İlkadım Dergisi Sayı: 303

Page 1

EKİM 2013 • SAYI 303 • 7 TL (KDVD)

• Kulluğun Önündeki Engeller- Nureddin Soyak • Saadet Asrı Adanmış Hayatlar-Hikmet İnce • Sahabeden bir adanmış:Enes Bin Nadr Nuri Ercan • Mücahit, Müşahit ve Adanmış bir Mü’min: HASAN EL-BENNA-Ahmet Belada

/ilkadimdergisi

/ilkadimdergisi

HİZMET ADABI/Nureddin Soyak • Her Nefes İmtihandayız • Adanmış Bir Ömürden Adanmışlık Öğretileri - A. Baki Öncel • Adayış-Mükremin Çelik • Rabia İşaretine Dair Notlar Mehmet Erturan



ilkadım

Aylık Düşünce ve Kültür Dergisi

EKİM 2013 YIL 22 SAYI 303 Fiyatı: 7 TL KDV D Sahibi İhya Yayıncılık Tic. ve San. Ltd. Şti. Adına İsmail Varır ismail.varir@ilkadimdergisi.net Genel Yayın Yönetmeni Yard.Doç.Dr. İlhami Nalçacıoğlu i.nalcacioglu@ilkadimdergisi.net Sorumlu Yazı İşleri Müd. İsmail Varır Yayın Kurulu Nureddin Soyak Yrd. Doç. Dr. İlhami Nalçacıoğlu A.Baki Öncel Ahmet Belada Erkan Özdemir İbrahim Çiftçi İsmail Varır Metin Başbuğ Rauf Denizler Süleyman Konak Kapak ve Sayfa Düzeni İlkadım Grafik Reklam ve Abone Sorumlusu Cep: 0535 251 41 07 - 0505 808 35 87 abone@ilkadimdergisi.net Baskı Cihan Ofset (0352) 322 02 00 Merkez Kasaplar Çarşısı No: 2 Nevşehir Tel :0384 213 65 43 • Gsm:0505 808 35 87 PK. 75 Nevşehir İrtibat Kayseri:0352 221 38 35 • 0535 251 41 07 Konya :0506 681 23 27 www.ilkadimdergisi.net e-mail: ilkadim@ilkadimdergisi.net

Abone Şartları Yurtiçi Yıllık : 80 TL Yurtdışı Yıllık : 50 Euro Abonelik İçin: 0505 808 35 87 Yurtiçinden: Posta Çeki: İhya Yayıncılık 693721 Banka Hesap No: KUVEYT TÜRK KATILIM BANKASI Kayseri Yeni Sanayi Şb. IBAN:TR420020500000785462200001 Yurtdışından: SWIFT KODU:KTEFTRIS TR580020500000785462200101 Bu dergi Basın Meslek İlkeleri’ne uymayı taahhüt eder. Yazıların ve ilanların sorumluluğu yazı ve ilan sahiplerine aittir. Gönderilen yazı, resim veya karikatür yayınlansın ya da yayınlanmasın iade edilmez. Dergide olabilecek hataların bildirilmesi rica olunur. Cevap hakkı doğurabilecek yayın için cevap hakkı saklıdır. Yazılar, isim belirtilerek iktibas edilebilir.

/ilkadimdergisi

/ilkadimdergisi

ilkadım’dan...

EKİM 2013 • SAYI 303 • 7 TL (KDVD)

/ilkadimdergisi

/ilkadimdergisi

editor@ilkadimdergisi.net

Kıymetli Okuyucu, Yeni bir sayı ile birlikteyiz elhamdülillah. Ekim ayı kurban ayı, Bayramlarımız mübarek, kurbanlarımız kabul olur inşallah. Bu yıl yine kurban kanlarımıza hüzün gözyaşlarımız karışıyor. Onyıllardır olduğu gibi bu yıl da kurbamlarımızın kanıyla birlikte Müslüman kardeşlerimizin kanını, gözyaşını, çilesini, feryadını seyrediyoruz. Bu kanın durması için kendi gayretimizden ve Rabbimizin inayetinden başka şimdilik yardımcımız görünmüyor. “Allah’tan başka yardımını umduklarımızın” elleri zaten Müslüman kanlarına sonuna kadar bulaşmış durumda. Bu zilletten ümmet olarak nasıl kurtulacağımızı teoride çok iyi biliyoruz. Bu bilgilerimizi icraata dökebildiğimiz takdirde sonuç alacağımıza da kesin inancımız var. Çünkü Rabbimizin vaadi haktır. Elimize bıçaklarımızı alıp İsmaillerimizin elinden tereddütsüz tutabilmeliyiz, gerektiğinde bıçağın altına boynumuzu tereddütsüz uzatabilmeliyiz ki; Cebrail elinde koç ile yetişsin. Meryemlerimizi adayabilmeliyiz ki; İsalar yetişsin. Mus’ablar olmalıyız ki; Medine kapıları açılsın. Ashab-ı Rıdvan gibi “Kanımızın son damlasına kadar mücahade sözü verebilmeliyiz ki; Mekke kapıları ardına kadar açılsın. Değil dünyayı, “bir elimize güneşi diğerine ayı da verseniz vazgeçecek değiliz, gerekirse bu yolda ölürüz” diyen Son Nebi’yi örnek almalıyız ki; Yeni bir Saadet Asrını Rabbimiz bize de göstersin. Bu sayımızda Adanmış hayatları, Adanmış insanları kapak konumuz olarak işledik. Bu vesile ile bir kez daha gördük ki bizler “güneşi ceketimizin astarında kaybetmiş marka Müslümanları”yız. Bu durumdan kurtulabilmek için bu bayram ve kurbanlarımız yeni bir başlangıç olur ümidindeyiz. Kurbandan maksat, gerektiğinde Hak uğrunda canından bile fedâkârlık göstereceğine dâir, kulun Rabbine söz vermesidir. Kurban, takvâ imtihanını kazanabilmek, Hakk’a itaat ve teslîmiyetimizi tescilletebilmektir. Nitekim âyet-i kerîmede de kurbanlar hakkında: “Onların ne etleri ne de kanları Allâh’a ulaşır; fakat O’na sadece sizin takvânız ulaşır…” (Hac, 37) buyrulmaktadır. Takva sahibi olabilmeliyiz ki, “müttakilerden olabilmeliyiz” ki “içerisinde hiçbir şüphe bulunmayan”, her zaman elimizde olan ve sürekli okuduğumuz kitap bizi “hidayete ulaştırsın” sahil-i selamete erebilelim. Son aylarda sembol haline gelen meydana adını veren Rabiatül Adeviye’nin (Rh) duasıyla bitirelim. Kendisi sabaha kadar namaz kılar ve seher vakitlerinde şöyle dua ederdi: “İlâhî, bütün gözler uyudu. Yıldızlar donandı. Yeryüzü hükümdarları kapılarını kapattı. Fakat senin kapın kapanmaz. Beni affet Allah’ım.” Selam ve dua ile… • Kulluğun Önündeki Engeller- Nureddin Soyak

HİZMET ADABI/Nureddin Soyak • Her Nefes İmtihandayız

• Saadet Asrı Adanmış Hayatlar-Hikmet İnce • Sahabeden bir adanmış:Enes Bin Nadr Nuri Ercan • Mücahit, Müşahit ve Adanmış bir Mü’min: HASAN EL-BENNA-Ahmet Belada

• Adayış-Mükremin Çelik

• Adanmış Bir Ömürden Adanmışlık Öğretileri - A. Baki Öncel • Rabia İşaretine Dair Notlar Mehmet Erturan


6 Saadet Asrı Adanmış Hayatlar

İçindekiler İLKADIM’DAN /1 BAŞYAZI/Nureddin Soyak Kulluğun Önündeki Engeller/3 KAPAK Saadet Asrı Adanmış Hayatlar/6 Hikmet İnce

15 Mücahit, Müşahit ve Adanmış bir Mü’min:HASAN ELBENNA

Sahabeden bir adanmış:Enes Bin Nadr/12 Nuri Ercan Mücahit, Müşahit ve Adanmış bir Mü’min: HASAN EL-BENNA/15 Ahmet Belada Adanmış Bir Ömürden Adanmışlık Öğretileri/19 A. Baki Öncel Adayış/22 Mükremin Çelik

19

HİZMET ADABI/Nureddin Soyak

Adanmış Bir Ömürden Adanmışlık Öğretileri

KUR’AN İKLİMİ/Selim Armağan

Her Nefes İmtihandayız/24

Ve Sana Ölüm Gelinceye Kadar Rabbine İbadet Et/28 HADİS İKLİMİ/Ahmet Ağmanvermez Hazreti Salih -aleyhisselam-’ın Kavmi Semûd ve Helak Sebebleri/30 FIKIH/Mehmet Şentürk Kurban Kesiminde Dikkat Edilecek Hususlar/32

32 Kurban Kesiminde Dikkat Edilecek Hususlar

TASAVVUF/Cemil Usta Kibir-4/34 KİTAPLIK/M.Seçuk Özdoğan Kayıp Kitap Barnabas’ın Sırrı & Aselsan Cinayetleri/35 EĞİTİM/Yar. Doç. Dr. İlhami Nalçacıoğlu Değerler Eğitiminin Neresindeyiz?/36 GEÇMİŞ ZAMAN OLUR Kİ/Fatih Yılmaz İyilikten İyilik Doğar38

46

LA HAVLE/Abdullah Gülcemal

Rabia İşaretine Dair Notlar

SÖZ MEYDANI/İbrahim Çiftçi

ELİF’i Görse MERTEK Sanıyorlar/40

Zor Okunan Bir Deneme/42 İMBİK/Nuri Ercan Tarih Âyetine Bigâne Kalmamak/44 GENÇ BAKIŞ/Mehmet Erturan Rabia İşaretine Dair Notlar/46

2

DERGiSi


Başyazı nureddin.soyak@ilkadimdergisi.net

Kulluğun Önündeki Engeller

Y

aradılış gayesi Allah Teâla’ya kulluk olan insanın, imtihan gereği olarak önüne bazı engeller konulmuştur. Bunlar içindeki ve dışındaki engellerdir. İçindeki engel nefsi, dışındaki en büyük engel ise şeytandır. İçindeki engeli aşabilenler için dışında ciddi bir engel kalmamaktadır. Kulun bu engelleri en kolay şekilde aşabilmesi için Rabbini ve kendini tanıması gerekir. Nefsin zaaflarını, şeytanın araçlarını bilen insan aldanmak istemezse aldanmaz. Kimsenin de onu aldatmaya gücü yetmez. Kulun engelleri aşabilmesi için Rabbinin yardımına ihtiyacı vardır. İnsanın içindeki düşmanı ile dışındaki düşmanının, insanı Allah

Teâla’ya kulluktan alıkoyma araçları hemen hemen aynıdır. Nefsine uyan, şeytana uymuş; şeytana uyan da nefsine uymuştur. İşbirlikçilikte bunlar üzerine yoktur. Rabbimiz nefse birtakım kabiliyetler vermiş, sonra da ona iyilik ve kötülükleri ilham etmiştir. Rabbimiz, Yusuf -aleyhisselam- dilinden: “Nefis kötülüğü emreder.” (Yusuf 53) buyurmaktadır. İlâhî ve nebevî eğitimden geçmeyen nefis, sürekli kötülüğü emreder. Kötülükleri cazip hale getirir. Nefislerin azgınlaştırıldığı, haramların meşru hale getirildiği toplumlarda hayat yaşanılmaz hale

gelir. Emniyet ve güvenden eser kalmaz. “Arzularını ilah edineni gördün mü?” (Furkan 43) Nefisler putlaştırılır. Arzu ve isteklerin tatmini için her şey mubah hale getirilir. Rab unutulur, O’nun emir ve yasakları hiçe sayılır. Rasulullah -sallallahu aleyhi ve sellemEfendimiz, ümmetini nefis konusunda uyarmak için “göz açıp kapayıncaya kadar bile nefsine bırakmaması” konusunda Rabbine sürekli yalvarmıştır. Artık günümüz insanı tapmak için taştan ağaçtan heykeller yontmuyor. Çağdaş putlar nefislerdir. Kimse nefsine toz kondurmuyor. Yanlışlarını, hata ve kusurlarını kabullenmiyor. Uyarılara şiddetle EKİM 2013 / 303

3


İ

nsan, Rabbini değil de nefsini rehber edinirse, nefsi ona iyi işleri kötü, kötü işleri de iyi gösterir. Rabbimiz bize helak olmuş kavimlerin helak oluşlarını ve sebeplerini haber vermektedir ki ibret alalım. Ama maalesef günümüzde, önceki kavimlerin helak sebebi olan fiillerin tamamı içki, kumar, zina, eşcinsellik, rüşvet, hırsızlık, faiz, vb. haramlar müslüman memleketlerde de işlenir hale gelmiştir. karşı koyuyor. Allah Teâla’nın ahkâmıyla uyarılan nefisler açık ve net yanlışlarını kabullenmiyorlarsa, nefisler putlaştırılıyor demektir. “Ne zaman bir peygamber onlara nefislerinin arzu etmediğini getirdi ise bir kısmını yalanladılar, bir kısmını da öldürdüler.” (Maide 70 ) Rabbimiz, kullarının dünya imtihanını kolayca geçebilmeleri için Resuller ve kitaplar göndermiştir. Bunlar kullar için en büyük nimetler olmasına rağmen, Rabbimizin beyanına göre insanların çoğun nankörlük etmiştir. İlâhî vahye sırt çevirmişler, Resullerin kimini yalanlamışlar, kimini de katletmişlerdir. Hayvanlar gibi sınır tanımaz bir hayat yaşarken, insanca, izzetli ve şerefli bir hayatı kabullenememişlerdir. Mü’min asla nefsine taraf 4

DERGiSi

olmaz, nefsini Rabbine itaat başta hanımı olmak üzer kavettirmenin gayret ve çabası minin tamamını helak etmiştir. içerisinde olur. Nefsine taraf “Nefisleriniz size (kötü) olanlar hep helak olmuşlardır. bir işi güzel gösterdi.” (Yusuf “Lut’u da Peygamber 18) olarak gönderdik. Hani o İnsan, Rabbini değil de kavmine şöyle demişti: ‘Siznefsini rehber edinirse, nefsi den önce âlemlerden hiçbir ona iyi işleri kötü, kötü işleri kimsenin yapmadığı çirkin de iyi gösterir. Rabbimiz bize işi mi yapıyorsunuz?’ helak olmuş kavimlerin helak Kavminin cevabı ise, ‘Çı- oluşlarını ve sebeplerini haber karın bunları memleketiniz- vermektedir ki ibret alalım. den! Güya onlar kendilerini Ama maalesef günümüzde, fazla temiz tutan insanlar!..’ önceki kavimlerin helak sebebi demek oldu.” (Araf 80,82) olan fiillerin tamamı içki, kumar, zina, eşcinsellik, rüşvet, Küfür ve şirk toplumlarınhırsızlık, faiz, vb. haramlar da; güzel ahlak, namus, edep, müslüman memleketlerde de terbiye, hayâ gibi kavramlara işlenir hale gelmiştir. yer yoktur. Bu kavramlar ve bu kavramları hayata geçirme “Onlardan önce Nuh çabaları inkârcıları her zaman kavmi, Res halkı ve Semud rahatsız etmiş, bundan sonrada kavmi, Ad ve firavun, Lut’un rahatsız edecektir. Rabbimiz kardeşleri, Eykeliler, TübbaLut -aleyhisselam- ailesi hariç, nın kavmi de yalanlamıştı.


Bütün bunlar peygamberleri ler.” (Meryem 59 ) yalanladılar, böylece kendiRabbimiz namazı bıraklerini uyardığım şey gerçekmakla, nefse uymayı birlikte leşti.” (Kaf 12,13,14) zikretmiştir. Namazı hakkıyla Rasullerin uyarılarına ku- ifa edip, Rabbi ile irtibatını sıkı lak verilmeyince: tutabilenlerin, sürekli nefislerine uymaları mümkün değildir. “Andolsun, onlara saİlâhî ve nebevî müjdeler, nabahleyin erkenden kalıcı bir mazın ahlaksızlıklara ve kötüazap geldi. ‘’Haydin azabımı lüklere engel olacağı, kişinin ve uyarılarımı tadın dedik.” dininin yıkılmasına mani ola(Kamer 38,39) cağıdır. Eğer bugün nefislerin “Nefis arzusuna uyma, kulu olunmuşsa, ya namazların yoksa seni Allah’ın yolundan ifa edilmeyişinden ya da haksaptırır. Allah’ın yolundan kıyla ifa edilemeyişindendir. sapanlar için hesap gününü “Namazı kılın” (Ahunutmaları sebebiyle şiddetli zab33), “Namazı dosdoğru bir azab vardır.” (Sad 26) kılın” (Nisa 103), “NamazMüslüman ebedi hayatı larını koruyanlar.” (Me’aric için ne hazırladığına sürekli 34), “Namazlarında huşu bakmalıdır. Dünya hayatında içindedirler” (Mü’minun 2), ne kazandın? Hayır mı, şer mi? “Namazlarına devam ederAhiretine ne götürüyorsun. ler.” (Mü’minun 9) Orada sürpriz yok. Ne götü“Fakat o, dünyaya saprüyorsan onu bulursun. Azığılandı ve hevesinin peşine nı iyi hazırla, azıkta ne varsa, düştü. Onun durumu tıpkı sofrada onu bulursun. köpeğin durumuna benzer: “Nefislerinin onlar için Üstüne varsan da dilini çıkaönceden hazırladığı şey ne rıp solur, bıraksan da dilini kötüdür: Allah onlara ga- çıkarıp solur.” (Araf 176) zabetmiştir ve onlar azab “Her nefis kazandıklaiçinde devamlı kalıcıdırlar.” rına karşılık bir rehindir.” (Maide 80) (Müddessir 38) “Nihayet onların peşin“Nefsini kötülüklerden den öyle bir nesil geldi ki, arındıran kurtuluşa ermiştir. bunlar namazı bıraktılar; Onu kötülüklere gömen de nefislerinin arzularına uyduziyan etmiştir.’’ (Şems 9-10) lar. Bu yüzden ileride sapıklıklarının cezasını çekecekİnsanın masum olması

mümkün değildir. Bundan dolayıdır ki Rabbimiz tevbe kapılar sonuna kadar açmıştır, Yeter ki tevbe edebilelim. İslam’da çıkmaz sokaklar yoktur. “Yaratanınıza tevbe edin de nefislerinizi öldürün.” (Bakara 54) “ De ki: Ey kendi nefisleri aleyhine haddi aşan kullarım! Allahın rahmetinden ümit kesmeyin! Çünkü Allah bütün günahları bağışlar. Şüphesiz ki O, çok bağışlayan, çok esirgeyendir.” (Zümer 5 “Rabbinin makamından korkup, nefsini kötü arzularından engelleyenin varacağı yer cennettir.” (Naziat 40.41) Nefsi sürekli cehennemle korkutup, cennetle müjdelemek, engellerin aşılmasında çok fayda sağlayacaktır. Rasulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz: “Allah’ım huşu duymaz bir kalpten sana sığınırım, dinlenmeyen bir duadan sana sığınırım, doymak bilmeyen bir nefisten, faydası olmayan bir ilimden, bu dört şeyden sana sığınırım.” (Nesai, Tirmizi) buyurmuştur. Nefsiyle meselelerini halledenler, şeytanı eli boş gönderirler ve engelleri aşarlar. EKİM 2013 / 303

5


Kapak

Hikmet İnce

Saadet Asrı

ADANMIŞ HAYATLAR “Allah, cennet karşılığında mü’minlerden canlarını ve mallarını satın aldı…” (Tevbe, 111)

E

mrolunduğu üzere dosdoğru olan ve ömrünü insanlığın saadeti için hak yola davete adayan Peygamber sallâllâhu aleyhi ve sellem Efendimiz; kendisine –üzerinde bulunduğu işi terk etmek karşılığında- dünyevî olarak istediği her şeyi vermeyi teklif eden, yoksa ölümle tehdit eden müşriklere karşı:

fe hakkında nâzil olduğu rivâyet edilmiştir:

İşte her biri takip edildiğinde yol ve yol gösterici yıldızlar mesabesinde olan bu kutlu nesilden birkaç örnek:

“(Yapacağınız hayırlar) kendilerini Allâh yoluna adamış, bu sebeple yeryüzünde kazanç için dolaşamayan fakirlere olsun. Bilmeyen kimseler, iffetlerinden dolayı onları zengin zannederler. Sen onları sîmâlarından tanırsın. Çünkü onlar yüzsüzlük ederek istemezler. Yaptığınız her hayrı muhakkak Allah bilir.” (Bakara, 273)

SUFFE ASHABI (Allah onlardan razı olsun)

Onun rahle-i tedrisinden geçen ashab-ı kiram efendilerimiz de adanmışlığın, fedakârlığın ve feragatin en ileri seviyede örnekliklerini bizzat yaşayarak gösterdiler.

Suffe ashabı, Mescid-i Nebevi’nin inşaatının ardından kuzey kısmına -ki kıble o zaman henüz Kudüs idi- eklenen Suffe isimli bölümde kalan, evlenmeyen, aşiret ve akrabaları olmayan, ticaretle uğraşmayan, tüm vakitlerini, maddi-manevi varlık ve hayatlarını Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem’e ve Kur’an’a adayan sahabelerdir. Bir tebliğ ve cihat hizmeti olunca Peygamber Efen­dimiz ilk önce Suffe Ashâbı’ndan seçmiştir

Hz. Ömer halifeyken bir seferinde huzurda bulunanlara sormuştu: “Allah’tan bir tek şey dileyecek olsanız ne isterdiniz?” Oradakilerden kimisi tasadduk etmek için bir oda dolusu altın ve gümüş, kimisi cennet istedi. Sıra Ömer’e geldiğinde cevabı şu oldu: “Allah’tan bir oda dolusu Salim, Muaz, Ebu Ubeyde gibi

Tam mânasıyla Allah yoluna kendilerini vakfetmiş bulunan bu güzide sahabeler, Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’in hiç bir nasihatını, hiç bir hitabesini kaçırmazlardı. Daima orada hazır bulunur, irşad edilen hitabeleri ve öğütleri ezberleyip diğer Sahabelere de naklederlerdi. Şu âyetin Ashab-ı Suf-

“Allâh’a yemin ederim ki, bir elime ayı, bir elime de güneşi verseler, bu davadan yine vazgeçmem! Gerekirse de bu yolda ölürüm.” buyurarak, ümmeti için en mükemmel ve azimli fedakârlık numunesi olmuştur.

6

yetişmiş ve adanmış adam isterdim.”

DERGiSi

Suffe ashabından Ebû Hüreyre (RA) şöyle demiştir: “İnsanlar, ‘Ebû Hüreyre çok hadis naklediyor.’ diye şaşırıyorlar… Muhacir kardeşlerimiz çarşıda, pazarda ticaretle; Ensar kardeşlerimiz tarlada, bahçede ziraatle meşgul iken, Ebû Hüreyre boğaz tokluğuna Allah Rasulü’nün yanında bulunuyor, onların şâhid olmadığı nice şeylere şahit oluyor, ezberleyemediklerini ezberliyordu.” (Buhârî, İlim, 42). Yine Ebû Hüreyre radıyallahu anh: “Ben Suffe Ehli’nden yetmiş kişiyi gördüm. Hiçbirinin üzerinde bütün vücudunu örten bir elbise yoktu. Ya belden aşağı giyilen bir izâr ya da belden yukarı giyi-


len bir ridâları vardı. Elbiselerini boyunlarına bağlarlardı. Bunların bir kısmı baldırlarının yarısına, bir kısmı da topuklarına erişirdi de avret yerleri görülmesin diye elbiselerini elleriyle toplarlardı.” (Buhârî, Salât, 58) Fedâle bin Ubeyd radıyallahu anh ise şöyle demiştir: “Rasulullah sallâllâhu aleyhi ve sellem ashâba namaz kıldırırken, onlardan bâzıları açlığın verdiği takatsizlikten ayakta duramayarak düşüp bayılırdı. Bunlar Suffe Ashâbı idi. Çölden gelen bedevîler: “Bunlar deli!” derlerdi. Allah Rasulü namazı bitirince açlıktan bayılanların yanına gider ve onları teselli ederek: “Allah Teâlâ’nın katında sizin için neler hazırlandığını bir bilseydiniz, daha fazla yoksul ve muhtaç olmayı isterdiniz.» buyururdu.” (Tirmizî, Zühd, 39/2368) “Sabah-akşam rızasını dileyerek Rablerine duâ edenlerle birlikte candan sabret! Dünya hayatının süslerini arzu edip de gözlerini onlardan ayırma!..” (Kehf, 28) ayet-i kerimesi nâzil olunca, Rasulullâh sallâllâhu aleyhi ve sellem hemen kalkıp o fakir sahabelerini aramaya koyuldu ve onları mescidin arka tarafında Allah’ı zikrederlerken buldu. Bunun üzerine: “Ümmetim arasında, kendileriyle birlikte sabretmem emredilen kimseleri yaratan Allah’a hamd olsun! Artık hayatım da ölümüm de sizinle beraberdir.” dedi. Sonra Allâh Rasulü, kendisini onlarla aynı seviyede tutarak ortalarına oturdu. Eliyle işâret edip:

Peygamber sallâllâhu aleyhi ve sellem Efendimiz; kendisine -üzerinde bulunduğu işi terk etmek karşılığında- dünyevî olarak istediği her şeyi vermeyi teklif eden, yoksa ölümle tehdit eden müşriklere karşı:

“Allâh’a yemin ederim ki, bir elime ayı, bir elime de güneşi verseler, bu davadan yine vazgeçmem! Gerekirse de bu yolda ölürüm.”

“Şöyle (halka yapın!)” dedi. Cemaat hemen etrâfında halka oldu ve yüzlerini O’na doğru çevirdi. Nihâyet Rasulullâh sallâllâhu aleyhi ve sellem şu müjdeyi verdi:

MUS’AB BİN UMEYR (Allah ondan razı olsun)

“Ey yoksul muhâcirler, müjdeler olsun! Sizlere kıyamet gününde tam bir nur müjdeliyorum. Sizler cennete, insanların zenginlerinden yarım gün önce gireceksiniz. Bu yarım gün, (dünya günleriyle) beş yüz sene eder.” (Ebû Dâvûd, İlim, 13/3666)

İşte o mü’minlerdendi Mus’ab (radıyallahu anh). Varını yoğunu Allah rızası için ortaya koymuş genç sahabelerdendi. Mekke’de soylu ve zengin bir ailenin çocuğuyken Hicret’in daha üçüncü yılında Uhud’da şehid olduğunda onu da örtecek bir kefen bulunamamıştı.

“Ey Ashab-ı Suffe! Size müjdeler olsun ki; her kim şu sizin bulunduğunuz hal ve sıfatta ve bulunduğu durumdan razı olarak bana mülâki olursa, o benim refiklerimdendir.”

Zengin ve şerefli bir aileye mensuptu. En güzel elbiseleri o giyer, en güzel ve en pahalı kokuları da o kullanırdı. Güzelliği ile dillere destan olduğu için Mekke’nin kızları hep onun peşinde gezerdi. Ama o, bütün bunları feda ederek, Allah yoluna baş koydu.

Kaynaklar onların en belirgin özelliğinin fakirlik ve açlık olduğunda ittifak halindedir. Dünyalık yönünden onların hiçbirinin iki yakası bir araya gelmezdi. Hiçbirinin iki elbisesi olmazdı, iki çeşit yemek yiyemezlerdi. Rabbimiz onların halleriyle hallenen insanlardan eylesin.

“Allah, cennet karşılığında mü’minlerden canlarını ve mallarını satın aldı…” (Tevbe, 111)

Hazret-i Ali radıyallahu anh şöyle anlatır: “Biz Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem ile birlikte mescitte oturuyorduk. Mus’ab bin Umeyr çıkageldi. Üzerindeki, EKİM 2013 / 303

7


kürk parçalarıyla yamanmış hırkasından başka bir şeyi yoktu. Allah Rasulü, Mus’ab’ı görünce, onun Mekke’de nimetler içindeki haliyle şimdiki halini düşündü ve gözyaşlarına hâkim olamayarak ağladı. RIDVAN ASHABI (Allah onlardan razı olsun) Peygamberimiz ve 1400 kadar Sahabe hicretin altıncı yılı sonlarında, umre niyetiyle Medine’den yola çıktılar. Niyetleri sadece Kâbe’yi ziyaret olduğu için yanlarına sadece “yolcu kılıcı” denilen silâhları aldılar. Fakat Mekke’li müşrikler bu yolculuğu öğrenince Müslümanları Mekke’ye sokmamaya karar verdiler. Hâlbuki binlerce yıllık teamüllere göre Mekke’nin yerleşik halkı hac ve umre için gelenlere her türlü kolaylığı göstermek ve ihtiyaçlarını karşılamakla yükümlüydüler ve bununla övünürlerdi. Niyetlerinin sadece umre olduğunu anlatmak için Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem Hz. Osman’ı -radıyallahu anh- elçi olarak gönderdi. Hz. Osman’ın -radıyallahu anh- şehit edildiği söylentilerinin Müslümanlara kadar ulaşması üzerine Bir çağırıcıyı görevlendiren Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem: “Anlaşılan müşriklerle vuruşmadıkça buradan ayrılamayacağız” buyurarak ashaba şunu ilân ettirdi: “Haberiniz olsun ki Rasulullah’a Ruhu’l-Kudüs indi. Ona bey’atı emretti.” Rasulullah, orada bir semure 8

DERGiSi

H

z. Ömer halifeyken bir seferinde huzurda bulunanlara sormuştu: “Allah’tan bir tek şey dileyecek olsanız ne isterdiniz?” Oradakilerden kimisi tasadduk etmek için bir oda dolusu altın ve gümüş, kimisi cennet istedi. Sıra Ömer’e geldiğinde cevabı şu oldu: “Allah’tan bir oda dolusu Salim, Muaz, Ebu Ubeyde gibi yetişmiş ve adanmış adam isterdim.” İşte her biri takip edildiğinde yol ve yol gösterici yıldızlar mesabesinde olan bu kutlu nesil...

ağacının altında biat aldı. Ashab, Efendimize “Kureyşlilere karşı kanlarının son damlasına kadar çarpışacaklarına, ölmek pahasına da olsa savaştan kaçmamak ve asla çekinmemek üzere” söz verdiler.” Rasulullah onlara şöyle dedi: “Siz bugün yeryüzündekilerin en hayırlısısınız”. Bu biata katılan 1400’e yakın sahabe hakkında Fetih Suresi’nin 18. âyetinde şöyle buyrulur: “Andolsun ki, o ağacın altında sana biat eden mü’minlerden Allah razı oldu. Kalplerinde olanı bildiği için Allah onların üzerine sükûnet ve emniyet indirdi. Ve onları pek yakın bir fetihle mükâfatlandırdı. ” Allah “razı” olduğu için biata “Rıdvan beyatı” biat edenlere de “Rıdvan Ashabı” denildi. Allah onlara, canlarını Allah yolunda “adayan” o kutlu insanlara Saf Suresi’nde vaad edilen bü-

tün nimetleri; hem ahiret nimetlerini, “cenneti” hem de dünyadaki “Allah’tan yardım ve yakın bir fetih” nimetini verdi. Rasulullâh sallâllâhu aleyhi ve sellem birgün Hazret-i Hafsa vâlidemizin yanında buna şöyle şahadet ettiler: “İnşâallâh ağacın altında bey’at eden Ashâb-ı Şecere’den hiç kimse cehenneme girmeyecek!” (Buhârî, Müslim, Tirmizî, Nesâî, İbn Hanbel) O günden sonraki maddi anlamdaki fetihlere ise yaşayanlar bizzat şahadet ettiler. AMR İBNİ CEMUH VE AİLESİ Amr İbni Cemuh, cahiliye öneminde Medine’nin ileri gelenlerinden, Seleme Oğullarının efendilerinden biriydi. Dürüstlüğü ve cömertliği ile tanınmaktaydı. Cahiliye devrinde soylu kişilerin evlerinde put bulundurma âdeti vardı. Amr’ın putu da Me-


nat idi. Onu kaliteli bir ağaçtan yapmıştı. Saygıda kusur etmez, ona en güzel kokuları sürerdi. Mus’ab radıyallahu anh Medine’ye gelmiş, Medinelileri önemli bir kısmı iman etmiş ama Amr, putundan bir türlü vazgeçememişti. Çocukları ve genç Müslümanlar bir gece gizlice evine girerek meşhur putu bir pislik çukuruna attılar. Ertesi gün Amr bunu görünce çok sinirlendi, putu çıkardı, yıkadı, temizledi kokular sürdü ve itina ile yerine yerleştirdi. Gençler sonraki gecelerde aynı işi tekrarladılar. Amr da aynısıyla karşılık verdi. En sonunda Amr, Menat’ın boynuna kılıcını astı ve: “Ey Menat! Bunları sana kimin yaptığını bilmiyorum. Eğer sen de hayır varsa işte kılıç kendini koru” dedi. Ancak aynı durum o gece de tekrarlanınca artık onu tuvalet çukurundan çıkarmadı: “Vallahi sen Tanrı olsaydın bir tuvalet çukurunda olmazdın” dedi ve Müslüman oldu. Artık o da İslâm’ın fedakâr bir hizmetçisi, davanın adanmış bir bekçisi olmuştu. Uhud savaşı için cihada çağrı yapıldığında ashab-ı kiramın hepsi, yaşlısı, genci savaşa katılmak için birbirleri ile yarışıyorlardı. Üç oğlu gibi Amr İbni Cemuh da cihat hazırlığına başladı. Hâlbuki Amr, o anda çok yaşlı ve bir ayağı ileri derecede sakat idi. Bu yüzden çocukları onun mazur olduğunu anlatıp cihada katılmamasını istediler. Amr, evlatlarına; “Evlatlarım! Beni de bu gazaya götürü-

nüz!” diyor, oğulları da; “Babacığım! Ayağının arızalı olması sebebiyle, Allah seni mazeretli saydı. Cihada çıkmakla mükellef değilsin. Senin yerine biz gidiyoruz!” diyerek babalarını ikna etmeye çalışıyorlardı. Fakat Amr: “Yazıklar olsun sizin gibi evlatlara! Bedir gazasında da böyle diyerek, Cennet’i kazanmaktan beni alıkoymuştunuz. Bu seferden de mi mahrum edeceksiniz?” dedi. Evdeki kadınlar ve akrabaları da vazgeçirmek için uğraşınca Amr, bunların elinden kurtulmak ve kendisini engellemek isteyenleri şikâyet etmek maksadıyla Efendimizin huzuruna çıktı: “Ey Allah’ın Rasulü, şu benim oğullarım ve akrabalarım topal olduğumu bahane ederek beni bu hayırlı işten alıkoymak istiyorlar. Evde hapis olmamı istiyorlar, Allah yolunda cihada iştirakimi istemiyorlar. Allah’a yemin ederim ki bu topal ayaklarımla cennete gitmek istiyorum.” dedi. Allah’ın Rasulü, “Ey Amr, şer’i mazeretin var. Allah seni mazur kılmış, cihat sana vacip değil” dedi ise de, Amr: “Ya Rasulallah! Bana vacip olmadığını biliyorum, ama yine de gitmek istiyorum. Vallahi ben topallığımla cennete girmek istiyorum” dedi. Bunun üzerine Allah Rasulü oğullarına: “Ona engel olmayın. Herhalde Allah, ona şehitlik verecektir” buyurdu. Ordunun hareket vakti gelince Amr, hiç dönmeyecekmiş gibi hanımına veda etti, sonra kıbleye yönelip şöyle dua etti: “Allah’ım! Bana şehitlik

ver. Beni aileme döndürme.” O zamana kadar ayağı sakat olduğu için, hiçbir savaşa katılamayan Amr, bu sefer âdeta koşarak katıldı Uhud muharebesine. Uhud’un seyredilecek sahnelerinden biri, Amr bin Cemuh’un meydandaki hareketleriydi. Sakat ayağı ile kendini ordunun içerisine atıyor, feryat ediyordu: “Cenneti arzuluyorum!” Oğullarından birisi babasının arkasından hareket ediyordu. Savaşın kızışıp müşriklerin Rasulullah’ı kuşattığı sırada o, tek ayağı üzerinde sıçrayarak cihada devam ediyordu. Oğlu Hallad’la beraber Resulullah’ı koruyan mü’minlerin ön safında yer almışlardı. Baba ile oğul o kadar savaştılar ki sonunda ikisi de şehit oldu. Savaş bittikten sonra Medine kadınlarından birçoğu, mücahitlerinin durumunu yakından öğrenebilmek için, şehir dışına çıkmıştı. Medine’ye ulaşan haberler de pek iç açıcı değildi. Peygamber’in hanımı Hz. Aişe radıyallahu anha da şehirden biraz uzaklaşıp, Uhud’a katılanların akıbetleri hakkında bilgi sahibi olmak istiyordu. Yolda Amr İbni Cemuh’un eşi Hind’i gördü. Hind, üç şehidini deveye bindirmiş, kendisi de devenin yularından tutmuş şehre doğru gidiyordu. Aişe’yi gören Hind radıyallahu anha: “Merak etmeyin. Elhamdülillah, Peygamber sağdır, O sağ olunca derdimiz olmaz”. dedi. Hz. Aişe: “Peki şu getirdiğin cenazeler kimindir?” diye sorunca Hind: EKİM 2013 / 303

9


“Bunlar kardeşimin, oğlumun, kocamın cenazeleridir”. Hz. Aişe:

yemin verirlerse duaları kabul olur. Senin kocan da onlardan birisidir”. buyurdular.

“Nereye götürüyorsun ?” Hind:

Rasul-ü Ekrem’in izniyle o üç cenaze de Uhud’a defnedildi. O zaman Resul-i Ekrem Hind’e dönerek şu müjdeyi verdi: “Bu üç kişi, ahirette benim yanımda olacaklar”

“Medine’ye defnetmek için götürüyorum”. Hind, bunları söyleyip devenin yularını Medine’ye doğru çekti. Fakat deve istemeyerek, zorla Hind’in peşi sıra gidiyordu. Nihayet yere yattı. Hz. Aişe’nin: “Hayvanın yükü ağırdır, çekemiyor!” demesi üzerine Hind: “Hayır, bizim devemiz çok kuvvetlidir, normal olarak iki devenin yükünü çekebilir. Bunun başka bir sebebi olmalı”. dedi. Hind, deveyi yeniden harekete geçirdi. Deve, ikinci defa dizlerini kırıp yere yattı. Hind, devenin yönünü Uhud’a doğru çevirdiğinde hızlı bir şekilde hareket ettiğinin farkına vardı. Deve, çok dikkat çekici bir şekilde Medine’ye doğru gitmekten ziyâde Uhud tarafına gitmek istiyordu. Hind, bunun üzerine Medine’ye gitmekten vazgeçip, devenin yularını çekerek, doğruca cenazelerin olduğu Uhud tarafına giderek, durumu Peygambere arz etti: Efendimiz: “Kocan Uhud’a doğru yola çıkınca bir şey söyledi mi?” diye sordu. Hind: Ya Rasulallah! Yola çıktıktan sonra şu cümleyi duydum: “İlahi beni evime döndürme!” diyordu. Efendimiz: “Öyleyse sebep budur. Bu şehit kişinin duası kabul olmuştur. Allah, bu cenazenin geri dönmesini istemiyor. Siz Ensar’ın arasında öyle kişiler var ki, eğer Allah’a dua edip 10

DERGiSi

İKRİME Ümmetin Firavununun oğlu. Kureyş´in sayılı kahramanlarından birisi ve en iyi dövüşen süvarilerindendir. Fetih gününe kadar “İslam’a ve Müslümanlara karşı en şiddetli bir şekilde düşmanlık eden kimdir?” diye sorulsa bütün parmaklar onu gösterirdi. O güne kadarki bütün savaşlara katıldı. Malıyla ve canıyla, davasına adanmış bir şekilde sıfır tavizle mücadeleyi sürdürdü. Bedir ve Uhud’da öldürülen yakınlarının intikamını almak için Reci’de esir alınan Hubeyb Bin Adiy ve Zeyd Bin Desinne’yi satın alarak vahşice şehit edenlerin başında yine o vardı. Mekkeli müşrikler hakkında inen bütün ayetlerin muhatabı idi. Fetih günü Müslümanlarla silahlı mücadeleye giren az sayıdaki Mekkeliler arasında idi. Halid Bin Velid onları mescidin kapısındaki Hazvere’ye varıncaya kadar kovaladı. Bu çarpışmada birkaç müşrik öldürüldü ve yaralandı. İkrime kaçanlar arasında idi. Yemen’e doğru yola çıktı. Bulunduğu yerde öldürülme emri verilenler arasında idi.

Şehadet getirip beyat eden kadın topluluğu arasında bulunan İkrime’nin hanımı Ümmü Hakim, Rasulullah’tan kocası için eman aldı ve bulup getirmek için izin istedi. Ümmü Hakim İkrime’ye yetişti, Rasulullah’ın emanını haber verdi ve Müslüman olmasını istedi. Başka çaresi kalmayan, bu süre içerisinde iyice düşünen İkrime’nin kalbi İslama karşı yumuşamıştı. Peygamber Efendimiz İkrime’nin geldiğini görünce o kadar sevindi ki, yerinden fırladığında sırtındaki ridası yere düştü. İkrime’yi üst kısmı açık şekilde kucakladı ve sonra oturdu. İkrime: “Sen bizi neye davet ediyorsun, ya Muhammed!” dedi. Peygamber Efendimiz: “Seni, Allah’tan başka ilah bulunmadığına ve benim de Allah’ın Rasulü olduğuma şahadet etmeye, namaz kılmaya, zekât vermeye ve şunu şunu yapmaya davet ediyorum!” deyip bütün İslam esaslarını saydı. İkrime: “Vallahi sen, hak iyi ve güzel vasıflardan başka bir şeye davet etmiyorsun. Allah’a yemin ederim ki, sen bizi bunlara davet etmeden önce de bizim aramızda idin ve hepimizden doğru sözlü, doğru özlü, iyi kalpli ve güzel davranışlı bir kimse idin. Şu halde Allah’tan başka ilah bulunmadığına, senin de O’nun Kulu ve Rasulü olduğuna şehadet ederim!” dedi. Bundan sonra Peygamber Efendimiz kendisine: “Bugün benden sana verebileceğim ne istersen sana verece-


ğim.” Buyurdu. İkrime de: “Öyle ise, sana ne kadar düşmanlık yapmış isem, seninle savaşmak için ne kadar adım atmış ve ne kadar kol sallamış isem ve senin hakkında ister yüzüne, ister arkandan olsun, ne kadar kötü laf söylemişsem bunların hepsi için bana Allah’tan mağfiret dile.” dedi. Efendimiz de ellerini kaldırarak onun kelimelerini tekrar ederek dua etti. İkrime bunun üzerine: “Bu benim için yeter ya Rasulallah!” dedi ve ilave etti: “Şahit ol ya Rasulallah! Ben de insanları Allah yolundan alıkoymak için, nerede ve ne kadar mal harcamışsam, onun iki katını Allah yolunda vereceğime ve yine insanları Allah’ın yolundan alıkoymak için, nerede ve ne kadar can çürütmüş isem, onun iki katını Allah yolunda yapacağıma söz veriyorum!” Dedi. İkrime, Efendimiz döneminde savaşlara iştirak etti, başarı üzerine başarılar kazandı. Ebu Bekir Sıddık Halife olunca da, hiçbir savaşta bulunmazlık etmedi. Bu savaşlardan kimisine kumandan, kimisine de sıradan bir asker olarak katıldı. Hazreti Ebu Bekir’in hilafeti döneminde, Hazreti Halid Bin Velid’in komutasında, Suriye cephesinde Bizanslılar’la yapılan Yermük savaşında, hanımı Ümmü Hakim ile savaşa katılan İkrime, cihada susamış bir er olarak yerini aldı. Müslümanların Yermük’te toplandığını duyan Heraklius, komutanlarına haber göndererek,

orada toplanmalarını emretmişti. Hıristiyan ordusu 240.000 kişi idi. Halid bin Velid’in emrindeki kuvvetlerin Yermük’teki orduya katılmasından sonra, İslam askerinin sayısı 46.000 e ulaştı. Yermük Harbi, tarihte eşine ender rastlanan çarpışmalara ve kahramanlıklara sahne oldu. Zamanının süper gücü olan Bizans ordusunun karşısında, bir ara Müslümanlar sıkışmıştı. İşte o zaman İkrime atından inip, kılıcının kınını kırdı ve Bizans saflarına daldı. Halid Bin Velid O’na koşup şöyle dedi: “Böyle yapma İkrime! Senin ölümün Müslümanlar için büyük kayıp olur!” İkrime: “Beni bırak Halid! Senin Rasulullah’la güzel bir geçmişin var. Halbuki ben ve babam, Rasulullah’a en çok eziyet edenlerdendik. Beni bırak da, daha önce yaptıklarımı ödeyeyim. Rasulullah’a karşı birçok yerde savaştım. Bugün Bizanslılara karşı savaşmaktan mı kaçayım? İşte bu asla olamaz!” Dedi. Ardından Müslümanların içinde şöyle haykırdı: “Kim ölünceye kadar savaşmak üzere bizimle beraberce sözleşecek?” Hemen etrafına toplanan dört yüz kadar Müslüman arasında, amcası Haris Bin Hişam ve ashabtan Dırar Bin Ezver’de O’nunla “ölümüne” sözleşti. Halid Bin Velid’in çadırının önünde canla başla çarpışıp O’nu en güzel şekilde korudular. Savaşın kaderi de böylece değişip zafer Müslümanlara nasip oldu.

Halid Bin Velid, birlikleriyle düşmanın tam kalbine hücum etti. Bu ani taarruz karşısında şaşkına dönen Bizanslılar kaçmaya başladılar. Fırsatı değerlendiren İslam birlikleri, Bizans piyadelerinin üzerine toplu olarak hücuma geçtiler. Bu hücum onlara ölüm darbesi oldu. Bizans askerleri, birbirlerini çiğneyerek derin hendeklere döküldüler. Kaynakların ifadelerine göre hendeklerde 120.000 Bizanslı öldü. Ayrıca savaş sırasında ölenler de az değildi. Yermük savaşı Müslümanların büyük zaferiyle sonuçlandığında, harp meydanında, yaklaşık 3000 şehidin arasında, aldığı yaralar sebebiyle güç ve takati kalmayan üç mücahid de uzanıyordu. Bunlar; İkrime Bin Ebi Cehil, amcası Haris Bin Hişam ve Ayyaş Bin Ebi Rabia idi. Haris içmek için su istedi. Su getirildiğinde yeğeni İkrime O’na doğru baktı. Haris: “Suyu İkrime’ye verin!” Dedi. Suyu İkrime’ye yaklaştırdıklarında, bu defa Ayyaş O’na doğru baktı. İkrime: “Suyu Ayyaş’a verin!” diye işaret etti. Ayyaş’ın yanına geldiklerinde, O’nun canını teslim edip şehid olduğunu gördüler… Tekrar diğerlerine döndüklerinde onların da şehid olduğunu gördüler… Çok susadıkları halde hiç biri içememişti. Bizans ordusunun ağır yenilgisini haber alan imparator Heraklius, ikamet ettiği Humus’tan uzaklaşırken: “Elveda sana Suriye, ebediyen elveda!” diyordu. EKİM 2013 / 303

11


Kapak

Nuri Ercan

Sahabeden bir adanmış:

ENES BİN NADR

İ

slâm Tarihinin ilk büyük muharebesi olan Bedir Savaşı’nın zaferle sonuçlanması inananların büyük bir özgüven elde etmesine yardımcı olmuştu. Savaş anında Allah’ın yardımına bizzat şahit olmaları imanlarının kuvvetlenmesini sağlamıştı. Elde edilen maddi galibiyet ise o civardaki kabile ve toplulukların Müslümanları daha çok benimsemelerine neden olmuştu. Bu olgu, İslâm’ın Arap yarımadasında resmen kabulü yolunda önemli bir adım anlamına da geliyordu. Efendimizin arkadaşlarından bir kısmı Bedir Savaşı’ndan sonra cihad olgusunu iyice kavramış, cihadın kendilerine sunduğu manevi hazzı her an yaşar hale gelmişlerdi. Hz. Peygamberin etrafında gece gündüz cihat aşkıyla yanıp tutuşan bir sahabeler halesi oluşmuştu. Osman bin Affan, Talha bin Ubeydullah, Said bin Zeyd bin Amr bin Fudayl,1 Hamza, Musab bin Umeyr, Enes bin Nadr, bu halkanın ilk öne çıkanlarından idiler.(1) Bu sahabeler ilk fırsatta

12

DERGiSi

müşriklerle yapılacak bir savaşa hemen katılacaklarına ahdetmiş kişilerdi. (Bu sahabelerden Enes bin Nadr, Enes bin Malik’in öz be öz amcası idi.) Enes bin Nadr elinde olmayan sebeplerden dolayı Bedir savaşına katılamamıştı. Üzgündü, buruktu. Savaşa katılamadığından ciğerleri yanıktı. Bu günün tabir ile bunalımlara girmişti. Bedir Savaşı Müslümanların müşriklerle karşılaştıkları ilk savaştı. Nasıl olur da böyle bir savaşa katılamazdı? Nasıl olmuştu da şehadet şerbetini içmesine fırsat sunacak muharebe meydanında müşriklere meydan okuyamamıştı? Ya da, kendisi neden Bedir gazileri arasında değildi? Oysa Müslümanların canları ve malları ile cihat ettikleri ilk sahne olmuştu Bedir Kuyularının etrafı. Bu sahnede yer alamamak kahrolmasına yetmişti. Sadece savaşa katılamamak bitip tüketmemişti onu. Efendimize olan bağlılığı da kahrolmasının nedenlerinden idi. Bir bağlılık insanı nasıl kahreder demeyiniz. Bağlılık aşk derecesinde

olursa neden olmasın? Bir taraftan Allah’ı sevmenin yolu olarak Rasulüne bağlılığın kaçınılmaz olduğunu öğreniyorsunuz. Diğer taraftan sizi bataklıklardan, çirkefliklerden çıkarmak için size uzatılan elin sahibinin sıradan bir insan olmadığını biliyorsunuz. Malumunuz ki, o el merhametlilerin en merhametlisinden size uzanmış. O elin sahibi âlemlerin en şereflisidir. Dosttur O. Yarendir. İnsanlar O’na “Başım gözüm sana feda olsun” diyerek hitap etmektedir. O’nun hidayet rehberi olduğunda hiçbir şüphe duymuyorsunuz. Sadece bir rehber değil; üstelik sizin için her türlü fedakârlığı yapabileceğinden hiçbir endişeniz yoktur. Bunu da bizzat kendiniz kendi gözlerinizle müşahede ediyorsanız, bu kişiye neden bağlanmayacaksınız! İşte Nadr oğlu Enes’i bu bağlılık o derece etkilemişti ki, bağlandığı ve canından malından ve her şeyinden daha çok değer verdiği Efendisinin katıldığı savaşa katılamaması onu adeta yiyip bitirmişti. Bedir Savaşı’nın zaferle sonuçlanmasına sevinen, ancak


kendisini savaşa katılanlar arasında bulamayan Enes bin Nadr radıyallahu anh, Taberî’nin, Enes bin Malik (Enes bin Nadr’in yeğeni) ten rivayetine göre bu üzüntüsünü ve aldığı kararı şöyle ifade eder: “Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem ile birlikte ilk savaşta (Bedir) bulunamadım. Eğer Allah bana bir savaş gösterirse, bu savaşta ne yapacağımı Allah mutlaka görecektir.” “Uhud günü” gelip de Müslümanlar yenilgiye uğrayınca şöyle dedi: “Ey Allah’ım, ben bu müşriklerin yaptıklarından uzağım. Senin yanındayım. Müslümanların yaptığından dolayı da senden özür diliyorum.” Bundan sonra Enes kılıcını kuşanıp yürüdü, Sa’d bin Muaz onun karşısına çıkınca ona şöyle dedi: Ey Sa’d! Vallahi, Uhud’un arkasında cennet kokusunu alıyorum. Sa’d’la konuşmasını bitirdikten sonra şehit oluncaya kadar savaştı. Sa’d “Ya Rasulallah” dedi. “Ben onun yaptığını yapamadım.” Enes bin Malik şöyle devam ediyor: “Amcamı şehitler arasında bulduk. Kılıç, mızrak ve ok yaralarından 80 küsur yarası vardı. Onu tanıyamadık. Neticede kız kardeşi geldi de, parmak uçlarından tanıdı. Enes bin Malik devam ediyor: “Biz şu âyetin, o ve arkadaşları hakkında indiğini anlatırdık: ‘Mü’minler içerisinde, Allah’a verdikleri sözde duran nice erler vardır. İşte onlardan bazısı, sözünü tutup o yolda canını vermiştir. Bazısı da beklemektedir.”(2)

“Mü’minler içerisinde, Allah’a verdikleri sözde duran nice erler vardır. İşte onlardan bazısı, sözünü tutup o yolda canını vermiştir. Bazısı da beklemektedir.” (Ahzab 23) Tarih boyunca Tevhit yolunda adanmışları göz önüne getirdiğimizde, adanmışların bir kısmının anneleri ya da babaları tarafından adandığı gerçeği karşımıza çıkacaktır. Mesala, Hanne’nin adadığı Meryem ve İbrahim’in adanmışı İsmail aynen bu şekildedir. Her ne kadar babaları ya da anneleri tarafından adansalar da, adanmışlar bu adamaya karşı çıkmamışlardır.

Tarih boyunca Tevhit yolunda adanmışları göz önüne getirdiğimizde, adanmışların bir kısmının anneleri ya da babaları tarafından adandığı gerçeği karşımıza çıkacaktır. Mesala, Hanne’nin adadığı Meryem ve İbrahim’in adanmışı İsmail aynen bu şekildedir. Her ne kadar babaları ya da anneleri tarafından adansalar da, adanmışlar bu adamaya karşı çıkmamışlardır. Adamanın bir vasi tarafından yapılması, adanmışlığın kalitesine ve adananların samimiyetlerine bir halel getirmez. Çünkü adanmışların adayanlara itirazları yoktur. Yani adanmışlar kurban değildirler. Dolayısı ile adanmışlar da adanmaya razı oldukları için onlar da kendilerini adamış olmaktadırlar.

Tevhit yolu, Nadr oğlu Enes örneğinde olduğu gibi evlatlarını, mallarını ya da sevdiklerini adamak yerine, kendi kararları ile canlarını, hayatlarını adayanlara da sahne olmuştur. Bir vasiye ihtiyacı olmadan kendiliğinden gelişen bu adanmışlık olayında samimiyet neredeyse yüzde yüzdür. Kişi herhangi bir teklife maruz kalmadan karar vermiştir. Hiç bir zorlamayla, dayatmayla karşı karşıya kalmamıştır. Kendisini adamasında kendini feda etme olgusu tek başına yeterli olmuştur. Peki, Enes bin Nadir’i bu şekilde şehit olmasını sağlayan adanmışlık ahlakı hangi muharriklerden oluşmuştur? Birkaç tanesini ele alalım:

EKİM 2013 / 303

13


1) İnanç fedakârlık:

uğruna

Müslümanlar Mekke’den Medine’ye hicretlerinden sonra sosyal hayatın ilkelerini oluşturan âyetlerle karşı karşıya kaldılar. Bu arada safların netleştiği bir toplum halini alıyorlardı. İbadetlerini herkesin önünde yapabildikleri mekânlar olan camiler inşa edilmeye başlanmıştı. Öbür taraftan, inanan herkesin göğsünü gere gere “ben Müslümanım” diyebileceği bir sosyal hayat tanzim ediliyordu. Bu arada cihat ayetleri de inanan insanlara, küfre karşı dik durma enerjisi pompalıyordu. Ayrıca, inen ayetler inananlara şehit olmaları durumunda cennetler vaat ediyordu. Mü’minlerin canları karşılığında cenneti satın alabilecekleri vurgulanıyordu. Gücün değil de inanmanın üstünlüğü hem âyetlerde hem hadislerde sık sık sunulan en önemli öğretilerden oluyordu. Bunlara paralel olarak inanlar için dünya hayatının ahirete göre pek de kıymetli olmayan gelip geçici bir süreç olduğu anlayışı da Kur’an tarafından öğretilen en önemli hususlardan bir idi. Dünya hayatının bir oyun ve eğlenceden ibaret olduğu vurgusu ahirete inkârdan yeni yeni vazgeçmiş bir toplum için çok şey ifade ediyordu. Sahabeler Mekke döneminde daha ziyade inanmanın zorluklarını yaşamışlardı. Medine ise daha ziyade inanç uğruna daha fazla fedakârlık yapmanın yaşanacağı bir mekân olmak durumunda idi. İşte Enes bin Nadr için Bedir’de kaçırılan inancını isbat etme fırsatı Uhut’da doğmuş oluyordu. 14

DERGiSi

2) Sevdikleri için feda-i hayat eylemek: Sevmek kuru kuruya gerçekleşecek bir duygusal hareket değildir. Dost olmak vermeyi gerektirir. Vermeden dostluktan bahsedilemez. Sizi yaratıp, sizlere hesapsız rızık verene cimri davranmanızın adı, nankörlüktür. Hele hele sevdikleriniz sizin fedakârlığınızı daha anlamlı ve daha büyük mükâfatlarla ödüllendirecekse fedakârlık yapmaktan nasıl geri durabilirsiniz? Bir tarafta ebedi bir hayatta en yüce mertebeler var diğer tarafta sevdiğinize bigâne kalarak dünya hayatının sahte nimetlerini tadarak yaşamak var. Enes bin Nadir sevdiklerini razı etmeyi seçti. Allah ve Rasulünü razı etmenin neler getireceğini iyi hesap etmişti. Önce Rasulüne bağlılığını öne çıkartmıştı, o yüce sahabe. O’nu öyle sevmişti ki, O’nun katılığı ilk muharebeye katılamamayı dostuna vefasızlık addetmişti. O’nun yanında olmayı dünyalara bedel saymış ve Uhut savaşını dört gözle bekler olmuştu. 3) Rabıta-i mevt: İnancı uğruna her şeyden vazgeçebilmeyi göze almış bir insanın, dünya hayatının cezbedici nimetlerine takılıp kalması asla mümkün değildir. İşte, kendisi için Rasulllah’ın yanı başında savaşırken şehit olmayı ideal olarak benimsemiş Enes bin Nadr da dünya hayatını olmazsa olmaz biçiminde değil; yaşanması gereken, gelip geçici bir süreç olarak yaşıyordu. Buna mukabil hayallerinde şehit olmaktan başka bir şey olmadığından ölümle rabıta yaparak soluk alıp veriyordu. Adeta “Ölümsüzlüğü tattık/Bize

ne yapsın ölüm.” diyenlerden bir olmuştu. Öyle ya, ölümden korkan kişi dünyayı nasıl terk edebilir ki? 4) Ahiret hayatının öncelenmesi: Sahabe arasında dünya hayatını günümüzdeki kadar önceleyen bir örneğe rastlayamayız. Mesela, bütün hayatını sadece bir ev yaptırmak için harcayan, bunun için faize bulaşan, adaletsizlikler yapıp, namazlarını terk eden, üstelik inşaatı bitirince evinde oturamadan ahirete irtihal eden zavallı örneklere rastlayamayız. Çünkü onlar dünya hayatının bir “gölgelenme” kadar gelip geçici olduğunu bir birlerine sadece okuyup durmuyorlardı. Onlar inandıklarının gereklerini de yerine getiriyorlardı. Ahiretin daha üstün olduğunu bildiklerinden dünya hayatının renklerinden gözleri kamaşmıyordu. Onlar peşin uğruna veresiyeyi arkalarına atmıyorlardı. Gelip geçici bir dünya uğruna kendilerini heba etmiyorlardı. Onlar gelip geçiciliğin alternatifi olan ebediliği önemsiyorlar, onun uğruna canlarını feda ederek ticaretlerini kazanca dönüştürüyorlardı. Nadr oğlu Enes de onlardan biri olarak bir adanmışlık örneği oldu. Darısı bizlerin başına. (1) Elmalılı Hamdi Yazır; Hak Dini Kuran Dili, cilt. 6,s,3858 (2) Ahzap Suresi: 23.âyet. Rivayetin kaynakları: Taberi, 20/85; Vakidi, Esbabu’n-nüzul, 237; Buhari, Tefsir,33/3; Ahmet bin Hanbel, Müsned, 4/1936


Kapak

Ahmet Belada

Mücahit, Müşahit ve Adanmış bir Mü’min:

HASAN EL-BENNA

H

asan el-Benna, genç yaşta babasının da yönlendirmesiyle dini konulara ilgi duymaya başladı. 1923’te Kahire’de dini ve toplumsal konularda geleneksel eğitim veren Darü’l-Ulum adlı öğretmen okuluna kaydoldu. Başarıyla tamamladığı eğitimin ardından 1927’de Arapça öğretmeni olarak Süveyş Kanalı yakınlarında bulunan İsmailiye’de bir ilkokula atandı. İngilizlerin ülkedeki ekonomik ve askeri varlığı açısından büyük önem taşıyan bu kentte, İngilizlerin Müslümanları derinden sarsan düzenbazlıklarına şahit oldu. Bu ve bunun gibi yanlışlıkları engellemek ve İslamî duyarlılığı artırmak için bir İngiliz kampında çalışan altı arkadaşıyla 1928 yılının Ocak ayında “İhvan-ülMüslimin- Müslüman Kardeşler” teşkilatını kurdu. Daha sonra 1930’da kendi isteğiyle Kahire’deki bir oku-

la tayin edildi. II. Dünya Savaşı başladığında çok sayıda öğrenci, devlet memuru ve işçi Müslüman Kardeşlere üye olmuş vaziyetteydi. Teşkilat, Mısır toplumunun hemen bütün kesimlerinde tanınır ve temsil edilir olmuştu. 1937 yılında yaklaşık sekiz yüz, 1940’da iki yüz bin, 1948’de beş yüz bin ve 1950’de bir milyon üyeyi geçmişti. Öyle ki İhvan müntesipleri hemen hemen ülkedeki tüm kurum ve kuruluşlarda görev almaya başladılar. Bu durum hükümet yetkililerini rahatsız etmeye başladı. İhvan üye ve muhibbanları da hükümetin uygulamalarından rahatsızdı. Rahatsızlığın da ötesinde milli çıkarlara ihanet ettiği görüşündeydiler. Buna rağmen Hasan el-Benna bir müddet daha hükümete karşı olma görüntüsü vermek istemiyordu. Teşkilatın eğitim yönüyle biraz daha pişmesi gerektiğini düşünüyordu. Normal şartlarda teşkilatın geliş-

melerinden memnundu. Fakat bir takım uygulamaları yapmak için beklenmesi gerektiğini düşünüyordu. Nitekim II. Dünya Savaşını izleyen kargaşa ortamında teşkilat içinde, Benna’nın sözünü geçiremediği, laf dinlemeyen, yapılan uygulamalardan rahatsız olan canı tez bazı teşkilat üyeleri, başta Başbakan en-Nukraşi’nin öldürülmesi olmak üzere (Aralık 1948), bir dizi suikast olaylarına karıştı. Bu durum teşkilatı epeyce sıkıntıya soktu. Zaten hükümet yetkililerinin gözleri üzerlerindeydi. Bu eylemler de işin tuzu biberi oldu. Müslüman Kardeşlerin çalışma ve eylemleri yukarda da bahsettiğim gibi bazı güçleri epeyce rahatsız etmeye başladı. Yetkililer açısından artık onlar tehlikeliydi. Hasan el-Benna başta olmak üzere teşkilat mensupları idarecilerin hedefine oturmuştu artık. Yapılan her iş ve konuşma adım adım EKİM 2013 / 303

15


takip edilmeye başlandı. Hatta Şubat 1949’daki dramatik ölümü hükümetin göz yumması sonucunda gerçekleşti. Hasan el-Benna; sloganlaştırdığı ve hedef olarak belirlediği sözleriyle, korkusuzca gece gündüz çalışıyordu. Emperyalizme karşı sözlü olduğu kadar kitap ve makaleleriyle de milli bir hareketin oluşturulması için gayret ediyordu. Diğer taraftan tüm Müslümanların, İslam ilkelerine dayanan birliğini savunuyordu. Ona göre Müslüman milletlerin geri kalmasının yegâne sebebi din yolundan uzaklaşılmasıdır. Kurtuluş ise ancak ve ancak İslam öğretilerine geri dönmekle mümkün olabilirdi. Devlet, İslam dini temelinde teşkilatlanmalı, İslam hukuku geçerli kılınmalıydı. Toplumun ahlakı ve eğitimi İslam ilkelerine göre belirlenmeli, toplumsal eşitsizlik ve adaletsizliklere son verilmeliydi. Müslüman Kardeşler teşkilatının çalışmaları ve maksadı da bu prensipleri gerçekleştirmek olmalıydı. Mısır’ın çeşitli yörelerinde kurduğu okullar ve toplumsal hizmet kurumları vasıtasıyla görüş ve düşüncelerini hayata geçirmeye çalışan Hasan el-Benna’nın başlattığı bu hareket başta Araplar olmak üzere, tüm İslam dünyasını etkilemeye başladı. BAZI HATIRALAR “Öğretmen okulunda okuduğum dönemde, zinde güçlerin takibatı devam etmekteydi. Bir defasında evinde kaldığım Hacı Şaire Hanım’ın evinde toplantı halindeydik. Polis, evi kuşatarak 16

DERGiSi

E

y Adanmış Şehid! Sen ne mübarek insanmışsın ki, kurduğun “Müslüman Kardeşler” teşkilatı, kendin gibi adanmış insanların yetişmesini sağlamış... Gözünün önünde şehid olan kardeşini, yan tarafa koyup, şehadete (Allah’ın şahitliğine) koşabiliyorlar. içeri girdi. Bizleri sordu. Kadın: ‘Öğrenciler sabah erkenden ayrıldılar. Henüz dönmediler. Ben de gördüğünüz gibi bakla ayıklamakla uğraşıyorum.’ dedi. Doğru olmayan bu cevaptan rahatsız oldum. Soranın karşısına çıkarak durumu ona açık açık şöyle anlattım: ‘Sizin vatana karşı borcunuz bizimle beraber olmamızı gerektiriyor. Bizim işlerimizi aksatmamanızı gerektiriyor. Bizi yakalamanızı değil.’ Bu söylediklerime davranışlarıyla olumlu bir şekilde cevap verdiğini bilemiyorum. Fakat hemen oradan ayrıldılar. Onların ayrıldıklarından emin olduktan sonra diğer arkadaşlarımı çağırarak onlara: ‘İşte bu, doğru sözlülüğün bereketidir. Doğru olmamız ve işlerimizin sıkıntılarına katlanmamız bizim için kaçınılmazdır. Durum ne olursa olsun hiçbir zaman yalan söylemeye gerek yoktur.” “Okul döneminde sohbet, tebliğ ve buna benzer çalışmalarımızı yürütüyorduk. Yaz tatili oldu. Memleketlerimize gittik. Memlekette üç arkadaşımla neler yapmalıyız diye istişare yaptık. İlk yapmayı kararlaştırdığımız işlerden biri, sabah namazına insanları kaldırmaktı. Kararımızı uygulamaya ertesi sabah başladık. Hemen aramızda mahalleleri

paylaştık. Tan yerinin ağarmasından önce halkı sabah namazına uyandırmaya başladık. Kaldırma işlemini tamamladıktan sonra Nil Nehrinin kıyısında durur, okunan ezanları dinlerdik. Camiler dolardı. Bu kadar kişinin uyanmasına sebep olduğumuzdan dolayı Allah’a şükrederdik. Daha sonra mescide gidip, o vakitte oradakilerin yaşça en küçüklerinin bizim olduğumuzu görmemiz mutluluğumuzu kat be kat artırırdı. Allah’a hamd eder bu çalışmalarımızın devamını temenni ederdik.” TEBLİĞ FAALİYETLERİNDEN ÖRNEKLER Hassas ve duyarlı bir Müslüman profili çizen Hasan el-Benna, bulunduğu hemen her ortamda, İslamsızlığın acısını çeken ve ne yapabilirim diye düşünen, hareket eden biriydi. Bir gün yurtta bulunduğu bir esnada birkaç arkadaşıyla yaptıkları toplantı sonrasında şöyle bir eylem kararı almışlar: ‘Ülkedeki olumsuzlukları veciz bir şekilde mektupla dile getirelim. Yazacağımız bu mektupları ülke yönetiminde etkili konumda bulunan, başta Cumhurbaşkanı olmak üzere bütün yetkililere gönderelim.’ Nitekim bunu uygulamışlar. Çok ciddi etki uyandırmış. Kimlerin yaptığı


ortaya çıkıp tespit edilince bu uygulamadan vazgeçmişler. Ardından yeni bir tebliğ metodu ortaya koymuşlar. O da şu; 15-20 dakikayı geçmeyen bir konuşma metni hazırlayarak, kahvehanelerde konuşacaklar. Bunu yaparken de hiç sataşmaya girmeden, çay bile içmeden oradan ayrılacaklar. Bunu da uygulamışlar ve epeyce başarılı olmuşlar. Bu etkinliğin ardından yeniden bir durum değerlendirmesi yapmışlar. Varılan karar; “Her ne kadar bazı çalışmalar yapıyorsak da başımızda kendisiyle istişare edebileceğimiz bir İslam âlimi olmalıdır. Aksi takdirde sıkıntıya düşebiliriz.” diyerek Ezher Şeyhi Şeyh Decevi’ye teklifte bulunurlar. O da epeyce işlerin yapıldığından bahisle ve “Artık ne yapabiliriz ki?” diyerek işi savsaklamak ister. Benna; ‘yapılmış olanların tekrar yapılmayacağı anlamına gelmediğini, tekrar denenmesi icap ettiğini’ ifade eder... Aradan uzun bir süre geçip de herhangi bir sonucun çıkmadığını gören Hasan el-Benna, Şeyh Decevi’nin ve seçkin kimselerin katılacağı bir iftar yemeğine davetsiz olarak iştirak eder. Bir şekilde Şeyh’in yanına oturur. “Bu kimdir?” diye sorduklarında Şeyh şöyle bir baktıktan sonra, “Sen misin molla?” der. “Evet Hocam, gerekli cevabı almadan asla sizi bırakmayacağım..” diyen Mollanın bu tavrı oradakilerden bazılarını rahatsız eder. Hatta kısmen kötü de davranırlar. Davetin sahibi varlıklı mü’min, tartışmanın mahiyetini öğrendikten sonra; “Kahire’nin merkezinde üç katlı

bir yerim var, orayı bu ve benzeri faaliyetler için veriyorum.” deyince işin şekli birden değişir. İftar yemeğini unutturacak bir müzakerenin içine girerler. Neyin nasıl yapılacağı ve kimlerle yapılacağı kararlaştırılır. Bağışlanan o binada birbirinden güzel etkinlikler yapılmıştır.

içinde kaçtığı arabanın plaka numarası alınmıştı. 9979 numaralı arabanın İçişleri Bakanlığına kayıtlı bir araba olduğu ortaya çıktı.

Hasan el-Benna adanmış bir mü’min olarak yaşamının hemen her safhasında Allah’ın dininin yaşanması ve yaşatılması için gayret etmiştir. Bu faaliyetlerini yaparken de hiçbir şekilde şiddete başvurmamıştır. Onun bu anlayışıdır ki, kurduğu teşkilat sadece ülkesi Mısır’da değil tüm İslam dünyasında etkili olmuştur.

“Taziye için baba evine gelenler tutuklandılar, şehit için Kur’an okumak ve cenaze namazı kılmak yasaklandı. Şehidin naşı, önünde ve arkasında birçok silahlı polisi taşıyan arabalarla çevrili bir araba ile evine götürüldü. Evin etrafı sarıldı, insanlar istese bile gelmelerine imkân bırakılmadı.

ŞEHADETİ VE CENAZESİ Çalışmalarını sürdürmek için oluşturduğu kurumları sık sık denetleyen el-Benna bu maksatla, Şübbânu’l-Muslimîn’e (Müslüman gençler derneği) gitmişti. Gerekli denetim ve çalışmaları yaptıktan sonra saat sekiz gibi oradan ayrılır. Derneğin başkanı uğurlamak için kapıya kadar gelmişti. Bu sırada telefon zili çaldığı için içeri girdi. Hemen ardından silah sesleri duyuldu. Dışarı çıktığında Hasan el-Benna’nın bir araba peşinde koştuğunu ve plaka numarasını almaya çalıştığını gördü. Yanına geldiğinde onun muhtelif yerlerinden kurşun yaraları aldığını gördü. Hemen hastaneye kaldırıldı. Kanamalara rağmen yaralının durumu iyi idi. Doktorlar zamanında müdahale etselerdi kurulacak durumdaydı. Ama doktorlar gelmedi ve Hasan el-Benna kan kaybından şehit oldu. Katilin

Hasan el-Benna’nın cenazesinin nasıl taşınıp kaldırıldığını el-Kitle Gazetesi şöyle anlatıyor:

Şehidin babası büyük âlim ve salih insan Ahmet el-Bennâ’ya polis, vefatı anında bildirdiği için altmış yaşını aşmış bulunan babanın adeta beli büküldü, sabaha kadar “Yarabbi, adaletine sığınıyorum, oğlumu şehit ettiler.” diye inleyerek namaz vaktini bekledi. Evde yalnızdı. Diğer aile efradı tutuklanmışlardı. Babaya ölüm haberi verildiğinde saat birdi. Eğer yalnız başına namazını kılar ve saat dokuzda defnederse eve getireceklerini aksi halde kendilerinin götürüp gömeceklerini söylediler. O da son bir defa oğlunun yüzüne bakabilmek için buna razı oldu. Bundan sonrasını baba Ahmet şöyle anlatıyor: “Cenazeyi sabah namazına yakın bir zamanda kimseye göstermeden getirdiler. Defin için yapılan çalışmaları gören kimselere bile yardım izni vermediler. Çocuğumu kendim defne hazırEKİM 2013 / 303

17


ladım. Tabuta yerleştirdim, ancak tek başıma taşıma imkânım yoktu. Polisten yardım istedim kabul etmediler. Taşıyacak birkaç kişi istedim izin vermediler. ‘Sen ve kadınlar taşısın’ dediler. Sokaklar tenha idi, kadınların omuzlarında cenaze taşındı. Kaysûn camiine geldiğimizde kimseler yoktu. Caminin görevlileri bile oradan uzaklaştırılmıştı. Çocuğumun cenaze namazını kılmak üzere önüne durduğum zaman gözlerimden yaşlar boşandı, bunlar yaş değil, insanlara rahmeti ulaşsın diye Rabbime yönelmiş niyazımdı. Namazdan sonra onu İmam Şafi kabristanına taşıdık, defnettik ve ağlayarak evimize döndük.” SON GELİŞMELER Bu yazıyı kaleme aldığım sırada Hasan el-Benna’nın memleketi Mısır’da ilginç olaylar yaşanıyordu. Bilindiği üzere bundan yaklaşık 1,5 yıl önce (2011’de) ‘Arap Baharı’ diye bilinen olayların sonunda Mısır’ın başkenti Kahire’nin meşhur Tahrir Meydanı’ndaki gösteriler sonuç verdi. Orta Doğu ve Afrika’nın hatta İslam dünyasının en önemli ülkesi Mısır’da korkulanın yaşanmadığı gösteriler sonunda çabucak neticeye gidildi. Hüsnü Mübarek makamından alınarak, hapse kondu. Ardından yargılandı. (Darbeciler Mübarek’i serbest bırakırken demokratik usulle seçilen kişileri hapse attılar. Gene demokratik yöntemle kurulan partiyi ve legal İhvan teşkilatını kapatmaya çalışmaktadırlar…) Bir müddet sonra Mısır tarihinde ilk defa yapılan demokratik seçimlerde Benna’nın kurduğu Müslüman Kardeşler teşkilatının 18

DERGiSi

kurduğu ve desteklediği Hürriyet ve Adalet Partisi seçimi kazandı. Muhammed Mursi % 52 oranında aldığı oyla Cumhurbaşkanı seçildi. Henüz bir yıl bile olmadan demokrasiyi, bir başka ifadeyle İhvan’ı/mütedeyyin insanları iktidarda görmek istemeyenler içten ve dıştan destekle meşru iktidarı alaşağı ettiler. Mursi’nin iktidarı esnasında bir iki devleti istisna edersek (Türkiye ve Katar) hemen bütün uluslararası kurum, kuruluş ve devletler deyim yerindeyse Mısır’a ekonomik ambargo uyguladılar. Hükümeti hizmet edemez hala soktular. Ardından demokrasinin gelmesi için mücadele verdikleri Tahrir Meydanı’nda bu defa da meşru hükümeti yıkmak için gösteri yaptılar. Bu gösteriler de çabuk sonuç verdi. Demokrasiyi sekteye uğratıp darbe yaptılar. (3 Temmuz 2013) Mursi’yi tutukladılar. Tutuklanma olayından hemen sonra Nahda ve Rabiatül Adaviyye meydanları başta olmak üzere ülkenin birçok şehrinde direniş hareketi başladı. Silahsız sadece oturma eylemleriyle devam eden protesto eylemleri aylarca sürdü. Ramazan ayı ve bayram da dâhil olmak üzere meydanları boşaltmadıkları gibi sayıları her geçen gün artarak devam etti. Korkak ve ürkek Batı güdümlü darbeciler zaman zaman acımasız saldırıları neticesinde binlerce insanın ölümüne, on binlerce insanın da yaralanmasına sebep oldular. Ama onlar eylemlerinden

vaz geçmediler/geçmeyecek gibi de gözüküyorlar (14.08.2013)… Olayların nerede nasıl duracağı (en azından şimdi) belli değil. İnşallah Mısır halkının istediği şekilde suhuletle neticelenir… Fakat bir husus dikkatimi çekiyor. Bir Müslüman ve insan olarak kanım donuyor. İnsan kendi vatandaşına bu kadar zalimane nasıl olabiliyor?.. Biri ölürken diğeri nasıl gülüp oynayabiliyor?.. Allah’a inandığını söyleyen Müslüman olarak zalimin zulmüne nasıl ortak olunur? Doğrusu anlayamıyorum... Evde gözyaşları içinde yapılan zulmü izlerken; ‘Yarabbi! Bizlerin idrak edemediği ne var ki! Halkı Müslüman olan ülkelerdeki, bu kanlı olaylar cereyan ediyor. Bu imtihanın sebebi nedir Yarabbi!’ diye sesli düşünmeye dua etmeye başladım. Diğer taraftan da bu akan şehit ve mazlum kanları neyi yeşertecek çok merak ediyorum. Çünkü şehidin kanı mutlaka güzelliklerin ortaya çıkmasını sağlayacaktır. Ey Adanmış Şehid! Sen ne mübarek insanmışsın ki, kurduğun “Müslüman Kardeşler” teşkilatı, kendin gibi adanmış insanların yetişmesini sağlamış... Gözünün önünde şehid olan kardeşini, yan tarafa koyup, şehadete (Allah’ın şahitliğine) koşabiliyorlar. Özelde Mısır’ın, genelde İslam dünyasının uyanmasına ciddi katkıda bulunan, adanmışlık örneğini ortaya koyan, mücahit, müşahit ve adanmış bir Mü’min olan Hasan el-Benna’ya Cenab-ı Haktan sonsuz rahmet diliyorum.


Kapak

A. Baki Öncel

Adanmış Bir Ömürden Adanmışlık Öğretileri “Fedakarlıklarının hesabını yapanlar bu davayı yürütemezler.” Zeki Soyak

H

içbir çıkar düşüncesinin olmadığı, ümmetin menfaatini her an kendinden üstün tutmanın örnek hayat tarzını yaşantısıyla ispatlayan insan sayısı azın azıdır. Bunu her türlü nefsanî davranışları ve bencilliği men eden İslam dininin öğretisini özümsemiş insanlarda görmek mümkündür. Onlar bilirler ki bencillik, cemaat ruhunu tahrip eden bir hastalıktır. Toplumun adanmış insanlara ihtiyacının gün geçtikçe fazlalaştığını görmemek mümkün değildir. O adanmışlar ki kendi menfaatlerinden vazgeçip her türlü zorluk ve sıkıntıya katlanarak din kardeşini kendi nefsine tercih ederler. Diğerkâmdırlar. Diğerkâm ruh hiçbir çıkar düşüncesine dayanmadan başkalarının menfaatlerini kendinden üstün tutar. Vazifelerinin sınırlarını inançlarının vazgeçilmez ölçü-

leri çizmiştir. Rahatı ahirete bırakarak hizmeti ganimet bilirler. Öyle bir şuur geliştirmişlerdir ki, hizmeti ganimet bilmek; “neme lazım, adam sende” illetine yakalanmamak için güvercin tedirginliğinde bir hayat sürerler. Onlar bilirler ki, adanmışlıktaki ruh inceliği kendi dertleriyle dertlenmenin ötesinde, başkalarının derdiyle dertlenmemek ihlâsa zede getirecek bir haldir. Hak âşıklarının halini incelediğinizde görürsünüz ki, etrafında olup bitenlere karşı duyarsız olmazlar. Bu ruha sahip olmaları dolayısıyla, yeryüzü coğrafyasının her köşesinde mustazaf, mağdur, aç, sefil, gözü yaşlı ve yaslı muhtaç insanlara karşı kendilerini sorumlu hissettikleri gibi, gelecek nesillerin de aynı ruh halini taşımaları için öğretilerinde ümmetin derdiyle dertlenmenin gereğinin inancımızın olmazsa olmazlarından, vaz geçilmezlerinden

olduğunun üzerinde dururlar. Gelecek nesiller vurdumduymaz, nemelazımcı olmasınlar diye uğraşırlar. Son asrın yetiştirdiği böyle mümtaz insanlardan biri de rahmet ve hürmetle andığımız Zeki Soyak Hocaefendidir. O, bu milletin körpe dimağlarını dumura uğratacak sinsi planların farkına varan nadide insanlardan biri olarak, iman mücadelesinde yılmadan, bıkmadan, usanmadan, gecesini gündüzüne katmış, esen küfür rüzgârlarına karşı gençliğe siper olmuş, cansiperane çalışmış canlardan birisidir. Paratoner olup şimşekleri üzerine çekse de aldırmamış, yılmamıştır. Azimle çalışarak bu çağın “Fazilet Toplumu”nun oluşmasında bir ömrü fedakarane bir şekilde tüketmiştir. Hem de verimli bir şekilde… Zeki Soyak Hocaefendi öyle EKİM 2013 / 303

19


yüce bir ruh sahibi idi ki, insanlığın saadetine adadığı ömrünü insanlığı aydınlatma yolunda değerlendirmiş, çırpınıp durmuştur. Uçurumun kenarında düşmeye ramak kalmış insanlara uzanan el olmuştur. Yeter ki ümmetin nesli musibetlerden kurtulsun diye musibetlerle kıyasıya pençeleşmiş, küfür ve ahlaksızlık fırtınalarına göğüs germiş, alev alev gençliği saran dünyevileştirme, imansızlaştırma yangınlarına karşı cansiperane çalışmış, yeter ki o kurtuluş nizamına insanlar tekrar dönsün diye kendini feda etmiştir. “İslami hareketler, İslam toplumları, asrısaadet Müslümanlarının sergilediği o zirvedeki ahlak-ı hamideyi yani isar dediğimiz o diğerkâmlığı sergilemedikçe arzu edilen bir saadet, bir fazilet toplumu getiremezler. Diğerkâmlık, zor ve meşakkatli işleri yüklenmek, fedakârlık isteyen, risk taşıyan hizmetlerde öne geçmek, din kardeşlerinden önce o işi omuzlamak, nimet paylaşımında ise arkada kalmak, kardeşini kendi nefsine tercih etmektir. İşte bu büyük bir fazilettir. Faziletli kişilerin yapabileceği bir ahlakı hamidedir. İslami hizmetlerde, İslami hareketlerde bulunan her Müslüman’da bulunması gereken bir ahlaktır.” ( Fazilet Toplumu, s.39) Kendini İslami hizmetlere odaklamış olan Zeki Soyak Hocaefendinin etrafında bulunan insanlar onda şuna şahit olmuşlardır: Hizmetlerde fedakârlık, kuldan maddi ve manevi hiçbir karşılık ummaksızın, yalnızca Alla20

DERGiSi

hın rızası hedeflenerek yapılan çalışma. Zeki Soyak Hocaefendinin adanmışlık öğretisinde, basit kişilikli olmamak vardır: “Basit kişiler, zor ve meşakkatli işlerde, zor günlerde ortada görünmezler. Ortalık sakinleşince, nimetlerin paylaşımı mevzu bahis olunca hemen ortaya çıkar ve hatta en önde bulunurlar. Bu yaptıklarını da akıllıca, zekice bir iş zannederler. Hâlbuki bu davranışları feraset ve basiret sahibi kişilerin gözlerinden kaçmaz. O zavallılar bilmezler ki bu, münafıkların ahlakındandır. Münafıkların davranışlarındandır. Bilinmelidir ki, kendilerini açıkgöz, akıllı zanneden, kurnaz ve hodkâm kişiler dünyada da ukba da da kaybederler. Din kardeşini kendine tercih eden diğerkâm kimseler ise kazanırlar.”( Fazilet Toplumu, s.39) “Adanmış insan sadece ve sadece Yüce Rabbini razı etmek ister. Kendisi de ahirette elbette hoşnut olur.” (Leyl, 2021) Elbette fedakârlığı en zirvede temsil eden rehber, Gönüllerin Sultanı Hz Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem Efendimizdir. O’nun bütün hayatı bu mesele üzerine örülüdür. İnsanlığın selameti için maddî servetini, sağlığını, şahsî istek ve arzularını bu sebeple feda eder. Adanmış insanlar örnek aldıkları rehberleri Hz. Muhammed aleyhisselam gibi şahsî menfaatleri yerine, Müslümanların huzur ve güvenliğini temin için cehd ve gayret gösterirler.

Ashab-ı kiram efendilerimizin fedakârlığını yaşayacak insanlara elbette çok ihtiyaç vardır. Özellikle günümüz insanlarının kendilerine rol model olacak çağdaşlarına ihtiyaçları gün geçtikçe çoğalmaktadır. Kanaat önderleri, rehber insanlar kal yerine hal ile bu işi yapmalıdırlar. Makam mevki, şan şöhreti eliyle bir kenara itip zahidin zühd halini yaşamalıdırlar. Adanmışlık, sürekli hareketliliği gerektirir. “…Düşüncede, sözde, özde sürekli hareketlilik, canlılık ve atılım içinde olmalıyız. Zihin ve düşünce sahasındaki tembellik söz iş ve hareket tembelliğini getirir…” (Ölçüler Dengeler, s. 140) “İyilerin tembelliği kötülerin faaliyetidir. Müslümanlar çalışmaz, Müslümanlığın gereği faaliyetleri yapmaz, kötülüklerin yayılmasını engelleyip, iyiliklerin şüyu bulması için gayret sarf etmezlerse; kötüler çalışmasa, herhangi bir faaliyet göstermese dahi, tabiatında olan yayılmacılıktan dolayı kötülük ve kötüler cemiyete hâkim olur.” (Ölçüler Dengeler, s. 141) Zeki Soyak Hocaefendi yukarıdaki sözleriyle adanmışlık duygusu ile hareket etmiş, hizmet çalışmalarının, beklentisiz olarak yapılmasını hayatı boyunca uygulayarak, çevresindeki insanlara ve gençlere ciddi bir örneklik teşkil etmiştir. Bu uğurda zamanını vermiş, kazancını vermiş, mesaisini harcamış ve Müslümanın kitabında ümitsizliğe kapılmanın ye’se düşmenin asla olmayacağını her fırsatta söyleyerek kendisi


de örnek olmuştur. Beklentisiz olmak, fedakârlığa kendinden başlamak genelde adanmış insanların en ciddi güç kaynağıdır. Böyle olan insanların olumsuzluklar karşısında daima dik duruş sergilemesi, sarsılmaz iman ve ümitle çok çetin görülen olayların üstesinden gelmeleri mümkündür. Ümmetin fetret dönemleri geçmişte olduğu gibi günümüzde de zaman zaman olmaktadır. Bir 12 Eylül, bir 28 Şubat yakın tarihin fetret dönemleri sayılabilir. Silkiniş ve dik duruş gerektiren böyle zamanlarda etrafına pozitif enerji vererek, ölümsüz davanın ölümlü savunucuları için, ölümün bir kez geleceği ve onunda onurla, şerefle olması gerektiğini hayatı ve davranışıyla ifade eden Zeki Soyak Hocaefendi için Hasan Aksay Beyefendinin, “…Gerek askeri ihtilallerde gerek post modern darbelerde biz Anadolu’nun tavrına bakardık. Nevşehirde de kanat önderi olan Zeki Bey’in tavrı ve etrafa saldığı pozitif enerji, kitlelerin moral ve motivasyonunda çok önemliydi…” demesi adanmış insanın olgun tavrı milleti diri tutmakta ve kıvamda tutmakta ne kadar önem arz etmektedir. Zeki Soyak Hocaefendi 12 Eylül’de nezarette öğrencileriyle kaldığı zaman kılmış olduğu namazların hazzının bambaşka olduğunu söyler, “inancı için nezarete atılmak, tek suçunun savunduğu İslam davası olduğunun bilincinde olmak, insanı farklı atmosferlere taşımaktadır” derdi. Maddi, manevi her şeyini feda etmekle gençlerine örnek

olan Zeki Soyak Hocaefendi, her musibete katlandığı gibi her psikolojik işkenceye de sabırla etrafındakilere dava adamlığının ve adanmışlığın en güzel örneklerini vermiştir. Bu gün o öğretiden geçen gençlerin her biri bir Zeki Soyak olma yolunda Kur’an’ı ve Sünneti rehber edinerek yine etrafa pozitif enerji yayan hizmetlere imanlarından aldıkları güçle, azim ve kararlılıkla imza atmaktadırlar. Elbette ki bu hizmetler iman ve kararlılıkla Allah’a -celle celaluhu- tevekkülle, hiçbir zorluk karşısında azmi yitirmeden yılgılık göstermeden, sürekli kendini yenilemekle ve aşk ve şevkle koşuşturmakla olacak işlerdir. Muvaffakiyet Allah’tandır. Zeki Soyak Hocaefendinin adanmış tavrından aldığımız bir ders de sürekli kendini yenilemektir. Bu, hizmetlerin sürekliliğini sağlama açısından çok önemlidir. Kendini yenilemek, bir işten sonra hemen başka bir hizmete koşuşturmak, hizmet heyecanını diri tuttuğu gibi, kişiyi eylem adamı yaparak idealleri uğruna canını feda edebilecek kara sevdalı kıvamına getirecektir. Sevenlerine ve talebelerine bıraktığı vasiyetinden bir bölüm şöyle: “İslami hizmetlerde mutlaka yerinizi alın. Bu hizmetleri aşkla, şevk ve heyecanla, yalnız ALLAH rızası için yapın. Bilin ki, Allah rızası için yapılmayan bir işte, konuşulan bir sözde, asla hayır yoktur. Üstelik kişiyi vebalde bırakır. Allah yolunda hizmet ederken birçok sıkıntılarla karşılaşa-

caksınız. Sakın ola ki bu sıkıntılar, bu engeller sizi hizmetten alıkoymasın. Yılgınlık, bıkkınlık, usangınlık vermesin… Hizmet ehli kişiler, hiç beklemedikleri kişilerden hatta en yakınlarından bile birçok olumsuz davranışlarla karşılaşabilirler. Böyle durumlarda bile hizmet heyecanı kaybedilmemelidir. Her Müslüman, hele hele bir hizmet eri; sevdalı, sancılı ve heyecanlı olacaktır. Hizmetler sabır ister, sebat ister, azim ve gayret ister, fedakârlık ister. Bizim inancımızda asla ümitsizliğe yer yoktur. Müslüman en kötü şartlarda bile ÜMİTVAR olacaktır.” Zeki Soyak Hocaefendi, hizmet heyecanını yitirmemek konusunda heyecan uyandıran değerlerin basitleşmesine, zamanla sıradanlaşmasına müsaade edilmemesi için kişinin kendini muhasebe etmesine önem vererek hizmetten geri kalmamayı, ibadetler konusunda özellikle farz ibadetlere çok çok dikkat etmeyi tavsiye ederdi. İbadetteki laubalilikten kurtulmanın insanın heyecanını yenileyeceğine vurgu yapardı. His ve heyecan yorgunluğu, hizmet enerjisinin bitmişliği felçli insan işlevsizliği gibidir. Bir ortamda kardeşlik uhuvvet yoksa yerini tenkit, gıybet, hatta iftira alır. İhlâs ve ihsan sırrının kavranmasıyla hasta ruhlar tedavi edilmeli ki hizmette durağanlık yaşanmasın. Davasına adanmış bir ömrün, süregelen hizmetlerle nice davasına adanmış adamlar yetiştirmesi temennisiyle. Ruhu şad olsun. EKİM 2013 / 303

21


Kapak

Mükremin Çelik

ADAYIŞ K

endini çocuklarına adayan bir mü’min, çocuklarının ancak İslami ahlakla ahlaklanmasına adamıştır. Bu adayış ise muhabbettin Allah’a teksifini gösterir. Muhabbetullah kişiyi adamaya sevk ediyor.

Hani bir zamanlar İmran’ın hanımı Allah’a el açıp yalvararak, ‘Ey Rabb’im,’ demişti, ‘Karnımda taşıdığım yavrumu, tüm varlığıyla senin hizmetine adadım. Bu adağımı benden kabul eyle! Doğrusu sen, her şeyi bilensin!’

eğitim ve bakımını, çekilen kura sonucunda Zekeriya üstlendi.

Nihayet çocuğunu doğurunca, -Allah onun ne doğurduğunu gayet iyi bildiği halde- durumunu O’na arz ederek, ‘Ey Rabb’im’ dedi. ‘Ben bir kız çocuğu dünyaya getirdim. Fakat erkek çocuk umuyordum; çünkü erkek kız gibi güçsüz ve korunmaya muhtaç değildir. Erkek çocuk kıza göre daha güçlü ve dayanıklı olduğu için, benim adağıma daha uygun düşerdi. Ayrıca, mabed hizmetlerine yalnız erkek çocuklar kabul ediliyor. Fakat ben, yine de sözümü tutuyorum; ona Meryem ismini veriyor, kendisini ve neslinden gelecek olanları o lanetlenmiş şeytanın kötülüklerine karşı Sana emanet ediyorum Ya Rab!’

‘Bunlar Allah katındandır. Bu yiyecekleri yaratan ve bana ulaşmasını sağlayan Allah, dilediğine hiç beklemediği imkânlar yaratarak sınırsız nimetler bahşeder!’ dedi.” (Al-i İmran, 35-36-

Böylece Allah, Meryem’i kendi yolunda adanmış kıymetli bir adak olarak güzelce kabul buyurdu ve onu nadide bir çiçek gibi güzelce yetiştirdi. Onun 22

DERGiSi

Zekeriya, onu ne zaman mabetteki odasında ziyaret etse, yanında türlü türlü yiyecekler görürdü. Bunun üzerine, hayret ve hayranlıkla sordu: ‘Ey Meryem bunlar sana nereden geliyor?’ Meryem de:

37, Kısa açıklamalı Kur’an-ı Kerim Meali, Mahmut KISA)

Yukarıda zikredilen ayet-i kerimelerde bir adayış hassasiyetine dikkat çekiliyor. İmran’ın hanımı insanın en vazgeçilmezinden, yani evladından sırf Allah için geçilebileceğini bizzat yaşantısıyla gösteriyor. Cenab-ı Hak bu kutlu adayışı Kur’an’da zikrederek, bize bu olayı numune olarak gösteriyor. Kendisine adanan bir adağa ne kadar değer verdiğini ise “Meryem’i güzelce kabul buyurdu ve onu güzelce yetiştirdi.” ayetinden anlıyoruz. Samimiyetle adanan bir evlat ve adağın kabulü neticesinde yaşanan sayısız güzellikler… Tefsirlerde bu adayışın nice

güzelliklere vesile olduğu teferruatlı bir şekilde ifade edilmiş. Ancak burada dikkat edilmesi gereken ilk husus şudur: Bir anne evladını Allah’a adıyor! Bir süreliğine bir yere göndermiyor. Adıyor! Önemli soru şu: Biz adamayı aklımıza hiç getirdik mi? Allah için -kısa bir zaman dilimi için olsun- adayabiliyor, adanabiliyor muyuz? Getirdiysek sözümüzde ne kadar durabildik? Evladını değil de kendisini adayabilen akıl sahipleri için Kur’an şöyle diyor: “O akıl sahipleri ki ayaktayken, otururken ve dinlenmek için uzanıp yatarken, Allah’ı anarlar; göklerin ve yerin akıllara durgunluk veren o muhteşem yaratılışındaki hikmet ve anlamı üzerinde derinden derine düşünür ve Allah’a şöyle niyaz ederler: “Ey Rabb’imiz! Sen bütün bunları hikmet ve amaçtan yoksun olarak yaratmış olamazsın. Çünkü Sen, abesle iştigal etmekten uzaksın. Her türlü eksik ve yanlıştan münezzehsin. Yüceler yücesisin! Hikmet ve adaletinin gereği olarak, cennet de haktır, cehennem de haktır; O halde, bizi cehennem azabından koru Ya Rab!” (Al-i İmran, 191, Kısa açık-


lamalı Kur’an-ı Kerim Meali, Mahmut KISA)

Akıl sahibi olan her kişi, zamanını yukarıdaki ayetin kapsamında geçirmeli, ömür sermayesini ziyan etmekten sakınmalıdır. Çünkü tefekküre davet eden bu ayet vesilesiyle tabiattaki kudret akışları daha iyi anlaşılacak. Ömür sermayesinin bir anı dahi amaçsız ve boş geçmeyecektir. Kendisini adayanlar da zamanını yani ömrünü Allah’a adamış olduğundan tefekkür ibadetinden asla geri kalamazlar. Onların hiçbir anları Allah’tan gafil olamaz. Adayanların adağını güzelce kabul eden Rabb’imiz, onların bu adayışlarına mukabil Kur’an’da şöyle bir söz veriyor: “Rab’leri de şöyle cevap verdi: “Elbette Ben, gerek erkek gerek kadın olsun, içinizden Benim yolumda çaba harcayan hiç kimsenin çabasını boşa çıkarmayacağım. İlahi adalet karşısında her insan, ancak göstermiş olduğu gayret oranında ceza veya mükâfat alacak ve kadın-erkek, efendi-köle, siyah-beyaz, zengin-fakir ayrımı yapılmayacaktır. Çünkü toplumsal statülerimiz ne kadar farklı olursa olsun, hepiniz birbirinizin neslinden aynı hak ve sorumluluklara sahip kimselersiniz. İşte, Allah yolunda hicret edenler, yurtlarından çıkarılanlar, Benim yolumda eziyetlere uğrayanlar, savaşan ve şehit düşenler var ya; onların günahlarını sileceğim ve tarafımdan bir ödül olarak, onları içinde ırmaklar çağıldayan cennetlere yerleştireceğim. Ödüllerin en güzeli Allah katında olandır. (Al-i İmran, 195,

Kısa açıklamalı Kur’an-ı Kerim Meali,

Mahmut KISA)

Şüphesiz Allah’tan daha doğru sözlü kimse yoktur Allah’ın vadi haktır. Vadettiğini yerine getirecektir. Kişinin manevi seviyesine göre imtihanın şiddeti de artabiliyor. İbrahim aleyhisselam’ın adayışı ve imtihanı gibi: “(İsmail) babasıyla beraber yürüyüp gezecek çağa erişince: ‘Yavrucuğum! Rüyada seni boğazladığımı görüyorum, bir düşün, ne dersin?’ dedi. O da dedi ki, ‘Ey Babacığım! Emrolunduğun şeyi yap. İnşallah beni sabredenlerden bulursun.’ Her ikisi de teslim olup, (İsmail’i) alnı üzerine yatırınca, ‘Ey İbrahim! Rüyanı doğruladın. Biz Muhsinleri (güzel davrananları) böyle mükâfatlandırırız.’ Doğrusu bu gerçekten müthiş bir imtihandı! Biz oğluna bedel olarak ona büyük bir kurban verdik. Geriden gelecekler arasında ona (iyi bir ün) bıraktık. ‘İbrahim’e selam’ dedik. Biz muhsinleri böyle mükâfatlandırırız. Çünkü o bizim mü’min (inanan) kullarımızdandı.” (Saffat, 102-111) Evet, ne müthiş bir imtihan. Müthiş imtihanlar müthiş kullara yapılıyor. İbrahim aleyhisselam can imtihanını, evlat imtihanını hem de en zor şekilde karşılaşmasına rağmen başarıyor. Rivayete göre İsmail aleyhisselam çok sevimli bir çocukmuş. İmtihanın şiddetine bakınız. Bizden böyle imtihanlar istenmediği gibi yakıtı insanlar ve taşlar olan cehennemden sakınmamız ve

ehlimizi sakındırmamıza dikkat isteniyor. Çocuklarını internetin izbe sokaklarında kaybedip cehennem yakıtı yapanlar, İslam’ın hayatbahş iklimine davet ediliyorsunuz. Size büyük imtihanlar yok. Çocuklarınıza ne kadar miras bıraktığınız hususunda sorgu olmayacak. Fakat güzel ahlak eğitimi verme hususunda sorumluluğumuz var. Kendini çocuklarına adayan bir mü’min, çocuklarının ancak İslami ahlakla ahlaklanmasına adamıştır. Bu adayış ise muhabbettin Allah’a teksifini gösterir. Muhabbetullah kişiyi adamaya sevk ediyor. Sahabe efendilerimizden Ammar bin Yasir -radıyallahu anhuma- bir savaşa iştirak etmek üzere Fırat kıyısında yürürken, içindeki muhabbeti şöyle dile getiriyor: “Ey Allah’ım! Kendimi şu dağdan atarak aşağıya yuvarlanmamın, Sen’in benden daha fazla hoşnut kalmana vesile olacağını bilsem, bunu hemen yaparım. Büyük bir ateş yakarak içine atlamamın, Sen’in benden daha çok razı olmana vesile olacağını bilsem, onu derhal yaparım. Ya Rabbi! Kendimi suya atıp boğulmamın, Sen’in daha ziyade hoşnutluğunu celbedeceğini bilsem, onu hemen yaparım. Ey Allah’ım! Ben sırf Sen’in rızan için savaşıyorum, beni zarara uğratmamanı diliyorum, ben Sen’i istiyorum.” İşte böyle bir sevgi, böyle bir muhabbet kişiyi adayışa sevk edebilir. Cenab-ıHak hepimize böyle muhabbet ihsan eylesin. Âmin. EKİM 2013 / 303

23


Hizmet Adabı

Nureddin SOYAK

Her Nefes İmtihandayız

İnsanlar, ‘İnandık’ demekle imtihan edilmeden bırakılacaklarını mı zannederler?” (Ankebut, 1-2)

Rabbimiz, sözde Müslümanlığın kurtuluş için yeterli olmadığını, gerçek Müslümanlığın imtihanı başarıyla tamamlamakla elde edilebileceğini haber vermektedir. Peygamberler ve ümmetleri korku, açlık, mallardan ve canlardan eksiltilerek imtihandan geçirilmişlerdir. Müslüman, gerçek Müslüman olmanın anlamını ve şartlarını bilmeden ve bunları gücü nispetinde yerine getirmeden kâmil mü’min olamaz. Bunların öğrenileceği kaynak da Kur’an ve Sünnettir. Bilgi ve beceri imtihan neticesinde ortaya çıkar. Ümmetlerin imtihan neticeleri bizlere haber verilerek, kaybedenlerden değil kazananlardan olmamız istenmektedir. İnsanın imtihanı çok çeşit24

DERGiSi

lidir. Anasıyla, babasıyla, eşiyle, çocuklarıyla, akrabalarıyla, komşularıyla, dost ve arkadaşlarıyla, malıyla, mülküyle, makam ve mevkiyle, canıyla, cananıyla kısacası dünya hayatının her türlü nimetleri ve her türlü külfetleri ile imtihan olur. “Andolsun, biz onlardan öncekileri de imtihan etmiştik.” (Ankebut, 3) Dünyaya ayak basan kadın, erkek, iyi, kötü her akıllı ve ergen insan kulluk imtihanından geçecektir. Rabbimiz bu imtihanları, kazananların ve kaybedenlerin hayatlarını çok açık ve net olarak bizlere haber vermiştir. Kötülük yapanlar, kötülüklerinin yanlarına kar kalacağını zannediyorlarsa çok yanılıyorlar. “Yoksa kötülük yapanlar, bizden kaçıp kurtulacaklarını mı sandılar. Ne kötü hükmediyorlar!” (Ankebut, 4)

Hiç kimse Rabbinin ne imtihanından, ne de imtihanın neticesinde elde edeceğinden kurtulup kaçamaz. Cihad eden niçin cihad ettiğini bilmiyorsa cihadının hayrını göremez, bütün emek ve gayretleri boşa gider. “Her kim cihad ederse, ancak kendisi için cihad etmiş olur.” (Ankebut, 6) Rabbinin yolunda cihad edenler, kendisi için cihad etmiş olurlar. Ne hikmetse insanlar dünyevi ticaretlerinin kendileri için olduğu düşünüp gece gündüz çalışırken, uhrevi ticaretleri konusunda aynı gayret ve çabayı gösteremiyorlar. Ahiret ticaretleri kimin için acaba? Rabbinin yoluna hizmet edenler, aslında kendine hizmet ettiklerini bilmelidirler. Dünyevi ticaretlerinde yardımsız kalanlar hatta engellenenlerin çalışma azmi artarken, ahiret ticaretinde yardımsız kalanların ümit ve heyecanlarını


yitirmeleri akıllıca bir iş midir? Dünyevi ticaretini kendisi için yapan, nasıl başkalarını minnet altında bırakamıyorsa, kendisi için ahiret ticareti yapan da başkalarını minnet altında bırakamaz. “İman edip salih amel işleyenlerin kötülüklerini elbette örteceğiz. Onları işlediklerinin daha güzeliyle mükâfatlandıracağız.” (Ankebut, 7) Allah yolunun yolcuları için, sadece bu ilahi müjde yetmez mi? İman edeceksin, güzel ameller işleyeceksin, zaman zaman beşeriyet icabı kötülük yapsan da bunlar da ısrar etmezsen Rabbin bunları örtecek ve yaptığın iyiliklerin çok daha güzelleri ile mükâfatlandıracak. “İnsanlardan öyleleri vardır ki, ‘Allah’a inandık’ derler. Ama Allah uğrunda bir ezaya uğratılınca, insanlardan gördükleri baskı ve işkenceyi Allah’ın azabı gibi tutarlar.” ( Ankebut, 7) Mü’min, inancı uğrunda her türlü meşakkati göze alabilmeli ki imtihanı kazanabilsin. En ufak bir sıkıntıda bin bir ah eden dava adamı, hizmet insanı olamaz. Bunlarla yola çıkılamaz. Tüm hesaplarını dünya çıkar ve menfaati üzerine yapanlar, dünyasını da ukbasını da kaybederler. Ashabın müca-

deleleri sürekli yolumuzu aydınlatmalıdır. “İnkâr edenler iman edenlere, ‘Yolumuza uyun da sizin günahlarınızı yüklenelim’ derler. Hâlbuki onların günahlarından hiçbir şey yüklenecek değillerdir. Şüphesiz onlar kesinlikle yalancılardır.” (Ankebut, 12) İnkârcılar dün de bu gün de aynı, inananları Allah yolundan uzaklaştırmak için inkâra ve isyana davet ederler. “Başını aç da günahı benim üzerime olsun, içki iç de günahı benim olsun.” vb. laflarla inananlara vesvese vermeye çalışırlar. Mü’min bu yalan ve vesveselere kanmaz. Kulluk mücadelesi bir ömür devam eder. Bu elli yıl olur, yüz yıl olur, dokuz yüz elli yıl olur. Samimi mü’min bıkmadan usanmadan mücadeleye devam eder. “Andolsun, biz, Nûh’u kendi kavmine peygamber olarak gönderdik. O da dokuz yüz elli yıl onların arasında kaldı. Neticede onlar zulümlerini sürdürürlerken tûfan kendilerini yakalayıverdi.” (Ankebut, 14) Allah yolunun davetçileri, Allah yoluna davet ederken olumsuzluklardan etkilenmeden Allah yoluna davete devam eder. Allah’ın Rasulü Allah yo-

luna dokuz elli yıl davet ediyor da kavminden ancak bir gemi dolusu insan iman ediyor. Bu gün bir iki nasihatla insanların hidayete ermesi bekleniyor. Allah yolunda her bir gayretin ecrini Rabbin vereceğine inanan mü’min aceleci olmaz sabır, sebat ve heyecanla Allah yoluna davete devam eder. “Biz de onu ve gemide bulunanları kurtardık ve bunu âlemlere bir ibret kıldık.” (Ankebut, 15) Rabbanilere dost ve yardımcı olarak Allah yetmez mi? Yeter ki nefse şeytana uyup onun gemisini terk etmeyelim, onun gemisini terk edenlerin babası pegamber de olsa kurtulamaz. “Nuh Rabbine seslenip şöyle dedi: ‘Rabbim! Şüphesiz oğlum da ailemdendir...’ Allah, ‘Ey Nuh! O, asla senin ailenden değildir. Onun yaptığı, iyi olmayan bir iştir...” (Hud, 45-46) İman bağı en kıymetli bağdır. İman bağını koparanlar tüm bağlarını koparmış olur. “Sizin Allah’tan başka ne bir dostunuz, ne de bir yardımcınız vardır.” (Ankebut, 22) Allah’ın dost ve yardımcı olduğuna inananın başka dost ve yardımcıya ihtiyacı olur mu? EKİM 2013 / 303

25


Diğer dost ve yardımcılar beşeriyet icabı aksesuarlardır. Dost ve yardımcısı Allah olmayanın hiç kimse dost ve yardımcısı olamaz. Riyakâr dost ve yardımcılar ihtiyaç anında ortadan kaybolurlar. Allah davasına hizmet için yola çıkan, Allah’tan başkasına güvenirse güvendiğinin vicdanına kalır. Rabbine güvenirse O ona yeter. Allah eri müminler, tehditlere boyun eğmez: “(İbrahim’in) kavminin cevabı, ‘Onu öldürün veya yakın’ demekten ibaret oldu. Allah da onu ateşten kurtardı. Şüphesiz bunda inanan bir toplum için ibretler vardır.” (Ankebut, 24) Kâfirlerin, Mü’minlere karşı tavrı hiç değişmemiştir. “Öldürün, yakın, yıkın, yok edin.” “Bu dünya onların olsun ahiret bize yeter” diyelim ama kâfirlerin mü’minlerle mücadelesi dünya çıkar ve menfaatleri için; mü’minlerin kâfirlerle mücadelesi, İnsanlığı onların küfür ve zulümlerinden kurtarmak ve ahireti kazanmak içindir. Kâfir ve münafıklarla mücahede etmeden de ahiret kazanılmaz. Bu gayeden sapmayan mü’minler, her halde kazanmaktadırlar. Önceki ümmetlerden, hayâsızlık, edepsizlik, yol kesicilik, bozgunculuk yapıp büyüklük taslayanları, “tehdit etti26

DERGiSi

ğin azap gelsin” diye Rasullere meydan okuyanları, Rabbimiz helak etmiştir. Üstelik bunlar kendilerini uyanık ve gözü açık kimseler zannediyorlardı. Çünkü şeytan onlara işlerini süslüyor, onlarda doğru yaptıklarını zannediyorlardı. “Şeytan, onlara işlerini süslemiş ve onları doğru yoldan alıkoymuştur. Hâlbuki onlar gözü açık kimselerdi.” (Ankebut, 38) Gerçekte uyanık ve gözü açık kişiler, bin bir hile ve desise ile insanları aldatarak, zulmederek çıkar ve menfaat sağlayanlar değil, Allah’ın ahkamını öğrenerek, gücü nispetinde onu hayatına uygulayanlardır. “Bunların her birini kendi günahları yüzünden yakaladık. Onlardan taş yağmuruna tuttuklarımız var. Onlardan o korkunç sesin yakaladığı kimseler var. Onlardan yerin dibine geçirdiklerimiz var. Onlardan suda boğduklarımız var. Allah, onlara zulmediyor değildi, fakat onlar kendilerine zulmediyorlardı.” (Ankebut, 40) Gerçek dost Allah’tır. Rabbimiz, yirmi ikinci ayet’i celilede vurguladığı Allah’ın dostluğu konusuna bir daha dikkatlerimizi çekmektedir.

“Allah’tan başkalarını dost edinenlerin durumu, kendine bir ev edinen örümceğin durumu gibidir. Evlerin en dayanıksızı ise şüphesiz örümcek evidir. Keşke bilselerdi!” (Ankebut, 41) Burda Allah dostluğu bir temsille beraber bildirilmektedir. Allah’tan başkalarının dostluğunun örümcek evi gibi çok zayıf olduğu, en ufak çıkar ve menfaat çatışmasında bozulacağı haber verilmektedir. “İşte bu temsilleri biz insanlar için getiriyoruz. Onları ancak bilginler düşünüp anlarlar.” (Ankebut, 43) Ayetleri ve ondaki temsilleri ancak, akıllarını vahyin denetimine veren ilim sahipleri anlar. Allah’tan hakkıyla âlimler korkar. İlim mü’minin yitiğidir nerede bulursa almalıdır. Namazsız muvahhid, namazsız mücahid, namazsız hizmet ehli olamaz, Hizmet ettiğini, cihad etiğini bunlardan yorulduğu için namazlarını ifa edemediğini söyleyen gafiller, şeytanın aldattığı cahillerdir. “(Ey Muhammed!) Kitaptan sana vahyolunanı oku, namazı da dosdoğru kıl. Çünkü namaz, insanı hayâsızlıktan ve kötülükten alıkor. Allah’ı anmak (olan namaz) elbette en büyük iba-


“İnsanlar, ‘İnandık’ demekle imtihan edilmeden bırakılacaklarını mı zannederler?” Ankebut, 1-2

dettir. Allah, yaptıklarınızı biliyor.” (Ankebut, 45) Rabbimiz, namazın en büyük ibadet olduğunu apaçık beyan buyurmaktadır. Elbette dosdoğru kılınan namaz kişiyi hayâsızlıklardan ve kötülüklerden alıkoyan namazdır. Namaza devam ettiği halde hayâsızlığa ve Rabbimizin men ettiği kötülüklere devam edenler namazlarının hayrını göremezler. “Kendilerine okunan kitabı sana indirmiş olmamız onlara yetmedi mi?” (Ankebut, 51) Nasıl yetmez ki ey Rabbimiz; inandığını söyleyenlerin çoğunun indirdiğin kitabın ahkâmından haberi yok, haberi olanların çoğu da indirdiğin kitabın ahkâmına uymuyor. Yemediği yemeğe kim yetmedi diyebilir? İçmediği içeceğe kim yetmedi diyebilir? Uymadığı

emir ve yasaklara kim yetmedi diyebilir? Bu kitabı hayat kitabım yaptım da beni mutlu etmedi diye kim diyebilir? İndirdiğin kitaba yetmedi diyenlere cehennem yeter. “Her can ölümü tadacaktır. Sonra bize döndürüleceksiniz.” (Ankebut, 57) Rasulullah sallallhu aleyhi ve sellem Efendimiz buyurular ki: “Akıllı kimse, nefini muhasebe eden ve ölümden sonrası için çalışandır. Aciz de, nefsini hevasının peşine takan ve Allah’tan temennide bulunan kimsedir.” (Tirmizi) İbn’i Arabi der ki: “Büyüklerimiz, konuştuklarını ve yaptıklarını bir deftere yazarak, yatsıdan sonra kendilerini muhasebeden geçirirlerdi. Bunlar-

dan kimi için tevbe, kimi için istiğfar, kimi için de şükreder ondan sonra uyurlardı.” Dünyevi ticaretleri uykularını kaçıranlar! Uhrevi ticaretiniz ne âlemde? “Bu dünya hayatı ancak bir eğlence ve oyundan ibarettir. Ahiret yurduna gelince, işte gerçek hayat odur. Keşke bilselerdi!” (Ankebut, 64) Dünya ve Ahiret dengesine dikkat etmek zorundayız. “Bizim uğrumuzda cihad edenler var ya, biz onları mutlaka yollarımıza ileteceğiz. Şüphesiz Allah, mutlaka iyilik yapanlarla beraberdir.” (Ankebut, 69) Her nefes cihad edenlere ne mutlu. İmtihanı unutmayanlara ne mutlu. Kazananlara ne mutlu.

EKİM 2013 / 303

27


Kur’an İklimi

Selim Armağan

selim.armagan@ilkadimdergisi.net

“Ve Sana Ölüm Gelinceye Kadar Rabbine İbadet Et.” (Hicr, 99)

Y

aratan ve yaratılanın hukuku sürekli dünyanın en önemli konusu olagelmiştir. Kur’an-ı Kerim’de Rabbimiz, iman eden ya da inkâr eden ayrımı yapmadan istisnasız bütün varlığa -onlar kabul etse de etmese de- onların Rabbi olduğunu ilan etmiştir. İnkarcıları da Kur’anî ifade ile “ …Min külli mesel..” -her türlü örnekleri vererek Allah’a ve onun yegâne Rabliğine imana ve imanın gereği kulluğa davet eder. Allah’a ve peygamberlerine düşmanlık eden firavun ve yandaşlarını dahi imana çağırırken peygamberlerine; “…Benim ve sizin Rabbiniz…” ayetleri ile davet ettirir. Yani kul Rabbini kabul etmese ve hatta “… Ben sizin en büyük rabbinizim…” diye ilahlık iddiasında bulunsa da Allah kulunu inkâr etmez. Onu terk etmez ve onun Rabliğinden de asla vazgeçmez. O, “Rabbüs semavati vel erd vema beyne hüma…” dır. Yani O, yerlerin göklerin ve ikisi ara-

28

DERGiSi

sındaki her şeyin Rabbidir. Rabbimiz olan Allah’a kulluğu şeksiz şüphesiz olarak dağlar, taşlar, ağaçlar, kuşlar, yani iradesi tam olarak eline verilmemiş her mahlûk kabul eder ve ona ibadet eder. “Göklerde ve yerde bulunanlarla dizi dizi kanat çırpıp uçan kuşların Allah’ı tespih ettiklerini görmez misin? Her biri kendi tespihini ve duasını bilmiştir. ...” (Nur, 41) Evet kuşların da bir ibadeti vardır. “Ey dağlar ve kuşlar Davut’un zikrine iştirak edin…”(Secde, 10) ayetinde ifadesini bulduğu gibi; gökteki yıldız da yerdeki ot da Rabbimiz olan Allah’a secde eder. O’na ibadetini yani kulluğunu yerine getirir. Bu kulluk süreci onlarda da Bizde de Allah’ın takdir ettiği bir vakte yani ecel gelinceye kadar da devam edecektir. Kur’an’ın muhatap aldığı irade sahibi insandan da hayvanlardan, bitkilerden ve cansız dediğimiz varlıklardan istenilenden başkası istenmez. İstenilen tek şey vardır. “Allah’ın evre-

ne koyduğu genel iman, tespih ve tahmit korosuna onun da katılması ve bu tempoda diğer varlıklar gibi ölünceye kadar devam etmesi.” Yukarıdaki ayeti kerimedeki temel iki kavramdan biri “yakin” diğeri de “ibadet”tir. Âlimlerimiz genel olarak “yakin” den maksadın ölüm olduğunu, “ibadet”ten kastedileninin de namaz olduğunu nakletmektedirler. Ölüm, her canlının şüphesiz kabul ettiği bir gerçek ve sorumlulukların sınırının bittiği bir noktadır. İslam’ın direği, imanın işareti ve ibadetin zirvesi olan namaz Müslümanın hangi şekil ve durumda olursa olsun ölüm gelinceye kadar eda etmesi gereken yegâne sorumluluğudur. İslâm hoş görülüdür, kolaydır. Ancak imanı ve gerektirdiği tutum ve davranışları kasten terk eden veya ih­mal edenden de kulu hesaba çekileceğini ilan eder. -Bağışlamasını yüce Rabbimizden her zaman ümit ederiz.“Rabbim bana hayatta oldu­ğum müddetçe namazı ve


zekâtı tavsiye etti” (Meryem, 31) gibi ayetlerle Allah’ın salih kulu Hz. İsa (a.s.) dilinden bu gerçek özetlenmiştir. Bugün kendisi örnek alınan ve muttaki olduğu söylenen peygamber meşrepli mübarek insanların görünür en büyük özellikleri Allah’a şirksiz imanlarıdır. Zira Allah katında iman dünya ve içindekilerden daha kıymetlidir. Sağlam bir imandan sonra sabırla ve azimle devam edilen Efendimizin: “gözümün nuru” buyurduğu namaz günde beş defa Allah’a yapılan bir aşk ilanıdır. İnsanlık için çok büyük ve yararlı işler yapmış bir şeyler icat etmiş kimseler, sadece kelime-i tevhidi söylemiş başka bir şey yapmamış ibadetsiz bir mü’minle dahi asla kıyaslanamaz. İman edenin konumu ahirette iman etmeyenden elbette çok yüce olacaktır. Zira o Allah’ı ve ahireti istemiş, cezası ile mükâfatı ile Allah’tan razı olmuştur. Diğeri ise sadece dünyayı istemiştir. Belki dünyalıklara da sahip olmuştur. Ancak bunlara ahiretten bir nasip yoktur. Yüce kitabımız iman edip ibadet etmeyenleri örneklememizi istemiyor. Onlar bizim din hocalarımız da değildir. Biz Müslümanlar olarak en azından imanı sağlam ve ibadeti düzgün kişileri örnek alacağız. Bu ne-

denledir ki yüce Rabbimiz, bizlere peygamberleri ve özellikle peygamberimiz Hz. Muhammed s.a.v.i örnek gösteriyor. Onun aramızdan ayrıldığı tarih itibari ile de onun sünnetini ve sünnetinin yılmaz müdavimlerini takip etmemizi istiyor. Peygamberlerin lisanlarından “Allah’tan ittika edin (korkup sakının) ve bana itaat edin.” (Şuarâ, 108) ayeti gibi tekrar edilen ayetlerde takva Peygambere itaatle kayıtlanmıştır. Demek ki peygambere muhalefet eden takva, takva değildir. Muttaki kişi peygamberî eğitimden geçen kişidir. Cehalet takvaya engeldir. Peygamberimizin hayatı bilinip yaşam tarzı modellenmeden muttaki olunamaz. Sevgili peygamberimiz ve ondan önceki peygamberlerin hayatlarından kesitleri Kur’an-ı Kerim anlatırken onların hastalıkla, kölelikle, hor ve hakir görülmekle, can, mal ve evladı iyal fedaları ile hicretlerle… nasıl sınandıklarını ve imtihan edilmeden kimsenin cennete girmeyeceğini bize bildirir. Allah’ın imtihanı dört şıktan seçmeli değildir. Hayatta akıl, ruh ve bedenle gerçekleşen kopyasız gerçek bir sınavdır. Geçen günlerimiz sınavdan çıkmış günlerimizdir. Gerimize dönüp mazimizin hesabını yapabilir, söz

ve davranışlarımızın kaç puanlık olduklarını değerlendirebiliriz. Aslında tamda şimdi örnek aldığımız kişilerin de kendimizin de karnelerini aşağıdaki bazı ayetlere göre değerlendirme zamanımızdır. “İnsanlardan kimi vardır ki, “Allah’a inandık” der; fakat Allah uğrunda eziyete uğratıldığı zaman, insanların işkencesini Allah’ın azabı gibi tutar. Hâlbuki Rabbinden bir yardım gelecek olsa, mutlaka, “Doğrusu biz de sizinle beraberdik” derler. Acaba Allah, herkesin kalbindekileri en iyi bilen değil midir? Allah, elbette (O’na gönülden) iman edenleri de, ikiyüzlüleri de bilir.” (Ankebut, 10-11) Allah Teâlâ şöyle buyurdu: “…Kulum bana nafile ibadetlerle yaklaşmaya devam eder, sonunda sevgime erer. Onu bir sevdim mi artık ben onun işittiği kulağı, gördüğü gözü, tuttuğu eli, yürüdüğü ayağı (aklettiği kalbi, konuştuğu dili) olurum. Benden bir şey isteyince onu veririm, benden sığınma talep etti mi onu himayeme alır, korurum…” (Buhârî) Allah’ım; “…Bizim yolumuza uyun, sizin günahlarınızı biz yüklenelim…”(Araf, 12) diyenlere karşı bize basiret ver.

EKİM 2013 / 303

29


Hadis İklimi Ahmet Ağmanvermez

a.agmanvermez@ilkadimdergisi.net

“(Fakat Semûd halkından bir topluluk), o deveyi, ayaklarını keserek öldürdüler. Salih, (onlara): ‘Yurdunuzda üç gün daha yaşayın (sonra helak olacaksınız). O söz, yalanlanamayan bir tehdit idi. (Hûd, 65)

Hazreti Salih -aleyhisselam-’ın Kavmi Semûd ve Helak Sebebleri

S

emûd kavmi, Ad kavmi gibi Hz. Nuh’un oğlu Sam’ın neslindendir. Hicr vadisinde yaşadıkları için Kur’an’da Ashab-ı Hicr olarak ta anılır. Hicr, Şam ile Hicaz arasında bir yerdir. Semûd kavmi putlara tapıyor, küfür ve şirk içinde yaşıyordu. Kendilerine gönderilen Hz. Salih peygambere karşı çıkıyorlar, yaptıkları sağlam evlere güvenerek kendilerine hiç kimsenin zarar veremeyeceğini zannediyorlardı. Hz. Salih -aleyhisselam- da, Allah’ın kendilerine bahşettiği nimetleri şımarıklıkla saçıp savuran ve dünya zevklerinden başka bir şey düşünmeyen kavmini şöyle uyarıyordu: “Siz burada bahçelerde, çeşme başlarında, ekinler ve yumuşak tomurcuklu güzel hurmalıklar arasında, dağ30

DERGiSi

lardan ustalıkla evler yontarak, güven içinde bırakılacağınızı mı sanıyorsunuz? Allah’tan korkun ve bana itaat edin.” (Şuara, 146–150) Hz.Salih’in bu uyarısı üzerine Kavmin reisi Cenda bin Amr ve Semûd kavmi, kâhin Rebabın etkisiyle, Hz. Salih’i meşhur Kasîbe kayasının yanına getirerek: “Şayet doğru isen Rabbin şu kayanın içinden kırmızı tüylü hamile bir deve çıkarsın. Yavrusu da kendisi gibi kırmızı tüylü olsun. Devenin sütü kışın sıcak, yazın serin olsun. İçen hastalar şifa bulsun” dediler. Alay ederek, ahmakça, olmayacağına inanarak yaptıkları bu istek üzerine, Hz. Salih kavmini tekrar uyardı ve sonrada Rabbine dua etti. Cenabı Hak duayı kabul etti. Kayadan gözlerinin önünde, istedikleri özellikte bir deve, mucize

olarak çıkıverdi. Kavmin reisi Cenda iman etti. Salih bir kul oldu. Putperest kâhin Rebab bin Zamir, bunun bir sihir olduğunu, kendinin daha büyük sihir göstereceğini söyleyerek halkı imandan vazgeçirdi. Cenda’yı reislikten alarak kardeşini reis yaptılar. Kur’an’da ifade edildiğine göre, Hz. Salih ise deveye kesinlikle zarar verilmemesi, aksi takdirde mucizeden sonra kendilerine büyük bir azabın geleceği konusunda tekrar ikaz etti: “Deveye bir kötülükle ilişmeyin. Yoksa sizi muazzam bir günün azabı yakalayıverir. (Şuara, 126) Ancak, devenin insanlara süt vermesinden maddi çıkarı zedelenen iki azgın kadın, kendileri gibi yedi azgın erkeği çeşitli vaatlerle kandırarak dokuz kişilik bir çete oldular. Sonuçta deveyi öldürdüler.


Hz. Salih ve ailesini de öldürmek istediler. Yüce Allah, onların bu kıssasını, bize, Şems Suresi’nde şöyle anlatmaktadır:

söylemesi üzerine Hz. Salih -aleyhisselam-’ı da öldürmeye karar verdiler. Yüce Allah’ın şu sözü bu hususu açıkça göstermektedir:

“Semûd kavmi, azgınlığı yüzünden Allah’ın peygamberi (Salih’i) yalanladılar. Çünkü onların en azgını, deveyi kesmek için ayaklandı. Allah’ın peygamberi (Salih) ise, onlara: “Allah’ın (size gönderdiği) deveye ve suyuna bakın” dedi. Derhal onu yalanladılar ve deveyi kestiler. Bunun üzerine Rableri, (işlemiş oldukları bu) günah sebebiyle (içinde yaşadıkları) o beldeyi, başlarına geçirdi ve her tarafını dümdüz etti. (Şems, 11–15)

“(Fakat Semûd halkından bir topluluk), o deveyi, ayaklarını keserek öldürdüler. Salih, (onlara): ‘Yurdunuzda üç gün daha yaşayın (sonra helak olacaksınız). O söz, yalanlanamayan bir tehdit idi. (Hûd, 65)

Önceki toplumların toplu helakine yol açan sebeplerden biri de, peygamberlerinden ısrarla mucize istemeleri, mucize gösterdiğinde ise, iman etmek yerine inat ve küfürlerini devam ettirmeleri olmuştur. Semûd kavmi hakkında inmiş Deveyi yakalayıp kesen- olan bir ayette bu gerçeğe şöylerin ilki, lanetli ve hain Kudâr le işaret edilmiştir: b. Sâlif olup bu kişi, deveyi “Bizi mucize gönderayaklarından kesti. Bunun mekten alıkoyan, ancak, üzerine deve, yere yığıldı. öncekilerin mucizeleri yaDiğerleri kılıçlarıyla hemen lanlamış olmalarıdır. Semûd koşup deveyi paramparça etkavmine gözle görülebilen tiler. Yüce Allah’ın da bildirbir mucize, bir dişi deve verdiği üzere, bunlar, dokuz kişi miştik de ona zulmetmişleridiler: di. Yaptıklarının cezasını da “O şehirde dokuz kişi gördüler. Oysa biz mucizevardı ki, bunlar yeryüzünde lerimizi, ancak insanları sabozgunculuk yapıyorlar ve kındırmak için göndeririz.” iyilik tarafına hiç yanaşmı- (İsrâ süresi, 17/59.) yorlardı. (Neml, 48) HZ. SALİH (A.S.) Bu kişiler, deveyi ölKISSASINDAN BAZI dürdükten sonra; Hz. Salih MESAJLAR -aleyhisselam-, onları üç gün İslâm’ın temel prensipleiçinde bu azabı beklemelerini

rinden biri de, israf ve cimrilikten kaçınmak suretiyle dengeli bir hayat sürmektir. Nitekim Hz. Hûd -aleyhisselam- ve Hz. Salih -aleyhisselam- da, kavimlerini israf ve taşkınlıktan kaçınmaya çağırmışlardır. Neml süresinin 52. ayetinde, “Salih -aleyhisselam- kıssasının düşünenler için ibret olduğu” belirtilmiştir. Ahmaklar ve cahiller, bir devenin öldürülmesiyle Semûd kavminin helaki arasındaki alâkayı kabul etmezler. Bu tür toplumsal felâketlerin, zorbalık, zulüm ve ahlâksızlığın yayılmasıyla ilgisinin bulunmadığını zannederler. Bu hâdiselerden ders çıkaran ilim ve hikmet sahipleri ise, kâinatın Allah tarafından yaratıldığı ve yine O’nun tarafından idare edildiği inancından hareketle, depremler, kasırgalar, hortumlar, sel baskınları tusinamiler ve benzeri olayların Allah’ın iradesine tâbi olduğunu kabul ederler. Yine akıllı, ilim ve hikmet sahipleri geçmiş toplumlardan pek çoğunun, inkârları ve işledikleri kötülükleri yüzünden ilâhî azaba çarptırıldığı gerçeğini kabullenerek, bu cezayı, bir ihtar olarak değerlendirirler ve ondan gerekli dersi çıkarırlar. Cenabı Hak bizleri ibret alarak buna göre yaşayanlardan son nefesini imanla vererek cennette buluşanlardan eylesin. Âmin EKİM 2013 / 303

31


Mehmet Şentürk

mehmet.senturk@ilkadimdergisi.net

FIKIH

KURBAN KESİMİNDE DİKKAT EDİLECEK HUSUSLAR Hz. Ali kerremallahu veche şöyle bir rivayette bulunmuştur: “Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, kurbanlık develer kesilirken başında durmamı, derilerini ve sırtlarında bulunan çullarını paylaştırmamı emretti. Ve onlardan herhangi bir şeyi kasap ücreti olarak vermeyi bana yasakladı ve ‘Kasap ücretini biz kendimiz veririz.’ buyurdu.” (Müslim) 1- Kurbanlık bir hayvanın sütünü sağıp yararlanmak, etini veya derisini satıp parasını almak, demirbaş olmayacak bir şeyle değiştirmek tahrimen mekruhtur. Böyle bir iş yapılırsa kıymetini tasadduk etmek (sadaka olarak vermek) gerekir. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: “Kurbanın derisini satan kişinin kurbanı olmaz.” buyurmuştur. (Buhari) 2- Kurbanlık hayvanı kesmeden önce kırkmak tahrimen (harama yakın) mekruhtur. Kırkılacak olursa yünü veya bedeli sadaka olarak verilmelidir. Kesildikten sonra kırkmakta ve kullanmakta bir beis yoktur. 3- Kurbanlık bir hayvanın derisi, bağırsakları veya etinden bir kısmı kasap ücreti olarak verilemez. Verilirse verilen şe32

DERGiSi

yin kıymeti sadaka olarak verilmelidir. Hz. Ali kerremallahu veche şöyle bir rivayette bulunmuştur: “Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, kurbanlık develer kesilirken başında durmamı, derilerini ve sırtlarında bulunan çullarını paylaştırmamı emretti. Ve onlardan herhangi bir şeyi kasap ücreti olarak vermeyi bana yasakladı ve ‘Kasap ücretini biz kendimiz veririz.’ buyurdu.” (Müslim) 4- Kurban kesmenin rüknü kan akıtmaktır. Hayvan usulüne göre boğazlanmadıkça vacip yerine getirilmiş olmaz. Kurbanlığın kesilmeden önce sadaka olarak verilmesi caiz değildir. Ancak alınan kurban herhangi bir sebeple kurban günlerinde kesilmemiş ise artık onu

boğazlamaz. Canlı olarak tasadduk eder. Onun etinden yiyemez. 5- Adak olarak kesilmeyen kurbanın etinden sahibi zengin olsun, fakir olsun yiyebileceği gibi zengin olanlara da yedirebilir. Bununla beraber üçte birini fakirlere sadaka olarak vermek, üçte birini komşu, akraba ve misafirlere ikram etmek, üçte birini de aile efradı ile beraber yemek daha muvafıktır. Bir kimse kurbanı kestikten veya birine vekalet verip kestirdikten sonra tamamını bir fakire, bir hayır kurumuna, bir vakfa hibe edebilir. 6- Kurbanın derisi yüzülürken çok dikkatli olmalı, deriyi kesmemeli, bıçakla delik deşik edip işe yaramaz hale getirmemelidir.


a- Fiyatı belli değildir. b- Kurbanlık üzerinde mülkiyet kesinleşmemiştir. c- Sünnette yeri yoktur. Ancak kurbanlık canlı olarak tartılıp, kilo üzerinde pazarlık yapılarak satın alınabilir. Bu caizdir.

7- Kurban derisini evinde seccade ve benzeri bir demirbaş eşyası yapmak caiz ise de, münasip olanı, daha uygun olanı bir fakire, bir hayır kurumuna, bir vakfa tasadduk etmektir. Allah Teâlâ’ya kurbiyyet (yakınlaşmak) için kesmiş olduğu kurbanının deri ve kellesini İslam’a karşı, kurban kesilmesine karşı ve İslam’ın yasakladığı, haram kıldığı yerlerde kullanacak kişi ve kurumlara asla kaptırmamalıdır. 8- Bir kimse, sevabını bağışlamak üzere, ölen bir yakını için, bayram günlerinde kurban kesebilir.Ölü için kesilen kurban arefe günü değil, bayram günlerinde kesilir. Kurban ölen kişinin, ölmeden önce emretmesiyle kesilmiş ise, bu kurbanın etinden, kesen kişiler yiyemez. Tamamı tasadduk edilir. Ölünün emriyle değil de vârisler kendiliğinden keserlerse etinden yiyebilirler.

10- Bir veya birkaç kişi kurban niyeti ile bir sığır veya deve satın alsalar. Ancak bu kurbanlığı alırken yalnız kendileri için kesmek niyeti olmasa, o kurbanlığa başkalarını da ortak edebilirler. Ancak kurbanlık alınırken, yalnız kendileri için kesmeyi niyet ederlerse sonradan ortak yaptıkları kişi veya kişilerden aldıkları miktarı tasadduk etmeleri gerekir. Bu hususta uygun olan, kurban alınmadan önce ortaklar kaç kişi olarak kesecekleri kesin olarak belirlenmeli, ya beraberce ya da aralarından birine vekalet verilerek kurban alınmalıdır. 11- Bir kişi, bir hayvanı belirleyip şu hayvanı satın alacağım dese, sonra da hayvanın sahibi ile hayvan kesildikten sonra etini tartıp kaç kilo gelirse, kilo başına anlaşacağımız fiyattan parasını vereceğim diye pazarlık yapsa ve bunun üzerine anlaşsalar, böyle bir kurban caiz olmaz. Her ne kadar kurbanlık hayvan belirlenmiş ise de:

12- Kurbanın hissedarları, kurban etini tahmini olarak taksim edemezler. Tartarak taksim etmeleri gerekir. Tahminen taksim etseler, sonra da aralarında helalleşseler yine caiz değildir. 13- Ortakların hepsinin Müslüman olması ve kurban niyeti ile kesmeleri gerekir. Ortaklardan biri gayri müslim olsa veya et niyeti ile ortak olsa, hiçbirinin kurbanı olmaz. 14- Ortaklardan birisi kurban kesilmeden önce ölse, ölenin varisleri diğer ortaklara, onun yerine kesmelerini söyleseler ve kurban kesilse hepsinin kurbanı sahihtir. Şayet ortaklar varislerden izin almadan keserlerse kurbanları geçerli olmaz. 15- Ortaklardan her biri veya bir kısmı çeşitli kurbanlara niyet edebilirler. Meselâ: Bir kaçı kurban bayramı günlerinde kesilmesi vacip olan kurbana, bir başkası adak kurbanına, başka biri hacc-ı temettu veya hacc-ı kıran için kesilmesi gereken kurbana niyet ederek kurbanlık bir sığır ve deveyi müştereken kesebilirler. EKİM 2013 / 303

33


TASAVVUF

K

albinde zerre kadar kibir bulunan bir kişi cennete giremez. Kibrin cennete girmeye mani olma sebebi kul ile mü’minlerin arasına girmesidir. Kibirli insanlar kibirliliklerini muhafaza için her kötülüğe başvurur ve bütün iyi hasletlerini kaybeder. Bunun için içinde zerre kadar kibir hastalığı bulunan kimse cennete giremez. Adi huylar birbirini çekerler. Kibrin birçok çeşitleri olmakla beraber en kötüsü ilim öğrenmeye mani, hakkı kabul ve inkıyada engel olan kibirdir. Allah Teâlâ kibirlenenlerin hallerini şöyle beyan buyurmaktadır: “Rabbiniz dedi ki: “Bana dua edin, size icabet edeyim. Doğrusu Bana ibadet etmekten kibirlenenler; cehenneme hor ve hakir kimseler olarak gireceklerdir.” (Mü’min, 60) “Ve meleklere: “Âdem’e secde edin” dedik. İblis hariç (hepsi) secde ettiler. O ise, diretti ve kibirlendi, (böylece) kâfirlerden oldu.” (Bakara, 34) “Onlara: “Rahman (olan Allah)a secde edin” denildiği zaman, “Rahman da neymiş? Biz senin bize emrettiğine mi secde edecek mişiz?” derler ve (bu,) onların nefretini arttırır.” (Furkan, 60) Namaz dinin direği, mü’minin Allah’a karşı taahhü-

34

DERGiSi

Cemil Usta

cemil.usta@ilkadimdergisi.net

KİBİR-4 dü ve itaat tezahürüdür. Bu cihetle imandan sonra dini vazifelerin başında gelir. Bu büyük vazifeyi yerine getirmeyenleri, özürsüz olarak kılmayanları Allah’ın adaleti bırakmayacak, onlar cehennemin gayyasına atılacaklardır. Rabbimiz:

de etmedi de Allah tarafından lanetlendi, rahmetinden mahrum edildi ve ebedi cehennemliklerden oldu. İşte secdeden uzak olmanın akıbeti budur. Şeytanı secdeden uzaklaştıran ise enaniyeti ve kibirlenmesidir.

“Sonra, bu peygamberlerle, salih kimselerin arkalarından (kötü) bir nesil geldi ki, namazı terk ettiler, şehvetlerine uydular; bunlar da Cehennemdeki “Gayya” vâdisini boylayacaklardır.” (Meryem, 59)

Bir mü’min ki kılmadığı namaz Allah’ın emridir. Secde ise Allah’a yapılması gereken secdedir. Namazı kılmamak bir mü’min için itaat dairesinden çıkmak, ilahi rahmet ve inayetten mahrum kalmak, ruhani hayattan uzaklaşmaktır.

Ayette geçen “gayy” kelimesinin cehennemde bir vadinin adı olduğu bildirilir. Bu vadi zina edenler, şarap içenler, faiz yiyenler, yalancı şahitlikte bulunanlar, anne babasına kötülük yapanlar ve namaz kılmayanlar için hazırlanmıştır. Öyle bir vadidir ki onun hararetinden kendi dereleri bile Allah’a sığınır. (Ruh-ul Beyan Tefsiri)

Bu cihetle namazlarımızı muntazaman kılmalıyız. Kılamadıklarımızı acele kaza etmeliyiz. Sünnet namazlar kaza niyetiyle kılınmaz, nafile olarak, sünnet olarak kılınır. Sünnetin terkinin şefaatten mahrumiyete sebep olabileceği unutulmamalıdır.

Namaz, mü’minin başında rahmet gölgesi, iman alameti, ilahi taahhüt nişanesidir. Efendimiz aleyhisselat-u vesselam: “Bizimle kâfirler arasında ayırıcı fark ilahi bir taahhüt olan namazdır. Her kim onu bile bile terk ederse küfretmiş olur.” (Müslim) buyurmaktadır. Şeytan aleyhil-lane Allah azze ve celle emretmesine rağmen Âdem aleyhis-selama sec-

Mü’minin dünyada işi Allah’a kulluktur. Namazdan uzak kimseler dünya hayatında bereketsiz bir ömür yaşar, simalarında ilahi güzelliğin nuru kalmaz. Bunun içindir ki namaz Allah ile kavuşma noktasıdır. Ümmete küçük miraç olarak hediye edilmiştir. Kur’anda, “Secde et ve yaklaş” (Alak, 14) buyurulduğu vechile Rabbin huzuruna çıkabilme nimeti de namazla elde edilir. Allah’ım kibirden, hasetten, nefsimizin ve şeytanın şerrinden Sana sığınırız.


M.Selçuk Özdoğan

selcuk.ozdogan@ilkadimdergisi.net

ilkadım kitaplığı

Kayıp Kitap Barnabas’ın Sırrı & Aselsan Cinayetleri

K

ıymetli İlkadım Kitaplığı okuyucularımız. Bu ay sizlerle farklı konuları işleyen iki yeni kitap daha inceleyeceğiz. Özellikle bu kurguroman türü kitaplara ilgi duyan okuyucularımız açısından okunması gereken kitaplar diye düşünüyorum. Birincisi Aydoğan VATANDAŞ’ın hazırladığı Kayıp Kitap Barnabas’ın Sırrı, ikincisi de Melik DUVAKLI’nın hazırladığı Aselsan Cinayetleri isimli kitaplardır. Aydoğan VATANDAŞ’ın kitaplarını daha önce okuyan okuyucularımız vardır. Araştırmaya dayanan bilgiler verir. Verdiği bilgiler doğruluk süzgecinden geçirilmiş ve bizlere öyle sunulmuştur. İnceleyeceğimiz bu kitap da aynen bahsettiğim şekilde. Güncel bilgiler roman havası içerisinde hazırlanmış. Daha önce tanıttığımız, Turgay GÜLER’e ait olan Sır Küpü isimli kitapla benzer yönleri çok fazla. Elimize aldığımızda bitirmeden bırakamayacağımız bir kitap. Hele de olayların içerisinde tanıdığımız kişilerin olması kitabı daha da dikkat çekici hale getiriyor. Özellikle Barnabas İncili’nin bulunması, Ankara’ya getirilmesi serüveni ve daha sonra yaşananlar heyecanlı bir şekilde bizlere aktarılıyor. Muhsin YAZICIOĞLU’nun Barnabas İncili’ni gördüğü ve bu kitapla ilgili sinema filmi çekilmesi için görüşmeler yaptığı sıralarda helikopterinin düşmesi dikkat çekici. Tapınak Şövalyeleri burada da karşımıza çıkıyor. Kendilerince doğru kabul ettikleri yalanların

ortaya çıkacağından korktukları için dünya üzerinde yapmadıkları olumsuz eylem kalmayan gizli örgüt. Barnabas İncili gerçek İncil’e en yakın İncil. Şu an Katolik dünyasının doğrularını da alt üst edeceği için ortaya çıkartılmaması gereken bir kitap. Barnabas İncili’nin ortaya çıkartılma sürecinde bizden gözüken yabancılar da ayrıca üzerinde durulması gereken bir konu. Hangi zaaflarla karşı karşıya bırakıldıkları ve neler karşılığında ülkesine ait gizli bilgileri sattıkları farklı bir konu. Ama şuna dikkat çekmemiz gerekiyor ki, dünya üzerinde belli başlı ülkeler hem istihbarat hem de bilgi edinme teknolojisinde çok ileri seviyedeler. Bizim yaşadığımız hayatın dışında çok farklı bir dünya var. (Timaş Yayınları) İkinci olarak tanıyacağımız kitabımız da titiz bir çalışmanın ürünü. Gazeteci Melik DUVAKLI’nın hazırladığı bir kitap. Profil Yayınlarından çıkmış. Türkiye’nin gündemini uzun süre meşgul etmesi gerek bir konu aslında Aselsan Cinayetleri. Bizlere intihar şeklinde aktarılan olaylar aslında gün gibi aşikâr ki cinayet. Kitabın giriş bölümünde savunma sanayimizle ilgili verilen bilgiler dikkat çekici. Hele hele Kıbrıs Harekâtı sırasından Yunan gemisi diye batırılan bize ait gemi tam bir facia. Bize ait hiçbir şeyin bulunmadığı yıllar. Radar sistemlerini başkasından alıyorsun. Ege Denizindeki bir geminin kime ait olduğunu tespit edemiyorsun. 28 Şubat sürecinde İsrail’e verilen ihaleler ve ihaleleri veren kişilere çok dikkat etmemiz gere-

kiyor. Bu kişiler bizim paralarımızı kendi paralarıymış gibi İsrail’e yıllarca tank modernizasyonu adı altında peşkeş çekmişler. Modernizasyonuna harcadığımız paranın daha azıyla yeni, son model tank alabiliyoruz. Savunma sanayisi kendisine ait olmayan bir ülke bağımsızım diye nutuk çekmesin. En mahrem bilgilerin bile başkasına aitken, dostunu düşmanını başka ülkeler belirlerken bağımsızım demenin hiçbir karşılığı yok. Cinayete kurban giden vatan evlatları bu ülkenin bir adım ileri gitmesini istemeyen zihniyet tarafından ortadan kaldırıldı. Ülkemiz olarak artık savunma sanayinde kendimize ait silahları üretebiliyoruz. Sevindirici gelişmeler çok fazla. Fakat bu aşamaya gelene kadar kaç tane kurban verdik. Kitapta buna benzer birçok bilgi sizleri bekliyor. EKİM 2013 / 303

35


Yrd.Doç.Dr.

İlhami Nalçacıoğlu i.nalcacioglu@ilkadimdergisi.net

eğitim

Değerler Eğitiminin

NERESİNDEYİZ?

D

eğerli okuyucular!

“Eğitimde Değişmeyen Temel: İnsanın Önüne Konan Örnekler”, İnsan ve Önüne Konan Model İlişkisi”, İnsan Modelsiz Eğitilemez” başlıkları altında, eğitimde kullanılması gereken “model”(örnekler) konusunu önceki yazılarımızda vurgulamaya çalıştık. Konunun üzerinde durmamızın önemli bir nedeni var: Bir gün, pencereden dışarıya bakarken donakaldım. Binanın önündeki bir kayısı ağacına, iki çocuk, bir kedi ölüsünü asmışlar, sopalarla vuruyorlardı. İnsanın içini ürpertmemesi mümkün değildi. Onları, bu derece merhametten uzaklaştıran, gaddarlaştıran neydi? Nihayet ısrarla vurdukları ölü bir kedi yavrusu diye geçiştirebiliriz. Ancak altında yatan

36

DERGiSi

ve bu çocuklarımızı vandallaştıran, asileştiren neydi? Neyin kini ve intikamı idi? Böyle bir davranışın altında yatan sebep ne olabilirdi? Her birey gibi bu çocuklar da, bu ve buna benzer hoş karşılanmayan açıklamaları duymuşlardır veya anlatılmıştır. Bunlara benzeyen ikazları ve hoş olmayan davranış uyarıları almalarına rağmen; yapmalarını ne ile izah etmek gerekir. Toplum olarak kapalı bir toplum yapısından, uygun olmayan bu davranışları irdelenmesini içerisinde yaşatan, geleneksel toplum yapısından hızla uzaklaşmaya ve açık toplum yapısına doğru değişim geçirmekteyiz. Bir taraftan bu değişim, diğer taraftan şehirleşme; apartman hayatı, başka bir yandan iletişim araçlarından televizyon, internet ve

cep telefonları sosyal kontrolü zorlaştırmakta, zayıflatmakta, hızla geleneksel yapıdan uzaklaştırmaktadır. Sosyal kontrolün kalkması, insanı bireyselleştirmekte ve kendi ruh dünyaları ile baş başa bırakmaktadır. Tabiri caizse insanı toplum içerisinde olmasına rağmen


gün geçtikçe yalnızlaştırmakta ve bencilleştirmektedir. Sürekli değişen, gelişen ortamla birlikte diğer insanlara ve çevreye duygusuzlaşıyor, değerlerden uzaklaşıyoruz. Karakterimizden, eskilerin seciye dedikleri yapımızdan sapmalar olduğu bir gerçek-

tir. Bu durumda değerler, maneviyat, karakter veya ahlak eğitimimizi gözden geçirmek gerekir. Geleneksel yapımız içerisinde anlattığımız (takrir) zaman bu dar çevre içerisindeki sosyal kontrol ile yürüttüğümüzde işe yarayan bu eğitim tarzı, bugün işlevini yeteri kadar yürütmekte zorlanmakta ve hatta sürekli tekrar edilen ama etkiden uzak durum sergilemektedir. Yine bir örnek vermek gerekirse; şehir içi bir otobüs yolculuğunda yaşadığım, sizlerin de buna benzer sıkca rastladığınızı düşündüğüm olay oldukça dikkat çekicidir. Genç bir kızın, yaşlı bir teyzeye yer vermesi için hatırlatma yapıldığı zaman; “yaşlıysa dışarı çıkmamasını” önermesi anlamlıdır. Bu, değerler eğitiminde bugüne kadar takip edilen anlatma (takrir) yönteminin değişen yeni sosyal yapı içerisinde kifayetsiz kaldığını göstermekte ve nesiller arasında uçurumlar açığa çıkarmaktadır. Yeni konum, yeni bir yöntemi gerekli kılmaktadır. Bundan sonraki yazılarımızda, eğitim konusunda bugüne kadarki bakış açımızda yeni duruma nasıl bir uyarlama yap-

mamız gerektiğini anlatmaya gayret edeceğiz. Geniş bir kapsam içeren bu yanı, olanca sadeliği içerisinde dört temel ana nokta üzerinde toplamaya gayret edeceğiz. Bu bize, eğitimde yeniden yapılandırma ve sonuçta değerler eğitiminde takip edilerek geliştirilen yeni yaklaşım tarzını verecek. İrdelenecek konu başlıklarından birincisi “bilgi nedir?” Doğasına yaklaşım, yeni sosyal yapı içerisinde klasik anlayıştan nasıl bir farklılık göstermektedir. İkincisi, örnekle anlatımı, daha önceki yazılarımızda açıklamaya çalıştığımız eğitimde örnek ve örnekleminin yeri açısından ele alınmasını ve yöntemini içerir. Üçüncü ve dördüncüsü, bilginin doğası ve oluşturma biçiminin nasıl olması gerektiği ve ahlaki değerlerin oluşması ile çevremizdeki insanlar, kültür, din, örf ve adetler, dil unsurunun dışlanmadan “işbirlikçi öğrenme” nin benimsenmesini içerir. Sonraki yazılarımızın içeriğini, bu güne kadar geliştirilen öğrenme ve öğretme kavramlarının eksik yanlarını göstermeyi içeren yeni bir tarz, “Eğitimde Yapılandırmacılık” oluşturacak. Rabbim muvaffak kılar inşaallah… EKİM 2013 / 303

37


Fatih Yılmaz

fatih.yilmaz@ilkadimdergisi.net

geçmiş zaman olur ki

İyilikten İyilik Doğar

H

z. Peygamber Muhammed (s.a.v.) bir hadisi şeriflerinde şöyle buyuruyor:

“Size iyilik yapanlara karşı iyilik yapmak, fenalık yapanlara da fenalık yapmak meziyet değildir. Asıl meziyet, size fenalık yapanlara karşı aynı şekilde mukabelede bulunmayıp iyilik yapabilmektir. (Tirmizî)

Din, Allah’ın insanlara bildirdiği ilâhî bir kanun, dindarlık ise insanın kendi arzusu ile bu nizama uyması olduğuna göre, hakiki iyilik, hayrı, Allah katında iyi olduğu için yapmaktır. Çünkü böylesi bir imanla hayır işlemek Allah’ın hoşnutluğunu talep demektir. Allah katında hayır olan her işin neticesinde bir sevabın bulunduğu, bu sevabın en büyüğünün ise “Allah’ın rızası” olduğu kabul edilirse, hayrın fazileti ve önemi inkâr edilmez. Kur’an’ın, hayra davet edenleri “en hayırlı ümmet” olarak nitelendirmesi hayrın faziletini; “iyilikte insanları yarışa teşvik etmesi” de hayrın önemini belirtir. “Ey mü’minler, rükû edin, secde edin, Rabbinize ibadet edin, hayır işleyin ki, 38

DERGiSi

umduğunuza erip kurtulasınız.” (Hacc, 77) mealindeki bu ayet ve benzeri diğer ayetler ise, hayrın, ibadetlerin tümünü kapsayıcı özelliğine ve hayır işleminin gereğine işaret eder. Ayrıca Peygamberimizin -aleyhisselatüvesselam-, “İyiliğe delalet eden kimseye o iyiliği yapanların ecri gibi sevap vardır” buyurması ise, hayır yapmanın yanında ona vesile olmanın da önemine ve faziletine işaret eder. Ayet ve hadislerde fazileti ve önemi açıkça belirtilen hayrı işlemenin ve hayırlı bir insan olmanın ilk şartı, “sağlam bir imanla iyiliği ilke haline getirmektir.” Bu şuura eren Müslümanlar, inançlarından kaynaklanan hayır sevgisini hayatlarına nakşedip, yaşadıkları her yerde kalıcı hayır eserleri yapmakla adeta anıtlaşmışlardır. Bu eserler günümüzde olduğu gibi sadece maddi çıkar sağlama amacıyla değil, aksine Allah’ın hoşnutluğunu kazanıp insanlığın ihtiyacını karşılamak gayesiyle yapılmıştır. Hikmet sahipleri, “herkes ektiğini biçer, işlediğinin karşılığını görür” demişler. İyilik eden iyilik, kötülük eden de kötülük bulur. Adaletin ölçüsü

budur. Artık iyilik isteyen iyilik yapsın, kötülük isteyen kötülük… Cenab-ı Hak adildir, kullarına zulmetmez. Kim bu dünyada iyilik adına bir şey yaparsa faydası kendisine olur. Kim de bu dünyada bir kötülük yaparsa zararı, vebali yine kendisine olur. Şeyh Sadi Şirazi (k.s.) anlatıyor: Bazı büyüklerle bir gemiye binmiştim. Bindiğimiz geminin arkasında bir kayık battı ve iki kardeş bir girdaba düştü. Birlikte bulunduğum biri gemiciye: “Bu iki kardeşi kurtar sana yüz dinar vereyim,” dedi. Gemici yalnız birisini kurtarabildi, öteki boğulup öldü. Ben bu durumu görünce: “Demek ömrü bu kadarmış, eceli gelmiş ki kurtarmakta geciktin.” dedim. Gemici güldü ve şöyle dedi: “Dediğin doğrudur. Fakat ben ilk önce bunu kurtarmak istedim. Çünkü bir vakitler çölde kalmıştım, o beni deveye bindirdi, diğeri ise bana kamçıyla vurmuştu.” Sonra ben dedim ki: “Cenab-ı Hak ne kadar doğru buyuruyor: ‘Her kim iyi bir iş yaparsa, kendi lehi-


ne yapmış olur. Kim de kötülük yaparsa, kendi aleyhine yapmış olur. Rabbin kullara zulmedecek değildir.”(Fussilet, 46) Peygamberimizin -aleyhisselatüvesselam-, “İyilik kaybolmaz, günahlar da unutulmaz. Hakim olan Allah ölmez. O halde dilediğini yap. Nasıl davranırsan öyle muamele görürsün.” (Ahmed b. Hanbel; Ali elMuttaki) mübarek sözünü hiçbir zaman unutmamalıyız. Yaratan’ın, tüm nimetlerinden fazlasıyla yararlanan insan, kendisini yaratana karşı tüm sorumluluklarını yerine getirmek zorundadır. Mademki bu dünya ahiretin imtihan tarlasıdır; o halde imtihanın gereğini yerine getirmelidir. İslam’ın, tüm kural ve kaidelerine uyup imtihanı kazanma çabası içinde olmalıdır. İnsanın, iyi olma yolunda harcadığı enerjinin yüce Allah tarafından boşa çıkarılmayacağı Kur’an-ı Mübin’de açık bir şekilde belirtilmektedir. İyi ve kaliteli insan olma yolunda atılan her adım, onu bu dünyada mutluluk ve huzura götüreceği gibi öbür âlemde de ebedi saadete ulaştıracaktır. Bu hâl, insanın iç dinamizminin harekete geçmesini sağlayacak ve onu ataletten kurtaracaktır. Geçici heva ve hevesler uğruna ebedi âlemi kaybetmeye, akıllı insanın hiç hakkı yoktur. Allah insanı bir imtihandan geçmesi için bu dünyaya gön-

nünde insanın mazeretler ileri sürmesini sağlardı.

dermiştir. O, Rasulleri aracılığıyla Hakkı (İslam’ı) vahyetmiş ve insana bu gerçeğe inanma veya inanmama özgürlüğünü vermiştir. İnandıktan sonra da ona teslim olma veya olmama özgürlüğünü vermiştir. O, gerçeği gizli tutar. Gönderdiği Rasuller, kitaplar ve Rasullerin gösterdiği mucizeler ışığında, o gerçeği, mantığını ve aklını kullanarak değerlendirip hüküm vermeyi insana bırakır. Yüce Yaratan, dileseydi tek tip insan yaratabilirdi. Hani, günümüzde kurşun asker olarak tabir ediliyor ya, işte öyle. O zaman; iyi kötü, güzel çirkin, hak batıl ve daha birçok mefhum ayırt edilemeyecek, dolayısıyla imtihanın ve yaradılışın hiçbir önemi ve anlamı kalmayacaktı. Allah, gerçeği hiçbir zaman herkesin kayıtsız şartsız kabul edeceği bir şekilde çırılçıplak gözler önüne sermez; çünkü o zaman imtihan diye bir şey söz konusu olmaz ve başarı veya başarısızlık kavramları anlamlarını yitirir. O zaman insanın düşünce özgürlüğü de elinden alınmış olurdu. Bu ise hesap gü-

İyilikte yarışan insan olmalıyız. Başkalarında görmek istediğimiz güzellikleri önce kendi nefsimizde yaşamalıyız. Her şeyin iyi ve hoş tarafını görmeliyiz. Kötü olarak tanımladığımız kişilerin dahi mutlaka iyi bir tarafı vardır. Adamın yetmiş tane iyi tarafı var biz onları göremiyoruz, bunun yanında bir kötü tarafını hemen görüyor, onu dilimize doluyor ve yargılamaya başlıyoruz. Yeter ki biz ona iyi gözle bakalım. Kişinin hatalarını, kırıcı ve yıkıcı bir şekilde değil de yapıcı ve olur tarafından kendisine münasip bir lisanla anlatırsak, her şeyin çok güzel olacağından emin olabiliriz. Dünya dediğin ne ki… Yalancı bir saltanattan başka bir şey değildir. Sonu hüsran ve sonu acı, devrik bir saltanat değil mi? Güneş ufkumuza düştüğünde hesabımız şu olmalı; “Bugün Allah için hangi iyilikleri yapayım? Hangi kötülüklerden sakınayım veya sakındırayım? Şu güzel günü Müslüman’ca nasıl yaşayayım? Bütün fiil ve davranışlarımda bulunduğum mevki ve makamda topluma ve Yaratan’ıma karşı nasıl daha verimli olurum?” diye düşünmeliyiz. Bu düşüncelerimizi pratiğe de yansıttığımızda göreceğiz ki her şey iyi, herkes güzel ve has, yollardan engeller kalkmış, huzur ve saadetin yolu açılmış olur bi iznillah. EKİM 2013 / 303

39


Abdullah Gülcemal a.gulcemal@ilkadimdergisi.net

la havle Bir yol bulur kendine, dere tepe düz gider. Nice yüzlere bakıp o yine yüzsüz gider. Bir insan ki unutmuş utanıp sıkılmayı, Sığır gelmiş dünyaya dünyadan öküz gider… (Lâedri)

ELİF’i Görse MERTEK Sanıyorlar

2

013-2014 Eğitim-Öğretim Yılı 16 Eylül Pazartesi günü başladı. Örgün eğitimde bu yıl okullarımızda 17 milyonun üzerinde öğrenci eğitim görecek. Bu eğitim kurumlarımızda 832 binin üzerinde de öğretmenimiz görev yapacak. Öğrencisiyle, öğretmeniyle birçok ülkenin nüfusundan daha çok bir eğitim camiamız var şükürler olsun. dir?

İnsan için, millet için eğitim niçin önemliEğitimin esas gayesi nedir?

Devlet olarak, millet olarak, ihtiyaç listemiz içerisinde “eğitim meselesi” kaçıncı sırada yer alıyor? Niçin bizim kendi milli kimliğimize, ruh kökümüze, inancımıza uygun bir eğitim sistemimiz yok? Kadim alfabemiz elimizden alınıp, o ana sütü kadar tatlı dilimiz yaban arıları tarafından sokulduğu günden beri niçin birbirimizi anlamıyoruz, anlayamıyoruz? Niçin eğitim yolundaki işaretler hep ağır hasarlı ve ölümlü kazalara sebebiyet veriyor? Niçin elimize besmelesiz kitapların verildiği tarihten beri birçok şeyi net göremiyoruz? Niçin hep içimiz bulanıyor, başımız dönüyor, dilimiz dolaşıyor meramımızı anlatamıyoruz? Niçin o tarihten beri dünya çapında bir ilim adamı, bir fikir adamı, bir devlet adamı, bir sanatkâr, bir mucit çıkaramadık millet olarak? 40

DERGiSi

Kendi milletine ihanet eden soysuzları, kendi devletinin hazinesini soyan hırsızları, günde beş vakit okunan ezan sesinden rahatsız olup bunun için eylem yapan imansızları yetiştiren bir eğitim sistemi nasıl bir sistem? Bunları düşünecek, sorgulayacak, çareler arayacak bir vaktimiz, bir düşünce yapımız olmayacak mı hiç? Bu eğitim sistemi eğittiği insanlara niçin edebi, ahlakı, tahammülü, saygıyı, helâlı, haramı, sabrı öğretmiyor? İmam Mâlik “İnsanlık âdâbını ilimden önce öğrenmek lâzımdır.” derken bu sistem, kurbanlarına ne âdâbı öğretiyor ne de ilimi. “Edebi olmayanın ilmi, sabrı olmayanın dini, iffet ve korkusu olmayanın Hakk’a bağlılığı yoktur.” diyor Hasan Basri Hazretleri… Yani insan olmak için tek ölçü; değişmesi ve değiştirilmesi mümkün olmayan Anayasanın başlangıcındaki ilkelere bağlı kalmak mıdır sadece? Hazreti Mevlâna buyuruyorlar ki : “Gözünüzü açıp Kur’an’a bakınız. Allah kelâmı olan Kur’an’ın bütün âyetleri edebi öğretmekten ibarettir. İnsanoğluyla hayvan arasındaki fark edebtir. Eğer insanoğlunun edebten nasibi yoksa insan değildir. İnsanın ilim ve edebi en büyük varlığıdır. Eskimez, çürümez, kaybolmaz.” Geliniz bu hakikatlerin ışığı altında birde şu eğitimdeki memleket manzarasına bakalım: Eğitim-Öğretim dönemi geçen yıllarda olduğu gibi yine sancılı başladı. Yıl içerisinde özel-


likle Gezi Parkı bahanesiyle çıkarılan huzursuzlukların özellikle üniversitelerde daha da artarak devam ettirileceğinin sinyallerini veriyor. Üniversitelerde ve kamu kurumlarında inancından dolayı başını örten hanım kardeşlerimizin, eğitim ve çalışma haklarının engellenmesi, çeşitli hakaretlere maruz kalmaları, tahkir ve tezyife uğramaları, ikna odalarında Çin işkencesinden geçirilmeleri gibi muhatap oldukları gayri insani muameleler artık sabır taşını çatlatmak üzeredir. Ülkenin yanan bir karış toprağı olsa, onu gözyaşlarıyla söndürecek bu insanlardan bu güne kadar ne zarar gördünüz de hâlâ zulmetmeye devam ediyorsunuz? Hâlâ hafızalarımızdadır. 2011 yılında Ege Üniversitesi’nde Öğretim Üyesi olan (r)’si düşmüş Prof.Dr. Esat Rennan Pekünlü elinde fotoğraf makinasıyla üniversite okuyan başörtülü öğrencilerin gizlice resimlerini çekerek taciz ediyordu. Bu adam üstelik Fen Fakültesi Astronomi ve Uzay Bilimleri Bölümü Öğretim Üyesi… Başörtüsüyle uzay bilimlerinin ne ilgisi var anlayabilmiş değilim doğrusu… Acaba bu hanım kızlarımızın başörtüleri bu pek-ünlü (!) öğretim üyesinin uzay araştırmaları yaparken teleskopuna mı takılıyordu… Gerçi şimdi yargıda hesabını veriyor ama bu güzel ülkeye bu çirkin manzaralar yakışmıyor… Bu yıl ise ODTÜ’ye kayıt yaptırmak için gelen başları örtülü pırıl pırıl iki kız evladımıza yine aynı üniversiteden zavallı iki militan kızın pankart göstererek onlara hakaret etmesi, alaya almaları yüreklerimizi çok fena acıtıyor. Aaah kimlerin oltasına yem olarak takılmış solucan olduklarının farkında olmayan zavallı çocuklar… İşte ülkem adına, eğitim adına utanç verici iki acı gerçek daha… Balıkesir Ayvalık’ta okula tesettürlü kıyafeti ile gelen Türkçe Öğretmeni Elif Kısa ile Eyüp Esentepe İlköğretim Okulu’nda Okul Müdürü tarafından baskı yapılarak zorla başı açtırılan Öğretmen Halime Orhanlı… Her iki öğretmeninde suç (!) inancının gereği başlarını örtmeleri…

27 Şubattan şerbetli mayası bozuk kartel medyasının hedefinde ikisi de… Linç kampanyasının başını Sözcü Gazetesi çekiyor. Okul bahçesinde Elif Öğretmenin habersiz çekilen resmi ve öğrenciler : “Sanki Arabistan” ifadesini kullanırken, at nalı gibi “Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nde BUNU DA GÖRDÜK” manşetini atarken, İP’li ipsizlerin Aydınlık Gazetesi: “Milli Eğitim Çarşafa Dolandı” başlığıyla Elif Öğretmenin okula çarşafla gittiği yalanını uyduruyor. Oysa çarşafa önce dolanıp sonrada çarşaf yırtan kendi yoldaşları CHP zihniyetidir. Kahraman Kemalistlerin Cumhuriyet Gazetesi ise : “Okulda Çarşafa Bir Adım Kaldı” diyor… İşte burası ya sözün bittiği yer ya da sözün yeni başlayacağı yerdir. “Çarşafla okula giriyor” diye Elif Öğretmene iftira atıp linç kampanyası başlatan malûm güruh ve kendini bilmez bazı densiz veliler okula gidip; “Biz okulda çarşaf istemiyoruz.” diyorlar. Malûm gazetelerdeki fotoğrafta çarşaf marşaf bir şey gözükmüyor. Bilahare Ayvalık Cumhuriyet Meydanı’nda toplanıp eylem yaparak başta CHP olmak üzere sol ve sarı sendika temsilcileriyle bazı veliler başörtülü öğretmenin görevden alınması için imza topluyorlar. Al sana Çağdaş Türkiye… Peki, anladık, çarşaf sizde alerji yapıyor… Altı oklu yastık kılıfıyla, Sisi desenli nevresim alır mısınız? Efendim… Kaç takım mı?... Bir bilge diyor ki ; “İnsanların en alçak ve rezili kimdir? Halk arasında kepazelik edip de, kendisine utanma ve sıkılma gelmeyendir.” Bostanda çiçek açar, hıyarlar taze taze, Utanma sıkılma yok vay rezil vay kepaze… Elif’i görse mertek sanıyorlar. Elif Öğretmen, bu zır cahillere önce edeb öğretin lütfen… Tebrik ediyorum seni… EKİM 2013 / 303

41


İbrahim Çiftçi

ibrahim.ciftci@ilkadimdergisi.net

..

soz meydanı

ZOR OKUNAN BİR DENEME

D

oğum ve ölüm, beşik ve mezar. Uç noktalar. Başlangıç ve bitiş dünya hayatı için. Ötesi için başlangıç biri. Biri burası için başlangıç ötesi için ayrılış. Hicran, hakikî vatandan. Sevgilinin yanından. İnsanın içinde var olan özlemin temel kaynağı da aslî vatandan, doğumla meydana gelen ayrılık değil midir? Âlem-i ervâh, âlem-i ecsâd. Olay iki âlemin birbiriyle bağlantısıyla ilintili. Doğum ve ölüm. Kolayına, ikişer heceli kelime. Ya arası? Arasında tarifsiz bir hayat. Hayat… Onun adına, onun için doldurulmuş beyaz kitaplar. Yazarlar onun için, onun içinde yazmışlar. Filozoflar, onun için, onda düşünmüşler, ölümle doğum arasını. Bulmuşlar mı onun için ona ait çözümlemeler. Kundak, doğumun kefeni, kefen ölümün kundağı. “Ölmek dirilmektir.” demiş, kaynaktan su içenler. İçemeyenler “uyudum uyanamadın” demişler. İçenler “Ölümden ne korkarsın; korkma ebedi varsın.” demişler. İçemeyenler “yok oluş”un sırrına varamayıştan çıldırıp intihar etmişler intiharı bir cesaret zannederek. Ama yaşamayı göze alamayanlar değil mi intihar edenler? Yaşama cesareti bulunmayanlar. Bulunanlar Hz. Eyyüp sabrı dilemişler, hiç olmazsa lisânen, kalben olmasa da. Kalbi etkilemiş ki yaşamayı başarmışlar. Doğumda ağlarmış tarihte bazı kavimler doğum olunca. Doğan’ın çekeceği ıstırabı, sıkıntıyı düşünerek doğan’ın başında sanki gelecek onlara ait gibi. Bilmediğini bilmeyen insan değil mi şaşıranların çoğu? Gelecek kimin insanın mı san-

42

DERGiSi

ki? Duvarın ötesini görmeden bilemeyen insan senelerin geleceğini bilme ukalalığına cahilliği ile düşmez mi? Düşer ki boyun eğer kula. Kula kul. İşte doğum müjdesi yalın kılıç gelen biri âlem-i ervahtan gölgeler âlemine. Bu geliş kolay mı? Ayrılmak kolay mı, vatanı asliden? Zor mu zor. Direnen gelmem diye dünyaya. Direnen ya direnenler gel diye dünyaya. Bu çekişmenin galibi kim ola? Bunu dahi bilemez insanoğlu. Bilmedikleri ne çoktur onun. Ama bilmediğini bilenler ne azdır. Verilen sıkıntı ondandır, anaya doğum öncesi. Sitemdir ayırdıklarından sevgilinin yanından asil ruhu. Ulviden süfliye geçmek. Kolay mı asil olan için ruh asildir ondan sıkıntı verir sanki dünyaya gelişine sebep anaya. Atılan her çığlıkla oh olsun olmalı galiba. Sonra geliş, Oyalayıcının gelişi. Mal ve evlat dünya ziynetidir fermanı gereği meşgul edicidir gelen. Niteliğe ve bekleme amacına bağlı bir kısa metrajlı sevinç ya da üzüntü. Doğum anı unutulan ama sonrası dirilen bir ikili duygu: Sevinç ya da üzüntü. Soru kız mı erkek mi? Bekleyiş gereği sorulan bir sorudur bu. Yorgun bir bekleyiş ve bu soru. Yorulan ana hem ruhen, hem bedenen. Yorulan baba ruhen, olabilir aynı zamanda bedenen. Bu yorgunların bir beklentileri bu sorudadır. “kız mı oğlan mı?” Gelsin üzüntü gelsin sevinç. Kısa metrajlı bir duygu. Sevinci de üzüntüsü de. Hoş geldin hayata. Mutluluk getir ailene, mutluluk getir dünyamıza. Mutsuzların lisânen “mutluyum, iyiyim” dedikleri dünyaya. Esaretin özgürlük, hürriyetin esaret sayıldığı toplumumu-


NOT: Şiir dâhil her türlü çalışmanızı “ Kültür ve Sanat Sayfası” olan “ SÖZ MEYDANI” na elektronik veya klasik posta yoluyla gönderebilirsiniz. Bekliyorum. ibrahim.ciftci@hotmail.com

KATLAR...YATLAR... za. Bu kavramların gerçek anlamda yaşandığı bir dünyanın, bir toplumun müjdecisi olunuz emi. Ve doğuş! Bekleyiş sevinçle bitti. Yorgun bekleyicilerin arzusu takdire uygun düştü: Sevinç. Düşmedi: Burukluk. Haydi bakalım kaldırabilecek misin bu yükü? Yük zor, yük ağır. Çekecek takat var mı diye soramıyorum. Soruma karşılık vermenin çetinliğini düşündüğüm için. Ama yeni bir hayat başladı her şeye rağmen sevinçle. Hoş geldin aramıza hoş geldin dünyamıza… yeni doğan çocuk. (İ.Ç.)

ANTİKAPİTALİST ŞİİR NESBEL Kalakalmış değiliz biz, sanıyorsan baş eğer. Sayınızdan övünürsün, veriyorsun da değer. Monopol oynayarak hem kazanılmıştı zafer. Molotoftan olacakmış ölü Taksim’de seher!

Malı mülkü seversin, Mevlâ’yı sevmek yok mu? Dünyaya geldin bir kez, Düşün hiç göçmek yok mu? Övünürsün yatlarla, Betonarme katlarla... Hak dostları yükselmiş, Mânevî kanatlarla... Dünya fâni! Oyalan, Söyleme sakın yalan, İnsanlardan hiç var mı? Ölümden geri kalan. Azrail canı alır... Mal mülk dünyada kalır, Ameli kötü olan, Alçalır da...alçalır.

Kadın erkek karışıktır şu cumâda nöbet(!) Kaçışanlar su değiller evinizden bereket, Faturan hem gelecektir: öte dünyâda demet, Görecekler o vakitler seni oldukça beter! Seli aşmış gibi taştın seni tahrifçi seni! Ya ezelden beri keldin ya unuttun yeleni, ‘Lameliften’ sana olmaz değil ayraç yemeni Daha kuzgun olamazken leşe ancak yel eser!

Gececeğiz kabirden, Hem sırattan…haşirden, Arındıralım kalbi, Günahlardan…kibirden Mâdemki ömrün fâni, Niden malı...serveti? Ebedî cennet için, Hakka sat emaneti.

Kime kimler yalan atmış görecekler bu sefer!

Mukadder ölüm…defin, İman senin şerefin, Allah rızası olsun, Bütün gayen hedefin.

fe i lâ tün / fe i lâ tün / fe i lâ tün / fe i lün

Burhan DEMİRHAN

Helikopter ve uçaklar sökemezler bu gücü, Televizyon bize illet, daha korkunç bir öcü! Bana îman eli değmiş, olamam diz çökücü,

EKİM 2013 / 303

43


imbik

Nuri Ercan

nuri.ercan@ilkadimdergisi.net

Tarih Âyetine Bigâne Kalmamak

M

emleketimizin tarihi ve turistik yerlerini gezdiğinizde göreceksiniz ki, ecdat geçmiş ümmetlerin eserlerini kendilerine tevdi edilmiş bir emanet gibi değerlendirip, eserlerden hiç de rahatsızlık duymamışlardır. Anadolu’ya ilk adım atan Müslüman komutanlardan tutun, Cumhuriyetin kurucu liderlerine kadar hiçbir kimse eski medeniyetlerden arda kalan eserlerin yok edilmesi, ya da tahrip edilmesi uygulamasına gitmemişlerdir. Endülüs’te Hıristiyanların İslâm eserlerine uyguladığı silme ameliyesini aklımıza getirdiğimizde, bizdeki uygulamanın ne kadar insani bir uygulama olduğu anlaşılacaktır. Millet olarak eski medeniyetlerden tevarüs ettiğimiz bakiyenin kendi halinde varlığını devam ettirebilmesinin en önemli nedeni, Kur’an’ın putlara sövmeyi yasaklaması ve hangi dine ait olursa olsun ibadethanelere el sürülmemesini emretmesidir. Yüzyıllar boyu diğer medeniyet mensupları ile birlikte yaşayabilme özelliğimiz, uhdemizde bulunan tarihi eserlerin günümüze kadar gelebilmesine yardımcı olmuş diğer unsurlardan biri olmuştur. Toplum içerisinde oluşan bir takım hurafelerin de tarihi eserlerin günümüze kadar gel-

44

DERGiSi

mesinde etkili olduğunu söyleyebiliriz. Bunların en önde geleni mekânları kutsallaştırmadır. Okuma yazma oranlarının düşük olduğu dönemlerde halkımız tarihi eserlere, harabelere, anıtlara kutsallık atfederek onlara saygı duyulmasını öngörmüşlerdir. Tarihi mekânların ve harabelerin metafizik (cin, şeytan) varlıkların evleri olduğu anlayışı bu dönemlerin ürünleri olmuştur. Anadolu insanı böyle yerlerde cinlerin, şeytanların yaşadığına inandığı için, buralara yaklaşmanın doğru olmadığına kanaat getirmiş ve bu anlayışı nesilden nesile aktarmıştır. Osmanlı’nın son dönemlerindeki karışıklık ve Cumhuriyet dönemiyle bir elektrik kesintisi gibi, anında geçmişle bağların kopartılmasının tesiri ile ortaya çıkan kimi anlayışlar, tarihi eserlere hor bakmayı caiz görmeye başlamıştır. Mesela, “gâvur” kelimesi, önceleri acımayı, merhamet etmeyi ve korumayı ifade derken; daha sonraki dini eğitim alamamış, geçmişi ile bağları kopmuş yeni nesiller için yok edilmesi gereken “düşman” varlıkların adı olarak algılanmaya başlanmıştır. Dolayısı ile gâvurlardan miras kalmış eserler bu kapsamda değerlendirilmiştir. Bu yanlış algılamanın getirdiği bir sonuç olarak bazı bölgelerde mabetlerin simgeleri yok edil-

meye çalışılmıştır. Ayrıca vatandaşlarımızın ekonomik sıkıntılar nedeni ile kimi eserlerin taşlarını kendi evlerinin inşaatlarında kullandıklarına şahit olunmuştur. Yüzyıllar boyu hoşgörü ve diğer inançlara saygı konusunda numune olabilmiş dedelerimizin en önemli hatası, Asar-ı Atike’nin maddi değerini bilememiş olmalarıdır. Sınırlarımız içerisinde bulunan birçok medeniyet eseri, geniş bir hoşgörü çerçevesi içerisinde kendi haline bırakılırken, bu eserlerin gelecekte turizm denilen bir sektörün maddi kaynakları olabileceğini akıllarına getirmemişlerdir. Üstelik belki de “eser sahibinindir” anlayışı ile, ecnebilerin, ülkenin en önemli hazinesi olan bu mirası memleketlerine taşımalarına (kaçırmalarına) göz yummuşlardır. Ağustos ayında Bergama müzesinde gördüğüm bir fotoğraf karesi ecdadımızın ne kadar saf ve iyi niyetli olduğunu bir kez daha şahit olmama sebep oldu. Fotoğraf, Carl Humann adındaki yol inşaat mühendisi bir Alman’ın Zeus Tapınağını Almanya’ya kaçırırken parçalarını yüklediği kağnıların sahiplerini gülümserken resmetmiş. Mevcut mantığım şaşırmama sebep oldu. Şaşkınlığımı acı bir tebessüm takip etti. Hem şaşkınım hem mütebessim. Fotoğ-


raftakilerden birisi kendi medeniyetlerinin köklerini bulup vatanına taşıyor; diğerleri bir ecnebinin vereceği üç-beş kuruşla hayaller âlemine dalarken gülümsemekten kendini alamıyor. Duraksamam uzun sürdü.... Sonra yan taraftaki bölümden olayın hikayesini okumaya başladım. Yıl 1864. Osmanlı Devleti ile sözleşmeli çalışan Carl Humann, İzmir-Dikili arasında yol çalışması yaparken taşa ihtiyaç duyar. Yanındaki işçiler Bergama’da, Akropol denilen mevkide bolca taş olduğunu söylerler. Humann, Akropol’e geldiğinde gördüğü manzara karşısında mal bulmuş mağribiye döner. Kocaman bir antik kent... Sanki gökte ararken yerde bulmuş gibi... Hem de Bergama’ya hâkim bir tepeden Bakırçay ırmağına doğru... Kendi döneminin, yani Bergama Krallığının önemli bir başkenti... Milattan öncesi 2.yüzyılın parlayan yıldız şehirlerinden... Akropol’de yaptığı ilk incelemeler sonunda Zeus Tapınağı’nı keşfeder. Tapınak yıkılmıştır. Lakin heykeller, kabartmalar ve sütunlar ayaktadır. Derhal yol inşaatı görevinden istifa eder. Akabinde Berlin müze müdürü ile irtibata geçip, Zeus Tapınağı’nın parçalarını Dikili ve Çandarlı’dan kayıklarla Almanya’ya taşımaya başlar. Akropol yağması tam iki yıl sürer. Carl Humann bu işleri yaparken köpeksiz köyde değneksiz gezercesine rahattır. (Devletin müdahale etmemesi dikkate şayandır) Neticede Humann, Zeus Sunağı’nı parçalar halinde Berlin’e nakletmeyi başarır. Berlin’e ulaşan parçalar, birleş-

tirilip aslına uygun olarak Zeus Tapınağı yeniden inşa edilmiştir. Tapınak, kısa bir süre sonra Pergamon Muzeum adı ile 1930 yılında ziyarete açılır. Daha iki buçuk asır önce gerçekleşen bu olayın birçok benzeri Anadolu ve diğer İslâm topraklarında maalesef yaşanmıştır. Endişelerimiz ve üzüntülerimiz kesinlikle turizm sektörünün kayıpları açısından dile getirilmemektedir. (Hoş, milli servet olması bakımından turizm de önemsiz değildir.) Yoksa Afganistan’da Buda heykellerinin Taliban tarafından yok edilmesini, onlar turizme bel bağlamıyor diyerek savunmamız gerekirdi. İslâm Tarihinin hiçbir döneminde Ehl-i kitap veya beşeri dinlere ait eserlere yan gözle bakıldığına şahit olunmamıştır. Bunun en büyük ispatı, Efendimizin gazvelere çıkarken sahabeye, mabetlerin yakılıp yıkılmamasını öğütlemesidir. Yine aynı mahiyette mabetlerin tarumar edilmesini nehyeden âyetleri de hatırlayalım. Bizim öne çıkartmaya çalıştığımız husus, bir âyet olması bakımından tarihe ve tarihin bütün malzemelerine sahip çıkmanın önemidir. Evet, Kur’an’ın cümleleri birer âyettir. Bunun yanında (Kur’an’ın ifade ettiği gibi) Kur’an âyetleri dışında yaratılanları Yaratan’a götürecek başka âyetler de vardır. Bunlar arasında, son devrin önemli müfessirlerinden Mevdudî’nin üzerinde hususiyetle durduğu “Tarih âyeti” mühim bir yer tutar. Her

ne kadar yakın geçmişimizde bu hakikat dillendirilmese de, tarih ve tarihin malzemeleri Allah’ın varlığına işaret eden mühim delillerden biridir. Tarih ne kadar reddedilmeyecek bir olgu ise, tarihin bize emanet ettiği eserler de o derece kabul edilmesi gereken, muhafaza edilmesi ihmal edilemez hazinelerimizdir. Eserin mahiyeti ne olursa olsun bu hakikati tersyüz etmemelidir. Kadim Kültürümüzde mühim bir yer tutan seyahat etme ve seyahat kültürü son dönemlerdeki sönüklüğünü terk ederek, yeni yeni canlanmaktadır. Ekonomik imkânlar ziyadesi ile var olmaya başlamıştır. Bu sebeple yeni nesillerin gezmeye, görmeye teşvik edilmesi kaçınılmazdır. İşte tam bu noktada tarihi eserlerin birer âyet olarak vurgulanması ve genç dimağlara taşınması son derece önemli hale gelmektedir. Bu gün herkesin kabul ettiği gibi, hakikatlerin öğretilmesi müşahede ile daha sağlam ve daha kalıcı olabilmektedir. Şirk konusunu, politeizmi, insanın kurban edilmesini çocuklarımıza anlatabilmek için bir Yunan antik kentini, mesela bir akropolü, bir Zeus Tapınağını gezip (Tabi ki şimdi Berlin’e gitmek gerekecek), yaşananları anlatmak, bilgilerin mücessem olarak dimağlara yerleşmesi anlamına gelir. Ahirete iman konusunu Ashab-ı kehf mağarasında, yedi mağara arkadaşının üç yüz yıl uyumalarını ve tevhidî mücadelelerini dile getirerek anlatmak daha gerçekçi olmaz mı? Zalimleri ve despotluğu, Kanlı Ejder’de insanları aslanlara yem EKİM 2013 / 303

45


Mehmet Erturan

erturanmehmet@hotmail.com

eden Roma hükümdarlarını örnek vererek, aynı mekânda anlatmak tam manası ile geçmiş ümmetlerin başına gelenlerden ibret alınması için gezmeyi tavsiye eden âyet-i kerimelerin hükmüne râm olmak demektir. Bizler bilgiye direk kitaplardan ulaşırken, gençlerimiz git gide bu imkânlardan yoksun olmaktadırlar. Teknoloji kitabın canına okumaktadır. Bu noktada açılıma ihtiyaç hâsıl olmaktadır. Bu, yerinde görerek, göstererek eğitimdir. Kur’an âyetlerinden benim tespit ettiğim 7-8 âyet direk olarak gezmeyi görmeyi ibret almayı salık vermektedir. Tabi ki âyetlerin hükmü farz olarak kitaplarımıza geçmemiştir. Ulema derin vukufiyyetini göstererek bu âyetlerin hükmüne farz dememişlerdir. O zaman herkes için imkânı mümkün olmayan bir iş zorunlu hale gelmiş olurdu. Ancak âyetlerin hükmü tavsiye olarak belirlense de, Allah’ın bize sunduğu yöntemi uygulayarak öğretimde yeni bir metod imkânı elde edebiliriz. Sadece öğretim için değil genel olarak dinimizi daha iyi anlamak, anlatmak kültür ve geleneği aktarma için seyahat kaçınılmazdır. Seyahat edeceğimiz yerlerde gördüğümüz her şey bizleri tefekküre yönlendirmesi bakımından birer hazine konumundadır. Öyleyse bu hazineleri muhafaza ederek, birileri yaban ellere taşımadan geleceğe taşımak boynumuzun borcu olmalıdır. Kur’an’ın bir âyetine bile bigâne kalmamız nasıl düşünülemezse, Kur’an dışındaki âyetlere yabancı kalmamız da akla getirilmemelidir. 46

DERGiSi

genç bakış

E N İ T E R A Ş İ A İ RAB R A L T O DAİR N

M

ısır’da yaşanan darbenin ardından Batı’ya ait her ne varsa ülke ve dünya genelinde sorgulanmaya başladı. Patlattığı her bombayı, yıktığı her haneyi ve yediği her haltı dünya barışını sağlamak ve insanlığa aradığı huzuru temin etmek adına yaptığını söyleyen Amerikancıklar eşittir Batı, utanmadan sıkılmadan Mısır’dan bir kelimeyi saklamaya çalıştı: Darbe! Ama dik durmayı bir türlü beceremeyen ahlaksız Batı’nın sicili, niyeti ve zihniyeti Japonya, Bosna, Irak, Afganistan, Suriye ve daha bircümle içinde kullanamadı. Darçok katliama sebep olduğu coğbe ifadesi yerine, yaşananları rafyaların ardından Mısır’da bir hafife alırcasına ve zaten olmakez daha sobelendi. sı gereken gerçekleşti dercesine Sabıka koleksiyonuna dö- ‘müdahale’ sözcüğünü kullandı. nen geçmişi google’dan bile in- Yani güya Mısır’da kötü giden celendiğinde insanlığın aradığı bir şeyler vardı ve bu kötü gidigüven ortamını zaten oluştura- şata müdahale edilmesi gerekimayacağı dünden belli olan Batı, yordu. Yapılan da bundan başka darbe ve Mısır kelimelerini aynı bir şey değildi! Çukur adamlar


olan bir zaferi tek başına haykırıyor. Batılıların kendi güya zaferlerini simgelediği için kullandıkları ve evrenselleştirdikleri işarete ise zafer işareti deniyor. Başparmağınıza en yakın iki parmağınızı kaldırarak bu işareti yapabiliyorsunuz. Ama bu işaretin nereden geldiğini biliyor musunuz?

sizi… Uğrunda mücadele ettiğimiz davada hasretini çektiğimiz bazı hasletler var. Şehadet gibi… Dergimizin Aralık 2012 sayısında bu özlemimizi evrenselleştiren işaret olan şehadet parmağımızı yazmıştık. Şehadet parmağımız, ucunda şehitlik

layıkların) parmaklarında da zafer işareti vardı. Ne tesadüf? Darbecilerin zihnindeki deli gömlekleri gibi parmaklarındaki zafer kırıntıları da ithal... Hazırdan yiyorlar. Darbe karşıtları ise Mısır’ın seçilmiş ilk Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi’ye destek olmak amacıyla Rabia el Adeviyye Meydanı’nda toplanıyorlar. Tahrir’e Batı’nın hediye Aralık 2012 sayısındaki ettiği şirk kokulu zafer işaretine ilgili yazıyı okuyanlar hatırlakarşı, kendi ürettikleri yerli ve yacaktır. Roma mitolojisindeki asıl anlamıyla millî sembolle zafer tanrıçasının adı Victoria. yanıt veriyorlar: R4BIA. ParVictoria, Latince bir kelime. Bu maklarınızı açıp başparmağınızı kelime anlamını kaybetmeden avuç içine aldığınızda yani dört İngilizce’ye geçerken ‘victory’ rakamını yaptığınızda bu direniş olmuş. Victory de zafer demek. ve mücadele işareti sizin de parVictoria veya Victory’nin baş maklarınıza bir tavır olarak çok harfi olan ‘V’ parmaklarınızla yakışabiliyor. Aklıma gelmişiki yaptığınızda ortaya çıkıveriken, hiç böyle bir poz verdiniz yor. Bu işareti ilk olarak 2. Dünmi? Başbakan bile verdi. ya Savaşı’nda dönemin İngiltere başbakanı Winston Churchill Şehadet parmağımız tek kullanıyor. İngiltere’nin zafe- başına da olsa sahip olduğu anrini müjdelemek için dünyaya lam derinliğiyle, bir ikilemin iki parmağıyla mesaj gönderi- yansıması gibi duran zafer işayor. (Churchill denilen papyon- retini dövebilir. R4BIA ise dört lu vampiri yakından tanıyoruz. dörtlük duruşuyla zafer işareti1915’te İngiliz Donanma Ba- nin görselde sayısal ifadesi olan kanı olarak güya yenilmez ar- değeri ikiye katlıyor ve nakavt madanın başında Çanakkale’de ediyor. Ardından bir de yer çar250.000 bin şehide sebep olan pıyor. Böylece R4BIA, gökle matruş düşman) Ardından za- bir olmayanı yerle bir ediyor. fer işareti günümüze kadar sol, Darısı zafer işaretini üretenlerin marjinal ve terör örgütleri vs ve ithal edenlerin başına olsun. ayırt etmeden herkes tarafından Çünkü onlar havlu atmaya hiç kullanılmaya başlanıyor. Bu niyetli görünmüyor. herkese bazı Müslümanlar da Unutmadan; R4BIA işareti dâhil malesef… ilhamını malum meydana ismi Mısır’da Tahrir verilen Rabia el Adeviyye’den Meydanı’nda darbeye destek alıyor. Rabia ise tıpkı dört dörtiçin toplanan rejim artığı la- lük parmaklarımızda dalgalaniklerin (ve Allah’ın gazabına dırdığımız gibi Arapça’da ‘dörEKİM 2013 / 303

47


düncü’ anlamına geliyor. İkinci anlamıyla R4BIA; Nasır, Sedat ve Mübarek gibi üniformalı modern firavuncuklardan sonra ülkenin dördüncü Cumhurbaşkanı olan Muhammed Mursi’yi de işaret ediyor. En kısa tanımıyla R4BIA bir işaret levhası. Ehliyeti olanlar bu dört dörtlük parmakların ne anlama geldiğini çok iyi biliyor. Nesil Yayın Grubunun genel yayın danışmanı olarak görev yapan yazar ve ehliyet sahi-

bi Metin Karabaşoğlu, R4BIA işareti hakkında kızıyla arasında geçen konuşmayı şöyle aktarıyor; “Dört parmaklı R4BIA sembolü, geziciler başta olmak üzere birilerini niye rahatsız ediyor? diye sordu kızım. Dedim ki, 4 sebebi var bunun: 1. R4BIA, yüzde yüz mü’minlerin mamulü. Bir yerden alınmış, uyarlanmış; reklamcı desteğiyle kotarılmış falan değil. Kelime, Kur’an’ın dili Arapça’dan geliyor; 4 sayısının Arapça’daki karşılığından. 48

DERGiSi

2. Kelime, Rabiatü’l Adeviye Meydanı’nda ‘öldürülsek de öldürmeyeceğiz’ diyerek gayri meşru darbeye ve destekçilerine karşı meşru liderini ve kullandığı oyu vakur bir şekilde savunarak insanlık destanı yazan Mısırlı müminlerin toplandığı bu meydandan mülhem. Bu bakımdan R4BIA zulme ve gayrimeşru siyasi operasyonlara karşı müminlerin sergilediği direnişin, adalet ve özgürlük mücadelesinin sembolü.

3. Bu sembolün doğuşuna vesile olan meydanın ismi, İslam tarihinin bir büyük ismine, büyük sûfî kadın Rabiatü’l Adeviye’ye dayanıyor. 4. Batılılar, zafer için V harfinden mülhem hafif açılmış iki parmağı gösteriyorlardı. R4BIA’da ise onların 1 V’sine karşı 2 V var. Bu da şu demek: biz tek dünyalı değiliz ve hakikat iki kere kazanır. 1- Bu dünyada er geç kazanır. 2- Ahirette ise ebediyen kazanır. Dipnot: Sarı ve siyah renkli

R4BIA işareti iki Türk tasarımcı Saliha Eren ve Cihat Döleş’in elinden çıktı. Onlar haksızlığa yetenekleriyle karşı çıkan iki tasarımcı. Bu işareti Mısır’daki büyük direnişe mütevazı bir katkı olarak hazırlamışlar. Kendilerinin bu işareti sahiplenmek gibi bir niyeti yok. ‘İnsanlara Mısır’da yaşananları daha iyi nasıl anlatırız’ diye dertlenerek saatlerce düşünmüşler ve inceledikleri karelerin ardından ortaya böyle bir tasarım çıkmış. Renklere gelince; sarı-

nın Kubbetü’s Sahra’dan yani Kudüs’ten, Filistin’den, siyahın ise Kâbe’den ilhamla seçildiğini söylüyorlar. “Kâbe kıblemizdir. Biz dünya üzerinde ne zaman yönümüzü kaybetsek yüzümüzü Kâbe’ye dönerek doğru yolu bulduk” diye de ekliyorlar. Tasarımın dünyayı sarı-siyaha boyayacağını, direnişin ve zafer duygusunun sembolü haline geleceğini ise tahmin etmiyorlarmış. Bu büyük ilgiyi İslam dünyasında ümmet ve birlik şuurunun tükenmediğine yoruyorlar.



• • • • •

2 Cilt Büyük Boy Lüks Kapak Birinci Hamur 1030 Sayfa

Karton kapak ve enzo kağıt baskısı da çıktı

İsteme Adresi Kasaplar Çarşısı No:2 NEVŞEHİR 0505 808 35 87 - 0535 251 41 07


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.