• • • • •
2 Cilt Büyük Boy Lüks Kapak Birinci Hamur 1030 Sayfa
Karton kapak ve enzo kağıt baskısı da çıktı
İsteme Adresi Kasaplar Çarşısı No:2 NEVŞEHİR 0505 808 35 87 - 0535 251 41 07
ilkadım
Aylık Düşünce ve Kültür Dergisi
KASIM 2013 YIL 22 SAYI 304 Fiyatı: 7 TL KDV D Sahibi İhya Yayıncılık Tic. ve San. Ltd. Şti. Adına İsmail Varır ismail.varir@ilkadimdergisi.net Genel Yayın Yönetmeni Yard.Doç.Dr. İlhami Nalçacıoğlu i.nalcacioglu@ilkadimdergisi.net Sorumlu Yazı İşleri Müd. İsmail Varır Yayın Kurulu Nureddin Soyak Yrd. Doç. Dr. İlhami Nalçacıoğlu A.Baki Öncel Ahmet Belada Erkan Özdemir İbrahim Çiftçi İsmail Varır Metin Başbuğ Rauf Denizler Süleyman Konak Kapak ve Sayfa Düzeni İlkadım Grafik Reklam ve Abone Sorumlusu Cep: 0535 251 41 07 - 0505 808 35 87 abone@ilkadimdergisi.net Baskı Cihan Ofset (0352) 322 02 00 Merkez Kasaplar Çarşısı No: 2 Nevşehir Tel :0384 213 65 43 • Gsm:0505 808 35 87 PK. 75 Nevşehir İrtibat Kayseri:0352 221 38 35 • 0535 251 41 07 Konya :0506 681 23 27 www.ilkadimdergisi.net e-mail: ilkadim@ilkadimdergisi.net
Abone Şartları Yurtiçi Yıllık : 80 TL Yurtdışı Yıllık : 50 Euro Abonelik İçin: 0505 808 35 87 Yurtiçinden: Posta Çeki: İhya Yayıncılık 693721 Banka Hesap No: KUVEYT TÜRK KATILIM BANKASI Kayseri Yeni Sanayi Şb. IBAN:TR420020500000785462200001 Yurtdışından: SWIFT KODU:KTEFTRIS TR580020500000785462200101 Bu dergi Basın Meslek İlkeleri’ne uymayı taahhüt eder. Yazıların ve ilanların sorumluluğu yazı ve ilan sahiplerine aittir. Gönderilen yazı, resim veya karikatür yayınlansın ya da yayınlanmasın iade edilmez. Dergide olabilecek hataların bildirilmesi rica olunur. Cevap hakkı doğurabilecek yayın için cevap hakkı saklıdır. Yazılar, isim belirtilerek iktibas edilebilir.
/ilkadimdergisi
/ilkadimdergisi
ilkadım’dan... editor@ilkadimdergisi.net
Kıymetli Okuyucu, Günümüzde insanlar hızla aslından uzaklaşarak dünyevileşmekte, maddeden ibaret varlıklar haline gelmekteler. Maalesef insanlığın sıkıntılarına, hastalıklarına çare olma ve bulma sorumluluğunda olan Müslümanlara da çağın bu hastalıkları bulaşmış durumda. Sorumluluğunun şuurunda olanlar da bu hastalıklı çevreler tarafından kuşatılmış, hasta ilan edilmiş, “ıslah edilmesi gereken, insanlığın yaşam tarzını tehdit eden unsurlar” kabul ediliyorlar. İnsanımız Müslüman gibi yaşayan, yiyen içen giyinen vs. değil batılılar gibi yaşayan kopya insanlar haline getiriliyor. Yetmiyor, Batılı gibi düşünen, dinini dahi -eğer onlar gibi tamamen vazgeçemiyorsa- onların anlayışına göre anlamaya gayret eden kitleler haline dönüştürülüyor. Zamana oynuyorlar. Nesillerimiz hedefleniyor. Okumayan, öğrenmeyen, düşünmeyen, ekran, telefon, internet arasında kaybolan bir nesil isteniyor. Elimizde insanlığın dünya ve ahiret saadetine ulaştıracak iki büyük emanet duruyor. Bunu biz Müslümanlar biliyoruz. İnsanlığın en büyük düşmanı olan şeytan ve askerleri de biliyor. İnsanları bu kurtuluş çarelerinden uzak tutmak için çeşitli tuzaklar hazırlıyorlar. Bunda başarılı olamazlarsa anlaşılmaması için ya da yanlış anlaşılması için yeni planlar yapıyorlar. Bu planlardan biri de Kur’an kavramlarının içerisinin boşaltılmasıdır. Yahudilik ve Hıristiyanlığın tahrif edilmesinde en etkili yol da bu olmuştur. Sadakat: bağlılık; İhlâs: samimiyet; Şehadet: ölmek; Cihat: savaş; İlim: bilgi; Takva: korkmak; İhsan: iyilik; Millet: ulus, verebileceğimiz birkaç örnektir. Birçok dini kavramın içi boşaltılmış, anlamları daraltılmış hatta yanlış anlamlar yüklenmiştir. Maalesef bu çalışmalar bazen iyi niyetlerle de yapılabiliyor. Bilinmelidir ki kavramların anlam örgüleri yumuşatılarak, birilerinin istediği kıvama getirilerek İslam’a hayırlı bir hizmet yapılmış olamaz. Çare öze dönmek, kavramlarımızı yerli yerine oturtmak, Efendimiz (SAV) nasıl anladı, ashaba nasıl anlattı, ashab nasıl yaşadı ise öyle anlamak ve yaşamaktır. Bu dünyada o anlayış ve yaşayıştan ne kadar uzak olursak ahirette de onlardan o kadar uzak olacağımız muhakkaktır. İlkadım ailesi olarak bu sayımızda bazı temel kavramlarımızı tekrar hatırlamak ve hatırlatmak istedik. Biliyoruz ki biz donanımlı ve ihlâslı olursak şeytan ve avanesi -ne kadar güçlü gözükseler de- hiçbir zarar veremeyecektir. “(Şeytan) dedi ki: Ey Rabbim! Andolsun ki, beni azdırmana karşılık ben de yeryüzünde onlara (günâhları) süsleyeceğim ve onların hepsini mutlaka azdıracağım. Ancak onlardan ihlâsa erdirilmiş kulların müstesnâ!..” (Hicr, 39-40) Selam ve dua ile.
6 Takva-Muttaki
İçindekiler İLKADIM’DAN /1 BAŞYAZI/Nureddin Soyak Tam Bir Teslimiyet/3 KAPAK Takva-Muttaki/6 Abdulkadir Yılmaz
9
İman ve Mü’min/9
İman ve Mü’min
Abd, İbadet, Kulluk/12
Tahir Dağaslanı
Hikmet İnce İhsan ve Tefekkür/15 Mükremin Çelik Züht/17 Abdullah Usta İsar (Diğergam Davranış) Sahibi Müslüman /20
15 İhsan ve Tefekkür
Dr. H. Emin Sert ZEKİ SOYAK HOCAMIZDAN Hilm ve Rıfk/22 HİZMET ADABI/Nureddin Soyak Ölülere Duyuramazsın/24 KİTAPLIK/M.Seçuk Özdoğan Yeni Nesilleri İnşâ Eden Alimlerimiz/27 KUR’AN İKLİMİ/Selim Armağan
35 Şehide Esma el Bihtaci’ye Dair Notlar
Sabır/28 HADİS İKLİMİ/Ahmet Ağmanvermez Hazreti Lut -aleyhisselam- ve Lut Kavminin Helak Sebebleri/30 FIKIH/Mehmet Şentürk Adak ve Şartları/32 TASAVVUF/Cemil Usta Dua/34 GENÇ BAKIŞ/Mehmet Erturan Şehide Esma el Bihtaci’ye Dair Notlar/35
46 Haber Uğruna Bir Dönüşümün Hikâyesi
GEÇMİŞ ZAMAN OLUR Kİ/Fatih Yılmaz Helal Lokma ve Az Yemek/38 LA HAVLE/Abdullah Gülcemal Andınız-Anmadınız/40 SÖZ MEYDANI/İbrahim Çiftçi Harf Devrimi Niçin Yapıldı? Düşünen ve Yapanların Gerekçeleri/42 İMBİK/Nuri Ercan Haber Uğruna Bir Dönüşümün Hikâyesi/46
2
DERGiSi
Başyazı nureddin.soyak@ilkadimdergisi.net
Tam Bir Teslimiyet
R
abbe teslimiyet; imandır, ibadettir, ihlastır, ihsandır, itaattir, sevgidir, dostluktur, korkudur, ümittir, tevekküldür, zulümden kurtuluştur, en sağlam kulpa sarılmaktır, ilahi yardımlara nailiyettir. Rabbimiz; “Hayır! Rabbine andolsun ki onlar, aralarında çıkan çekişmeli işlerde seni hakem yapıp, sonrada verdiğin hükme, içlerinden hiçbir sıkıntı duymaksızın, tam bir teslimiyetle boyun eğmedikçe iman etmiş olamazlar.” (Nisa, 65) buyurmaktadır. Rabbe ve Rasulüne sıkıntısız bir teslimiyet sözde değil özde bir teslimiyettir. Anasıyla, babasıyla, kardeşleriyle, eş ve çocuklarıyla, akraba ve komşularıyla, dost ve arkadaşlarıyla, tüm insanlarla arasında olan anlaşmazlıkların hallinde Müslümanların Rablerinin ahkâmına
boyun eğmeleri gerekir. Bugün meselelerinin hallini Rabbine ve Rasulüne havale etmek kaç Müslümanın aklına geliyor? Bunlardan kaçı Rabbin ve Rasulünün hükmüne razı? Razı olanlardan kaç tanesi sıkıntı duymaksızın razı? Tam bir teslimiyetle boyun eğmeyenler ilahi tehdide maruz kalıyorlar. “İman etmiş olamazlar.”. işin şakası yok. Allah ve Rasulünün verdiği hükümde adaletsiz olduğuna inanmak küfürdür. Bu ilahi tehditlerden kaç Müslümanın haberi var? Teslimiyet imanla iç içe; teslimiyetiniz yoksa imanınız da yok demektir. İnsanlar teslimiyet testinden geçirmeden birbirine güvenmezken, nefsini Allah ve Rasulüne teslimiyet tespitinden geçirmeyenler, ahir ve akıbetleri konusunda nasıl emin olabilirler? Rabbimiz; “Mü’minler düşman birliklerini görünce, ‘İşte bu, Allah’ın ve Rasulünün bize vaad ettiği şeydir. Al-
lah ve Rasulü doğru söylemiştir.’ dediler. Bu, onların ancak imanlarını ve teslimiyetlerini artırmıştır.” (Ahzab, 22) buyurmaktadır. Allah ve Rasulünün vaadiyle kaç Müslüman ilgileniyor? Kaç Müslüman bu vaadlerle heyecanlanıp gayrete geliyor. İlahi uyarılara baktığımızda imanla teslimiyet birlikte artıp birlikte azalmaktadır. İman iddiasında olanların kendilerine sormaları gereken ilk şey, “Rabbime ve Rasulüne ne kadar teslimim?” olmalı. “Mü’minlerden öyle adamlar vardır ki, Allah’a verdikleri söze sadık kaldılar. İçlerinden bir kısmı verdikleri sözü yerine getirmiştir. Bir kısmı da beklemektedir. Verdikleri sözü asla değiştirmemişlerdir.” (Ahzab, 23) İman sözü, İslam sözü kulun Rabbine verdiği bir sözdür. Bu sözün önemini ve mahiyetini KASIM 2013 / 304
3
anlayıp gereğini yapanlar kurtulur. İnsanlara verdiği sözü yerine getirememekten utandığı kadar, Rabbine verdiği sözü yerine getirememekten utanmayanlar tam bir teslimiyete ve kâmil bir imana sahip olamazlar. Kul kulluğunun gereklerini bilip yerine getirmelidir. “Kim “ihsan” derecesine yükselerek özünü Allah’a teslim ederse, onun mükâfatı Rabbinin katındadır…” (Bakara, 112) Kulun Rabbine olan teslimiyette niyeti, ihlas ve samimiyet üzereyse o kul Allah’a teslimiyette ihsan derecesine ulaşmış demektir. Rabbine teslimiyeti ihsan derecesine ulaşanların korku ve üzüntüden kurtulacaklarını Rabbimiz haber vermektedir. Bu teslimiyeti sağlayan dine İslam, bu şekilde teslim olana da “Müslim”/Müslüman denir. “Kimin dini, iyilik yaparak kendini Allah’a teslim eden ve hakka yönelen İbrahim’in dinine tabi olan kimsenin dininden daha güzeldir? Allah İbrahim’i dost edindi.” (Nisa, 125) Rabbimiz: iyilik yaparak kendini Allah’a teslim eden İbrahim’i dost edinmiş, dinini de en güzel din ilan etmiştir. Bir kul bir peygamber için bundan daha büyük bir mazhariyet düşünülebilir mi? Rabbimiz kullarından hakiki bir teslimiyet isti4
DERGiSi
biri olan hac ibadetinin menasiki kılmıştır.
“Kim “ihsan” derecesine yükselerek özünü Allah’a teslim ederse, onun mükâfatı Rabbinin katındadır…” (Bakara, 112)
yor. Hakkıyla teslim olanları da çok seviyor. Teslimiyet deyince ilk akla gelenlerin başında İbrahim aleyhisselam ve ailesi gelir. Rabbimiz İbrahim aleyhisselam ve ailesinin teslimiyetinden o kadar memnun oldu ki onu ve ailesinin kendisine olan teslimiyetlerini, sonradan gelenler için adeta bayraklaştırdı. “Sonradan gelenler arasında ona güzel bir ad bıraktık. İbrahim’e selam olsun.” (Saffat, 108-109) Rabbimiz: İbrahim aleyhisselam ve ailesinin teslimiyetini, İslam’ın temel ibadetlerinden
İbrahim aleyhisselam putperest kavminin putlarını kırınca; “Eğer yapacaksanız, onu yakın da ilahlarınıza yardım edin.” dediler. (Enbiya, 68) İbrahim aleyhisselam ateşe atıldı. O da Rabbine telim oldu. Ateş onu yakmadı. Katıksız bir teslimiyetin dünyadaki mükâfatı, ateşin İbrahim aleyhisselama karşı yakıcılık vasfını kaybetmesidir. “Ey ateş! İbrahim’e karşı serin ve esenlik ol” dedik. (Enbiya, 69) İbrahim aleyhisselam Rabbinin emri gereği, eşi Hacer’i ve oğlu İsmail’i Mekke’de kimsenin bulunmadığı yere bırakıp gider. Bunun Allah’ın emri olduğunu öğrenen Hacer; “Öyleyse Rabbimiz bizi burada perişan etmez!” dedi. Erzakları bitince oturup ağlamadı, gayrete geldi, Rabbinin nimetini aramaya koyuldu. Safa ve Merve tepeleri arasında yedi kez gelip giden Hacer’e Rabbimiz de yeryüzünde eşi benzeri bulunmayan zemzemi ikram etti. Rabbimiz: “Şüphesiz Safa ile Merve, Allah’ın nişanelerindendir.” buyurmaktadır. (Bakara, 158) Rabbimiz Hacer’in kendisine tam bir teslimiyetle yönelerek
koştuğu yerleri mübarek kıldı. Rasulullah sallalahu aleyhi ve sellem efendimiz de buyurdular ki: “Beytullah’ı tavaf etmek, Safa ve Merve arasında sa’y etmek ve şeytan taşlamak Allah’ı zikretmek için emredilmiştir.” (Ebu Davud, Tirmizi) Rasulullah sallalahu aleyhi ve sellem efendimize: “Hangi hacc daha eftaldir?” diye sorulmuştu. “Yüksek sesle telbiye getirilip, kurban kesilerek yapılan hacc!” diye cevap verdi. (Tirmizi) Rabbimiz, Hacer’in Rabbine katıksız teslimiyetini, haccın ve umrenin menasiki yaptı. Hac ve umrede yapılan say, Hacer validemizin Rabbine teslimiyetinin, Rabbini zikrinin, Rabbine koşuşunun yâd edilmesi, sonradan gelenlere güzel bir ad bırakılmasıdır. İsmail aleyhisselam ise genç yaşta Allah yolunda kurban olmaya razı oldu. “…İbrahim ona, “Yavrum ben rüyamda seni boğazladığımı gördüm. Düşün bakalım, ne dersin” dedi. O da, “Babacığım, emrolunduğun şeyi yap. İnşallah beni sabredenlerden bulacaksın” dedi. (Saffat, 102) İsmail aleyhisselamın katıksız teslimiyetinin dünyadaki mükâfatı ise; babası İbrahim
aleyhisselamı ateş nasıl yakmadıysa, İsmail aleyhisselamı da bıçak kesmedi. Rabbimiz, “Biz, (İbrahim’e) büyük bir kurbanlık vererek Onu (İsmail’i) kurtardık.” buyurmaktadır. (Saffat, 102) Rabbimiz, İbrahim ailesinin bu müthiş teslimiyetlerini, Hacc ibadetinin bir bölümü yaparak, bu mübarek ailenin kıyamete kadar yâd edilmesini dilemiştir. Ondan sonra gelen ümmetlerden de onlar gibi bir kulluk ve teslimiyet istemektedir. “Eğer samimi iman ve teslimiyet iddiasındaysanız bunlar gibi teslim olun. Allah’a itaat edin. Hayır ve şerrin ondan geldiğine tam iman edin. Ondan gelen hiçbir şeyi sorgulamayın. Tam bir teslimiyetle teslim olun da bela ve musibetler karşısında sabırlı olun.” “Rabbi ona “Teslim ol” dediğinde, “Âlemlerin Rabbine teslim oldum” demişti. (Bakara, 131) Kulun Rabbine teslim olmaktan başka yapacağı hiçbir şey yoktur. Ya gönüllü ya da gönülsüz. Gönüllü olarak Rabbine teslim olursa kendi lehine. Gönülsüz olarak teslim olursa kendi aleyhinedir. “Azab size gelmeden önce Rabbinize dönün ve O’na teslim olun. Sonra size yardım edilmez.” (Zümer, 54)
“Onlar o gün Allah’a teslim olurlar ve uydurdukları şeyler de onları yüzüstü bırakıp kaybolur.” (Nahl, 87) Rabbimize imanımız nasıl? İmanımızla mutlu muyuz? İbadetlerimiz nasıl? İbadetlerimizden huzur alabiliyor muyuz? Ahlakımız nasıl? Muhammedi ahlakla ahlaklanmaya gayret ediyor muyuz? İtaatimiz nasıl? İnsanlara itaat ettiğimiz kadar Rabbimize itaat edebiliyor muyuz? Sevgilerimiz nasıl? Allah için sevebiliyor muyuz? Tevekkülümüz nasıl? Tevekkülü olmayanın teslimiyeti olamaz. Dağ başında emzikli yavrusuyla kimsesiz, barınaksız, yiyeceksiz ve içeceksiz kalan Hacer’in tevekkülünü bir düşü. Hayatında kaç tevekkülün, kaç teslimiyetin, kaç ihlaslı amelin var bir bak. Musa, “Ey kavmim! Eğer siz gerçekten Allah’a iman etmişseniz, Eğer ona teslim olmuş kimseler iseniz, artık sadece O’na tevekkül edin” dedi. (Yunus, 84) “Kim iyilik yaparak kendini Allah’a teslim ederse, şüphesiz en sağlam kulpa tutunmuştur. İşlerin sonu ancak Allah’a varır.” (Lokman, 22) “Rabbimiz! Bizi sana teslim olmuş kimseler kıl, soyumuzdan da sana teslim olmuş bir ümmet kıl…” (Bakara, 128) KASIM 2013 / 304
5
Kapak
Abdulkadir Yılmaz
Takva-Muttaki “Rabbinizin bağışlamasına ve genişliği göklerle yer arası kadar olan Allah’a karşı gelmekten sakınanlar (muttakiler) için hazırlanmış olan Cennet’e koşun.” (Ali İmran, 133)
T
akva; Bir şeyi korumak, zarar verecek şeylerden sakınmak, kuvvetli bir himayeye girerek korunmak, kendini muhafaza altına almak, bunun gereği olarak korkmak ve çekinmek anlamına gelen “ittika” kelimesinin isim şeklidir. Dini anlamda ise takva; iman edip emir ve yasaklarına uyarak Allah’a karşı gelmekten sakınmak, ilahi azaba sebep olabilecek söz, fiil ve davranışlardan ve her türlü günahlardan uzak durmak anlamına gelir. Takva, insanı Allah’tan uzaklaştıracak şeylerden uzak durmaktır. Takva, nefsin arzularını terk etmek ve yasaklardan kaçınmaktır. Takva sahibine “muttaki” denir.
6
DERGiSi
Hz. Ömer (r.a) ile Ubey Bin Ka’b arasında geçen şu diyalog takvanın en canlı tanımı olsa gerek: Hz. Ömer takva kelimesinin ne anlama geldiğini kendisine sorduğunda Ubey Bin Ka’b ona şu karşılığı verir: -Sen dikenli yolda hiç yürümedin mi? -Yürüdüm. -O zaman ne yaptın? -Paçalarımı sıvayıp dikenlere basmamaya dikkat ettim. -İşte takva odur. Öyleyse takva (faiz, içki, göz zinası, yalan, gıybet, iftira, kin, haset, dedikodu… gibi) günahlarla dolu olan dünya hayatında günahlara bulaşmadan yaşamaya çalışmaktır. “Sizin Allah katında en değerli olanınız en takva olanınızdır(günahlardan en
çok kaçınanınızdır.)” (Hucurat, 13) “Ey iman edenler! Allah’a gelmekten nasıl sakınmak gerekiyorsa öylece sakının ve siz ancak Müslümanlar olarak ölün.” (Ali İmran, 102) Allah’tan nasıl sakınmak, çekinmek, korkmak gerekiyorsa öyle sakının. Her an ve her yerde seninle beraber olan; “Nerede olursanız olun Allah sizinle beraberdir.” (Hadit, 4) Sürekli seni gözetlemekte olan; “Muhakkak rabbin sizi gözetlemektedir.” (Fecr, 14) Sana şahdamarından daha yakın olan “Biz insana şah damarından daha yakınız.” (Kaf, 16) Seninle kalbinin arasında olanı (kalbinden her geçirdiğini) bilen Allah’tan nasıl sakınılırsa
öyle sakın Rabbinden. Allah’tan hakkıyla korkun ve –başka değil- ancak Müslümanlar olarak ölün. Müslüman olarak ölebilmek için Müslümanca bir hayat yaşayın. Dikkati, tedbiri elden hiç bırakmayın. Zira ölümün sizi ne zaman ve nerede yakalayacağını bilemezsiniz. Takva üzere yaşayabilmek ve bu halde ölebilmek için de Allah’ın davetine icabet edin. Kur’an’a uyun “Allah sizi selamet yurduna Cennet’e davet ediyor.”(Yunus, 25) “Rabbinizin bağışlamasına ve genişliği göklerle yer arası kadar olan Allah’a karşı gelmekten sakınanlar (muttakiler) için hazırlanmış olan Cennet’e koşun.” (Ali İmran, 133) İslam bir takva dinidir. Kur’an ise baştan sona takva -“ittika” kavramları ile örülmüştür. Bu kelimeler Kur’an’da 258 defa kullanılırken 54 yerde “ittekullah” buyurularak Allah’a karşı gelmekten sakınılması emredilmiştir. Kur’an hemen giriş kısmında kendini muttakiler için bir hidayet kaynağı olarak tanıtır. Yani Kur’an’a uyan, Kur’an’a göre yaşayanın muttaki olacağını vurgular: “Elif lam mim. Bu kendisinde şüphe olmayan bir kitaptır. Allah’a karşı gelmekten sakınan (muttakiler) için yol göstericidir. Onlar (o muttakiler) gayba inanırlar. Namazı
dosdoğru kılarlar. Kendilerini rızık olarak verdiğimizden de Allah yolunda harcarlar. Onlar sana indirilene ve senden önce indirilene de inanırlar. Ahirete de kensin olarak inanırlar.” (Bakara, 1-4) Muttaki insanları anlatan diğer bir ayet i kerime de şöyledir: “İyilik, yüzlerinizi doğu ve batı taraflarına çevirmekten ibaret değildir. Asıl iyilik Allah’a, ahiret gününe, meleklere, kitap ve peygamberlere iman edenlerin; mala olan sevgilerine rağmen onu yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışa, isteyene ve kölelere verenlerin; namazı dosdoğru kılan zekâtı veren anlaşma yaptıklarında sözlerini yerine getirenlerin ve zorda, hastalıkta ve savaşın kızıştığı zamanlarda direnip sabredenlerin tutum ve davranışlarıdır.
İşte bunlar doğru olanlardır. İşte bunlar Allah’a karşı gelmekten sakınanların (muttakilerin) ta kendileridir.” (Bakara, 177) Yukarıda geçen ayetlerde ve diğer bazı ayetlerde geçen muttakilerin özellikleri: Muttakiler; - Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe inanırlar (Bakara, 4 ve 177) - Gayba iman ederler ( Yasin, 11) - Zekâtlarını verirler (Bakara, 177) - Allah yolunda infak ederler (Bakara, 3) - Yakın akrabaya, fakirlere, yetimlere, yolda kalmışlara yardım yaparlar (Bakara, 177)
KASIM 2013 / 304
7
- İnsanlara iyilik yaparlar (Âl-i İmran, 134; Maide, 93; Yusuf, 90), - Mallarından isteyenlere ve yoksullara verirler (Zariyat, 19), - Allah için mallarıyla ve canlarıyla cihad ederler (Tevbe, 44), - Geceleri az uyuyup, seher vakitlerinde Allah’tan bağışlanma dilerler (Zariyat, 17-18),
S
izin Allah katında en değerli olanınız en takva olanınızdır(günahlardan en çok kaçınanınızdır.) (Hucurat, 13)
- Öfkelerine hakim olurlar (Âl-i İmran, 134) - Affedicidirler (Âl-i İmran, 134; Nisa, 149; Şura, 37-4043), - Verdikleri sözü yerine getirirler (Bakara, 177), - Yapacakları işleri aralarında istişare ederler (Şura, 38), - Sabır sahibidirler (Bakara 45 ve 177; Âl-i İmran 17-20186; Hud, 115; Kehf, 28), -Kötülük yaptıkları veya nefislerine zulmettikleri zaman Allah’ı hatırlayarak tevbe ederler ve günahlarının bağışlanmasını dilerler, kötülükte ısrar etmezler (Âl-i İmran, 134), - Doğru söz söylerler (Ahzab, 70), - Dosdoğru olurlar (Tevbe, 7), - Rablerinin davetine icabet ederler (Şura, 38), - Hesap gününden korkarlar 8
DERGiSi
(Ra’d, 21; Mearic, 26-27; İnsan, 7). - İyilikte (Maide, 2),
yardımlaşırlar
- Kötülüğü iyilikle savarlar (Ra’d, 22), - İyilik etmeleri nedeniyle Allah’ın sevgisini kazanırlar (Al-i İmran, 134), - Hidayet üzeredirler (Bakara, 5) Allah muttakilere İyiyi kötüden ayırma basireti(Furkan) vadeder. “Ey iman edenler! Eğer Allah’a karşı gelmekten sakınırsanız Allah size iyiyi kötüden ayırt edecek bir anlayış(Furkan) verir ve sizin kötülüklerinizi örter. Sizi bağışlar. (Enfal, 29) Allah muttakileri sıkıntılardan kurtarır. Onları ummadık-
ları yerden rızıklandırır. Takva sahibi toplulukların üzerine bereket yağdırır; “Kim Allah’a karşı gelmekten sakınırsa Allah ona bir çıkış yolu açar. Onu beklemediği yerden rızıklandırır.” (Talak, 2-3) Biz mü’minler muttakilerden olmayı başarırsak Yüce Rabbimiz Kur’an’da defalarca muttakilerle beraber olduğunu müjdeler. “Allah’tan korkun. Biliniz ki Allah muttakilerle beraberdir.” (Bakara, 194) “Bilin ki Allah muttakilerle beraberdir.” (Tevbe, 36) “Allah muttakiler ve Salihlerle beraberdir.” (Nahl, 128) Rabbim bu müjdelere hepimizi nail etsin.
Kapak
Tahir Dağaslanı
İman ve Mü’min İ man; E M N kökünden türemiştir. Emin olmak, sağlam ve güvenilir olmak, itimat etmek gibi manaları ifade eder. Dilimizde buna “inanmak” denilir. Fiil kalıplarından “if’al” vezninde geçişli bir kelime olarak değerlendirilince anlamını “güven vermek”, “emin kılmak” demek olur. Güven veren, emin kılan anlamındaki “Mü’min” kelimesi hem Allah’ın güzel isimlerinden bir tanesi hem de Kur’an-ı Kerimde bizi de isimlendirdiği
en belirleyici vasfımızdır.
Kavram olarak imanı; “Amentü” diye ifade edilen imanın altı esası diye hadisi şerifte sayılan ana esaslar etrafında ele aldığımızda (“Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe, kadere yani hayır ve şerrin Allah’tan olduğuna da inanmaktır.”) Allah’ın istediği ve Rasulünün tebliğ ettiği şeyleri tasdik etmektir diye özetleyebiliriz.
Mü’min kişi; ismini Allah’ın esmaül hüsnasındaki “EL MÜ’MİN” isminden alır. Onun imanı, kalbinden diline dilinden de azalarına dökülen güvenli bir yaşam tarzıdır. Allah adına insanlara, hayvanlara, bitkilere, dağlara, taşlara emniyeti, güveni ve imanı ulaştırır. O Allah adına nizamı âlem yapmaya çalışan bir vekildir. Mü’min; iman esaslarını tasdik ve itiraf eder gizlide de açıkta da bu inancını hep taze, diri ve zinde tutar. İmanını bazen içinKASIM 2013 / 304
9
de kalbinin ta derinliklerinde zikrullahı mırıldanarak, bazen bülbüller gibi tevhid şakıyarak bazen de aslanlar gibi tekbirler kükreyerek haykırır. İman bir marifetin ve bir bilginin ilan ve ifşasından ibaret değildir. İman karşılıklı bir “EMAN” bir anlaşma ve bir sözleşmedir. İman bir kurallar ve sonuçlar manzumesidir. Halk içinde yaygın tanımı ile “ İman: Kalp ile tasdik ve dil ile ikrardır.” denilebilir. Bu durum belki kalpteki manevi tezyinatın, mücevheratın ve güzelliğin ilk çıkışındaki halidir. Ancak iman bir ömür kalbe ve dile hapsedilemez. “…Allah’a hoş kelimeler yükselir, onu da salih amel yükseltir...” (Fatır:10) Rabbimize İman etmenin şifre sözcükleri olan “Lailaheillallah” “Allah’tan başka tapılacak yoktur.” “Muhammedürrasulullah” “Muhammed Allah’ın Peygamberidir.” Kelime-i tayyibelerini söylemek kalbimizde yüce bir imanımızın olduğunun ifşasıdır. Bu ilanı sürekli söyleyerek tekrar eden kişinin de cümlelerini ancak salih amelleri Allahın manevi katına yükseltir. İbadetsiz, tâatsız ve salih amelsiz yapılan zikir Kelime-i Tevhid zikiri de olsa bu durum kendimize ya da çevremize kimlik gösterimi gibi tamamen bir riyadan yani gösterişten ibaret10
DERGiSi
A
llah c.c ; “And olsun insanı biz yarattık ve nefsinin kendisine fısıldadıklarını biliriz. Ve biz ona şah damarından daha yakınız.” (Kaf, 16) buyurarak iman konusunu oyun ve eğlence konusu olmaktan çıkartıp temeli sadakat ve ihlâsa dayanan, dünyadan ahirete uzanan bir süreç olarak belirliyor.
tir. Kişiliksiz kimlikler bizi dünyada da ahirette de emniyete ve güvene ulaştırmaz. Bu halimiz her iki dünyada da sürekli sorgulama vesilesi olur. Âdem a.s’dan itibaren imanın ve gereklerinin nasıl yerine getirilmesi gerektiğini öğretmenlerimiz olan Peygamberler anlatmış ve uygulamalı olarak gösterilmiştir. Efendimiz de bir yönü ile insanlığın iman ve gerekleri kitabı diyebileceğimiz Kur’an-ı Kerimi tebliğ etmiş, nasıl yaşanacağını kendinde göstererek öğretmiş, ümmetine nasihatler etmiş ve aramızdan ayrılmıştır. İman, çift taraflı bir güvencedir. “Allah, mü’minlerin canları-
nı ve mallarını, karşılığında kendilerine cennet vermek üzere satın almıştır… Ahdine, Allah’tan daha vefalı kim var?...” (Tevbe, 111) ayetinde ifade edildiği gibi iman cennet karşılığında yapılan çift taraflı bir ahit ve akittir. “İman edip iyi işler yapanları da altlarından ırmaklar akan cennetlere sokacağız, orada ebedî olarak kalacaklardır. Bu, Allah’ın gerçek vaadidir. Allah’tan daha doğru sözlü kim olabilir?” (Nisa, 122) “Muhakkak ki Allah, hiç sözünden caymaz.” (Ali İmran, 9) İman ve sonuçları ilişkisi
Kur’an-ı Kerim’in daha girişi diyebileceğimiz Bakara Suresi 40. ayetinde “ Ey İsrail oğulları, size verdiğim nimetimi hatırlayın. Bana verdiğiniz sözü tutun ki, ben de size verdiğim sözü tutayım ve sadece benden korkun!” fermanı ile bizlere önceki nesillerden ve onların müminlerin den aldığı ahdi ve misakı hatırlatıyor. Allah’a inanmalarının gereğini yapmaları karşılığında onlara dünyada ve ahirette vereceği güven ve emniyetten bahsediyor. Rabbimizin İsrail oğullarından aldım dediği bu misak cennetin sözleşme belgesidir ve çift taraflıdır. İman ve itirafların gereği yerine getirilir, “verdiğiniz sözünüzde durursanız ben de ahdimi yerine getiririm” size dünyada ve ahirette emniyet ve güven veririm buyuruluyor. İbadetlerde yozlaşmayı da,
sosyal bozuklukları da, ilâhî emirlere karşı duyarsızlığı da bu temelde algılamalıdır. İmanlar yeniden sorgulanmalıdır. İman çelişkiyi ve şüpheyi kabul etmez. Hangi ilâha inanıldığı netleştirilmeli, saflar belirlenmelidir. “Kişi kendini nasıl ifade ediyorsa ondandır. Müslümanım diyorsa Müslüman, başka inançtanım diyorsa ondandır.” ifadesi kabul edilemez. Çoban, doktorum dedi diye doktor olmaz; öğretmen, marangozum dedi diye marangoz olmaz. Onun niteliklerini üzerinde taşıması, bilgi ve tecrübesine sahip olması gerekir. İnkârcı ya da müşrik birinin kendini Müslüman olarak tanımlaması onu mümin yapmaz. Hukuk ve sosyal kurallar kişinin beyanı esastır diyerek onu Müslüman sayabilir. Ancak Allah c.c ; “And olsun insanı
biz yarattık ve nefsinin kendisine fısıldadıklarını biliriz. Ve biz ona şah damarından daha yakınız.” (Kaf, 16) Buyurarak iman konusunu oyun ve eğlence konusu olmaktan çıkartıp temeli sadakat ve ihlâsa dayanan, dünyadan ahirete uzanan bir süreç olarak belirliyor. İslam inancı denildiği zaman imanın sosyal boyutları da gündeme gelir. Efendimiz (s.a.v): “Sizden biriniz bir kötülük gördüğü zaman onu eli ile düzeltsin, buna gücü yetmezse dili ile buna da gücü yetmezse kalbiyle (buğzetsin), bu da imanın en zayıfıdır”. Buyurarak imanın tezahürlerinin sosyal toplumda görülmesini istemektedir. İnkârcı görüntüsü sergileyip mü’min iddiasında bulunan ucube toplumun için Kur’an-ı Kerimde de Rabbimiz; “İnsanlardan kimi vardır ki, “Allah’a inandık” der; fakat Allah uğrunda eziyete uğratıldığı zaman, insanların işkencesini Allah’ın azabı gibi tutar. Hâlbuki Rabbinden bir yardım gelecek olsa, mutlaka, ‘Doğrusu biz de sizinle beraberdik’ derler. Acaba Allah, herkesin kalbindekileri en iyi bilen değil midir? Allah, elbette (O’na gönülden) iman edenleri de, ikiyüzlüleri de bilir. (Ankebut, 10-11) buyurur. İbret alalım. KASIM 2013 / 304
11
Kapak
Hikmet İnce
Abd, İbadet, Kulluk
K
ur’an kavramlarının en önemlilerinden bir tanesi de hiç şüphesiz “ibadet”tir. Bu önemine binaen ibadet kavramı Kur’an’ı Kerim’de isim, fiil ve mastar şeklinde 256 defa geçmektedir. Zira sadece Allah’a ibadet etmek insanın temel yaratılış gayesidir. Nitekim Rabbimiz: “Ben insanları ve cinleri bana ibadet etmelerinden başka bir şey için yaratmadım.” buyurmaktadır. (Zariyat, 56) Bununla beraber maalesef diğer birçok kavram gibi ibadet de anlamı daraltılan, içi boşaltılan kavramlar kervanına katılmıştır. İbadet kelimesi, “ABeDe” 12
DERGiSi
fiilinin mastarı olup sözlükte “itaat etmek, boyun eğmek, tevazu göstermek, bağlanmak ve hizmet etmek” anlamlarına gelir. İbadet kelimesinin türediği “abd” kökü de şu anlamlara gelir: a- Hürün karşıtı olan köle, b- Boyun eğmek ve itaat etmek, c- Kulluk etmek, ilah tanımak, tapmak, d- Bir şeye bağlanıp, ondan ayrılmamak. Anlaşılacağı üzere ibadet kelimesinin ifade ettiği esas manalar; “kişinin yüksek ve üstün birine karşı baş eğmesi, itaat etmesi, kendi hürriyetinden feragat ederek onun karşısında her türlü isyanı terk etmesi, tam bir bağlılıkla ona boyun eğme-
sidir.” İşte bu durum, kulluk ve itaattir. İbadet, itaat etmenin bir çeşididir. Bu itaata müstahak olan da hiç şüphesiz gerçek ma’bud olan Allah’tır. İbadet edene âbid; kendisine ibadet edilene ma’bud ibadet yerine de ma’bed denir.(Şimdi futbol sahaları için kullanılıyor.) Günümüzde anlamı itibarıyla bir insanın 7 gün 24 saatini kesintisiz kapsayan bu kavram dar bir alanla sınırlandırılarak, sadece bazı şeyler için kullanılan bir deyim olmuştur. İbadetin sadece bazı hareketlere (namaz, oruç, hac,…) indirgenmesi ile İslam da hayatın/günün bazı saatlerine sıkıştırılmıştır. Onun için de Müslüman’ın hayatında ibadet kavramı gerçek anlamı ile yaşanmadıkça İslam’ın bir bütün olarak kav-
ranması ve yaşanması mümkün değildir. İbadet, kulun her şeyini borçlu olduğu yaratıcısının, kendisine çizdiği rotada yürümesidir. İbadet/kulluk, bir insan için en büyük makamdır. Abd/kul, itaat ve ibâdetle yaratıcısına bağlandığı için şereflenir. Onun içindir ki Rabbimiz, Habibine “kulum” diye hitap etmiş, bu ifade ise Efendimizin en öncelediği sıfat olmuştur. “Şahitlik kelimesi”nde “Rasuluhu/O’nun rasulü” kelimesinden önce “Abduhu/O’nun kulu” ifadesi kullanılır. Çünkü risalet, Efendimizin (s.a.v.) diğer insanlara yönelik ilişki ve görevini ifade ederken; “abd/kul” ifadesi, onun Rabbıyla ilişkisini ve bağını anlamlandırır. Allah’la irtibatın, diğer insanlarla ilişkiden daha şerefli olduğu da açıktır. Bir insan için en büyük makam bunun için “İbadet/Kulluk”tur. Şu ilahi hitaba ve müjdeye muhatap olmaktan daha güzel bir şey olabilir mi?
(Onlar Allah’ı bırakıp hahamlarını, rahiplerini rabler edindiler. Hâlbuki onlara an“İnsanlardan kimi cak tek ilâha kulluk etmeleri Allah’a yalnız bir yönden (bir emrolundu.) okunduğunda heucundan, kıyısından) kulluk nüz Hıristiyan olan Adiyy bin eder. Şöyle ki: Kendisine bir Hatem: iyilik dokunursa buna pek memnun olur, bir de musibete “Onlar, din adamlarına uğrarsa çehresi değişir (din- ibadet etmezler.” dedi. Bunun den yüz çevirir). O, dünyasını üzerine Efendimiz: da, ahiretini de kaybetmiştir. “Evet, onlar onlara helali İşte bu, apaçık ziyanın ta kenharam kıldılar, haramı da hedisidir.” lal kıldılar. Onlar da kendileriRabbimiz, İbadetin/kul- ne itaat ettiler. İşte onların onluğun kesintisiz ve içtenlikle lara ibadeti budur.” buyurdu. yapılmasını istemektedir. AyrıKur’an, Firavun’un Hz. ca kendisinden başkasına veya Musa kendisini Âlemlerin Rabkendisiyle birlikte başka bir bine kulluğa çağırdığı zaman varlığa kulluğu ise affetmeyeği sarf ettiği şu sözleri ön plana bir günah (şirk) olarak bildirçıkarır: mektedir. kulluk yapanları ise Rabbimiz şöyle uyarıyor:
Kur’an’ın açılış suresinde (Fatiha) günde en az kırk kez okuduğumuz ayette kulluğun kime yapılması gerektiği açıklanıyor: “Sadece Sana (Âlemlerin Rabbine, Rahman’a, Rahim’e, Din Gününün Sahibi’ne) kulluk ederiz.”
“Tağut’a kulluk etmekten kaçınan ve Allah’a içtenlikle yönelenler ise; onlar için bir Allah’tan başkasına kulluk, müjde vardır, öyleyse KULsadece kelimenin daraltılmış LARIMA müjde ver. “(Züanlamı olan tapınma olarak anmer, 17). laşılmamalıdır. Allah’ın yetkiyi Kulluğunu, itaatını, ibade- kendisinde bulundurduğu hutini hayatının her anına taşıma- suslarda başkasına itaat da onyıp belli zamanlara sıkıştıranla- lara kulluk/ibadet etmektir. rı, içtenlikten uzak ve gönülsüz Tevbe Suresi 31. ayeti
“Kavimleri bize ibadet ettikleri halde bizim gibi iki insana mı inanacağız?” dediler. (Mü’minun, 47) İçinde bulundukları şartlar altında İsrailoğulları’nın Firavun’a karşı sevgi beslemeleri, O’na secde etme şeklinde bir ibadet sunmalarını düşünmek mümkün değildir. Bilakis burada Firavun’un “…kavimleri bize ibadet ederken…” sözü, İsrailoğullarının isteyerek ya da istemeyerek itaatini ifade etmektedir. Allah’a ibadet ancak ve ancak O’nun indirdiği hükümlere ve itaat edilmesini emrettikleKASIM 2013 / 304
13
rine itaat etmekle mümkündür. Fertlerin ve toplumların, hayatın her alanında Allah’ın indirdiği hüküm ve kurallara itaat etmeleri O’na ibadet ettiklerinin bir göstergesidir. Bununla beraber yeryüzünün neresinde olursa olsun fertler ya da toplumlar Allah’ın indirdiği kanun ve yasaları bırakıp, beşer ürünü kanun ve yasalara itaat ederlerse bu da yine apaçık bir şekilde Allah’tan başkasına (insan, kurum, kurul vs.) ibadet etmelerinin en açık göstergesidir. “Dilleri ile Allah’tan başka ilah olmadığını ve Muhammed’in (s.a.v) Allah’ın kulu ve rasulü olduğunu söyleyip kendilerini Müslüman diye isimlendirdikleri halde evlenme, boşanma ve miras, alışveriş/faiz gibi konularda Allah’ın kitabına göre şekillenmemiş kanun ve nizamlara “itaat” edenler… Allah kitabında izin vermediği halde Allah’ın kitabına muhalif olan yasalara ve kanunlara “itaat” edenler… İsteyerek veya istemeyerek bu çağdaş putlarının kendilerinden istedikleri görevleri yerine getirme noktasında tüm değerlerini feda edenler…. Bu kutsal değerleri ile çağdaş tağutların istekleri çeliştiği zaman Allah’ın emirlerini kulak arkası yapıp onların emirlerini yerine getirenler… Evet, kendilerini Müslüman ve Allah’ın dinine mensup 14
DERGiSi
“
Sadece Sana (Âlemlerin Rabbine, Rahman’a, Rahim’e, Din Gününün Sahibi’ne) kulluk ederiz.” zannedip de tüm bu fiilleri yapanlar, kafalarını yastıklarından kaldırıp bir an önce uyanmak ve ne kadar büyük bir şirk bataklığının içinde olduklarını görmek zorundadırlar. Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:
ve Rasulün güzel örnekliği ile bağlantılı bir derinlik, hayatın bütününü kuşatan bir bütünlük içinde ve sadece kendi rızasını gözeterek samimiyetle yerine getiren kullarından olmayı bizlere nasip etsin.
“Ey Âdemoğulları, Ben size şeytana ibadet/itaat etmeyin, o size açık bir düşmandır, diye and vermedim mi?” (Yasin, 60)
Rabbimiz, Kur’an ve ibadetlere ilk Kur’an neslinde olduğu gibi yaklaşmamızı ve böylece ilk nesilde meydana gelen büyük inkılâbın bizde de meydana gelmesini ve içinde bulunduğumuz zilletten kurtularak o izzetli günlere tekrar kavuşmamızı nasip etsin.”
“Rabbimiz, Kur’anî ibadet kavramını hayatın merkezine oturtan, böylece hayatını ibadet kılan, ibadetlerini Kur’an
Kapak
Mükremin Çelik
İhsan ve Tefekkür
İ
mtihan dershanesi olarak düzenlenen bir gezegende, belaların ve musibetlerin içinde yaşıyoruz. Doğarken nişanlandığımız ölümün kucağına doğru yürüyoruz. Ölmemek için nefes alıyor, nefes aldıkça ölüme yaklaşıyoruz. Zaman ömür takviminin yapraklarını birer birer tüketirken “Kazancımız ne? Kazanan kim?” soruları zihnimizi meşgul ediyor.
halde herkes ve her şey O’na muhtaçtır. Her ne istenecekse O’ndan istenmelidir. Zira istememizi O istiyor. Bütün saltanat ve hükümranlık kendisinin olan ve apaçık yegâne hakikatin ta kendisi olan Allah’tan başka hiçbir ilah yoktur.
Ahiret yolcusu olduğumuzu çok iyi bildiğimiz halde, meşgaleler tefekkürümüzü adeta talihsiz bir gafletle perdeliyor.
İman 37)
O’ndan izinsiz yaprağın dahi kımıldamadığı şuuruna varmak, bu idraki canlı tutmak yani hiçbir şekilde akıldan çıkarmamak aslında huzur basamaklarında yol almak manasına geliyor. Çünkü O “Samed”dir. Hiçbir şeye ihtiyacı olmadığı
“…İhsan Allah’a, O’nu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen O’nu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor.” (Müslim, İman 1,5; Buhari, Cibril hadisinde de açıkça ortaya konmuştur ki başıboş değiliz. “İslam ve imanda kemale erebilmek; ihsan kıvamına ulaşmaya bağlıdır. İhsan halini yaşayabilmek için de, Cenab-ı Hakk’ın bizi daima gördüğünün farkında olup kendimizi sürekli murakabe (manen kontrol) etmemiz ve böylece halimize çekidüzen vermemiz lazımdır.
Ayrıca Allah’ın bize bizden daha yakın olduğu gerçeğinin kalbimizde daimi bir idrak haline gelmesi icab eder. Kalpte bu duyuşlar meydana geldiğinde, kul, imandan ihsana ulaşmış demektir. O artık, bütün amel i salihleri feyz ve ruhaniyet dolu bir gönülle ifa eder. Kur an, Kâinat ve insan üzerinde tefekkürün hazzına gark olur. (O. Nuri TOPBAŞ Kâinat, İnsan ve Kuran’da Tefekkür s.157)
Her şey ve herkes O’na muhtaçtır. Nerede olursak olalım O bizimle beraberdir. O bize her durum ve her şartta bizden daha yakındır. Bize şah damarımızdan daha yakındır. Mutlak kudret sahibidir. O’ndan izinsiz yaprağın dahi kımıldaması düşünülemez. İçimizden geçenden, yere inen her şeyden ve yerden çıkan her şeyden her an haberdardır. Şinasi kendi vücuKASIM 2013 / 304
15
dunu; kemiklerini, kas dokusunu, sinir sistemini, damarlarını incelemiş ve: “Varlığım Halık’ımın varlığına şahiddir, Başka burhan-ı kavi var ise de zaiddir…” “Birçok deliller varsa da benim varlığım Yaratıcının varlığına en güzel delildir. Diğerlerine ihtiyaç yoktur.” İfadeleriyle Mutlak Sanatkârı ilan etmiştir. İçinde yaşadığımız kâinatın nizamını ve harikalarını tefekkür eden Ziya Paşa: “İdraki meali bu küçük akla gerekmez, Zira bu terazi bu kadar sıkleti çekmez.” Diyerek Yüce Kudret karşısındaki teslimiyetini ifade etmiştir. Vedud olan, yani hem seven hem de sevilen Yüce Kudret’in sevgisini kazanmak için yollar aranmalıdır. “Kim bu yüzü çizen sanatkâr ressam? Geçip de aynaya soran olmaz mı?” Diyen Necip Fazıl, insanın yüzünün enine ve boyuna birer karışlıktan ibaret olmasına rağmen, kaş, göz, burun ve ağzın yerleri katiyen değişmemesine rağmen herkesin yüzünün farklı farklı olmasına dikkat çekmiştir. Yine Ziya Paşa bundan iki asır önceki ilmi tespitlerin aklı aciz bıraktığını görmüş ve hikmetli bir beyt söylemiştir şöyle ki: “Sübhane men tehayyera fi sun’ihi’l-ukul Sübhane men bi -kudretihi 16
DERGiSi
ya’cizu’l-fuhul”
mediği ne kazanmıştır?
“Sanatı karşısında akılların hayrete düştüğü, kudretiyle en üstün âlimleri aciz bırakan Allah Teala’yı tesbih ederim…”
Kişiyi ihsan kıvamına ulaştıran en etkili yol Allah sevgisidir. Allah’ın sevgisi, kişiyi Allah Teâla ile beraber olma şuuruna ulaştırır. Zira kişi, sevdiği ile beraberdir. İnsan en çok sevdiğinden bahseder. Sevdiği ile zaman geçirmekten hoşlanır. Bu tefekkür kişiyi elbette ki Allah muhabbetine ulaştıracaktır. Allah bir kimseyi sevmeden hiç kimse Allah’ı sevemez O halde Onun sevgisini celbedecek yollar aranmalıdır.
Cenab-ı Hakk’ın sevgisini kazanmak hususunda insanın tefekkür etmesi icabeder ki; güzellik ve sevgi kavramlarını yaratan şüphesiz ki mutlak sevgi ve güzellik sahibidir. Veduddur. O’nun cemal sıfatları tefekkür edilmelidir. O halde bütün imkânlar Rabbimize teksif edilmelidir. Niyetler temizlenmeli kalb tasfiyesi ve nefs tezkiyesiyle tekrardan yola koyulmalıdır. Allah Teâla’nın murakabesiyle yaşamak bir nevi Onun gücüne, Onun kudretine yönelmektir. Kendini O’na teksif etmek demek “Atarken sen atmadın Allah attı” sırrına mahzar olmak demektir. Adanmışlıktır. O’na adanan bir şahsiyet her haliyle kazanır. Adanmışlar için hiçbir surette kaybetmek yoktur. Uyurken daha iyi ve zinde bir bedenle Rabbime ibadet etmek niyetiyle uyuyorum diye niyetlenenin uykusu, ibadete dönüşür. Yemek yerken bu rızklardan alacağım enerjiyle Rabbime ibadet edeceğim diye niyetlenenin yemeği de ibadet olur. Ders çalışırken niyetini, öğrendiklerimle faydalı olup Allah rızasını kazanmaya çalışacağım diyenin çalışması ibadet olur. Her halinde Rabbinin rızasını arayan, elbette ki “radıyeten merdıyye”ye ulaşır. Rabbi ondan o da Rabbinden razı olur. Allah’ın sevdiği kişi neyi kaybetmiştir? Sev-
“Allah tevbe eden genci sever, Allah Teâla gençliğini Allah’ın taatinde geçiren genci sever, Allah duada ısrar edenleri sever, Allah Teâla, kulunu helal peşinde koşmaktan yorulmuş vaziyette görmeyi sever, Allah Teala cömert ve ihsan sahibidir, cömertliği sever ve yüksek ahlakı da sever. Allah eskiden beri gelen kardeşliğe devam etmeyi sever. Allah Teâla güzel ahlakı sever. Allah katında en sevgili kul, ailesine en faydalı olan kuldur.” (Suyuti, Camiu’sSağir) Listeyi uzatmak mümkün. Cenab-ı Hakk’ın sevgisini kazandıracak yollar çoktur. Yeter ki maiyet şuuruna ulaşıp ihsan kıvamında bir hayat yaşayabilelim. Tirmizi’de geçen bir iltica ile Kainatın Rabbi’ne yönelmelidir: “Allah’ım Sen’den Sen’i sevmeyi, Sen’i seven kişiyi sevmeyi, Sen’in sevgine ulaştıran salih ameli isterim” Âmin!..
Züht Kapak
Abdullah Usta
Z
ühd’ün sözlük anlamı, isteksizlik, rağbetsizlik, aza kanaat;
Terim anlamı ise dünyaya ve maddî menfaate değer vermemek, çıkarcı, menfaatperest ve bencil olmamak, kalpte dünya ve çıkar kaygısı taşımamak, kanaatkâr olmak demektir. Zühd sahibi olanlara; zahid denilir. Zühd, dünyayı tamamen terk edip çalışmayı bırakmak, dünya nimetlerine sırt çevirip, kuru ekmek yiyerek aba giymek değil, lezzet verici şeyleri azaltmak, onlara dalmamaktır. Başka bir ifadeyle: Ahireti unutup, dünyaya esir olmamaktır. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) zühdün; “Helâlları
Z
ühd, bu dünyada helalleri kendi nefsi için haram edip dünyayı bir zindana çevirmek değildir. Asıl zühd, dünyadaki nimetleri ve ve mülkleri, Allah’ın yanındaki nimetlerden ve mülkten daha değerli görmemektir.
haram kılmak veya malı telef etmek değil, elde olana güvenmemek olduğunu” bildirmiştir. (Tirmizî, Zühd 29; İbn Mâce, Zühd, 1)
reken husus, dünya nimetleri ve zevklerinden istifade etmek için, meşru olmayan yollara sapmamak, israf etmemek ve haramlara dalmamaktır.
Yine Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) buyuruyor ki:
Müslüman meşru sınırlar içerisinde dünya nimetlerinden istifade ederken âhireti hiç bir zaman unutmamalı, asıl zevk ve nimetlerin orada olduğunu bilmelidir. Kısaca, âhireti unutup, dünyaya gönül vermemelidir.
“Dünyaya karşı zahid olan ve zühd konusunda vaaz etme meziyeti ihsan olunan bir kimse gördünüz mü ona yaklaşınız. Çünkü o hikmet telkin eder.” (İbni Mâce) Allah (c.c) kullarının yararlanması için çeşit çeşit nimetler yaratmış, dünyayı güzellik ve lezzetlerle donatmıştır. Bunlardan yararlanmak herkes için olduğu gibi Müslüman için de tabiî bir haktır. Ancak, Müslüman’ın dikkat etmesi ge-
Rabbimiz Hadid Suresi 29. ayette şöyle buyurur: “Bilin ki, dünya hayatı ancak bir oyun, bir eğlence, bir süs, aranızda karşılıklı bir övünme, çok mal ve evlat sahibi olma yarışından ibarettir. (Nihayet hepsi yok olur gider). Tıpkı şöyle: Bir yağmur ki, KASIM 2013 / 304
17
bitirdiği bitki çiftçilerin hoşuna gider. Sonra kurumaya yüz tutar da sen onu sararmış olarak görürsün. Sonra da çer çöp olur. Ahirette ise (dünyadaki amele göre ya) çetin bir azap ve(ya) Allah’ın mağfiret ve rızası vardır. Dünya hayatı, aldanış metaından başka bir şey değildir.” (Hadid, 29) “De ki: Dünya zevki ne de olsa azdır, ahiret Allah’a karşı gelmekten sakınan için 18
DERGiSi
daha hayırlıdır.” (Nisa, 77) Bu ve benzer ayetlerde dünya zevklerinin geçici, kararsız ve zevksiz olduğu, ahiret hayatının ise baki, kararlı ve zevklerinin daha çekici olduğu vurgulanmıştır. Şu halde zühd, bu dünyada helalleri kendi nefsi için haram edip dünyayı bir zindana çevirmek değildir. Asıl zühd, dünyadaki nimetleri ve ve mülkleri,
Allah’ın yanındaki nimetlerden ve mülkten daha değerli görmemektir. Zühd üç kısma ayrılır: a- Haramları terk etmek, b- Helâllardan, gerekli olmayanları terk etmek, c- Allah’la meşgul olmayı engelleyen her şeyi terk etmek. Haramda zühd şarttır. He-
birlikte dünyadan tamamen eletek çekmek isteyen sahabilerini de şiddetle uyarmış ve kendisini örnek almalarını istemiştir. Bu konuda da denge muhafaza edilmiş ifrat ve tefrit sakındırılmıştır.
miz, Peygamberimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) ile aile efradının Medine’ye gelişlerinden, Allah Rasûlü’nün vefatına kadar, üç gece üst üste buğday ekmeğinden doyasıya yemediklerini anlatır. (Buharî, Rikâk 17)
Rabbimiz dünyayı kalbine koymayanları, dünya mallarına düşkün olmayanları övmüştür:
“Peygamberimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)in evinde bazen bir ay müddetle ateş yanmaz ve bu müddet içinde nafakaları sadece kuru hurma ile sudan ibaret olurdu.” (Müslim, Zühd 26)
“Bunlardan önce Medine’yi yurt edinip imana sarılanlar ise, kendi beldelerine hicret edenlere sevgi besler, onlara verilen ganimetlerden ötürü içlerinde bir kıskanma veya istek duymazlar. Hatta kendileri ihtiyaç duysalar bile o kardeşlerine öncelik verir, onlara verilmesini tercih ederler. Her kim nefsinin hırsından ve mala düşkünlüğünden kendini kurtarırsa, işte felah ve mutluluğa erenler onlar olacaklardır.” (Haşr, 9) lal, Allah’ın emriyle mübah kılınmış olduğu içindir ki, ondan zühde varmak, yani helalden yüz çevirmek caiz değildir. Her konuda olduğu gibi bu konuda da Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) bizim içim en güzel örnektir. Kendisi hem dünyaya hiç meyletmemiş, “dünyalık” küçücük bir parça yanında olduğu halde sabahlamak istememiştir. Bununla
Kanaat ehli olmayı tavsiye etmiştir: “Bir de Allah’ın kiminize kiminizden daha fazla verdiği şeyleri temenni etmeyin. Erkeklere çalışmalarından nasipleri olduğu gibi kadınlara da çalışmalarından nasipleri vardır. Çalışın da, daha hayırlı şeyleri Allah’ın fazlından isteyin. Allah, her şeyi hakkıyla bilir.” (Nisa, 32)
Kur’an-ı Kerîm’de dünyanın peşinde koşanlar, mal ve servetlerinin artmasını kendileri için “başarı” zannedenler ise şiddetle uyarılıyor: “Kendilerine verdiğimiz servet ve evlâtlarla iyiliklerine koştuğumuzu mu sanıyorlar? Hayır, onlar işin farkında değiller!” (Mü’minûn, 55) Ancak bu âyet ve hadîsler tekrar ifade edilmelidir ki başkasına el-avuç açmayı gerektiren yoksulluğa bir teşvik değildir. Zira İslâm, zilleti gerektiren fakirliği hoş karşılamamıştır. Biliyoruz ki Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) de fakirlik fitnesinin şerrinden, her şeyi unutturan fakirliğe sürüklenmekten Allah’a (c.c.) sığınırmıştır (İbn Hanbel, Müsned, 6/57)
Hz. Âişe (r.anha) ValideKASIM 2013 / 304
19
Kapak
Dr. H. Emin SERT
İsar (Diğergam Davranış) Sahibi
Müslüman
M
üslümanın değil hayatında sözlüğünde bile zor yer bulan isar, günümüz yükselen değerlerinden empatinin bir üst versiyonu olan diğerkâm davranışı ifade eden Kur’ânî bir kavramdır. Diğerkâm davranışın, zihinlerde yeterince şekillendiğini söylemek zordur. Bu “kendisi için istediğini, başkaları için de isteme”nin de üstünde, yüksek karakterli müslümanların uygulayabildikleri, mümin kardeşini kendine tercih edebilme davranışıdır. İslâm ahlâkı, bu değeri sosyal hayata kazandırmakla, insanlığa eşi görülmemiş bir seviye kazandırmak istemiştir. “Kendisi için istediğini, din kardeşi için de istemeyen, gerçek mümin değildir.”1
Muhatabın yerine kendisini koyarak iletişim ve davranış içine girmeye özgeci/prososyal2 veya diğerkâm davranış denilmektedir. Bu davranış, “seni memnun edecek şeylerin, âlemi de memnun edeceğini unut20
DERGiSi
ma!” sözü ile güncelleştirilebilir. İslâm’ın getirdiği îsâr ise, kendisi muhtaç olduğu halde, din kardeşini kendisine tercih edebilmektir.3 Çünkü şahsî eğilimleri feda edebilmek, gerçek dindarlığın özüdür.4 Muhatap ile özdeşleşme mümkün olmazsa, o kimseyi anlamak mümkün değildir.5 Diğerkâm davranışın önemi ve etkinliği de buradan kaynaklanır. Sizden hiç kimse, kendisi için istemediğini, kardeşi için de istemedikçe gerçek anlamda iman etmiş olmaz, düsturu, diğerkâm davranış anlayışının temellendirilmesinde önemli bir ölçüdür. İnananlar ve insanlar arası kardeşliğin ve emniyet hissinin oluşabilmesi için bu anlayış tahmin edilemeyecek açılımlar oluşturur. Çünkü diğergam davranış biçimi, hem sahibi hem de muhatap için fevkalade rahatlatıcı bir zemin sağlar. Hayatta muvaffakiyet ve mutluluğun sırlarından birisi, kendini muhatabın yerine koyarak davranış sergileyebilmektir. Nitekim ahlakî davranışın uluslararası boyutta kabul görmüş bir prensibi, ‘sana yapılmasını
istemediğini sen de başkasına yapma’ yaklaşımıdır. Gerçek hayatta ve ticarette başarılı olanların çokları bu meziyete sahip insanlardır.6 İsar, verme ahlâkının ve tokgözlülüğün en yükseğidir.7 Kardeşlik bilincindeki inanan insan, kendisi için sevdiğini, din kardeşi için de sever. Böyle kimse, aşırı servet düşkünü haline gelerek, Allah’ı anmaktan ve O’nun emirlerini yerine getirmekten uzak durmaz. “Ey iman edenler! Mallarınız ve çocuklarınız sizi Allah’ı anmaktan alıkoymasın. Kim bunu yaparsa işte onlar ziyana uğrayanlardır.” (Münâfikûn (63)/ 9) Müminler dünya malına aşırı tama’ etmezler. Çünkü “dünya hayatının bir oyun, bir eğlence, bir süs ve kendi aralarında övünme, mal ve evlat çoğaltma yarışından ibaret” (Hadîd (57)/20) olduğunu bilirler. İnsanlar arasında iyi ilişkiler kurabilmenin asgari şartı, insanların birbirlerine saygı ve güven
duymalarıdır. Yalan, insanlar arasındaki bu güven ortamının oluşmasına engel olur. Karşılıklı olarak birbirine güvenemeyen insanların, sağlıklı ilişkiler kurabilmesi mümkün olmaz. Emanete riayet etmeyenin imanı, ahde vefa göstermeyenin de dininin olmadığı bildirilmektedir. Karşılıklı olarak birbirine güvenemeyen insanların, sağlıklı ilişkiler kurabilmesi mümkün olmaz.8 Mümine yakışan, iyiliğin her çeşidini yapmaya gayret etmek ve Allah huzurunda kurtuluşuna vesileler aramaktır. O yerine göre diğer insanlara değer vererek, gücünü artırma metodunu da takip edebilir. Mümin tatlı ve güzel sözlü, müsamahakâr, hayırlı ve salih amel sahibi olmaya gayret gösterir. Yaptığı hangi çeşit iş, hareket ve davranış olursa olsun maruf ölçüsü içinde kalır ve münkerden sakınır. Cimri insan ise kendine ve diğer insanlara güvenmez. Güven kaynağı olarak sadece parayı ve maddeyi görür. Ne kadar çok parası olursa o kadar güvenlikte olacağını zanneder. Bu ruh hali, Allah’a güven duygusunu zedeleyeceği için, iman açısından da tehlikelidir. Böyle insanlar, genelde rızık verenin yüce Allah olduğu gerçeğini göz ardı ederler. Zümer sûresinin 52. ayetinde: “Bilmediler mi ki, Allah rızkı dilediğine bol bol verir ve dilediğine ise kısar. Şüphesiz bunda iman eden bir toplum için elbette ibretler vardır” buyrularak, rızkın bir yönüyle
ilahi takdir olduğu vurgulanmaktadır. Mümin her haliyle Rabbine güven duyar. Çağımızın anlayışı içinde insanlar arası münasebetlerin temelini basit menfaatler oluşturmaya başlamıştır. Ancak böylesine basit maddî menfaate dayanan ilişkilerin sürekliliği mümkün değildir. Bundan dolayı insanlarda bir güvensizlik ve endişe meydana gelmektedir. Sözün senet olduğu bir dönemden senedin, hatta çekin dahi geçersizleştiği bir dönemde ideal müslümanlıkla vakıa halimiz arasında ne denli uçurum olduğu açıkça görülebilecektir. Günümüzde din kardeşliği kavramının içeriği de maalesef boşalmıştır. İmanda kardeş olan insanlardan birinin derdi, hepsinin derdi olmalıdır. Hatta kâmil mümin, öncelikle kendisinin değil kardeşinin sıkıntı ve ihtiyaçları görülsün ister, bu yönde gayret ve fedakârlıklarda bulunur. “Kul, bir dostunun yardımında bulunduğu müddetçe, Allah da o kulun yardımında bulunur.”9 Müslümanlar bu hadise göre günlük hayatlarını yeniden düzenlemedikleri müddetçe gerçek huzur ve mutluluğu yakalamak zor görünmektedir.10 Diğerkâm davranış sahibi olabilmek, toplumsal huzuru hissedebilmek için gereklidir. İhtiyaç sahiplerinin onurunu rencide etmeden yapılacak yardımlar, ibadet olmanın yanında, ekonomik dengeyi ve toplumsal barışı sağlama nokta-
sında da ciddi katkılar sağlar. “Rablerinin rızasını kazanmak arzusuyla sabrederler ve namazı dosdoğru kılarlar ve kendilerine verdiğimiz rızıklardan gizli ve açıkça Allah yolunda harcarlar ve çirkinlikleri güzelliklerle yok ederler. İşte bunlar, bu hayatın akıbeti kendilerinin olacak olanlardır.”(Ra’d (13)/22) Başkalarına biraz bir şey bırakmayan, kendisi de az şey yaşar. Dipnotlar: 1- Buhari, İman 7; Müslim, İman 71 2- Bilgin, Nuri, Sosyal Psikolojiye Giriş, İzmir Kitaplığı, İzmir, 1995, s. 271. Prososyal; pro: için, önce anlamına gelen İngilizce bir ön ektir. Burada toplum için ve toplum menfaatine saygı duyma, anlamı düşünülerek bir isimlendirme yapılmış gibi görünmektedir. 3- İnananların bu özellikleri Haşr Sûresi (59): 9. ayette, “Kendileri zaruret içinde bulunsalar bile onları kendilerine tercih ederler” şeklinde beyan edilmiştir. 4- Gölcük, Şerafettin, Din ve Toplum, s. 124. 5- Adler, Alfred, İnsanı Tanıma Sanatı, s. 168. 6- George Casper Homans, Social Behavior Its Elementary Forms, Harcourt Brace Jovanovich, Inc. New York, 1974, s. 47. 7- Elmalılı, Hak Dini Kur’an Dili, c. 7, s. 4843. 8- Kılıç, Recep, Ayet ve Hadislerin ışığında İnsan ve Ahlâk, s. 127. 9- Ahmed b. Hanbel, Müsned. c.2, s.252. 10- Ebû Nuaym, Hilvetül Evliyâ, c.3, s.25. KASIM 2013 / 304
21
Hilm ve Rıfk
H
ilm: İntikam almaya gücü yettiği halde, öfkeye sebep olacak söz ve davranışlara kızmamak, tahammül göstermektir. Rıfk: İşlerde zorluk göstermeyip kolaylık göstermek, yumuşak ve müsamahakâr davranmaktır. Bir çok ayet-i kerimede Allah Teâlâ’nın Halîm olduğu zikredilmektedir: “Allah Halîmdir.”1
Gafurdur,
“Allah her şeyi hakkıyla bilir. Hilm sahibidir.”2 “Allah Halîm’dir.”3
Gafur’dur,
Rıfk u mülâyemet hakkında Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmaktadır: “Muhakkak Allah lütuf sahibidir. Yumuşaklığı sever ve sertlikten dolayı vermediğini yumuşaklık sebebiyle verir.” 4 “Cehennemin kendisine haram olduğu kimseyi haber vereyim mi? İnsanlarla kolay 22
DERGiSi
anlaşan, yumuşak tabiatlı ve insanlara yakınlık gösteren kişidir.”5 “Kime yumuşak huyluluktan nasibi verilmişse, ona hayırdan nasîbi verilmiştir. Kim de yumuşak huyluluk nasibinden mahrum bırakılmışsa, hayır nasibinden mahrum olmuştur. Kıyamet günü müminin tartıda en ağır gelen şeyi güzel ahlâktır. Gerçekten Allah, kötü iş işleyen, kötü söz konuşana buğz eder.”6 Kaba ve haşin davranmak, çirkin sözlerle, kaba ve sert davranışlarla insanlara hakaret etmek, üzmek, gönüllerini kırmak asla cevaz verilmeyen davranışlardır. İslam, yumuşaklığı, güzel davranışları, kolaylaştırmayı, güzel ahlâkın her çeşidini teşvik ediyor, emrediyor. Bütün kötülüklerden, kaba ve çirkin söz ve davranışlardan, zorlaştırmaktan menediyor. Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: “Allah’ın sana olan rahmeti sayesinde onlara yumuşak davrandın. Eğer kaba ve katı yürekli olsaydın, şüphesiz
etrafından dağılıp giderlerdi.”7 Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: “Kolaylaştırın, zorluk çıkarmayın. Müjdeleyin, nefret ettirmeyin.” buyurmaktadır.8 Allah Teâlâ, Musa ve Harun aleyhisselama gidip onu dine davet etmelerini istiyor ve şöyle buyuruyor: “Firavun’a gidin. Doğrusu azmıştır. Ona yumuşak söz söyleyin. Belki öğüt dinler veya korkar.”9 İslam, sadece insanlara değil, bütün mahlukâta karşı merhametle davranmamızı, rıfk u mülâyemet göstermemizi talep ediyor. Ümmü’l-Mü’minin Hz. Aişe radıyallahu anha şöyle diyor: “Bir deve üzerinde idim, o serkeşlik yapıyordu. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: (Ya Aişe) Yumuşak davran. Zirâ yumuşaklık bulunduğu her şeyi güzelleştirir. Bir
şeyden çıkarılınca da onu muhakkak çirkinleştirir.”10
uygulanan cezaya şahit olsun.”12
Bir toplumda karşılıklı sevgi ve saygı, müsamaha, yumuşaklık varsa o toplumda uyum vardır demektir. Birbiriyle uyum sağlayamayan, gergin ve kavgalı olan, birbirine karşı sert ve kaba davranan, en basit işlerde bile zorluk çıkaran toplumlarda huzurdan, refahtan söz etmek mümkün değildir. Sert ve soğuk iklimlerde istenilen şekilde mahsul yetiştiremezsiniz. Gönüllere sürûr veren, huzur veren güller, çiçekler, çeşit çeşit meyve ve sebzeler mûtedil, ılıman iklimlerde, yumuşak topraklarda yetişir.
Ayet-i kerimede içki, zina ve benzeri günahlara had cezası uygulanırken veya kasten bir insanı öldüren kâtil için kısas yapılırken yumuşak davranıp, gevşeklik gösterip acıma duygusuna kapılarak bu cezaların tatbikinde zaaf gösterilmemesi istenmektedir. Aynı zamanda bu cezalar uygulanırken, bir grup müslümanın bulunması da isteniliyor ki, ibret alınsın da böyle kötülüklere kimse cüret etmesin.
Ancak hoşgörü, yumuşaklık, beşerî münasebetlerde, kişilerin şahsını ilgilendiren hususlarda olur. İslamî hükümleri uygulamakta, yumuşaklık, acıma hissine kapılmak asla caiz değildir. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Ey Peygamber! Kâfirler ve münafıklarla savaş. Onlara karşı sert davran. Onların varacağı yer cehennemdir. O gidilecek yer ne de kötüdür.” 11 “Allah’a ve ahiret gününe inanıyorsanız, Allah’ın dinini tatbik hususunda, sizi sakın acıma duygusu tutmasın. Müminlerden bir grup da onlara
Müslüman, insanlar arasında yaşayıp onlarla muaşeret etmek, hayırlı hizmetleri, örnek davranışları ve güzel ahlakı ile onlara yol göstermekle mükelleftir. Köşesine çekilip insanlardan uzak kalmak asla uygun değildir. Bütün peygamberler, toplumla haşır neşir olmuşlar, onların eza ve cefalarına katlanmışlar, onlardan gelen sert ve kaba davranışları müsamaha, hoşgörü, rıfk u mülâyemetle karşılamışlardır.
Dipnolar: 1-Bakara 2/225 2-Hac 22/59 3-Maide 5/101 4-Ebû Dâvud, Edeb 11; Buhârî, İstîtâbe 4, İsti’zan 22, Deavât 59, edeb 35; Müslim, Birr 77, Selâm 10;Tirmizî, İsti’zan 12; İbn Mâce, Edeb 9; Dârimî Rikâk 75; Muvattâ, İsti’zan 38; Ahmed b. Hanbel, 1,112, IV, 87, VI, 37, 85, 199; İbn Ebî Şeybe, Musannef, 6/87 5-Tirmizî, Kıyâmet 45; Ahmed, Müsned I/415; Taberânî, elMu’cemu’l-Kebir, 9/86, H. No: 10410, el-Mu’cemu’l-Evsat, 2/348, H. No: 849, el-Mu’cemu’s-Sağir, 1/92, H. No: 89; Beyhakî, Şuabü’lİman 17/167, H. No: 7903 6-Buhârî, el-Edebü’l-Müfred, 1/164, H. No:464; Tirmizî, Birr ve Sıla 60; Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 362, 366; İbn Ebî Şeybe, Musannef, 6/86 7-Âl-i İmran 3/159 8-Buhârî, İlim 11, Edeb 80; elEdebü’l-Müfred, 1/167, H. No: 473; Müslim, Cihad 6, 7; Taberânî, el-Mu’cemu’l-Kebir, 9/246, H. No: 10789 9-Tâhâ 20/40-44 10-Müslim, Birr 78, 79; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 6/17; Beyhakî, Şuabü’l-İman 17/444, H. No: 8178
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmaktadır:
11-Tahrim 66/9
“İnsanların arasına karışıp onların ezalarına sabreden mümin, insanlar arasına karışmayarak onların ezalarına sabretmeyen müminden daha hayırlıdır.”13
13-Tirmizî, Kıyâmet 55; Buhârî, el-Edebü’l-Müfred, 1/140, H. No: 388; İbn Mâce, Fiten 23; İbn Ebî Şeybe, Musannef, 6/200; Taberânî, el-Mu’cemu’l-Kebir, 11/304, H. No: 660, el-Mu’cemu’l-Evsat, 13/193, H. No: 6115; Beyhakî, Şuabü’lİman, 20/212, H. No: 9396
12-Nur 24/2
KASIM 2013 / 304
23
Hizmet Adabı
Nureddin SOYAK
Ölülere Duyuramazsın
İ
şi gücü dünya olan, gözü dünya çıkar ve menfaatlerinden başka bir şey görmeyen, dünya hayatının gerçek gayesini, varlık sebebini anlamayanlar, hep kaybetmişlerdir. Dünya nimetlerinden meşru şekilde istifade kınanmamıştır. Onun alayişine kapılıp ahiretin unutulması, ebedi hayatın kazanılması için çalışmamak kınanmış, ayıplanmıştır. “Onlar, dünya hayatının görünen yüzünü bilirler. Ahiretten ise, onlar tamamen gafildirler.”(Rum, 7) “Onlar, yeryüzünde gezip de kendilerinden öncekilerin âkıbetlerinin nice olduğuna bakmadılar mı ki; onlar, kendilerinden daha güçlü idiler, yeryüzünü kazıp altüst etmişler, onu bunların imar ettiklerinden daha çok imar etmişlerdi.” (Rum, 9) Önceki ümmetlerin hayat hikâyeleri anlatılarak, “bu dün24
DERGiSi
yada sadece siz yaşamadınız, bu dünyadan sadece siz istifade etmediniz, bu dünyayı sadece siz imar edip inşa etmediniz, bu dünyadan sizin gibi niceleri gelip geçti. Hatta sizden çok daha güçlü kuvvetli, sizden çok daha uzun ömürlü ve yeryüzünün altını üstüne getirerek dünyayı sizden daha çok imar etmişlerdi de onlar da bırakıp gittiler. Timsahın avını yakalayınca suyun dibine çekip götürdüğü gibi, dünya da kendini imar edenleri kara bağrına basıp içine aldı. Hayatı sadece dünyayı imardan ibaret görenler yanlış yapmaktadırlar. “İman edip iyi işler yapanlara gelince, onlar, cennette nimetlere ve sevince mazhar olacaklardır.”(Rum, 15) Öyleyse iman ettikten sonra hedefiniz sürekli iyi işler yapmak olsun ki, cennet nimetlerine kavuşarak ebedi mutluluğa erişesiniz. Dünyaya yaptığınız yatırım dünyada kalır. Dünyayı ne kadar imar ederseniz edin ondan ömrünüz nispetinde istifade ede-
bilirsiniz. Ahiretinizi imarınızda hiç bir emeğiniz boşa gitmez, ebediyyen cennet nimetlerine gark olursunuz. “Kaynaşmanız için size kendi (cinsi)nizden eşler yaratıp aranızda sevgi ve merhamet peydâ etmesi de O’nun (varlığının) delillerindendir. Doğrusu bunda, iyi düşünen bir kavim için ibretler vardır.” (Rum, 21) “O’nun delillerinden biri de, gökleri ve yeri yaratması, lisanlarınızın ve renklerinizin değişik olmasıdır. Şüphesiz bunda bilenler için (alınacak) dersler vardır.” (Rum, 22) “Gece olsun gündüz olsun, uyumanız ve Allah’ın lütfundan (nasibinizi) aramanız da O’nun (varlığının) delillerindendir. Gerçekten bunda, işiten bir kavim için ibretler vardır.” (Rum, 23) Rabbimiz hayata ve nimetlere ibret nazarıyla bakıp dersler çıkarmamızı istemektedir. İnsanı
topraktan yaratıp bu günkü hale getirmesi, eşler arasına sevgi ve merhamet koyması, göklerin ve yerin yaratılışı, insanların renkleri ve dillerinin farklı olması, insanların gece gündüz uyuması, şimşeğin yaratılması, yağmurla yeryüzünün diriltilmesi, göğün ve yerin yerli yerince durmasında, müthiş dersler ve ibretler vardır. Yeryüzünü ne kadar imar ederseniz edin, orada kiracısınız. Bir gün imar ettiğiniz yerleri devredeceksiniz. “Göklerde ve yerde kim varsa yalnız O’na aittir. Hepsi O’na boyun eğmektedir.” (Rum, 26) Her şey âlemlerin Rabbi olan Allah’ındır. Onun mülkünde malik olma iddiası abesle iştigaldir. “İşte biz âyetlerimizi, aklını kullanacak bir kavim için böylece açıklıyoruz” (Rum, 28)
bir yardımcı yoktur.” (Rum, 29) “İşte bilmeyenlerin (hakkı tanımayanların) kalplerini Allah böylece mühürler.” (Rum, 59) Kullarını sürekli hidayete çağıran Rabbimiz hiçbir sebebe bağlı olmadan bazılarını şaşırttığı düşünülemez. Mesele bütün ikaz ve uyarılara rağmen akıllarını kullanmayanların şaşkınlıkları ile başbaşa bırakılmalarından ibarettir. Artık böylelerinin doğru yola ulaşmaları mümkün olmamaktadır. Çünkü ilahi yardımdan mahrum kalmaktadırlar. Zaten aklını kullananlar da sırf akılları ile hidayete ermiyorlar, Allah’ın yardımıyla hidayete eriyorlar. Aişe validemiz: Rasulullah sallahu aleyhi ve sellem geceleyin uyanınca şu duayı okurdu: “…Allah’ım ilmimi artır, bana hidayet verdikten sonra kalbimi saptırma…” (Ebu Davud) diyor.
Aklını kullanabilenler varlık âlemine ibret nazarıyla bakarak, dünya ve ahiretin, hayatın ve ölümün mahiyetini anlayarak, Rabbin razı olduğu bir hayat yaşarlar.
“Dinlerini parçalayan ve bölük bölük olanlardan (olmayın. Bunlardan) her fırka, kendilerinde olan ile böbürlenmektedir.” (Rum, 32)
“Gel gör ki haksızlık edenler, bilgisizce kötü arzularına uydular. Allah’ın saptırdığını kim doğru yola eriştirebilir? Onlar için herhangi
Din bir bütündür parçalanamaz. Dine bir şey ilave edip, dinden bir şey çıkarılamaz. Dini kendi indi mütalaalarıyla şekillendirmeye çalışanlar, “benim anladığım gibi, benim söyledi-
ğim gibi” diyenler, bu şahsi mütalaalarını da insanlara din gibi dayatıp insanlar üzerinde tahakküm aracı olarak kullananlar, dine hizmet değil dine ihanet etmiş olurlar. Tarihi gerçekler de göz önünde bulundurulduğunda bu ilahi ikaz hem Yahudilere, hem Hristiyanlara hem de Müslümanlaradır. İlim ehlinin yaptığı ictihatlar elbette bunun dışındadır. Rasulullah sallalahu aleyhi ve sellem efendimiz ehil olan ashabını ictihada teşvik etmiştir. Zaten ilimle yapılan ictihatlarda ne ictihat edenlerin ne de ona tabi olanların birbirine hasım ve düşman olmaları düşünülemez. Dostlukları ve düşmanlıkları dininden kaynaklanmayanlar münafıktırlar. Dün de bu gün de dinin künhüne dinin maksat ve ideallerine vakıf olamayanlar bazı ayet ve hadisleri seçip bayraklaştırarak Müslümanlar arasına tefrika sokmuşlardır. Bazıları da tamamen cahilce nefsin arzu ve istekleri doğrultusunda hareket ederek Müslümanlar arasına tefrika sokmaya çalışmaktadırlar. “Kendilerine verdiklerimize nankörlük etsinler bakalım! Haydi sefa sürün; ama yakında bileceksiniz!” (Rum, 34) “İnsanların bizzat kendi işledikleri yüzünden karada ve denizde düzen bozuldu ki Allah yaptıklarının bir kısKASIM 2013 / 304
25
“(Rasûlüm!) Elbette sen ölülere duyuramazsın; arkalarını dönüp giderlerken sağırlara o daveti işittiremezsin.” Rum, 52
mını onlara tattırsın; belki de dönerler.” (Rum, 41) İnsanların Allah’a isyan ve itaatsizlikleri sebebiyle, semavi ve arazı felaketlerin gelmesi, ilahi bir ikazdır, silkelemedir ki hatalarının farkına varıp yanlışlarından dönsünler. Kimileri bu ikaz ve uyarılara kulak verirken kimileri de azgınlıkları içinde daha da azmıştır. “(Rasûlüm!) Elbette sen ölülere duyuramazsın; arkalarını dönüp giderlerken sağırlara o daveti işittiremezsin.” (Rum, 52) “Körleri de sapıklıklarından doğru yola iletemezsin. Ancak teslimiyet göstererek âyetlerimize iman edenlere duyurabilirsin.” (Rum, 53) İnkârcılar açık delillere rağmen akıllarını kullanmayıp inkârlarında inat ettikleri için, Ölülere, sağırlara ve körlere 26
DERGiSi
benzetilmiştir, Rabbimiz, tebliğ karşısında ölü, sağır ve kör gibi davranan inkârcıların bu tavırlarından dolayı üzülen Rasulünü teselli etmek için onları ölülere, sağırlara ve körlere benzeterek, bunların tebliğe kör ve sağır kalmalarına üzülmemesini tavsiye etmiştir. “Andolsun ki, biz senden önce kendi kavimlerine nice peygamberler gönderdik de onlara açık deliller getirdiler. Bizde suç işleyenlerden intikam aldık. Mü’minlere yardım etmek de bize düşer.” (Rum, 47) Rabbimiz, Rasulüne Allah’ın dinini tebliğden dolayı yalanlanan, hakaretlere uğrayan, sürgün edilen sadece sen değilsin, senden önce gönderdiğimiz elçilerimiz de aynı akıbete uğradılar buyuruyor. Rabbimiz, Rasulünün şahsında kıyamete kadar gelecek davetçi-
lere de davete karşı ölü, sağır ve kör gibi davrananlar karşısında ümitsizliğe düşmemelerini, yılmadan usanmadan sorumluluklarını yerine getirmelerin haber vermektedir. “(Rasûlüm!) Sen şimdi sabret. Bil ki Allah’ın vaadi gerçektir. İyice inanmamış olanlar, sakın seni gevşekliğe sevk etmesin!” (Rum, 60) Rasuller başta olmak üzere, Allah yolunun yolcuları şartlar ne olursa olsun, insanları Allah’ın yoluna sabırla çağırmaya, kâfir ve münafıkların engellemelerin aldırış etmemeye, onların alaycı tavırlarına üzülmemeye, telaş ve tedirginlik göstermemeye çağırılmaktadırlar. Hatta birlikte hizmet edenlerin dökülmeleri bile hizmet ehli insanları gevşetmemeli. Allah yar ve yardımcın olduktan sonra ne gam, ne keder.
M.Selçuk Özdoğan
selcuk.ozdogan@ilkadimdergisi.net
ilkadım kitaplığı
Yeni Nesilleri İnşâ Eden Alimlerimiz
K
ıymetli İlkadım Kitaplığı okuyucuları! Bu ay da sizlerle İlkadım Kitaplığımızda güzel bir kitap daha inceleyeceğiz. Yeni nesilleri inşa eden Âlimlerimizden bazılarının hayatlarını kendi dillerinden tanıyacağız. Erkam Yayınlarından çıkan ve iki ciltten oluşan Yeni Nesilleri İnşa Eden Âlimlerimiz isimli kitabın sayfaları arasında güzel bir yolculuğa çıkacağız. Bu köşede biyografi veya otobiyografi türündeki kitapları daha önce defalarca incelemiştik. Bu tür eserlerin günümüz gençliği ve gelecek nesiller açısından çok önemli olduğunu belirtmiştik. İnceleyeceğimiz eser de hem mülakat hem de otobiyografi türünde hazırlamış bir eser. Altınoluk Dergisinde 1986 yılından itibaren yayınlanmaya başlayan muhterem, âlim, fazıl, salih zatlarla yapılan sohbetler iki ciltten oluşan bir kitap haline getirilmiş. Sohbet yapılan büyüklerimizden birçoğu ahiret âlemine irtihal etmişler. Bir daha onlarla konuşmak imkânı yok. Bu gibi Allah dostlarının çevresinde bulunan kişiler ellerinde kamera, fotoğraf makinesi vb. görsel aletlerle yanında bulundukları kişilerin hayatlarını belge haline getirmeleri gerekiyor. Böyle bir kitap hazırladıkları için Erkam Yayınlarına ve Altınoluk Dergisine teşekkür ediyoruz. Darısı diğer yayınevle-
ri ve İslami dergilerin başına. Bu kitaplarda kimleri mi tanıyacağız: Hayreddin Karaman hocadan Ahmet Muhtar Büyükçınar hocaya, Abdurrahman Gürses hocadan Halil Gönenç hocaya, Emin Saraç hocadan Nimetullah Yurt hocaya, M.Asım Köksal hocadan Hacı Cemal Öğüt hocaya kadar 32 tane âlim zevatı tanıyacağız. Abdurrahman Gürses hocamızı tanırken hocamızın okuduğu Kur’an Tilaveti kulağımızda. Biliyoruz ki Kur’an talimine gelen kim olursa olsun reddetmez bizim hocamız. Oradan Nimetullah Yurt hocamıza misafir oluyoruz. İstanbul, Mekke, Medine derken Japonya’ya uçuyoruz hocamızla. Nimetullah hocamızın Japonlar’a İslam’ı nasıl anlattığına şahid oluyor bizler de bir şeyler yapamaz mıyız diye kendimizi muhasebeye alıyoruz. Bizler İslam’ı tam manasıyla temsil ettiğimizde insanların koşarak İslam’a gireceklerini anlıyoruz. Derdi, davası olmalı Müslüman’ın. Ahmet Muhtar Büyükçınar hocamızın hayatına misafir oluyoruz. Sonsuz mutluluk için reçete alıyoruz kendisinden. Bu sene içerisinde Rahmet-i Rahmana uğurladığımız hocamıza tekrar gani gani rahmet diliyoruz Yüce Mevlamızdan. Halil Gönenç hocamızın yanına uğruyoruz. Kendisinden çok kıymetli tavsiyeler alıyoruz. Tasavvufun tevhide davet ettiğini bizlere ha-
tırlattıktan sonra: “Muhlis olacaksın, riyakar olmayacaksın. Zakir olacaksın, gafil olmayacaksın. Zahid olacaksın, haris olmayacaksın. Salihleri seveceksin, buğz etmeyeceksin. Tasavvuf hikâye değildir. Bütün bu mevzular Kur’an ve Sünnettedirler.” tavsiyelerini beynimize perçinliyoruz. Hayreddin Karaman hocamızın kapısını çalıyoruz. İçeri girdiğimizde son devre damgasını vuran ilim ve dava adamı hocamızı yine mütebessim çehresiyle görüyoruz. Bizlere hiç unutamadığı ezan-ı Muhmmedi’nin yeniden Arapça okunduğunda halkın heyecanını anlatıyor. Gözlerimiz doluyor. Hocamızla o günleri tekrar yaşar gibi oluyoruz. Daha misafir olmamızı bekleyen onlarca İslam âlimi bizleri bekliyor. Ahirete göçenlere rahmet, hayatta olanlara da hayırlı, bereketi bir ömür diliyoruz. KASIM 2013 / 304
27
Kur’an İklimi
Selim Armağan
selim.armagan@ilkadimdergisi.net
“Şüphesiz Allah Teâlâ Sabredenlerle Beraberdir” (Bakara, 153)
SABIR
S
abır; genel anlamıyla kişinin kendini tutması ve kontrol etmesi diye tanımlanabilirse de dilimizdeki geniş anlamlı kelimelerden biridir. Kur’an-ı Kerimdeki; “Şüphesiz Allah sabredenlerle beraberdir” (Bakara, 153) ayeti gibi ayetler sabretmenin ne kadar yüce bir makam ve Allah’ın rızasını kazandıracak bir davranış olduğunu bize gösterir. Dini dünyaya, emirleri hayata bağlayan bir kavram olarak ele alındığında sabır; asla peygamberimizin “Ya Rabbi! Acizlikten ve tembellikten sana sığınırım.” dediği bir korkaklık ve acziyet değildir. Sabır; Azimdir, iradedir, plandır, programdır, tevekküldür, inandığı değerler için kendini tutmak, katlanmak ve tahammüldür. Sabır, acıya katlanmak, onu geçirmek için dayanmak ve karşı koymaktır. “Allah sabredenlerle be-
28
DERGiSi
raberdir.” Ayeti bize sabrın hak ve hakikat uğruna olması gerektiğinin açık delilidir. Küfürde, isyanda, haksızlık ve haramlarda ısrar sabır değil inat ve fesattır. Yıllardır görüşmeyen iki eski dostun biri diğerini ziyaret eder ve derki; “Ahmet kardeşim ne kadar şanslısın. Çeşme hemen evinin yanında, cami de iki adım ileride. Senden bahtiyarı yoktur” der. Ahmet Efendi de “Sabrıma ne dersin, daha içine hiç girmedim.” der. Bakara Suresi 155. ayette, “Muhakkak sizi biraz korku, biraz açlık ve mallardan, canlardan, ürünlerden biraz eksiltmekle deneriz; sabredenleri müjdele” buyurularak sabrın hayırlı bir karşılık için tahammül olduğu vurgulanır. Allah’ın sevgisi ve rızası için kendinden ve sevdiklerinden vazgeçebilmek konusunda nefsini terbiye etmektir sabır. Bizim için mutlaka hayırlı olduğuna inandığımız sabır,
Yüce Rabbimizin övdüğü peygamberlerin ortak sıfatı olan sabırdır. En güzel örneğini de Yusuf Peygambere tuzak kuran kardeşlerinin yaptıkları karşısında çaresiz kalan Yakup peygamberin gözlerini kaybetmesi pahasına Allaha isyan etmeden evlatlarını kırıp dökmeden imtihanına rıza gösterip evlat acısı yangınını içine hapsetmesinde görüyoruz. Oğlunun kanlı gömleğini görünce; “…Anlattıklarınıza karşı, ancak Allahtan yardım istemek gerekir. Artık bana düşen güzel bir sabırdır.” der. Bu sabrı peygamberimiz tanımlarken: “Sabr-ı cemil şikâyet edilmeyen sabırdır.” buyurur. Sabır, bizim güç kaynağımız ve imanımızın koruyucusudur. Firavunun eziyetleri karşısında müminler; “Ey Rabbimiz, üzerimize sabır yağdır ve bizi Müslüman olarak öldür.” (Araf, 126) diye dua ettiler. Sabra alıştırılmamış nefislerimize çoğu zaman fena
arzular hoş gelirken, iyilik ve faziletler zor gelir. İşe gitmek istemeyen işçiler, tembellik yapmak isteyen öğrenciler, parasını eğlence ve zevkleri için harcarken ne zaman ne kadar harcadığını hatırlamazken bir yoksula verdiği yardımı unutamayanlar gibi.
uyacağız. Hayırlı şeyler dışında gözümüzü, kulağımızı, dilimizi, elimizi… tutabilsek, organ ve azalarımıza oruç tuttursak bu durum beynimizin ve kalbimizin temizlenmesine hak yolda sabır ve tahammülümüzün artmasına ne kadarda katkı sağlardı.
Mü’min kişi, kendisine zor gelse bile, iyi olanı, faydalı olanı seçmeli, sabır ve tahammülle onu yerine getirmeye çalışmalıdır. İnsanlar hayatları boyunca, bolluk veya yokluk içinde kalabilir, sağlıklı iken hastalanabilir, sel, deprem, yangın gibi felâketlerle karşılaşabilir; bütün bu durumlarda insanın en büyük dayanağı sabırdır. Aksine davranış, insanı Allah Teâlâ’ya isyana ve nankörlüğe sürükler.
Elden bir şeyler geldiği zamanlarda tembellik ve korkaklık göstererek canı ve malı pahasına da olsa vaziyetin gereklerini yapmamak feryadı figan etmek sabır olmadığı gibi kişinin dinine ve dünyasına faydalı da değildir. Aynı şekilde elden bir şeyler gelmediği zamanlarda sabırsızlık göstermenin insana bir faydası yoktur. Bu durumda yapılanlar lüzumsuz bir hareket ve boşuna bir telaştır. İşte burada yapılması gereken sabr-ı cemil, şikâyet edilmeyen sabırdır.
Oruç bir ibadetin dışında din ve dünya işlerinin daha nizami yapılabilmesi için bir eğitimdir. Tiryakilikleri tedavi eden ve zafere götüren yoldur. Hz.Meryem İsa a.s ‘ı doğurup Kudüs’ü Şerife gelince etrafını çevirdiler, olmadık hakaret, iftira ve tehditler ettiler. Peygamber annesi o yüce kadın; “Bugün hiçbir insanla konuşmayacağım de” diye öğütlendi. Bu durum tabii ki ona has özel bir durumdu. Biz, Muhammet s.a.v’in ümmeti olarak elbette gün boyu susmayacağız. Ama Efendimizin; “Kim Allah’a ve ahiret gününe inanıyorsa ya hayır söylesin ya da susun.” buyruğuna
İbadetlerin nefsimize ağır gelen yönleri de sabırla hafifler. İlahi Ahlak kuralları sabırla davranış haline gelir, huy olur. Peygamber Efendimiz; “Sabırdan daha hayırlı ve geniş bir nimet hiç bir kimseye verilmemiştir” (Tirmizi) buyurur. Bakara 214. ayeti kerimesini açıklarken Elmalılı Rh. “Şimdi bu hidayet gelmekle ey Muhammed ümmeti! Siz, sizden önce geçen ümmetlerin durumu sizin başınıza hiç gelmeden, meşakkatler, sıkıntılar, çekmeden, bütün ilâhî hükümleri amelî iba-
detler ile tatbik etmeden, barış yurdu olan cennete girivereceğinizi mi zannettiniz? O geçmiş ümmetlerin başına nice sıkıntılar ve çaresizlikler geldi de, sarsıldılar, o kadar sarsıldılar ki, hatta başlarında bulunan peygamber ve onunla beraber iman edenler “Allah’ın yardımı ne zaman?” diyecek dereceye vardılar. Ancak iyi biliniz ki, Allah’ın yardımı mutlaka yakındır. Siz bu iman ve hidayetten ayrılmadıkça, yakında o yardımı görecek, muradınıza ereceksiniz. Sabırsız kişiler her zaman darlık içindedirler. Dayanıksızlardır, her şeyi isterler, her şeyden rahatsız olurlar. Bolluk zamanında ellerindekinin kıymetini bilmezler, gözleri daima başkasındadır. Az bir yokluk görünce tahammül edemezler, hemen mahvolurlar. Hâlbuki dünyada değişmeyen hiçbir şey yoktur. Her şeyin mirasçısı vardır. Mü’minler bir darlığa düştüklerinde kalplerini Allah’a bağlarlar. Allah’ın izniyle bunun da geçeceğine iman ederler. Gerekirse bu uğurda Ashabı Uhdut gibi, sahabei kiram gibi, diğer ümmetler gibi can feda eder, Hz. İsmail a.s. gibi Allahın emrine sabırla boyun eğerler. “İnsanların içinden kimi vardır ki, Allah’ın rızasına ermek için kendini feda eder.” (Bakara, 207)
KASIM 2013 / 304
29
Hadis İklimi Ahmet Ağmanvermez
a.agmanvermez@ilkadimdergisi.net
Cabir bin Abdullah’dan rivayete göre Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: “On şey vardır ki Lut kavmi onları yapmış ve o yüzden helâk edilmiştir. Ümmetim ise onlara bir de kendisi katar. Bunlar; livâta (erkek erkeğe münasebet), fındık gibi taşları sapanla atmak, güvercinle (kumar) oynamak, def çalmak, (düğünlerde kadınlar için ruhsat vardır) içki içmek, (özürsüz) sakal kesmek, (emredilenden fazla) bıyık uzatmak, ıslık çalmak, el çırpmak, (erkekler için) ipek gömlek giymek. Bir tâne de ümmetim ilâve eder ki; o da kadın kadına münâsebette bulunmaktır. Lut kavminin işini (livâta) yapan mel’undur. Benden sonra ümmetim hakkında en korktuğum şey Lut kavminin yaptığını yapmalarıdır .” (İbni Mace, Kitab’ul Hudûd, c.2.s.856)
L
Hazreti Lut -aleyhisselam- ve Lut Kavminin Helak Sebebleri
ut Aleyhisselam, Hazreti İbrahim Aleyhisselam’ın kardeşi Harran’ın oğludur. İbrahim aleyhisselam’a iman ettikten sonra ona inananlarla birlikte Nemrûd’un memleketinden hicret edip Şam’a geldi. Sonrada, Lut Gölü yanındaki Sedum (Sodom) şehri halkına peygamber olarak görevlendirildi. İnsanlara İbrahim aleyhisselam’ın tevhid dinîni tebliğ etti. Bu beldede ahlâksız ve sapık bir topluluk yaşıyordu. Putlara tapıyor, soygun yapıyor, zayıfları eziyorlardı. Kendileri de saldırılara uğruyorlardı. Şeytan, yaşlı ve bilge bir adam kılığında gelerek, kendilerine saldıran düşmanlarından korunmak için livata yapmalarını, böylece kimsenin memleketlerine giremeyeceği tavsiyesinde bulundu. Böylece iğrenç olan livata (homoseksüellik) hastalığı kavim arsında hızla
30
DERGiSi
yayıldı. (Kıssalar Hisseler, Zeki Soyak) Hazreti Lut aleyhisselam onları çirkin işlerden menedip, doğru yola davet etti. İnsanlığın fıtratına ters olan bu pis sapıklık, insanları hayvandan çok aşağı dereceye düşürüyordu. Zira hayvanlar bile hemcinsleriyle böyle bir iş yapmıyorlardı. Hazreti Lut aleyhisselam onları akıllı olmaya, hanımlarını bırakıp hemcinsleriyle giriştikleri bu çirkin eylemden vazgeçmeye davet etti. Yaptıkları iş, ne dine, ne insanlığa ve ne de ahlaka sığmayan bir pislikti. Konuyla ilgili ayetlerde şöyle buyrulur: “Rabbinizin sizler için yarattığı eşlerinizi bırakıp da, insanlar içinden erkeklere mi yaklaşıyorsunuz? Doğrusu siz sınırı aşmış (sapık) bir kavimsiniz!” “Doğrusu, dedi, ben sizin bu işinizden tiksinmekteyim.” (Şuara Suresi, 163- 166) “
Sedum halkı Hazreti Lut’un davetine uymadılar. İsyan edenler Hazreti Lut’a inanmayanlar arasında (ilk eşinin ölmesi sebebiyle Sedum halkından evlendiği) kendi hanımı da vardı. Kâfirlerle bir olup, O’na ihanet etmişti. Bu azgın ve cinsî sapıklıkla uğraşan kavim, iman etmedikleri gibi hazreti Lut’u ve ona inananları memleketlerinden kovmaya kalkıştılar. Hazreti Lut aleyhisselam bu kavme nasihat edip, doğru yola dönmezlerse Allahü Teâlânın azabına uğrayacaklarını bildirdi. Buna rağmen isyandan ve fuhuştan vazgeçmediler. Hatta Hazreti Lut’a “Doğru sözlü isen bahsettiğin azabı getir de görelim”diye meydan okudular. Sapık kavmin isyanının gittikçe artması üzerine Allahü Teâlâ onları cezalandırmak için Cebrail, Mikail, Azrail aleyhisselamı, bir rivayete göre de
Cebrail aleyhisselam ile birlikte on iki meleği görevlendirdi. Melekler önce İbrahim aleyhisselama uğrayıp, kendisine bir erkek evlâdı (İshak) verileceğini müjdelediler. Azgın Sedum halkını helâk etmek üzere geldiklerini söyleyip ayrıldılar. Öğle veya akşam vakti Sedum beldesine gidip Hazreti Lut’u buldular. Melekler nur yüzlü genç delikanlı suretinde Hazreti Lut’un evine gelince, Hazreti Lut’un isyankâr hanımı, durumu azgın Sedum halkına bildirdi. Sedum halkı Hazreti Lut’a misafirlerini bize teslim et diye musallat oldular.Hazreti Lut misafirleri adına endişelendi. İçinizde hiç aklı başında kimse yok mu? Diye onlara nasihat ettiyse de dinlemeyip kapıyı zorladılar. Bunun üzerine melekler: “Ey Lut! Gerçekten biz Rabbinin elçileriyiz. Kalbini onlardan gelecek bir korku ve zarar ile meşgul etme. Onlar sana asla dokunamazlar.” Cebrail Aleyhisselam dedi ki: “Hemen gecenin bir kısmında ev halkınla çık git ve içinizden hiçbiri geri kalmasın, ancak hanımın hariç, çünkü kavmine isabet edecek azap ona da gelecektir. Onların helâk zamanı sabah vaktidir.” Azgın kavim içeriye girmek için kapıyı kırınca Cebrail aleyhisselam;“Ey Lut kapıyı aç ve geriye çekil gelsinler dedi. Lut aleyhisselam kapıyı açıp geriye çekildi. Cebrail Aleyhisselam kanadını önlerine gerdi ve içeriye hücum eden azgınların gözleri anîden kör oldu. Bunun üzerine şaşkın şaşkın kaçışmaya başladılar. İlk azap böyle geldi. Bu husus Kamer suresi 44. ayette mealen şöyle bildirilmek-
tedir: “Lut’tan kavmi, misafir melekleri istediler! Hemen biz onların gözlerini kör ettik. İşte azabımı ve tehditlerimin akıbetini tadın dedik.” Lut aleyhisselam kendine tâbi olanlarla geceleyin Sedum beldesinden ayrılıp Sa’r şehrine gitti. Cebrail Aleyhisselam Sedum beldesini kanadıyla alt üst etti. Üzerlerine şiddetli taş yağmaya başladı, nihayet hepsi helâk olup gitti. Bu hususta Kur’ân-ı Kerim’in Kamer suresi 38. Ayette: “Celâlim hakkı için, bir sabah vakti devamlı bir azap onları bastırıverdi.” Hicr suresi 73–74–75. ayetlerde de; “Nihayet onları güneşin doğma vaktinde korkunç gürültü yakalayıverdi. Hemen şehirlerinin üstünü altına geçirdik ve üzerlerine de çamurdan pişmiş taş yağdırdık. Elbette bunda keskin anlayışlılar için ibret alâmetleri var.” buyrulmaktadır. Lut kavminin yaşadığı ve helâk oldukları topraklar Kur’ân-ı Kerimde alt-üst olan memleket manasına gelen “Elmü’tefikât” şeklinde zikredilmiştir. Sedum beldesi alt-üst olduktan sonra kaynar sular fışkırıp göl hâline geldi. Bu gün bu bölge, Lut Gölü adıyla anılmaktadır. Ayetin başında geçen “üstünü altına çevirmek” fiilinin şiddetli bir deprem ile bölgenin yerle bir olduğunu anlatıyor. Roma İmparatorluğu’nun yozlaşmanın sembolü olan Pompei de aynı Lut kavmi gibi cinsel sapkınlıklara batmıştı. Sonu da Lut Kavmi’yle benzer oldu. “Allah’ın sünnetinde (kanun-
larında) hiçbir değişiklik” yoktur. Vezüv Yanardağı İtalya’nın özellikle de Napoli kentinin sembolüdür. Allah’ın kanunlarına aykırı giden O’na başkaldıran herkes aynı ilahi cezayı görür. Vezüv’ün “İbret Dağı” şeklinde tanımlanması boşuna değildir. Ünlü Sodom ve Gomora kentlerinin başına gelen felaketle Pompei faciası birbirine çok benzemektedir. Vezüv’ün batı yamacında Napoli doğu yamacında ise Pompei kenti yer alır. Yaklaşık 2000 yıl önce yaşanan bir lav ve kül felaketi bu kentin insanlarını ani bir biçimde yakalamıştı. Felaket öylesine ani olmuştu ki her şey 2000 yıl öncesinde olduğu gibi kaldı. Sanki zaman dondurulmuştu. Pompei’nin böyle bir felaketle yeryüzünden silinmesinde elbette ders çıkarılabilecek bir yön vardı. Tarihi kayıtlar şehrin yok olmadan önce tam bir fuhuş, sefahat ve sapkınlık merkezi olduğunu gösteriyor. Vezüv’ün korkunç patlamasına rağmen kimsenin kaçamamış olmalarıydı. Cinsel birleşme halinde sayısız taşlaşmış çift bulunmuştu. Daha da önemlisi bu çiftler arasında aynı cinsten olanlar erkek ve kız çocuklar da vardı. Pompei kalıntılarından çıkarılan taşlaşmış insan cesetlerinin bazılarının yüzleri hiç bozulmadan kalmıştı. Genel yüz ifadesi şaşkınlıktı. Günümüzde bu sapıklılıkların her türlüsü yapılıyor olmasına rağmen toplu helaklerin olmaması, son ümmet olmamız sebebiyledir. Bu bizlere bir ders ve ibret olmalı, tarihi tekerrür ettirmeden tarihten ders çıkarmalı ahreti, hesabı düşünerek hayatımızı buna göre yaşamalıyız. KASIM 2013 / 304
31
Mehmet Şentürk
mehmet.senturk@ilkadimdergisi.net
FIKIH
ADAK VE ŞARTLARI “Adaklarını yerine getirsinler.” (Hac, 29)
A
dak; Haram olmayan bir işi yapmak için söz vermektir. Kendisine bir işin yapılmasını vacip kılmaktır. Adak; Allah rızası için ibadet kastıyla yapılırsa makbuldür, memduhtur. Herhangi bir dünya işi için bir şey adamakta bir sevap yoktur. Yapılan adakları yerine getirmek gerekir. Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Adaklarını yerine getirsinler.” (Hac, 29) Günahı gerektiren bir adağı yerine getirmek şöyle dursun, onu adamak bile günahtır. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmaktadır: “Kim Allah’a itaat etmeyi adarsa, ona itaat etsin. Kim ona isyan etmeyi adarsa, isyan etmesin.” (Buhari) Adağın İslâmî hükümlere 32
DERGiSi
göre geçerli olabilmesinin çeşitli şartları vardır:
bülûğa ermiş yani ergin olması gerekir.
1- Adanan şeyin ibadet cinsinden mutlaka bir farz veya vacibin olması gerekir.
Adağı yapan kimsenin aklından hasta olmaması, çocuk yaşta bulunmaması gerekir. Erginlik çağına ulaşmamış olanlarla delilerin yaptığı adakların yerine getirilmesi zorunlu değildir.
Örneğin “üç gün oruç tutacağım.”, “Şu kadar namaz kılacağım”, “Kurban keseceğim”, diye adamak câizdir ve böyle bir adak sahihtir. Fakat “Filan hastayı ziyâret edeceğim”, “Aldığım malları sermayesine satacağım”, demek adak olmuyor. Dolayısıyla Allah rızası için adanan ibâdetin cinsinden farz ve vâcip olmayan hattâ İslâm dininde yapılması uygun olmayan, İslâm’ın emretmediği kötü geleneklerden ibaret olan türbelere, yatırlara mum yakmak, bu yatırların uğruna bir şeyler yapmak, yatırlara bazı eşyalar adamak câiz değildir. Hattâ bu gibi adaklar kesinlikle haramdır.
3- Adanan ibâdet o anda veya gelecekte yapılması farz olan bir ibâdet olmamalıdır. Meselâ ‘şu işim olursa öğle namazını veya yatsı namazını kılacağım’, yahut ‘Ramazan’da oruç tutacağım’, veya zengin olduğu halde ‘Kurban bayramında kurban keseceğim’ gibi adaklar sahih değildir. Çünkü bu gibi ibâdetler zaten farz veya vâcip ibâdetler olup yerine getirilmesi gereken ibâdetlerdir. Buna göre bu tür adaklar geçerli değildir.
4- Adanan ibâdet ay2- Adayanın akıllı, rıca bir farz veya vâcip
bir ibâdete sebep ve zemin türünden olmamalıdır. Örneğin abdest almayı veya tilâvet secdesi yapmayı adamak da sahih bir adak değildir. Zira bu gibi ibâdetler farz olan ibâdetlere vesiledir, onun için adanmaz.
TESBİHİNİ NÂN EYLERSİN
5- Adanan şey Allah’ın razı olmayacağı, günah özelliği taşıyan türden de olmamalıdır. Meselâ “Şu işim olursa kendimi Allah rızası için kurban edeceğim” diye bir adak yapmak geçerli olmadığı gibi haramdır. Fakat aslında İslâm’ın emrettiği bir ibâdet iken yine İslâm’ın başka bir sebepten dolayı yasakladığı bir ibâdet türü ise geçerli olur. Meselâ bir kimsenin Ramazan Bayramı’nın birinci gününde veya Kurban Bayramı’nın ilk üç gününde oruç tutmayı adaması sahih bir adaktır. Ancak bu günlerde oruç tutmak haram olduğu için, başka bir zamanda bu adağını kaza eder.
6- Adanan şeyin yerine getirilmesi mümkün olmalıdır. Meselâ geçen falan günde yahut falanın geleceği günde oruç tutmak gibi. Geçen bir gün geri gelmeyeceği gibi, falan kimsenin gece veya gündüz zeval vaktinden sonra gelmesi halinde artık oruç tutulamayacağı bellidir. Çünkü oruç gündüz tutulduğu gibi fecirden başlanması gerekir. Dolayısıyla böyle bir adak olmaz.
7- Adanan şey bir malın sadaka olarak verilmesi ise, adanan mal adağı yapanın malından ve servetinden fazla olmamalıdır. Çünkü adağı yapan kimse ancak mal varlığı kadar bir tasaddukta bulunabilecektir. Ayrıca başkasının malını tasadduk etmeyi adamak da câiz değildir.
Âlemleri vâr eyleyen, Muhammedi yâr eyleyen, Sadıkları câr eyleyen, Zâhir, Batın, Hâlık Sen’sin. Kelâmını fikrederiz, İsmi pâkin zikrederiz, Hâlimize şükrederiz, Evvel, Âhir, Maksud Sen’sin. Âşık olan zâr eyliyor, Yüreğini nâr eyliyor, Meskenini gâr eyliyor, Rahman, Rahim, Gafûr Sen’sin Rab aşkını can eylersin, Damarlarda kan eylersin, Tesbihini nan eylersin, Muhyî, Mümit, Hâdi Sen’sin, Gönülleri nûr eyledin, Şeriatı sûr eyledin, Münkirleri dûr eyledin, Ezel, Ebed, Melik Sen’sin. Zeki Soyak KASIM 2013 / 304
33
TASAVVUF
Cemil Usta
cemil.usta@ilkadimdergisi.net
DUA “
(Rasulüm) De ki: Duanız olmasa, Rabbim size ne diye değer versin?” (Furkan, 77) Peygamberimiz aleyhisselam şöyle buyurmuşlardır: “Dua kulluğun özüdür.” “Dua ibadetin ta kendisidir. Allah katında duadan daha kıymetli bir şey yoktur. Allah’ın fazlından isteyiniz! Zira Allah Teala kendisinden istenmesinden hoşlanır.” Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz, devamlı dua halinde bulunurdu. O’nun mübarek kalbinin daima Cenab-ı Hakka yönelmiş vaziyette olduğunu görürüz. Teheccüde kalktığında, Abdest bozmaya giderken ve çıkarken, abdest alırken, ezan okunurken, camiye girerken ve camiden çıkarken, namazlardan sonra, iftar açarken, yemekten sonra, sabah evden çıkarken, sefere çıkarken, seferden dönerken, bineğe binerken, yolda konaklayınca, yeni bir şey aldığında, mevsimin ilk meyve veya sebzesini yerken, elbise giyerken, bir meclisten kalkarken, sabaha çıktığında, akşam olduğunda, uyurken, gece uyanınca, rahatlıkta, sıkıntıda, hep farklı farklı dualar ederdi. (O. Nuri TOPBAŞ Altın Silsile) Dua Adabı: Peygamber Efendimiz aleyhisselam, şöyle buyurmuşlardır: “Sakın sizden biriniz dua ederken, Ya Rabb 34
DERGiSi
dilersen beni mağfiret eyle, dilersen bana merhamet eyle demesin, istediğini sağlamca ve katiyetle istesin. Çünkü Allah’ı şu veya bu işe zorlayabilecek hiçbir kuvvet yoktur.” (Buhari) Duanın adabı pek çoktur. Bu cümleden olarak: 1-Evvela abdestli bulunmak. 2- Bir namazdan sonra yapılmak. 3-Tevbe ve istiğfarını kemali ihlasını arz eylemek. 4-Kıbleye yönelmek. 5-Duadan evvel Allah’a çokça hamdü sena etmek. 6- Rasulü Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’e çokça salât ü selam eylemek. 7-Duanın nihayetini amin ile bitirmek. 8-Duada yalnız kendisini düşünmeyip bütün salihleri ve mü’minleri duaya katmak. 9-Bir hacetin isterken ellerini semaya kaldırıp avuçlarını açarak dua etmek. 10-Kıtlık, umumi sıkıntı ve felaketlerin def’i için ise ellerinin dışını semaya çevirerek dua etmek ve Allah’a sığınmak. 11- Celbi menfaat için yapılan duaların nihayetinde ellerinin avuçlarını yüzüne mesheylemek. (Defi mazarrat için yapılan dualarda meshedilmez.) 12- Duanın asıl anahtarı ise helal lokma yemektir.
Müstecap Dualar: Dört yerde semanın kapıları açılır ve duaya icabet olunur. 1-Allah yolunda saf bağlandığı zaman 2-Yağmur yağarken 3-Namaz kılarken 4- Kâbe görüldüğü zaman Üç kişi vardır ki Allah onların dualarını reddetmez: 1-İftar edinceye kadar oruçlunun duası 2-Mazlumun duası 3-Adaletli devlet reisinin duası Üç dua vardır ki kabul olunacağında hiç şüphe yoktur: 1-Babanın evladına duası 2-Misafirin duası 3-Mazlumun duası Duası kabul olunmayanlar: 1-Nikâhı altında kötü ahlaklı bir kadın bulunduğunda onu boşamayan erkek 2-Bir başkası üzerinde emanet mal bulunup da şahidle onu tespit etmeyen. 3-Malını sefih bir kimseye veren adam. Çünkü Allah Teâlâ: “Mallarınızı sefih (beyinsiz) kimselere vermeyiniz.” buyurmuştur. (Dualar ve Zikirler Ramazanoğlu Mahmud Sami) Allah’ım, bizi sevdiğin ve razı olduğun kullarından ve duası müstecab olan bahtiyarlardan eyle. Âmin.
genç bakış
Mehmet Erturan
erturanmehmet@hotmail.com
Şehide Esma el Bihtaci’ye Dair
Notlar
Şehadet cinsiyet değil niyet meselesidir.
E
sma el-Biltaci, şehadetinden kısa süre önce cep telefonuyla asr-ı saadet dönemine ait olan ama günümüzü de anlatan bir şiir
paylaştı:
“Onlar bizi Vetir’de namaz kılarken buldular/ Kimimizi rükûda, kimimizi secdede vurdular/ Onlar hem güçsüzdü hem az sayıca/ Allah’ın kullarını çağır da gelsinler yardıma/ Köpüklü deniz dalgalarını andıran ordularla”. Mısır’daki malum olayların ardından yaşanan gelişmelerle iki hanımefendinin ismi ön plana çıktı ve gündemimizde haklı bir şekilde yer aldı: Rabia el Adeviyye ve şehide Esma el Biltaci. Her iki isimde de bakmasını bilenler için sayısız örnekler, hikmetler var.
Kur’an’dan Başka Silahı Olmayan Bir Genç Kız Rabia el Adeviyye, Feridüddin Attar’ın benzetmesiyle “Hz. Meryem’in naibi”. Esma el Biltaci ise Rabia el Adeviyye Meydanı’nı evi bilen ve evinin davacısı bir gençlik olarak hanesini terk etmeyen, elinde Kur’an’dan başka silahı olmayan mümine bir genç kız. Şehide Esma’yı Allah’a verdiği sözü tutarken duyduk ama babasının mektubuyla daha yakından tanıdık. Dört erkek kardeşi olan Esma bize genç kızların ve hanımların da şehid olabileceğini, şehadetin cinsiyet değil niyet ve samimiyet meselesi olduğunu hatırlattı. Hatırlarsınız, İslam’ın ilk şehidi de bir kadındı. Şehid kelimesinin bir de müennesi vardı. KASIM 2013 / 304
35
Amellerin niyetlere göre kıymetlendiği bir ortamda onun hayat dersinin konusu şehadetti. Ayaklarını ve kalbini istikamet üzere sabitleyip dersine iyi çalışmış olmalıydı ki Allah Teâlâ da duasını kabul etti. O, şehadetinden iki gün önce gelinlikler içinde babasının rüyasına girendi. Ezher Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde öğretim üyesi olan babası Prof. Dr. Muhammed el Biltaci’nin ifadesiyle Esma bir öğretmendi. Her zaman derslerinde birinci olmasına rağmen öğrenmeye olan açlığı hiç dinmeyendi. Tarafsızlığın mümkün olmadığı bir itikadda Peygamber Efendimiz aleyhisselamın ifadesiyle ‘ya öğrenen, ya öğreten, ya dinleyen ya da bunları seven ol’ başlıklarından birinin altına mutlaka adını yazdırmalıydı. İyi biliyordu ki yok yazılmak bu başlıklardan beşincisi olmak demekti: Helak! O, şehadetiyle bizim haklı olduğumuzu ve düşmanımızın da batılın ta kendisi olduğunu gösterendi. Terleyen Ama Yorulmayan Bir Genç Kız Şehide Esma öğrenen, öğreten, dinleyen ve bunların hepsini sevenlerden biri olduğunu ispatlayarak bu başlıkların hepsinin de altına adını kanıyla yazdırdı. Üstelik de bunu ‘kız başına’ yaptı. O, tüm engelleri reddederek hürriyete sınırsızca âşık olandı. Esma, ‘amellerimden biri başkası tarafından görülse onu yapılmamış sayarım’ diyen zahide hanım Rabia el Adeviyye’nin isminin verildiği meydanda koştururken şehid düştü. Aklına deli gömleği giymiş keskin nişancılara rağmen Müslüman Kardeşler’iyle birlikte cihad ediyor, 36
DERGiSi
terliyor ama yorulmuyordu. Sabredenlerin müjdelendiği bir dine inanıyor ve sabrı karşısında buluşacağı müjdesini arıyordu. Hakkını vermiş olmalıydı ki Allah Teâlâ da onu şehadetle kucaklaştırdı. O, akranlarının uğraştığı işlerle meşgul olmayandı. Hız ve haz çağı mensubu modazede süslümanlar için şehide Esma’da örnek alınması gereken bir son ve hayat tarzı var. O bütün fotoğraflarında tebessüm ediyor. Çeçen mücahitlerin son nefesini verirken yaptığı gibi… Şehidler canlarıyla yeryüzünün damarlarına kan veriyor. Esma da bütün şehidler gibi ardında şefaatine nail olabilmek için Allah’a dua eden Kardeşler bırakıyor. Şehidler, ‘ölüyoruz, demek ki yaşanılacak’ cümlesinin altını çiziyor. Esma, zalimlere karşı başı dik bir şekilde direnirken göğsünden yediği kurşunlarla unutulmazlaşıyor. Her Şey Bittiğinde Hatırlayacağımız Şey En‘am 162’yi biyografilerinin başlığı yapan delikanlılar, petrodolarlarıyla bilmem kaç yıldızlı oteller yaptıran, futbol kulüpleri satın alıp Avrupa sosyetesinde keyif çatan ama Kardeşler’ine yardım etmek için cübbesini bile kıpırdatmayan
dilsiz şeytanlar karşısında dininin davacısı bir gençlik olarak Aliya İzzetbegoviç’in şu sözünü ümmete hatırlatmayı bir borç biliyor: “Her şey bittiğinde hatırlayacağımız şey; düşmanlarımızın sözleri değil, dostlarımızın sessizliği olacaktır”. Esma, 20. yüzyıl babalar ve oğulları yazdıysa 21. asır da babalar ve kızları destanlaştıracak cümlesindeki yerini aldı. O, başı dik, tağuta isyan ederek yaşayan 17 yaşında bir genç kızdı. Anadolu Ajansı muhabirinin Esma’nın abisi Ammar el Biltaci’ye sorduğu “Kardeşine bir mesajın var mı?” sorusuna abisi “Esma’nın benim mesajıma ihtiyacı yok” diye cevap veriyor ve ekliyor; “Onun şu an mutlu olduğunu hissediyoruz. Allah’tan bizi onun mertebesine ulaştırmasını diliyoruz”. Adem Özköse’nin İhvan’ın gençlik kolları sözcülerinden Ahmed Bedr’e Hüküm Dergisi için sorduğu soruya karşılık aldığı cevaplar bizim neyimiz olur? Buyurun birlikte okuyalım: Adem Özköse: 17 yaşındaki Esma Biltaci’nin, Hasan el Benna’nın torununun, İhvan’ın genel mürşidi Muhammed Bedii’nin oğlunun şehadeti Mısırlı gençler arasında nasıl bir etki oluşturdu? Ahmed Bedr: Siz sadece şehid Esma’yı tanıyorsunuz. İhvan’ın saflarında binlerce, on binlerce Esma var. Verdiğimiz her bir şehid binlerce Mısırlı gencin uyanmasına, dirilmesine vesile oluyor. Adem Özköse: Son olarak neler söylemek istersiniz? Ahmed Bedr: Şu an Mısır zindanlarında son olaylarda tutuklanan yüzlerce genç kız var. Tüm Müslümanları, yaşları 20 ile 25 arasında değişen bu genç kızların, bacılarımızın özgürlü-
ğüne kavuşmaları için ellerinden geleni yapmaya çağırıyoruz. Emin olun bu yazının meydana gelmesine vesile olanlar için yapabileceklerimiz bu satırları okumaktan daha fazlasıdır. Bu yazı bizi berekete ulaştıracak olan harekete geçmemiz için bir başlangıç, bir ilk adım ve kıvılcım olabilir. Çünkü ‘bir damla mürekkep bir milyon kişiyi düşündürebilir’. Adımız gibi bilelim ki ‘bizi harekete geçirmeyen iman sırat köprüsünden de geçirmeyecektir’. KASIM 2013 / 304
37
Fatih Yılmaz
fatih.yilmaz@ilkadimdergisi.net
geçmiş zaman olur ki
Helal Lokma ve
Az Yemek
M
üslüman, yedikleri şeylere çok dikkat etmelidir. Nerden geldiğini, helal mi, haram mı olduğunu iyice araştırmalıdır. Kişinin Allah’a yakınlaşması, ibadet ve taatının zevki, dua ve niyazının kabulü helal gıdaya bağlıdır. Zaten örnek insan aslını esasını bilmediği veya doğrudan haram olduğunu bildiği şeylere tevessül etmez. Kaliteli insan’ın şüpheliden dahi kaçınması lazımdır ki, kaliteli olduğu bilinsin. Şayet bunlara dikkat etmezse başkalarından ne farkı kalır? Kim onu yeryüzünde Allah’ın şahidi diye gösterir? Hiç kimse… Kamil insanın sadece yemek içmek hususunda değil; giyiminde ve kuşamında ve 38
DERGiSi
her türlü davranışlarında helal haram mefhumuna çok dikkat etmesi lazımdır. İbadetlerimiz vücudumuzun aldığı güç ve kuvvetle meydana gelmektedir. Helal
gıda, bünyeye ruhaniyet ve feyz verir. Aksi olan gıdalar ise kasvet verir. Ağırlık verir. Bu, ibadetlere yansıdığı gibi diğer bütün işlere de yansır. İnsan iyice hantallaşır ve tembelle-
şir. Atalet oturmayı, oturma ise dedikodu yaptırmayı alışkanlık haline getirir. Bu da kaliteli insana hiç yakışmayacak bir vasıftır. Merhum Necip Fazıl’ın şu ince ve hassas dokunuşu bize her şeyi anlatıyor: “Doymayan nefs, gözünü kara toprak doyursun, Soframıza, açlığı besleyenler buyursun!.., Yemek de nefsânî bir arzudur. Fakat yemeğe her başlayışta besmele çekilerek Allâh hatırlanmalıdır. Kişi yemeği tıka basa, nefsinin arzularına göre yememeli, ancak vücuda ibadetlerde güç vermesi bakımından yeterince yemelidir. Allâh’ın Rahmân ve Rahîm olduğu, sonsuz merhametiyle ikrâm ettiği nîmetlere mukâbil şükretmenin bir vazîfe olduğu şuuru Müslüman’a telkîn edilmiştir. Muhyiddin Arabî de bu konuyla ilgili olarak: “Sakın göbek büyütmeyesin. Çünkü bu zekâyı giderir. Yaşamak ve Rabbine itaat etmek için ye. Yemek için yaşama ve göbek bağlamak için yeme. Helal lokmalarla doldurulan karından daha kötü kap yoktur. Onun için belini doğrultacak lokmacıklar ye.” diyor. Hazreti Mevlana (kuddi-
se sirruh) der ki: “Cesedine yağlı ballı şeyleri az ver. Çünkü tenini besleyen, nefsanî arzulara düşüyor ve sonunda rezil olup gidiyor.” “Ruhuna manevi gıdalar ver. Olgun düşünüş, ince anlayış ve ruhi gıdalar sun da, gideceği yere (ukba alemine) güçlü, kuvvetli gitsin!..” Bu husus da büyükler: “Yerken ağzınıza girene, konuşurken ağzınızdan çıkana dikkat ediniz.” buyururlar. O halde, kâmil insan helale ve harama azami ölçüde dikkat edecek. Çünkü “Haramın ahirette cezası, helalin de hesabı vardır.” Bu cümle çok önemli, içinde Allah korkusu taşıyan insan, harama ve helale azami ölçülerde riayet edecek. Az yiyecek, helalinden yiyecek. Az yiyecek, vücudun ihtiyacı kadar… Aşırıya kaçmadan, mideyi tıka basa doldurmayacak ki, gaflete dalanlardan olmasın. Az yiyen kişi ibadetlerini de muntazaman uyanık bir şekilde yapar. Sağlıklı, sıhhatli ve dinç olur. Nefsini dizginlemesini bilir, onu emreden konumundan çıkarıp boyun eğer hale getirir. Gönüller sultanı Mevlana Hazretleri’nin, hizmetçisine: - “ Bu gün evimizde yiyip
içecek bir şey var mı?” diye sorup, hizmetçisinin de: - “Hayır, hiç bir şey yok” diye cevap vermesi üzerine sevince gark olup ellerini Yüce Dergâh’a açarak: -”Allah’ım, sana şükürler olsun ki, evimiz bugün Peygamber evine benziyor” diye Muhammed Mustafa –aleyhisselatü vesselam-‘ın yolunun tozu olduğunu gösterdiğine şahit oluyoruz. Kendi kendimize şöyle bir düşünelim; akşam evimize gittiğimiz de soframızın hazır olmadığını gördük. Acaba hanımımıza karşı o anki tepkimiz nasıl olur? -“Hanım ne iyi olmuş, bu gün evimiz peygamber evine dönmüş, Allah bizleri O büyük peygamberin ayağının tozu etsin” mi deriz? Yoksa kadıncağıza olmadık hakaretleri mi sayarız? Bence ekseriyetin ikinci şıkka daha yakın olduğudur. Her şeyi o anda unutur ve sinirler doruk noktasına erişir. Bu durumda üç gün üst üste arpa ekmeği yemeyen, saadet hanelerinde gün olup hiç yiyecek bir şey bulunmadığı bilinen Rasulü Kibriya -aleyhisselatü vesselam-‘dan öğrenecek çok şeylerimizin olduğu kanaatindeyim. KASIM 2013 / 304
39
Abdullah Gülcemal a.gulcemal@ilkadimdergisi.net
la havle “Türküm, doğruyum, çalışkanım...
Andınız-Anmadınız
P
rof.Dr. Ahmet İnan “Atatürk Hakkında Hatıralar ve Belgeler” adlı eserinde anlatıyor:
“1933 yılının 23 Nisan Çocuk Bayramı idi. O, heyecanla Çankaya Köşkü’ne geldiği vakit, Atatürk’ün yanında bana bir kâğıt uzattı ve şunları anlatmaya başladı. ‘Sabahleyin ilk bayramlaşmayı kızlarımla yaptım. Onlara bir şeyler söylemek istediğim vakit, bir and meydana çıktı. İşte Cumhuriyetimizin 23 Nisan çocuklarına armağanı.’ dedi. 1933-2013… Tam 80 sene !... Hepimiz içtik bu andı… Kiminin ağzı yandı, kiminin içi yandı… Efendim, bu andın mucidinin 1933 yılındaki Milli eğitim Bakanımız Doktor Reşit Galip olduğunu elbette biliyorsunuz da; • Peki, “halkı rahatsız edici” fikirleriyle Atatürk’ü etkilediğini, • İlk eğitimini öğrencilerine Yahudi inancını aşılamak amacıyla kurulan Alliance İsraelite İlkokulu’nda aldığını, • Kendisinin eski bir ittihatçı olduğunu, • Nice İslâm âlimlerini ve şeyhleri idam sehpalarında katleden İstiklâl Mahkemelerinin üyesi olduğunu, • İslâm Dininde reform yapılması gerektiğini savunarak Ezan ve Tekbir’in Türkçeleştirilmesini sağladığını, • İlk Türkçe Ezan çevirisinin bizzat kendisi-
nin yaptığını,
• Irkçı tezlerin bir ürünü olan kafatası öl-
çümleri kapsamında Atatürk’ün başını da bizzat ölçerek kayıt altına aldığını da biliyor musunuz? • Hatta Andında da belirttiği gibi daha da ileri giderek; “Müslümanlık; Türk’ün Milli Dini” adlı tezinde, Hz.İbrahim, Hz.İsmail ve Hz.Muhammed 40
DERGiSi
(s.a.v.)’in Türk olduğunu iddia ettiğini de biliyor musunuz? İşte bu reşit Galip’in 1933 yılında Milli Eğitim Bakanı olarak yayımlamış olduğu bir genelgeyle artık bizimde bir andımız oldu. 1972-1997 yıllarında yapılan bazı değişikliklerle nihayet bugünkü son şeklini aldı. Son şekline son bir defa bakalım mı !? “Türküm, doğruyum, çalışkanım, İlkem; küçüklerimi korumak, büyüklerimi saymak, Yurdumu, milletimi, özümden çok sevmektir. Ülküm; yükselmek, ileri gitmektir. Ey Büyük Atatürk! (Sanki küçüğü, ortası varmış gibi) Açtığın yolda, gösterdiğin hedefe, durmadan yürüyeceğime and içerim. Varlığım Türk varlığına armağan olsun. Ne Mutlu Türküm diyene !” Evet, bu andı tam 80 sene milletçe içtik. Bir faydası oldu mu? Şahsen ben bir faydası olduğuna inanmıyorum. Çünkü ne bu andı içtiğimde Türklük şuurumda bir artış oldu… Ne de içmediğimde bir eksilme… Evet, Türk ırkındanım. Irkımı severim ama ırkçı değilim… Şöyle bakıyoruz da sahnenin sağında ve solundaki iribaşlara; ne kadar eğri, ne kadar tembel, ne kadar saygısız ve küstah varsa hepsi de ölçüsüz and içenlerden… Çocukluk günlerimi hatırlıyorum. İlkokul 3. Sınıfa kadar ayakkabı yoktu ayağımda. Yalınayak giderdim okula. Yaz-kış, sıcak-soğuk, yağmur-kar demeden and içerdik.
Ayağımızın birini kaldırıp birini indirerek and içerdik. Parmak uçlarımız morararak donan ellerimizi siyah önlüklerimizin kolları içine çeke çeke and içerdik. Gözlerimizden yaş akardı, soğuktan kızaran burnumuzu çeke çeke and içerdik. Bir de evlerimizden kış günü odun veya tezek götürürdük sınıftaki sobaları yakmak için ama ne yaktığımız soba dışımızı ne de içtiğimiz and içimizi ısıtırdı… Üşürdük… Hep üşürdük… Bir gün okula geç kalmıştım da and içmeye yetişemediğim için okul Müdürümüz Hasan Hoca’dan temiz bir sopa yemiştim. Eve gelip söylediğimde rahmetli ebem; “elleri kırılsın emi o Hasan Hoca’nın… Soluğu sapasıca… Çocuk sabahleyin evde ısıcak çorbasını içti gitti bi de orda and içmedi diye niye dövüyorsunuz? ” demişti… Bu milletin çocuklarına; “Elhamdülillah Müslümanım” demenin mutluluğunu yaşatmamak için mi bize böyle yıllarca, soğuk, tazı-tuzu olmayan bir and içirdiler ?... Kimi zoraki içti… Kimi içiyor gibi yaptı… Hani Neyzen Tevfik’e arkadaşları bir daha içki içmemek üzere yemin ettirmişler de, birkaç gün sonra onu meyhanede elinde rakı şişesiyle görünce; “Ne oldu Neyzen? Hani bir daha rakı içmeyeceğine and içmiştin ?” deyince; Neyzen “Dostum biz kalender insanız and bulur and içeriz, rakı bulur rakı içeriz.” demiş ya !... Önce and içirdiler bu milletin çocuklarına… Sonra; o and öyle bir bağımlılık yapmış olmalı ki; şimdi ne bulsalar onu içiyorlar !... Rakı, şarap, viski, bira, esrar, eroin, sigara, izm, ideoloji, futbol vs.. uyuşturucu adına ne varsa… Zaten önemli olan da insanı ve insanlığı uyuşturup insanın Rabbi ile bağını kopararak nefse, şeytana ve kula kul etmektir. Yani uyuşturucunun türü önemli değil. Önemli olan uyuşturmak… Yıllarca bir fâniyi andınızda ne oldu? İsli bir çıra gibi yandınız da ne oldu?
İbret çoktur alana, bak yağmaya talana, Seksen sene yalana kandınız da ne oldu? Siz gittiniz yatıya, temel küstü çatıya, Yönünüzü batıya döndünüz de ne oldu? Nihayet, öğrenci andı hükümet tarafından kaldırıldı. İyi mi oldu kötü mü? İyi oldu Allah razı olsun diyen de var… Kötü oldu Allah bu hükümetin belâsını versin diyende… Darbeye teşebbüsten dolayı yargının verdiği cezayı protesto için mahkeme önünde and içen aklı evveller olduğu gibi, Türk Bayrağı üzerine öğrenci andını yazıp da çerçeveleyerek teşkilâtlarına gönderen parti başkanları da var güzel ülkemde… Hakikaten siz ey and içiciler !... Bunca yıl hep birini andınız da, hiç “BİR” i anmadınız… And sadece okullardan kaldırıldı, hayattan değil… Bundan böyle hayatta bir ömür boyu and içmeye devam edebilirsiniz… Meselâ; sabah kahvaltıya oturmadan önce, bütün çoluğu-çocuğu toplayıp önce güzelce bir and içer, sonra kahvaltınızı yapabilirsiniz… Meselâ; bütün kamu görevlileri görev yaptıkları il veya ilçe merkezlerinde bulunan en büyük Atatürk heykelinin önünde topluca andlarını içerek mesaiye başlayabilecekleri gibi, akşam mesai bitiminde de yine aynı yerde görevlerini gönül huzuru içinde yerine getirebilirler… Meselâ; telefon görüşmelerinizde muhatabınızla karşılıklı olarak önce andınızı içer, sonra konuşabilirsiniz… Meselâ; camiî avlusunda cenaze namazının kılınmasından önce ve sonra, cemaat tarafından birer defa and içilmesini vasiyet edebilirsiniz… Meselâ; mezarlıkta defin işleminden sonra Yaşar Nuri Öztürk ve Zekeriya Beyaz gibi çağdaş ve Atatürkçü bir din adamı tarafından telkinin and içerek yapılmasını isteyebilirsiniz… Tabi bunların hepsi demokrasinin faziletleridir… Cumhuriyetin kazanımlarıdır… Kıymetini bilelim efendim… KASIM 2013 / 304
41
İbrahim Çiftçi
ibrahim.ciftci@ilkadimdergisi.net
..
soz meydanı
“ 88 yıl önce Arap elifbası yasaklandı, Latin alfabesine dayanan ‘yeni Türk harfleri’ kabul edildi.”
Düşünen ve Yapanların Gerekçeleri Tarihçe: Türkler 10. yüzyıldan itibaren İslam dini ile birlikte (İslam kültürünün vazgeçilmez ögesi sayılan) Arap alfabesini de Türkçe ses sistemine uyarlayarak benimsemişlerdi. Bunu izleyen 900 yıl boyunca Türkçenin gerek Batı (Osmanlı) gerek Doğu lehçeleri, Arap alfabesinin Türkçeye uyarlanmış bir biçimi ile yazıldı. Türkiye’de alfabe reformu önerileri 19. yüzyıl ortalarından itibaren duyulmaya başladı. Teklifler Osmanlıca yazısının düzeltilmesini isteyenler, Latin alfabesinin kabulünü isteyenler şeklinde ikiye ayrılıyordu. Osmanlıca yazısının düzeltilmesini isteyenler bu yazının Türkçenin ünlü seslerini ifade etmekte yetersiz kaldığını ileri sürüyorlardı. Batı kültürüne duyulan hayranlık veya Avrupa’nın üstünlüğüne olan inanç, Latin alfabesine hayranlığın sebebiydi. Öyle ki 1850-60’lardan itibaren Türk aydın sınıfının tümü Fransızca biliyor ve aralarındaki yazışmalarda Fransızca kullanacak kadar bu dili benimsiyordu. Telgrafın yaygınlaşmasıyla birlikte, Türkçenin Latin alfabesiyle ve Fransız imlasına göre yazılan bir biçimi de benimsemeyi körükledi. Hatta Beyoğlu, Selanik, 42
DERGiSi
İzmir gibi kozmopolit çevrelerde dükkân tabelaları ve ticari reklamlarda çoğu zaman bu yazı kullanılmaya başlamıştı. İkinci Meşrutiyet döneminde, Türk kimliğinin ön plana çıkartılıp Müslüman kimliğinden bağımsız tanımlama çabaları, özellikle İttihat ve Terakki’ye yakın aydınlar, Jön Türkler ve Dış Türkler arasında ağırlık kazandı. Çünkü mevcut alfabeye temel olan Arap yazısı İslam kültürünün ayrılmaz bir parçası sayıldığı için, bu yazının terk edilmesi aynı zamanda Türk kimliğinin laikleşmesi anlamına gelecekti. İlk Teklifler: Latin alfabesinin Türkçeye uyarlanması görüşü ilk kez 1860’lı yıllarda Azerbaycanlı Feth Ali
NOT: Şiir dâhil her türlü çalışmanızı “ Kültür ve Sanat Sayfası” olan “ SÖZ MEYDANI” na elektronik veya klasik posta yoluyla gönderebilirsiniz. Bekliyorum. ibrahim.ciftci@hotmail.com
Ahundzade tarafından ortaya atıldı. Ahundzade ayrıca Kiril alfabesi kökenli bir de alfabe de hazırlamıştı. 1908-1911 döneminde Latin esaslı yeni Arnavut alfabesinin benimsenmesi, Türk aydınları arasında da yoğun tartışmalara neden oldu. 1911’de Elbasan’da bazı İslam âlimlerinin Latin harflerinin şeriata aykırı olduğuna dair fetvasına karşı sert bir polemiğe bir taraf olarak giren Hüseyin Cahit, Latin esaslı Arnavut alfabesini savunmakla yetinmeyip Türklerin de aynısını uygulamalarını önerdi. 1911’de İttihat ve Terakki Cemiyetinin Arnavut kolu Latin esaslı alfabeyi kabul etti. 1911 yılında Manastır-Bitola’da Latin harfleriyle Eças (Esas) adlı ilk Türkçe gazete yayınlandı. 1914 yılında Kılıçzâde Hakkı’nın yayınladığı Hürriyet-i Fikriye adlı dergide çıkan beş imzasız makale, Latin harflerinin yavaş yavaş kullanılmalarını öneriyor ve bu değişikliğin kaçınılmaz olduğunu ileri sürüyordu. Atatürk ve Harf Devrimi: M. Kemal’in bu konuyu ilk 1900’ lü yılların başında düşündüğü ve H. Edip’le paylaştığı bilinmektedir.” 1927’de Filistin’de bir Yahudi’nin Latin harfleriyle ama İbranice yayımladığı kitabı görmezden gelemeyiz. İthamar Ben-Avi adlı bu Latin harfleri savunucusu, dindar Yahudilerce topa tutulmuş ve ilhamını Türklerden aldığı iddia edilmişti. Ben-Avi ise kendini şöyle savunmuştu: ‘Bu fikri ben Atatürk’ten almadım, aksine onun ilham kaynağı benim. 1911’de Kudüs’e geldiğinde Mustafa Kemal’e Osmanlının geleceğinin Latin harflerinde yattığını anlatmıştım, o da ikna olmuştu. Hatta ‘Latin harflerinin şerefine’ diye beraber kadeh kaldırmıştık! ” 1922 de H. Cahit’in “Neden Latin harflerini kabul etmiyoruz?” sorusuna ”Henüz zamanı değil.” Demesi de o tarihlerde, politik, dini ve kültürel anlamda muhalefetin güçlü olmasından dolayıdır. 1928 de belirtilen muhalefetin susturulması ve M. Kemal’in otoritesini kurması değiştirme ortamını da oluşturmuş ve ilk deneme ve tepki ölçme olarak rakamların değiştirilmesi gerçekleştirilmiştir. Önemli bir tepkinin gelmemesi üzerine, hemen
alfabe değiştirilmesine yönelik komisyon oluşturulur. K. Karabekir’in “İslam bütünlüğüne zarar verir” diye 1923’te reddettiği Harf Devrimi 1928 de kabul edildi. M. Kemal Q harfini reddetmiş, 5 ila 15 yıllık geçiş süreci teklifine de “Bu iş ya üç ayda olur ya da hiç olmaz.” diye karşı çıkmıştır. “Alfabe tamamlandıktan sonra 9 Ağustos 1928’de M. Kemal alfabeyi Cumhuriyet Halk Partisi’nin Gülhane’deki (Ah Gülhane sen neymişsin. Avrupa’ya teslimiyetin sembollerinin sunum merkezi oldun. Tanzimat Fermanı da burada okunmuştu.) galasına katılanlara tanıttı. 11 Ağustos’ta Cumhurbaşkanlığı hizmetlileri ve milletvekillerine, 15 Ağustos’ta da üniversite öğretim üyeleri ve edebiyatçılara yeni alfabe tanıtıldı. Ağustos ve Eylül aylarında da Atatürk farklı illerde yeni alfabeyi halka tanıttı.” 8-25 Ekim tarihleri arasında resmi görevlilerin hepsi yeni harfleri kullanımla ilgili bir sınavdan geçirildi.” İki Araştırma , iki Tesbit: Sevan Nişanyan’ın “Yanlış Cumhuriyet” isimli kitabında Harf Devrimi üzerine düşüncelerini istatistikî olarak anlatılmıştır. “Milli bir seferberlik olarak benimsenen ve olağanüstü bir ısrarla sürdürülen okuryazarlık kampanyasına rağmen, 1927-35 arasında yeni okuma-yazma öğrenenler resmi rakamlara göre Türkiye nüfusunun sadece % 10.3’ünü (1927’de okuryazar olmayan nüfusun % 11.2’sini) bulmuştur. Oysa, örneğin 1960-70 yılları arasında okuryazar sayısındaki artış, toplam nüfusun %27.2’si ve 1960’ta okuryazar olmayan nüfusun %40.1’idir. Bu rakamlar, okuryazarlık artışında belirleyici olan etkenin harf devrimi olmadığını düşündürmektedir. Harf devrimini izleyen yıllarda gazete satışlarında görülen ve yaklaşık yirmi yıl boyunca telafi edilemeyen düşüş ise, harf devriminin, okuryazarlık oranını artırmak şöyle dursun, azaltmış olabileceği olasılığını akla getirmektedir.” Mustafa Armağan: “Ankara üniversitesi TÖMER Dil Öğretim Merkezi araştırmasının sonucu ilköğretim okullarında okutulan ders kitaplarının içerdiği kelime ve kavram sayısı ülkelere göre şu şekildeymiş. KASIM 2013 / 304
43
ABD: 71.681 Almanya 70.400 Japonya: 44.224 İtalya 31.762 Fransa: 30.193 S. Arabistan 13.579 Türkiye: 7.260 Bu rakamlar diyor ki ilkokulu bitiren bir Amerikan çocuğu 70 bin kelime öğreniyor. Aynı yaştaki bir Türk çocuğu ise 7.000 kelime… “BİR MİLLETE YAPILACAK EN BÜYÜK KÖTÜLÜK, ONUN DİLİYLE OYNAMAKTIR.” Bu söz Goethe’ye aitti galiba. Sözün doğruluğundaki dehşete bakın ki, onu Türkçeye çevirince: ‘Adamın kucağına oturup diliyle oynamak’ gibi bir anlam çıkıyor.” Değerlendirmeler:
1987, 1996, 1999, 2005… Evet hepsi de Avrupalı olmak için yaptığımız ama içeriği farklı olan başvurularımızdır. Tanzimat Fermanıyla başlayan Islahat Fermanı, I. ve II. Meşrutiyet, Cumhuriyet, Nato, Ortak Pazar, AB’la devam eden bir serüvenin tarihleri. Neler yaptık, neler yapmadık bu Avrupa için bir hatırlasak. Orhan Veli, Neler yapmadık şu vatan için! Kimimiz öldük; Kimimiz nutuk söyledik. Diyor mısralarında. Biz de Avrupalı olmak için Akbaba’da yayınlanan neler yaptık-neler yapmakarikatürün altındaki tarihe dık ki! Diyebiliriz iki asra dikkat. 1928 Ağustos’unda Akbaba yakın bir zamandır. Biz dergisinde çıkan bu karikatürün altına ısrar ettik onlar mazeret ürettiler, yeni şartlar ile“31 Ağustos zaferi” diye yazılmış olması, Arap harflerinin Yunanlılar ri sürdüler. Biz “ne olur alın.” dedik onlarda “hagibi ‘düşman’ kategorisinde yır almayız.” dediler.
Devrim mi inkılâp mı? Ne fark eder sonuç beni mut- görüldüğünü resmeden örneklerden lu etmedikten sonra demiş Harf Devrimi de bu sadece biridir. ya soruya soranın muhatabı. yaptıklarımızdan en bü“Karaoğlan” lakaplı ölen poyüğü nerdeyse. Yani Avlitikacıların bir sloganı ”düzen değişmeli” idi. Er- rupalı olmak için tepeden bir milletin en temel zurum mitinginde “politikacının “düzeni değiştire- değerinin değiştirilmesinin adıdır harf devrimi. ceğiz” demesine bir dadaş cevap veriyor. “Düzen Harf devrimi mi yoksa şapka kanunu mu mildeğişse ne fark eder düzenekten geçen hep ben let ve din açısından daha önemlidir? Elbette Harf olunca… Ziya Paşa’nın: devrimi diyeceksiniz. Peki, harf devrimine karşı “Eyvah bu bâzîçede bizler yine yandık niçin hiçbir tepki gösterilmedi. İnkılâplar içerisinde en radikali ve günlük hayat üzerinde en etkilisi Zîra ki ziyan ortada bilmem ne kazandık. olduğu halde yeterince tartışılmadı. “Avram GaBeytinde dediği gibi hep ziyan eden Müslü- lanti ve Fuat Köprülü gibi itiraza kalkanlar da kısa man. İster devrim ister inkılâp zarar ortada. Baka- sürede muma çevrildiler.” Şapka her kesimi (hem lım ve karar veriniz zarara kâra. halk hem de üst tabakayı) ilgilendiriyordu, harf Sıraladığım tarihlerin neyi hatırlattığını düşü- devrimi ise daha çok okumuşları ilgilendiriyordu nelim: 1839, 1856, 1876, 1908, 1923, 1952, 1963, ondan denilebilir mi? 44
DERGiSi
25 Kasım 1925 tarihinde mecliste kabul edilen “Şapka İktizası Hakkında Kanun” sonrası gösterilen tepkilere karşı kanunun kabul edildiği 25-26 Kasım 1925 tarihlerindeki büyük çaplı gösteriler akabinde İstiklal Mahkemelerince âlim ve şeyh lakaplı Erzurum’da 13, Kayseri’de beş, Sivas’ta iki, Rize’de sekiz, Maraş’ta beş olmak üzere 33 kişi idam edilmiştir. Bu kararlarla hakiki muhalefet sindirildiği için mi hiç tepki olamamıştır. Karar okuyucunun olsun. Harf devrimi bir milletin daha geniş anlamıyla bir ümmetin 900 yıllık kültürel ilmi dini medeniyet birikiminin yok edilmesidir. Köklerinden koparılmasıdır. Okumuş yazmışların, âlimlerin, münevverlerin bir günde sıfırlanması cahil konumuna düşürülmesidir. Cemil Meriç’in dediği gibi 3 Kasım 1928’den itibaren kütüphaneler birer “tuğla yığını” na dönecek, 900 yıllık birikimin üzerinden asfalt geçirilecekti. Mahir İz’ in hatıralarında geçtiği üzere Latin harflerini kazara önceden öğrenmiş öğrenciler, hocalarının hocaları olacaklardı! Bu köklü değişimden etkilenmeyen ‘mutlu azınlık’ ise yabancı okullardan mezun olanlardı. Onlar yarışa bir adım önde başlayacak ve yeni oluşturulan bürokrasinin çekirdeğini oluşturacaklardı. Nitekim de öyle olmuştur. Bürokrasi de 1970’ lere kadar göğsünü gere gere Müslümanlığını söyleyen ve yaşayan üst düzey bürokrat yoktur. Şu anda Hala Osmanlıca seçmeli ders olsun deniliyorsa harf devrimi bizi Osmanlıca kullanılan 900 yıldan kopardığının işaretidir. Kendi Milli marşını anlamak için sözlüğe bakmak zorunda olan tek milletiz galiba. Bilmem işgal edilen ülkeler bu zulmü yaşamış mıdır? Not 1: Dünyada iki ülke daha alfabe değiştirmiş: Biri Vietnam(Latin harflerine geçmiş.) Diğeri İsrail (Latin harflerini terkle İbrani Alfabesine dönmüş.) Not 2: Nasıl kitap yakıldığını, yazanların ve okuyanların nasıl cezalandırıldığını, bu konudaki TC rekorunu bir başka sayıda okumak için İlkadım’ı takip ediniz.
İbrahim ÇİFTÇİ
Dehrin Semizi Kaldırırsan göreceksin şu zamânın tülünü Hangimizden silivermiş bir esaret külünü? Yıldı herkes dikeninden, koparırken gülünü. Sabredenler görür ancak şu hazan bülbülünü. Genç zamânım, ne de sür’atlice geçtin bölümü, Dehri ancak görebildik tanımışken ölümü! Gencecikken şu tek aşkım bana sendin be zaman! Nerde geçtin bilemezdim okunurken şu ezan. Hep namazdan kaçışırdın ne yamandın ne yaman! Şimdi artık hoca oldun, sığınılmış ki liman. Genç zamânım, ne de sür’atlice geçtin bölümü, Dehri ancak görebildik tanımışken ölümü! Gündüz ekmek arıyorduk, gece uykuydu güyâ, Şu sabahlar gece olmuş, gece bitmez ki rüyâ(!) Bir de tâtil geliversin diye baktın mı aya, Şimdi artık şişiverdim ve de uçtum havaya! Genç zamânım, ne de sür’atlice geçtin bölümü, Dehri ancak görebildik tanımışken ölümü!
NESBEL
fâ i lâ tün / fe i lâ tün / fe i lâ tün / fe i lün KASIM 2013 / 304
45
imbik
Nuri Ercan
nuri.ercan@ilkadimdergisi.net
Haber Uğruna Bir Dönüşümün Hikâyesi
O
rtalama her mü’minde olması gereken zaman algısını yitirmiş durumdayız. Daha kötüsü, zamanı değerlendirme konusunda aramızda her hangi bir ittifaktan söz etmek de mümkün değil. Müslüman geleneğindeki, günün beşe bölünmesi sadece teoride kalmış gibi. Gecelerimizden çalarak günümüzü daha da uzatma gayretindeyiz. Akşama kadar ev dışında allak bullak olan zihin yapımızı, geceleyin dinlendirmeyerek, yeniden yorma konusunda bizden daha maharetli topluluklar var mı, düşünmek lazım. Akşam karanlığı yerkürenin yarısını bürümeye başladığında canlıların büyük bir kısmı gecenin sükûna erdirici kollarına kendini teslim ederek istirahata çekilir. Bu eylem, aslında gecenin taşıdığı şer potansiyelinden korunmak anlamına gelir. Bu gerçeği kabullenmekte zorlanan tek varlık insandır. Hane-i saadetlerimize vasıl olur olmaz elimizin altındaki kumandanın tuşlarına tıklayarak
46
DERGiSi
sanki güne ilk adımlarımızı atıyorcasına yorgun zihnimize yeniden mesai yaptırmaya gayret etmekteyiz. Üstelik uzaktan kumanda ettiğimiz cam ekrandan zihnimize akıttığımız malumatın kahır ekseriyetinin bizimle ilgili olmadığın bile bile... “Bir fasık haber getirdiği zaman onu araştırınız, yoksa bilmeden bir topluluğa çatıp pişman olursunuz” emr-i ilahisini zihnimizin bir köşesinde tuttuğumuz halde, ne var ne yok bütün haberleri öğrenme merakını engelleyemiyoruz. Elde edeceğimiz verilerin sadece para kazanmak maksadı ile hazırlanmış olduğunda hiçbir şüphemiz olmamasına rağmen. Depoladığımız kırıntı bilgilerin aslında bizleri enformatik cahiller katmanına sürüklediğini düşünüyor olduğumuz halde. Bu gün nerdeyse dünyanın tamamını işgal etmiş olan beynelmilel medya kuruluşları, Edvard Said’in yıllarca öncesinde kendi zamanının medyasını tanımlarken ortaya attığı enformatik cehaletin kat kat üzerine çıkmış durumdadır. Diğer taraftan
onun kitaplarından birine ad olarak uygun gördüğü “Enformatik Cehalet”, medyayı sorgularken elimizde bulunan en önemli fenomenlerden biri olmuştur Her hangi bir tuşa tıklar tıklamaz medya kanallarının cehalet musluklarını açmış oluyoruz. Böylece tazyikle üzerimize fışkırtılan haber ürünleri beynimize sorgusuz sualsiz geçmiş oluyor İyi ya da kötü, doğru ya da yanlış, faydalı ya da faydasız, ne var ne yok... Hepsini öğrenmiş oluyoruz. Kimine sinirleniyoruz, kimine kafa sallıyoruz. Bir kısım haberler bizi güldürürken, bir kısmına da ağlıyoruz. Dünyada ne olmuş ne bitmiş, hem de görerek öğrenmiş oluyoruz. Günün yorgunluğunu güya gidermiş oluyoruz! Sahi bir mümin akşam vaktinden gece yarılarına kadar televizyonun naklettiği her şeyi düşünmek zorunda mıdır? Dünyada olan biten her şeyi bilmek farz mıdır, vacip midir, yoksa sünnet midir? Allah’ın bize emanet ettiği ruhî - manevi yapı bizzat kendimizin razı olduğu medya saldırılarına dayanabilir mi?
Dünya yüzeyindeki aç, mazlum, savaş mağduru insanları seyretmek, çaresizliğimizi perçinlediğinden aslında onların her gün biraz daha unutulması anlamına gelmez mi? Haber uğruna, evimizdeki fertlerin halini ahvalini sormadığımız aklımıza bile gelmiyor. Üstüne üstlük, onları da kendimize benzetiyoruz. Hane halkı da bizim önderliğimizde, önce bize göre seyredilmesi elzem olan programlara aşina oluyor; sonra seçme özelliğini yitirerek beyaz camın tiryakisi oluyorlar. Derken televizyonun hâkimiyeti aile kararıyla tescil edilmiş oluyor. Peki, bugün televizyon ve ürettiği kültürün faydaları ve zararlarının nerdeyse hiç tartışılmadığı bir ortamda yaşayan fertler konumunda isek bunun sebebi nedir? Bizler haramları, mekruhları konuşmadan tartışmadan hiçbir şeye cevaz vermez bir neslin devamı iken, bu gün bu hallere neden düştük? Nasıl oldu da kahır ekseriyetimiz mübtela-i televizyon oldu. ”Fitnevizyonlar” hangi meşru kabul neticesinde gözümüzü kırpmadan binlerce lira saydığımız televizyonlara dönüşüverdi Hemen karşı mahalleye suçlamak yerine kendi rolümüzü gözden geçirmek zorundayız. Yarım asır öncesinin başlarında haber, seyredilmez dinlenirdi. Dinleme ameliyesini gerçekleştiren radyolar çok kıymetli olduğundan herkesin evinin başköşesinde taht kuramazdı. Haber dinlemeye “ajans dinlemek” tabiri uygun görülmüştü. Ajans
dinlemek için saatlerin feda edilmesine gerek yoktu. İşi olmayanlar günde birkaç defa saat başlarında, onu da savaş ve kıtlık zamanlarında gerçekleştirirler; işi gücü olanlar günde bir defa ajans dinlemeyi yeterli görürdü. Bu ise her hangi bir müptelaya sebep olmadan sürdürülebilir hafif bir alışkanlık olurdu. Bu dönemlerde inananların maruz kaldığı acı hikâyeyi hatırladığımızda nasıl bir kışkırtma ile karşı karşıya kaldığımız daha iyi anlaşılacaktır. Yılların geçmesi beklenmeden radikal değişikliklerin yaşandığı “devrimler” sürecinde, yüzyıllardır memleketin taşına toprağına damgasını vurmuş olana hâkim kültür bir anda yok sayılmış, taşıyıcı değerler tarumar edilmişti. İbadethanelerimizin ahırlara dönüştürülmesini emredenler zerre miktarı hayâ taşımıyorlardı. Bu zihniyet, kılını bile kıpırdatmadan Kutsal Kur’an’ın okunması, okutulmasını da yasaklayabilmişti. Minarelerden bir vakit önce duyduğu ezan sesi yerine karmaşık sesler duyan dindar insanlar elem ve kedere kapılmaktan kendini alamamıştı. Her şeye rağmen devletine isyan etmeyen Anadolu’nun saf insanı, kendilerinin Cumhuriyet kurulurken belirlenmiş iki düşman kesimden biri olduklarını yıllar sonra öğrenecekti. Evet, düşman ilan edilmişlerdi. Çanakkele’de ve Kurtuluş Savaşı’nın gerçekleştiği bütün cephelerde düşmana karşı savaşmanın bedeli olarak düşman ilan edilmişlerdi. Resmi kanalların ezme ve sindirmeyle yok etme faaliyet-
leri karşısında, müslümanların devletle ve devletin beslemesi medya kuruluşları ile barışık bir halde yaşaması elbette düşünülemezdi. Buna rağmen her kesim kendi mücadelesini sürdürmekten vazgeçmiyordu. O vakitleri hatırlayanlar bilirler, dindar kesim, fikirleri yayma ve kendilerini isbat etme hırsı ile dolup taşıyordu. Üç-beş Allah dostunun daha önce attığı tohumlar meyveye durmuş, öbek öbek gruplar Allah’ın davasına sahip çıkmaya başlamıştı. Ortaya bir dava gelmişti. Dava arkadaşlığından dolayı insanlar birbirlerine daha çok kenetleniyordu. Zihinlerdeki küçük bir kıvılcım dava sahiplerini ateşlemeye yetmekte idi. Günlük aktivitelere sabah namazından sonra başlanırdı. Ülkenin meşhur camileri namaz sonralarında yapılan eylemlerle anılır hale gelmişti Bir dava adamı tek başına bir gazete çıkaracak donanıma sahipti. Bir dergi çıktığında bütün ülkede yankı yapardı. O dönemlerde her önüne gelen kitap yazmazdı; yazabilenler ise kitaplarından takip edilirdi. İslâmî özellikleri öne çıkan yeni bir gazete çıktığında, o gazetenin reklamı belediye otobüslerinin koltuklarında sayfaları gururla açılarak yapılırdı. Aynı zaman dilimlerinde, yönetenlerle dindar insanlar arasındaki makas açılıyor, dindar insanların kendinden bir şeyleri toplumda görme isteği arttıkça artıyordu. İnançlarını çekinmeden izhar etmeleri ve bu konuda hiçbir kınamaya maruz kalmamaları en doğal hakları idi. Geçmişte yapılan zulümlerin, KASIM 2013 / 304
47
suçsuz yere idam edilen hoca efendilerin, acıları henüz dinmemişti. Bu acı gerçekleri, topluma haykırmak gerekiyordu. Bunun için de, teknoloji ile mütemadiyen yenilenen medya araçlarını kullanmak zaruret halini alıyordu. İnanıyorlardı ki, anlatılacak çok şeyleri vardı. Haklıydılar da. Büyük bir medeniyetin temsilcisi olmak bunu gerektiriyordu. Ancak, sosyal hayatı düzenleyen bir dine sahip olmalarına rağmen, dinlerini toplumsal hayata aktarmaya çalışmalarının kendi ülkelerinde suç kabul edilmesini sindiremiyorlardı. Öbür taraftan yaşadıkları vatan topraklarında, kimliklerini belli etmeden yaşamaya zorlanmaları yüreklerini dağlıyordu. Devlet tarafından varlıkları ile yoklukları eşit kabul edilen topluluk olarak algılanmakla birlikte inançlarını ifade hürriyeti de tanınmıyordu. Resmi iletişim kanalları her türlü dini faaliyete laiklik endişesi ile kapılarını kapalı tutuyordu. Gayrı resmi medya da inananlara sayfalarında ve diğer araçlarında ya hiç yer vermiyor, ya da lekeleyici haberler eşliğinde onları lanse etmeye kalkışıyordu. Müftünün keçisinin çalınması olayının laik basında “Müftü keçi çaldı” şeklinde haber olabilmesi bu konudaki en güzel örneklerdendir. Bu kışkırtıcı hallerin üstüne, diğer kesimler tarafından davanın sahiplenilmesi arzusunun inanan gönüllerde şiddetlenmesi de eklenince, yapılan faaliyetlerin önce haberlerde yer alması fikri gelişmeye başladı. Böylece medyayı kullanma ihtiyacı ina48
DERGiSi
nanlar arasında daha çok revaç bulmaya başladı. Devlet radyosu ve tek kanallı televizyonun yıllarca uyguladığı sansür iyice bıktırmıştı. Bu ihtiyaç yıllar sonra gerçekleşen bazı siyasi ve kültürel gelişmeler eşliğinde önce haberlerde sonra ekranlarda ve gazete sayfalarında az da olsa giderilmeye başlanınca müslümanların medyaya ilgisi de fazlalaşmaya başlamıştı. Ucundan kıyısından az lehte, çokça aleyhte haberler inananları ilgilendirmeye başladığında dindar evlere de siyah beyaz televizyonlar girmeye başladı. Ajans dinleme alışkanlığı bu sefer televizyondan haber seyretme alışkanlığına dönüştü. Fakat televizyon radyonun mütevazılığını benimsememişti. Haberler dışında, neredeyse insanın her yönüne hitap eden özellikleri ile radyodan daha fazla çalışıyordu. Dindar aileler haftanın günlerini televizyona göre programlar hale gelmişlerdi. Salı günleri duygusal Türk filmleri seyredilirken, diğer günlerde Batı Kültürünü pompalayan filmlerle kültürleniyorlardı! Yarışmaları hiç kaçırmıyorlar, pembe dizileri seyrettikten sonra dizideki oğlan, kızı öptü diye abdestlerini tazelemek ihtiyacı hissediyorlardı. Televizyon hoşa gitmeye başlamıştı. Kimi dindarlar kapanış anlamına gelen, anıtkabirdeki istiklal marşı töreninin bandan yayınına kadar televizyon seyreder olmuştu. Bu sırada ülkede gerçekleşen inancı engelleme faaliyetleri insanların kendilerine dönmeleri yerine medyaya yönelme hızını
artırmaya hizmet ediyordu. Bu durumda yavaş yavaş televizyon bağımlılığı artıyordu. Dur şu haberi, dur bu paneli, seyredelim derken kontrol kaybedilince maçtı, eğlenceydi, Türk sanat müziği konseriydi vb. sıradaki her şey bilinçsizce seyredilir oldu. Böylece inananlar da bizzat evlerinde gece hayatına aşina olmakta idiler. Her şeye rağmen savunulacak tek program yine haberlerdi. Çünkü bilgili olmak, dünya müslümanlarından haberdar olmak, hava durumunu her gün öğrenmek dinin de istediği durumlardı. Derken renkli televizyonlar ülkeye girmeye başladı. Bu arada açık oturumlar, paneller, konferanslar sayesinde mücahit bilge kişiler televizyon sayesinde topluma mesajlarını daha çok iletir oldular. Hele hele karşı düşünceden birisi ile yapılan tartışma günlerce gündem oluşturuyor, haftalarca mevzu-i bahis ediliyordu. Milli düşünceden neşet etmiş kimi partiler televizyon kanallarının tekelinin ortadan kalkması ile birçok programla kendilerini ifade etme imkânı buluyorlardı. Yani haberler televizyonun anahtarı konumuna yükselmşti. Televizyon açmak için en önemli bahane yine haberler oluyordu. Tabi ki haberler, haberlerle bitmiyordu. Peşi sıra, nice olayların yaşanmasına neden olacak bir sürü medya oyunu sükûn edip geliyordu. Haberler yeni haberleri üretecek nitelikte idi. Bizler de, haberler sayesinde kendimizi sihirli ekranlar karşındaki robotlara dönüştürmüş oluyorduk.
Kay覺tlar覺m覺z devam etmektedir. Acele edin!