EYLÜL 2013 • SAYI 302 • 7 TL (KDVD)
• Kendi Yaptıklarınız Yüzünden- Nureddin Soyak • Gözlerimizdeki İzler!-M.Tarık Özdoğan • Ölümün Cesur Körfezi “Balkon” Bir Semboldür M. Fehmi Reyhan • Ahir Zaman Aşısı-Dr. Yunus Keleş • Bilip Bilmeden Konuşma!-Mükremin Çelik
/ilkadimdergisi
/ilkadimdergisi
HİZMET ADABI/Nureddin Soyak • Kıssadan Hisse • Firavun’un Torunları-Fatih Yılmaz • Daru’l Erkam ve İslâm’ı Mekânlara Hapsetmek-Nuri Ercan • Müslüman Kardeşler’in Kısa Tarihçesi ve Teşkilata Dair Notlar-Mehmet Erturan
Kay覺tlar覺m覺z devam etmektedir. Acele edin!
ilkadım
Aylık Düşünce ve Kültür Dergisi
EYLÜL 2013 YIL 22 SAYI 302 Fiyatı: 7 TL KDV D Sahibi İhya Yayıncılık Tic. ve San. Ltd. Şti. Adına İsmail Varır ismail.varir@ilkadimdergisi.net Genel Yayın Yönetmeni Yard.Doç.Dr. İlhami Nalçacıoğlu i.nalcacioglu@ilkadimdergisi.net Sorumlu Yazı İşleri Müd. İsmail Varır Yayın Kurulu Nureddin Soyak Yrd. Doç. Dr. İlhami Nalçacıoğlu A.Baki Öncel Ahmet Belada Erkan Özdemir İbrahim Çiftçi İsmail Varır Metin Başbuğ Rauf Denizler Süleyman Konak Kapak ve Sayfa Düzeni İlkadım Grafik
ilkadım’dan...
EYLÜL 2013 • SAYI 302 • 7 TL (KDVD)
/ilkadimdergisi
/ilkadimdergisi
editor@ilkadimdergisi.net
Kıymetli Okuyucu, Toplum, bir arada yaşamanın gerekliliğine inanmış, ortak özellikleri, paydaları olan insanlar topluluğudur. Din etrafında birleşen, aynı Allah’a olduğu kadar aynı peygambere inananların topluluğuna ümmet diyoruz. Bu insanların ümmet olması, ortak paydanın dini hususiyetler ihtiva etmesiyle olur. İslam ümmeti, Muhammed ümmeti ifadeleri de ümmeti özelleştiren ve Müslüman topluluğu yapan bir nitelik taşır • Kendi Yaptıklarınız Yüzünden- Nureddin Soyak • Gözlerimizdeki İzler!-M.Tarık Özdoğan • Ölümün Cesur Körfezi “Balkon” Bir Semboldür M. Fehmi Reyhan • Ahir Zaman Aşısı-Dr. Yunus Keleş • Bilip Bilmeden Konuşma!-Mükremin Çelik
HİZMET ADABI/Nureddin Soyak • Kıssadan Hisse • Firavun’un Torunları-Fatih Yılmaz
• Daru’l Erkam ve İslâm’ı Mekânlara Hapsetmek-Nuri Ercan
• Müslüman Kardeşler’in Kısa Tarihçesi ve Teşkilata Dair Notlar-Mehmet Erturan
Ümmetin yaşantısının, ümmeti ümmet yapan yapıştırıcı, birleştirici unsurlara uygun olması gerektiği de bir hakikattir. Yapıştırıcı, birleştirici unsurlar ortadan kalktığı zaman ümmetin ümmet olma niteliğini yitireceği de kesindir. Bu durumda ümmetin parçalanmışlığından şikayet edenler birleştirici hususlara ne kadar bağlı olduğunu da söylemelidir. “Bu ümmetin hali ne olacak?” sorusunu sormak yerine “Ben ümmet miyim?” sorusuna cevap aramak yerinde olur.
Reklam ve Abone Sorumlusu Cep: 0535 251 41 07 - 0505 808 35 87 abone@ilkadimdergisi.net
Bu sayımızda İslam toplumunu felakete sürükleyen toplumsal ya da bireysel anlamdaki bazı temel yanlışlara dikkat çekmek istedik.
Baskı Cihan Ofset (0352) 322 02 00
Her zaman yanımızda, her zaman içimizde olan ama fark edemediğimiz ya da fark etmek istemediğimiz yanlışların meydana getireceği davranışların nasıl felakete dönüştüğünü vurgulamaya çalıştık.
Merkez Kasaplar Çarşısı No: 2 Nevşehir Tel :0384 213 65 43 • Gsm:0505 808 35 87 PK. 75 Nevşehir İrtibat Kayseri:0352 221 38 35 • 0535 251 41 07 Konya :0506 681 23 27 www.ilkadimdergisi.net e-mail: ilkadim@ilkadimdergisi.net
Abone Şartları Yurtiçi Yıllık : 80 TL Yurtdışı Yıllık : 50 Euro Abonelik İçin: 0505 808 35 87 Yurtiçinden: Posta Çeki: İhya Yayıncılık 693721 Banka Hesap No: KUVEYT TÜRK KATILIM BANKASI Kayseri Yeni Sanayi Şb. IBAN:TR420020500000785462200001 Yurtdışından: SWIFT KODU:TEBUTRIS170 TR720003200017000000045693 Bu dergi Basın Meslek İlkeleri’ne uymayı taahhüt eder. Yazıların ve ilanların sorumluluğu yazı ve ilan sahiplerine aittir. Gönderilen yazı, resim veya karikatür yayınlansın ya da yayınlanmasın iade edilmez. Dergide olabilecek hataların bildirilmesi rica olunur. Cevap hakkı doğurabilecek yayın için cevap hakkı saklıdır. Yazılar, isim belirtilerek iktibas edilebilir.
/ilkadimdergisi
/ilkadimdergisi
Toplumu ümmet ruhundan uzaklaştıran ahlaki yanlışlıklar ve onlardan kurtuluş yolları ortaya konmaya çalışıldı. Teccessüs ve dedikodu, evdeki televizyon kadar dışardaki hayatta da haramları seyretmenin normalleşmesi, “Allah görüyor.” düşüncesinin bitmesi, aile ve ev mahremiyetinin yok olmaya doğru gidişi, kıyameti ihmalimiz ve kıyametle ilgili unuttuklarımız ve bunların sonuçları işlenmeye çalışıldı. Belirtilen hastalıklardan kurtuluşun yolları da verilsin istedik. Sonuç olarak Müslüman bireylerin Müslüman toplumu oluşturmadaki zaafları, Müslüman toplumların İslam ümmeti olmasını engelleyen ahlaki faktörler, bunların felakete dönüşmesi açıklanmaya çalışıldı. Bu felaketlere düşmemenin ve felaketlerden kurtuluş yolları da belirtilerek huzurlu bir toplumun oluşumuna katkıda bulunmayı hedefledik. İnşaallah bu hedefe ulaşmışızdır. Takdir sizlerindir. Yeni bir sayıda buluşmak ümidiyle Allah yar ve yardımcımız olsun. Selam ve dua ile…
6 Ölümün Cesur Körfezi “Balkon” Bir Semboldür
İçindekiler İLKADIM’DAN /1 BAŞYAZI/Nureddin Soyak Kendi Yaptıklarınız Yüzünden/3 KAPAK Ölümün Cesur Körfezi “Balkon” Bir Semboldür/7 M. Fehmi Reyhan
11 Ahir Zaman Aşısı
Ahir Zaman Aşısı/11 Dr. Yunus Keleş Gözlerimizdeki İzler!/15 M.Tarık Özdoğan Bilip Bilmeden Konuşma!/17 Mükremin Çelik Örtünmenin Mahremden Kopuşu/19 Muhammed B. Ayaz ZEKİ SOYAK HOCAMIZDAN Ölümsüz Nasihatlar/22
15
HİZMET ADABI/Nureddin Soyak Kıssadan Hisse/24
Gözlerimizdeki İzler!
KUR’AN İKLİMİ/Selim Armağan Takva Sahiplerinin İmanı/28 HADİS İKLİMİ/Ahmet Ağmanvermez Hazreti Hûd -aleyhisselam-’ın Kavmi Ad’ın Helak Sebebleri ve İbretler/30 FIKIH/Mehmet Şentürk Tevessül/32
17
TASAVVUF/Cemil Usta Kibir-3/33
Bilip Bilmeden Konuşma!
TARİHE YÖN VERENLER/Ahmet Belada “Devrimci, Savaşçı ve Şehit; Afrika’da bir sembol” AHMEDU BELLO/34 KİTAPLIK/M.Seçuk Özdoğan Ahmed İslamoğlu/37 GEÇMİŞ ZAMAN OLUR Kİ/Fatih Yılmaz Firavunun Torunları/38
46 Müslüman Kardeşler’in Kısa Tarihçesi ve Teşkilata Dair Notlar
2
DERGiSi
LA HAVLE/Abdullah Gülcemal Kararlar Meşru Değil Öyle mi?/40 SÖZ MEYDANI/İbrahim Çiftçi Gelecek, Geldi, Gitti (Kavuştur, Hoş Geldin, Elveda)/42 İMBİK/Nuri Ercan Daru’l Erkam ve İslâm’ı Mekânlara Hapsetmek/44 GENÇ BAKIŞ/Mehmet Erturan Müslüman Kardeşler’in Kısa Tarihçesi ve Teşkilata Dair Notlar/46
Başyazı nureddin.soyak@ilkadimdergisi.net
F
Kendi Yaptıklarınız Yüzünden
erdi, ailevi ve toplumsal felaketlerin, bela ve musibetlerin, pek çok sebepleri olmakla birlikte, temel sebep, Yaratandan uzaklaşmak, onun ahkâmına sırt çevirmektir. Rabbimiz bela ve musibetlerin kaynağını, sebeplerini, bela ve musibetler karşısında takınılması gereken tavrın nasıl olması gerektiğini açık ve net olarak kullarına bildirmiştir. Allah’ın izniyle: “İki topluluğun karşılaştığı günde başınıza gelen musibet Allah’ın izniyledir.”(Al-i İmran, 166) “Allah’ın izni olmadan hiç bir musibet başa gelmez.” (Teğabun, 11) Mü’minin, bela ve musibetler karşısındaki imanı, bu ilahi ölçüler içerisinde olmalıdır. Hangi şekilde, kimin vasıtasıyla gelirse gelsin, Rabbimizin izni olmadan hiç bir bela ve musibet insana isabet etmez. Buna böylece iman eden kederden emin olur. Bela ve musibetler onu ka-
ramsarlık dehlizlerine yuvarlayıp, ümitsizlik girdabında boğamaz. Hem bela ve musibetlere hem de vesilelere küfretmez. Mü’mini, ayırmak için:
münafıktan
“Bu da mü’minleri ortaya çıkarması ve münafıklık yapanları belli etmesi içindi.” (Al’i İmran, 166) “Aranızda öyle kimseler var ki pek ağır davranır. Başınıza bir musibet gelirse, ‘Allah, bana lütfetti de onlarla beraber bulunmadım’ der.” (Nİsa, 72) Bela ve musibetler iman imtihanıdır. Mü’mini münafıktan ayırma imtihanıdır. Bela ve musibetle karşılaşan mü’minler sabit kadem olurken münafıklar, nifakını gizleyemez hemen renk verirler. Münafıklar havayı koklarlar, hesaplarını dünya çıkar ve menfaatleri üzerine yaparlar. Ahiret kaygıları yoktur. Kendilerini çok akıllı ve zeki zannederler. Hile ve desiselerinin açığa çıkmayacağını zannederler.
Allah ve Rasulüne karşı gelmeleri sebebiyle: “Bu, onların Allah’a ve Rasulüne karşı gelmeleri sebebiyledir. Kim Allah’a karşı gelirse bilsin ki, Allah’ın azabı şiddetlidir.” (Haşr, 4) “Ey kavmim! Bana karşı olan düşmanlığınız, Nuh kavminin veya Hut kavminin yahut Salih kavminin başına gelenin benzeri gibi bir felaketi sakın sizin de başınıza getirmesin.” (Hud, 89) Kur’an, Allah ve Rasulüne karşı gelenlerin kıssaları ile doludur, ibret alınmalı. Allah ve Rasulüne karşı gelenler iki hayatlarını da mahvetmişlerdir. Haktan ayrılmaları sebebiyle: “Hak Rabbindendir. O halde, sakın şüphe edenlerden olma..” (Al-İ İmran, 60) “Biz de hakdan ayrılmaları sebebiyle, o zalimlere gökten azab indirdik.” (Bakara, 54) EYLÜL 2013 / 302
3
Rabbimiz, herşeyi yerli yerince yapan olarak, haktır. Rabbimizin bütün fiileri de haktır. Rabbimizin haber verdiği her şeye inanmak da haktır. Rabbimizin peygamberleri aracılığı ile gönderdiği önceki ve sonraki her şey haktır. Hak geldi batıl zail oldu. Hakka tabi olmayanlar helak oldu. İnkarları sebebiyle: “Küfürde yarışanlar seni üzmesin.” (Al-i imran, 176) “İnkarları sebebiyle Allah onları lanetlemiştir.” (Bakara, 88) “Onlar Allah’ı unuttular; Allah da onları unuttu.” (Tevbe, 67) Unutmaktan münezzeh Rabbimiz, Ahirette kedisini unutanları, ayetlerini unutanları, kâfirleri, münafıkları, ahireti unutanları, unutacağını bildirmiştir. Bu unutma, ilahi yardımdan yoksun bırakılıp ateşe terkedilmektir. Kulun Rabbi tarafından unutulmasından daha büyük felaket olabilir mi? Unutandan ve unutulandan olmak ne kötü. Nifakları sebebiyle: “Münafık erkekler ve münafık kadınlar birbirindendir. Kötülüğü emredip iyiliği yasaklarlar.” (Tevbe, 67) “Münafıklara, kendileri için elem dolu bir azab olduğunu müjdele.” (Nisa, 138) Nifak, küfürden de beterdir. Ahiretteki azabı da daha şiddetlidir. Münafıkların en bariz özelli, kötülüğü emredip iyiliği yasaklamalarıdır. Münafıklar, 4
DERGiSi
nifaklarını kimsenin bilmeyeceğini zannederek kötülüklerine devam ederler. Rablerini unuturlar. Rabbimiz her şeyden haberdardır. Zulümleri sebebiyle: “İşte zulümleri yüzünden harabeye dönmüş evleri!” (Neml, 52) “Zulümlerinden dolayı sözü edilen azab tepelerine iner de artık konuşamazlar.” (Neml, 85) Rabbimizin, şiddetle men ettiği şeylerden biri de zulümdür. İnsanları öldürmek zulümdür. Kötülüklerde yardımlaşmak, haksız yere inanları yurtlarından çıkarmak, putlar tapmak, Allah’a şirk koşmak, faiz alıp vermek, malların hakız yere yenilmesi, Allah ve Rasulü hakkında şüpheye düşmek, günahlarda ısrar, Allah ve Rasulüne itaatsizlik zulümdür. Rabbimiz, zalimlere de mühlet verir. “Eğer Allah, insanları zulümleri yüzünden hemen cezalandırsaydı, yeryüzünde hiç bir canlı bırakmazdı.” (Nahl, 61) Demek ki zulümden kedini kurtarabilen yok, mü’min zulmettiğinde hemen tevbe etmeli, Rabbinden af dilemelidir. “Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize acımazsan mutlaka ziyan edenlerden oluruz.” (A’raf, 23) le:
Sözde durmama sebebiy“İşte verdikleri sözlerini
bozmaları sebebiyle ki onları lanetledik, kalplerini de kaskatı kıldık.” (Maide, 13) “Allah’a verdikleri sözü tutmadıkları ve yalan söyledikleri için oda kalplerine, kendisiyle karşılaşacakları güne kadar bir nifak soktu.” (Tevbe, 77) “Sana biat edenler ancak Allah’a biat etmiş olurlar. Allah’ın eli onların ellerinin üzerindedir. Verdiği sözden dönen kedi aleyhine dönmüş olur. Allah’a verdiği sözü yerine getirene, Allah büyük bir mükafat verecektir.” (Fetih, 10) İster Allah’a ister kulara, verilen sözde durmamak, nifak alametidir. Sözde durmamak Rabbimizin lanetini celbetmekle beraber, kıyamete kadar nifakın kalpte yerleşmesine ve kalbin katılaşmasına vesiledir. Katılaşan ve nifakın yerleştiği kalbin iflahı mümkün değildir. Sözünde durmayanlar kendilerince uyanıklık yaptıklarını zannetseler de helake sürüklenmişlerdir. Sözünde duran kendi lehine, durmayan ise kendi aleyhine iş yapmış olur. Günahları ve günahlarda ısrar sebebiyle: “Günahları sebebiyle onları helak ettik ve arkalarından başka bir nesil var ettik.” (En’am, 6) “İçinizden bir zümreyi affetsek bile, suçlarında ısrar etmeleri sebebiyle, diğer bir zümreye azab edeceğiz.” (Tevbe, 66)
Mü’min, gücünün yettiğince günahlardan uzak durmaya çalışır. Günaha bulaşınca derhal tevbe eder. Günahlarda asla ısrarcı olmaz. Günahlara dalmak ve günahlarda ısrarcı olmak, bela ve musibetleri celbeder. Kişiyi helake sürükler. Hilekârlıkları sebebiyle: “Suç işleyenlere Allah katından bir aşağılık ve yapmakta oldukları hilekârlık sebebiyle çetin bir azab erişecektir.” (En’am, 124) Hile ve aldatma da mü’minde bulunmaması gereken, Rabbimizin men ettiği kötülüklerdendir. Hile yapan, aldatan kendine yapmış olur. Azabı hak eder. Bizde güzel bir söz vardır. “Onsa hainlikten tilki onardı.” diye. Hile ve aldatma, hainlik etme kimseye bir yarar sağlamaz. Kişinin başına bela açar. Hainlikten medet umanlar, çıkmaz bir yola girmişlerdir. Ayetleri yalanlamaları sebebiyle: “Ayetlerimizi yalanlamaları ve onları umursamamaları sebebiyle kendilerini denizde boğduk.” (A’raf, 136) En güzel bir şekilde yaratılan insan nasıl olur da, Rabbinden geleni yalanlar ve umursamaz. Amir memurlarının, ana baba çocuklarının, öğretmen öğrencilerinin kendilerini yalanlamalarından, umursamaz tavırlarından aşırı rahatsızlık duyar. Kul âlemlerin Rabbinden geleni nasıl umursamaz, nasıl yalanlar? Musibeti isteme sebebiy-
le: “Siz kendinizi yaktınız. Başınıza musibet gelmesini gözlediniz. Şüphe ettiniz. Allah’ın emri gelinceye kadar kuruntular sizi aldattı.” (Hadit, 14) Sözde kimse şerri istemez, İnancındaki ve amelindeki yanlışlar sebebiyle bela ve musibetlere davetiye çıkarır. Hayrı istiyor gibi şerri ister. Kendi kendini mahveder. Niyetlerini, inanç ve amellerini netleştiremeyenler, kuruntuları içinde mahvolur giderler. Yeminlere riayet etmeme sebebiyle: “Allah’ı kendinize kefil kılarak pekiştirdikten sonra yeminlerinizi bozmayın.” (Nahl, 91) Mü’min zorunlu olmadığı sürece, sözlerini yeminle pekiştirmemelidir. Sözüne Rabbini kefil kıldıktan sonra da asla sözünden caymamalıdır. Mü’min güvenilir kişidir, güvenilirliğini asla kaybetmemelidir. Güven ortamının kaybolması insanlık için en büyük bir felakettir. Sözünden caymaması gereken mü’min, nasıl olur da yemininden cayar. Ulema yemininden caymayı “batıran yemin” olarak adlandırmıştır. İki hayatta da insanı batırır. Söz dinlememeleri sebebiyle: “Bu topluma ne oluyor ki, neredeyse hiç sözü anlamıyorlar!” (Nisa, 78) “Dediler ki: “Sen ister
öğüt ver, ister öğüt verme, bize göre birdir.” (Şuara, 136) Rabbinin ve Rasulünün sözünü dinleyenler kurtulmuş, dinlemeyenler ise helak olmuştur. İman edenler “İşittik ve itaat ettik” derken, inkârcılar ise “İşittik ve isyan ettik” demişlerdir. Nankörlük etmeleri sebebiyle: “Nimetlere karşı nankörlük etmeleri sebebiyle onları işte böyle cezalandırdık.” (Sebe, 17) Rabbimiz, ister inansın ister inkar etsin tüm kullarına nimetlerini bolca ihsan etmiştir. Hatta Rabbimiz eğer insanlar küfre sapacak olmasalardı, Kâfirlerin evlerini tavanını gümüşten yapacağını, gümüşten kaplar, altın zinetler vereceğini, çünkü bunların kendi yanında hiçbir kıymetinin olmadığını bildirmiştir. (Zuhruf,33,34,35) Eğer Müslümanlar için hala yegane değer, altın, gümüş, makam ve mevki ise bu büyük bir sapmadır. Cihadı terk etmeleri sebebiyle: “Cihad etmek hoşlarına gitmedi “Bu sıcakta sefere çıkmayın” dediler. De ki:”Cehennemin ateşi daha sıcaktır.” Keşke anlasalardı. (Tevbe, 81) “Eğer Allah, yolunda sefere çıkmazsanız, sizi elem dolu bir azabla cezalandırır ve yerinize sizden başka bir toplum getirir.”(Tevbe, 39) “Her kim cihad ederse, kendisi için cihad etmiş olur.” EYLÜL 2013 / 302
5
(Ankebut,6) “O’nun yolunda cihad edin ki kurtuluşa eresiniz.” (Maide,35) Mü’mini Allah yolundaki mücahededen hiç bir şey alıkoymamalı, her şeyini Allah yolunda mücahedeye feda etmeli, bunu da sırf Allah rızası için yapmalıdır. Azgınlıkları sebebiyle: “İnsan kendini yeterli gördüğü için azgınlık eder.” (Alak, 6,7) “Rableri, suçlarından dolayı onları helak etti ve kendilerini yerle bir etti.” (Şems, 14) İnsan, Rabbini unutur, hiçliğini unutur, Rabbinin nimetlerini, mal mülk, makam mevki, güç kuvvet, bilgi beceri, bunları nefsinden bilirse azar. Helak olur. Kendi yaptıklarınız yüzünden: “Başınıza her ne musibet gelirse, kendi yaptıklarınız yüzündendir.” (Şura, 30) “İnsanların kendi işledikleri sebebiyle karada ve denizde bozulma ortaya çıkmıştır. Dönmeleri için Allah, yaptıklarının bazı sonuçlarını onlara tattıracaktır.” (Rum, 41) Bela ve musibetler, ya kendi yaptıklarımız yüzünden, ya da imtihan vesilesidir. Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz bile, bela ve musibetlerin, Rabbinin kahrından mı lutfundan mı olduğu endişesini yaşamıştır. “Eğer bela ve musi6
DERGiSi
betler kahrından değilse, hepsine katlanabileceğini” söylemiştir. Bela ve musibetlerin, geliş nedenlerinin en önemlilerinden biride, insanların kendi yaptıkları yüzündendir. Kur’an’a baktığımızda kavimlerin helak oluş nedeni olarak, Rablerine ve kendilerine gönderilen Rasullerine kaşı gelmelerini görmekteyiz. İnsan bela ve musibetleri kendi elleri ile kazanmaktadır. Bela ve musibetler aslında sabredilir ibret alınırsa bir yönüyle nimettir. Rabbimiz, azgınlıklarının neticesini kullarına tattırıyor ki, Rablerini hatırlayıp, tekrar dönsünler. En büyük felaket: “En büyük felaket (kıyamet) geldiği zaman, o gün insan yaptıklarını hatırlar.” (Naziat 34,35) “Nedir o yürekleri hoplatan büyük felaket?” (Karia, 2) “Bel kemiklerini kıran bir felakete uğratılacaklarını anlarlar.” (Kıyame, 25) Rabbimiz, bu ve benzeri ikazlarıyla, “dünya felaketleri de felaket mi?” demeye getiriyor. En büyük felaketin kıyamette yaşanacağını haber veriyor. Kâfir, münafık, günahkâr, zalim, nankör yaptıklarını hatırlayacakta yüreği hoplayacak, bel kemiklerini kıran azabın kedilerine ulaşacağını anlayıp perişan olacaklar. Mü’min en büyük felaketi sıkca hatırlayarak, küçük dünya felaketlerini kolayca atlatmaya vesile yapmalıdır. Musibetler denemedir: “Andolsun ki sizi biraz
korku ve açlıkla, bir de mallar, canlar ve ürünlerden eksilterek deneriz. Sabredenleri müjdele.” (Bakara, 155) Bela ve musibetlerin geliş nedenlerinden biride, imtihandır. Rabbimiz bahşettiği nimetlerden bazılarını alarak kullarını denemektedir. Sabredenler kazanırken isyan edenler kaybetmektedirler. Musibet gelince: “Onlar; başlarına bir musibet gelince, ’Biz şüphesiz Allah’a aidiz ve şüphesiz O’na döneceğiz’ derler.” (Bakara, 156) Bela ve musibetleri kolayca aşmanın yolu güçlü bir iman, sağlam bir tevekkül, katıksız bir teslimiyettir. Dünya ve ahirette huzura kavuşmanın yolu bunlardan geçmektedir. Ümitsizliğe düşmemeli: “Eğer kendi işledikleri şeyler sebebiyle başlarına bir kötülük gelirse, bir de bakarsın ki ümitsizliğe düşerler.” (Rum, 36) Rabbinin izzet ve ikramına kavuşan nasıl bunların elinden gideceğini düşünmüyorsa, kendi hata ve kusurlarından dolayı başlarına bir kötülük gelince de sabredip ümitsizliğe düşmemelidir. Sabretmeli: “Yavrum! Namazı dosdoğru kıl. İyiliği emret. Kötülükten alıkoy. Başına gelen musibetlere karşı sabırlı ol.” (Lokman, 17)
Kapak
M. Fehmi Reyhan
ÖLÜMÜN CESUR KÖRFEZİ
“BALKON” BİR SEMBOLDÜR
E
v ilk insanın ilk arayışı, ilk buluşu, ilk yapısı olmalıdır. Türkçede ev, mesken, hane kelimeleri ağırlıklı olarak kullanılırken statü değişikliğini ifade eden saray (kasr), köşk, villa konak gibi kelimeler de ikamet edilen, sığınılan mekânları ifade etmektedir. Korunma ve sığınma düşüncesi, psikolojisi ve arayışının bir sonucu olarak hemen hemen her varlığın yuva(ev) yaptığını bilmekteyiz. Evler içinde yaşayan olduğu ve sıcak samimi ilişkilerin bulunduğu zaman “YUVA” olur. İnsanlar, evi yuvalaştırmışlardır. Ev sığınmadır, korunmadır, gizlenmedir. Gizlilik (mahremiyet) de insani bir özelliktir. İnsan, insani özelliklerini terk etmediği müddetçe, gizlisi olan bir varlıktır. Zaten koruyacağı, saklayacağı bir değeri
olmayan insan, insani vasıflarını yitirmiştir. Bu sebepten ev ve mahremiyet kelimeleri insani ve İslami yönden önem ifade eder. Nitekim Nur Suresi’nde evle ilgili düzenleme ve uyarılar yapılır. Evin içindekilerin hem birbiriyle hem de dışarıyla ilişkileri, davranışlarını düzenler. Yine Hucurat Suresi’nde çok net düzenleyici emirler, uyarılar vardır. Öyleyse ev ve mahremiyet birbiriyle kopmaz ke-
limelerdir. Medeniyet ile ev arasında da dikkat çekici bir bağ vardır. Televizyonda görüyoruz ki her toplumun, her kültürün, her medeniyetin ev anlayışı, yapısı işleyişi farklıdır. Ortak yön, derece ve niteliği farklı da olsa KORUYUCULUKGİZLİLİKTİR. Uzakdoğu’nun, Güney Amerika’nın, Afrika’nın Kutupların, Arabistan’ın evleri yöresel özelliklerle beraber kültürel özellikleri de ortaya EYLÜL 2013 / 302
7
koyuyor. İslam dini hiçbir şeyi ihmal etmediği gibi evi de ihmal etmemiştir. Onun vurguladığımız “koruyucu” özelliğinin ötesinde mahremiyetini de önemsemiştir. “Ev hali olur.” “Kol kırılır yen içinde kalır.” “Kapalı kapılar arkası…” gibi ifadeler de evin mahremiyet özelliğini anlatır. Üç hususu birleştirirsek ortaya çıkan şu olur: Ev mahremiyetini dinimiz düzenlemiştir evi başıboş bırakmamıştır. İslam’a göre ev hayatı mahremdir. Ev, dışarıya göre “harem” bölgesidir. Hem evden dışarı hem dışardan içeri isteyen istediği gibi, istediği zaman girip çıkamaz. Evi gözetleyemez. Ev gözetlenecek özelliklere sahip olarak da yapılmaz. Bir gözetlemede hem gözetleyen hem de ev sahibi sorumludur. Yani İslam’ın düzenlemelerine uymadıkları için hırsız da ev sahibi de suçludur. Her çeşit toplumu ama özellikle Müslüman toplumu felakete sürükleyen hususların başında ev-aile mahremiyetinin önemsenmemesi, hafife alınması hatta kaldırılması gelir. Üst katlardaki pencereler; cumbalı olup, dışarıdan içerisi görünmeyecek şekilde kafeslidir. Ev sahibi buradan, kapıya gelenin kim olduğunu kendisi görülmeden görebilmektedir. Cumbadan balkona geçiş 8
DERGiSi
S
onuç, ev dışarıya açılmıştır. Evin mahremiyeti -ki bu mahremiyetin merkezinde kadın yer alır- yok edilmiştir. Yani kadının mahremiyeti hedeflenmiştir. Dolayısıyla kadın dışarıya açılmıştır. Gözetlenen evlerden dışarı çıkan kadın, yavaş yavaş ev(içeri) değil dışarı insanı olmuştur. Önce pazarlarda “ar damarını”(perdesi) çatlatan kadınlar, müşteri olarak ve sonra kapalı mekanlarda (dükkanlar) hem müşteri hem satıcı olarak malzeme olmuştur. Gittikçe rahatlayan ticari ilişkiler yerini İslam’ın yasakladığı tarzdaki ilişkilere, davranışlara, edalara bırakmıştır. Ailenin temel direği, mahremiyetin merkezindeki anne, eş, bacı olan kadın sadece “kadın” olarak toplumda yer almıştır. Ecdadın ifade ettiği gibi “ar damarı çatlamaya görsün.” Sonrası kişileri dizginlemek mümkün değildir.
bir anlayışın, aile mahremiyetinin önemsizleştirilmesinin ilk adımlarından biridir. Tanzimat’la başlayan balkon anlayışı aynı zamanda ailenin dışarıya açılması, evin gözetlenmeye uygun hale getirilmesidir. N. Kemal’in “Vatan Yahut Silistre”sinde Zekiye’nin erkekle balkondan konuşması, ahlaki bozulma olarak gazete ve dergilerde o dönemde eleştirilmiştir. Balkon, ev mahremiyetindeki bir ihmalin Batı medeniyetinin hatırına gerçekleştirilmesidir. İç çamaşırını dışarının göreceği yere asmayı yasaklayan İslam’a rağmen Müslüman, balkonla beraber evdeki mahremlerin dışarıya seyrini sağlamıştır. Balkon, ev mimarisindeki değişim, bir hayatı (İslamî hayatı ) öldürmenin sembolüdür. Sezai Karakoç’un” Balkon”unda da bunu fark ederiz. Çocuk düşerse ölür çünkü balkon Ölümün cesur körfezidir evlerde Yüzünde son gülümseme kaybolurken çocukların Anneler anneler elleri balkonların demirinde İçimde ve evlerde balkon Bir tabut kadar yer tutar Çamaşırlarınızı asarsınız hazır kefen Şezlongunuza uzanır ölü Gelecek zamanlarda Ölüleri balkonlara gömecekler İnsan rahat etmeyecek Öldükten sonra da Bana sormayın böyle nereye Koşa koşa gidiyorum Alnından öpmeye gidiyorum Evleri balkonsuz yapan mimarların
Osmanlı’nın 3 metrelik duvarlarla çevrili “hayat”(avlu) içerisindeki evi tam İslami bir
özellik taşırken, yıkılan avlu duvarları ile yok olan” hayat” (avlu) evin ve içindekilerin dışarının seyrine açılmasının da bir başlangıcıdır. “Hayat”ın avluya isim olarak verilişi, evin ortak alanı olarak, herkesin ev kıyafetiyle orada yaşamasıdır. Yani ev halkı hayatını o alanda yaşamaktadır. Tüm ihtiyaçlara göre bina edilen “hayat”, İslami hayatın yok edilmesine yönelik olarak ya yozlaştırılmış ya da yok edilmiştir. “Hayatı” olmayan evlerde nefes almak zorlaşınca, nefes delikleri aranmış ve balkonlar yapılmış, pencereler büyütülmüş herkesin gelip geçtiği yollara sıfır mesafeye yapılmış, tül perdeler yaygınlaştırılmıştır. Görüldüğü gibi İslam’ın kendi kurallarına göre oluşturduğu İslam medeniyeti evi, Batı medeniyeti tipi evlere doğru kaydırılmıştır. Müslüman kadın da evin direğidir Onun hayatı evin” hayat”ında geçer, çocuklarını orada büyütür, yemeğini orada yapar, misafirlerini orada karşılardı. Yani gündüzünün tamamı gününün büyük bir kısmı orada geçerdi. 3 metrelik duvarlarla çevrili “hayat” ve içerisindeki evinde hiç kimsenin görmediği bir serbestliğe sahipti. Yani Müslüman kadın evinde ama özgürdü. Ancak bundan rahatsız olanlar da vardı. Kadın görünmeliydi. Bunun için de evin görünür hala getirilmesi gerekiyordu. Bunun için belirtmeye çalıştığım ev mimarisi değiştirilmiştir. Bu değişim teşvik edilmiştir. Sonuç, ev dışarıya açılmıştır. Evin mahremiyeti -ki bu mahremiyetin merkezinde kadın yer alır- yok edilmiştir. Yani kadının mahremiyeti hedeflenmiştir. Dolayısıyla kadın dışarıya açılmıştır. Gözetlenen evlerden dışarı çıkan kadın, yavaş yavaş ev(içeri) değil dışarı insanı olmuştur. Önce pazarlarda “ar damarını”(perdesi) çatlatan kadınlar, müşteri olarak ve sonra kapalı mekanlarda (dükkanlar) hem müşteri hem satıcı olarak malzeme olmuştur. Gittikçe rahatlayan ticari ilişkiler yerini İslam’ın yasakladığı tarzdaki ilişkilere, davranışlara, edalara bırakmıştır. AileEYLÜL 2013 / 302
9
nin temel direği, mahremiyetin merkezindeki anne, eş, bacı olan kadın sadece “kadın” olarak toplumda yer almıştır. Ecdadın ifade ettiği gibi “ar damarı çatlamaya görsün.” Sonrası kişileri dizginlemek mümkün değildir. Dikkat edilirse kadını dışarıya çekenler pek anne, eş, bacı kelimelerinden hazzetmez ve “kadın” demeyi tercih ederler. Bu kadını fıtrattaki en önemli vasfından, değerinden uzaklaştırmanın adıdır. Allah kadına “ANNE” adını vermiş ve cenneti de ayaklarının altına sermiştir. Erkek, toplumda “baba, eş, abi, kardeş…” kadın “anne, eş, bacı, abla…” olarak mahremiyete dikkat ederek, konumunu korursa, toplumda herkes olduğu ve ya olacağı konumu yeri bilir ve o itibarın korunmasını olarak bulunursa, ilgi farklı yönde olur ve itibar kaybı vardır. Cumbadan balkona, tahta parmaklıklardan geniş pencerelere renkli basma perdelerden tül perdelere hatta perde örtülmeyen geniş pencereler, İslami mahremiyetin yok edilişinin başlangıcıdır. Toplumu felakete sürükleyen ev mahremiyetinin yok edilişidir. Sonuç: Bir uzun vadeli planın parçası olarak ev mahremiyeti kaldırılmış ve evle dışarıya açılmıştır. Peki, böyle deyip boynumuzu bükelim mi? 10
DERGiSi
Hayır. Çözüm bilmektir. Bildikten sonra ona yönelik tedbirleri almaktır. Şu anda hiç kimse Osmanlı (Müslümanca) tarzı tek ve çatal kapılı çok odalı, hayatlı(avlu), yüksek duvarlı, ataerkil evlere, hayata dönelim demiyor. Ama Müslüman mimarlarımız siteler, apartmanlar dikerken evler daireler yaparken Müslümanların hassasiyetlerine, mahremiyete dikkatle çok güzel ürünler çıkartabilir. Yani İslamî hayatımıza uygun ortamları, mekânları oluşturabiliriz.
termemeli, bu bakış açısına fırsat vermemelidir.
Müslümanlar” hayat olsa teperim” anlayışı ile İslami olmayan her unsura direnmelidir. Bu direniş ve karşı koyuş bilinçle olmalı, bu hususta aile fertleri de bilinçlendirilmelidir. Aile fertleri bir bütün olarak yazımızın konusu üzerinde düşünmeli ve “Ne yapabilirim?” sorusuna mutlaka cevap vermelidir. Hülasa ev mahremiyetinin yok olması, Erkeğin ve kadının ama özellikle kadının çarşı pazar ve AVM denilen Yine Müslümanlar mev- modern tağutlarda mahrecut ev ve ortama bakarak “za- miyeti ortadan kaldırıcı “ar man gerektiriyor” deyip teslim perdesini yırtıcı” eda, tavır olmamalı ve haklı İslamî diren- ve davranışlardan sakınması cini sürdürmelidir. Erkekler toplumsal felaketimizi önlebaba, abi, eş; kadınlar anne, yici en önemli faktörlerin baabla, eş olduklarını öne çı- şında yer alır. kartmalı ve özellikle kadınNe olur dünya için ahiretilar kendilerini sadece cinsel mizi satmayalım. obje olarak görmemeli, gös-
Kapak
Dr. Yunus Keleş
AHİR ZAMAN AŞISI
H
z. Peygamber Efendimiz (S.A.V) kendisiyle kıyamet arasında ifade ettiği âhir zaman uyarılarını, ümmetin bilincinde bozulmaya, sapmaya karşı bir mukavemet geliştirme ve buna karşı tedbiri canlı tutma amacı olan tabiri caizse bir kıyamet aşısı olarak değerlendirebiliriz. Zaten kıyametle ilgili ayetlerde de bunun hedeflendiğini söyleyebiliriz. Konuyla ilgili rivâyetlere bir bütün olarak baktığımızda Rasûlullah’ın kendi zamanında bile bir takım fitne ve fesad ihtimallerini dikkate aldığını ve
tedbir aldığını anlıyoruz. Rasul-i Ekrem (S.A.V), çeşitli hadislerinde yakın ve uzak gelecekte ortaya çıkacak çeşitli fitnelere, toplumda ortaya çıkacak manevî ve ahlâkî bozulmalara dikkat çekmiş, ümmetini bu hususlarda uyarmıştır. Müslümanlar daha Hz. Peygamber Efendimiz zamanından itibaren sürekli olarak kıyamet beklentisi içerisinde olmuşlar, hadis-i şeriflerde geçen kıyamet alametlerini yorumlamaya çalışmışlardır. Neticede, çok erken tarihlerden itibaren bir ‘fiten ve melâhim’ edebiyatı ortaya çıkmıştır.
Kıyamet alâmetlerinin temelde iki ana kategoriye ayrıldığını söyleyebiliriz. Bunlardan birincisi dinî ve toplumsal anlamda yaşanan bozukluklar, ikincisi ise tabiatta görülecek olağandışı olaylardır. Zübeyir b. Adiyy, Haccâc’ın zulmünden dolayı Enes bin Mâlik’e gidip şikâyet ettiklerinde Hz. Enes bin Mâlik’in şöyle dediğini nakleder: “Sabrediniz! Çünkü bundan sonra her gelecek zaman, muhakkak bundan daha şerli olacaktır ve bu fenalık (siz ölüp de) Rabb’inize kavuşuncaya EYLÜL 2013 / 302
11
kadar böyle sürüp gidecektir. Ben bu sözü Rasûlullah’tan işittim” Bu hadisi yorumlayan şarihler, ancak vahiyle bilinebilecek bu haberlerin Hz. Peygamber’in zamanın değişmesi ve hallerin bozulmasına dair önceden verdiği gaybî haberlerden olup, nübüvvetinin alametlerinden olduğunu belirtmişlerdir. Ancak her zaman şerrin hayra galebe etmediğine, mesela Haccâc (ö. 95/714) döneminden sonra Ömer b. Abdülazîz (ö.101/720) zamanında adâlet, barış ve huzur ortamının oluştuğuna dikkat çekerek, kafalarda oluşan istifhama cevap arayan âlimler, hadiste ifade edilen şerle galip olan hallerin kastedilmiş olabileceğini belirtmişlerdir. Yani zaman geçtikçe sünnet ortadan kalkacak, bid‘at çoğalacak, ilim azalacak, cehalet çoğalacak ve yakîn zaafa uğrayacak demektir. Arada bulunan güzel dönemlerin ise nadir olacağını belirtmişlerdir.
Z
amanın yaklaşmasıyla ilgili şarihler, kıyametin yaklaşması, zamanların süratli geçmesi, ömrün bereketsizleşip verimsiz hale gelerek kısalması yanında, fesadın galebesi sebebiyle insanların hallerindeki değişim manasında olduğunu söylemişlerdir. Yani insanların halleri ve sıfatları kötülükte birbirine yaklaşır, benzeşir demektir.
nin öncekinden şerli olacağını söylemişlerdir. Her ne kadar Haccâc dönemi, Ömer b. Abdülaziz döneminden şerli olsa da, o çağda birçok sahabenin hayatta olduğu düşünülürse, bütün olarak çağın daha hayırlı olduğu söylenebilir. Zira Hz. Peygamber’in;“en hayırlı çağın Hasan Basrî, şer dönemle- kendi çağı, sonra ardından gerinin arasında insanların nefes len çağ” diye buyurması sahaalacağı dönemlerin olacağını, be döneminin sonrakinden hahadisteki ifadenin galip olan yırlı oluşuna delildir. Nitekim duruma hamledilmesi gerekti- Abdullah b. Mes‘ûd, her geçen dönemin öncekinden daha ğini söylemiştir. şerli oluşundan maksadın, filan Diğer bir yaklaşımda bu- yıl filan yıldan hayırlı manasınlunanlar, sonraki çağda bazen da olmadığını, ilmin her geçen önceki çağa nispetle hayırlı dö- gün azalacağı anlamında olnemler olsa da, çağ bir bütün duğunu, âlimler gidince iyiliği olarak ele alındığında sonraki- emreden kötülükten sakındıran 12
DERGiSi
kimsenin kalmayacağını, hevalarına göre fetvâ verenlerin öne çıkacağını, bunların İslam’ı yıkıcı tavırlarıyla helake doğru gidişin olacağını söyler. Bazı âlimler ise, bu şerli günlerle ilgili haberin, kıyametin büyük alâmetlerinin zuhurunun hemen öncesindeki zamanlar için geldiğini belirtmişlerdir. Bu manada şu zamanın şu zamandan hayırlı oluşundan ziyade âlimlerin kalmaması, fetvâ işlerinin cahillerin eline düşmesi, iyiliğin hâkim kılınmamasının kastedildiği belirtilmişlerdir. En hayırlı çağın kendi dönemi, sonra ardından gelen, sonra da onun ardından gelen
çağ olacağını belirten Hz. Peygamber Efendimiz, sırasıyla o çağların tâat, ibadet, akîde ve niyetteki saflık ve nübüvvete yakınlık açısından en hayırlı çağlar olduğunu vurgulamaktadır. Yoksa bu hadis, ileriki çağlarda ümmetinden hayırlı olanların ve hayırlı zamanların gelmeyeceği anlamında değildir Ahir zamanda kıyamet alameti olarak belirtilen cariyenin efendisini doğurması meselesinde ulema farklı yorumlarda bulunmuşlardır. “Fesadü’z-zaman sebebiyle anne babalara isyanın çoğalacağı, evlat ve gelinler yanında ebeveynin aşağılanarak, itip kakılarak kötü muameleye maruz bırakılacağı” yorumu yanı sıra cariyelerin melikler doğuracağı bu meliklerin anneleri de onların tebeasından olacağı, savaşlar ve fetihlerle kölelerin artmasına paralel, ümm-ü veled olan veya nikahla evlendirilen cariyelerin satışının çoğalacağı öyle ki elden ele geçen cariyeyi farkına varmadan çocuğunun satın alacağı veya ümm-ü veled olan cariyelerin satılması haram olduğu halde satışının yaygınlaşacağı şeklinde yorumlar da yapılmıştır.
değildir. Zira vahyi müşahede etmedikleri, mucizeleri görmedikleri, nübüvvet dönemindeki hayır ve bereketlerin yağışını görmedikleri halde, âhir zamanda tâat ve iman üzere olanların Allah katında sevaplarının çokluğu ve hayırlı oluşları uzak görülmez. Onlar, kötülüklerin yaygınlaştığı, rezaletin çoğaldığı, cehalet ve inadın ortalığı kapladığı fesad zamanında iman, tâat , ilim ve marifete yönelmişler, insanları hayra irşad etmişlerdir. Bu manada yine Enes b. Mâlik’ten rivâyete göre, Rasûlullah şöyle buyurmuştur: “Ümmetimin misali, yağmur gibidir; öncesi mi yoksa sonrası mı hayırlı bilinmez.”
Zira hayırlı olma izafi bir durumdur. Bahsedilen çağların hayırlı olması, o çağdakilerin Hz. Peygamber’e yakınlıkla daha üstün bir şerefe nail olmaları, adâlet, doğruluk ve günahlardan kaçınmada daha ileri olmalarıyla da izah edilir. Hz. Peygamber; “sonra yalan yayılır” buyuruyor yoksa sevabın çokluğu ve ahiretteki dereceler itibariyle tâatin ve takvanın durumuna göre öncekilerin mi yoksa sonrakilerin mi hayırlı olacağını elbette AlBu hadisten ulema İslam lah bilir. Zira sonrakiler vahyi fetihlerinin genişleyeceği mave mucizeleri müşahede etmenasına da vurgu yapmışlardır mişler, fesadü’z-zamana rağÂhir zamanla ilgili hep men sünnete iltizam edip, gayolumsuz şeyler zikredilmiş ba iman etmişlerdir. Buna göre,
Hz. Peygamber, ümmetinden kıyamete kadar hak üzere kâim olan bir topluluğun daima var olacağını bildirdiğinden fitne ve şerrin olduğu sıkıntılı dönemlerde de hayrın tamamen yok olmadığını, devam ettiğini söyleyebiliriz. Hz. Peygamber: “İslam garip olarak başladı, tekrar garip hâle dönecektir. Benim ümmetimden garip olanlara ne mutlu.” buyurmuştur. Bu hadisin farklı tariklerinde gariplerin kim olduğu sorulunca, Allah için yaşadığı yeri, aşiretini terk etmek durumunda kalanlar, insanlar bozulduğunda ıslah için gayret edenler, insanların ifsad ettiği şeyleri düzeltmeye çalışanlar, Hz. İsa ile beraber olarak dinleri için fitnelerden kaçanlar, insanların fesadı zamanında salâh halini muhafaza edenler, kendilerine itaat edenlerden çok isyan edenlerin olacağı insanlar arasında azınlıkta kalacak salih insanlar, terk edildiğinde Allah’ın kitabına, sönmeye yüz tuttuğunda sünnete sarılanlar şeklinde tarifler yapılmıştır. İbnü’l-Kayyim, gariplerin Hud Suresi 116. ayette ifade edilen kimseler olduğunu söyleyerek, esasen sünnete tâbi olan, bid‘at ve hevaları terk eden, ilme değer veren, iyiliği emredip, kötülükten sakındıranların; bid‘at ehli, hevasına uyan, cahil ve iyilikle kötülüğü EYLÜL 2013 / 302
13
tersyüz eden kimselerin yanında garip olduklarını vurgular.
birbirine yaklaşır, benzeşir demektir.
Bu hadiste kast edilen garip Müslümanların, içinde yaşadıkları zamanlarda yalnız kalanlar olduğunu belirten bazı şarihler, Hz. Peygamber’in gelecekte, dinin emir ve yasaklarını gözeterek İslam’ı yaşamanın elde kor tutmak kadar zor olacağına dair beyanının, İslam’ın başlangıçta şirk ve cahiliye amellerinden uzaklaşmakla garip başladığını, sonda da insanların fesadı, imanın gereğini yerine getirmekten uzaklaşmaları sebebiyle tekrar garip hale döneceğini ifade ettiğini söylemişlerdir.
Başka bir haberde, ümmetin fesadı zamanında sünnete tutunan için şehitlik sevabı müjdelenmiştir. Zira fesadın çoğaldığı vakitte sünnete yapışan yardım ve destek görmez, eziyet ve aşağılanma ile karşılaşır. Sünnete tutunması dolayısıyla gördüğü eza sebebiyle derecesi şehitlik mertebesine çıkarılarak mükâfatlandırılır.
‘İnsanlar helak oldu’ diyen kimsenin en çok helake layık olduğunu belirten hadisle ilgili yorumlarda, bunun gibi insanlar ‘fesada uğradı’, ‘zaman fesada uğradı’ gibi ifadelerin de aynı Hz. Peygamber, kıyamet manada olduğu belirtilmiş, bu alametleriyle ilgili verdiği ha- gibi karamsarlık ve ümitsizlik berlerden birinde, zamanın tablosu çizen ifadeler mekruh birbirine yaklaşacağından, kul- görülmüştür. Ancak âlimler, bu luğun gereğinin yerine getiril- sözü insanları küçük görerek, mesinde gevşekliğin oluşup, gıybet ve dedikoduyla onları hayırlı amellerin azalacağın- hakir görüp kendini beğenerek dan, kalplere şiddetli cimriliğin söyleyenlerin hadisin manasına atılıp yerleşeceğinden ve anar- dâhil olacağını, yoksa gördüğü şinin yaygınlaşacağından bah- kötülükler sebebiyle üzülen, insetmiştir. sanlık namına endişe edenlerin hem kendi halindeki hem de Zamanın yaklaşmasıyla insanlardaki dini eksikliği göilgili şarihler, kıyametin yakrüp hayıflanarak bunu söyleyen laşması, zamanların süratli kimselerin böyle söylemekle, geçmesi, ömrün bereketsizleşip bu tehdide girmeyeceğini beverimsiz hale gelerek kısalması lirtmişlerdir. yanında, fesadın galebesi sebebiyle insanların hallerindeki Nevevî, âlimlerin bu madeğişim manasında olduğunu nada ittifak ettiklerini İbn söylemişlerdir. Yani insanların Raslân da, bu gibi ifadelerin halleri ve sıfatları kötülükte vaaz, irşad ve uyarma anlamın14
DERGiSi
da selef-i salihine uymaya teşvik, gayrete getirme anlamında söylenebileceğini belirterek, Hasan Basrî’nin: “Öyle bir topluluğa yetiştim ki, sizi görselerdi, bunlar hesap gününe iman etmiyorlar derlerdi” şeklindeki bu manayı destekleyen sözünü nakleder. Hz. Peygamber’in, veda hutbesinde, ümmetini birbirlerinin boynunu vuracak hale gelmekten sakındırarak; fitne ve fesada karşı uyarması, hıyânet içerisinde olan memurlara, haksızlığı meslek edinenlere ve davalarda haksız olduğu halde, iyi laf yaparak, dalaverelerle davayı lehlerine çevirenlere ahirette şiddetli azap uyarısı, doğruların yalancı; yalancıların doğru, hainlerin emin; eminlerin hain görüleceği, faiz, içki, zina, anarşi gibi fitnelerin her tarafı istila edeceği, zalimlerin insanların mallarına musallat olacağı şeklindeki ve daha zikredemediğimiz âhir zaman alametleriyle ilgili birçok haberi, bize zamanla ortaya çıkacak fesadın boyutları hakkında önemli veriler sunmaktadır. Bize düşen bu uyarıların ışığında hakkı ikame için her türlü tedbiri alarak mücadele etmek, müjdelenen ahir zaman topluluğuna ve yeni bir saadet devrine dâhil olmak için himmeti yüksek tutmaktır. Sonuçta takdir ve Tevfik Allah’tandır.
Kapak
M. Tarık Özdoğan
İ
GÖZLERİMİZDEKİ İZLER!
lk insan Adem aleyhisselamdan itibaren insanlar cemiyet halinde yaşarlar. Cemiyet halinde yaşayan insanların dikkat etmesi gereken hususları Allah Teâlâ suhuf ve kitaplarla, peygamberleri vasıtasıyla insanlara bildirmiştir. Bizlerin yaptığında/yapmadığında mükâfat alacağı alanlar ile yaptığında/yapmadığında ceza alacağı alanlar belirlenmiştir. Allah Teâlâ bizlerin yürüyüşüne müdahale eder. Evlere nasıl gireceğimize müdahale eder. Küçük ayrıntı gibi gözüken hususlarda sınırlamalar getirilmiştir. Fakat bizler şuna dikkat etmeliyiz. Bu kadar
sınırlamanın yanından helaller dairesinin genişliği çok kapsamlıdır. Bakma eyleminde de Allah Teâlâ Mübarek Kitabımızda o kadar çok şeye bakmamızı emreder ki bakılması gerekenlere baksak bakmamamız gerekenlere zaten zamanımız kalmaz. Dağlara, gökyüzün yükseltilmesine ve direksiz durmasına, nehirlere, çeşitli hayvanlara, insanın kendi yaratılışına, yağmurun yağışına, eski kavimlerin yaşadığı bölgelere, devenin yaratılışına, vb. etrafımızda görebildiğimiz her şey ayettir. Allah Teâlâ’nın bakılması-
nı istediği şekliyle baktığımız zaman sevap hazineleri, tefekkür mükâfatları bizim olacaktır. Yunus Emre’nin ifadesiyle “Yaradılanı Yaradandan ötürü sevelim.” cümlesi bizde uygulama safhasına geçecektir. Belli bir müddet sonra Allah Teâlâ’nın sevdiği mü’minlerle ilgili müjdelediği ‘gören gözü olurum’un içerisine gireriz. Yıllar önce bir sohbette Abdullah BÜYÜK hocamız bakma konusunda bizlere şu tavsiyede bulunmuştu. “Gençler her şey alışkanlıkla ilgilidir. Kendinizi üç gün boyunca bakılmaması gerekenEYLÜL 2013 / 302
15
lere bakmamaya alıştırın. Günah olan bakmadan biiznillah kurtulursunuz.” Hz. Osman efendimizi ziyarete gelen Hz. Enes’e söylediğini hatırlayalım. “Senin gözlerinde günah izi görüyorum.” Hz. Enes’in Peygamberimizden sonra vahiy mi geldiği sorusuna “gözdeki günah izini görmenin müminin ferasetiyle ilgili olduğunu” açıklamasını hatırlayalım. Acaba Hz. Osman efendimiz bizlerin gözünü görseydi neler derdi? Çok ağır bir soru oldu değil mi? Ama önemli bir konu. Allah Teâlâ’nın o kadar bakılmasını istediği konu varken bizler neden şeytanın fısıldaması uyup bakmamamız gerekenlere bakıyoruz? Kur’an-ı Kerimde İsra Suresi’nde zinaya yaklaşmamamız emredilirken, Mü’minun Suresi’nde mü’minlerin özelliklerinden birinin ferclerini korumaları olduğu bildirilir. Nur Suresi’ne geldiğimizde ise Allah Teala bizlerin bakışlarına sınırlama getirir. Şöyle ki: 30- (Rasulüm!) Mü’min erkeklere, gözlerini (harama) dikmemelerini, ırzlarını da korumalarını söyle. Çünkü bu, kendileri için daha temiz bir davranıştır. Şüphesiz Allah, onların yapmakta olduklarından haberdardır. 31- Mü’min kadınlara da söyle: Gözlerini (harama 16
DERGiSi
bakmaktan) korusunlar; namus ve iffetlerini esirgesinler. Görünen kısımları müstesna olmak üzere, zinetlerini teşhir etmesinler. Başörtülerini, yakalarının üzerine (kadar) örtsünler. Kocaları, babaları, kocalarının babaları, kendi oğulları, kocalarının oğulları, erkek kardeşleri, erkek kardeşlerinin oğulları, kız kardeşlerinin oğulları, kendi kadınları (mü’min kadınlar), ellerinin altında bulunan (köleleri), erkeklerden, kadına ihtiyacı kalmamış (cinsî güçten düşmüş) hizmetçiler, yahut henüz kadınların gizli kadınlık hususiyetlerinin farkında olmayan çocuklardan başkasına zinetlerini göstermesinler. Gizlemekte oldukları zinetleri anlaşılsın diye, ayaklarını yere vurmasınlar. Ey mü’minler! Hep birden Allah’a tevbe ediniz ki, kurtuluşa eresiniz. Bizler şu yaşadığımız dönemde ilk bakışlarımıza dikkat etmeliyiz. Hz. Ali radıyallahu anhe Rasulullah salllallahu aleyhi ve sellemin “ilk bakıştan sorumlu değilsin” dediği dönemde Medine’nin cadde veya sokaklarında kaç tane kadının olabileceğini bir düşünelim. Günümüzde kadının olamadığı yer yok denecek kadar az. O zaman bizlerin ilk bakışımıza da çok dikkat etmemiz gerekiyor. Mü’min kendisine belirlenen eşiği/sınırı geçmemek durumundadır. O eşiği aştığı zaman
gerisi çorap söküğü gibi geliyor. Bazı durumlarda bakmamamız gerekenleri kendimize meşru hale getirebiliyoruz. Mesela dini kanal gibi gözüken kanallarda haber sunucuları kadın olursa bakılır, diğer kanallardaki bayan sunuculara bakılmaz. Veya herhangi bir etkinlikte işin içinde ilahi vb. olursa kadınlar seyredilebilir. Olimpiyat adı altında genç kızlar şarkı söyler, şiir okur onlar izlenebilir. Bu kadar örnek yeterli diye düşünüyorum. Kendimizi kandırmayalım. Bakılmaması gerekenler A kanalında da aynı B kanalında da aynıdır. Bu konuda dikkatli olmalıyız. Bu örnekleri internetteki görüntüler için de düşünebiliriz. Gözümüzü olumsuz izlerle çizdirmeyelim. Zira Allah Teâlâ Mümin suresi 19. ayette: “Allah, gözlerin hain bakışını ve kalplerin gizlediğini bilir.” buyuruyor. Her şeyimiz biliniyor. Müslümanlar olarak eli, sözü, gönlü temiz insanlar ve takva sahibi mü’minler olmak için birbirimizle yarışmalıyız. Günahın kokusunu hissetmeden o kişi veya ortamdan uzaklaşmalıyız. Kendimize bol bol “ama”lı cümleler kurmayalım. Herkes kendi yaptıklarından sorumluysa, lütfen yaptıklarımızı kontrol edelim, yapmamamız gerekenlerden uzak duralım.
Kapak
Mükremin Çelik
Bilip Bilmeden Konuşma!
“
Ey iman edenler! Zannın pek çoğundan ve çokça zannetmekten ayrıca her zannettiğine tabi olmaktan kaçının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Günah olan zan, asılsız tahminlere, evhamlara dayanarak insanları suçlamak veya cezalandırmaya kalkışmaktır. O halde ne kadar çok zanla hareket ederseniz, yanılıp günaha girme ihtimaliniz de o derece artacaktır. Bir de evleneceği kişinin durumunu araştırma veya büyük suçları takip etme gibi meşru bir
sebebe dayanmadıkça, birbirinizin mahrem yönlerini araştırmayın ve olası bir haksızlığı engellemek amacıyla evlilik, iş ortaklığı ve benzeri konularda taraflara ön bilgi vererek uyarma veya şahitlik yapma durumu hariç, lüzumsuz yere insanların kusurlarını sayıp dökerek birbirinizi arkadan çekiştirmeyin. Hiçbiriniz bir başkasının arkasından onun hoşlanmayacağı sözler söylemesin. İçinizden hanginiz, ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır? İşte bundan tiksindiniz değil mi? Oysa gıybet bundan daha tiksin-
ti verici bir günahtır! Öyleyse Allah’tan gelen ilkeleri çiğnememe konusunda son derece titiz ve dikkatli davranın, dürüst ve erdemlice bir hayat sürerek kötülüğün her çeşidinden sakının! Allah’ın rahmetinden de hiçbir zaman ümidinizi kesmeyin! Doğrusu Allah, içtenlikle yapılan bütün tövbeleri kabul edendir, çok ama çok merhametlidir.” (Hucurat 12) Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem gıybeti şöyle tarif eder: “Gıybet, kardeşini hoşuna gitmeyen vasıflarla anmandır.” (Tirmizi, Muvatta) EYLÜL 2013 / 302
17
Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem: “Ey kalbiyle değil, sadece diliyle iman edenler topluluğu! Müslümanların gıybetini yapmayınız. Noksanlarını araştırmayınız! Zira kim kardeşinin ayıp ve kusurlarını araştırırsa, durumlarını gözetlerse, Allah da onunkileri gözetler. Allah gözetlediği kimseyi evinin içinde olsa bile rezil ve rüsvay eder..” (Ebu Davud) buyurur. “Söz Yangını” adlı eserin kırk ikinci sayfasında Senai Demirci şöyle bir hadis naklediyor: “Üç gurup var ki gıybetlerini yapman sana haram değildir: 1- Günahı açıkça işlemekten sakınmayan kişi. 2- Zalim idareci ve dinde olmayanı dine sokan bidatçi. 3- Hayâ örtüsünü atan kimse.” Kardeşim, ille de gıybet edilecekse bari bu üç maddede geçenlerin gıybetini yap. Hatta cesaretin varsa bunların gıybetin yapmaktan çekinme. Belki bu vesileyle Yanlışa sürüklenebileceklere engel olursun. Bidatçilere, zalimlere, hayâsızlara karşı bir mücadele gayretini kendi amel defterine eklersin. Sosyologlar gıybeti “sosyal silah” olarak tanımlıyor. Başkalarına yöneltip ötekini yaraladığımız bir silah. Dr. Nigel Nic18
DERGiSi
holson gıybet etmenin iki tarafına dikkat çeker. Birincisi, gıybeti dinleyerek paylaşan, bunun zevkini çıkaran. Diğer taraf ise, hakkında gıybet edilen, gıybetin etkilerini üzerinde taşıyan.
büyüklüğüne dikkat çekmiştir. Şarap şahsi bir günah iken, gıybet sosyal bir günahı direkt olarak irtikâp etmek oluyor. Tesir itibariyle çok daha şiddetli ve tehlikelidir.
Gıybetin en sinsisi bir oyunla söyleneni “Yüzüne karşı da söylerim.” Aldatmacasıdır.
Can sıkıntısı en büyük facia çünkü işi zamanından çok olanlar için asla olmaması gereken bir mefhum. Can sıkıntısından şikâyet, ömrü nasıl geçirdiğinin farkında olmamak demektir. Hâlbuki kendi nefsinin hatalarıyla meşgul olanlar başkalarıyla uğraşmaya fırsat bulamazlar. Biyografisini okuduğumuz bütün âlimlerimiz hataları kendi nefislerinden bilmişler. Başkalarının hatalarına dahi “iyi örnek olamadığım için bunlar böyle yapıyor “şeklinde yorum yapmışlar. Hacı Veyis Efendi gibi, Sami Efendi gibi.
Yüzüne karşı söyleyebilecek olman işlediğin fiilin gıybet olmasını engellemez. Yine gıybettir yine gıybet. Ömür sermayesini faydasız şeylerle tüketmenin ötesine geçip, bir de gıybet gibi sosyal bir silahı eline alarak, yaylım ateşiyle çevresini yaralayan kişi, zamanını ve sıhhatini ne kadar faydalı bir işle değerlendirmiş oluyor ki? “Sıhhat ve boş zaman hususunda insanlar aldanmıştır. Kıymet bilmezler.” Anlamında beyan edilen Nebevi uyarı bizleri ne kadar sarsıyor? Yunus: “Alçağa bak şarap içmez de gider gıybet eder.” diyerek gıybet gibi bir sâri hastalığın, günahın
Hayatlarını, başkalarının hatalarını seyrederek geçirenler, tükenen şeyin kendi ömür sermayeleri olduğunu bilmelidirler.
Kapak
Muhammed B. Ayaz
ÖRTÜNMENİN MAHREMDEN KOPUŞU* “Göster Allah’ım, bu millet kurtulur tek bir mu’cize. Gaib hazinenden bir utanmak hissi ver bize. Hayâ sıyrılmış inmiş, öyle yüzsüzlük her yerde. Ne çirkin yüzler örtermiş meğer bir incecik perde.” M. Akif Ersoy
T
ürban adıyla ünlenen başörtüsü sorunu, müslüman kadının farizası noktasında tartışılıyor. Kamusal alandaki yasak nedeniyle inançlı halk çoğunluğu onu, bu refleksle savunuyor. Ancak bu tartışmaları bir de, kadının örtünme sebebi olan mahremiyet noktasından yapmalı… Bin küsur yıla yakın süreçten sonra, kadının toplumsal rolünün Batıdan etkilenmesi ile tesettür yeniden tanımlandı. Çağ mefhumu bu yenilikleri meşrulaştırma aracı olarak kul-
lanıldı. Öylesine hızlı bir değişim yaşandı ki, dış mekân elbisesi kavramı da aşındı yakın zamana kadar. Gelinen durumda tesettür ve hicap kavramlarından çok, iyi görünme ve imaj daha etkili bir dil oldu giyim üzerinde... Dünyevî bir takım sebepler zaruret gibi görülerek dinin emirleri Batılı tarzda değiştirildi. Mesela kadının başını açması, tüm tarih içinde son elli altmış yılda ortaya çıkmıştır. Öncelikli tartışılması gereken nokta müslüman kadının toplumsal rolü ve mahremiyetler olmalı idi. Ancak yasağın acımasızlığı buna imkân vermedi. “Mahrem” kavramına
dikkat çekmek bugün için sanki ağır bir konu gibi… Hâlbuki hicap(tesettür) kelime anlamı, müslüman kadının hissi olan mahcubiyeti esas alır. Yani dışarıda kadının tavrı, bilgisizlik ve anlayışsızlık içermeyen zarafet ve bütünlük eseri bir utanma duygusudur. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem: “Hayâ imandandır” buyurmuştur. Hicab, hayâ ve iffet kavramlarını da gündeme getirmektedir. Öyle ki birer fazilet duygusu gibi algılansa da kadın doğasının süsleridir. Sosyal yapı kadını erkek EYLÜL 2013 / 302
19
kadar donanımlı kılarak, sınırsız toplumsal rolü meşru görmektedir. Hâlbuki deneyimler toplumsal rolde kadının hususiyetlerini dikkate alarak belirlenmiş örnekler olduğunu gösteriyor. Ancak hak talebi için çıkan yüksek sesten dolayı özne durumundaki kadının, kendini kısmen sınırlayacak hassasiyetler kayboluyor. Bunu bir tür aidiyetten kopuş olarak, erkekleri de içine alan, çağın ifsatları olarak değerlendirmek gerekiyor. Yaratılış özelliklerini terk etmek, günümüz kadınını mahremden koparacaktır. Eşit haklar verilen kadının kendisine ait fıtrî özelliklerini, Batılı hukuk ne kadar dikkate alabilir ki? Çalışma ortamları, okullar ve tüm kamusal alan kadının hususiyetleri hakkında bütüncül bir imkân sağlamıyor. Bu nedenle modern kadın gibi olmak isterken aidiyet tutarsızlığına düşülüyor. Kadın toplumsal roller hakkında hükme dayalı geçmiş deneyimleri, “gelenek” olarak algıladığı için, moderni zımnen seçmiş oluyor. Ne var ki insanların çoğunlukla tarihsel arka plandan kopuk ve zamanın getirdikleri üzerinden değerlendirme yapma kolaycılığı yaygındır. Prof. Dr. N.Göle, bu konuyu şöyle tespit ediyor: “Kadının örtünmesi, İslamcıların gözünde yozlaşma20
DERGiSi
H
z. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem: “Hayâ imandandır” buyurmuştur. Hicab, hayâ ve iffet kavramlarını da gündeme getirmektedir. Öyle ki birer fazilet duygusu gibi algılansa da kadın doğasının süsleridir. nın önünde bir set, Batıcıların gözünde ise “asrîleşmenin” önünde bir engeldir. Kadının örtünmesi, mahrem alanı ve gizliliği dile getirir. Batı’ya yönelişin mihenk taşı, kadının görünürlük kazanması, mahrem alanı terk etmesi olmuştur.” Bu tespitte kadının görünürlüğü modernite için mihenk taşı olarak ele alınmıştır Örtünmeyi mahremden çıkararak, Batılı tarzda kamusal alanda yer alma arzusu, “hicabı” zaafa uğratmıştır. Çünkü iki tarz-ı hayatın dışında, kadın için orta yollar icat etmek gelinen noktada, onun benlik değerini zedelemektedir. Kadının dışarıda görünüm sorununun diğer halkalarına
baktığımızda, beğenilme arzusuyla giyinen önemli bir kesim var. Niyetlerde çoğunlukla ahlaksızlık içermeyen bu açılıp saçılma, nevzuhur bir ifsat olayıdır. Bu sorunu dünden bugüne farklı kılan, müslüman kadının da son yarım yüzyılda bu özenti içinde olmasıdır. Modernitenin bu alandaki araçları medya üzerinden servis yapmaktadır. Medya girişimcileri çoğunlukla Batı hayranı olduğu için, özenti süreci hızlı gerçekleşmiştir. Daha birkaç on yıl önce annesinin hicapla karşıladığı değeri, yeni nesil bîperva, tüketmektedir. Sokak baskısı da artık yaşanmamaktadır. Toplumun her kesimi yeni hayat tarzını peşinen kabullenmiştir.
Kadının tesettürü, günümüzün yaygın din anlayışının etkisiyle, şekle indirgenmiştir. Özde hayâ duygusu ve mahrem duyarlılığı, her insan için ayna olacak bir etki sağlar. Batılılar kadının doğasına uygun ortamları ve gizliliği(mahrem) bilmedikleri için ona zulmediyorlar. Mahremin, hayânın, iffetin onu değerli kılan birer araç olduğunu da göremiyorlar. Her özelliğini görünür kılarak “bayağı” bir meta haline getiriyorlar. Mevdudi bu konuda şöyle der: “İnsandaki utanma ve hayâ duyguları tabiî ve fıtrîdir. Bunun ilk belirtisi, bir kişinin başka birisinin önünde mahrem yerleri açıldığında tabiî olarak duyduğu utanma hissidir. Kur’an bize bu utanma duygusunun ne uygarlığın gelişmesiyle insanda sonradan oluşabileceğini ne de bunun, şeytanın yandaşlarının ileri sürdüğü gibi insan tarafından kazanılabilen bir duygu olduğunu anlatır. Bu, yaratıldığı ta ilk günden beri insanda bulunan fitrî bir duygudur.” Kadının bugünkü duruşunda üstleneceği toplumsal rol onun fıtrî referansları esas alınarak belirlenebilir. Bu referanslar olmadan toplum içinde yer alış fitne ve ifsadı celbedecektir Nur suresindeki Allah Teala’nın örtünme emrine, şimdi mahrem ölçüleriyle birlikte, tekrar bakalım: “Mümin kadınlara söyle; gözlerini sakınsınlar, ırzlarını korusunlar, ziynetlerini açmasınlar. Bunlardan görünen kısmı müstesna, başörtülerini yakalarının üstüne koysunlar.”
* Bu yazı, 2008 Yılında 237. sayımızda yayınlanmıştır.
DESTAN Durun kalabalıklar, bu cadde çıkmaz sokak! Haykırsam, kollarımı makas gibi açarak: Durun, durun, bir dünya iniyor tepemizden, Çatırtılar geliyor karanlık kubbemizden, Çekiyor tebeşirle yekun hattını afet; Alevler içinde ev, üst katında ziyafet! Durum diye bir laf var, buyurun size durum; Bu toprak çirkef oldu, bu gökyüzü bodrum! Bir şey koptu benden, şey, Herşeyi tutan bir şey. Benim adım bay Necip, babamın ki Fazıl bey, Utanırdı burnunu göstermekten sütninem, Kızımın gösterdiği, kefen bezine mahrem. Ey tepetaklak ehram, başı üstünde bina; Evde cinayet, tramvay arabasında zina! Bir kitap sarayının bin dolusu iskambil; Barajlar yıkan şarap, sebil üstüne sebil! Ve ferman, kumardaki dört kralın buyruğu: Başkentler haritası, yerde sarhoş kusmuğu! Geçenler geçti seni, uçtu pabucun dama, Çatla Sodom-Gomore, patla Bizans ve Roma! Öttür yem borusunu öttür, öttür, borazan! Bitpazarında sattık, kalkamaz artık kazan! Allah’ın on pulunu bekleye dursun on kul; Bir kişiye tam dokuz, dokuz kişiye bir pul. Bu taksimi kurt yapmaz kuzulara şah olsa; Yaşasın, kefenimin kefili karaborsa! Kubur faresi hayat, meselesiz, gerçeksiz; Heykel destek üstünde, benim ruhum desteksiz. Siyaset kavas, ilim köle, sanat ihtilac; Serbest, verem ve sıtma; mahpus, gümrükte ilaç. Bülbüllere emir var: Lisan öğren vakvaktan; Bahset tarih, balığın tırmandığı kavaktan! Bak, arslan hakikate, ispinoz kafesinde; Tartılan vatana bak, dalkavuk kefesinde! Mezarda kan terliyor babamın iskeleti; Ne yaptık, ne yaptılar mukaddes emaneti? Ah! küçük hokkabazlık, sefil aynalı dolap; Bir şapka, bir eldiven, bir maymun ve inkılap! Necip Fazıl Kısakürek
EYLÜL 2013 / 302
21
Ölümsüz Nasihatlar
M
azinin güzelliklerini, zamanımıza taşımak, yaşantımıza yansıtmak, hayatiyet kazandırmak, yeni güzelliklerle zenginleştirip istikbale ulaştırmak, imanlı, erdemli, medenî toplumların başarabildiği bir ayrıcalık, bir üstünlüktür. Mazi ile, asırların birikimi olan kültürel zenginliklerle alakasını kesen, onu görmemezlikten gelen fert ve toplumlar, nesebi gayr-i sahih ceninlere benzerler. Böylesi fert, toplum ve sistemlerden ahlâklı, erdemli, insanca bir davranış, âdil bir yönetim beklemek belki de bir bekleyiştir. Bu düşüncelerle, 2000 yılına girdiğimiz şu günlerde şerefli mazimize hasret kaldığımız güzelliklerden, ölümsüz nasihatlarından bir demet derleyip, yeni asrı İslâm’la şereflendirecek, insanlığı, insanca
22
DERGiSi
yaşamanın ufkunu açacak yeni nesle, yeni yüzyıl hediyesi olarak sunayım istedim. İşte o ölümsüz nasihatlardan bir demet: “Dünyada iyi insan tükenmez. Her zaman vardır. Onları ara bul. Çekinme! Zira çekingen insan hakiki dost bulamaz.” “Acele etme! Dikkatli hareket et, öfkelenme, sakin ol. Bilmelisin ki, ne iven kişi yol alır, ne de öfkeli muradına erer. Büyük meseldir. Öfke ile kalkan zararla oturur.” “Bayağı insanların mahallesinde oturma. Ayak takımı ile düşüp kalkma. Havai kişiler arasında gezme. Edebsizlerle sohbet etme. Büyük insanların bulunduğu yere taşın, onlarla sohbet et. Aklı başında irfan sahipleri ile konuş.” “Zenginin yükünü herkes
yükler. Ağanın paltosunu tutan çok olur. Zatı âlileri yere düşmesin diye herkes koltuklar. Ama asıl hüner, bir zavallıya yardım etmektir. Yollarda sürünen bir biçâreyi elinden tutup kaldırmaktır.” “Dünyada bir belalı, şerliler takımı vardır. Bunların en pisi zâlime yataklık edendir. Bu durum zavallıları üzer, kainatın nizamını bozar. Eğer Allah’a inanıyorsan alçağa yardım etme. Kimsesiz zavallıyı ezme.” “İftiralar seni mahzun etmesin. Yalancının tezviri seni üzmesin. Eğer iftiracı bir yalancı ise. Ne kadar doğru olursan ol, dili sözünü bulur, söyler, sen haklı da olsan, haksız çıkarmaya çalışır. Fakat üzülme, hakikat birgün geç de olsa meydana çıkar.” “Doğru ol, doğruyu söyle. Üzüntü getiren doğru, sevindi-
ren yalandan iyidir.” “Kibir düşürür, tevazu yükseltir. Cömert insan ölse de şerefi yaşar. Cimri sağlığında da ölüdür, sessiz, şerefsiz yaşar. Derbederlik doğruluk getirmez. Hayatta muvaffakiyetin sırrı intizamdır, üstün karakterdir.” “Ayak takımı baş olunca, fazilet sahipleri aşağıdan aşağı kalır.” “Taşı ateş yakar. Taş sert, ateş yumuşaktır. Su taşı deler. Taş katı, su mülayimdir. Kireç taştır, su sudur. Fakat su onu eritir. Sen de yumuşak ol. Sertler geç de olsa önünde diz çöker. Sen iyilik yap. Zaman geçse bile, kötü düşünenler sana karşı mahcup olur.” “Hayasızlığın, edebsizliğin geldiği yerde bela çok olur. Şerir tiplerin hepsi hayasızdır. Onun bunun nâmusu ile oynayanlar, edebden mahrum kimselerdir. Her işte edebli, terbiyeli olmak lâzımdır. Hâyâsızın bir an yıldızı parlasa da aldanma, kâğıt alevine benzer. Külünden bile fayda olmaz. Gittiğin, gezdiğin her yerden bir şeyler öğren. Bu öğrendiklerinden ayrıca faydalan. Gördüklerinden, ahlâkında,
rükûnda bulunan hastalıklara ilaç yap.” “Kötülüğü sevme, yapsan da sevme. Sevmeden kötülüğe düşen, bir gün çıkar. Gün olur ki kurtulur. Severek, hoşuna gide gide, keyf ede ede yapan kurtulamaz. Battıkça batar.” “Hak yoluna yardım, bir şereftir. Şerefli insanlar doğruya yardım ederler. Boş, batıl işlerle oyalanmazlar. Bilirler ki sonu yoktur.” “İnsanların en temizi, dünya malı ile fazla meşgul olmayandır. Malı, mülkü kendini Allah’a ibadetten alıkoymayandır.” “İnsanların en cömerdi istenilmeden veren, en asili de, intikama muktedir iken affedendir.” “İnsanların en kötüsü, iyiliği kötülükle karşılayan, insanların en iyisi, kötülüğe karşı iyilik yapandır.” “Dünyaya geldiğin zaman, sen ağlarken çevredekiler gülüyordu. Öyle bir hayat sür ki, öldüğün zaman çevredekiler ağlarken, sen gülümseyerek âhirete gidesin.” “Bir kul Allah yolunu se-
çerse, ilk önce kalbinde Allah sevgisi peydah olur. Kanaatkâr olur. Anlayışlı olur. Gönlü, gözü tok olur. İrfan sahibi olur. Bilginin çözemediği hikmetleri sezer. Böylece doğru yolu bulur, doğruluğuna inandığı yoldan onu kimse çeviremez, eli darda olsa azla yetinir. Çünkü iffet sahibi olmuştur. Namus perdesine bürünmüştür. Bir kimse Allah’a inanmazsa, gözlerini hırs perdesi kaplar. Dünyayı emri altına almak ister. Yalnız dünyayı görür. Yalnız dünya malını bilir. Bu haliyle mânen insanlıktan çıkar. Vahşi olur. Fesat küpüne biner. Şer yüklenir. İnsanlara zahmet verir. Hakiki vicdan, hikmet ve irfan sahiplerini üzer.” “Çoğu zaman şeref şöhret uğruna feda edilir. Aklı olan şöhreti atar. Şerefini koru.” “Göz yaşlarını tevbe ile akıt. Tevbesiz ağlamak boştur. Günahlarını itiraf et ağla. En hayırlı göz yaşı, hatadan dolayı akan yaştır.” “Kitapsız din olmayacağı gibi, kitapsız medeniyet de olmaz. Kur’an bugünkü ve yarınki medeniyetin de kitabıdır.” EYLÜL 2013 / 302
23
Hizmet Adabı
Nureddin SOYAK
Kıssadan Hisse
R
abbimiz:
“Bunlar apaçık Kitab’ın ayetleridir.” (Kasas,1-2) buyurarak haber verdiği önceki ümmetlerin kıssalarına, müşriklerin “öncekilerin masalları” demelerine de bir cevap veriyor. “İman eden bir kavım için Mûsâ ile Firavun’un haberlerinden bir kısmını sana gerçek olarak anlatacağız..” (Kasas, 3) Bu kıssalar, iman edenler için anlatılmakta, bunlardan kedilerine hisse çıkarmaları istenmektedir. İnkârcılardan, akıl sahipleri de yola gelmekte, inatçılarsa azgınlıkları içerisin de daha da azmaktadır. “Şüphe yok ki, Firavun yeryüzünde büyüklük taslamış ve ora halkını sınıflara ayırmıştı. Onlardan bir kesimi eziyor, oğullarını boğazlıyor, kadınlarını ise sağ bırakıyordu. Şüphesiz o, bozgunculardandı.” (Kasas, 4) Yeryüzünde büyüklük tas-
24
DERGiSi
lamak, insanları herhangi bir şekilde sınıflara ayırmak, onlardan bir kısmına zulmetmek, Rabbimizin gazabını celbetmektedir. Âdem aleyhisselamdan beri, Firavunlar olmuştur, olmaya da devam edecektir. Rasullerin mübarek yolunu takip edenler, Rasullerin mücadelesi gibi, Firavunlarla mücadele etmelidirler. Bu mücadele terk edildiği zaman, yeryüzü fesada uğrar, bunun sorumluları ise Allah yolunda, Allah rızası için, mücadeleyi terk eden mü’minlerdir. “Biz ise, istiyorduk ki yeryüzünde ezilmekte olanlara lütufta bulunalım, onları önderler yapalım ve onları varisler kılalım..” (Kasas, 5) Ezilenler, horlananlar, inançlarından dolayı hakarete uğrayanlar korkmayın. Rabbimiz ezilenlere lutufta bulunmak istiyor. Önderler yapmak istiyor. Öyleyse üzülmeyin, ümitsizliğe düşmeyin, Eğer sabırla, ihlâs ve samimiyetle, mücadaleye devam ederseniz, Rabbimiz sizleri zalimlere mirasçısı yapacak.
Onların yıllarca üzerine kuruldukları, mülk ve saltanatlarını size devredecek. Bu mücadelede canlar, mallar, evlatlar telef olabilir. Sakın ola ki “bu nasıl varis olma?” demeyin. Rabbimizin vadinden döndüğünü zannetmeyin. Bu mücahede sonunda, bir kısmınız şehid olup cennete giderken, Bir kısmınız da, zalimlere mirasçı olacaktır. Adetullah böyle tecelli etmektedir. Rabbimiz İsrailoğulları’nı Firavunun zulmünden kurtardığı gibi, Onların saltanatlarına ve servetlerine miraçı kılmıştır. “Yeryüzünde onları kudret sahibi kılalım ve onların eliyle Firavun’a, Hâmân’a ve ordularına, çekine geldikleri şeyleri gösterelim..” (Kasas, 6) Rabbimiz, mazlumların hamisidir. Mazlumlar Rablerine yönelir, ona tevekkül eder, üzerine düşen sorumlulukları gücünün yettiğince yerine getirirlerse, Rabbimizin rızasını celbetmiş olurlar. Rabbimiz de onların eliyle, zalimlere haddini bildirir. Tarihe ve günümüze baktığımız-
da bunun sayısız örneklerine şahit olmaktayız. Mü’minlere haddini bildirmeye kalkışanlara, Rabbimiz mü’minler eliyle haddini bidirmiştir ve bildirmektedir. Yeter ki, mü’minler Allah davasında, sabitkadem olabilsinler. İhlâs ve samimiyetlerini bozmasınlar. Rabbimiz, Musa’nın annesine, korkmadan üzülmeden onu Nil’e bırakmasını ve onu tekrar kendisine döndüreceğini ilham etmişti. “Nihayet Firavun ailesi kendilerine düşman ve üzüntü kaynağı olacak olan o çocuğu bulup aldı. Şüphesiz Firavun, (veziri) Hâmân ve onların askerleri hata yapıyorlardı..” (Kasas, 8) Rabbimiz, yüzlerce masum erkek çocuğunu katleden Firavun, Haman ve askerlerinin basiretini köreltti, sonradan gelenlere ilahi adaletini ve yüce kudretini gösterdi. Sonlarının hazırlanmasına vesile olacak yavrucak Musa’yı bağırlarına bastılar. Saraylarında büyüttüler. “Firavun’un karısı şöyle dedi: “Bana da, sana da göz aydınlığı (bir çocuk)! Sakın onu öldürmeyin. Belki bize faydası dokunur, ya da onu evlat ediniriz.” Oysaki onlar (olacak şeylerin) farkında değillerdi.” (Kasas, 9)
Onların tuzakları, hileleri varsa, Rabbimizinki onlardan daha kuvvetlidir. Onlar mü’minlere tuzak kurarken Rabbimiz de onlara tuzak kuruyordu. Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz; “Kalpler, Rahman’ın iki parmağı arasındadır. Onları istediği gibi çevirir.” buyurmaktadır. R a b b i m i z , İsrailoğulları’nın “Oğullarını boğazlayıp, kadınlarını sağ bırakan” Firavunun kalbi çevirdi de yüzlerce masum yavrucağı katleden Firvun, Musa aleyhisselamı öldürmedi. Musa aleyhisselam, kavga etmekte olan iki kişinin arasını ayırırken istemeyerek birsinin ölümüne sebep oldu. Bundan dolayı Rabbinden af diledi. Rabbi de onu bağışladı. “Rabbim! Bana verdiğin nimetle asla suçlulara arka çıkmayacağım” dedi.” (Kasas, 17) Rabbimiz bizlere sayamayacağımız kadar nimetler ihsan etmiştir. Mümin bu nimetleri, Rabbine isyanda değil, itaatte kullanmalıdır. Onun rızası uğrunda kullanılmayan nimetler, külfete dönüşürde dünya ve ahirette insanın başının belası olur. Musa aleyhisselam zalim
kavimden kurtarması dileğiyle, Rabbine dua ederek şehri terk etti. “Medyen’e doğru yöneldiğinde, ‘Umarım Rabbim beni doğru yola iletir’ dedi.” (Kasas, 22) Musa aleyhisselam, Medyende Şuayib aleyhisselamın kızıyla evlenip dönerken, risalet vazifesi ile görevlendirildi. “Mûsâ, ateşin yanına gelince, o mübarek yerdeki vadinin sağ tarafındaki ağaçtan şöyle seslenildi: “Ey Mûsâ! Şüphesiz ben, evet, ben âlemlerin Rabbi olan Allah’ım.” (Kasas,30) Musa aleyhisselam, Rabbinden kardeşi Harun’u kendine yardımcı vermesini istedi. “Kardeşim Hârûn’un dili benimkinden daha düzgündür. Onu da benimle birlikte, beni doğrulayan bir yardımcı olarak gönder. Çünkü ben, onların beni yalanlamalarından korkuyorum.” (Kasas, 34) Rabbimiz Rasullerini kendisi seçmiştir. İnsanlardan Allah yolunun samimi davetçisi olmak isteyenleri de Rabbimiz kabul eder ve onları tebliğ vazifesinde olgunlaştırır. Tebliğcilerin dilinin düzgün, güzel sözlü insanlar olması tebliğin, selameti açısından önemlidir. EYLÜL 2013 / 302
25
Allah yolunun davetçileri, İster Rasuller isterse onun yolunun takipçileri olsun zaman zaman bazı korkulara kapılabilirler. Mü’minler Rablerinin kendileri ile olduğunu hatırlayıp derhal bu korkularından kurtulmaları gerekir. “Allah, “Seni kardeşinle destekleyeceğiz ve size bir iktidar vereceğiz de âyetlerimiz sayesinde size (kötü bir amaçla) ulaşamayacaklar. Siz ve size uyanlar, galip gelecek olanlardır” dedi.” (Kasas, 35) Rabbimizin vaadi er veya geç gerçekleşir. “O ve askerleri yeryüzünde haksız yere büyüklük tasladılar ve gerçekten bize döndürülmeyeceklerini sandılar. Biz de onu ve askerlerini yakaladık ve onları denize attık (Orada boğuldular). Zalimlerin sonunun nasıl olduğuna bak!” (Kasas,39,40)
hattır.” “Allahu teala zalime biraz fırsat tanır, amma bir de yakaladı mı artık paçayı kurtaramaz.” buyurmaktadır. “Bu dünyada onları lânete uğrattık. Kıyamet gününde de onlar iğrenç kılınmış kimselerden olacaklardır.” (Kasas, 42) “Bil ki onlar sadece kendi nefislerinin arzularına uymaktadırlar. Kim, Allah’tan bir yol gösterme olmaksızın kendi nefsinin arzusuna uyandan daha sapıktır.” (Kasas, 50) Samimi hizmet eri, asla ve asla nefsinin arzusuna uymaz, uyduysa da derhal tevbe eder. Ömrü, nefsin azuları peşinde tüketmek en büyük sapıklıktır.
Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz:
“İşte onların, sabredip kötülüğü iyilikle savmaları ve kendilerine rızık olarak verdiklerimizden Allah yolunda harcamaları karşılığında, mükâfatları kendilerine iki kez verilecektir. Boş sözü işittikleri vakit ondan yüz çevirirler ve, “Bizim işlerimiz bize, sizin işleriniz de size. Selâm olsun size (bizden size zarar gelmez). Biz cahilleri istemeyiz” derler. (Kasas, 54-55)
“Zalim sultanın yanında gerçeği söylemek en büyük ci-
Hizmet eri, sabırlı olacak, kötülüğü iyilikle savacak, rız-
Rabbimiz bu ve pek çok kıssada zalimlerin hem dünyada hem de ahirette feci akıbetlerini haber vermiştir. Mü’minler kendileri zulümden kaçındıkları gibi, güçleri nisbetinde zulme mani olmaya çalışmak zorundadırlar.
26
DERGiSi
kından bir kısmını Allah yolunda harcayacak, boş sözlerden yüz çevirecek ve cahillerden uzak duracak. “Şüphesiz sen sevdiğin kimseyi doğru yola iletemezsin. Fakat Allah, dilediği kimseyi doğru yola eriştirir. O, doğru yola gelecekleri daha iyi bilir. (Kasas, 56) Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz ölmek üzere olan amcası Ebu Talip’e İslamı telkin etmiş, ancak amcası kabul etmemiş, bundan dolayı son derece üzülen efendimizi teselli etmek üzere bu ayet inmiştir. Davetçiyi, hizmet ehlini, en rahatsız eden hususlardan biri de, en yakınlarının ana, baba, kardeş, eş, çocuk ve akrabalarının davete icabet etmeyişi veya hizmetlere omuz vermeyişidir. Bir de omuz omuza mücadele ediyor görünüp, münafıklık edenlerdir. Buna Rasullerin ve diğer salih kimselerin hayatlarında rastlanmaktadır. Âdem, Yakub ve Nuh aleyhisselamın çocukları, İbrahim aleyhisselamın babası, Lut aleyhisselamın eşi, İsa aleyhisselamın havarileri, Rasulullah sallalahu aleyhisselam efendimizin amcaları ve vahiy kâtibi bunlara örnektir. Yakınlarına karşı tebliğ vazifesi yerine getirdikten sonra kimseye bir sorumluluk yoktur. Ama gönülde, yakınları sev-
dikleri ile beraber Allah yolunda koşuşturmak ister, münafıklarla değil, mü’minlerle omuz omuza mücahede etmek ister. Hiç beklemediği kimselerden münafıkane davranışlar görmesi safiyetini zedeleyebileceği gibi, hizmet heyecanını da törpüleyebilir. Peygamber kıssalarından haberdar olan, Havarilerin ve vahiy kâtiplerinin bile döküldüğünü bilen mü’min, safiyetine ve heyecanına sahip olmalıdır. Fakat Rabbimiz doğru yola gelecekleri daha iyi bilir. Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem efendimizin vahiy katibi hakkında, İbnu Abbas; “Nahl suresi (106 ve 110) ayette kasdedilen Abdullah İbnu Ebi Sarh’tır. Şeytan onu şaşırttı. Kafirlere katılmasına sebep oldu.” der (Nesei) Rabbimiz ayaklarımızı kaydırmasın, kalbimizi dini üzere sabit kılsın. Yolunda hizmetten bizleri alıkoymasın. “Biz nimetler içinde şımaran nice memleket halkını helâk etmişizdir.” (Kasas, 58) “Size verilen her şey, dünya hayatının geçimliği ve süsüdür. Allah’ın katındaki ise daha hayırlı ve daha kalıcıdır. Hâlâ aklınızı kullanmıyor musunuz?” (Kasas, 60) Hizmet eri, dünya nimetlerin geçici bir emanet olduğunu
bilir, onlarla şımarmaz, onlarla oynamaya dalmaz, bunlardan daha hayırlısının ahiret nimeti oluğunu bilerek, hesabını ona göre yapar. Hizmet eri karnından pazarlıklı olmaz. İçi dışı bir olur, güvenilir olur. Dünyacı olmaz. Rabbinin her şeyi bildiğini unutmayarak hizmetlere koşuşturur. “Rabbin, onların sinelerinin gizlediğini de açığa vurduklarını da bilir.” (Kasas, 69) Karun, Musa aleyhisselamın kavminden ve akrabalarından olmasına rağmen, hırs ve kıskançlığı yüzünden ona karşı çıkmıştır. Rivayetlere göre İsrail oğulları arasında dini malumatı en fazla olan kişi olmasına rağmen, inatçılığı, gurur ve kibiri yüzünden helak olup gitmiştir. Rabbinin ahlakıyla ahlaklanmayanları, ne Peygamberin akrabası olması, ne bilgisi, ne de malı kurtaramıyormuş. “Şüphesiz Kârûn, Mûsâ’nın kavmindendi. Onlara karşı azgınlık etti. Biz ona, anahtarlarını (bile taşımak) güçlü bir topluluğa ağır gelecek hazineler verdik. Hani, kavmi kendisine şöyle demişti: “Böbürlenme! Çünkü Allah, böbürlenip şımaranları sevmez.” (Kasas,76)
“Kârûn, “Bunlar bana bendeki bilgi ve beceriden dolayı verilmiştir” dedi. (Kasas, 78) Nimetleri Rabbinden değil de, kendinden bilmek büyük bir nankörlüktür. “Daha dün onun yerinde olmayı arzu edenler, “Vay! Demek ki Allah, kullarından dilediği kimselere rızkı bol verir ve (dilediğine) kısarmış. Allah, bize lütfetmiş olmasaydı, bizi de yerin dibine geçirirdi. Demek ki kâfirler iflah olmayacak” demeye başladılar. (Kasas, 82) Rabbinin taksimine razı olda, dünya nimetlerine ve dünya saltanatına sahip olanların yerinde olmaya kalkışma. Hayırlısını iste, hırsa kapılma, haset ve kıskançlık etme. Rabbimiz “Kendilerini sınamak için dünya hayatının süsü olarak verdiğimiz şeylere gözünü dikme” buyurmaktadır. “Allah’ın âyetleri sana indirildikten sonra, sakın seni onlardan çevirmesinler. Rabbine çağır ve sakın Allah’a ortak koşanlardan olma!” (Kasas, 87) Rasullerin kıssaları, daha sonra gelecek ümmetler ibret alsınlar ve kendilerine ders çıkarsınlar diye, Rabbimizin bir lutfudur. EYLÜL 2013 / 302
27
Kur’an İklimi
Selim Armağan
selim.armagan@ilkadimdergisi.net
“Yüzlerinizi doğuya ve batıya çevirmeniz iyilik değildir. Fakat iyilik(Birr) Allah’a, ahiret gününe, meleklere, kitaba ve peygamberlere iman etmek,…” (Bakara, 177)
Takva Sahiplerinin İmanı
B
u ayeti kerimenin giriş bölümünün izahında takvanın sadece gönül işi olmadığını kişinin ahlak ve adabını kuşatan bir yaşam biçimi olduğunu örnekleriyle sunmuştuk. Devam eden kelime-i tayyibeleri de bizi takva sahiplerinin imanlarının izlerini takip etmemiz için görünür hale getiriyor.
v.s. diyen kişiler varsa onlarda şu sorunun cevabını içlerinde mutlaka bulmalılar. “Madem Yahudi ve Hıristiyanlarla aynı inançtayız da Allah cc neden Hz. Muhammed s.a.v.’i gönderdi ve neden onların iman ve amellerini Kuranda uzun uzun tenkit etti? “Âlemlere rahmet” gönderdiği son elçisini onlarla cihad ettirdi.
Bu peygamber meşrepli mübarek insanların görünür en büyük özellikleri Allah’a şirksiz imanlarıdır. Zira Allah katında iman dünya ve içindekilerden daha kıymetlidir. Bu nedenle sadece kelime-i tevhidi söylemiş başka bir şey yapmamış ibadetsiz bir mümin dahi Allah’a inanmayan ama insanlık için çok büyük ve yararlı şeyler icat etmiş kişilerle asla kıyaslanamaz. Onlar cennet ve cehennem gibidir. Etrafımızda “neden onlarda cennete gitmesin? Yahudiler ve Hıristiyanlar da Allah’a ve ahiret gününe inanıyorlar.”
Hz. Mevlana’nın mesnevisinden okuyorum, Onun evrensel çağrısını tekrarlıyorum. “Kim olursan ol bin kere tövbe etmiş tövbeni bozmuş olsan da gel bu dergâh ümitsizlik dergâhı değildir” diyen kişi, Mevlana’nın iman ettiği Allah’a ve iman esaslarına peygamber s.a.v. gibi iman etmiyor, İslam’ın kabul etmediği şeyleri tasavvuf, hümanistlik vs. adı altında insanlara sunuyor, biz ilahi aşkla coşuyoruz. Bütün insanlar aynı annenin ve babanın çocuklarıdır. vs. diyerek evrensel birliğe inandıklarını, inanç-
28
DERGiSi
ların hepsinin hak olduğuna ve saygı değer olduğuna inandığını söyleyenler. İmanın hakikatini de anlamamış, Peygamberi de anlamamıştır. Bu gibi kimseler dini önder de olamaz, takvada önder ebrar da olamazlar. Yüce Rabbimizin Kur’an’da kendini tanımladığı yüzlerce ayetine rağmen Onun ilmini, kudretini, kaderi ve diğer esma ve sıfatını kendince sınırlayan ve sorgulayanlar da ebrar olamaz. Onların bu halleri de muttakilerin ve iyilerin hali değildir. Rabbimizin Kur’an-ı Kerim’de “Biz ona Kur’an’ın açıklamasını verdik” dediği Hz Muhammed s.a.v’e iman nedir? Diye sorulur O da; “İman; Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Kadere yani hayır ve şerrin Allah’tan olduğuna da inanmandır.” Diye altı temel sayar. Bugün Kur’an’ı okuduğunu iddia eden kişiler sanki Kur’an kendilerine
vahiy edilmiş ve açıklamaları da kendilerine verilmiş gibi ilmin edebini takınmadan peygamber s.a.v.den daha iyi biliyormuşçasına utanmadan Allah hakkında hâşâ şunları bilir, şunları bilemez ya da bilmez diyebilenler en azından Allah’ karşı saygısız ve terbiyesiz kişilerdir. Söyledikleri ve yaptıkları ile Müslümanların kafasını karıştırmaktan başka iş yapmayan Allah’ın emrinin bu dünyada nasıl uygulanması gerektiğine kafa yormayan mesai harcamayan, Allah’ın insanlığın huzuru için koyduğu haramları toplumumuzdan dışlamak için gayret göstermeyen, fuhşun, faizin, uyuşturucunun, cinayetlerin, yalanın, iftiranın, haksız kazancın… Önlenmesi için gayret göstermeyen; zekâtın yerine verilmesi, açların doyurulması, borçluların kurtarılması, yetimin başının okşanması, mazlumun gözyaşının dindirilmesi, ilim ve irfanın yayılması, ibadetlerin huşu içinde yapılması, kardeşliğin tesisi için say-u gayret etmeyenler de bilgi sahibi olsalar dahi Müslümanların takva önderleri olamazlar. Zira bencil ve edepsizden ahlak hocası olmaz. Takva önderinin Ahiret gününe imanı da tamdır. Onlar, Cennetin ve Cehennemin şu an yaratılmış olduğuna ve ebediliğine, ahirette şefaatin olduğuna da Kur’an’da anlatıldığı gibi
iman ederler. Kişisel hevesleriyle hareket ederek Allah’ın Cennetteki ikramını ve ihsanını sorgulayıp “Huri yok” ya da “ben Cennete gidersem Huri istemem, Cennetten de hevesimizi alırız. Bir zaman sonra yok olması gerekir. Cehennemin ebedi olması haksızlıktır. Bir zaman sonra o da yok olacaktır.” diyenler de Muttakilere önderlik edemezler. Zira onlar Allah’ın genelde bütün varlık âlemi özelde de kendileri için takdir ettiklerine rıza göstermiş kimselerdir. Peygamberimiz dâhil peygamberden hiçbiri Cennet ve nimetlerine karşı bir tavır takınmamıştır. Hepsi de Allah’ın rızasını ve Cenneti talep etmişlerdir. Takva önderinin meleklere imanı da kilise duvarlarında temsil edilen kuş gibi kanatlı bebekler gibi çıplak ikonlara benzemez. Müslümanın inandığı melekler ; “ … İman edenler için istiğfar ederler: “Ey Rabbimiz! Rahmetin ve ilmin her şeyi kuşatmıştır. Tevbe edip senin yoluna uyanları bağışla, onları cehennem azabından koru. Ey Rabbimiz! Hem onları, hem onların anne ve babalarından, eşlerinden ve zürriyetlerinden iyi olanları kendilerine vaat ettiğin Adn cennetlerine koy. Şüphesiz sen çok güçlü, hüküm ve hikmet sahibisin.” (Mü’min, 7-8) derler. O melekler Allah katında
mükerrem varlıklardır. Allah’a asla isyan etmezler. Hep onun emrine itaat ederler. Dolayısı ile onların “kara meleği beyaz meleği” yoktur. Onlar maneviyat deryasının nurlarıdır. Melekleri şu ya da bu şekilde küçümseyen hakaret eden ya da alaya alanda muttaki ve mümin olamaz. “Kim Allah’a Meleklerine, peygamberlerine, Cebrail’e ve Mikail’e düşman olursa bilsin ki Allah da kâfirlerin düşmanıdır.” ( Bakara:98) Muttakiler Allah’ın kitaplarına ve peygamberlerine sayısız iman ederler. Allah her kimi gönderdi ise hepsine iman ederler. Her kime ne vahiy etti ise tamamına inanırlar. Allah’ın kitapları ile peygamberlerinin arasını ayırmaya çalışmazlar. Allah’ın kitabını peygamberinden daha iyi anladıkları ideasında olmazlar. Peygamber s.a.v. in açıklamalarını bir kenara iterek kendi anlayışlarını din diye halka sunmazlar. Peygambersiz bir din oluşturmaya çalışmazlar. “Hz Peygamber s.a.v’e inanmasan da cennetlik mü’min olabilirsin.” demezler. Kader, kabir azabı, cennet, cehennem, sırat, huri, gılman, zebani gibi gayb âlemine ait kuranda ve hadisi şeriflerde ne anlatılmışsa öylece iman ederler. O muttakiler mütevazı insanlardır. Hadlerini bilirler ve yüce yaratana tevazu ile boyun bükerler. EYLÜL 2013 / 302
29
Hadis İklimi Ahmet Ağmanvermez
a.agmanvermez@ilkadimdergisi.net
“Ey Aişe! Onun (bulutun) içerisinde azabın olmayacağından emin olunmaz. Rüzgâr ile azap edilen kavmin (Ad kavmi) azabı ki, onlar azabı gördüklerinde “işte bize yağmur yağdıran bulut dediler.” (Buhari; Fethu’l Bari 10/199)
Hazreti Hûd -aleyhisselam-’ın Kavmi Ad’ın Helak Sebebleri ve İbretler
H
z. Hud, Kur’ân-ı Kerim’de kıssası geçen, Âd kavmine gönderilen peygamberdir. Ad kavmi, Hz. Nuh (AS)’ın oğlu Sam’ın torunlarındandır. Hz.Hud kıssası, A’raf, Hûd, Şuarâ ve Ahkâf sûrelerinde geçmektedir. Âd kavmi, Hz Nûh tûfanından sonra putperestliğe dönen, Arabistan yarımadasına ilk yerleşen kavimlerdendir. Hadramevt’e ve Yemen’e kadar uzanan yurtlarda oturan bu kavim, otu, suyu ve çeşitli nimetleri bol olan bir yerde yaşıyorlardı. Bu bölgeye İrem deniliyordu. İrem Bağları ismiyle de meşhurdu. Yerin üzerinden akan ırmakları, bağları, bahçeleri, sürü-sürü davarları, yeraltında da, su depoları ve köşkleri vardı. Başkalarına nazaran onlara boy pos, güç ve kuvvet verilmişti. Hz Hûd (a.s) kavmini bir ve tek olan Allah’a iman ve ibadete, insanlara zulmetmekten vazgeçmeğe davet etti ise de, reddedildi. Bunun üzerine, Allahu Teâlâ onlardan üç yıl yağmuru kesti. İman edip ıslah olma yerine azgınlaştılar. Allah, yağmur zan30
DERGiSi
nettikleri bulutla gelen bir kasırga ile onları helâk etti.
rüyoruz ve biz seni yalancılardan sanıyoruz’’ (A’râf, 66).
Ad kavmi helâk olunca Hz. Hûd kendisine inananlar ile beraber Mekke’ye gelmiş ve vefat edinceye kadar orada kalmıştır. Hz.Nuh, Hz.Salih ve Hz. Şuayb’ın kabirlerinin de Kabe de, zemzem ile Makam-ı İbrahim arasında olduğu ile ilgili rivayetler de mevcuttur.(Kıssalar Hisseler, Zeki Soyak, sh.137)
b- Atalar dinine bağlılık, taassup, taklit: “Dediler ki: demek sen, tek Allah’a kulluk edelim ve atalarımızın taptıklarını bırakalım diye mi bize geldin” (A’râf, 70).
Âd kavminin, Hz. Hûd’a karşı çıkarken ileri sürdükleri itirazlar, diğer Peygamberlere karşı ileri sürülenlerin aynısıdır. Hatta günümüz kâfirlerinin de itirazları da aynı türdendir. İtirazda baş çekenler ise kavmin ileri gelenleridir. İtirazın temelinde ise, çıkarlarının zarar görmesidir. Hz. Hûd’a yaptıkları itirazlarını şu maddelerde özetlemek mümkündür: a- Hz. Hûd’u beyinsizlik ve sapıklıkla itham ederek küçümsemeleri: “Kavminden ileri gelen inkârcılar dediler ki; biz seni bir beyinsizlik içinde gö-
c- Kendilerinin güçlü kuvvetli olduklarını söyleyip Hz. Hûd tarafından gelebilecek bir zararın olamıyacağını ileri sürmeleri: “Ad kavmi, yeryüzünde haksız olarak büyüklük tasladılar ve; bizden daha kuvvetli kim var? dediler” (Fussilet, 15). d- Âhireti inkâr etmeleri ve hayatın sadece dünya hayatından ibaret olduğunu ileri sürmeleri: “Ne ise hep bu dünya hayatımızdır; ölürüz ve yaşarız (bir kısmımız ölürken bir kısmımız doğar). Biz öldükten sonra diriltecek değiliz” (Mü’minûn, 37). Onların bu itiraz ve tavırlarına karşı Hz. Hûd şöyle dedi: “Ey kavmim, Allah’a kulluk edin, O’ndan başka ilahınız
yoktur. Siz (putları Allah’a ortak koşmakla )sadece iftira ediyorsunuz. Ey kavmim, ben sizden bunun için bir ücret istemiyorum. Benim ücretim beni yaratana aittir. Aklınızı kullanmıyor musunuz? Ey kavmim Rabbinizden mağfiret dileyin, sonra O’na tevbe edin (O’na yönelin) ki gökten üzerinize bol bol rahmet göndersin, kuvvetinize kuvvet katsın, Suç işleyerek (Allah’tan) yüz çevirmeyin” (Hûd, 50-52). Ad kavmi “yüksek yerlere anıtlar inşa etmekte” ve “ölümsüz kılınmak umuduyla sanat yapıları edinmekte” olan bir kavimdi. Hz. Hud’a düşmanlık eden ve Allah’a başkaldıran kavim gerçekten de yıkıma uğradı. Korkunç bir kum fırtınası Ad’ı “sanki hiç yaşamamışçasına” yok etti. Yıkıntılar ilk olarak ortaya çıkarıldığı andan itibaren bu yıkık şehrin Kur’an’da bahsedilen Ad Kavmi ve İrem’in sütunları olduğu anlaşılmıştı. Zira kazılarda ortaya çıkartılan yapılar arasında Kur’an’da varlığına dikkat çekilen uzun sütunlar yer alıyordu. Kuran’da İrem’den şöyle söz ediliyordu: “Nitekim Hz. Hud Ad Kavmi’ni uyarırken onlara şöyle demişti: ‘Siz her yüksekçe yere bir anıt inşa edip (yararsız bir şeyle) oyalanıp eğleniyor musunuz? Ölümsüz kılınmak umuduyla sanat yapıları mı ediniyorsunuz?” (Şuara, 128-129) “Rabbinin Ad (kavmin)e ne yaptığını görmedin mi? Yüksek sütunlar sahibi İrem’e? Ki şehirler içinde onun bir benzeri yaratılmış değildi.” (Fecr Suresi, 6-8)
Ad Kavmi’nin yaşadığı bölge kum tepeleri ile doluydu. Verimli topraklar üzerinde tarım yaparak yaşayan ve kendisine barajlar ve su kanalları yapan Ad Kavmi’ne “insanları içi boş hurma kütükleri gibi söküp atan” kum fırtınasıyla beraber gelen helak tüm kavmi kısa sürede yok etti. Kavmin tüm verimli ekili tarlaları su kanalları barajları kumlarla kaplandı. Tüm şehir ve içindekiler diri diri kuma gömüldüler. Kavim helak edildikten sonra da zamanla genişleyen çöl bu kavimden hiçbir iz bırakmayacak şekilde üzerlerini örtmüştür. Kur’an’da Ad Kavmi’nin helak edilme şeklinin “kulakları patlatan bir kasırga” vasıtasıyla gerçekleştirildiği söylenmektedir. Ayetlerde bu kasırganın yedi gece ve sekiz gün sürdüğünden ve Ad Kavmi insanlarını tümden yok ettiğinden de bahsedilir: “Ad (halkın)a gelince; onlar da, uğultu yüklü, azgın bir kasırga ile helak edildiler. (Allah) Onu, yedi gece ve sekiz gün, aralık vermeksizin üzerlerine musallat etti. Öyle ki, o kavmin, orada sanki içi kof hurma kütükleriymiş gibi çarpılıp yere yıkıldığını görürsün. Şimdi onlardan hiç arta kalan (bir şey) görüyor musun?” (Hakka, 6-8) Daha önceden uyarılmış olan kavim hiçbir uyarıya kulak asmamış ve elçisini sürekli yalanlamıştı. Hatta öylesine bir gaflet içindeydiler ki helakın kendilerine gelmekte olduğunu gördüklerinde bile bunu kavrayamamış ve inkâra devam etmişlerdi:
“Derken onu (azabı) vadilerine doğru yönelerek gelen bir bulut şeklinde gördükleri zaman: “Bu bize yağmur yağdıracak bir buluttur” dediler. Hayır, o kendisi için acele ettiğiniz şeydir. Bir rüzgâr; onda acı bir azap vardır.” (Ahkaf 24) Bir (kum fırtınasının) ilk işareti kuvvetli rüzgârla savrulan ve yükselmekte olan akımlarla yüzlerce metre yükseğe çıkan kumla dolu bir buluttur. Çıkan bir fırtına neticesinde 12 metre kumun altına gömülmüştür. Kur’an’da Ad Kavmi’nin yerini belirtmek için “ahkaf” kelimesi kullanılır. Ahkaf, Arapça’da “kum tepeleri” demektir. Sonuç olarak tarihi ve arkeolojik bulgular Kuran’da bahsi geçen Ad Kavmi’nin ve İrem şehrinin varlığını ve Kur’an’da anlatıldığı biçimde helak olduklarını ispatlamaktadır. Yapılan araştırmalarla bu kavmin kalıntıları 12 metre kumun içinden çıkarılmıştır. İnsana düşen, kumların içine gömülmüş olan bu kalıntılara bakarak hayatımızı değiştirecek dersler çıkarmak ve ibret almaktır. Allah Kur’an’da Ad Kavmi’nin kibirlenme nedeniyle doğru yoldan saptığını bildirir. İşte insana düşen bu değişmez gerçeği her zaman görmek en büyük ve en üstün olanın her zaman için Allah olduğunu ve sadece O’na kulluk etmekle kurtuluşa erişilebileceğini bilmektir. Her zaman ve her mekânda Allah’a ve Resulüne inanan ve onların yolundan giden mü’minler, başta sıkıntı çekseler de sonuçta kazananlar onlar olmuştur. EYLÜL 2013 / 302
31
Mehmet Şentürk
mehmet.senturk@ilkadimdergisi.net
TEVESSÜL
T
evessül, vesileye başvurmak, Allah’a yaklaşmak için bir sebep veya bir imkân aramak demektir. Aracı kılınanın amel veya şahıs olması bakımından ikiye ayrılır: a) Amel ile tevessül: Bir kimse, iyi bir amelini ortaya koyarak, bunu aracı kılarak Allah Teâlâ’dan dilekte bulunabilir. “Ey imân edenler! Allah’tan sakının, O’na ulaşmaya yol (vesile) arayın, yolunda cihad edin ki kurtulasınız...” (el-Mâide: 5/35) ayetinin şahıs ile tevessül manasında ihtilâf edilmiş olmakla beraber, amel ile tevessül mâna ve hükmünde ittifak edilmiştir. Bu nevi tevessülün Sünnet’te de delil ve örnekleri vardır. Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in anlattığına göre üç kişinin sığındığı bir mağaranın ağzını büyük bir kaya kapatmıştı. Her biri en iyi amelini vesile kılarak Allah’a duâ etmeye karar verdiler. Birincisi ana ve babasına itâati, ikincisi Allah korkusu ve iffeti, üçüncüsü kul hakkına riâyeti ile alâkalı en seçkin amellerini vesile kılarak yalvardılar ve Allah tarafından kayanın, mağara ağzından çekilmesi ile kurtuldular. b) Şahıs ile tevessül: Araya, Allah’ın sevdiği bilinen veya sanılan bir kulu konularak yapılan tevessül üç çeşittir: 1-) Şefâat mânasında tevessüldür; yâni araya konan şahıs, isteyen nâmına duâ eder, talepte bulunur. Hz. Ömer (r.a.), Peygamberimiz (s.a.v.)’in amcası Abbas ile tevessül ederek: “Ya Rabbi, kuraklık içinde kalınca Peygamberimiz ile sana tevessül ederdik, bize yağmur verirdin; şimdi de O’nun amcası ile tevessül ediyo32
FIKIH
DERGiSi
ruz, bizi suya kavuştur” derdi ve yağmur yağardı. Burada tevessül Hz. Abbas’ın onlar için duâ etmesi, onların da bu duâya katılmaları şeklinde olmaktadır. Bu sağlam rivâyetler sebebiyle mezkûr tevessül, ulemânın ekseriyetince benimsenmiştir. 2-) Vesile kılınan şahsın, Allah katındaki değerine dayanarak tevessüldür. Eğer bu şahıs Rasulullah (s.a.v.) ise ekseriyet bunu da caiz görmüştür. Birisi Peygamberimiz (s.a.v.)’e gelerek “Ya Rasûlallah! Gözlerim kapandı, benim için Allah’a duâ buyur” dedi. Peygamberimiz (s.a.v.) de şöyle buyurdu: “Abdest al, iki rek’at namaz kıl, sonra da şöyle de: Allah’ım, Peygamberin Muhammed ile sana yönelerek yalvarıyorum. Ey Muhammed, gözümün açılması için senin şefâatçi olmanı istiyorum; Allah’ım onun, hakkımdaki şefâatini kabul buyur.” ve ekledi: “Bir ihtiyacın olduğunda hep aynısını yap.”Bunun üzerine adamın gözü açıldı. Vesile kılınan Peygamberimiz’den başka birisi ise bâzı âlimler bunu da caiz görmüş, bâzıları görmemişlerdir. 3-) Vefât etmiş bir kimse ile ikinci mânada yani Allah katındaki değerine dayanarak yapılan tevessüldür. Bu tevessül çeşidi de tasavvuf erbâbı ile birçok ulemâ tarafından caiz görülmüştür. İbniTeymiyye ve taraftarları ise (Günümüzdeki selefîler) duâ mânalı şefâat dışında kalan tevessül çeşitlerini caiz görmezler. Tarihte alimlerimiz arasında tartışma konusu olan tevessül
meselesinde gösterilen hassasiyet tevhid inancının korunmasıdır. Bilindiği gibi duâ bir ibâdettir ve ibâdet ancak Allah’a yapılır; yardım da -vasıtalı ve vasıtasız yalnız Allah’tan gelir: “Ancak sana kulluk eder ve yalnız senden yardım dileriz” (Fâtiha). Tevessülü caiz görenler ise tevessül edenin şirk koşmadığını, bunun tevhid inancına aykırı olmadığını söylemişlerdir. Uygulamada her tevessül edenin şirk koştuğu iddiâ edilemez. Her üç nevi tevessülü, üsûlünce kullanan, istediğini Allah’tan isteyen, yardımı O’ndan bekleyen; ancak kendi aczini, kusurunu, günahını bildiği için bir Allah sevgilisini araya koyan, onun hatırı için isteyen kimseye “sen şirk koştun, haram işledin” denemez. Ancak türbelerin etrafında toplanan, dede ve tekkelere kurbanlar kesen, adaklar adayan, ellerini kaldırarak, ölülerden medet, imdât, şifâ... bekleyen kimselerin hatalı hareket ettikleri, imanlarını tehlikeye düşürdükleri bir gerçektir; onlara yolun doğrusunu göstermek alimlerimizin görevidir. Kur’an şöyle diyor: “De ki: Allah’ı bırakıp da O’nun yerine kendinize ilâh edindiklerinizi çağırın yardımınıza. Onlar sizin herhangi bir sıkıntınızı gideremeyecekleri gibi, size gelecek herhangi bir belayı da savamazlar.” (İsra, 56) Ebu Hureyre (ra) Peygamberimiz (sav) şöyle dediğini rivâyet ediyor: “Allah (cc) buyuruyor ki: “Ben kulumun Beni zannı ile beraberim. Bana dua ettiği (zaman da) onun yanındayım.” (Müslim, Zikir 19, Hadis no: 2675, 4/2067)
TASAVVUF
B
enlik ve nefsaniyet hususunda Hacı Bayram-ı Veli Hazretleri ne güzel ikaz buyurur: “Nefsaniyet bele bağlanmış taş gibidir, onunla ne uçulur ne de yüzülür.” Bizleri ömür boyu benlik ve nefsaniyet hususunda bin bir imtihan ile terbiye eden Cenab-ı Hak bu hakikati şöyle ifade buyurur: “Andolsun ki sizi biraz korku, biraz açlık, mallardan canlardan ve ürünlerden biraz azaltma ve fakirlik ile imtihan ederiz. Ey peygamber sabredenleri müjdele. Kibir gizli bir ahlaktır. Kibir kendini büyük görme manasında nefsin bir iç duygusudur. İnsanoğlu ilim, amel veya herhangi bir sebeple kendini beğendiği vakit kendini dev aynasında görür. Kibir, kulun şekil veya şemailinde gözükür. Surat asıklığı, göz ucuyla bakmak, başını dikerek kimseye bakmamak, bağdaş kurup oturmak veya yaslanmak gibi haller içi bir alamettir. Ayrıca kibir sözde olur. Ses tonunda, hatta yürümesinde, oturup kalkmasında, duruş ve hareketlerinde ve bütün işlerinde belli olur. Ay-
Cemil Usta
cemil.usta@ilkadimdergisi.net
KİBİR-3 rıca kendisine kıyam edilmesini ve kendisine kıyam edilmesini ve karşısında ayakta durulmasını sevmek suretiyle kibredenler de vardır. Nitekim Hz. Ali “Cehennemlik kişiye bakmak isteyen, kendisi oturduğu halde başkalarını karşısında ayakta tutan kimseye baksın.” demiştir. Kibrin şekillerinden biri de ardından yürüyen bir adamı beraberinde alıp yola çıkmaktır. Ebu-d Derda (R.a) “Kul ardında adam yürüttüğü müddetçe Allah’tan uzaklaşır.” demiştir. Rasul-ü Ekrem bazen ashabını öne geçirir ve kendi aralarında yürürdü. Kibirlenme şekillerinden biri de hasta ve engelli kimseler arasında bulunmaktan hoşlanmamaktır. Rasul-ü Ekrem ashabıyla yemek yerken çiçek hastalığına yakalanmış ve çiçek bozgunları yeni kabuklanmış bir adam gelip sofraya oturdu. Fakat herkes ondan çekindi. Rasul-ü Ekrem ise onu yanına alıp oturdu. Evinin ihtiyacını kendi eliyle götürmemek de kibirdendir. Zira peygamberimiz aleyhisselam bizzat kendisi tutar ve evine götürürdü. Hz. Ali “insanın bizzat kendi eliyle evine ihtiyacını götürmesi ona bir noksanlık getirmez”
demiştir. Kibir en büyük tehlikelerden olmakla beraber “yüzde yüz bundan kimse kurtulamaz” diye ümitsizliğe düşmemek gerekir. İnsanın bundan uzaklaşması için kalpten kibiri atmak gerekir. Tabi kalp kalb-i selim olmalı. Allah’ın muhabbetiyle dolu bir kalp gerekir. Her şeyi Allah’tan bilen ve her şeyi Allah’a irca edenler kibirden uzaklaşır, tevazuyu elde eder. Kibri kökünden söküp atmanın ilacı ilim ve ameldir. Tam şifa bunları kullanmaktadır. İlim kişinin nefsini ve Rabbini bilmesidir. Kibri izale için bu iki şeyi bilmek yeter. Kul kendisini bildiği zaman her şeyden adi ve her şeyden mahrum olduğunu anlar. Kul Rabbini bildiği takdirde kibriyalık ve azametin yalnız Rabbimizin şanı olduğunu idrak eder, anlar. Hulasa güzel ahlak ve tevazunun toplandığı yer Rasul-ü Ekrem’dir. Onun ahlak ve tevazuudur. Her işte onu numune-i imtisal etmek, örnek almak lazımdır. (İ.U., İmam-ı Gazali 3/790) Allah’ım mü’minlerde olmaması elzem olan kibir hastalığından sana sığınırız. Bizleri muhafaza eyle. Amin. EYLÜL 2013 / 302
33
Ahmet Belada
ahmet.belada@ilkadimdergisi.net
tarihe yön verenler
“Devrimci, Savaşçı ve Şehit; Afrika’da bir sembol”
AHMEDU BELLO
A
frika’nın kısa tarihine bir göz atalım. Afrika, dünyanın en büyük ve en fazla nüfus yoğunluğuna sahip ikinci kıtasıdır. Kendisine bitişik kabul edilen adalar ile birlikte 32,2 milyon km² lig alanı ile dünyanın %6’sını ve dünya üzerindeki kara alanlarının %24,4’ünü kapsar. 1 milyarın üzerindeki nüfusuyla dünya nüfus yoğunluğunun %15’ini oluşturur. Afrika, kuzeyde Akdeniz, güneyde Hint Okyanusu, batıda Atlas Okyanusu, doğuda Sina Yarımadası, Kızıldeniz ve Süveyş Kanalı ile çevrelenmiş bir kıtadır. Kıta aynı zamanda Madagaskar ve çeşitli takımadaları da bünyesinde barındırır. Kıtada 54 adet diplomatik olarak tanınmış egemen devlet, dokuz bölge ve 3 adet de sınırlı tanınmış devlet bulunur. Özellikle Batı Afrika, genel kanaat olarak insanoğlunun başlangıç noktası olduğu kabul 34
DERGiSi
edilir. Afrika, çok çeşitli iklim bölgeleri bulunan ekvatorun her iki yanında ve dünya üzerinde her iki iklim kuşağında da bu-
lunan tek kıtadır. Afrika ülkeleri kısmen 1881-1914 yıllarındaki Afrika Talanı sırasında Batılılar tarafından şekillendirilmiştir.
Batı’nın hemen her alanda laboratuarı konumunda olan kıta, dini yönden de tam bir mozaik konumundadır. İlahi dinlerin yanı sıra birçok yerli ve bölgesel din vardır. İslam dininin en çok yayıldığı kıtada, Misyonerler cirit atmaktalar. Para, İncil ve akla hayale gelmedik vaat ve tekliflerde bulunmaktadırlar. Tüm bu çabalarına rağmen Hıristiyanlık bir türlü istedikleri gibi kabul edilmemektedir. (Bu tespiti yapalım ama Hıristiyanlığın, %10’lardan %50 küsurlara geldiğini de unutmayalım) en azından günümüzde Hıristiyanlaşmanın oldukça az olduğudur. Katları, yatları ve israflarıyla parmak ısırtan Arap Şeyhlerinin kulakları çınlasın… Oldukça kıt imkânlarına rağmen Müslümanların mücadeleleri ise tahminden fazla netice vermekte, birçok Afrikalı kardeşimiz İslam dinine girmektedir. Bu da orada çalışma yapan Mücahitlerin Batı’lılarca muhtelif tehdit ve şantajına maruz kalmaları anlamına geliyor. Sizlere kısa hayatı hakkında bilgi vereceğim Nijeryalı Ahmedu Bello da özgürlük ve İslamlaşma sürecine ciddi katkı sağlayanlardan biridir. Afrika’nın büyük mücahidi Ahmedu Bello 14 Ocak 1966 tarihinde şehit edildi. İslam’ın sömürgeciliğe karşı verilen özgürlük savaşlarında büyük destanlar yaratan binlerce efsanevî kahramanı bilemediğimiz gibi Ahmedu Bello’yu da ne aydınlarımız ne tarihçilerimiz ve ne
de Müslümanlar bilmiyoruz. Ahmedu Bello Kuzey Nijerya’nın meşru Başbakan’ı olduğu yıllarda sömürgecilerin geride bıraktığı yıkımları onarmak için öncelikle Afrikalı insanın dinamik bir İslami kişilik kazanması, mevcut büyük sorunların çözümünde atılması gerekli ilk adım olarak görüyordu. Bunun için de kültür ve eğitim faaliyetlerinin hayati bir önem taşıdığına inanmıştı. Öncelikle kabileler arasında dil birliğini sağlamakla işe başladı. Ama bu sırada Afrika’nın kuzeyinde Sahra Çölü, Kamerun ve Dahomi ile Güney Nijerya arasında yayılmış bulunan Elhosa kabilelerinin yetkililerini kandıran Fransızlar, yerli dilin Latin harfleriyle yazılmasını sağlamak üzereydiler. Ahmedu Bello çok acele etmeliydi. Ne var ki ordu mütecanis değildi. Sömürgeciler her yerde yaptıkları gibi Nijerya’yı da terk ettiklerinde ülkeyi kendi doğrultularında yönetecek bir kadroyu iş başına getirmeyi; eğitim, kültür, ekonomi, yönetim, bürokrasi, adliye ve özellikle ordunun belli başlı kademelerinde Hıristiyanları yerleştirmeyi ihmal etmemişlerdi. Ordunun subay kadrosunun %71’i Hıristiyan, %29’u da fetişist yerlilerden ve Müslümanlardan oluşuyordu. Dolayısıyla Müslüman çoğunluğu temsil etmeyen bir ordu vardı. Ülkedeki örgün eğitim merkezlerinin ¾’ten fazlası Kiliseye
bağlı ve misyonerler tarafından yönetilmekteydi. Diğer taraftan kendine imkân verilse dahi, bu okullarda eğitimi sürdürebilecek kadrosu da yoktu. Buna karşı Ahmedu Bello, İslam kültürünü, Batı’ya karşı yerli ve olumlu dinamik gelenekleri ve Arapça dil öğrenimini güçlendirmeye büyük bir hız verdi. Her yerde kurs açılmasını sağladı. İslam ülkelerinden yardım istedi. Arabistan ve Pakistan’dan yerli dilin arap harfleriyle yazılmasını sağlamak için uzman bilim adamları getirdi. Ekonominin yerli halkın lehine düzeltilmesi için İsrail’in Nijerya’daki mali ve ticari faaliyetlerini, sanayi yatırımlarını gözden geçirmek gerekliydi. Çünkü İsrail’in Nijerya’da çok sayı da şirketi vardı. 60 İsrailli, yöneticinin 4 bin Nijeryalı’yı çalıştırdığı, Histedrot adlı şirket ülkede mutlak bir denetim kurmuştu. Şirket personelinin zaman zaman askeri ve siyasi olaylarda etkin rol oynuyordu. 1959 seçimlerinde kendi varlığına karşı tehlike olarak gördüğü Ahmedu Bello’yu yenilgiye uğratmak için büyük yatırımlara girişti. Seçimlerde Ouya Faimi Oulo’ya beş milyon cünehy bağışladı. Bello ise gittiği hemen her yerde; “Bize göre İsrail diye bir devlet yoktur ve sonsuza kadar da olmayacaktır” demekten çekinmiyordu. Seçimleri kazandıktan sonra da, Nijerya’ya tek bir İsrailli’nin EYLÜL 2013 / 302
35
ayak basmasını yaskladı. Aynı zaman da İsrail’in Nijerya’daki tüm yatırımlarına karşı sert önlemler aldı. 1963 yılındaki Zengibar’da şehit edilen 23 bin Nijerya’lı Müslüman’ın Siyonist unsurların fiili sorumluluk aldıkları ispatlandı. Halkta bu konu da oldukça duyarlıydı. Bu durum da Bello için ciddi bir avantajdı. Ahmedu Bello, içerde Siyonizm ve misyonerliğin desteğinde sömürgecilik tarafından acımasız bir kuşatma altında olduğunun farkındaydı. Eğer Nijerya’da İslam etkin duruma geçerse Telaviv, Vatikan ve Avrupa başkentlerinin karşı koyma gücü de giderek kırılacaktı. Ahmedu Bello bu gerçekten hareketle, Müslümanlaşma faaliyetine büyük bir hız verdi. Bunun önemini belirtmek için de sürekli halkın içine girerek işin ehemmiyetini anlatıyordu. Bu çabanın neticesi olacak ki, 1963 ve 64 yıllarında kendi bölgesinde 450.000 fetişist zenci Müslüman oldu. Bu Müslüman olanların içinde zenci yerlilerin yanı sıra önemli miktarda Hıristiyan da vardı. Bu rakam Avrupa’nın desteğinde çalışan Misyonerlerin 80 yıllık faaliyetlerinden daha fazlaydı. Onun bu mücadelesi değil Nijerya tüm Afrika’nın umudu haline geldi. Yaptığı yenilikler ve mücadele modeli kara kıta’nın her yanında yayıldı. Bu gayretin neticesi olacak ki, 1965 yılında yapılan seçimde 94 sandalyenin 71’ini aldılar. 36
DERGiSi
Durumun Nijerya’da değil, bütün Afrika’da vahim boyutlar kazandığını gören misyonerler, aynı yıl bir kongre düzenlediler. Düzenlenen kongrede alınan tedbirlerin ilki, Ahmedu Bello’nun ortadan kaldırılmasıydı. Bu karar İsrail, Vatikan ve belli başlı Avrupa merkezlerince alınan bir karardı. Ardından Cumhurbaşkanı Azhiko, seçimlerden hemen sonra bölgede sıkıyönetim ilan edilmesini ve seçimlerin yenilenmesini istedi. Bello bunu şiddetle reddetti. Artık iş çığrından çıkmış, kılıç kınından sıyrılmış, bir şekilde Bello yok edilmeliydi. Müslümanların ise bu acımasız, propaganda karşısında, kendilerini savunacak kimseleri olmadığı gibi, görüş ve düşüncelerini yazıp iletebilecekleri bir gazeteleri dahi yoktu. Ahmedu Bello da, arkadaşlarını ülkenin muhtelif yerlerine göndererek, kilisenin, İsrail’in ve sömürgecilerin çirkin planlarını insanlara anlatmalarını sağladı. Bu çalışmadan hayli başarı sağladılar. Nihayet umre dönüşünde (14.01.1966) kendisi hanımı ve çocukları Kadana’da şehit edildi. Hırslarını almayan katiller evini de yaktılar. Suikasttan hemen sonra bütün camiler kapatıldı ve Müslümanların camiye gitmeleri yasaklandı. Aradan çok geçmeden arkadaşı Ebu Bekir Tefao Paliyev de şehit edildi. O günlerde bu olay Batı basınında “Mahalli ve önemsiz bir anlaşmazlık” olarak duyuruldu.
Karşı devrime geçen Müslümanlar Muhammed Kerma, Muhammed Murtaza, Hasan Osman ve Albay Muhammed Şeva önderliğinde harekete geçtiler. Karşılarında Batı’nın desteklediği Ocoko adlı birini buldular. Bello ve Paliyev’i şehit eden katillerden intikam alındığında ve onlara hak ettikleri ceza verildiğinde bütün Avrupa ayağa kalktı. Avrupa’nın her yanından Ocoko’ya ayni ve nakdi yardım yağmaya başladı. Hollanda, Fransa, Batı Almanya, İtalya ve İsrail Nijerya’yı Müslümanlara karşı kullanılmak üzere Nijerya’yı adeta silah deposuna çevirdiler. Vatikan haftalarca kaçak gemilerle Ocoko birliklerine silah gönderdi. İsrail’in parasal desteği altı milyon, Portekiz’in ise doksan milyon sterline varmıştı. Bundan sonra olaylar hiç durmadı ve değişik boyutlarda sürüp gitti. Nijerya’da ve Afrika’nın her yanında her türlü destekten yoksun Müslüman güçler bu gün de mücadelelerine devam etmektedirler. Çünkü İslam’ın tevhit ve özgürlük savaşında her gün yüzlerce Ahmedu Bello’nun kutsal kanı akmaya devam etmektedir. Akan her şehidin kanından yeni Ahmedu Bellolar filizlenmekte, aldıkları İslam bayrağını daha yükseklere çekmek için gayret etmektedir. Bu çalışmayı veren ve bu uğurda şehit olan tüm mücahitlere özellikle de Ahmedu Bello’ya Allah’tan sonsuz rahmet diliyorum.
M.Selçuk Özdoğan
selcuk.ozdogan@ilkadimdergisi.net
ilkadım kitaplığı
Ahmed İslamoğlu
K
ıymetli İlkadım Kitaplığı okuyucuları! Bu ay sizlerle İlkadım Kitaplığımıza güzel kitap daha kazandıracağız. Ahmed İSLAMOĞLU hocamızı kendi kaleminden Nazif YILMAZ’ın düzenlemesiyle tanıyacağız. Kaynak yayınları Ahmet Muhtar BÜYÜKÇINAR’ın hayatının anlatıldığı kitapta olduğu gibi güzel bir kapak ve sayfa tasarımıyla bu mühim eseri bizlere kazandırmış. Bu kitap Ahmed İSLAMOĞLU serisinin ilk kitabı. Günümüzü kaht-ı rical devri olarak tanımlayan büyüklerimiz az değildir. Kitapta da geçtiği üzere Tahir BÜYÜKKÖRÜKÇÜ Hocamız ile Ahmed İSLAMOĞLU Hocamız birbirlerini severler ve görüşürler. Ahmed İSLAMOĞLU Hocamızın ziyaretlerinden birinde Tahir Hocamız şu cümleleri kullanır: “Yahu eskiden bayramlarda büyüklerin elini öpmeye çıkardık. Akşam olurdu da eli öpülecek büyük zatları bitiremezdik. Şimdi yarım milyonluk Konya’da eli öpülecek kimse kalmadı.” diyor. Ahmed İSLAMOĞLU hocamız da günümüzde eli öpülecek zatlardan biri. İlmiyle amil, çevresini kandil gibi aydınlatmaya çalışan, derviş gönüllü, mücahit yürekli bir İslam kahramanı. Hayatını birinci ağızdan öğrenmemiz bizler açısından çok önemli. Ahmed İSLAMOĞLU
gibi yaşayan büyüklerimizin gelecek nesil açısından mücadeleleri mutlaka kayıt altına alınmalıdır. Önceden belki her belde de din büyüğüne rastlamak mümkündü. Fakat günümüzde bir din âliminin elini öpebilmek, duasını alabilmek için yüzlerce kilometre yol gitmemiz gerekiyor. Ahmed İSLAMOĞLU soyu şecere ile sabit bir seyyid. Kökten itibaren mutasavvıf bir aile. Kadiri tarikatında hizmet etmiş aile büyükleri çok fazla. Kendisi Yahyalılı Hacı Hasan Efendiye intisab etmiş bir Nakşi. Büyük insanların yaşantıları da büyük oluyor. Hele hele Ahmed Hocamızın hayatı daha bir değişik daha bir tatlı. (Kitabı sohbet edermiş gibi yazmış. Sohbetlerindeki tadı kitabı okurken alabiliyorsunuz.) Öğretmeninin sınıfın ahengini bozan öğrenci istemiyorum, sözü üzerine okul hayatını bitirecek kadar gözü kara, verdiği kararlardan dönmeyecek kadar kararlıdır Ahmed Hocamız. Askerliği bambaşka güzelliklerle dolu. Tasavvuf hayatı Hacı Hasan Efendiyle olan muhabbetleri, Türkiye’nin farklı bölgelerinde ziyaret ettiği bazı âlimlerle ilgili bilgiler, tasavvufla ilgili verdiği bilgiler dikkatle okunması, mütalaa edilmesi gereken konulardan bazıları. Ahmed İSLAMOĞLU Hocamızda bir hatıra ile yazımızı
bitirelim: Edebi nasıl tarif etmişler? Edep, aklın dışarıda görünüşü; huzur ise içeriden görünüşüdür, demişler. Bir de edebin zahiri yönü vardır. Mesela: İslam edebinde eli bele koymak, arkaya koymak, ayak ayak üstüne atmak uygun değildir. Kibir alameti olacak şeylerden sakınmak gerekir. Şeytan cennetten eli belinde sürülmüştür. Eli bele koyma kibir alameti olarak görülür. Çünkü el, bele kondu mu, göğüs kalkar. Onun için namazda el, bele değil öne bağlanır. Bağlandı mı da baş ve göğüs öne doğru iner. İblis cennetten kovulunca öyle sürüldü ibret-i âlem için. Ahmed İSLAMOĞLU hocamıza Yüce Rabbimizden hayırlı, sağlıklı, bereketli bir ömür niyaz ediyoruz. EYLÜL 2013 / 302
37
Fatih Yılmaz
fatih.yilmaz@ilkadimdergisi.net
geçmiş zaman olur ki
Firavun’un Torunları
B
en de insanım diyen, içinde bir kalp ve vicdan taşıyan, ister Müslüman olsun ister olmasın, herkes şu Mısır’ın haline bir bakmalı ve zalime karşı bir olmalıdır. İnsanlık suçu işleyen barbarları asla alkışlamamalıdır. Eğer onlarla bir olur ve onların yaptıklarını tasvip ederse, onlarla zulme ortak olmuş demektir. Zulmeden toplumlar; zulme uğrayıp batmaya mahkûmdur. Barbaros Hayrettin Paşa ne güzel söylemiş: “Sen sanma ki hain berhudar olur, Akıbet ya boynu vurulur, ya berdar olur.” Evet, hain ve zalim hiçbir zaman yaptığı zorbalıktan dolayı mutlu ve bahtiyar olamaz. Yaptığı hiçbir kötülük yanına kalmaz. Er ya da geç onun hesabı mutlaka sorulur. Günümüzde birçok alanda, makam ve mevkilerini kullanarak zulmedenleri gördük. Şunu da görüyoruz ki, Rabbim bunların çoğundan daha dünyada iken intikamını almıştır. O, şaşaalı hayatları bittikten sonra, silik, kişiliksiz ve sefil bir hayat yaşayanların sayısı küçümsenmeyecek kadar fazladır. Ahirette
38
DERGiSi
ise hesapları daha çetin olacaktır. Önemli olan mekân, geçici dünya mekânı değil, mekânıdır. Çünkü orasının hiç sonu yoktur. İnsanların zulmü bu dünya ile sınırlıdır. Burada her gün zulmetseler bir gün son bulacaktır ama ahretin hiç sonu yok… Zalim orada ateşin yaranı olacak ve azap üstüne azaba gark olacaktır. Bu gün Suriye’de, Mısır’da, Filistin’de ve dünyanın dört bir yanında zulme maruz kalmış Müslümanlar asla yılmamalı ve Firavun’un torunlarına karşı başkaldırışlarına devam etmelidirler. Onlar bu kutlu direnişe devam ederken ümmetin dirilişine vesile olduklarını unutmamalıdırlar. “Onlar senden, azabın çarçabuk getirilmesini istiyorlar; Allah, va’dine kesin olarak muhalefet etmez. Gerçekten, senin Rabbinin katında bir gün sizin saymakta olduklarınızdan bin yıl gibidir.” (Hacc, 47) Yani, “Allah’ın karar ve iradesi sizin zamanınıza ve takviminize göre değildir. Yaptığınız kötü amellerin sonuçları da hemen işlediğiniz anda ortaya çıkmaz. O halde, zalimce ve günahkâr bir tavır içine girdik-
lerinden beri bir on yıl veya bir yüz yıl geçtiği için ceza ve azap tehdidinin asılsız olduğunu düşünenler yanılgı içindedirler. (Tefhimu’l-Kur’an, c. 3, s. 375) Adı adaletiyle anılan Hz Ömer (r.a) üstüne basa basa şunları söylüyor: “Şunu iyi biliniz ki, bir zalime karşı hakkı haykırmak, kişinin ölümünü yaklaştıramayacağı gibi, rızkına da engel olmaz. Kul ile rızkı arasında bir perde vardır. Kul sabrederse rızkı onu arar bulur. Acele edip o perdeyi yırtsa bile daha fazlasını elde edemez. Sade bir hayat yaşayın ve yabancıların yaşantılarını taklit etmeyin. Zorbalarla hem dem olmayın.” (Altın Öğütler, s. 228) Zulüm ve zorbalık denilince sadece fertler anlaşılmamalıdır. Tarihte öyle zulüm sahneleri vardır ki, bunların arasında imparatorlukları, irili ufaklı devletleri görebiliyoruz. Yani zorbalığı fert olarak yapan Firavun ve Nemrutların yerini günümüzde toplum olarak Firavun’un torunları, Yahudiler, Filistinlilere; Sırplar, Boşnaklara; Ruslar, Çeçen ve Azerilere; Çinliler, Türkmenlere yapmak-
tadırlar. Hani Ad kavmi, hani Semud kavmi? Hani İbrahim (a.s)’ı ateşe atan Nemrut, hani Sisi’nin dedesi Fir’avun. Sahibi ve hamisi sadece Allah olan Musa (a.s) karşısında yok olup gitmedi mi? Saltanatı ve ülkesi yerle yaksan olmadı mı? Rabbimizin ayeti kerimede buyurduğu gibi: “Nice ülkeler vardır ki, (halkı) zulmediyorken ben ona bir süre tanımadım, sonra yakalayıverdim, dönüş yalnız banadır.” (Hacc, 48) Yeryüzünde zulmün önlenmesi ve adaletin sağlanması için haklı olmak yetmez, ayrıca güçlü olmak da gerekir. Öyleyse dünyanın diğer bölgelerindeki zulümleri önlemek için inananların kendilerine gelmeleri, Müslüman bir toplum oluşturup yasama, yürütme ve yargı gibi kurumsal bir gelişmişliğe ulaşmaları şarttır. Müslümanlar, güçlü cihat çizgisiyle, dengeli ve açık stratejileriyle ve tüm hayatı kucaklayan bir dinamizmle kendilerini yaşanan sürece kabul ettirmeliler ve korkuyu mutlaka yenmeliler. Artık herkes şunu açıkça bilmelidir ki, bu dünyada korkaklara yer yoktur. Korkusuz ve komplekssiz bir yürekle mücadeleyi sürdürenler, zafere ereceklerdir. Mücadele sürecinde elbette zorluklarla karşılaşılacak ve acılar tadılacaktır. Ama inançlı ve yürekli insanlar bu acılarla asla yıkılmayacaklardır, tam aksine duyarlılık ve dayanıklılık kazanacaklardır. Çünkü zorluk ve acılar, zaferle sonuçlanacak bir pratiği besleyen deneyimlerdir. Şu halde, Müslümanların her bakımdan mükemmel olması gerekmektedir. Onlar, noksanlarını tamamlamadıkça ve çalışıp düşmanlarının silahı ile silahlanmadıkça “haklının kuvvetli olma” pozisyonu asla elde edilemeyecektir. Müslümanlar, kuvvetli oldukları devirlerde ve yerlerde, zalimlerin zulümlerini önlemişler, mazlumların sığınağı olmuşlardır. Ne zaman gevşeklik ve rehavete kapılmışlarsa
hep zulüm görmüşlerdir. Tarihi gerçekler ve bugün yaşadığımız acı olaylar, “hakkı hâkim kılmak için güçlü olmak” gerektiğini bir kez daha gözler önüne sermektedir. Merhum Akifimizin şu meşhur mısralarıyla bitirirken tüm kardeşlerimi Mısır da ve Suriye de cereyan eden olayların içinde olan Mustaz’af kardeşlerimize gönülden duaya davet ediyorum. Zulmü alkışlayamam, zalimi asla sevemem; Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem. Biri ecdadıma saldırdımı, hatta boğarım! ... -Boğamazsın ki! -Hiç olmazsa yanımdan kovarım. Üçbuçuk soysuzun ardından zağarlık yapamam; Hele hak namına haksızlığa ölsem tapamam. Doğduğumdan beridir, aşığım istiklale; Bana hiç tasmalık etmiş değil altın lale! Yumuşak başlı isem, kim dedi uysal koyunum? Kesilir belki, fakat çekmeye gelmez boyunum! Kanayan bir yara gördüm mü yanar ta ciğerim, Onu dindirmek için kamçı yerim, çifte yerim! Adam aldırmada geç git! , diyemem aldırırım. Çiğnerim, çiğnenirim, hakkı tutar kaldırırım! Zalimin hasmıyım amma severim mazlumu... İrticanın şu sizin lehçede ma’nası bu mu? EYLÜL 2013 / 302
39
la havle
Abdullah Gülcemal a.gulcemal@ilkadimdergisi.net
Kararlar Meşru Değil Öyle mi?
E
fendim kendi köyümde Celâl isminde bir vatandaş vardı. Az da olsa yürüme engeli ve sırtında hafif kamburu olan Celâl’in her hareketi ayrı bir yazı konusu aslında… Vatandaşın henüz günümüzdeki gibi her yönden bolluğa, berekete, huzura, iletişime, ulaşıma, ekmeğe, oduna, kömüre erişemediği yıllar… Celâl yayla zamanı kışlık yakacak ihtiyacını karşılamak için her gün yayladan bir eşek yükü odun getirir… Yaş odun getirmek yasak !... Ormancılar bazen takip eder yakalar ve ceza yazar, bazen görmemezlikten gelirler… Hatta kesilmiş yaş odun getiren olursa biraz hırpalarlar, sonra da mahkemeye verirler… Bizim Celâl’i de yayladan kaçak odun getirirken yakalayan ormancılar mahkemeye verirler… Bir müddet sonra mahkemeden tebligat gelir. Belirtilen günde elini kolunu sallaya sallaya gider mahkemeye Celâl… Çünkü Adalete güveniyor… Yaptığım iş eğer suçsa cezamı çekerim, suç değilse çıkar gelirim diyor… Ormancıyı suçlamıyor…Bir eşek yükü odun için insan mahkemeye mi verilir yahu demiyor ?... Mahkemeye muhkemeye gitmiyorum işte… Kim götürecekse gelsin götürsünler bakalım diye efelenmiyor !... Hâkimlere küfretmiyor… Yakıp yıkmaya kalkışmıyor… Bir yer40
DERGiSi
lere kaçmıyor…
ruşmayı bitirir.
Her ne ise… Bizim Celâl belirlenen gün ve saatte mahkemeye hâkimin karşısına çıkar. Hâkim, hazırlanan iddianameyi okumuş, dosyayı incelemiştir. Celâl’in kasıtlı olarak bir suç işleme niyeti yoktur. İşgüzar ormancının hırsına kurban gitmiştir Celâl... Hâkim dosyayla birlikte Celâl’in mahkemedeki duruşmada kılık ve kıyafetine, çaresizliğine bakıp; usûlen sorar:
Celâl 24 saatini aç susuz nezarethanede kuru yerde geçirir…
• Oğlum getirdiğin odun yaş mıydı, kuru muydu?
Celâl gayet gurulu ve cesur bir şekilde: • Yaş, guru fark etmez
Hakim Bey !…
Hâkim aldığı cevap karşısında birazcık şaşırır. Çünkü Celâl’in bir tarafında Anadolu insanının saf tarafını, sade güzelliğini de görür. Suç işleme kastı yoktur. Çaresizlik onu mecbur bırakmıştır. Bir eşek yükü odun için Celâl’e ceza vermek istemez Hâkim… Çünkü o da bir vicdan taşıyor. Tekrar sorar: • Oğlum bak beni iyi
dinle. Getirdiğin odun yaş mıydı, guru muydu ? Celâl yine aynı tavır ve aynı üslûp içerisinde aynı cevabı verir : • Yaş,
guru fark mez Hakim Bey !…
et-
Hâkim Bey “Peki öyleyse, atın şunu nezarete” der ve du-
Ertesi gün tekrar hâkim huzuruna çıkartılır Celâl… Ağzını bellemiştir artık… Hâkim yine aynı suâli sorunca, Celâl boynunu bükerek: • Guruydu
Hâkim Bey guruydu… der ve hakimde Celâl’in haline acıyıp berât kararı verir… Peki Hakimin : “Oğlum getirdiğin odun yaş mıydı, guru muydu ?” sorusuna Celâl niçin “Yaş, guru fark etmez Hâkim Bey !…” diye cevap vermiştir ?... Meğer mahkemede hâkimin kürsüsünün önündeki zabıt kâtibesi kızcağız dikkatli olarak Celâl’e bakmaktadır. Gerek onun vereceği ifadesi gerekse hâkimin sözlerini bir yanlışlık yapmadan aynen ifade zaptına geçirecektir. Yani gözü ifade veren sanıkta, kulağı hâkimdedir kızcağızın… Bizim Celâl’de zanneder ki; kız devamlı bana baktığına göre, herhalde bana gözü düştü… Gözlerini hiç benden ayıramıyor…” diye kızcağıza hava atarak hâkime efelenir… 24 saatini nezarette geçirince aklı başına gelir ve getirdiği odun yaş mı guru mu hatırlar… Celâl’in yaşadığı bu olayı şunun için anlatıyorum… Bir eşek yükü odun için
mahkemeye giden Celâl, Hâkim karşısına çıkacak, ifadesini verecek, 24 saat nezarette yatacak, mahkemenin kararına da saygı duyacak… Ammaaa !... Ammaaa!... Demokrasi yosmasının göz kırpmasıyla, lâiklik baltasıyla doğramadıkları fidan, devirmedikleri çam kalmayan, bu memleketin nimetlerinden müstefid, külfetinden muaf ne kadar tüfeyli varsa kaos ve kargaşa çıkaracaklar… Yakacaklar, yıkacaklar, devirecekler… Trilyonlarca devlet ve millet malına zarar verecekler… Huzur ve istikrarın temeline dinamit koyacaklar… Ülkenin güven ortamını zedeleyecek, dış dünyaya karşı itibarsızlaştıracaklar… Faiz lobileriyle ülke ekonomisini tekrar zayıflatarak, IMF’ye mahkûm etmeye çalışacaklar… “Daha fazla demokrasi, daha fazla özgürlük” şamatalarıyla ortalığı velveleye verecekler… Kuruyası ellerinde molotof kokteyli, tükürsek tükrüğü kirletecek utanmaz yüzlerinde kızıl maskeleriyle, caddeleri, sokakları, parkları, meydanları savaş alanlarına çevirecekler… Kamu düzenini ve vatandaşın güvenliğini sağlamakla görevli devletin güvenlik güçlerine, polislerine, askerine yirmi yaşındaki deli danasından, yetmiş yaşındaki kokanasına kadar demir bilyeli sapanla saldıracaklar… Rezillik, kepazelik, soytarılık adına her herzeyi yiyen bu
çapulculara, ülkenin idaresine talip olan sözde siyaset simsarları her türlü desteği verecek, polisi orantısız güç kullanmakla, biber gazı sıkmakla suçlayacak… Ama gezi zekalı tiyatrocuların alnından öpecekler !… Darbe için yanıp tutuşacaksınız… En kıdemli demokrat kazıklarınız bile Mısır’da yapılan darbeye darbe diyemeyecek… Kerhane albümü gibi paçavralarında fuhuş ticareti yapan, çıkartma kâğıtlarında, karanlık ceridelerinde sürekli alçaklara alkış tutup, darbe için postal yalayan, utanmadan sıkılmadan Mısırdaki darbe için : “Onlar ‘Mursi Tiksintisi’ Türk Milleti ise ‘Tayyip Tiksintisi’ nedeniyle ayaklanmıştı.” Mısır Halkı onurlu bir direniş sergiledi, Mursi devrildi gitti (…) Anlaşıldığı kadarıyla Mısır Ordusu bizde olduğu gibi kışlasında yatmıyor, ülkenin rejimiyle ilgileniyormuş… Elini ayağını ülke sorunlarından çekmemiş… “Mısır’ın Tayyip’i gitti ama bizimki yerinde durmakta” diye kin kusuyor… Kininden çatlayıp geberecekler sütü bozuklar… Biliyoruz ahmak’a nasihatin, ölüye ilacın hiçbir faydası olmayacak… Şair ne güzel söylemiş: Sorma cevapsız kalan bir sürü soru vardır, Hayduttan dost tutanın aklından zoru vardır. Bir kulaktan giren söz, çıkar diğer kulaktan, Çünkü adam şeklinde bir sürü boru vardır. (A.K.) Hayduttan
dost
tutanlara
elbette son nasihat tesir etmez. Onlar Başbuğ’un borusunu severler… “Ergenekon Terör Örgütü” diye silahlı bir örgütün olduğu İstanbul 3. Ağır Ceza Mahkemesinin kararıyla tescillendi. Yemuş Hanım’ın Oğlu diyordu ya : “Nerde imiş bu ‘Ergenekon Örgütü’ yerini bilsem gidip üye olacağım” diye... Artık rahat rahat gidip üyelik kaydını yaptırabilir. Kapı gibi mahkeme kararı var. Kendisi gidemiyorsa bir yakını elinden tutup götürmeli ve kaydını yaptırmalıdır… Mahkemenin 5 Ağustos 2013 tarihinde verdiği kararı da beğenmiyormuş Yemuş Hanım’ın Oğlu: “Bu yargıçları da yargıç olarak kabul etmiyorum. Bu mahkemenin verdiği kararı da kabul etmiyorum. Bu kararlar gayri meşrudur.” Peki ya: “Sayın Kılıçdaroğlu sende soyadları ‘Bay’la başlayan bir bayla bir bayanın imalâtı gayri meşru ilişkisinden oluşan kaset mamülü gayri meşru bir genel başkansın…” derlerse ne diyeceksin?... Ohooo… “Bizde yalan mı yok… Elbet ona da verecek bir cevap buluruz…” Yani sizin tabirinizle demokrasi sandıktan ibaret değildir öyle mi? Milli irade sizin için hiçbir şey ifade etmiyor öyle mi? Bu memlekette hep sizin keyfiniz kanun olacak öyle mi? Lâ havle… Yuh olsun topunuzun ham ervahına…
EYLÜL 2013 / 302
41
İbrahim Çiftçi
ibrahim.ciftci@ilkadimdergisi.net
..
soz meydanı
GELECEK, GELDİ, GİTTİ (Kavuştur, Hoş geldin, Elveda)
K
Geldi geçti ömrüm benim Şol yel esip geçmiş gibi Hele bana şöyle gelir Şol göz yumup açmış gibi
oca Yunus yukardaki mısralarıyla hayat biçimi olarak kabul ettiği İslam’ın dünya ve dünya hayatına bakışını ortaya koyar. Ömrün uzunluğundan ziyade “gelip geçti” şeklindeki değerlendirmesi dikkat çeken bir genel kanaattir. “Gelecek, geldi, gitti” hayatın özeti değil mi? Düşünelim dilimize pelesenk olmuş bu ifadeleri ne kadar çok kullandığımızı. Üç aylar dedik ilk gecesiyle Regaiple karşıladık ve “Allah’ım Recep ve Şabanı mübarek kıl Ramazana da kavuştur.” duasını çokça yaptık ve baktık ki Ramazan gelmiş. Ramazanı bir iki üç derken bitirdik. Kimi,” mübarek nasıl da hızlı geçiyor bitmese” derken kimi de” yahu bırak Allah’ın verdiğine eklemeyi sen istiyorsan devam et, bize bir ay yeter” kimi de bunu desteklercesine “orucun onu kişinin gonü (gönü- derisi) kaldı’ “şeklinde zorluğu ifade ediyordu. Böyle renkli değerlendirmelere tabi olan Ramazanımız da bitti. 42
DERGiSi
Şöyle ya da böyle derken orucu, sahuru, iftarı, teravihi, sabrı, bereketi, zorluğu, hazzı, neşesi, sadakası ile bir ramazan daha geride kaldı. Ramazan yukarıdaki özellikleri ile yaşayanlar için de yaşamayanlar için de bitti. Yazılarımda sık sık belirtiyorum. Dinin ve ibadetlerin sosyal hayata kültürel bakımdan çeşitli katkıları olur. Bu bazen âdet bazen de kültürel bir unsur ya da folklorik
ritüel olarak karşımıza çıkar. Bu sosyolojik durum din gibi algılanmadığı, dini sevdiren bir unsu olarak algılandığı zaman daha iyi anlaşılır. Pakistan’a giden ve ilk iftarda o baş döndürücü kalabalığın bir anda ortadan kaybolmasının ve sokakta yapayalnız kalmasının şaşkınlığıyla durumu açıklayacak muhatabı bulup öğrenince oruç tutarak o anı yaşamaya ça-
NOT: Şiir dâhil her türlü çalışmanızı “ Kültür ve Sanat Sayfası” olan “ SÖZ MEYDANI” na elektronik veya klasik posta yoluyla gönderebilirsiniz. Bekliyorum. ibrahim.ciftci@hotmail.com
lışan İskoçyalının duygusunu bir Müslüman hissedemez. Önündeki çeşit çeşit yemeklere ve içeceklere rağmen elini sofraya uzatmayan yetişkin hele çocuk Müslümanların duygusunu da gayrimüslimler anlayamaz. Hani bir söz vardır ya “Anlatılmaz yaşanır,” diye. Evet bitti. İsteseniz de o tatları önümüzdeki seneye kadar yaşayamazsınız. Son teravihi kıldım, vitirden sonra dua esnasında aklıma düştü. Şimdi istesem de artık teravih kılamam. O cemaat zevkini tadamam ta ki gelecek ramazana kadar. Hiç düşündünüz mü bunu? Peki, gelecek sene kim öle kim kala. Bizim Koca Yunus’un dediği gibi genç ihtiyar demiyor ki: Bu dünyada bir nesneye Yanar içim göynür özüm
CİHAT GENCİ Furkân’a ulaşacak olan eylemsever kardeşim Furkan DENİZLER’e… Nefse gâlip gelen insan küfür karâr olmaz. Gün gelir zorluk olur, bak ki zulme yâr olmaz. Hep üzülsen de vefâtıyla aslı nâr olmaz. Zâlim insan hele mîzanda bahtiyâr olmaz. Her vakit Hakk ile yâren kararlılar vardı: Râbiyâlar ve Hasanlar, Seyit Kutuplardı. Şol hudutlar kalakalmış zayıf kalıplardı, Cetvelin çizdiği yer söyleyin kenâr olmaz.
Yiğit iken ölenlere
Bir çocuk var; utanıp titreyen vücûduyla,
Gök ekini biçmiş gibi
Çevrelenmiş bilerek Rabb’inin hudûduyla,
Peki kılmayanlar hadi şimdi kılın teravihi kılabilirseniz. O halde teravih sahur tartışmaları yapan, ramazandaki ibadet hazzımıza engel olmak, huzuru bozmak isteyenler, bir nevi şov yapanlar ne kazandınız? “Ben filan hocayı haklı buluyorum ve teravih kılmıyorum.” diyen kişiye “Ben kılıyorum ve camilerimizdeki Müslüman kardeşlerimle kucaklaşıyor, aynı duaya amin diyor, aynı havayı teneffüs ediyorum peki sen ne yapıyorsun?” deme hazzını yaşayanlara ne mutlu. O mutluluğu yaşatan, bunu bize hediye eden Allah’a hamdin ve Rasulün’e selamın binlercesi olsun. Bir hastaya vardın ise Bir içim su verdin ise Yarın anda karşı gele Hak şarabın içmiş gibi “Gelecek, geldi, gitti.” Gelmeden “kavuştur duasıyla ilk günlerinde “hoş geldin” ile sonlarında “elveda” ile uğurlanan, bitiminde Rabbimizin hediyesi bayramla bizi neşelendiren o ayların sultanı gitti. Yaşayanlar inşallah kazandı, yaşamayan ya da yaşayamayanlar da inşallah gelecekte yaşamanın hazzını tadarlar. İ.Ç.
Dîni hâkim kılacak, hep cihat umûduyla, Söyleyin şimdi nasıl gözlerim pınâr olmaz?
NESBEL
fâ i lâ tün / fe i lâ tün / me fâ i lün / fa’ lün
HAYKIRIŞ Bir peygamber sözü kadar ak, Bir çoban türküsü kadar berrak, Ve çağa tanıklığımın nişanesi olarak, Haykırmak istiyorum; Hür ve gür bir sesle, Avazım çıktığı kadar. Kıran ben değilim putları, düşüren odur alta, Kanıtım, çağdaşlık denen putun boynundaki balta. Mehmet Sertpolat EYLÜL 2013 / 302
43
imbik
Nuri Ercan
nuri.ercan@ilkadimdergisi.net
DARU’L ERKAM VE İSLÂM’I MEKÂNLARA HAPSETMEK
İ
slâm Tarihi’nin, Mekke Dönemi söz konusu edildiğinde evi ile meşhur olmuş sahabelerden Erkam bin Ebi’l-Erkam’ı hatırlamadan edemeyiz. Bedir ehlinden olan ve Muaviye döneminde, seksen yaşlarında vefat eden bu sahabenin, daha ziyade evi ile anılır olması calib-i dikkattir. Daru’l Erkam (Erkam’ın evi), İslâm’ın ilk yıllarında, ilk müslümanların şeceresinin tutulduğu bir nüfus müdürlüğü gibi işlev görmekte idi. Tarihçiler ilk Müslüman olanların sıralamalarını bu eve giren çıkanlara göre yapmışlardır. Bu mekân yine ilk müslümanlar için bir sığınak vazifesi görmüştür. Hatırlanacağı üzere, Hz. Peygamber (S.A.V) bu evin güvenirliliğinden dolayı kendi evini terk ederek, bir süre (2-4 yıl) burada yaşamıştı. Bu süre zarfında hane halkı çok yoğun bir tebliğ faaliyetine muhatap olmuştu. Böylece gelecek yüzyıllara huzur taşıyacak nesillerin hocaları ilk talimlerini bu küçücük mekânda almış oluyorlardı. Efendimiz ve İslâm’ın ilk mensupları olan sahabe, Erkam’ın evinde toplanarak indirilen vahyi mütalaa ediyorlardı. Allah’ın emirlerini gözden geçirip, emirlerin nasıl uygulanacağını müzakere ediyorlardı. Bu ev, onlar için bir karargâh idi. Gündelik hayatlarının sonunda bu mekânda bir araya gelen beş-on inanmış insan, aldıkları kararlar ile dünya tarihini etkile44
DERGiSi
yecek planlar yapmış oluyorlardı. Bu mekânda gerçekleştirilen faaliyetler, karizmatik bir lider etrafında toplanarak devrimler gerçekleştirebilecek bir grup çalışmasına benzemekteydi. Daru’l Erkam, Müslümanlığın ilk pratik uygulama alanı olması bakımından da büyük bir önemi haiz idi. Orada, Kur’an’dan mülhem ibadetler, Rehber eşliğinde ilk olarak uygulama sahasına sürülüyordu. Gelenek olarak mevcut olan, ama henüz umuma farz kılınmayan namaz, yeni bir veçheye büründürülerek burada îfâ ediliyordu. Haramlar-helaller netleşiyor, Allah’ın hududunun sınırları zihin levhalarında kırmızıçizgiler halinde belirginleşiyordu. Mekki âyetlerin sıklıkla vurguladığı güzel ahlakın ilkeleri havsalalarda yerini alıyordu. Şirkin kötülükleri, müşriklerin özellikleri bu evdeki akşam sohbetlerinde kulaktan kulağa geçiyordu. Dahası, gündüz sosyal hayatta Mekkeli zalimlerin baskı ve yıldırmaları ile karşı karşıya kalan Müslümanlar, geceleri bu evde bir araya geldiklerinde Allah’ın âyetlerinin ferahlatıcı esintileri ile teselli buluyorlardı. Burası onlar için, enerji depolayacakları manevi bir istasyon konumunda idi. Hicretten önceki son on yıldan fazla bir zamanın adı olan Mekke Dönemi’nde, inen âyetler tahlil edildiğinde, toplum inşa etmek için olmazsa olmaz şart-
lardan olan insan yetiştirme inceliklerinin daha çok öne çıkarıldığını müşahede ederiz. Bu bakımdan Daru’l Erkam, örnek insan yetiştirme uygulamasının gerçekleştirilmeye başlandığı bir ilkokul vazifesi de görmüştü. Burada yetişen insanlar öncelikle zulme razı olmamayı ve zulme direnmeyi içselleştiriyorlardı. Ne var ki, Hz. Ömer’in aralarına katılmasına kadar kendilerinde sahalara inecek gücü bulamışlardı. Hz. Ömer’in bu evde teslim (Müslüman) olmasından sonra, elde ettikleri cesaretlerinin üzerine cesaretler katarak Daru’l Erkam’dan huruç etmeye muvaffak olmuşlardı. Bu muvaffakiyet, aynı zamanda tebliğ faaliyetlerinin aleniyete dökülmesi anlamına geliyordu. Mü’minler, bu küçücük mekânı huzur merkezi haline getirmişlerdi. Kapının eşiğinden sokağa adım attıklarında, her defasında yeniden doğmuş hissine kapılıyorlardı. Lakin dönemin şartları gereği çarşıda pazarda muhataplarının kötü muamelesine maruz kalmaktan kurtulamıyorlardı. Bereket versin ki, Daru’l Erkam yine imdatlarına yetişiyordu. Okudukları âyetlerde anlatılan kıssalarla ve Efendimizin cümleleri ile teselli buluyorlardı. Geçmiş ümmetlerin başına gelenleri işittikçe, kendi çektiklerinin ne kadar hafif kaldı-
tırmanış hızı, dünya Müslümanlarının hal-i pür melali gibi nispeten hafif, nispeten sorumluluk gerektirmeyecek günlük aktüel konular sohbet mevzuları haline dönüşmüş durumdadır.
ğını düşünüp, ertesi güne yeniden azimle hazırlanıyorlardı. Böylece bu ev, Efendiler Efendisi’nin vahiyle paralel olarak gerçekleştirdiği insan yetiştirme derslerinin yüce bir mekânı oluyordu. Daru’l Erkam’ı İslâmî hareketin nüvesini oluşturacak metotlar yumağını barındıran bir ilim yuvası idi. Bu metotlar arasında sohbet, dinleme, anlama, öğrenme ve istişare etme yanında, muhabbet, îsar, paylaşma ve hemhal olma da vardı. Sohbet metodu, dünya yüzeyinde neredeyse sadece Müslümanlara has bir eğitim metodu olmasını Daru’l Erkam’a borçludur. Günümüze aktarıla gelen eğitim metotlarının tahtında sohbetin oturması da ne derece önemli bir eğitim tarzı olduğunu anlatmaktadır. Yakın geçmişinde Daru’l Erkam’ı ağzından hiç düşürmeyen, evlerin birer Daru’l Erkam olmasının farz olduğunu savunan kimi yürekli insanlarda şimdilerde tıs yok! Onun yerine, Gezi çapulcularının kimler tarafından organize edildiği, iktidarla vatandaş münasebetleri, insanların gittikçe bozulmaya yüz tutan kişilikleri, falanın sayısalcı kızının başarısı, fişmakanın oğlunun akademik kariyer basamaklarını
Son dönemlerde inandıklarımızı yansıtamama sıkıntısı yaşadığımız gerçeği ile karşı karşıya olduğumuzu inkâr edemeyiz. Bu, neredeyse camianın her kesimi için geçerlidir. Dikkat ederseniz, eskiye nazaran daha az gerçekleşen bir araya gelmelerimizde ele aldığımız konular, inancın değil; aslında sadece duygularınızın yansımasıdır. Zamanında isteyip de elde edemediklerimiz, hayallerimizin gerçekleşmeyen bölümleri, bir nebze zihnimize yerleşmiş mümin duyarlılıkları... Malesef o kadar! Öğrenilen hakikatlerin aktarılması sorumluluğunu taşıyamaz bir zayıflıkla birlikteyiz sanki. Diğer taraftan büyük bir direnç kaybına uğradığımız gerçeği daha da can yakıcıdır. Bir zamanlar üniversite koridorlarında yüzlerce ateistin şaşkın bakışları arasında seccadesini serip namazını ifa eden kardeşlerimize gıpta edecek kadar işin içinde iken; şimdilerde yolculuk anında kaptandan namaz izni isteyemeyecek kadar işin dışındayız desek yanlış mı olur! Daru’l Erkam hadisesini anlayıp anlamadığımızı, ya da yanlış anladığımızı ortaya çıkartacak kriterleri yeniden gözden geçirmemiz gerekmektedir. Darul’Erkam merkezden topluma açılmayı öngörüyordu; bizler toplumdan merkeze, yani eve doğru kapanmaktayız. Daru’l Erkam, bireyselliği, değil cemaati önceliyordu; bizde ise, bireysellik hastalığı onulmaz bir yara olmuş durumdadır. Üstelik diğer
ideolojik kesimlerin (Sosyalist, Laik, Seküler vb.) tersine, biz bireyselliği sosyal hayatta değil, evlerimizde gerçekleştirmiş birer vatandaş olarak sahaya iniyoruz. Mesela toplumun diğer katmanlarından bir kişi toplum içinde ideallerini gerçekleştirerek bireyselliği ile tatmin olmayı yeğlerken, bizler evlerimize aldığımız pahalı televizyonlarla övünerek ya da başka eşyalarla farkındalık üreterek bireyselliğimizi gerçekleştirmeye çalışıyoruz. Anlayacağınız, bireyselliği bile toplumun yararına kullanamıyoruz. Daru’l Erkam bir yayılma hareketi idi; bizler yayılmayı bırakın, kendimizi koruma konusunda bile endişeler taşımaya başladık. Çünkü inandığımız gibi yaşayamamak gibi bir marazla hastalanmış durumdayız. Daru’l Erkam, bir öğretim merkezi olmaktan ziyade bir eğitim merkezi idi; bu gün teori üretme faaliyetlerimiz bile akamete uğramış durumdadır. Üstelik elimizin altındaki çocuklarımızı bile tam olarak eğitmekte beceri gösterdiğimiz söylenemez. Erkam’ın Evi’nin öğrencileri öğrendiklerini anında mahalleye, çarşıya, beldeye yansıtıyorlardı; bizlerin öğrenme ameliyesi akamete uğramış durumdadır. Ne öğrendiğimizi, niçin öğrendiğimizi, neler öğrendiğimizi karıştırır bir haldeyiz. Orası bir adam yetiştirme mekânı olarak tarihe geçti; bizler inşa ettiğimiz lüks binalarda, mü’minler yetiştirmek yerine, taraftar yetiştirmekten hala vazgeçemiyoruz. El hâsılı kelam, Daru’l Erkam, dini yaymak ve insanlığa hâkim kılmak için oluşturulmuş küçücük bir yapı iken; bizler koca koca sınıflara, camilere, evlere, salonlara, geniş mekânlara İslâm’ı hapsetmekten başka bir iş yapmıyoruz. EYLÜL 2013 / 302
45
genç bakış
Mehmet Erturan
erturanmehmet@hotmail.com
Müslüman Kardeşler’in Kısa Tarihçesi ve Teşkilata Dair Notlar
1
928’de İsmailiye’de (Mısır) Hasan elBenna tarafından Cem‘iyyetü’l-İhvani’lMüslimîn adıyla kuruldu. 1932’de merkezi Kahire’ye taşındıktan sonra ülke genelinde teşkilatlanmaya hız vererek şube sayısını bir yıl içinde 50’nin üzerine çıkardı. Suriye, Lübnan, Sudan ve Filistin’e de temsilciler gönderilerek teşkilatlanma ülke dışında da sürdürüldü. Şube binalarında, camiler-
46
DERGiSi
de ve diğer toplu yerlerde halka davalarını anlattılar. Teşkilat haftalık el-İhvanü’1-Müslimûn gazetesiyle (1933-1938) enNezîr adlı dergiyi (1938-1939) çıkarmaya başladı ve II. Dünya Savaşı’ndan sonra sosyal ve ekonomik faaliyetlere de yöneldi. Çok sayıda ticarî, sınaî ve ziraî şirketle yüzlerce okul ve sağlık ocağı kurdu. Kuruluşun 20. yılı olan 1948’e gelindiğinde şube sayısının Mısır’da 2000’e, Sudan’da 50’ye ulaştığı; Filistin, Doğu Ürdün, Suriye, Pakis
tan ve İran’da da şubeler açıldığı açıklandı. 2. Dünya Savaşı sonrası bölgede yaşananları yakından takip eden teşkilat, Filistin’i kurtarmak için cihad çağrısı yaptı ve 1948’de İsrail’in kurulmasıyla başlayan Arap-İsrail savaşında bizzat yer aldı. Teşkilatı yakından takip eden Batılı devletler yaşananların ardından ülke yönetimi üzerinde baskı kurdu ve Mısır hükümeti “devlete karşı ayaklanma hazırlıkları
içinde olduğu” gerekçesiyle 8 Aralık 1948’de teşkilatın dağıtılmasına ve bütün mallarına el konulmasına karar verdi. Bu karar sert tepkiyle karşılandı ve yirmi gün sonra Başbakan Nukrâşî Paşa, İhvan mensubu bir genç tarafından öldürüldü. 12 Şubat 1949 günü ise Hasan el-Benna sanki misilleme yapılırcasına hükümetin düzenlediği bir suikastla şehid edildi. Mısır’da Abdünnasır Dönemi ve İdamlar 26 Ekim 1954’te Cemal Abdünnasır’a başarısız bir suikast teşebbüsünde bulunulması İhvan-ı Müslimîn’in tarihinde önemli bir dönüm noktası oldu. Her ne kadar bunun bir tertip olduğu sonradan ortaya çıktıysa da suikasttan sorumlu tutulan teşkilat kanun dışı ilan edildi ve binlerce mensubu tutuklandı. 4 Aralık 1954’te 7 lideri idam cezasına çarptırıldı. Bazı İslâm devletlerinin baskısı üzerine başkan Hasan el-Hudeybî’nin cezası müebbet hapse çevrilse de diğer isimler idam edildi. Cezaevlerindeki üyelere yapılan ağır işkenceler sebebiyle 27 kişi işkenceyle şehid edilirken, 22 kişi de üzerlerine açılan yaylım ateşiyle şehid oldu. İhvan-ı Müslimîn bu tarihten sonra faaliyetlerini yer altına kaydırdı. 1965 yılının ilk aylarında tutukluların çoğu şartlı tahliyeyle veya sağlık durumlarının bozulması gibi sebeplerle serbest bırakıldı. Fakat aynı yılın ilerleyen aylarında daha geniş çaplı bir tutuklama faaliyeti başlatıldı. Aralarında
yüzlerce kadın ve genç kızın da bulunduğu tutukluların sayısı 20.000’i aştı. Yargılama sonunda 7 kişinin idamına, 100’den fazla kişinin de hapsine karar verildi. İdamlıkların bir kısmının ceza sı müebbet hapse çevrilirken Fî Zılâlil Kur’ân adlı tefsirin müellifi Seyyid Kutub da dâhil dört kişinin idam cezası 29 Ağustos 1966’da infaz edildi. Teşkilat tarafından çıkarılan yayın organlarında özellikle teşkilatın resmen tanınması, şer‘î düzene geçilmesi, Enver Sedat’ın 1979’da İsrail’le imzaladığı barış antlaşması ve İsrail’in devlet olarak tanınıp Kahire’de elçilik açmasının reddedilmesi gibi gayet ciddi konular işleniyordu. Teşkilatın kadınlar kolunu temsil eden Firku’lAhavâti’l-Müslimât komisyonu ilk defa 1932’de toplandı. 1948’de 50 şubede kayıtlı 5000 üyesi bulunuyordu. 1954’te ise şubelerinin sayısı 250’yi aştı. İhvan-ı Müslimîn siyasî, ilmî, sportif, kültürel ve sosyal alanlarda faaliyet gösteren çok yönlü bir teşkilat olarak geliş ti. Islah programlarında fert, aile, toplum, devlet ve bütün bir beşeriyeti içine almaya yönelik çalışmalara önem verildi. Teşkilatın Mısır’daki ve diğer ülkelerdeki idari yapısı birbirinden bağımsız olarak gelişmekle birlikte Mısır dışındaki İhvan’ın en yüksek yöneticisine “elmurâkıbü’l âm” denilmekteydi. Suriye İhvanı ve Hama Katliamı Suriye’de Hafız Esad’ın
1976’da Lübnan’daki iç savaşa karışmasının ve Müslümanlara karşı Mârûnîler’in yanında yer almasının ardından İhvan-ı Müslimîn de Esad rejimine karşı cihad ilan edip asker ve polislere saldırı başlattı. 1980’den itibaren bunları büyük çaplı gösteriler ve grevler takip etti. Baas rejiminin teşkilatın faaliyetlerine son vermek amacıyla aldığı şiddetli tedbirler de halkın ve sivil kuruluşların İhvan’a olan desteğini arttırdı. Bunun üzerine 7 Haziran 1980’de çıkarılan kanunla teşkilata üye olmak, hatta herhangi bir biçimde onunla dayanışmaya girmek yasaklandı ve kanunu ihlal edenlere ölüm cezası getirildi. 26 Haziran 1980’de Esad’a karşı başarısız bir suikast girişiminde bulunulmasının arkasından yaklaşık 5000 İhvan mensubu tutuklandı ve birçoğu öldürüldü. Baas rejimi yıllardan beri süren silahlı mücadeleler ve grevler yüzünden sarsılan otori tesini tekrar tesis etmek amacıyla 1982 Şubatı’nda teşkilatın kalesi sayılan Hama şehrine havadan ve karadan saldırıya geçti. Binlerce kişi şehid oldu ve şehir yerle bir edildi. Sudan’da İhvan İktidarı 1971’de Sudan’da gerçekleştirilen sol eğilimli bir darbe girişimi devlet başkanı Nümeyrî’nin dinî kesimle arasının düzelmesine yol açtı. Bu durum teşkilatın Sudan’daki sorumlusu Türâbî’ye istenen ortamı hazırladı ve üniversitelerdeki öğrenci dernekleri İhvan-ı Müslimîn’in kontrolüne geçti. EYLÜL 2013 / 302
47
1973 anayasasında hukukun ana kaynağının İslâm olduğunun belirtilmesinin ardından başlatılan kanunların İslâmîleştirilmesi süreci teşkilat tarafından desteklendi. 1977-78’de sağlanan millî uzlaşmayla İhvan-ı Müslimîn Sudan’da güçlenmeye ve mensupları da önemli mevkilere gelmeye başladı. Hasan et-Türâbî kanunların şeriata uygunluğunu kontrol etme göreviyle başsavcılık makamına getirildi. İhvan Nasıl Bir Teşkilat? Dinî esaslara dayalı bir toplum modelini savunan İhvan-ı Müslimîn bunun bütün insanlık için en uygun sistem olduğunu vurgular. Din-devlet ayırımına şiddetle karşı çıkan teşkilata göre şeriatın hü kümleri bütün zaman ve mekânlarda tatbik edilebilir ve bu durum hem dinî hem sosyal ve kültürel açıdan bir zorunluluktur. İslâm bütün emir ve hükümleri birbirine dayanan mükemmel bir sosyal düzeni öngörmesinden dolayı bütünüyle uygulanmalı, bir kısmı alınıp bir kısmı terk edilmemelidir. İslâm’da yöneticinin bir kutsiyeti bulunmadığı gibi Kur’an ve Sünnet’te belirtilen emirler de hem devlet başkanı hem yönetilenler için geçerlidir. Toplumun temsilcileri durumundaki ehl-i şûra tarafından seçilen devlet başkanı yine onlara danışarak hareket eder ve onlar tarafından denetlenir. İslâm coğrafî sınır tanımaz, kan bağına itibar 48
DERGiSi
etmez ve bütün Müslümanları tek bir ümmet sayar. Hilafet, İslâm birliğinin sembolü, İslâm ülkeleri arasında bir bağ ve İslâm’ın bir şiarı iken halife de Allah’ın nizamındaki hükümlerin uygulayıcısıdır. Hasan el-Benna İslâm âleminin problemlerinin ancak toplumun ıslahıyla çözümlenebileceğine inanarak hareketini bu fikir etrafında oluşturmuştur. Benna, hareketin hedeflerini esas ve özel olmak üzere iki grup halinde ele alır. Esas
hedeflerinden birincisi, bütün İslâm topraklarının yabancıların hâkimiyetinden kurtarılıp hürriyetine kavuşturulması, ikincisi de bu hür vatanda İslâm hükümlerinin geçerli kılınıp İslâmî sosyal düzenin uygulanmasıdır. Özel hedeflerse teşkilatın içinde bulunduğu toplumun değiştirilmesiyle alakalıdır. İslâm hem inanç hem ibadet hem din hem devlettir. Bu durumda İslâm’ı asrın rengine değil asrı İslâm’ın rengine sokmak gerekmektedir. Benna’ya göre anayasal bir par-
lamenter sistemin işleyişi için partiler zorunlu olmadığı gibi bunlar bencilliği, insanlar arasında düşmanlığı ve fırsatçılığı beslemektedir. Yine Benna’ya göre emperyalizme karşı cihad etmek her Müslümanın üzerine farzdır. Teşkilata katılan bir kişi önce kendi nefsini her yönden ıslah etmek için çaba harcamalı ve İslâmî esaslara dayalı bir aile kurmalı, sonra da emri bil ma‘rûf nehyi anil münker ilkesini yerine getirerek toplumu düzeltmeye, İslâm topraklarını kültürel, fikrî, iktisadî ve siyasî alan larda emperyalist güçlerin tahakkümünden kurtarmaya, İslâmî esaslara uygun, İslâm ümmetini koruyacak, birliğini sağlayacak, İslâm’ı hâkim kılacak ve kültürünü yayacak bir devletin kurulmasına çalışmalı ve yeryüzünde bozgunculuğun kal dırılması, İslâm’ın hâkim olması için cihad etmelidir. Seyyid Kutub ile Hasan el-Benna’nın yaşadıkları dönemlerin farklı olması sebebiyle fikirlerinde de farklılıklar bulunmaktadır. Benna’nın konuşmalarında cahiliye veya dârül harp gibi kavramlara rastlanmaz. Kutub ise düzeni cahiliye saymakta ve ona karşı cihad edilmesi gerektiğini savunmaktadır. Hasan el-Benna silahlı bir devrime karşıdır. Günümüzde Mısır’da yaşananların da gösterdiği gibi teşkilat Seyyid Kutub’dan ziyade Hasan elBenna’nın çizgisinden gitmektedir.
• • • • •
2 Cilt Büyük Boy Lüks Kapak Birinci Hamur 1030 Sayfa
Karton kapak ve enzo kağıt baskısı da çıktı
İsteme Adresi Kasaplar Çarşısı No:2 NEVŞEHİR 0505 808 35 87 - 0535 251 41 07