadığıdır. Burada, insan beyninde yer alan nöronlardan bizim konumuzla ilgili bir nöron, daha dikkat çekici olarak karşımıza çıkmaktadır. 1990’lı yıllarda maymunlar üzerinde yapılan bir araştırmada “Ayna Nöron”lar adı verilen yeni bir tip nöronun mevcudiyetine ulaştılar. Bu yeni tip nöronların özellikleri, belli konumlarda çalışmaları idi. Bu hücrelere, işlevleri sebebiyle ayna nöron adı verilmiştir. İnsanın aynaya baktığında orada kendisinin yansımasını görmesi gibi. Karşısındaki birinin
faaliyetini gördüğünde bu ayna nöronlar faaliyete geçmektedirler. İşte eğitimin içerisinde yer alan taklit, örnek veya model insan başlıkların temelini insanın bu özelliği oluşturmaktadır. Daha önceki yazımızda yer alan davranışsal, bilinçsel, duyusal yapılandırmacı öğrenme kuramları açısından hayatî öneme sahip model insan; bu değinmeye çalıştığımız beyin temelli öğrenme kuramı açısından da vazgeçilemez bir özellik taşır. İnsan dünyaya doğuştan donatıldığı bu ayna nöronlar vasıtasıyla taklit etme yeteneği ile dünyaya gelir. Böylece öğrenmenin, Allah tarafından insana bahşedilmiş bir yetenek olduğu görülmektedir. Öğrenmenin ilk başlangıcı olarak, bu yetiye sahip insanoğlu ilk tanıştığı annebaba kardeşlerini, dedesini, amcasını, dayısını... taklit ederek başlar. Onları model insan olarak alır. Onlardan özümsediği ile konuşur, yer, içer, oturup kalkar... Daha sonra arkadaşı,
öğretmeni, model aldığı insanlar yerlerini alır. Bu nedenle öğrenme, insanın yemesi-içmesi, oturup-kalkması gibi biyolojik ve fizyolojik nitelik taşır. Öğrenme, insanın anlatmaya çalıştığımız beyin yapısı ve ruhsal gelişimin gayet doğal bir sonucudur. Bunun sonucu model aldığının bir kahraman olarak hafızaya kaydedilmesi, zihin, kalp ve davranışlarına yansımasına neden olur. Bir eğitim sistemi ki, insanın ailesinde, arkadaşları arasında, yakın ve uzak çevresinde, okulunda, hülâsa onu çevreleyen her yanında bunları ilişkin olumlu modelleri görmeyi sağlayamazsa, maddî ve manevî alanda kalkınma iddiası tamamen hayal olur. İletişimin hat safhaya ulaşımı sonucu, bizlerin 30-40 yaşlarında gördüğümüz şeyleri, günün çocukları 3-4 yaşlarında görüyorlar. Bilgisayar, internet, facebook, twitterler hayatın merkezinde yer alıyor. Ekranlarda yer alan ve bilhassa çizgi film kahramanları ile kendilerini özdeşleştirme ile onlara bağlanıyorlar. Bunların sonucu beyni, bilinçaltı tahribata uğruyor. Seyrettiklerinin rengine bürünüyor. Neslimiz kendi medeniyetimizin model ve kahramanları yerine televizyon kanallarından, bilboardlardan, internetten sunulan yeni modellerle birlikte her gün bir değerimizin yok oluşunu yaşamaktadır. Yeni nesiller giyim-kuşam, davranış
izlerin 30-40 yaşlarında gördüğümüz şeyleri, günün çocukları 3-4 yaşlarında görüyorlar. Bilgisayar, internet, facebook, twitterler hayatın merkezinde yer alıyor. Ekranlarda yer alan ve bilhassa çizgi film kahramanları ile kendilerini özdeşleştirme ile onlara bağlanıyorlar. Bunların sonucu beyni, bilinçaltı tahribata uğruyor. Seyrettiklerinin rengine bürünüyor.
B
yönüyle anne-babasına değil de, ekranlardan, internetten takdim edilen yaldızlı karakterlere özeniyor. Bencil, manevî değerlerden uzak, tarihine ve milletine yabancı, hatta düşmanlık besleyen günübirlik heveslerle yaşayan çığ gibi bir nesil gelmektedir. Eğitim sisteminin en öncelikli meselesi, sanıldığı gibi ve ağırlıklı bir biçimde uygulanan bilgi aktarımı değildir. Başlıca ilkeler olarak şunları sıralayabiliriz:
Temel ilke, insanımızın önüne model bir aile ve insan koyabilmektir. İkincisi; ailede iletişim ortamının oluşturulmasıdır. Üçüncüsü; eğitimde çocukların yaş ve gelişim özelliklerine dikkat edilmelidir. Dördüncüsü; eğitime dengeli bir disiplin içerisinde yer verilmelidir. Ödül ve cezanın dengeli biçimde kullanımı beşincisini oluşturur. İlerideki yazılarımızda her bir ilkeyi ayrı ayrı almaya gayret edeceğiz. Rabbim bizlerden yardımını esirgemez inşaallah... HAZİRAN 2013 / 299
33
Ahmet Belada
ahmet.belada@ilkadimdergisi.net
tarihe yön verenler
İmam Malik M
uhaddis ve müçtehid İmam Mâlik, 93/711 yılında Medine’de doğdu. Aslen Yemenlidir. Dedesi Mâlik b. Ebu Amir el-Asbahî, Yemen valisinden gördüğü zulüm üzerine Medine’ye yerleşti. İmam Mâlik’in ailesi, Medine’ye yerleştikten sonra ailece ilimle meşgul oldular. Kendisi, özellikle hadislerin toplanmasına çok gayret etti. Ashab’ın fetvalarını öğrenmeye de büyük önem verdi.
Kerîmi, peşinden de hadis ezberlemeye başladı. Bilahare ders okuyabileceği âlimlerin yanına gitmeye başladı. Onlardan hadis dinledi. Sahabelerin fetvalarını öğrendi. Fıkıh konularında istifade etti. İmam Mâlik, çok şey öğrenir ancak, maslahata uygun görmediği için bunlardan çok azını açıklardı. Hocası Zühri’nin dersi dışında evine kapanır, kaydettiklerini derleyip toparlamaya ve anlamaya çalışırdı. Ayrıca İmam Mâlik, Cafer-i Sadık’ın derslerini de hiç kaçırmazdı. Onun ilmine, zühd ve takvasına hayranlık duyardı. İmam Mâlik onun hakkında; “Abdesti olmadan hadis rivayet etmez, Hz. Peygamberin adı anılınca yüzü sararırdı” der.
Dedesi Mâlik bin Ebu Amir, Tâbiînin büyüklerinden olup, Hz. Ömer, Osman, Talha ve Aişe’den hadis rivayet etmiştir. Amcası Süheyl, hadis âlimlerindendir. Öyle ki, hadis toplama heyetinin O, emin olmadığı konuda ne başkanı İbni Şihab ez-Zuhrî de konuşur ne ders verirdi. Ders verondan ders okumuştur. meye güvenilir ravilerden aldığı Hulefâ-ı Râşidîn devrin- hadisleri insanlara öğreterek başde Medine, Ashabın ileri gelen lardı. İmam Mâlik, ilim öğrenme âlimlerinin bir arada bulunduğu ve öğretme konusunda şöyle söyve ilim tahsilinin zirvesine ulaş- lerdi: tığı bir merkez konumundaydı. “Her aklına esen, mesEmevîler devrinde çoğalan fitnecitte oturup ders veremez. lerden ve idarecilerin zulmünden Âlimlerden yetmiş kişinin beni kaçan âlimlere sığınaklık yapıyeterli görmesine kadar ben, yordu. Ayrıca, Tabiin’in çoğu da ders ve fetva vermekten kaçınMedine’de oturmaktaydı. İmam dım”. Mâlik, kendini tamamen ilme İmam Mâlik, derslerini vermiş bir aile muhitinde büyüdü. İleri seviyedeki âlimlerden Mescid-i Nebevî’de, Hz. Ömer’in ders okuturken oturduğu yerden ders okuma imkânını elde etti. verirdi. Dersleri, hadis ve fıkıh İmam Mâlik, önce Kuran-ı üzerine olurdu. O, vuku bulmuş 34
DERGiSi
olaylara fetva verir ve değerlendirmelerde bulunurdu. Vuku bulmamış, farazî olaylar için kesinlikle bir görüş beyan etmezdi. Hacca gelen âlimlerle görüşüp, onlarla ilim alışverişinde bulunurdu. O, büyük fakih Ebu Hanife ile de görüşür, onunla münazaralarda bulunurdu. Onların bu görüşmeleri gayet nezih bir şekilde cereyan eder ve her biri diğerinin fıkıhtaki üstünlüğünü överdi. İmam Mâlik ayrıca, ilmini yenilemek ve asrının diğer fakihlerinin görüşlerini öğrenmek için mektuplaşma yolunu da kullanıyordu. ÖĞRETME YETİ
HASSASİ-
İmam Mâlik keskin bir zekâ ve kuvvetli bir hafızaya sahipti. Hadis nakletmenin sorumluluğu onu sıkıntıya sokar ve naklettiği her hadisi için, “Onları nakletmektense her biri için bir kırbaç yemeyi yeğlerdim” derdi. Sadece Allah Teâlâ’nın rızasını kazanmak için ilim tahsil etmiş, hayatı boyunca takva yolunu terk etmemiştir. Ona göre, ilim bir nurdur ve ancak huşu ve takva sahibi bir kalpte yerleşebilir. Fetva verirken yavaş hareket eder, iyice düşünür, soran kimseyi göndererek meseleyi tetkik ve tespit ettikten sonra cevap verirdi. O fetva konusunda hiç bir şeyin kolay olamayacağı görüşünde olup, helâl ve haram ile ilgili her
meselenin zor olduğunu söylerdi. Din konusunda kimseyle tartışmaya girmez, insanlar arasında kin tohumları ekeceği için bunu çok kötü bir davranış olarak değerlendirirdi. İmam Mâlik, bedenen heybetli bir yapıya sahipti. İlim ve büründüğü takva elbisesi ona ayrı bir mehabet veriyordu. Onun bakışlarından herkes etkilenir, insanlara büyüklük taslayan idareciler, valiler onun yanında küçülür ve ona saygı gösterirdi. HALİFELERE BAKIŞI O, hem Emevi, hem de Abbasiler döneminde yaşadı. Emevî halifelerinden Ömer b. Abdülaziz’i takdir eder onu, ümmetin işlerini hakkıyla yerine getirmeye çalışan adil bir halife olarak görürdü. O, ne pahasına olursa olsun makamını korumak isteyen hükümdarlara da, ne de ayaklanmalarına meşru zemin oluşturmak isteyen isyancı gruplara da destek vermedi. Anarşinin Müslüman kitleleri perişan ederek fitne ve fesadın yaygınlaşmasına sebep olacağını düşünürdü. Medine valisi tarafından işkenceye de uğramıştır. Buna sebep de, zorlama ile yapılan bey’atın geçersizliğine fetva vermiş olmasıdır. O, halife ve idarecilere, Hac için Medine’ye geldikleri zaman, halkın menfaati ve selâmetini gözetip hak ve adalet üzere yürümelerini öğütlerdi. Yüz yüze görüşme imkânı bulamadığı yöneticiler de mektuplar göndererek onlara öğüt vermeye çalışırdı. Bununla beraber o, emir ve hükümdarlardan uzak durmuştur. HASTALIĞI
müptela olmuştu. Ne zaman ki, hastalığı ağırlaştı, o zaman gizlediği hastalığını ve gizleme sebebini dostlarına açıklamıştır: “Eğer hayatımın son günleri olmasaydı size bildirmeyecektim. Benim hastalığım idrarımı tutamamamdır. Peygamberin mescidine tam abdestli olmaksızın gelmek istemedim. Rabbime şikâyet olmasın diye de hastalığımı kimseye söylemedim.” MEZHEBİ, FIKIH ANLAYIŞI O, hem bir hadis âlimi hem de büyük bir fakihti. Medine’de yaşadığından, Medinelilerin hallerine ‘Sünnetin amelî şekildir’ derdi. Kitap ve Sünnet’ten sonra delil olarak Medinelilerin amelini alır. İmam Malik’e göre iman; ‘kalp ile tasdik, dil ile ikrar ve onunla ameldir.’ Bu söylediklerini Kur’an’a ve hadislere dayandırırdı. Yine hakkında ayet bulunduğu için imanın artabileceğini söyler, eksilmesi hakkında susardı. Kader, büyük günah, Kur’an-ı Kerim’in mahlûk olup olmadığı ve ru’yetullah (Allah’ın görülmesi) konularında sahih ehlisünnet uleması ile aynı görüşleri paylaşmaktadır. Yalnız, o, Ebu Bekir, Ömer ve Osman’ın fazilet sıralamasındaki üstünlüklerini kabul ettiği halde, Hz. Ali hakkında, diğer âlimlere muhalefet etmiş, onu Hulefâ-i Râşidînden saymamıştır. Buna sebep olarak da, hilâfeti isteyenle istemeyenin bir olamayacağını gösterirdi. İmam Malik’in fıkhı, öğrencileri tarafından daha onun sağlığında Mısır başta olmak üzere Kuzey Afrika’da yayılmaya başlamış, oradan da Endülüs’e ulaş-
mıştır. İlimdeki büyüklüğü hakkında onun önünde diz çökmüş ve ilminden feyz almış büyük fakih İmam Şafiî şöyle demektedir; “İmam Malik, Allah Teâlâ’nın, Tabiinden sonra kullarına karşı hüccet olarak gönderdiği bir insandır”. Hayatı boyunca Medine’den başka bir yere gitmeyen İmam Malik, Rasûlüllah (s.a.s)’e olan aşırı sevgi ve saygısından dolayı, Medine’de bir defa olsun at sırtında dolaşmamıştır. HADİS VATTA”
KİTABI
“MU-
O birçok kitap tedvin etmiş olup, bunlar arasında en önemlisi Muvatta adlı eseridir. Bu kitabında sahabe sözlerine ve Tabiin fetvalarına yer vermiştir. Hadis külliyatı içerisinde ilk kaleme alınan hadis kitabı Muvatta’dır. O, Medine’deki sahih hadisleri, sahabe sözlerini ve Tabii’nin fetvalarından tercih ettiklerini toplayarak onların unutulup gitmesini önlemek ve sonraki nesillere sağlıklı bir şekilde intikal etmesini sağlamak istemiştir. Kitabıyla ilgili bir kısım hadis bilgini, tabiin fetvaları ve fıkhî görüşlerin çokluğunu ileri sürerek hadis kitabından ziyade fıkıh kitabı olduğunu söylemişlerdir. Hayatını Allah ve Rasûlüne adayan, İslam’ın anlatılıp, yaşanmasına adayan büyük âlime sonsuz rahmetler diliyorum. Kabri Cennet’ül Bakî’dedir. KAYNAKLAR 1-Mezhepler Tarihi, Muhammed Ebû Zehra, Hisar Yay. İst. 2-İslam İnaçları ve Felsefesi, Prof. Dr. Suphi es-Salih, Bir Yay. İst. 1983 3-İslam Ansiklopedisi, TDV
O, müzmin bir hastalığa HAZİRAN 2013 / 299
35
ÂLEMLERİN EFENDİSİ’NE* Ey en Sevgili! Ey Nebi! Sana mektup yazmak, sana olan sevgimi anlatmak, kalbimdeki bütün sevgi ve aşkı kâğıda dökmek çok güç. Çünkü kalpteki sevgi bambaşka. Bu öyle bir sevgi ki adını duyduğumda kalbim titreyip, gözlerim doluyor. Seni yeterince anlatamamaktan korkuyorum. Sen âlemlere rahmetsin. Rabbim tarafından insanlığa gönderilmiş en büyük nimetsin. Sensiz bir âlemi asla düşünemem. Sensiz hayat, güneşi hiç doğmayan güne, ayı hiç görmemiş zindan gecelere benzer. Bu âlem senin ile renklenir. Güller senin kokunu getirir. Ne zaman bir gül koklasam senin kokunun esintisidir. Ne zaman gökyüzüne baksam ayı sana, yıldızları sahabilere benzetirim. Bizler seni göremedik ama ey Nebi, vallahi çok çok sevdik. Nasıl sevmeyelim? Sen hep “ümmetim” derdin. Sen Rabbim tarafından öyle bir dava üzere gönderildin ki “Bir elime ayı, bir elime güneşi koysalar da bu davamdan vazgeçmem.” dedin. Ve yine Rabbimin izni ile en güzel şekilde yerine getirdin. Hani sormuştun Veda Hutbende orada bulunan topluluğa: “Elçiliğimi, yerine getirdim mi?” diye, orada bulunanlar: “Evet Ya Rasulallah. Sen de şehadet parmağını kaldırarak “Şahit ol yarabbi.” dedin. Biz de şahidiz ya Nebi. İnşallah bizi ümmetliğine kabul edersin. Bu davayı mahşere kadar sürdüreceğiz. Çok isterdim hayal de olsa bu mektubu okumanı. Yarın mahşerde beni mektubumdan tanıyıp, yanına çağırmanı. “Gel ümmetim, beni yeterince anlatamadın ama anlatmaya çalıştın. Gel sancağımın gölgesine.” demeni ne kadar çok isterdim. Seni vasfedemez dünyada kalem. Rabbim bizleri kendisine layık kul, sana layık ümmet eylesin. Ey sevgili, tüm salat ve selamlar senin ve sevdiklerinin üzerine olsun.
Burak TAŞÇIOĞLU Enderûn Eğitim Vakfı Kış Mektebi 7. Sınıf Öğrencisi *Kutlu Doğum Haftası münasebeti ile Enderun Eğitim Vakfı Kış Mektebi Ortaokul öğrencileri arasında düzenlenen “Peygamberimize Mektup” konulu yarışmada 1. olmuştur.
MUTLU BELÂLAR Ah belâlar belâlar, tatlı belâlar! Sevdası gönüllerde saklı belâlar, Her gece seninle huzur içre huzurda Gönüller avcısı mutlu belâlar. Mevla’m belâ verirse sabrını verir. Hem de fazlasıyla ecrini verir. Yeter ki teslim ol hâ! İsyan eyleme. Gönül yaşantının fecrini verir. Fecirle belâlar sarmaş dolaştır. Ummanda sevdalar kulaş kulaştır. Bir yanda ağrılar, bir yanda huzur, Kalk durma müjdeni YÂRE ulaştır. Nefse ağır gelse de bütün belâlar, İnsan ölür ilan eder salâ’lar, Artık biter de türlü ağrı, sızılar, Ve önünde açılır bütün yeldalar. İşte mü’min için hüsn-ü hâtime, Haydi, durmayın dostlar gelin hatim’e, Hemde kâbemizde Hicri Hatîm’e, Rabbim versin herkese HÜSN-Ü HÂTİME.
Zeki Soyak
Fatih Yılmaz
fatih.yilmaz@ilkadimdergisi.net
geçmiş zaman olur ki
Nefis Terbiyesi
M
üslüman’ım diyen herkesin, ilâhî ahkâma göre hayatını tanzim etmesi gerekir. İslâm’ım demek başka, İslâmı yaşamak başkadır. Zira kuru kuruya İslam’ım demekle bu iş olmuyor. Onun emir ve nehiylerine harfiyen uymak lazımdır. Hepimizin bildiği gibi Rasul-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem hazretleri, Tebük seferinden dönüşlerinde, sefere iştirak eden mücahidîn-i kiram hazaratı gayet yorgun, bîtab, mecalsiz idiler. Her ne kadar düşman ile karşılaşılmadı ise de, yolun uzunluğu, yazın şiddetli sıcağı, suyun ve erzakların kifayetsizliği, onları haylice yıpratmıştı. Buna rağmen sallallahu aleyhi ve sellem Efendimizin ilk sözleri: “Küçük cihaddan büyük cihada döndük.” olmuştur. Ashabı kiram radiyallahu anhüm, merakla sordular: “Büyük cihad nedir ya Rasulullah?” Cevaben buyurdu ki: “Nefis ile cihad.” Bir Müslüman hem iç âlemini hem dış alemini tanzim etmek zorundadır. İç ve dış müzeyyen olduğu zaman, iman nuru husûle gelir, Allahu Teâlâ’nın lütfu ve yardımı tecelli eder. Ayet-i kerimede: “Ey inananlar! Eğer siz
38
DERGiSi
Allah’ın dinine yardım ederseniz, Allah da size yardım eder.” buyruluyor. (Muhammed, 7) Rızasına uyulmayan hareketlerde ise yardımını keser, onu nefsiyle ve şeytanla baş başa bırakır. Nefisle cihad, cihadın en ağırı ve en zorudur. En büyük meziyet nefsi ıslah etmektir. En büyük yiğitlik, insanın kendi nefsine galebe çalabilmesidir. Nefsini temizleyen, Allah ile Allah namına hareket eder. Onda Allah ve Rasulünün desteği vardır. Bütün iş ve icraatları rızaya uygun olur. Bu terbiyeyi görmeyen, bu mücadelede muvaffak olamayan kimseler ise, yaptıklarını nam için yaparlar. Onların desteği ise nefis ve şeytandır. Artık kimse her ne kadar çalışır gibi görünse de, başkası ile mücadele etse de, kendi cihadını kaybetmiştir. Nefsi onu yıkmış, o başkasını doğrultmaya çalışıyor. Bütün iş ve icraatlarımızın Kuran-ı Kerim ve hadis-i şeriflere uygun olması lazımdır. Bu ölçüde olmayan her türlü hareket yanlıştır. Zira huzur-u ilâhîye çıkacağız. Kuruştan hesap sorulacaktır. Bedenî hastalıkların teşhisi ve tedavisi için hâzık bir tabibe müracaat emir buyurmuş olan Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Hazretleri, manevî hastalıklardan kurtulmak için de manevî bir tabibe başvurmayı dini bir ihtiyaç olarak göstermiş-
tir. Kin, kibir, gadap, şehvet, haset, riya, tamah, ucub... gibi kötü sıfatlar kalp hastalıklarıdır. Kamil bir mü’min olabilmek için kalpten bu sıfatları bir bir izale etmek icabediyor. Ayet-i kerimede: “Allah’tan korkar, takva sahibi olursanız mualliminiz Allah olur.” (Bakara, 282) buyruluyor. Büyükler demişlerdir ki: “Cihad ikidir: Küçük cihad, büyük cihad.” Küçük cihad küffar ile yapılan mücahede ve muharebelerdir. Büyük cihad ise, nefis ile cihad etmektir. Batını (yani içimizi, gönlümüzü) ıslah etmektir. Batını ıslah etmek ise zahiri (dışımızı) ıslahtan daha zor ve uzundur. Küçük cihadın gayesi Cennete ve rahmete nail olmak, büyük cihadın gayesi ise Hak Teâlâ’yı ve Cemal-i İlâhîyi müşahadeye vasıl olmaktır. Küçük cihadın gayesi şehadet, büyük cihadın gayesi sıddîkiyettir. Şüphesiz ki, siddîkların derecesi şehidlerinkinden üstündür. Bu bakımdan Rasûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz dahil, Allahu Teâlâ’nın Habib-i edibi, Kainatın efendisi olduğu halde daima: “Ya Rabbi! -Bir an bilegözümü açıp kapayıncaya kadar beni nefsimle bırakma.” niyazında Hak Teâlâ ve Tekaddes hazretlerine sığınmışlardır.
Cenab-ı fahr-i kainat sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz: “En şiddetli düşmanın iki yanın arasındaki nefsindir.” Buyuruyorlar (Beyhakî) ve en büyük düşmanla mücadeleye girişildiği için de: “Hakiki mücahid, nefs-i emmaresi ile savaşan kimsedir.” buyurmuşlardır. (Tirmizî) Hak celle ve ala Hazretleri bu hususta buyuruyorlar ki: “Ey iman edenler! Siz kendi nefislerinizi ıslah etmeye bakın. Siz doğru yolu buldukça, yoldan sapanların size zararı olmaz.” (Maide,105) Gerek ayet-i kerime ve gerekse hadis-i şerifler insanoğlunun dış düşmanları olduğu gibi, iç düşmanının da olduğunu ve onunla mücadele, mücahede etmesi gerektiğini emir ve tavsiye buyurmuştur. Hakîkat, cevher, asıl, öz. İnsanda ve cinde şer, kötülük kuvveti. Şeriate yâni dîne uymayan isteklerin kaynağı. Buna nefs-i emmâre de denir. Çok sevdiğim bir hocam, bir gün nefisle ilgili sohbetlerinde aynen şöyle dedi: “Nefsi çok merak ederdim, bir gece yatarken onu murakabe ederek dalmışım. Rüya âleminde bana nefsin insanlara nasıl ve ne şekillerde yaklaştığı gösterildi. Uyandığımda, Rabbim senin yardımın olmadan biz bu nefisle baş edemeyiz, dedim.” Aman Allah’ım! Biz günah batağından bir türlü kurtulmayanların hâli nasıl olacak? Nefsi emmarenin oyuncağı olanların durumu ne olacak? Tabiî nefisle mücadele etmenin yollarını da burada izah etmeye çalışacağız inşallah. İslâm’da nefis terbiyesi,
kulluk gerçeğinin tam ve anlamlı bir ifadesidir. Nefis terbiyesi, geçmişteki sufilerin de, mazideki sair Müslümanların da meşgalesi değil; vazifesi ve mükellefiyeti idi. Aynı vazife ve mükellefiyet haldeki ve istikbaldeki Müslümanları da kuşatmış vaziyettedir. Zira İslâm’ın hükümleri zamanla ve mekânla mukayyed olmadığı gibi, hususî de değildir. Emirler ve nehiyler geneldir ve herkese şamildir. O halde ebedi hayatını kurtarma mücadelesi veren ve nefis taşıyan herkes için nefis terbiyesi esastır; farz-ı ayın bir mükellefiyettir. Nefis terbiyesini esas alan tasavvuf hususundaki âlimlerin görüşleri de bunu teyit eder: İmam-ı Gazalî, tasavvufu inceleyip neticeyi aldıktan sonra ve meyvelerinin zevkine vardıkça, sufiler arasına girmenin farz-ı ayın olduğunu söylemiştir. “Çünkü peygamberlerden başka kusursuz insan olamaz. Tasavvuf insanları temizler” demiştir. (e’n- Nusretü’n-Nebiyye Şerhhurraye s. 26) Ebu’l Hasan eş-Şazelî de: “Tasavvuf ilmine dalmayan kimse, bilmeyerek kebaîr içinde bulunur.” demiştir. İbn-i Alleme esSıddıkî de: “Şazelî doğru söylüyor, yaptığı ibadetten hoşlanmayan kimdir?” demiştir (ikaz el-Himmen Şerh, el-Hikem Acibe s.7 Abduikadır lsa,Tasavvufî Hakikatler s. 22) Nefis terbiyesi yolunda kılavuzlar, rehberler, kâmil insanlardır. Kamil insanlar, varis-i nebi olan mürşitlerdir. Onlar, Hakk’a seyr-i süluk etmişler, sair insanları bu yola hidayete vesile olmak için emir almışlardır. Bunlar her devirde vardır. Günümüzde nefis terbiyesi,
dün olduğu gibi Hak dostları olan kâmil mürebbiler öncülüğünde, halk içinde halkla beraber, el kârda, gönül yârda prensibini gerçekleştirerek, zikr-i daim hâliyle tüm hayatı ibadet hâline getirerek yapılır. Buna nefs taşıyan her insan muhtaçtır. Yunus, nefisle ilgili olarak bakınız neler söylüyor: Aciz kaldım zalim nefsin elinden, Şu dünyanın lezzetine doyamaz. Eğnine almıştır gaflet gömleğin, Ömrü gelip geçtiğini bilemez. İlahî gaflet gömleğin giyene, Müslüman der misin nefse uyana, Kazanır kazanır verir ziyana, Hak yoluna bir puluna kıyamaz. Nefis, şehvetin, gazabın ve menfi duyguların kaynağıdır. O, şehvanî heveslere yöneldiği zaman “emmare bis-sû” adını alır. Onun hevası şer’in muhtevası içinde kontrol altına alınacak ve ilâhî bir cezbe ile salih amellere sevk edilecek olursa “nefs-i mutmainne” haline gelir. Nefis terbiyesinde imana dayalı amelî vazifelerin yanında bir mürşid-i kâmilin irşat ve tasarrufları ile en emin ve seri yol almak mümkün hale gelir. Bu kabil olmadığı zaman, ehlisünnet mezhebine bağlı tasavvuf erbabının eserlerinden faydalanmak suretiyle, fikrî ve fiilî bir yol takip edilmelidir. Bahsi geçen esaslardan ayrılarak nefis terbiyesi için çare aramak, çıkmaz sokaklarda bocalamak olur. “Nefis terbiyesi”nin dünü ve bugünü yoktur. Sadece İslâm ölçülerine uygun bir metodun takip ve tatbiki gereklidir. Yüce Peygamberimizin koyduğu usuller, nefis engelini aşmada ve “rıza” derecesine ulaşmada yegâne amildir. Ondan ayrı bir yol takip eden, nefsin tutsağı ve şeytanın oyuncağı olmaktan kurtulamaz. HAZİRAN 2013 / 299
39
Abdullah Gülcemal a.gulcemal@ilkadimdergisi.net
la havle Elindeki kavalı Sülü’ye Batı verdi, Köyde koyun giderken gölgede yatıverdi, Dedi ki; “Çağdaşlığın sembolü “senfoni”dir, Sürüyü değiştirdi, kavalı atıverdi…
DÜŞEN TAKKE DEĞİL, KÜLÂHTIR KÜLÂH
Y
ıllarca 9 toklunun doymadığı yerden, 10 kağnı ot yoldurdu Millete!..
8’nci Cumhurbaşkanı merhum Turgut Özal’ın şüpheli ölümünden sonra; Ülke’nin 9’ncu Cumhurbaşkanı oldu!
dökecek olsa; onun çaldığı kavala, okuduğu mavala, hayran kalır, bütün dertlerini unuturdu…
Kendisi “doğum kontrolü”nü savundu ama; vatandaşı 4 mevsimde 9 doğurttu!.
40 yıllık aktif siyaset döneminde, ŞAPGA’sını hiç kaptırmadı.
Bugüne kadar, ne oynadığı oyundan,ne de kurda verdiği rüşvet verdiği koyundan hiç pişmanlık duymadı… Helal olsun (!) … Uyanık adam vesselam…
Resmi olarak (!) 1909 da kurulan Büyük Locaları, 1999’da sürpriz bir karar alarak kapılarını açtı. 1999 da, yâni kuruluşunun tamda 90’ıncı yılında ilk kez açıyordu kapılarını!.. O’nun inancında 9 rakamı kutsaldı!. 9; Nur’u, yani masonik ışığı temsil ediyordu. Ayinlerinin yapıldığı mabed 9 ışıkla aydınlatılıyordu!. Hiram Usta’larının da 9 ustası vardı, Süleyman Mabedi’nde çalışan.. “Tapınak Şövayeleri”nin kurucuları da 9 kişiydi!..
40
DERGiSi
Kimi; “Çoban Sülü” dedi, kimi; “Nur’lu Süleyman”!.. ŞAPGA’sını bir sağ elinde salladı, bir sol elinde.. Öyle sihirli sallardı ki; meydanlar şöyle bir dalgalanır, O’nun konuştuğu yerde gerdan kırışına mest olurdu!. Ne tavşanlar çıkarırdı şapga’dan.. Şalvarlı, kasketli vatandaşını o kadar çok severdi ki; onları UYUTMAK için, kendisi hep UYANIK kalırdı… Gıymetli vatandaşının mutlu olması için ne çilelere katlandı!. Hep “NURLU UFUKLARDAN” “AYDINLIK YARINLARDAN” bahsetti. Gariban vatandaş derdini
O eğer; “Dün dündür, Bugün bugündür.” Demeseydi bu millet aylar günleri şaşırır, dünün dün, bugünün bugün olduğunu bilemezdi… O eğer; “Yollar yürümekle aşınmaz.” demeseydi, bu millet, yürürsek yollar aşınır diye korkar yürümez, sırt üstü yatarda 70 cent’e muhtaç olurdu… Yok canım (!)… Bu millet gerçekten ikram bilmez bir millet olmuş… Başbakan Tayyip Erdoğan partisinin grup toplantısında diyor ki : “Dün lâkabı çoban olanlar, şimdi İşçi Partisi’nin
koyunu oldular…” Şu yenip yutulacak lâf mı yani ?... Ya Eski Bakanlardan Hasan Celâl Güzel’in söylediklerine ne diyelim? (!)… Şu anda Ergenekon Davasının en önemli sanıklarından, Bekâ Vadisinde yol arkadaşı Apo’ya çiçek uzatan İşçi Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek’in Aydınlık Gazetesi’ne yaptığı açıklamada İP’lilere övgüler yağdıran Demirel için diyor ki : “Demirel bizi yıllarca bizi aldatmış arkadaş… Bir taraftan “Nurlu Süleyman” diye ortada gezerken, diğer taraftan da, “Mason Süleyman” karanlık güçlere hizmet etmiş… Demirel hep dindar insanların yanında yer aldı gibi gözüktü, ancak Demirel bir truva atıymış…” Sayın Güzel; güzel güzel konuşuyorsunuz da, yalnız bizim de kafamız karışıyor (!)… Başbakan koyun oldu diyor, siz truva atı diyorsunuz… Bir karar verin lütfen… At mı ?... Koyun mu ?... Yoksa yine oynanan karanlık bir oyun mu ?... Ayrıca Güzel diyor ki : “Ben de dahil olmak üzere biz Demirel’in gerçek yüzünü 28 Şubat döneminde gördük. 28 Şubatta takke düştü kel göründü. Bu dönemde Demirel’in asıl zihniyeti ortaya çıktı. Meğer Demirel sağcı falan değilmiş. O bu milleti yalanlar söyleyerek kandırdı, bu milleti aptal yerine koydu. Yazıklar olsun,
bu milletle helalleşmesi gerekirken, İP’e gidip Mao’culara destek veriyor.” Sayın Güzel; düşen takke değil, külâhtır külâh… Siz ki vatanperver, imanlı, müsteşarlık, bakanlık yapmış, belirli bir duruşu olan Müslüman bir insansınız. Vatandaşa bir diyeceğim yok. Ama bunca hayat ve devlet tecrübenize rağmen Demirel’i tanıyamamış olmanızın vaa mı bi izahı ?... Aklım yetti yeteli ben Demirel’in ne elinde tesbih gördüm, ne de başında takke !… Siz eğer Demirel’in başındaki lengeri takke zannettiyseniz ona da bir diyeceğim yok… Bugün ipsizlerin İP’ine tutunduğundan dolayı kınamayın BABA’yı… O, taaa 60’lı yıllarda yakmış idi abayı… Onlar eskiden aile dostudurlar !... Siyasete Demokrat Parti’den milletvekili seçilerek giren 1957’de ikinci defa milletvekili olamayınca 27 Mayıs darbesini son derece olumlu karşılayarak; “Çok iyi oldu.. Başka çaresi yoktu.” diyen… Yassıada’da yargılanan Adnan Menderes’in avukatlığını yapması istendiğinde, bu isteği hiç düşünmeden geri çeviren… Rahmetli Menderes’i idama götüren 27 Mayıs cuntasının oluşturduğu Kurucu Mec-
liste görev yapan kim ?... Darbeci Sadık Perinçek… Yani darbeci Doğu Perinçek’in babası… 1965’de Genel Başkanı olduğu Adalet Partisi’ne aldığı Sadık Perinçek’i ikinci kez ödüllendirerek, Genel Başkan Yardımcılığına getirdi… Yani Demirel, dün babasına gösterdiği sadâkati, dostluğu, bugün de oğlundan esirgemiyor… Ehhh… Nede olsa o vefalı (!) adamdır… Milletle niye helâlleşecekmiş! Millet de kim oluyor? “Köylü un çuvalına benzermiş, vurdukça tozarmış.” O kimlerden ders aldı, kimlerin rahle-i tedrisatından geçti de… O ne anasının gözü … Kimsenin aklına ihtiyacı yok O’nun! O yaş tahtaya da basmaz, yaşa da oturmaz… Sen onları boşver be Sülman Ağa ! Ömür dediğin ne ki ?... Çoğu gitti, azı kaldı… Sen çok iyi bir hesap adamısın… Muhakkak oranın da hesabını yapmışsındır. Tabi buradaki hesap oraya uyarsa … Bırakma İP’ini…
haa
ipsizlerin
Gaz ver doldur deposunu tüpünü… Ahmak koyunlar meleyedursun… Sen kavalını çalmaya devam et… HAZİRAN 2013 / 299
41
İbrahim Çiftçi
ibrahim.ciftci@ilkadimdergisi.net
....
soz meydanı
O Daha Küçük (mü)?
D
oğmak yeryüzüne ayak basmaktır. İlk ağlayışın yorumları farklıdır. Zahmetsiz, korunmuş bir hayattan, zahmetli mücadele gerektiren bir hayata ya da bir gurbete ayak basmanın hüznü, rahatsızlığı ağlatabilir sabiyi. Daha o yaşta sorumluluk yüklemiş ona Yaratıcı ve annesi. Karnını doyurmak için harcanması gereken bir gayret gerekiyor. “Siz başıboş bırakılacağınızı mı zannettiniz?” sorusunun içinde cevabı var. İstifham sanatıyla, sorumluluk hatırlatılması yapılıyor. Başıboş değilsiniz. Mes’uliyet sahibisiniz. Aslında, zahmetli ve mücadeleci bir hayata ilk ayak basan çocuk bile karnını doyurabilmek için sorumlu tutuluyor. ”Armut piş ağzıma düş.” anlayışı yok. Hilkatin gereği sorumluluklar yanında, yaşamanın gereği sorumluluklar vardır. Bu sorumluluklar, hayatı anlamanın, yaşamanın, şahsiyet oluşumunun bir gereğidir. Erkek çocuklarına alınan oyuncakların niteliği ile kız çocuklara alınanların niteliğinin farklı olması ya da kız ve erkek çocuklarının hilkatin sonucu farklı nitelikteki oyuncaklara, davranışa ilgi duymaları da sorumluluk yükleme ve yüklemedeki farklılıklara dikkat çekmektedir. 42
DERGiSi
İki ve üç yaşındaki çocuklara paytak paytak gezerken “şunu getir, bunu babaya ver” gibi küçük emirler bir görev ve sorumluluk hatırlatmasıdır. Dört beş yaşında baba veya annesine su götüren çocuk, altı yaşında elindeki el testisi ile mahallenin pınarından su getirirken bir görevin insanı olduğu, o evin bireylerinden birisi haline geldiği hatırlatılıyor. 7-8 yaşlarında hayvanları suya götüren, onları yemleyen 9-10 yaşlarında da elini kürek ve kazmaya alıştıran, 10-12 yaşlarında çuval sırtlamaya, odun kırmaya çalışan erkek çocuğu her yaşın getirdiği, yüklediği görevlerle pişiyor ve şahsiyetini oluşturuyor. Sonra, atını, eşeğini, ineğini, tarlasını ve bahçesini sahiplenen bir kişi. Pişerek, öğrenerek, yaşa-
yarak oluşan şahsiyet. Evde de herkes yerini bilir. Evin en küçüğü su hizmetini, getir götür işini, yumuşu, yapacağı için “babışlığa (pabuçluk)” yakın bir yere oturur büyükler kendi aralarında konuşurken. Her yaş kendisini başköşeye yaklaştırır. Dede, baba, oğul sıralaması oturmada da gereklidir. Gidenin yerine oturmak onun sorumluluk ve görevlerini üstlenmektir. Kız çocuklarının da ebe, anne, kız sıralamasıyla bir hiyerarşi içerisinde olduğu bilinmektedir. Onların da hedefleri bellidir. Genç kız olmak, gelin, anne, kayınvalide olmak. Bunların evdeki konumları da bilinir. Herkes sırasını bekler. Oturacağı yeri de görev ve sorumluluklarını
NOT: Şiir dâhil her türlü çalışmanızı “ Kültür ve Sanat Sayfası” olan “ SÖZ MEYDANI” na elektronik veya klasik posta yoluyla gönderebilirsiniz. Bekliyorum. ibrahim.ciftci@hotmail.com
da bilir. Şehirleştik, hiyerarşide sıkıntılar oluştu. Görev ihmalleri devreye çıktı. Biz, bizim “bu bozuluştaki sorumluluğumuz nedir?” sorusunu kendimize sormadığımız için hep ”ah eski zamanlar, bizim zamanımızda …” ile başlayan cümlelerle geçmişi, kendi yıktığımız geçmişi özlediğimizi belirtiriz. Şimdi şehir hayatında sorumluluklarla pişireceğimiz yavrularımız yok mu? Bakkaldan ekmek almaya neden anne veya babalar gidiyor? Büyüklere su ikramını neden küçükler zorluyor? Evin büyüğü gelince yerinden kalkan küçük neden yüz hatlarıyla rahatsız olduğunu belirtiyor? Çoraplarını neden ortaya atıyor, ayakkabılarını niye yerine koymuyor? Ertesi gün çorabını niçin annesi veriyor, kendi attığı yerde araması istenmiyor? Evin tertibinde niçin her yaştaki çocukların kendi yaşlarına göre sorumluluk almıyor? Yeme içme, oturma kalkma, konuşma susma, girme çıkma, yatma kalkma gibi hususlarda niçin evin her bireyi sorumlu tutulmuyor? Bunun sorumlusu hep küçükler mi? Gereksiz ve abartılı merhamet, aşırı sevgi ve ilginin de sorumluluk paylaşımında yanlışlıklara sebep olduğu görülüyor. Sorumlu olunan işlerin niteliği değişse bile, sorumluluk yok edilmemeli. Her yaşın
getirdiği yükleri büyükler yüklemekten (aşırı sevgi ve merhamet sonucu), çocuklar da yüklenmekten(sevgi ve ilginin istismarı sonucu) kaçınmamalıdır. Şahsiyet sahibi olmayan çocuklardan şikâyet edenler, kendi sorumluluklarına bakmalı herhalde. Geleceği emanet edeceğimiz çocuklara, gençlere sadece bilgi yüklemek ya da dünyevî hedefler göstermek gibi hususlar görevi yerine getirmiş olmak değildir herhalde. Hayatın zorluklarından ve kendilerinin çektiklerinden bahsederken çok zevk alan büyükler, küçüklere(!) sorumluluk verirken neden cimri davranıyorlar acaba? Çocukların kendilerini geçmesinden mi korkuyorlar dersiniz? Emaneti devredeceğimiz gençlerimiz sadece bilgi ile teori ile yetinmemeli her yönüyle uygulamanın içinde olmalıdır. Hayat yaşanarak öğrenilir. Herkes kendi ayakları üzerinde durmalıdır. Kimse durduk yerde saçını süpürge etmemeli, okutmak için de ceketini satmamalıdır. Sahi büyükler bu sözleri fedakârlığımızın derecesini artırmak veya fedakârlık edilenleri teşvik etmek için mi söylüyoruz? Her ikisi de diyorsak, onlara yaşlarının sorumluluklarını yerine getirmelerini sağlayacak vazifeleri de vermeyi ihmal etmemeliyiz. Acımasızlık kadar aşırı merhamet de zararlı olmaktadır. “Aşırı merhametten maraz doğarmış.”
BÂB-I ADÂLET* İstanbul’u bulmûş adam hiç çekme eziyyet Saymakla da bitmez ki hiç mevcûd-i meziyyet. Tek gülle perîşan olunmazmış ki be bülbül Her bir tepe yetmiş gülün hep aşkına hasret. Kılmış ve donatmışsın en hoşlar ile yâ Rabb! Sordum ki bulunmâz imiş hiç böyle vilâyet. Mihrap ki o, mihmandarın ervâhı* içindir Gökkubbeye dillerle haykırdıkça tilâvet. Misler misi her yer. Ve sen, elbet Ayasofya’m! Miras mı kalır bunca ev. Evler ki kazûlet! Çok imparatorluk gören ey şanlı seniyye* Eyyüb gibi giryan* gömen topraklara Rahmet! Bin belki de on bin adam aşkınla sınanmış. Mecnunlara (binlercedir) sensin sebebiyet. Hoştur diye çok kimsenin ilhâmına girdin, Nesbel de girizgahta hem, bir bâb-ı adâlet. mef û lü / me fâ î lü / mef û lâ tü / fe î lün NESBEL Bâb-ı Adâlet: Adalet kapısı Ervâh: Ruhlar Seniyye: Yüksek, çok kıymetli olan Giryan: çok gözyaşı dökmüş kimse
HAZİRAN 2013 / 299
43
genç bakış
Mehmet Erturan
erturanmehmet@hotmail.com
1
9 Mayıs 2013’te Erzurum’a çıktık. Feryadi Yağcı, Kemal Köse ağabeylerim ve Murat Kapan kardeşimle birlikte dört kişiydik. Erzurum’da bizi dört dörtlük kardeşlerimiz bekliyordu. Zannettiğimizden daha büyük bir memnuniyetle karşılandık, ağırlandık. Her şey o kadar güzeldi ki, bir tek otelde konaklamadığımız kaldı. Öğrenci evlerinde misafir edildik. Bu bir kusur değil, samimiyetin ta kendisiydi. Çünkü Erzurumlu kardeşlerimiz bizimle kendi imkânlarını paylaştılar. Bizleri kendilerinden farklı görmediler, araya mesafe koymadılar. Bir aradaydık. Daha çok Selçuklu ve Anadolu Beylikleri döneminin İslamî eserlerini bir kimlik gibi gururla taşıyan bu müstesna şehirde geçirdiğimiz günlerde meşhur Aziziye ve Mecidiye tabyalarına gittik. Aziziye Tabyası’nda annemiz Nene Hatun’un kabrini ziyaret ettik, Fatiha okuduk. Dört diri erkek, merhume bir mücahidenin başında göz yaşarttık, hatun kişinin duruşundan nefsimize ve mücadelemize paylar çıkarttık. Tabyaların girişinde bizleri, 1. Dünya Savaşı’nda Moskof’tan ele geçirilen toplar karşıladı. Tabyalarda, şuurlu her Müslüman’ı rahatsız edeceği gibi bizleri de
44
DERGiSi
P LAKALI rahatsız eden iki mesele vardı: tarihî eserlerin üzerine kazınan yazılarla, İslam uğruna verilen mücadelede ulus kimliğinin ön plana çıkarılması! Bkz: Nene Hatun’un mezar taşı. Lala Paşa Cami’nde ikindi namazını beklerken okunan ezandan hemen sonra verilen sala
bizleri şaşırttı. Mustafa Erden kardeşimiz merakımızı giderdi. Geçmişte Erzurum’da yaşanan şiddetli bir depremde ölenlerin sayısı tam olarak bilinmediği için her ezandan sonra o depremde hayatını kaybedenlerin ardından tek tek sala okunuyormuş. Erzurum’daki
Ulu
Cami
Bize özel hazırlanan cağ ocağının başında kotasız kebaba doyduk. İade-i ziyaretimizin son yemeği ise bir başka meşhur kebaptı; beyti kebabı. Her iki yemek de ziyaretimiz boyunca tatlı latifelerle anıldı. Başka şehirlerdeki kardeşlerimizi arayıp gezip gördüklerimizi değil de yiyip içtiklerimizi anlatıp nispet yaptığımız da oldu. Gülüştük. Ettiğimizi bulursak çekeceğimiz var. :) Hayat hikâyemizde tırnak içinde anılacak olan bu Erzurum Hatırası’nda yer alarak misafirliğimizi anlamlandıran ve bizlerden fedakarane yardımlarını esirgemeyen herkese müteşekkiriz.
H ATI RALAR hayli orijinal ve heybetli. İçine girince acizliğinizi hissediyor ve bir mekândaki sadeliğin ibadetlerinizi nasıl olgunlaştırdığını tecrübe ediyorsunuz. Mihrabın önünde durup da kubbenin içine baktığınızda hayret verici ince işçiliği ve emeği görebiliyorsunuz. Kubbenin iç kısmı kat kat
ahşapla örülmüş. Erzurum’a gidip de cağ kebabı yememek olmaz. Çünkü oraya gideceğinizi duyan herkesin size ilk tavsiye ettiği şey bu lezzeti mutlaka tatmak… Tabiri caizse Fatih’in torunları olarak Erzurum’da bir cağ açıp bir cağ kapattık. Yeni bir cağ başlattık.
Özellikle, Abdurrahman Gazi Vakfı’nda bize tecrübelerinden bahsederek nasihat eden Yasin Şorsu ve Muhammed Emek ağabeylerimize; evlerini bizimle paylaşan mütebessim kadro Sinan, Ömer Faruk ve İsmail’e; ziyaretimiz boyunca yaptıklarımızı organize eden birbirinden fedakâr Mikail, Hasan, Halil, Mahmut ve Muhammed’e; liseli mücahit kardeşlerimiz Fethullah, Furkan ve Hikmet’e; bize bir Afgan marşı hediye eden Mustafa’ya ismen duacıyız. Daha çok, çay ve kebap muhabbetiyle şenlenen ve Allahu a’lem böyle de anılacak, hatırlanacak olan günleri anlatan bir yazıda son söz, Erzurum’a giderken Sancaktar Dergisi’nde okuduğum Osman Yüksel Serdengeçti’nin şu cümlesi olmalı; “Sofraya yürür gibi sehpaya gitmeyenler dava adamı değildir.” HAZİRAN 2013 / 299
45
imbik
Nuri Ercan
nuri.ercan@ilkadimdergisi.net
Dikey Hareketlilik S
osyal hayatın tek değişmeyen yasası Sünnetullah’tır. Başlangıcından günümüze kadar günlerin deviniminde her hangi bir değişme vuku bulmamıştır. Dünyanın dönmesinde milim sapma olmamıştır. Tabiat aynı, iklimler aynı, gece aynı; değişen sadece canlılar, insan ve eşyanın mahiyetidir. İşin ilginç tarafı ilk dönemlerde yaşayan günahkâr insanın işlediği cürümlerle, bugünkü insanın işlediği cürümler arasında da hiçbir farkın olmayışıdır. Yani sebepler aynı, günah işleme biçimleri de aynıdır. Günahkârların ilki kabul edilen insan ile en son günahkârın sadece elbiseleri değişmiştir. Birisi bulup buluşturup sırtına bir şeyler geçirmiş; diğeri yakasının iç kısmında marka denilen renkli bölümü olan, daha fazla işlem görmüş ve övünç vesilesi yapılabilen bez parçaları ile dolaşmaktadır. Kâinatın yegâne sahibinin insanlara rehber seçerken tercih ettiği yöntem, bugünkü sosyal ilerleme kurallarına uymayan bir yöntemdir. Peygamberler gönderilirken onların bebekliğinden peygamberliklerinin ilan edilmesine kadar geçen sürede mesafeler kat ederek mücadele etmeleri ve dini tebliğ etme ve 46
DERGiSi
vahyi hâkim kılma konusunda “başarı” elde etmeleri istenmemiştir. Onların sadece görevleri vardır. Her peygamber vazifesini yapmaya gayret etmiş; sonucu Allah’a bırakmıştır. Kimisi anlatabilmiş, kimisi hiç dinletememiştir. Bütün bunlar olurken, günlük muhasebeler dışında hiçbir ilerleme çetelesi tutulmamış, ümmet istatistiği yapılmamıştır. Kimi peygamber bu fani dünyadan göçerken yalnız mı yalnızken kimileri arkasında binlerce bağlısının gözyaşları arasında ahirete irtihal eylemiştir. Peygamberliğin bir okulu olmamıştır. Peygamberler diploma aldıktan sonra göreve başlayan insanlar değillerdir. Peygamberler kariyer basamaklarını tırmanarak yükselen, başı göğe eren kişiler olamamışlardır. Onlar her ne kadar sıradan insanlar olmasalar da içinde yaşadıkları toplumların, tabiri caizse “süper” kahramanları da değillerdir. Nübüvvet için söylenebilecek hareket çeşidi yataydır. Hareketin özünde merkezden çevreye doğru bir yayılma söz konusudur. Çevreden merkezi ele geçirme ya da merkezden sivrilme gibi fıtraten de uygun olmayan talepler peygamberler için nasıl muvafık olabilir ki! Bunu, denize atılan bir taşın oluşturduğu
dalga halelerini düşünerek kavramamız mümkündür. Kendilerine peygamberlik görevi verilen Allah elçilerinin kahir ekseriyeti de hareketlerini yatay denilebilecek bir şekilde sürdürmüşlerdir. Hz. Musa’nın mücadelesinin ne denli çeşitli ve değişken olduğunu düşünürsek, şimdi sahip olduğumuz mantık ve yanlış düşünme biçimleri gereği onun bir kahraman olması gerektiği fikrine ulaşmamız kaçınılmazdır. Yıllarca Tih Sahrasında halkı ile beraber, bazen kendi hemşerileri ile kimi zaman da başka toplumlara mücadele eden birisi, neden hayatının sonuna doğru zaferini ilan edemez? Nebilerin yolunda böyle bir zafer anlayışı olmamıştır. Çünkü sünnetullah bunu öngörmez. Allah’ın Kur’an-ı Kerim’de bize gösterdiği hedeflerden biri olan galip gelme, tek başına, güç elde etme anlamına gelmez. Güç, somut bir olgudur. Güç, gözle görülen üstünlükler sunar. Oysa galip gelme, ancak inancın üstün kılınması sonucu olarak temayüz eder. Galip gelme hadisesinde güç sahibi olmanın bir anlamı yoktur. Tersine, elde hiçbir imkân olmamasına rağmen haklı olmak vardır. Bizim, bu günlerde karıştırdığımız hu-
suslardan en önemlisi de tam bu noktada temerküz etmektedir: İnanmaksızın galip gelme hastalığı! Galip gelmeyi her şeyin önüne geçirme çaresizliği! Mağlupların üstüne basarak üstünlük elde etmenin dayanılmaz hafifliği! Daima önde olma ve erkleri dini kılıflarla kullanma arzusu tevhidi hareketin yatay sürdürebilme imkânlarını yok etmektedir. Böylece tevhidin ürettiği medeniyet zenginliği de bertaraf edilmektedir. Son dönemlerde gerçekleştirilen kalkınma ve modernleşme hamleleri sonucunda, günümüz Müslüman aklı toplumsal ilerlemeyi yönetenlere bırakmış gözükürken; yıllardan beri şuur altına işlenmiş olan ilerleme ve kalkınma düşüncelerinin bir bölümünü bireysel olarak gerçekleştirme hevesleri ile baş başa kalmış durumdadır. Bu sebeple hemen hemen her zihinde dikey bir hareketlilik söz konusudur. Bu hareketlilik gereği “Herkes dini”nin emrettiği her şey kayıtsız şartsız yerine getirilmektedir. “Herkes dini”nin amentüsü tat-
bik sahasına sürülmüştür. Herkes ne kadar Müslümansa sen de o kadar Müslüman olmalısın! Bu konuda fazla ileri gitme! İleri gideceğin alanları da “Herkes dini” belirler. Bu gibi gerekçeleri üreten anlayışın sunduğu hedef, madden ilerlemektir. İnsanların standart belirlediği her konuda daima önde olmaktır. Zinhar geride kalamazsınız. Fakir olamazsınız. Kendinizi bir alttakine göre değerlendiremezsiniz. Elde ettikleriniz üsttekilere göre ölçüp, hesap edip kitap edeceksiniz. Yoksa arkalarda sürünmeye mahkûm olursunuz. Dikey hareketliliğin doğurduğu bu ilkeleri uygulamak için sahip olduğunuz ne varsa kullanmalısınız. Sahip olmadığınız şeyleri elde etmek için de elinizden geleni yapmalısınız. Yoksa sahip olamamak da geri kalmanıza neden olacaktır. Son dönemlerde dikey yükselme arzularına dini mevzular ve dinin anlatma biçimleri de alet edilmeye gayret edilmektedir. Diğer bir anlatımla, din de kişisel gelişim ve dünyevi ba-
şarı gayesi için mubah görülen araçlar arasına dâhil edilmiştir. Oysa dini anlatacak kişiler de aranan şartlar arasına, dinin şart koşmadığı bir takım vasıflar eklemek, dinden başka her şeye hizmet eder. Bugün dine muhatap olan herkesin zihninde oluşan tebliğci imajı ile bir deprem uzmanı imajı arasında fak kalmamış gibidir. Din tebliğcisi denilince bir âlim tipi canlandırmak neredeyse imkânsızdır. Bu neticenin oluşmasında dini savunan ve anlatanların sosyal statülerinin, anlattıkları kutsal değerlerle eşitlenmesi tesirli olmuştur. Herhangi bir payesi olmayan, isminin önünde ek bulundurmayan ve ortalama bir vatandaş gibi sade giyinen birisinin anlattıkları sanki hakikat değilmiş gibi algılanır hale gelmiştir. Sizler de teslim edersiniz ki, dini anlatmaya talip olanlar, son dönemlerin modası gereği kariyer, makam, mevki veya en azından bir takım şov yeteneklerine sahip olmaz ise yetersiz addedilmektedir. Kendini zihnen daima yükselme hareketliliğine terk edenler, anlatılacak konuların, sadece manevi duygularını gıdıklamakla kalmayıp; içtimai hayatta da yükselme avantajları getirmesini bekler hale gelmişlerdir. Yükselmekten, madden üstün olmaktan, önde olmaktan, hayatta başarılı olmaktan bahsedilen ortamlarda, Efendimizin, Cibril hadisinde ifade ettiği, yalın ayak başıkabak çobanları, masa başında gökdelen projeleri çizerken tahayyül etmekten kendimi alamıyorum. Neden? Bilemiyorum! HAZİRAN 2013 / 299
47
ilkadım kitaplığı
M.Selçuk Özdoğan
selcuk.ozdogan@ilkadimdergisi.net
ZİHİN KONTROLÜ Ömer Özkaya
K
ıymetli İlkadım Kitaplığı okuyucuları! Bu ay sizlerle Ömer ÖZKAYA’nın Paradoks yayınlarından çıkan Zihin Kontrolü (İnsan Zihnini Kontrol Altına Alma Yöntemleri) isimli kitabını inceleyeceğiz. Günümüzde çokça konuşulan konular arasında geliyor, insanların çeşitli araçlarla takibi. Hatta dinlenemez, takip edilemez dediğimiz kişilerin bile dinlendiği, bir şekilde takip edildiğini medyadan öğrendik. Bununla ilgili mahkemelerin devam ettiğini biliyoruz. Hele hele yeni işletim sistemlerine ait cep telefonları sayesinde hiçbir gizlimiz kalmadı. Buna ilaveten bu şekilde bizi çevreleyen elektrikle çalışan aletlerle bizleri bir şekilde etkilemeye çalıştıkları da ortaya çıkmaya başladı. Bizim zihnimizi birileri bir şekilde kontrol altına almaya çalışıyor. Başarılı oldukları da söylenebilir. Bunu inceleyeceğimiz kitapta daha iyi görüyoruz. Yazar kitabını kendisine ulaşan bazı belgeler vesilesiyle yazmaya başlıyor. E.T isimli biri İsveç’te fiziksel ve zihinsel işkencelere tabi tutuluyor. Şimdi de kimsenin duymadığı sesler uydu aracılığıyla beynine gönderiliyor. Gerçekten böyle bir zihin kontrolü var mı? Varsa bunu kimler kullanıyor? Soruları yazarımızın zihnini meşgul ediyor ve elimizdeki kitap ortaya çıkıyor. Prof Dr. Haluk NURBAKİ’nin bu konuy-
48
DERGiSi
la ilgili tespitleri dikkat çekicidir: “İnsan zihinlerine etki, mikro hertz üzerinden bir dalga harekâtıyla mümkündür. Bizim dinimiz İslam’ın temelindeki şeytan kavramı, bununla çok paraleldir. Şeytan, insana istediğini yaptırmak için bir dalga harekâtına nüfuz eder. İnsana içki içmesi, zina yapması ve yahut da hırsızlık yapması için vesvese verir ve yaptırır. Şeytan bu insanı nasıl etkiliyorsa işte kesinlikle dalga harekâtı da böyle etkiliyor insanı… Ve adam dayanılmaz bir baskı altına giriyor ve o işi yapıyor. Buna çare olarak da Haluk NURBAKİ şunu tavsiye ediyor: Bizim fark etmediğimiz pek çok hadisede zihinsel disiplin vardır. Bu konuda dinimiz İslamiyet’in çok ciddi kuralları vardır. Mesela bir işi yapmaya kalkışmadan önce niyet edilmesi… Niyet etmek zihinsel bir disiplindir, besmele çekmek bir zihinsel disiplindir. Bunlar dalga harekâtına yakalanma ihtimalini iyice düşürür ve azaltır. Allah bunları bizden boşuna istememiştir. Bunu bir paranoya haline getirmeyin; ancak kullandığınız her cihaz düşmanlarınız tarafından, uzaktan sizi öldürebilmek maksadıyla adeta bir bomba gibi de kullanılabilir. Masanızın üzerindeki bilgisayarınız, cep telefonunuz, otomobilinizin radyo teybi vs. siz onu kullanırken onu uzaktan patlatıp sizi öldürebilecek teknolojik düzeyi çoktan aştılar. Cep
telefonu kullanan kişinin yerinin saptanması artık “Çocuk Oyuncağı”. Alman İstihbarat Örgütü (BND) cep telefonunun mikrofonunu uzaktan devreye sokarak çevredeki sesleri dinleyebiliyor. (s.289) Tüm internet ve cep telefonları ağının mikrodalga silah endüstrisinin etkisi altına girdiği söyleniyor. İddiaya göre, bu teknolojide meydana gelen yeni gelişmelerle artık insan beyni dalgalarının kopyalanması söz konusu oluyor. EEG sinyallerinin içindeki kızgınlık, nefret, kıskançlık, depresyon, korku gibi duyguların dalga boylarının tespit edilip bilgisayar aracılığıyla izolasyonu gerçekleştirildikten sonra, seçilen duygu dalgasının başka bir insan beynine kopyalanmasının mümkün olabileceği söyleniyor. Kitapta bizleri şaşırtan bilgiler çok fazla. Amerika’nın dünyayı nasıl dinlediğini, Türkiye’nin bu işteki konumunu, zihin kontrol deneyleri ve sonuçlarını vb… Birileri dünyaya dinleyecek teknolojilerle uğraşırken bizleri nelerle uğraştırıyorlar, farkında mıyız?
• • • • •
2 Cilt Büyük Boy Lüks Kapak Birinci Hamur 1030 Sayfa
Karton kapak ve enzo kağıt baskısı da çıktı
İsteme Adresi Kasaplar Çarşısı No:2 NEVŞEHİR 0505 808 35 87 - 0535 251 41 07