ARALIK 2013 • SAYI 305 • 7 TL (KDVD)
• Sorumlu mu? Sorunlu mu?-Nureddin Soyak • Toplumun İnşa ve İhyasında Ferdî ve Ailevî Sorumluluklarımız-Ziya Ökçe • Sivil Toplum Kuruluşlarının Sorumlulukları-Abdullah Büyük • Önderlik Rolü-Ahmet Taşgetiren
/ilkadimdergisi
/ilkadimdergisi
HİZMET ADABI/Nureddin Soyak • Hizmet Nimettir • Yönetici ve Yönetilen Sorumluluğu ve İnsan İsrafı-Dr. Ahmet Kılıç • Suçlusun Sayın Vali(!)-Abdullah Gülcemal • 2014 “İhvan Yılı” Olsun-Mehmet Erturan
ilkadım
Aylık Düşünce ve Kültür Dergisi
ARALIK 2013 YIL 22 SAYI 305 Fiyatı: 7 TL KDV D Sahibi İhya Yayıncılık Tic. ve San. Ltd. Şti. Adına İsmail Varır ismail.varir@ilkadimdergisi.net Genel Yayın Yönetmeni Yard.Doç.Dr. İlhami Nalçacıoğlu i.nalcacioglu@ilkadimdergisi.net Sorumlu Yazı İşleri Müd. İsmail Varır Yayın Kurulu Nureddin Soyak Yrd. Doç. Dr. İlhami Nalçacıoğlu A.Baki Öncel Atilla Değirmenci İbrahim Çiftçi İsmail Varır Metin Başbuğ M. Selçuk Özdoğan Rauf Denizler Süleyman Konak Kapak ve Sayfa Düzeni İlkadım Grafik Reklam ve Abone Sorumlusu Cep: 0535 251 41 07 - 0505 808 35 87 abone@ilkadimdergisi.net Baskı Cihan Ofset (0352) 322 02 00 Merkez Kasaplar Çarşısı No: 2 Nevşehir Tel :0384 213 65 43 • Gsm:0505 808 35 87 PK. 75 Nevşehir İrtibat Kayseri:0352 221 38 35 • 0535 251 41 07 Konya :0506 681 23 27 www.ilkadimdergisi.net e-mail: ilkadim@ilkadimdergisi.net
Abone Şartları Yurtiçi Yıllık : 80 TL Yurtdışı Yıllık : 50 Euro Abonelik İçin: 0505 808 35 87 Yurtiçinden: Posta Çeki: İhya Yayıncılık 693721 Banka Hesap No: KUVEYT TÜRK KATILIM BANKASI Kayseri Yeni Sanayi Şb. IBAN:TR420020500000785462200001 Yurtdışından: SWIFT KODU:KTEFTRIS TR580020500000785462200101 Bu dergi Basın Meslek İlkeleri’ne uymayı taahhüt eder. Yazıların ve ilanların sorumluluğu yazı ve ilan sahiplerine aittir. Gönderilen yazı, resim veya karikatür yayınlansın ya da yayınlanmasın iade edilmez. Dergide olabilecek hataların bildirilmesi rica olunur. Cevap hakkı doğurabilecek yayın için cevap hakkı saklıdır. Yazılar, isim belirtilerek iktibas edilebilir.
/ilkadimdergisi
/ilkadimdergisi
ilkadım’dan...
ARALIK 2013 • SAYI 305 • 7 TL (KDVD)
/ilkadimdergisi
/ilkadimdergisi
editor@ilkadimdergisi.net
Kıymetli Okuyucu, İnsan, sorumlu bir varlık olarak yaratılmıştır. Bizim inancımızda, sorumluluk konumunda olanların sorumluluklarını Rabbimiz belirler. Rabbine kulluk için yaratılan insan, yapmakta olduğundan, yapması gerektiği halde yapmadığından hesaba çekilecektir.
• Sorumlu mu? Sorunlu mu?-Nureddin Soyak • Toplumun İnşa ve İhyasında Ferdî ve Ailevî Sorumluluklarımız-Ziya Ökçe • Sivil Toplum Kuruluşlarının Sorumlulukları-Abdullah Büyük • Önderlik Rolü-Ahmet Taşgetiren
HİZMET ADABI/Nureddin Soyak • Hizmet Nimettir • Yönetici ve Yönetilen Sorumluluğu ve İnsan İsrafı-Dr. Ahmet Kılıç • Suçlusun Sayın Vali(!)-Abdullah Gülcemal • 2014 “İhvan Yılı” Olsun-Mehmet Erturan
Kur’an’da mealen, “Allah ve Rasulü sizi, size hayat verecek şeylere çağırdığında ona icabet edin” buyuruluyor. Allah ve Rasulü tüm insanlığı hayat verecek değerlere davet etmektedir. En önemli sorumluluklarımızdan birisi de bu davete uymak ve bu daveti kendi nefsimize, ailemize, içinde yaşadığımız topluma ve tüm insanlığa ulaştırmaktır. Allah’ın ve Rasulünün (s.a.v.) bu “hayat veren” değerlere daveti ile buluşmayan insanlar ve toplumlar manen ölüdür. Böyle insanların ve toplumların yeniden ihyası/canlandırılması ve inşası/kurulması gerekmektedir. Nebevi bir ihya ve inşa hareketiyle önce Yesrib Medine haline gelmiş, o ihya ve inşa edilen nesil tüm dünyanın ihya ve inşasına talip olmuştu. “Saadet asrı” böyle meydana gelmişti. İslam’da ilk ihya hareketinin Halife Ömer bin Abdülaziz döneminde gerçekleştiği kabul edilir. “Ümmetimden, her zaman Allah’ın emrini yerine getirmekte sabit, kendilerini yalanlayanların ve muhaliflerinin zarar veremeyeceği bir ümmet var olmakta devam edecektir. Bu topluluk, Allah’ın emri gelinceye (kıyamete) kadar, hep bu doğru yol üzerinde sabit bulunacaklardır”. (Buhari ve İbn Mace) Müslümanların eksen kaymasına uğradığı dönemlerde bir rahmeti ilahi olarak bazen yöneticiler, bazen alimler, bazen de halk hareketleriyle yeniden ihya ve inşa faaliyetleri gerçekleştirilmiştir. Günümüzde de böyle bir vakıa karşısındayız ve diyoruz ki, yeniden bir ihya ve inşa eylemi gerekiyor. Bu durumda Müslüman fertlerin, ailelerin, alimlerin, STK’ların, yöneticilerin, hülasa toplumun bütün katmanlarının sorumluluklarının farkında ve idrakinde olması gerekiyor. İlkadım ailesi olarak 2013 yılının son sayısında bu sorumluluklarımızı tekraren gündeme taşımayı vazife edindik. Rabbimiz bizleri yukarıdaki hadisi şerifte anlatılan bahtiyarlardan eylesin. 2014 yılında yenilenmiş halimizle ve tazelenmiş heyecanımızla birlikte olmayı Rabbimizden temenni ediyoruz. Bu arada 2014 yılı promosyonu olarak dağıtmayı planladığımız, dergimiz yazarlarından Ahmet Belada hocamızın “Tarihe Yön Veren Simalar” adlı kitabının basımının tamamlandığı bilgisini sizlerle paylaşıyoruz. En kısa sürede dağıtımını da tamamlarız inşaallah. Selam ve dua ile...
6 Toplumun İnşa ve İhyasında Ferdî ve Ailevî Sorumluluklarımız
İçindekiler İLKADIM’DAN /1 BAŞYAZI/Nureddin Soyak Sorumlu mu? Sorunlu mu?/3 KAPAK Toplumun İnşa ve İhyasında Ferdî ve Ailevî Sorumluluklarımız/6 Ziya Ökçe
9 Sivil Toplum Kuruluşlarının Sorumlulukları
Toplumun İnşası ve İhyası Açısından Sivil Toplum Kuruluşlarının Sorumlulukları/10 Abdullah Büyük Önderlik Rolü/14 Ahmet Taşgetiren Yönetici ve Yönetilen Sorumluluğu ve İnsan İsrafı/17 Dr. Ahmet Kılıç ZEKİ SOYAK HOCAMIZDAN
15 Önderlik Rolü
Tavsiyeler-1/22 HİZMET ADABI/Nureddin Soyak Hizmet Nimettir/24 KUR’AN İKLİMİ/Selim Armağan Kan Davası ve Kardeşlik/26 HADİS İKLİMİ/Ahmet Ağmanvermez Takke ve Sarıkla Namaz/28 FIKIH/Mehmet Şentürk Kumar/30
38 Suçlusun Sayın Vali (!)
TASAVVUF/Cemil Usta Dua-2/32 KİTAPLIK/M.Seçuk Özdoğan Peygamberimizden 101 Hatıra ve Sahabeden 101 Hatıra/33 EĞİTİM/Yrd. Doç. Dr. İlhami Nalçacıoğlu Değerler Eğitimi/34 GEÇMİŞ ZAMAN OLUR Kİ/Fatih Yılmaz Namazda Huşu/36
46 Seyretmenin Bedeli
LA HAVLE/Abdullah Gülcemal Suçlusun Sayın Vali (!)/38 SÖZ MEYDANI/İbrahim Çiftçi Türkiye’nin Mahsunu ve Mağduru/40 GENÇ BAKIŞ/Mehmet Erturan 2014 “İhvan Yılı” Olsun/42 İMBİK/Nuri Ercan Seyretmenin Bedeli/46
2
DERGiSi
Başyazı nureddin.soyak@ilkadimdergisi.net
Sorumlu mu? Sorunlu mu? Geçen günlerde gündeme gelen, kız ve erkek öğrencilerin aynı evde kalmaması ile ilgili tartışmaları ibret nazarı ile izledik. Sorumluluk makamında olan kişi bu durumdan rahatsız olup “böyle olmamalı” deyince kıyametler koptu. Büyük bir kısmı Müslüman olan ülkede, kız ve erkek birlikteliğini savunanların sesinin daha gür çıkması Müslümanlar açısından üzücüdür.
İ
nsan sorumlu bir varlık olarak yaratılmıştır. İnsanlığının ve İslamlığının farkında olan insan için sorumlulukları her şeyden önce gelir. O, yüce bir gayeye matuf olarak yaratılmıştır. Yaratılmışlığının farkında olan insan gözünü gönlünü Yaratanına diker. Hayatını onun çizdiği programa göre düzenler. Yaratanıyla arasının bozulacağı hiçbir şeye tevessül etmez. Sorumluluğunu yerine getirmeyen amiri, memuru, anneyi, babayı, çocuğu, akrabayı, komşuyu, dostu, arkadaşı, kim sever? Kim bunlardan hoşlanır? Dikkatle bakıldığında, en uyumlu insanlar sorumluğunun farkında olan insanlardır. En çok sevilen, sayılan ve güvenilen insanlar da bunlardır. Bunlar hiçbir zaman sorumluluklarını çıkar ve men-
faatlerine feda etmezler. Ferdi, ailevi ve toplumsal sorumluluklar, insanı çepeçevre kuşatmıştır. Yaratıcının insana yüklediği sorumluluklar vardır. İnsanın kendi iradesi ile yüklendiği sorumluluklar vardır. Yaratıcı, insana hiçbir zaman gücünün üzerinde bir yük yüklememiştir. İnsanın kendi iradesi ile yüklendiği sorumluluklar her zaman yaratıcısının yüklediği sorumluluktan daha ağır ve zor olmuştur. Ama ne gariptir ki kendi yüklendiği yükler altında gece gündüz çalışarak canı çıksa dahi şikayetlenmeyen insan, yaratanının, insanın gücü dâhilinde yüklediği sorumlulukları büyütür de altından kalkılamayacak sorumluluklar olarak görmeye başlar. İlahi soARALIK 2013 / 305
3
rumluluklardan kaçarken nefsi arzularını tatmin uğrunda her çeşit sorumluluklara neticesini hiç düşünmeden balıklama dalar. Bu yanlış tercih en mükemmel şekilde yaratılan insanın, iki hayatta da hüsranına sebep olur. Rabbimiz buyurdu ki: “Rabbine andolsun ki, onların hepsine yapmakta olduklarını, mutlaka soracağız.” (Hicr, 92-93) Rabbine kulluk için yaratılan insan, yapmakta olduğundan, yapması gerektiği halde yapmadığından hesaba çekilecektir. Bu öyle bir hesap ki hayır ve şer adına zerrelerin bile hesaba katılacağı bir sorumluluk sorgulamasıdır. Kazandığı iyilikler yararına, kötülükler ise zararınadır. Herkes öncelikle kendinden sorumlu olmakla beraber, Peygamberler ümmetlerinden, devlet başkanı tebasından, komutan ordusundan, amir memurundan, anne baba evlatlarından sorumludurlar. Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu ki: “Allah, herhangi bir kulun idaresi altına bir halk verir, o da bu halkı nasihatla / samimiyetle kuşatmaz ise bu kimse cennetin kokusunu bulamaz.” (Buhari, Müslim) 4
DERGiSi
“Deki: Bizim işlediğimiz suçlardan siz sorumlu tutulmazsınız. Sizin işlediklerinizden de biz sorumlu tutulmayız.” (Sebe, 25) ** “Hepiniz çobansınız ve hepiniz sürünüzden mes’ulsünüz…” (Buhari, Müslim)
Bizim inancımızda, sorumluluk konumunda olanların sorumluluklarını Rabbimiz belirler. Sorumlular sorumluluklarını yerine getirirken kimse onlara müdahale edemez. Müdahale edilse bile bunlara aldırış edilmeden sorumluluklar yerine getirilmelidir. Gerektiğinde bu uğurda mücadele de edilmelidir. İnsan, kendi çıkar ve menfaat alanları ile ilgili konularda sorumluluğunu yerine getirmeyenlere öfkelenir. Maddi ihtiyaçlarının yerine getirilmesinde anne babasının sorumlu olduğunu düşünen çocuk, bu ihtiyaçları yerine getirilemeyince anne babasına öfkelenir. Manevi ihtiyaçları konusunda bırakın anne babadan yardım beklemeyi, o alanla ilgili ikaz ve uyarılardan rahatsız olur. Halbuki Müslüman bir anne baba çocuğunun maddi ihtiyaçlarını karşılamak kadar manevi ihtiyaçlarını da karşılamakla sorumludur. Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu ki: “Benim misalimle sizin misaliniz, şu temsile benzer: Bir adam var, ateş yakmış. Ateş etrafı aydınlatınca, pervaneler (gece kelebekleri) ve aydınlığı seven bir kısım hayvanlar bu ateşe kendilerini atmaya başlar. Adamcağız onları kurtar-
“Rabbine andolsun ki, onların hepsine yapmakta olduklarını, mutlaka soracağız.” (Hicr, 92-93)
gayrimüslimler de istediği gibi yaşasınlar. Müslüman kız ve erkek öğrencilerin aynı evde kalmaları İslam’a göre mümkün değildir. Gayrimüslimler de istediği gibi kalsın. Bir kısım kişiler hem İslam adından vazgeçemiyor, hem de ahlaksızlıktan. Beyler artık birini seçmek zorundasınız. Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz buyurdu ki: “Hepiniz çobansınız ve hepiniz sürünüzden mes’ulsünüz…” (Buhari, Müslim)
maya çalışır. Ancak hayvanlar galebe çalarak çoklukla ateşe atılırlar. Ben ateşe düşmemeniz için belinizden yakalıyorum, ancak siz ateşe ateşe koşuyorsunuz.” (Buhari, Müslim, Tirmizi)
ların sesinin daha gür çıkması Müslümanlar açısından üzücüdür. Aslında bütün bu tartışmaların temelinde bu ülkedeki kimlik bunalımı yatmaktadır. Bu ülke insanına yapılacak iyilik, inançlarının kimliklerine Rabbimizin sorumluluk açıkça yansıtılmasıdır. Netice yüklediği tüm sorumlular, soolarak da inançları doğrulturumlu olduklarına karşı bu bisunda hareket serbestisi getilinçle hareket etmelidirler. Gerilmesidir. Osmanlı’da Müslüçen günlerde gündeme gelen, manların gayrimüslim kıyafeti, kız ve erkek öğrencilerin aynı gayrimüslimlerin de Müslüman evde kalmaması ile ilgili tartışkıyafeti giymesi yasaktı. Müsmaları ibret nazarı ile izledik. lümanlar şapka giyemezken Sorumluluk makamında olan gayrimüslimler de sarık sarakişi bu durumdan rahatsız olup mıyordu. Cumhuriyetle birlikte “böyle olmamalı” deyince kıdemokrasi de geldi. Müslimi de yametler koptu. Büyük bir kısgayrimüslimi de gayrimüslim mı Müslüman olan ülkede, kız gibi yaşamaya zorlandı. Müsve erkek birlikteliğini savunanlümanlar Müslümanca yaşasın,
Müslüman bu sorumlulukla hareket edenlerden rahatsız olmadığı gibi, teşekkür eder. Kim olursa olsun vazifesini yapandan kimse rahatsız olmaz. “Deki: Bizim işlediğimiz suçlardan siz sorumlu tutulmazsınız. Sizin işlediklerinizden de biz sorumlu tutulmayız.” (Sebe, 25) Kimliğinizi açıkça ilan edin. Siz kendi yolunuza biz kendi yolumuza. Kimse kimseyi rahatsız etmesin, siz bizim dinimize müdahale etmeyin biz de sizin dininize veya dinsizliğinize karışmayalım. Yıllarca Müslüman’ım diyerek İslam’ı kafanıza göre yorumlayıp Müslümanlara zulmettiniz. Yok artık. ARALIK 2013 / 305
5
Kapak
Ziya ÖKÇE
TOPLUMUN İNŞA VE İHYASINDA
Ferdî ve Ailevî
Sorumluluklarımız
A
llah Teâlâ Hazretleri mahlûkatın içinde insanı, kendi gücü ve kudretiyle1 değeri tartışılmayacak nitelikte ahsen-i takvim üzere2 yaratmıştır. Şan ve şeref ile üstün kılınan insan3, hem inşa olma, hem de ihya etme yeteneğine sahiptir. Halik’ın ruhundan üflenerek4 yeryüzüne halife olarak görevlendirilen5, kendisinin sayamayacağı kadar nimetlerle6 donatılan ve Allah Teâlâ’nın şaheseri olan insan, başıboş olarak bırakılmayacaktır.
“Biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler, (sorumluluğundan) korktular. Onu insan yüklendi. Çünkü o çok zalim, çok cahildir.”8 diye anlatılır.
“İnsan, kendisinin başıboş bırakılacağını mı sanır?” buyrulur7.
İnsan, yaratılışı itibari ile sorumluluk bilincini yerine getirebilecek donanıma sahip olan akıllı tek varlıktır. Yukarıdaki ayet-i kerimede “emanet” olarak zikredilen sorumluluk, yalnız kendi iç dünyasını inşa ve ihya hareketi ile sınırlı kalmayıp, kişiliğinin yanında dış dünyanın imarıyla da sorumluluğu ifade eder.
Hayatın vazgeçilmez bir öznesi durumunda olan insanın varlığının bir anlam ve amacı
Öncelikle iç dünyasının inşasını gerçekleştirmelidir. Bu ihya hareketi iç âleminde
Kur’an-ı Kerim’de:
6
vardır ki bu da yine Kur’an-ı Kerim’de:
DERGiSi
inkılâplar meydana getirecektir. Rahman’ın gönderdiği vahiy kılavuzunu doğru kullandığı takdirde, Rabbinin dilediği ve razı olduğu, yeryüzündeki halifeliğini temsil eden akıllı bir kişilik ortaya çıkacaktır. Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-‘in: “Kişinin dini aklıdır, aklı olmayanın dini de yoktur.”9 ifadesi, sorumlulukların temel şartının ‘’akıllı olmak’’ olduğunu bildirmektedir. Nefsinin behimî arzularından korunan kişiye akıllı, bu işe yarayan melekeye de akıl denmektedir. Akıl: Bağ kurma, temyiz ve tefrik kabiliyeti gibi anlamlar taşımaktadır. İlimle insanı koruyan, kale içine alan ve helak edici yollara gitmekten koruyan, kalbi/ruhi bir kuvvettir.
Kur’an-ı Kerim’de: “Hiç yeryüzünde dolaşmadılar mı? Zira dolaşsalardı elbette düşünecek kalpleri ve işitecek kulakları olurdu. Ama gerçek şu ki, gözler kör olmaz; lakin sinelerdeki kalpler kör olur.”10 buyrulmaktadır. Aklın kaynağı, madeni kalpte olmakla birlikte ışıması zihindedir yani akıl bütünüyle kalp değil, belki kalbin fonksiyonlarının en önde gelenidir.11 Kişiliğin ve toplumun inşa ve ihyasının özünde akıl vardır. Akıl, vahyin doğrudan muhatabıdır. Bu anlamda vahiy de insanın şahsiyetini ve hayatını aklını kullanarak ikame etme projesidir. İnsanın söz konusu iç ve dış âlemini imar eylemin de birçok sorumlulukları ve görevleri vardır. Bunları şu üç maddede toplamak mümkündür: 1- Ahlakî sorumluluklar: Rabbimize, Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-’e ve nefsimize karşı sorumluluklarımız. 2- Ailevî sorumluluklar: Anne-babanın çocuklarına karşı, çocukların anne-babalarına karşı ve karı-kocanın birbirilerine karşı sorumlulukları. 3- İçtimaî (toplumsal) sorumluluklar: Yakınlarımıza, çevremize, insanlara ve tüm mahlûkata karşı sorumluluklarımız. Sorumluluklar hayatın bütün sahalarında geçerli olan kap-
samlı bir inşa ve ihya eylemidir. Ancak biz bu çerçevede yalnız nefsimize ve Rabbimize karşı sorumluluklarımız üzerinde duracağız. Nefsimize Karşı Sorumluluklarımız Yeryüzünün halifesi olarak özel yükümlülüğümüzü yerine getirme hususunda vahye boyun eğip teslim olmamız istenmektedir. Bizler bu imtihan dünyasında Rabbimize karşı verdiğimiz ahdimizi ne ölçüde yerine getirip getirmediğimizden hesaba çekilecek ve kıyamette onların en büyüğünden en küçüğüne kadar hepsiyle yüzleşeceğiz. Ayet-i kerimede: “Herkesin iyilik ve kötülük olarak yaptığı her şeyi karşısında hazır bulduğu günde (insan) isteyecek ki kötülükleri ile kendisi arasında uzun bir mesafe bulunsun. Allah kendisine (karşı gelmekten) sizi sakındırıyor. Allah kullarına oldukça şefkatlidir.”12 buyrulur. Nefis, tek tek her varlığa değerinden ayrı nitelikte bir varlık kazandıran yön, ya da bu varlığın kendisidir. Yani gerek Allah Teâlâ’ya gerek O’nun mahlûkuna karşı her türlü vazifeyi yapacak olan insanın kendisidir. Bunun için insan her şeyden önce nefsine bakmalı, ona karşı vazifesi ne ise onları yapmalıdır. Bu sorumluluklarını yerine getirirken itidali elden bırakmamalı ifrat ve tefrite düşmemelidir. Hz. Peygamber -sallallahu
aleyhi ve sellem- Selman ile Ebu’d- Derda’yı kardeş yaptı. Bir gün Selman, Ebu’d-Derda’yı ziyarete gitti ve Ümmü’dDerda’yı (yani Ebu’d- Derda’nın hanımını) perişan bir kıyafetle gördü. Bunun üzerine: “Nedir bu hâlin ?” diye sordu. Ümmü’d- Derda dedi ki: “Kardeşin Ebu’d-Derda’nın dünyaya (dünya kadınlarına başka bir rivayette ise ‘gündüzleri oruç tutmakla geceleri namaz kılmaktadır.’) ihtiyacı yoktur.” Daha sonra Ebu’d- Derda geldi ve Selman için yemek hazırlayıp: “Haydi, buyur, ben oruçluyum.” dedi. Selman ise: “Sen yemedikçe ben de yemiyorum.” diye karşılık verdi. Bunun üzerine o da yedi. Gece olunca Ebu’d-Derda ibadet etmeye başladı. Bunun üzerine Selman: “Uyu!” dedi. O da uyudu. Daha sonra kalkmak istedi Selman yine: “Uyu!” dedi. Gecenin sonuna doğru Selman: “Şimdi kalk!” dedi. İkisi de kalkıp beraberce namazlarını kıldı. Daha sonra Selman dedi ki: “Rabbinin sende hakkı vardır. Kendi nefsinin sende hakkı vardır ve ailenin sende hakkı vardır. Her hak sahibinin hakkını ver.” Bunun
üzerine
Ebu’d-
ARALIK 2013 / 305
7
Derda Hz. Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-’e gelip durumu ona anlattı. Hz. Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- de: “Selman doğru söylemiş.” buyurdu.13
R
abbinin ismini zikret! Her şeyi (terk et) bırak, yalnız O’na yönel. Müzzemmil: 73/8
“Nefsini kötülüklerden arındıran kurtuluşa ermiş, onu kötülüklere daldıran ziyan etmiştir.”16 buyrulmuştur.
Allah Teâlâ: “Ey iman edenler! Siz (yalnız) kendinizden sorumlusunuz. (Nefsinize dikkat edin). Siz doğru yolda olunca sapan kimseler size zarar veremezler. Hepinizin dönüşü Allah’a olmalıdır. Artık O size yaptıklarınızı bildirecektir.”14 buyurarak durumumuza dikkat ettiğimiz takdirde hiçbir kimsenin bize zarar veremeyeceğini açıklamaktadır. Nefsimizi arındırmak ve terbiye etmek için mücahedeye fasıla vermeden devam etmeliyiz. Nefsin ilk ve en alttaki basamağı sayılan emmare vasfı, Hz. Yusuf -aleyhisselam- tarafından dillendirilmiştir: “Nefsimi temize çıkaramam. Çünkü Rabbimizin acıyıp koruduğu hariç nefis aşırı şekilde kötülüğü emredicidir. Zira Rabbim çok bağışlayan, pek esirgeyendir.”15 Bu ayet-i kerimede nefs-i emmare Allah’ın emrine aykırı arzuların kaynağı olarak gösterilmiştir. Bu mantığa göre Yusuf -aleyhisselam-, hem de först leydinin isteğine olumsuz cevap verdiği halde, insan duygularının, yani nefsin kötülüğü şid8
DERGiSi
Binitimiz olan vücudumuzun hakları korunurken, yaşamak için gerekli olmayan hazlarla da mücahede edilmelidir. Zaten nefisle mücahedenin amacı hazları yok ederken hakları bırakmaktır. Ayet-i kerimede:
detle emrettiğini, günahlardan havanın zevk alacağını vurgular. Ayetin başında da nefsin tümüyle saflaştırılıp temize çıkartılmasının yanlış olduğunu vurgulama ihtiyacı duymuştur. Çünkü nefsin doğasında kötülüğü emretme vardır. Zira nefis, şerrin kaynağı her türlü kötülüğün neşvünema bulduğu bir merkezdir. Bu, tevhit şuuru ve Kur’an ahlâkıyla hayat boyu terbiye edilecek ama buna rağmen ölüme kadar insanda bulunan nefis, fırsat buldukça kötülüğü emretmeye çalışacaktır. Böylece Müslüman da son nefesini verinceye kadar olgunlaşmaya ve Allah katında derecelerini arttırmaya devam etmiş olacaktır. İnsan, nefsinin kötülüklerine karşı uyanık olmalı, onu tezkiye ederken meşru çerçevede zevk ve lezzet ihtiyacını gidermelidir. İslam âlimleri, nefsin isteklerini haklar ve hazlar olarak iki bölümde ele almışlardır.
Nefis ile mücahedede en doğru yol Allah -celle celaluhu-’n emirlerini yerine getirirken yasaklarından da sakınmak suretiyle Rasulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-’in sünnetini ikame etmektir. “Rabbinin ismini zikret! Her şeyi (terk et) bırak, yalnız O’na yönel.”17 Allah Teâlâ’yı çok zikretmek, ibadet etmek, Allah için hizmet etmek, salih, sadık, âlim kişilerle düşüp kalkmak ve onların meclislerine devam etmek nefis ile mücadelede etkin bir yoldur. Bir taraftan bunları yaparken diğer taraftan Rabbimize dua ederek yardım talebi ile mücahedeyi kolaylaştırmak gerekir. Rabbimize Karşı Sorumluluklarımız Şahıs olarak en önemli görevimiz, Allah’a karşı olan sorumluluklarımız, itaatlerimiz ve ibadetlerimiz olup bunlar tartışılamaz bir düzeyde önemlidir. Bu ibadetlerin içinde namaz, oruç, hac ve zekât gibi rutin olanlarının yanı sıra dayanışma,
yardımlaşma, iyiliği neşretme kötülüğe fren olma, sosyal ve ekonomik görev ile sorumlulukların icabı ibadetler de vardır. Zira Müslüman’ın her bir davranışı ibadet olduğuna göre bu görev ve sorumlulukları yerine getirmek de ibadet ve itaattir. İnsan olarak hepimizin öncelikle Rabbimize karşı görevlerimiz vardır. Bu görevler aynı zamanda kişiye özgü sorumluluklar da yüklerler. Rabbimize karşı sorumlulukların temelinde onun emir ve yasaklarına uyma ve ona ibadet etme yükümlülüğü vardır. İbadetlerimizi zamanında eksiksiz yapmak, haramlardan şiddetle kaçınarak helal ve temiz olanı tercih etmek Rabbimize karşı görevlerimizi ifa ederken, İslam’ı ilgilendiren her hususta ümmetin bütün sıkıntılarına hemdert olmak ve ümmetin bütün fertlerinin yardımına koşmak ve acılarını hissetmek gibi haklardır. Allah Rasulü -sallallahu aleyhi ve sellem- şöyle buyuruyor: “Ey Muaz! Allah’ın kullar üzerindeki hakkı nedir, bilir misin?” “Hiçbir şeyi ortak koşmaksızın O’na kulluk etmeleridir.” “Kulların Allah üzerinde hakkı nedir, bilir misin?” “Allah ve Rasulü daha iyi bilir.” “Onlara azap etmemesidir?”18
Nebi -sallallahu aleyhi ve sellem- iman ve yaratılış amacımızı ifadeden sonra Rabbimizi tanımak suretiyle O’na kullukta bulunmanın neticesinde azat olacağımızı müjdelemektedir. Bu hususta Rabbimiz: “Ben cinleri ve insanları ancak bana ibadet etsinler diye yarattım.”19 buyurdu. Bazı müfessirler de: “Beni tanısınlar, sadece bana kulluk etsinler, bana ibadet etsinler diye yarattım.” diye beyan etmişlerdir.
Ya Rabbi! Her namaz sonrasında silkelenip kendimize gelmeyi ve kötülüklerden arınmayı, hayır ve hasenatımızla yolumuzdaki engelleri kaldırmayı, rehber olarak gönderdiğin Kur’an okumalarımızla dirilmeyi ve vahye şahit olmayı, derslerimiz, etkinliklerimiz ve beraberliklerimizle Sana karşı sorumluluklarımızı yerine getirmeyi bizlere lütfeyle. 1- Sad: 38/75
İlk insan Hz. Âdem -aleyhisselam-’dan beri tüm peygamberlerin ortak çağrısı:
2 - Tin: 95/4
“Allah’a kulluk edin ve putlardan sakının.” diye (emretmek için) her millete bir peygamber gönderdik. Allah onlardan bir kısmını doğru yola iletti. Onlardan bir kısmı için de sapıklığa düşmek hak oldu. Yeryüzünde gezin görün inkâr edenlerin sonu nasıl olmuştur.”20 ifadesidir.
5 - Bakara: 2/30 , fatır; 35/39
İnsan kendi arzu ve görüşlerine göre kulluk görevinde bulunamaz. Yapılan işlerin ibadet olabilmesi için temelinde tevhit inancı ve vahiy öğretisi olması gerekir. Tevhidi kavrayan kişi evrenin Allah’a bağlı olduğunu, kendisinin bir hiç olduğunu, varlığını ancak O’nun dilemesiyle sürdürebileceğini anladığından bütün gücüyle kulluğa sarılır. Çünkü: “Göklerde ve yerde olanlar O’na teslim olmuşlardır.”21
3 - İsra: 17/70 4 - Hicr: 15/29, Sad; 38/72 6 16/18
İbrahim:14/34,
Nahl:
7 - Kıyame : 75/36 8- Ahzab:33/72 9- Ahmed b. Müsned,XI, 135,154
Hanbel,
10- Hac:22/46 11- Kur’an’da Temel Kavramlaer, Ali ÜNAL,S:442 12- Al-i imran:3/30 13- Buhari, Savm,51; Edeb, 86 14- Maide: 5/105 15- Yusuf:12/53 16- Şems: 91/9-10 17- Müzzemmil: 73/8 18- Buhari Tevhid,1, Libas: 101,Cihad ,İstizam 30, Müslüm iman48-49; Tirmizi, iman, 18, ibn-i Mace, Zühd,35 19- Zariyat, 51/56 20 - Nahl, 16/36 21 Ali imran:3/38 ARALIK 2013 / 305
9
Kapak
Abdullah Büyük*
TOPLUMUN İNŞASI VE İHYASI AÇISINDAN
Sivil Toplum Kuruluşlarının
Sorumlulukları
S
ivil Toplum Kuruluşları, insanların ortak bakış, ortak talep ve duyarlılık temelinde gönüllü olarak bir araya gelerek; devletin gücünün yetmediği alanlarda tamamlayıcı olarak çeşitli toplumsal hizmetleri yerine getiren teşkilatlardır. Gönüllülük esasına göre faaliyette bulunan bu kuruluşlar, toplumda ihtiyaç hissedilen ve devletin yerine getiremediği çeşitli fonksiyonları, yine toplumdan bağış ve yardım olarak topladıkları kaynaklarla karşılayan kuruluşlardır. STK’lar bu anlamda toplumda var olan sosyal dayanışmayı ve yardımlaşmayı 10
DERGiSi
örgütlü bir şekilde gerçekleştirebilmektedirler. Sivil toplum kuruluşları (STK) projeler üreten, kâr amacı gütmeyen ve kurumsal kimliğe sahip oluşumlardır. Sivil toplum kuruluşları oda, sendika, vakıf ve dernek adı altında faaliyet gösterir. Vakıf ve dernekler, topluma yararlı bir hizmet geliştirmek için kurulmuş yasal topluluklardır. Sivil Toplum Kuruluşları, herhangi bir devlet organından bağımsız bir şekilde özel kişilerin girişimiyle kanuni olarak kurulmuş her türlü organizasyon için kullanılan genel bir terimdir.
“Sivil toplum bilinci”nin yerleşmesine ve yaygınlaşmasına zemin oluşturan sivil toplum kuruluşları, halk ve devlet arasında köprü vazifesi görerek yasal, ya da pratikteki uygulama açıklarını gidermek, iyileştirmek ve en önemlisi farkındalık meydana getirmek için kurulmuş sivil örgütlerdir. Günümüz toplumlarında, geleneksel toplumlardaki dayanışmanın ortadan kalkması, bireyselliğin çok fazla öne çıkması ve insanların bu eksikliği hissetmeye başlaması, onları çeşitli alanlarda dayanışmaya itmekte ve örgütlenmelerini sağlamaktadır. Böylece fert, ih-
ifadesi olduğu inkâr edilemez bir gerçektir. Bu tip teşkilatlardan yoksun bir toplum, devlet İletişim teknolojisindeki karşısında özerk bir kimliğe gelişmeler sayesinde belli bir sahip olmayan, otoriterliğin konu etrafında teşkilatlanma, hâkim olduğu bir toplum olur. kamuoyu oluşturma ve talepBu nedenle, her şeyden önce leri dile getirme daha kolay STK’ların fonksiyon ve önehale gelmiştir. STK’lar; toplum minin toplumun büyük kesimi yararına çalışan, sosyal barışa tarafından kavranılması gerekkatkı sağlayan, kâr amacı gütmektedir. meyen, devletten bağımsız haSTK’lar, fakirliğin dayanreket edebilen, fertlerin ortak amaç ve hedefleri açısından dığı nedenleri yok etmek, insan değerlendirildiğinde ise siyasî haklarını oluşturmak, çevreyi iradeyi ve yönetimi, kamuoyu korumak ve kalkınmayı sağlaoluşturmak suretiyle etkileye- mak amacıyla çalışmaktadırlar. Dünyanın büyük bir kısmını bilen bir güce sahiptir. etkileyen fakirlik ve sosyal ihSTK’ların oluşumunun tetiyaçların artmasından dolayı mel nedenlerinde biri de toptüm ulusal ve uluslararası yarlumsal sorunlara duyarlılıktır. dımlara rağmen dünyada fakirBugün STK’lar, toplumun vazlik ve sosyal sorunlar devam geçilmez öğeleri arasında yer etmektedir. Fakir ülkeler ve almaktadırlar. Bir toplumun zengin ülkelerin fakir bölgeleri ekonomik, siyasi ve sosyal olahâlâ varlığını korumaktadır. Afrak gelişmesi, o toplumu oluşrika, Ortadoğu’nun büyük bir turan fertlerini kendi sorunlarıbölümü, Asya ülkeleri ve Latin nı çözmeye yönelik faaliyetlere Amerika’da fakirlik yoğun bir gönüllü olarak katılma seviyeşekilde devam etmektedir. Bu leri ile yakından ilgilidir. ise, ulusal ve küresel eksende, Bir ülkede STK’lar ne toplumsal barış için bir tehdit kadar güçlüyse o ülke de o unsuru olmaktadır. kadar güçlüdür. Aynı zamanGünümüzde tüm çabalara da STK’lar sosyal hayatın vazrağmen, ülkelerin sosyal gelişgeçilmez unsurlarıdır. Bu kume sürecinin yavaş olduğu göruluşlar olmayınca toplumun, rülmektedir. 21.yüzyılda yaşasorunlarını siyasal sisteme iletdığımız şu günlerde dünya üzemesi ve onu harekete geçirmesi rinde 3 milyar kişi hâlâ, günde mümkün değildir. 2 doların altında yaşamakta, Dolayısıyla STK’ların var- zenginler ve fakirler arasındaki lığının, toplumun gücünün bir tiyaç duyduğu aidiyet duygusunu geliştirebilmektedir.
uçurum büyümektedir. Ayrıca, 130 milyon çocuk hâlâ eğitim sistemlerinin dışındadır, 1,5 milyar kişi henüz temiz suya ulaşabilmiş değildir ve 2 milyar kişi de kanalizasyonsuz bir ortamda yaşamaktadır. Tüm bu olumsuz şartlara iletişim teknolojileri sayesinde şâhid olan kişilerin bunları görmezlikten gelmeleri düşünülemez. Öyleyse bu kişiler için sorumluluk duymak, insan olmanın bir gereğidir. Bu sorumluluğu duyan kişiler de gönüllülük esasına dayalı faaliyetlerini küresel seviyeye taşımaktadır. STK’lar birçok alanda faaliyet ircaa etmektedir. Geniş bir yelpazedeki faaliyetlerine ve sundukları hizmetlere göre STK’ları şu şekilde tasnif edebiliriz: Eğitim alanında faaliyet gösteren STK’lar; özel okullar, kolejler, üniversiteler, özel kurslar vb. faaliyet gösterenler bu türdendir. Hizmet grubunun yurtiçi ve yurt dışı okullaşmış çalışmaları, Hüdaî vakfının aynı şekildeki çalışmaları, Ribat Eğitim vakfımızın yurt içi ve yurt dışı eğitim faaliyetleri, Enderun Vakfımızın eğitimöğretim faaliyetleri, Süleyman Efendinin talebelerinin Kur’an Kursu ve yurt çalışmaları, irili ufaklı diğer vakıf ve derneklerin aynı türden çalışmaları bu faaliyete örnek verilebilir. ARALIK 2013 / 305
11
Dini alanlarda faaliyet gösteren STK’lar; cami, medrese ve tekkelerin imar, inşa ve ihyası için faaliyet gösterenler. Yardım ve hayırsever amaçlı faaliyet gösteren STK’lar; araştırma kurumları, yardım toplayan gruplar, dini amaçlara hizmet eden ve dini daha geniş zeminlere yaymaya çalışan teşkilatlar… Ribat İnsanî Yardım Derneği, İHH (İnsani yardım derneği ) Dost Eli Yardım Derneği, Kimse Yok mu Derneği, Yardım Eli Derneği, Cansuyu Derneği ve adını hatırlayamadığımız bu tür hizmet yapan birçok gönüllü hizmet grupları bunlardandır.
gun bir hayat tarzının toplumda hâkim kılınması için STK’ların varlığı gereklidir ve kuvvetlenerek hizmet alanını genişletmeleri de elzemdir. Yalnız bu kuruluşlar, seçtikleri alanda hizmet ortaya korken “İyilik ve takva üzere yardımlaşın, günah ve düşmanlık üzerine yardımlaşmayın” ayeti kerimesini şiar edinmelidirler. Birbirlerine çelme takma, karalama ve inhisarcı bir tavır ortaya koyma yoluna gitmemelidirler.
Herhangi bir STK’da yer alırken, inhisarcı ve bencil bir tavır sergileyemeyiz. Diğergam ve paylaşımcı olmak zorunSağlıkla ilgili alanlarda dayız. “Her şeyin iyisini biz faaliyet gösteren STK’lar; yaparız veya bu işte biz olurçeşitli hastalıkları önlemek ve sak ancak sağlıklı sonuç elde hastalara destek olmak amacıy- ederiz. Ya da ancak bizim cela kurulan dernekler ve vakıf- maatimizin hizmetleri hak ve lar. Şefkat-Der, Acil Hastalara doğrudur, bizim dışımızdakiYardım Derneği ve Yeryüzü ler yanlış ve bâtıl yoldadır” Doktorları gibi gönüllü kuru- gibi bencil tavırlar ve inhisarcı luşlar bunlardandır. anlayışlar, hem kendi içimizde, hem de diğer İslami hizmetlerYukarıdaki örnekleri çodeki Müslüman kardeşlerimizle ğaltmak mümkündür. Fakat ilişkilerimizde soğuk rüzgârlar maksadımızı ifade ettikleri için estirir. Kendilerini “vazgeçilbu misallerle yetiniyoruz. mez” zannedenler ve kendileri Görüldüğü gibi toplumun olmadığında işlerin yere kapaihtiyaç duyduğu herhangi bir nacağını sananlar unutmasınlar alandaki ihtiyacı gidermek için, ki, İslam davası kişilere endeksgönüllü kuruluşlar hemen dev- li değildir. Rasûlullah (sav), reye girmişler, o konuda teşki- ahirete irtihal edince, nasıl bu latlanmışlar, toplumun yeniden dava sahipsiz kalmamışsa, bu inşa ve ihyası için seferber ol- gün de kalmayacaktır, yarın da. muşlardır. İnsan onuruna uy- Kendilerini vazgeçilmez sa12
DERGiSi
nanlar, mezarlıklara baksınlar. Çünkü oralar vazgeçilmezlerle doludur. Elbette kendi yaptığımız hizmetlerin daha iyi ve daha doğru olduğuna inanarak ve “anlaşan ruhlar” olarak bir araya gelmişizdir. Ancak “anlaşan ruhların” bir araya gelebileceklerini Rasûlullah (sav) şöyle dile getirir: “Ruhlar da toplu cemaatlardır. Onlardan birbiriyle tanışanlar, kaynaşır, tanışmayanlar ayrılırlar.” İşte İslam’a hizmet grupları da, ruhları anlaşan grupların birliktelikleridir. Aynı psikolojik dünyaya sahip insanlar, hizmette daha uyumludurlar. Anlaşamayan ruhlarda, doku uyuşmazlığı olur ve bu da hizmetin önünü tıkar. İslam’ın genel çerçevesi içinde kalmak kayıt ve şartıyla, hizmetlerdeki bu farklılık gayet doğaldır. Bunlar renk tonu farklılıklarıdır. Her rengin kendine özgü güzellikleri vardır. Bize düşen bu güzelliklere gölge düşürecek enaniyet/bencillik ve haset yarışı içine girmemektir. Bütün Müslümanlar, İslam ümmetini oluştururlar. Her hizmet grubu, ümmetin kendisi değil, bir parçasıdır. İşte kendini ümmet bütününün bir parçası gören hizmet grupları, kardeş gruplara karşı bencil ve inhisarcı bir tutum sergileyemeyecektir. O bilir ki, tevhid; itikadî bütünlüğün karşılığı iken, şirk
S
TK’lar da iyilikte yarışma prensibi doğrultusunda, inhisarcı ve bencil bir tavır takınmadan, kendi hizmetini yüceltip diğer STK’ların hizmetlerine tepeden bakan bir eda içinde olmadan hizmet üretmelidirler. Aslolan yapılan hizmetlerin büyüklüğü veya küçüklüğü değil, kim için yapıldığıdır.
itikadî parçalanmışlığın adıdır. Vahdet de, toplumsal bütünlüğü ifade ederken, tefrika da sosyal parçalanmışlığın ismidir. Tefrika, kin ve düşmanlık temeline dayanan ayrışmadır. Farklı yolları kullanarak hizmet üretmek ise, hayırda yarışmaktır, tefrika ile ilişkisi yoktur. Kendilerinden başkasına tepeden bakan ve küçük çaplı da olsa hizmet sahibi olan Müslümanları yok sayan bir anlayış, inhisarcı bir anlayıştır. Hizmetin büyüğü-küçüğü olmaz. Kim için yapıldığı önemlidir. Her İslamî hizmetin kendine özgü değeri vardır. Bir kimse kalkıp da “koskoca bir tırın tekerinde bulunan ufacık sibobun ne önemi var” diyebilir mi? Unutmayalım ki, o tır, tekerlekleri üzerinde hareket eder, tekerlekleri de sibob
ayakta tutar. Her İslamî grubun mutlaka birçok eksik yönü vardır. Bu eksik yönleri diğer gruplar tamamlar ve böylece hizmet bütünlüğüne ulaşılmış olur. Her hizmet grubu, başka hizmet gruplarını, kendilerinin eksiklerini tamamlayıcı olarak görmelidir. Aksi halde enaniyet batağına batmış olur. Sonuç ve Değerlendirme Toplumun yeniden inşa ve ihyasında sosyal, ekonomik ve siyasi olarak kalkınmak isteyen bir sosyal devlet, halkın sorunlarına çözüm ararken kendi ideolojilerini topluma dayatmaksızın, teşkilatlanabilen ve teşkilatlanamayan sosyal kesimlerin ihtiyaçlarını dikkate alarak STK’larla birlikte karar almalıdır. Çünkü özellikle sivil toplumun yoksul kesimlerin ta-
leplerinin gerçekleştirilmesinde, politikaların uygulanması ve gerektiği yerde reformların yapılması konusunda daha başarılı oldukları görülmektedir. Özellikle günümüzde yaşanan ekonomik kriz ve toplumsal etkilerinin azaltılmasında STK’lara önemli sorumluluklar düşmektedir. STK’lar da iyilikte yarışma prensibi doğrultusunda, inhisarcı ve bencil bir tavır takınmadan, kendi hizmetini yüceltip diğer STK’ların hizmetlerine tepeden bakan bir eda içinde olmadan hizmet üretmelidirler. Aslolan yapılan hizmetlerin büyüklüğü veya küçüklüğü değil, kim için yapıldığıdır. Selam ve dua ile. (*) Ribat Eğitim Vakfı Onursal Başkanı/Eğitimci-yazar ARALIK 2013 / 305
13
Kapak
Ahmet Taşgetiren
Önderlik Rolü
Kanaat önderi, âlim veya “Hak dostları” diyebileceğimiz şahsiyetler, tek insandan çok daha şümullü bir sorumluluk içinde olacaklardır.
“
Toplumun ihyası ve inşasında, kanaat önderlerinin ve âlimlerin sorumlulukları” üzerine düşündüğümüzde önce ihya ve inşa kelimelerinden bahsetmemiz gerekiyor.
Konunun üçüncü boyutu ise, inşa ve ihya işini yapacak kanaat önderleri ya da âlimleri alakadar ediyor. Belki kanaat önderi ya da âlim diye nitelediğimiz insanlardaki ihya ve inşa gücünü tahlil etmemiz, belki irdelememiz gerekiyor.
İhya “diriltmek” anlamına geliyor. İnşa ise, yapmak, kurmak, bina etmek anlamına...
Değerlendirmeye toplumdan, belki daha evrensel anlamda toplumlardan başlarsak, ortada, “İnsani anlamda ihyaya, inşaya muhtaç bir varlık var mı?” sorusunun cevabı kesinlikle var olacaktır.
“Toplumun ihya”sı dediğimizde de, bir anlamda ölen bir varlığa yeniden hayat vermekten söz ediyoruz demektir. Aynı şekilde “Toplumun inşası” dediğimizde ise, ayakta iken yıkılmış bir yapının ayağa kaldırılması ya da hiç var olmayan bir yapının yeniden kurulmasını kastetmiş oluyoruz. İhya ve inşayı toplum için düşündüğümüze göre, bir toplum tahlili de yapmış ve bu toplumun ihya ve inşaya ihtiyaç duyduğunu kabul etmiş oluyoruz. 14
DERGiSi
Bendenizin bir kitabının ismi “İnsan krizi”dir. Bu kitapta, insani anlamda ve evrensel boyutta yaşanan kriz ve bunun göstergeleri tahlil ediliyor. Denebilir ki İslam, insanoğlunun gerçekten insanlık haysiyeti içinde kalabilmesi maksadıyla Allah Teâlâ tarafından gönderilmiş değerler, ölçüler bütünüdür ve İslam toplumları dâhil bu değerler bütünü ile insan arasındaki mesafe bir hayli açılmıştır. Bunun doğuracağı
sonuç insani krizdir ki, bugün insanoğlu cihan çapında böyle bir krizle iç içedir, yüz yüzedir. Kur’an’da, mealen, “Allah ve Rasulü sizi, size hayat verecek şeylere çağırdığında ona icabet edin” buyuruluyor. Buradaki “size hayat verecek” ifadesinin altını çizersek, Allah’ın ve Rasulünün (s.a.v.) ölçüleriyle buluşmayan insanın manen diri olmadığı, yine bu ölçülerden uzaklaşan uzuvlarımızın manen ölü olduğu sonucunu çıkarabiliriz. Öyleyse diri olmak, ölmüşsek dirilmek, Allah ve Rasulünün ölçüleriyle buluşmakla mümkündür. Eğer bu manevi ölüm, tek insan ya da küçük insan gruplarını aşmış, toplumlar haline gelmişse, o zaman toplumların ihyası sorunu ile karşı karşıya kalmışız demektir. Böyle bir sorun var mı, evet var. “İnsan krizi”nin boyutları üzerine çok geniş örnekler ver-
“Dünya İslam’a muhtaç, İslam da Müslüman’a...”
mek mümkündür. Aslında günlük anlamda gazetelerin üçüncü sayfalarına yansıyan haberler, insan krizi örneklerinden ibarettir dersek yanlış olmaz. Annelerin çocuklarına, çocukların annelerine, eşlerin birbirine karşı işledikleri suçlar uykularımızı kaçırmaya başlamışsa bizim, insanlığın geleceği adına S.O.S anonsları yapılıyor demektir. Uzuv uzuv ölüyoruz, çürüyoruz demektir bu. İslam toplumlarının, İslam’la aralarındaki mesafelerin en aza indiği toplumlar olması gerekir. Ama İslam toplumları da, küresel bir inkırazın yansımalarını en derin biçimde yaşıyor. Bir anlamda nükleer serpintilerin etkisini yaşayan coğrafyalar haline gelmişliğimizi ifade etmeye çalışıyorum. Şimdi böyle bir vakıa karşısında, diyoruz ki, bir ihya ve
inşa eylemi gerekiyor. Kim yapacak bunu? Peygamberler bunun için gönderilirler. Gelmişlerdir. İnsan, yaratılış gayesini kaybettiğinde ve çürümeye başladığında, “Allah’ın elçileri” gelmiş ve yeniden ihyanın, inşanın değerler dünyasını insana sunmuşlardır. Mehmet Akif, Rasulullah efendimizin (s.a.v.) dünyaya teşrif ettiği zamandaki toplumu anlattığı şiirinde der ki: “Sırtlanları geçmişti beşer yırtıcılıkta, Dişsiz mi bir insan onu kardeşleri yerdi” İşte Rasulullah Efendimiz (s.a.v.) sırtlanları geçen ve kardeşini bile yiyecek bir vahşet sergileyen insanoğlunu almış, onların içinden karıncayı bile incitmekte kul hakkı bulunduğunu düşünen bir insan ve toplum inşa etmiştir.
Artık peygamber gelmeyecek. O ilahi tasarruf, Hazreti Muhammed Mustafa aleyhissalatü vesselam ile son bulmuştur. İnsanı insan kılan son mesaj Kur’an’la tamamına ermiştir. Ama toplumun Kur’an’la ihya misyonu sona ermiş değildir. Rasulullah örneği, hem İslam’ı bütünüyle hayat haline getirme noktasında hem de toplumların İslam’la diriltilmesi noktasında “Önder”liğini sürdürmektedir. Dolayısıyla, bundan sonra, toplumu ihya ve inşa misyonuna soyunacak olanlar, Allah Rasulü (s.a.v.)’nün bu nitelikteki “Önder”liğini temessül etmek durumundadır. Bu “Önder”liğin ise, tebliğ kadar temsil hüviyetini gerekli kıldığı açıktır. ARALIK 2013 / 305
15
Bana göre tek Müslüman da, en azından Rasulullah’ın örnek hayatını kendi hayatına taşıyarak, en azından kendi kişiliği çerçevesinde bir dirilik oluşturabilir, bir inşa eyleminde bulunabilir. Kanaat önderi, âlim veya “Hak dostları” diyebileceğimiz şahsiyetler, tek insandan çok daha şümullü bir sorumluluk içinde olacaklardır. Bu insanlar, toplumda kendilerine bakılan ve bir anlamda kutup yıldızı gibi yön tayini yapılabilecek simalardır. Toplumun çöküş, yere kapaklanış ölüş, yıkılış seyrini daha sağlıklı tahlil etmek ve toplumsal ihyanın, inşanın kanuniyetlerini bilmek bakımından, nüfuzu nazar sahibi olan insanlardır. Zamanını doğru okuyan, insanoğlunun iyiye veya kötüye doğru dönüşümünü tahlil edebilen, toplumun önüne projektörler sunabilen insanlardır. Bir tür tabip konumundadırlar. Hastalığı teşhis eden ve çarelerini ortaya koyabilenlerdir. “İnsanlar meliklerinin dini üzeredirler.” denilmiştir.
K
anaat önderi, âlim veya “Hak dostları” diyebileceğimiz şahsiyetler, toplumda kendilerine bakılan ve bir anlamda kutup yıldızı gibi yön tayini yapılabilecek simalardır. Doğru bir insansa doğru sürükler, yanlış bir insansa yanlış sürükler. Onun için tasavvuf dünyasında insanlara “Doğru önder” anlamına “Mürşidi kâmile -kemal ehli bir yol göstericiye- bağlanmak” tavsiye edilir. İslam kültüründe âlimler ve böyle Allah dostları için “Peygamber varisi” nitelemesi yapılır. Bu, bu insanların, tıpkı Peygamberler gibi, toplumları Allah yoluyla buluşturacak önderler oldukları anlamına gelir.
O zaman, bu insanların hem Benzeri ifadeler, “insanlar böyle bir önderliği üstlenmelearkadaşlarının dini üzeredir” ri, hem de bunu Peygamber’in gönül kıvamına yaklaşarak yaptarzında da, söylenir. maya çalışmaları gerekir. Bir kanaat önderi, bir ilim İslam dünyasının ve geneladamı, arkasından kitleleri süde tüm insanlığın bu önderliğe rükler. 16
DERGiSi
çok acil ve hayat-memat seviyesinde muhtaç bulunduğunu belirtmek isterim. Yani tükenişle yüz yüze gelmiş insanoğluna bir hayat suyu vermek gibi bir sorumluluktan bahsediyorum. Benim bir sözüm var: “Dünya İslam’a muhtaç, İslam da Müslüman’a...” şeklinde. İslam toplumları diri olmalı ki, cihana dirilik taşısın. “Kendisi muhtac-ı himmet bir dede, nerde kaldı gayrıya himmet ede” özdeyişini Müslüman toplumlar için okumak çok ağır gelse de, insanlığa önder olacak kıvamda olduğumuzu söylemekte de zorlanıyorum. Rabbimiz, insanlığa önder olacak ve dirilik taşıyacak nesiller lutfetsin bize. Âmin.
Kapak
Dr. Ahmet Kılıç
YÖNETİCİ VE YÖNETİLEN SORUMLULUĞU VE
İNSAN İSRAFI
T
oplumların ihyasında ve inşasında “yönetim” unsuru en kritik konulardan birisidir. Yönetim, toplumdaki düzenin tesisi ve devamlılığı için elzem olan bir kurumdur. İnsanın her iki dünya saadetini temin etmeyi amaçlayan İslam dini, bu kapsamda, toplum hayatını düzenleyen, maddimanevi müeyyidelerle desteklenmiş ahlaki ve hukuki birçok düzenleme getirmiş, bireyden en üst noktadaki yöneticiye kadar herkese sorumluluk bilinci yüklemiştir. “Hepiniz çobansınız ve hepiniz elinizin altındakilerden sorumlusunuz” (Buhârî, Cuma, 44) hadis-i şerifi bu hususa işaret etmektedir. Kişilerin yükümlülükleri konumlarına göre farklılık arz etmektedir. Elbette, bir aile reisinin, bir okulun, bir vakfın, bir kurumun, devlet idaresini üstle-
nenlerin sorumluluğu, görevleri icabı, ağırlık ve kapsam olarak birbirinden farklıdır. Dolayısıyla, yöneten, yönetilenden daha fazla sorumluluğa sahiptir. Zira yetki ve güce paralel olarak, insanlara karşı hizmet etme, Rabbine karşı da kulluk yapma yükümlülüğü artacak veya azalacaktır. Bu nedenle İslam tarihi, idareci konumuna getirilmeyi istemeyen ve bundan şiddetle kaçınan Müslüman şahsiyetlerin örnekleriyle doludur. Yeryüzünde Allah’ın halifeliğini üstlenmiş bulunan Müslüman için yönetim, kaçınılmaz bir sorumluluktur. Yeryüzünde adaletin hâkim olması için var gücüyle çalışmak, insanların huzur, sükûn ve selameti konusunda çaba göstermek, Yaradan’a kulluk hususunda uygun şartlar oluşturmak inanan insanın en önemli görevidir. Bu kapsamda tüm yara-
tılmışlara karşı Allah adına yönetim görevini üstlenen insan, haricen ikinci bir kimlik daha kazanacak, sahip olduğu etki ve yetkiye göre ya yöneten ya da yönetilen olacaktır. Fakat her iki durumda da değişmeyen bir sorumluluğu vardır; bulunduğu konumun hakkını vermek. Diğer yandan, İslam’da mutlak varlık, hâkim ve hüküm sahibi ancak Allah olduğu için herkes ona uymak, bağlanmak ve onun adına hareket etmek zorundadır. Kâinattaki varlıklar O’nun çizdiği yolda yürümeye mecbur oldukları gibi, O’nun halifesi olan insanlar da sadece O’nun emir ve tavsiyelerine uyar, nehiy ve yasaklarından uzak kalırlar. Dolayısıyla, gerçekte hiçbir “yönetici” sadece “yönetici”, hiçbir “yönetilen” de sadece “yönetilen” değildir. Zira her “yönetici”nin üzerinde bir “yönetici”, her “yönetilen”in ARALIK 2013 / 305
17
de “yönettiği” bir “yönetilen” vardır. Yani, herkes asgaride kendisinin “yönetici”si ve aynı zamanda “yönetilen” konumundadır. Buna göre insan; her hal ve şart altında Allah’ın yönettiği “yönetilen”, bazı durumlarda da mutlak yöneticisine vekâleten “yönetici” olabilmektedir. Fakat ne olursa olsun Yaradan’ına karşı tek bir sıfatı vardır, o da “yönetilen” olmak. İyi bir “yönetilen” olmadan, iyi bir “yönetici” olunmaz. Yüce Allah’ın hükmüne ve yönetimine boyun eğmeden, başarılı bir yönetim gerçekleştirilemez.
a) Yöneticilerin sorumlulukları Adalet, hukuk ve şûra temellerine dayanan yönetim anlayışına sahip İslam’a göre, toplumların ihyası ve inşası için yöneticilerin en başta gelen sorumluluğu adaletin hâkim kılınmasıdır. Adalet İslam’ın temel esaslarından birisidir. İslam, yöneten-yönetilen ilişkileri ile birlikte, kişinin hayatına yön veren inanç, ibadet, ahlâk, davranış, sanat, ticaret, hukuk ve siyaset gibi ilişkilerin adalet ve hakkaniyetle gerçekleştirilmesini temin etmek için indirilmiştir. Buna göre, İslam, yönetimde, yasamada, yargıda, yürütmede, ekonomide, savaş ve barışta, bireyler ve toplumlar arasındaki bütün ilişkilerin adaletle yürümesini, zulüm ve adaletsizliğin yok edilip ada18
DERGiSi
İ
mam Mâverdî, “Bir ülkeyi zulüm kadar tahrip edebilecek başka hiçbir şey yoktur” diyerek ülkedeki bütün bozukluklarda adaletsizliğin mutlaka bir payının ve etkisinin bulunduğunu ifade etmektedir. letin hâkim kılınmasını gerekli görmüştür. Nitekim şu ayet-i kerimeler bu hususa işaret etmektedir: “Şüphesiz ki Allah, size adaleti, iyilik yapmayı ve yakınlara bakmayı emreder; ahlaksızlıktan, kötülükten ve haksızlıktan nehyeder.” (Nahl, 90). “..Ve insanların adaleti ayakta tutmaları için beraberlerinde Kitabı ve Mizanı (ölçüyü, teraziyi, yani adaleti) indirdik. Bir de kendisinde hem çetin bir sertlik, hem insanlar için faydalar bulunan ‘Demiri’ (siyasi otorite) indirdik.” (Hadid, 25). “Emr olunduğun gibi dosdoğru ol; onların heveslerine uyma ve şöyle
de: Allah’ın indirdiği Kitab’a inandım ve aranızda adaletle hükmetmekle emr olundum.” (Şûra, 15). Adalet, her fert açısından önemli olmakla birlikte, yönetici konumunda bulunan insanlar için daha büyük bir öneme sahiptir. Çünkü yöneticinin bireysel sorumlulukları yanında, riyaset ettiği toplumun huzur ve mutluluğunu, can, mal, akıl, nesil ve din emniyetini temin etmek gibi kritik görevleri ve sorumlulukları da bulunmaktadır. Bu nedenle, yöneticilik mevkiini işgal eden kişiler Hz. Peygamber tarafından uyarılmış; adaleti temin ettikleri takdirde, adil yöneticilerin kı-
yamet günü Allah tarafından korunacak yedi grup insan arasında yer alacağı belirtilmiştir. (Buhârî, Zekât 16). Keza, İslâm dünyasının önde gelen siyaset düşünürleri de adalete önemle vurgu yapmışlardır. Nitekim Fârâbî’ye göre, “Toplum sevgiyle kaynaşır, adaletle yaşar”. Toplumun bekasının teminatı olan adalet, öncelikle bir devlet işlevidir. Devlet, her vatandaşına hakkı olan geçim imkânlarını, şeref ve itibarını, sağlığını, eğitimini, huzur ve güvenliğini, makam ve mevkiini vermekle yükümlüdür. Devlet bunları verdiği ve bunları koruduğu takdirde adaleti gerçekleştirmiş olur. (ElMedînetü’l-fâzıla, s. 88-17). Mâverdî ise, “Bir ülkeyi zulüm kadar tahrip edebilecek başka hiçbir şey yoktur” diyerek ülkedeki bütün bozukluklarda adaletsizliğin mutlaka bir payının ve etkisinin bulunduğunu ifade etmektedir. (Edebü’d-dünyâ ve’d-dîn, s. 141-153).
haktan her sapanı düzeltici, her zalimi doğrultucu, her bozuğu islâh edici, her zayıfa güç, her mazluma hakkını veren ve her şaşkına sığınak kılmıştır.” (Muhammed İbn Abdü Rabbihi, el Ikdü’l-Ferîd, I, 25)
Adil yönetici nezdinde, bütün vatandaşlar; renk, soy-sop, dil, sınıf, memleket ve ülke farkı gözetmeksizin, hukuk bakımından birbirine eşittir. Her ne suretle olursa olsun, söz konusu referanslarla hiçbirinin bir diğeri üzerinde imtiyazı ve farklı durumu yoktur. Allah: “Ey iman edenler! Biz sizleri bir erkekle bir dişiden yarattık, tanışasınız diye sizi kabilelere ve oymaklara ayırdık. Şüphesiz ki sizin Allah’a göre en makbul olanınız, Allah’tan en çok sakınanızdır. Allah bilendir, haberdardır.” buyurur. (Hucurât, 13). Bu kapsamda bir hadis-i şerifte “Kim insanların işlerinden bir işin başına amir olarak geçirildiğinde kapısını miskin, güçsüz, fakir, haksızlığa ve zulme uğrayan kimseAyet-i Kerime’de idareciye kapatırsa; Allah en muhtaç lerin vasıfları için “Onlar, eğer olduğu zamanda rahmetinin kendilerine yeryüzünde bir ikkapılarını o kişinin yüzütidar mevkii verecek olursak ne kapatır” buyrulmaktadır. dosdoğru namazı kılarlar, zekâtı (Ramûzü’l-Ehâdis: 446/8) verirler, iyiliği emr ederler, köBunun yanında devlet iştülükten vazgeçirmeye çalışırlar” buyrulmaktadır. (Hacc, lerinde işbaşına getirilen kişi41). Hasan-ı Basrî, Ömer ibn lerde, dostluk, akrabalık, soyAbdülaziz’e yazdığı mektu- luluk ve ırk ayırımı yapılmabunda, adil yöneticiyle ilgili malı; takvayla birlikte liyakat şunu söyler: “Ey müminlerin ve ehliyet aranmalıdır. Nitekim emiri! Bil ki Allah, adil imamı; ayet-i kerime’de “Allah size
emanetleri ehil olanlara vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder.” buyrulmaktadır. (Nisa-58). Keza, Efendimiz “İş, ehli olmayan kişilere verilince kıyameti bekle, kıyametin kopması pek yakındır” ikazını yapmaktadır.
b) Yönetilenlerin sorumlulukları İslam’a göre toplumların ihyası ve inşasının en temel şartı halk desteğidir. Toplumların dönüşümü ve bunu sağlayacak olan Hakk’ın ve adaletin hâkim olması, yöneticilerden ziyade halkın eliyle gerçekleşebilir. Zira bu yönde toplumsal bir irade olmadıkça toplumların ihyası ve bunu temin edecek adil bir yönetim gerçekleşemez; halkın istek ve desteği olmadıkça sosyal dönüşümü tesis edecek çalışmalar pratiğe dökülemez. Nitekim Rabbimiz, “Bir toplum kendilerindeki özellikleri değiştirinceye kadar Allah onlarda bulunanı değiştirmez” buyurmaktadır. (Ra’d, 11). Aynı şekilde başka bir ayet-i celilede “Allah bir topluma bahşettiği nimeti, o toplum kendi gidişatını değiştirmedikçe, asla değiştirip elinden almaz” buyrulmaktadır. (Enfal, 53). O halde toplumların ihyasında ve inşasında yönetenler kadar yönetilenler de önemli ARALIK 2013 / 305
19
sorumluluğa sahiptir. Zira İslami yönetimde bireyler gücü yettiğince sistemin İslam’a uygun bir şekilde kurulması ve işletilmesi, adaletin sağlanması ve toplumun ihyasını temine yönelik işlerin, sözlerin, davranışların ve uygulamaların gerçekleştirilmesi konusunda seçilmiş veya atanmış yöneticileri izlemesi, denetlemesi ve uyarması gerekmektedir. Bunun yanında, idarecilerin bu yöndeki doğru söz ve emirlerine itaat edilmeli, fiil ve politikaları desteklenmeli, müspet hareket, uygulama ve icraatları teşvik edilerek katkı sağlanmalıdır. Çünkü Rabbimiz “Ey inananlar! Allah için adaleti ayakta tutup gözeten şahidler olun. Bir topluluğa olan öfkeniz, sizi adaletsizliğe sürüklemesin, adil olun; bu, Allah’a karşı gelmekten sakınmaya daha yakındır.” (Mâide, 8) buyurmaktadır.
E
n büyük israf ise, dünyanın en kıymetli ve şerefli varlığı olan “insan”ın israfıdır. Ekmeği çöpe atmak nasıl bir israf ise, insanı da cehenneme atmak öyle bir israftır. Dolayısıyla, Rabbine ibadet etmesi için yaratılan insanın isyan etmesi israftır. Sırat-ı müstakimde insanlara kılavuzluk yapan peygamberlere uymaması onların kılavuzluğunu reddetmesi kendini israftır. Keza, bugün Kur’an’dan ve Hz. Peygamber’den değişik uzaklaştırma metotlarını uygulayarak, insanları cehenneme atanlar en büyük müsriflerdir. “kılıçla düzeltme” uyarısında bulunması bunun güzel bir örneğidir. (Yusuf Kandehlevî, Hayatü’s-Sahabe, 11, s. 634).
Bu konuda tüm Müslümanlara görev düşmekle beraber en Keza, İslam dinin en büyük sorumluluk toplumun önönemli farzlarından birisi de derleri olan İslam âlimlerine ve “emri maruf ve nehyi mün- mürşidlere verilmiştir. Nitekim, ker” dir. Dini öğretiler halkı gerçek âlimler ve mürşidler, her bu farzı yerine getirmeye da- asırda ümmete yol ve yön gösvet etmekte ve özellikle devlet termiş, toplumu sapmaktan kove siyaset adamlarını adalet ve rumuş, yöneticileri de gerektiği hakkaniyete çağırmayı, buna şekilde ikaz etme görevini yeimkân bulanların önemli gö- rine getirmişlerdir. Keza, İslam revleri arasında saymıştır. Nite- bilginleri “Nasîhatü’l-mülûk, kim Hz. Peygamber, “Cihadın edebü’l-mülûk, âdâbü’l-vüzerâ, en üstünü, zalim hükümdar pendnâme, nasîhatnâme” gibi karşısında hakkı söylemektir” isimler altında kitaplar yazmışbuyurmuştur. (İbn Mâce, Fiten, lar, zaman zaman devlet adam21). Hz. Ömer’e sahabeden bir larına uyarı mektupları göndergencin Allah’ın emirlerine ay- mişlerdir. kırı bir iş yapması durumunda 20
DERGiSi
Diğer yandan, yönetimle ilgili söz, fiil, davranış ve uygulamalarını yönetilenlerin denetim ve kontrolüne açmak, bu hususta tüm Müslümanlardan samimiyetle yardım talebinde bulunmak da Müslüman bir idarecinin sorumluluğudur. Nitekim, Hz. Ebu Bekir, halife olarak seçildiği zaman yaptığı konuşmada şu ifadelere yer vermiştir: “Sizden daha hayırlı bir kimse olmadığım halde, sizin idareciniz olarak iş başına geçmiş bulunuyorum.. Eğer ben, bu vazifemde doğru iş görürsem siz de bana yardımcı olursunuz. Yanıldığım zaman da beni ikaz edecek, bana doğruyu siz göstereceksiniz.” (Kandehlevî, a.g.e, s. 608). Şu hususu da unutmamak
“ölçü ve itidal eksikliğini, insanın fıtrat ölçülerini aşarak aşırılığa düşmesini, kendini ve sahip olduğu değerleri boş yere harcamasını” ifade etmektedir. (Araf, 81; İsra, 33; Taha, 127; Furkan, 67). Keza, müsrif, sadece sahip olduğu maddi imkânları ölçüsüz biçimde tüketen değil, aynı zamanda insan olma potansiyelini Kur’an’ın doğruluk ve değer ölçülerine göre kullanmayan ve fıtrat yüceliğini zayi eden kimsedir. İnsan israfı olarak da adlandırılabilecek bu duruma, en çok İslâm dışı sistemlerin egemen olduğu ortamlarda rastlanır. Çünkü böyle bir ortamda yaşayan kimseler, iyi bir insan olmak ve Müslümanca yaşamak için gereken gayreti ortaya koyamazlar. Günümüzde, İslâm dışı ortamda yaşayan çok sayıda Kısaca, İslam’da, topluinsanın, günah müşterisi olarak mun ihyasında ve inşasında ömür tüketmesi değinilen tespiyönetici-yönetilen ilişkisinde ti doğrulamaktadır. (Fahreddin adalet, merhamet, hakkaniyet, Yıldız, “İmkân ve İnsan İsrafı”, eşitlik, emanete riayet, ehliyet, Altınoluk Dergisi, 1999-Şubat, liyakat, takva, iyiliği emr, köSayı: 156, s. 38). tülüğü nehyetme, maruf olan Ayet-i kerimede “İsraf işlerde itaat ve ittiba gibi temel kavram ve prensipler geçerli- edenler, şeytanın arkadaşlarıdır” buyrulmaktadır. (İsrâ, dir. 27). En büyük israf ise, dünyanın en kıymetli ve şerefli varlıc) İnsan israfı ğı olan “insan”ın israfıdır. Zira, Kur’an-ı Kerim’in on yedi yeİslam’a göre toplumların rinde israftan bahsedilirken, bu ihyası ve inşası konusunda yöayetlerin üçünde yeme, içme netici ve yönetilenler açısından noktasındaki israftan, yani eşen önemli sorumluluklarından yanın israfından, kalan on dört birisi de insan israfına engel ayette de insanın israfından olmaktır. Kur’an’a göre israf, gerekir ki, toplumlar layık oldukları kişilerce yönetilir. İdarecilerle idare edilenlerin, adeta görüntüleri birbirine akseden aynalar misalidir. Bir toplumun başına iyi biri gelirse bu o toplumda iyiliğin ve iyilerin baskın olmasından kaynaklanır. Kötü bir yönetici gelmesi de aynı şekilde toplumdaki genel eğilimin kötülük yönünde olduğunu gösterir. Dolayısıyla toplumlar başlarındaki yöneticilerin kötülüğünden şikâyet ederken, dönüp kendilerine bakmalıdır. Nitekim “İnsanların kendi elleriyle yapıp ettiklerinden dolayı karada ve denizde fesad zuhur etti.” (Rum, 41) ayet-i kerimesi ile Peygamberimizin “Nasıl iseniz öyle idare olunursunuz” veciz ifadesi bu noktaya işaret etmektedir.
bahsedilmektedir. Ekmeği çöpe atmak nasıl bir israf ise, insanı da cehenneme atmak öyle bir israftır. Dolayısıyla, Rabbine ibadet etmesi için yaratılan insanın isyan etmesi israftır. Sırat-ı müstakimde insanlara kılavuzluk yapan peygamberlere uymaması onların kılavuzluğunu reddetmesi kendini israftır. Keza, bu gün Kur’an’dan ve Hz. Peygamber’den değişik uzaklaştırma metotlarını uygulayarak, insanları cehenneme atanlar en büyük müsriflerdir. (Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yay.: 7/109-110). Aynı şekilde insanların düşünme ve fikir beyan etme haklarını ellerinden alma ve bedenlere ve beyinlere ipotek koyma da farklı israf şekilleridir. O halde, bir düşünelim, yaşadığımız toplumun ihyası ve inşası için yöneten veya yönetilen olarak fert, toplum ve devlet planında acaba sorumluluklarımızı yerine getiriyor muyuz? Öncelikle “kendimizi”, daha sonra diğer insanları israf etmekten sakınıyor muyuz? Rabbimizin bize emanet olarak verdiği âzâları, nimetleri, vakti, iş ve imkânları, en önemlisi kalbimizi, ruhumuzu ve amellerimizi, idaremizdeki insanları ve otoritemizi ne için ve ne kadar kullanıyoruz? Sahip olduğumuz bu emanetleri, Rabbimize teslim ederken alnımız ve kalbimiz ferah olacak mı? Yoksa onları israf mı ediyoruz? ARALIK 2013 / 305
21
Tavsiyeler*
1-Ailemizin her ferdi Kur’an-ı Kerim’i yüzüne okumasını öğrenmelidir. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“Sizin en hayırlınız Kur’an’ı öğrenen ve öğretendir.” (Buharî) buyurmaktadır. 2- Her gün Kur’an-ı Kerim’den bir hizip okunmalıdır. 3- Fatiha, Ayet el-Kürsî, Bakara Sûresi’nin son iki ayeti, Haşr Sûresi’nin son üç ayeti, Yasin, Saff ve Mülk sûreleri, Duha Sûresi ve ondan sonraki sûreler, namaz içinde okunan duâ ve salâvatlar ezberlenip tefsirleri okunarak öğrenilmelidir. 4- Kırk hadis-i şerif metin ve meali ile beraber ezberlenmelidir. Hadis-i şerifler Kur’an’dan sonra, dinimizin ikinci kaynağıdır. Âlemlere rahmet peygamberin, gönüllere sürur veren mübarek kelamlarını öğrenmek ve öğretmek çok büyük bir fazilet ve bir ümmet olma borcudur. 5- Ehl-i Sünnet itikadı ile ilgili bir akait risalesini okuyup öğrenmelidir. İtikada taalluk eden meseleleri öğrenmek her Müslüman için farz-ı ayındır. 6- Allah’a kulluk vazifemizi en iyi bir şekilde yapabilmek için en azından bir ilmihâl kitabı okuyup güzelce öğrenmelidir. İmkân ve zamanı olan daha tafsilatlı bir fıkıh kitabı okumalıdır. Çünkü Müslüman’ın fıkhını öğrenmesi farz-ı ayındır. Kişinin iştigal ettiği iş hususundaki fıkhî hükümleri öğrenmesi de farz-ı ayındır. 7- Ahlâk, muaşeret ve tasavvufa ait çok sağlam ve güvenilir bir kitap okunmalıdır. Ve böylece Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in 22
DERGiSi
hüsn-i ahlâkı öğrenilip onun ahlâkı ile mütehallik olmalıdır. 8- Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in hayatı ile ilgili güvenilir bir kitap okunmalıdır. Çünkü Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in hayatı yaşanılan Kur’an’dır. O’nun söz, fiil ve takrirleri Kur’an’ın en berrak ve en sağlam tefsiridir. Zaman ve imkânı olan Hulefa-i Râşidîn dönemini, Emevî, Abbasî, Selçuklu ve Osmanlı dönemlerini de kapsayan bir İslâm tarihi okumalıdır. Hatta daha da zamanı ve imkânı olan son iki yüzyılın siyasî tarihini okumalıdır ki yerli ve yabancı İslâm düşmanlarının, İslâm dini ve müslümanlar aleyhine yaptıkları plan, hile ve hud’alarını, zulüm ve işkencelerini görsünler de mütenebbih olsunlar. 9- Ailece, İslâm’ın farz kıldığı ibadetler yapılmalı, haramlardan sakınmalı ve aile içinde İslâmî yaşantı tam olarak hâkim kılınmalı, ailenin her ferdi, hak ve vazifelerini çok iyi bir şekilde öğrenmelidir. Namazları cemaat ile kılmaya özen göstermelidir. Çünkü cemaat ile namaz kılmak, yalnız başına namaz kılmaktan 27 derece daha efdaldir. 10- Çocuklarımız Allah Teâlâ’nın bizlere bir emanetidir. Onları en iyi bir şekilde terbiye edip, ahlâklı, dürüst, güvenilir, sağlam ve muttakî bir Müslüman olarak yetiştirmeliyiz. Yavrumuz ana rahmine düştüğü andan doğana, doğduktan sonra rüşt çağına varıncaya ve ondan sonraki hayatı için yapacağımız vazifeler vardır. 11- Evimizde, başta Kur’an-ı Kerim, tefsir, hadis, akaid, fıkıh, ahlâk ve İslâm tarihi ile ilgili
temel kitaplar olmak üzere, bir kitaplık tesis etmelidir. Böylece hanelerimiz bir mektep ve bir “Dar’ul Erkam” olmalıdır. 12- Ailemizin kadın, erkek, kabiliyetli bütün efradı, yakın çevremizden başlayarak ve özellikle ev sohbetleri yaparak İslâmî tebliğatta bulunmalı ve Müslümanların tağutî düzenlerin tuzaklarından, nefis ve şeytanın hile ve hud’alarından kurtulmaları ve Allah’a karşı kulluk vazifelerini en iyi bir şekilde ifa etmeleri için çalışmalıdır. 13- İslâmî hizmetler muhakkak istişare ile yapılmalıdır. İstişâre yapacağımız şahıs, dürüst, güvenilir, sır saklayan, ahlâklı, İslâm’ı bilen ve itidal sahibi olmalıdır. 14- Her namazdan sonra bütün Müslümanlara, hassaten yapılan İslâmî çalışmalarda muvaffak olmak için, bütün samimiyetimizle dua etmeliyiz. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “Din kardeşi hakkında yapılan gıyabî dua reddolunmaz.” buyurur.
274) buyurur. 18- Her cuma namazından sonra yedi İhlâs, yedi Felak, yedi Nâs sûreleri okunmalıdır. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “Kim Cuma Namazı’ndan sonra, konuşmadan ve kalkmadan İhlâs, Felak ve Nas sûrelerini yedişer defa okursa, Allah Teâlâ onu gelecek Cuma’ya kadar zarar verici şeylerden muhafaza eder.” buyurmuştur. 19- Her gün sabah ve akşam “Ölmeden önce ölünüz.” “Hesaba çekilmeden önce nefsinizi hesaba çekiniz. Tartılmadan önce amellerinizi tartınız.” tavsiyeleri doğrultusunda, nefsimizi hesaba çekmeliyiz. 20- Aşağıdaki istiğfar, tevhid, salâvat ve duaları lisanımıza vird etmeliyiz. “Estağfirullah” “Lâ ilahe illallah. Muhammedün Rasulullah”
15- Teheccüd, İşrak, Duha ve Evvabin namazlarını kılmak için gayret edilmelidir.
“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve barik ve sellim.”
16- Mazereti olmayanlar, Pazartesi ve Perşembe günleri oruç tutmak için gayret etmelidir. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“Hasbunallah ve ni’mel vekil” “Allah bize yeter. O ne güzel vekildir.” (Âl-i İmran 173)
“Ameller (Cenab-ı Hakk’a) Pazartesi ve Perşembe günleri arz olunur. Ben amelimin oruçlu bulunurken arz olunmasını seviyorum.” (Tirmizî) buyurmuştur. 17- Her Müslüman kendi durumuna göre her cuma bir veya bir kaç fakire sadaka vermelidir. İmkânı olanlar, borç isteyeni veya bir sadaka için kapıya geleni asla geri çevirmemelidir. Allah Teâlâ: “Mallarını gece ve gündüz, açık, gizli infak edenlerin mükâfatı Allah katındadır. Onlar için ne korku vardır ne de üzülmek.” (Bakara
“Lâ havle vela kuvvete illâ billah” ” (Allah’tan başka güç ve kuvvet sahibi yoktur) Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şu duayı çok yaparlardı: “Ey kalpleri çekip çeviren Rabbim! Kalbimi dinin üzerine sabit kıl.” Ya Rabb! Bizleri Sırr-I Tevhide Erdir. İmanla Yaşat, İmanla Öldür. Âmin. (*) Bu tavsiyeler rahmetli Zeki Soyak hocamızın İzahlı 40 Hadis kitabının sonuna eklediği “Tavsiyeler” bölümünden özetlenerek alıntılanmıştır. ARALIK 2013 / 305
23
Hizmet Adabı
Nureddin SOYAK
Hizmet Nimettir
A
llah rızası için hizmet edenler, Allah’ın nimetlerine kavuşurlar. Hizmet nimettir. Hizmetleri külfet görenler, her türlü nimetten maHrum kalırlar. Dünyevi hesaplarla hizmet edenlerin, tüm emekleri zayi olur. Ya bizzat kendisi hizmet edecek, ya da imkânların hizmet verecek. Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem efendimize: “Sadakanın hangisi eftaldir?” diye sorulmuştu, şu cevabı verdi: “Allah yolunda bir köleyi hizmete koymak…” (Tirmizi) “İşte onlar, Rableri tarafından gösterilmiş doğru yol üzeredirler ve onlar kurtuluşa erenlerdir.” (Lokman, 5) Kul için en büyük nimet Rabbinin gösterdiği yol üzerinde olabilmektir. Bu yola ulaştığında da o yolda olmaya bütün gayreti ile çalışmak gerekir. Çünkü Rabbin yoluna ulaşmak, o yolda sürekliliği garanti etmez. Rabbin yolunda daim ve kaim olabilmek için sürekli say-u gayret göstermelidir. Rasullah sallalahu aleyhi ve sellem efendimizin örnek alınmadığı bir hayat hayat değildir. Kurtuluşun yolu o yüce 24
DERGiSi
Rasulün örnekliğinden geçer. “Şüphesiz, iman edip de güzel davranışlarda bulunanlar için, nimetleri bol cennetler vardır.” (Lokman, 8) İmanın gereği güzel davranışlarda bulunmaktır. Samimi iman, sahibini güzel davranışlara sevk eder. Salih amelleri, güzel davranışları ve hizmetleri, hayatın yegâne gayesi haline getirenler içi ilahi ve nebevi müjdeler çoktur. Kul için cennet en büyük müjdelerdendir. Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz buyurdu ki: “Bir kul salih amel işlerken araya bir hastalık veya sefer girerek ameline mani olsa, Allah ona sıhhati yerinde ve mukim iken yapmakta olduğu salih amelin sevabını aynen yazar.” (Buhari) Kul, gücü ve imkânları dâhilinde kulluğa ve hizmete yönelmelidir. İmkânsızlıklar nedeni ile bunları yerine getiremediğinde Rabbi ecrini ona hiç eksiltmeden vermeye devam etmektedir. Rabbimize ne kadar hamd etsek az, Kullarına kulluğu ne kadar kolaylaştırmıştır. Kul imanının ve salih amellerinin devamı için Rabbinden yardım dilemelidir.
Bu nimetleri kendisine bahşettiği için şükretmelidir. “Şükreden ancak kendisi için şükretmiş olur. Nankörlük eden de bilsin ki, Allah hiçbir şeye muhtaç değildir. Önce bana, sonra da ana-babana şükret diye tavsiyede bulunmuşuzdur.” (Lokman, 12-14) Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz buyurdu ki: “Halka teşekkür etmeyen, Allaha da şükretmez.” (Tirmizi) Hizmet ehli mü’min, Rabbi başta olmak üzere kendisine hizmet imkânı sunanlara da yüksünmek yerine teşekkür etmelidir. “Lokman: Yavrucuğum! Yaptığın iş bir hardal tanesi ağırlığında bile olsa ve bu, bir kayanın içinde veya göklerde yahut yerin derinliklerinde bulunsa, yine de Allah onu getirir.” (Lokman, 16) Hizmetlerin önündeki en büyük engellerden biri de gösteriştir. Mü’min bu hastalıktan azami derecede nefsini muhafaza etmelidir. Aksi halde bütün emekleri zayi olur. Sen hizmetini Allah için yapıyorsan varsın kimsenin haberi olmasın. Emek-
“Şüphesiz, iman edip de güzel davranışlarda bulunanlar için, nimetleri bol cennetler vardır.” Lokman, 8
lerim zayi olur diye korkma. İnsanlar bilse de bilmese de hiçbir amelinin boşa gitmeyeceğini bil, insanların bilmemesi senin için daha hayırlıdır. “Yavrucuğum! Namazı kıl, iyiliği emret, kötülükten vazgeçirmeye çalış, başına gelenlere sabret. Doğrusu bunlar, azmedilmeye değer işlerdir.” (Lokman, 17) Hizmet ehli mü’min, çevresindeki olaylara bigâne kalamaz. Hele hele yanlışlara asla. İnsanlar kırılır üzülür diye veya onlardan korkup çekinerek onların yanlışlarını söylemeyenler onlara iyilik etmiş olmadığı gibi, Rablerine de karşı gelmiş olurlar. Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz buyurmuştur: “İçlerinde kötülük işlenen bir cemiyet, bu kötülükleri bertaraf edecek güçte olduğu
halde seyirci kalır, müdahale etmezse Allah’ın hepsini saran umumi bir bela göndermesi yakındır.” (Tirmizi, İbnu Mace) “Küçümseyerek insanlardan yüz çevirme ve yeryüzünde böbürlenerek yürüme. Zira Allah, kendini beğenmiş, övünüp duran kimseleri asla sevmez. Yürüyüşünde tabii ol, sesini alçalt. Unutma ki, seslerin en çirkini merkeplerin sesidir.” (Lokman, 18) Hizmet ehli mümin, hizmetlerde ne kadar başarılı olursa olsun, ne kadar çok hizmet ederse etsin, ne kadar fedakarane çalışırsa çalışsın, Rabbinin kendine bahşettikleri yanında hizmetlerinin hiçbir şey olmadığını anlar, böbürlenip kibirlenmez. Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz: “Size cehennem ehlini haber vereyim mi? Bunlar kaba, cimri ve kibirli kimselerdir.” (Buhari,
Müslim, Tirmizi) Rabbimiz de: “İyi davranışlar içinde kendini bütünüyle Allah’a veren kimse, gerçekten en sağlamkulpa yapışmıştır. (Lokman, 22) buyurur. Hizmetler nafile ibadetlerden daha faziletlidir, Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem efendimizle sefere çıkan ashabdan bir kısmı oruçlu, bir kısmı ise oruç tutmuyordu. Mola yerinde oruçlular yığılıp kaldılar. Oruç tutmayanlar kalkıp, çadırları kurdular, hayvanları suladılar, yemekleri pişirdiler. Bunun üzerine, Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz: “Bu gün sevabı oruç tutmayanlar kazandı.” Buyurdu. (Buhari, Müslim) “Ey İnsanlar! Sakın dünya hayatı sizi aldatmasın ve şeytan, Allah’ın affına güvendirerek sizi kandırmasın.” (Lokman,33)
ARALIK 2013 / 305
25
Kur’an İklimi
Selim Armağan
selim.armagan@ilkadimdergisi.net
“Kim bir mü’mini kasten öldürürse; cezası, içinde ebedî olarak kalacağı cehennemdir. Allah ona gazap ve lanet etmiş ve onun için büyük bir azap hazırlamıştır.” (Nisa, 93)
Kan Davası ve Kardeşlik
A
llah’ın elçisi Efendimiz s.a.v’in sakındırdığı günler gibi günlerde yaşıyoruz. O,bizi “Herc” ten yani kimin niçin cinayet işlediğini bilmediği ve kimin de niçin öldürüldüğünü bilmediği kadar cinayetlerin yayıldığı bir dünyadan sakındırmıştı. Ne var ki ahir zamanın azgınları ümmetin evlatlarını en ufak tartışmada “Gebert gitsin” gibi aşağılık lafları kahramanlık gibi süsleyerek masumları cinayetlere teşvik ediyorlar. İslam’ı bize tanıtan, Allah’ın bizi Kur’an’da Müslüman olarak adlandırdığını bildiren, barış peygamberi Efendimiz, Müslüman’ı tanımlarken; “Müslüman, diğer Müslümanların elinden ve dilinden emin olduğu kişidir.” buyurur. Bu çağrı ferdinden toplumuna bütün ümmete ve bütün zamanlara hâkim olacak sosyal bir barış çağrısıdır. Müslüman, 26
DERGiSi
bir suç işleyebilir. Ancak suç işlediğinde kendisinin zarar verdiği kişiden daha değerli bir kişi olduğuna inanmaz. Verdiği zararı maddi ve manevi olarak ödeyeceğini bilir. Müslüman, karşısındaki kişiyi beş para etmez diye maddesel değerlendirmelere tabi tutup onun malına hatta canına kastedemez. Bilir ki kimin malına uzanmışsa o mala uzanan el kesilir. Kimin canına kastetmişse kendi canının da o candan daha kıymetli olmadığını bilir. Bugünlerde daha da şiddetlenen mezhep ve inanç kavgaları hatta cinayetleri Müslüman’a yakışmayan, belki de onları imanlarından da uzaklaştıracak bir büyük günahtır. Bu cinayetleri bu cürümleri işleyenler, dilleri ile Müslümanların arasına tefrika sokanlar Allah’tan korkmalılar. Karşılarındakiler Firavun dahi olsa İslam’ın barış dilini ve nezaketini elden bırakmamak gerektiğini unutmamalılar.
“Firavun’a gidin, çünkü o gerçekten azdı. Varın da ona yumuşak söz söyleyin; olur ki, öğüt dinler yahut korkar.” (Taha, 43-44) Kendi dengesizliklerini ve ölçüsüzlüklerini ölçü olarak koyanlar nefislerinin hevasından vazgeçip Allah’ın kurallarına gönüllerini ısındırıp imanlarını tazelemeliler. Zira ölçüsüzlükler ölçü olmaz. İstikrarın, barış ve huzurun temeli de Rabbimizin kurallarını kabul edip insanlığın sevincine ve kederine ortak olmaktan geçer. İnsanlar ağlarken onların bu halinden zevk alan ve gülebilenler ne insanlıktan nede Müslümanlıktan nasip almıştır. Müslüman olup kendini ya da kendi düşüncesini, mezhebini, meşrebini, tarikatını vesairesini başkasının canına, malına ve haysiyetine kastedecek kadar üstün görenler en azından kibirli kimselerdir. Unutmamalılar ki Efendimiz:
“Kalbinde hardal tanesi kadar iman bulunan bir kimse cehenneme girmez. Kalbinde hardal tanesi kadar kibir bulunan kimse de cennete girmez.” buyurur.(Müslim) Müslümanları Allah için sevdiğimizin iddiasında olan bizler; Onun âlemlere rahmet olarak gönderilen peygamberini örnek almalıyız. Hz. Peygamber Medîne’ye geldiği zaman Muharrem Ayında Aşure günü Yahudilerin oruç tuttuklarını gördü. Bunun ne orucu olduğunu sordu. Cevap olarak şöyle dediler: “Bugün, iyi bir gündür. Allah, İsrailoğulları’nı Firavun’un zulmünden bugün kurtarmıştır. Musa a.s. Allah’a şükür için bugünde oruç tutmuştur. Biz de tutarız” dediler. Hz. Peygamber; “Biz Musa’nın sünnetine sizden daha yakınız.” dedi, o gün oruç tuttu ve ashabına da tutmalarını emir buyurdu. (Buhârî) Ertesi yıl, Ramazan orucu farz kılınınca, aşure günü orucunu bıraktı, isteyen bu orucu tuttu, dileyen de tutmadı. Ramazan orucu farz kılındıktan sonra, bu oruç müstehap oldu. Hz. Hüseyin’in Kerbelâ’da şehit edildiği gün 10 Muharremdi. Şiiler bu günü matem, dövünme ve yas günü sayarlar. Yas bittince aşûre törenleri başlar. Hz. Ali’nin peygamberimizin kızı Hz. Fatma’dan Hasan, Hüseyin ve Muhsin adında 3
erkek, Zeynep ve Ümmü Gülsüm adında iki kızı olmuştur. Hz. Hasan, eşi Cade binti Eşas tarafından, zehirlenerek şehit edildi. Cenazesi Medine-i münevveredeki Bakî kabristanlığına defnedildi. Sevgili Peygamberimizin, “Hasan ve Hüseyin cennet ehlinin gençlerinin efendileridir. Babaları onlardan daha hayırlıdırlar.” “Hüseyin bendendir, ben de Hüseyin’denim! Kim Hüseyin’i severse Allah da onu sevsin.” buyurdukları Ehl-i Beyt’in ayrılığına şiiası, Alevisi ve sünnisi ile tüm ümmet yüzyıllarca ağladılar. Çocuklarının adını; Ali, Fatıma, Zeynep ve Hasan koydu, Hüseyin koydu hatta Hasan Hüseyin koydular. Ehli Beyt sevgisi, Sünnilik, Alevilik, Şialık vs adı altında yüzyıllar önce işlenmiş vahşi cinayetin kan davasını sürdürmeye çalışıp Hz Hüseyin’in ve ailesinin katilleri sanki aramızdaymışçasına tavırlar takınanlar, Rahman olan Allah’ın ayetlerinden ve merhamet peygamberi Efendimizin sözlerinden en az cahiliye dönemi Arapları kadar nasihat almalılar. Evs ve Hazreç kabilelerinin kucaklaştığı gibi kucaklaşmalılar. “Kim bir cana veya yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya karşılık olmaksızın haksız yere bir cana kıyarsa bütün insanları öldürmüş gibi olur. Her kim bir canı
kurtarırsa bütün insanları kurtarmış gibi olur...”( Maide, 32) “Ashabım! Cahiliyet devrinde güdülen kan davaları da tamamen ortadan kaldırılmıştır,’ ilk kaldırdığım kan davası da Abdulmuttalib’in torunu (yeğenim) Rebîa’nın kan davasıdır.” Hayatın neşesi; sevmek, güvenmek ve alçak gönüllü olmaktan geçer. Müslüman kişi önce Yaratan’ını sevecek, ona güvenecek ve ona karşı boynu eğik mütevazı olacak ki hayatının huzurunu ve neşesini tadabilsin. Sonra insanları hayvanları ve bitkileri sevecek. Sonra Allah’ın yarattıklarına karşı emin bir kişi olacak tıpkı Efendimiz gibi. Hayat Allah’ın rızası için yaşanmalı, onun rızası için sevilmeli, onun rızası için nefret edilmeli, riyasız ibadet edilmeli, rızasına uygun olarak can verilmeye gayret edilmelidir. İslam barışın ve kardeşliğinin önündeki en büyük engel; cehalet, tahammülsüzlük, bağnazlık, önyargı, kibir, yanlışlarda ısrar ve şımarıklıktır. Ümmetin bireyleri olarak lütfen Ayetlerin ve Hadis-i Şeriflerin muhataplığından öz değerlendirme yapalım ki söz ve davranışlarımız, kalbimizle vicdanımız; imanımızla amelimiz tutarlı olsun.
ARALIK 2013 / 305
27
Hadis İklimi Ahmet Ağmanvermez
a.agmanvermez@ilkadimdergisi.net
“Müşriklerle aramızdaki fark, başlıkların üzerine sarık sarmaktır.” (Tirmizi, Libas, 42)
Takke ve Sarıkla Namaz
B
aşa giyilen giysiler (başlıklar) üzerine sarılan tülbent veya şala sarık diyoruz. Başı soğuk ve sıcaktan korumak veya daha güzel görünmek için erkekler eski zamanlardan beri başlarına değişik şekil ve renklerde kumaşlar sarmışlardır. Bölgelere, iklimlere, örf ve âdetlere, milletlere, dinlere, sosyal ve dini statülere göre değişik sarık şekilleri kullanılmıştır. Arabistan’da çöl ikliminin gereği olarak cahiliye Arapları da başlarına sarık sarıyorlardı.
28
olur. Hiçbir müstehabı küçük görmemelidir. Takke takmak sünnetin müstehap kısmındandır. Tembellik eseri yanında takke taşımayı bir külfet sayarak veya başını örtmeyi ehemmiyetsiz görerek başı açık namaz kılmak mekruhtur.
Takke ve sarık konusunda Müslümanlar arasında iki farklı görüş ortaya çıkmıştır. Bir kısım Müslümanlara göre namaz kılarken erkeklerin başını örtmesi sünnettir. Maksat saçları göstermemek değil, başa bir şey koyarak sünneti yerine getirmektir. (Fetava-i kübra c.1, s.169)
Bazı âlimlere göre, başı takke ile örtmek de sarık yerini tutabilir. Efendimiz (aleyhissalatü vesselam) zamanında başa giyilen takkeye kalansüve deniliyordu. Bu kalansüvelerin üzerine sarık sarılıyordu. Kalansüvesiz sarık sarıldığı da oluyordu. Dikkat çekici husus, namazda başa bir şeyin konulması ve başın bir şekilde örtülmesidir. Bu örten şeyin kavuk ya da takke olması durumu değiştirmez. Bunlar, biraz da örfe göre değişebilir. Niyet sünnete tabi olmak olduktan sonra, coğrafyaya ve kültüre göre şekil değişebilir. Bu uygulamalarla insan sünnet sevabı kazanır.
Rasulullah efendimiz de giydiği için bize zevaid sünnet olmuştur. Namazda giyilmesi ise müstehaptır. Evde takkeye bir tülbent sararak kılmak iyi
Burada sarığın ve sarıkla kılınan namazın faziletiyle ilgili rivayetlere uydurma diyenler çıkabilir. Ancak, insan psikolojisini düşündüğümüzde, kişiye
DERGiSi
göre sarıkla kıldığı namaz, sarıksız kıldığı namazdan daha huzurlu ve huşu içerisinde olabilir. Sarık vesilesiyle insan namazda daha fazla huzur duyabilir. Buradan hareketle diyebiliriz ki, bazı rivayetler velev ki zayıf veya uydurma da olsa, madem sarığın pratikte böyle güzel neticeleri var ve madem Peygamber Efendimiz bunu hem günlük hayatında hem de namazlarında kullanmış, o zaman örfî de olsa bir sünnete uymak insana bir şey kaybettirmez. Bilakis çok şey kazandırır. Çünkü başkalarını taklit caiz olmamasına rağmen, Efendimizi (sallallahu aleyhi ve sellem) taklit güzeldir ve insana sünnet sevabı kazandırır. Çünkü O, her yönüyle bize örnek olarak yaratılmıştır. Belki burada dikkat edilecek husus, sarık gibi bir sünneti uygulayalım ve teşvik edelim derken, gıybet suizan gibi haramlara girmemek, sarıkla ilgili hadislerin kritiğini yapıyorum derken de zayıf da olsa bazı sünnetleri hafife almak ve o sünnetleri uygulayanları kına-
mak suretiyle kaybedenlerden olmamaktır. Çevremizdekilerin ne dediği değil, Allah ve Rasulu’nun ne dediği, ne yaptığı önemlidir. Takkenin, sarığın yerini tutup tutmadığı hakkında ihtilâf vardır. İbn-i Hacer’e göre, sarığın yerini tutmaz. Bazılarının dediği gibi sarık, sadece bir Arap âdeti değildir. Dört mezhepte de takke sarığın yerini tutmaz, ama takke başı kapattığı için namazı mekruh etmekten korur. Sarıkla kılmak elbette daha faziletlidir. Başı örtmek, dört mezhepte de sünnettir. Takke ile namaz kılınca sünnet yerine gelmiş ve mekruh da işlenmemiş olur. Sarıkla kılınırsa müstehap sevabı da alınmış olur. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) ve İslam büyüklerimiz sarık giymişlerdir. Çünkü o, Yüce Allah’ın huzurunda bir ziynet ve bir güzelliktir. Cübbe ve sarık, Allah Rasulünün fiilleri arasında “adet” kısmı içinde değerlendirilir. Zira bu türlü giyim tarzı Efendimizin yaşadığı toplumun âdetiydi Hz. Peygamberin âdetine uygun hareket eden kimse âdetini ibadete çevirmesi sebebiyle sevap kazanabilir. Mekke fethinde siyah bir kumaşı sarık olarak kullandığını biliyoruz. Belki o renk harp kıyafetinin rengiydi. Allah Rasulü (sallallahu aleyhi ve sellem) Mekke Fethi hariç genelde beyaz veya beyaza yakın renkleri sarıkta tercih buyurmuşlardı. Bir kısım âlimlere göre ise Hz. Peygamber sallallahu aley-
hi ve sellem ve Ashab-ı Kiram, İslâm öncesinde olduğu gibi İslâm’dan sonra da sarığı, günlük normal bir giysi olarak kullanmışlardır. Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem)‘in yeni Müslüman olanlara emir veya tavsiye ettiği özel bir sarık şekli olmamış, bu hususta oluşan örf ne ise öyle devam etmiştir. “Müşriklerle aramızdaki fark, başlıkların üzerine sarık sarmaktır” (Tirmizi, Libas, 42) hadisi, Tirmizî’nin bildirdiğine göre Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’e aid oluşunda şüphe olan ve başkaları tarafından da benzeri rivayet edilmeyen hadis anlamına gelen hasen-garîb bir hadistir. Ravilerinden ikisinin kimliği tam bilinmemektedir. Sarığın mutlaka kullanılması gereken İslâmi bir kıyafet olduğuna dair sahih bir hadis de yoktur. Sarıkla namaz kılınmasının faziletli olduğuna dair genel ölçülerimize göre oldukça abartılı ifadeler içeren bazı sözlerin de Efendimizden sadır olmadığı, uydurma olduğu bazı hadis alimlerince ortaya konmuştur. Aslında Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem ve Ashab-ı kiram sarık sarıyorlardı. Fakat sarık, dinî bir kıyafet değil, örfün gereği olan bir âdet ve alamettir. Zamanla sarık, Müslümanlara özgü bir kıyafet haline dönüşmüştür. Sarık sarmak zevaid sünnettir. Yani kılık kıyafetle ilgili bir sünnettir. Arapların kâfirleri de sarıkla gezerlerdi. Bir hadis-i şerif meali şöyledir: “Sarık
Arapların tacıdır”. (Beyhaki) Sarık ve takke aslında mubah şeylerdendir. Herkes sarık sarma veya takke giyme hususunda serbesttir. Zira İslâm dini, Müslümanlara sarık sarma veya takke takma mecburiyeti getirmemiştir. Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem namaz için özel elbise giymezdi. Başı sürekli örtülü gezip dolaştığı için namazlarını da başı örtülü bir şekilde kılmıştır. Günümüzde yaygın olarak kullanıldığı gibi yanında namaza özel bir başlık (takke, sarık) taşımazdı. Buna göre bir Müslüman da peygamberimiz gibi normalde nasıl dolaşıyorsa namazını öyle kılmalıdır. Erkeklerin namazda başı açık ve ayağı çıplak bir şekilde kılmalarının herhangi bir sakıncası bulunmamaktadır. Sonuç Tarafsız gözle bakıldığında konuyla ilgili hadislerin, hadis usulü kriterlerine uymadığı için olaya ibadet olarak yaklaşılamayacağı, adet veya zevaid olarak ele alınması gerektiği ortaya çıkar. Böyle olması sarık ve takke kullanmanın Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem adet olarak ta olsa giydiği için, değil sakıncası, hatta fazileti vardır. Takke ve sarık namaz için özel bir kıyafet olmadığı için hiç kimse, giyene niçin giyiyorsun, giymeyene de niçin giymiyorsun deme hakkına sahip değildir. Namazı takke ve sarıkla daha huzurlu ve huşu içerisinde kılıyorum diyen ve bunu uygulayanlara da saygı duymak gerekir. ARALIK 2013 / 305
29
Mehmet Şentürk
mehmet.senturk@ilkadimdergisi.net
FIKIH
KUMAR “Ey inananlar, içki, kumar, putlar ve fal okları şüphesiz şeytan işi pisliklerdir. Bunlardan kaçının ki kurtuluşa eresiniz.” (Maide 90)
K
umar; nasıl sonuçlanacağı önceden belli olmayan ihtimalli bir şeye bağlı kalarak mal vermek veya almak demektir. Hangi âlet ve metotla oynanırsa oynansın, oyununönceden belli olmayan- sonunda taraflardan biri veya birkaçı kâr yahut da zarar edecekse kumar gerçekleşmiş demektir. Adı ne olursa olsun bu özelliği taşıyan para veya mal karşılığı oynanan her oyun ve ortak bahis kumardır. Kolaylıkla mal çarpmak veya çarptırmak olduğu için Kur’an’da “meysir” denilen kumar, kolaylık anlamındaki “yûsr” kökünden gelmektedir. Millî Piyango, spor-toto, loto, iddia, kazı kazan, var mısın yok musun, at yarışlarında oynanan ganyan, müşterek bahis gibi tertip ve oyunlar kumardır; daha büyük kalabalıkların oynadığı kumardır, kumarın bütün unsurlarını içine almaktadır. Bunlardan bazı tesis ve hayır kurumlarının yararlanması, İslâmî açıdan mazeret değildir; çünkü İslâm’ın, getirdiği devlet, ekonomi, hukuk, toplum ve ahlâk düzeni hayır kurumlarını yaşatmak için kumar tertibine 30
DERGiSi
muhtaç değildir. Müslümanların iyilik ve hayır yapmaları için Allah rızası, teşvik unsuru olarak yeterlidir. Karşılıklı bahis ve iddialaşmak gibi tertip ve oyunlar da aynı şekilde kumar sayılmaktadır. Meselâ, iki kişi yarışa çıkmadan önce birisi, “Eğer beni geçersen sana şu kadar vereceğim, şayet ben seni geçersem bana şu kadar vereceksin” derlerse böyle bir bahis kumara girer. Ancak tek taraflı olursa caiz olur. Yani taraflardan birisi, “Beni geçersen sana şu kadar vereceğim, fakat ben seni geçersem sen bana bir şey verme” der ve anlaşırlarsa böyle bir iddia meşrudur. Bu parayı alan kimsenin onu kullanması caizdir. İslâmiyet ortaya mal ve para konarak oynanacak hiçbir şans oyununa izin vermemiştir. Bu konuda Kur’an-ı Kerimde şöyle buyrulur:
Şüphesiz şeytan içki ve kumar yüzünden aranıza düşmanlık ve kin sokmak ve sizi Allah’ı anmaktan, namazdan alıkoymak ister.” (Mâide, 90- 91) “Peygamberimiz, arkadaşına, gel kumar oynayalım, diyen kimsenin bu sözüne keffaret olmak üzere sadaka vermesini öğütlemiştir.” (Buhârî, Suretü’nNecm, 2) Bir kişi kumardan milyarlar kazansa, bir tek kuruşuna dokunmadan bir hayır kurumuna bağışlasa, sevap kazanamayacağı gibi böyle haram olan bir işe giriştiği için günahkâr olacağı unutulmamalıdır. Çünkü haram paradan, hayır yapılmaz. Kumar amacı olmaksızın sadece dinlenmek, eğlenmek ve zevk için oynanabilen oyunların mubah olabilmesi için ise dört şart öngörülmüştür: Oyun;
“Aranızda mallarınızı haksız sebeplerle ve batıl yollarla yemeyin” (Bakara, 188; Nisâ, 29).
a. Namazın geçmesine veya gecikmesine yol açmamalı.
“Ey inananlar, içki, kumar, putlar ve fal okları şüphesiz şeytan işi pisliklerdir. Bunlardan kaçının ki kurtuluşa eresiniz.
c. Oyun sırasında dilini kötü ve boş sözlerden korumalı.
b. Hiçbir menfaat beklememeli.
her türlü kutsal değeri ayaklar altına alan pek çok kişi vardır.
d. Normal dinlenme ve eğlenme ölçülerini aşarak vakit israfına yol açmamalıdır.
Kumar, içki gibi çok kısa bir zamanda alışkanlık hâline gelir. Bir daha ondan kurtulmak çok zor olur. Bunun için içki ve kumar alışkanlığı çok tehlikeli alışkanlıklardandır.
Kumarın zararları: Kumar, haksız yere başkasının malını almak, bile bile ortaklaşa hırsızlık yapmaktır. Kumar, toplumsal bir felâkettir. Dinin şiddetle yasakladığı bu yıkıcı kötülüğün pek çok aileyi sefil ve perişan ettiği her zaman görülmektedir. Hırsın verdiği heyecan ile sabahlara kadar kumar masalarından ayrılmayanlar, orada, sağlıklarını, servetlerini, ahlâklarını ve vakitlerini bırakarak insanlıktan uzaklaşır; bir gün kazananlar başka bir gün kaybederler. Kumar, insanı meşru kazanç yollarından uzaklaştırır. Oysa İslam temiz ve helâl olan rızkı yememizi emrediyor. “Ey insanlar! Yeryüzünde bulunanların helâl ve temiz olanlarından yiyin, şeytanın peşine düşmeyin; zira şeytan sizin açık bir düşmanınızdır.” (Bakara, 168) İslam’a göre Kumar, meşru olmayan bir kazanç yoludur. Çünkü kumarda kişi kazanırsa başkasını, kaybederse kendisini zarara uğratır. Başkasının zararına sebep olan bir kazanç, helal kazanç değildir. Yine Kur’an-ı Kerim, içkide olduğu gibi kumarda da şeytanın aramıza düşmanlık sokacağı ve bizi Allah’ı anmaktan ve namazdan alıkoyacağını ifade etmektedir. Mal canın yongasıdır. Parasını bir anda kaybeden kimse bunalıma girer. Oyun arkadaşlarıyla
Sonunda para kazanılan veya kaybedilen, zar, oyun kâğıtları, piyango, spor-toto, loto, müşterek bahis gibi her türlü şans oyunu kumardır.
kavgaya tutuşur ve bu kavga çoğu zaman cinayetle sonuçlanır. Ayrıca kumar oynayan kimse en değerli varlığı olan zamanını boşa geçirecek ve yükümlü olduğu ibadetlerini zamanında yapamayacaktır. Aynı zamanda Kumar, kişinin sağlığını da olumsuz şekilde etkiler. Kendini kumara verip, çocuklarını haram lokma ile besleyen kişi aynı zamanda toplumun geleceği olan çocukları ile de ilgilenemez. Neticede sorunlu ve suçlu çocukları topluma sunmuş olmaktadır. Bu davranışta hem toplum hem de ülke açısından tehlikeli bir davranıştır. Onun için kendimizi, ailemizi, ehlimizi Kur’an’ın ifade ettiği gibi: “Yakıtı insanlar ve taşlar olan cehennem ateşinden koruyalım.” (Tahrim, 6) Kumar aile hayatında düzensizliklere, anlaşmazlıklara, ihmallere sebep olur. Kumar yüzünden, dinini, namusunu, vatanını satan,
Bütün şans oyunları başlangıçta eğlenmek ve vakit geçirmek için oynanır. İnsan, kazandıkça kazanma zevki ve hırsı için oynar. Kaybettikçe, kayıplarını çıkarmak için yine oynar. Sonunda kumarbaz oluverir. Her şeyini kumarda kaybeden, nesi varsa satan ve kumara yatıran, bütün ömrü sefalet içinde geçen, karısını ve çocuklarını mahveden kumarbazların, başlangıçta kumara bir eğlence gözü ile baktıkları unutulmamalıdır. Sosyal bir afet olan kumardan sakınmak kadar çevremizdeki insanları özellikle aile fertlerimizi de bundan korumak önemli bir görevdir. Kur’an-ı Kerimde âile bireylerinin zararlı kötü işlerden sakındırılıp, Allah ve Rasulünün istediği bir yaşantı için eğitilmesi görevi aile reislerine verilmektedir: “Ey inananlar! Kendinizi ve ailenizi bir ateşten koruyun ki onun yakıtı insanlar ve taşlardır. Onun başında gayet katı, şiddetli, Allah’ın kendilerine buyurduğuna karşı gelmeyen ve emredildikleri şeyi yapan melekler vardır.” (Tahrim, 6)
ARALIK 2013 / 305
31
TASAVVUF
DUA-2
“
(Allah’ım!) Sen’i layık olduğun şekilde medhu senadan acizim. Sen kendini nasıl medh-u sena etmişsen öylesin.” Duanın ehemmiyeti ile ilgili olarak ayet-i kerimelerde şöyle buyrulur: “(Ey Rasulüm!) De ki: Sizin dualarınız ve niyazlarınız olmadıktan sonra Rabbim size ne diye değer versin?” (Furkan, 77) “(Ey Rasulüm!) Kullarım Sana Ben’i sorduğunda onlara deki: Muhakkak ki Ben onlara çok yakınım. Bana dua ettikleri zaman onların dualarına icabet ederim. Öyleyse (kullarım da) Ben’im davetime icabet edip Bana inansınlar. Bu sayede onlar umulur ki rüşde (doğru yola) erişmiş olurlar.” (Bakara, 186) “Rabbinize tazarru ve niyazla gizlice dua edin. Zira O haddi aşanları sevmez.” (Araf, 55) ki:
Hz. Aişe validemiz der
“Bir gece uyandığımda Allah Rasulünü yanımda göremedim. Aklıma diğer hanımlarından birinin yanına gitmiş olabileceği ihtimali geldi. El yordamıyla etrafı yokladım. Elim ayaklarına dokundu. O zaman Allah Rasulünün secdede olduğunu anladım. Kulak verdim; hıçkırarak ağlıyor ve şöyle münacaata bulunuyordu:
32
Cemil Usta
cemil.usta@ilkadimdergisi.net
DERGiSi
“Allah’ım, Sen’in gazabından yine Sen’in rızana sığınırım. Cezalandırmandan affına sığınırım. Allah’ım, başka değil; Sen’den yine Sana sığınırım. Sen’i sena etmekten acizim. Sen zatını nasıl sena ettiysen öylesin.” (Müslim) Peygamberimiz aleyhisselam hadis-i şeriflerinde şöyle buyuruyor: “Allah katında O’na dua etmekten daha kıymetli birşey olmaz. Dua ibadetin (kulluğun) özüdür.” (Tirmizi) “Allah’ım, Sen’den muhabbetini, Sen’i sevenlerin muhabbetini ve Sen’in sevgine ulaştıracak ameli talep ediyorum. Allah’ım, Sen’in muhabbetini bana nefsimden, ailmden, malımdan ve soğuk sudan daha sevgili kıl.” (Tirmizi) Rasul-ü Ekrem sallallahü aleyhi ve sellem Hz. Aişe’ye hitaben şöyle buyurmuştur: “Bütün duaların manalarını içine toplayan cümleler ile dua et. Dua ederken şöyle söyle: Allah’ım halde ve gelecekte bildiğim ve bilmediğim bütün iyilikleri Sen’den ister; halde ve gelecekte bildiğim ve bilmediğim bütün kötülüklerden Sana sığınırım. Allah’ım, cenneti ve cennete götürecek sözü ve işleri Sen’den ister, cehennemden ve cehenneme sürükleyecek söz ve hareketlerden Sana sığınırım. Allah’ım, kulun ve rasulün Muhammed’in sallallahü aley-
hi ve sellem istediği hayır ve iyilikleri Sen’den ister ve Sana sığınıp iltica ettiği her şeyden Sana sığınırım. Allah’ım benim için takdir ettiğin her şeyin sonunun hayırlı olmasını Sen’den, Sen’in merjametinden dilerim. Ey merhamet edenlerin en merhametlisi.” Ali bin Ebi Talib radıyallahu anh der ki: “İnsanlar yolcu, dünya da uğrak yeridir; yerleşim yeri değil. Anne karnı yolculuğun başlangıç yeri, ahiret ise son durağıdır. Yaşayış zamanı yolculuk mesafesi kadardır. Hayat bir seyir halinde devam ediyor. Önemli olan hayatın içini namazla, Kur’an’la, salavat-ı şerifelerle, dua ve niyazlarla doldurmaktır. İhlas derecesinde kulluk gereklidir. Kur’an’da Rabbimiz mü’minleri selamet yurdu olan cennete davet ediyor. Ancak yol müşkil ve karanlık olunca Allah binit olarak aklı yarattı. Hidayet ve nur olarak kitaplar indirdi. Farz kıldığı ibadetleri tehlikelerden koruyucu bir sur yaptı.” Netice olarak Allah’a kullukta zaafa düşmeden Allah’a tevekkül edelim. Ölüm gelinceye kadar ibadet ve dua ile Allah’ın rızasını talep edelim. Zira dönüşümüz Allah’a olacaktır. Allah bize vekil olarak ve şahit olarak kafidir. Allah’ım, bizleri sevdiğin ve razı olduğun kullardan eyle. Dualarımızı kabul eyle. Amin...
M.Selçuk Özdoğan
selcuk.ozdogan@ilkadimdergisi.net
ilkadım kitaplığı
Peygamberimizden 101 HATIRA Sahabeden 101 HATIRA
K
ıymetli İlkadım Kitaplığı okuyucularımız. Bu ay İlkadım Kitaplığımıza iki yeni kitap daha ekleyeceğiz. Prof. Dr. Yaşar Kandemir hocamızın hazırladığı, Tahlil Yayınlarından çıkan Peygamberimizden 101 Hatıra ve Sahabeden 101 Hatıra isimli kitapları inceleyeceğiz. Prof Dr. Yaşar Kandemir hocamızı görüntülü medyada yaptığı Şifa-ı Şerif hadis sohbetlerinden tanıyor ve takip etmeye çalışıyoruz. Peygamberimizden 101 Hatıra isimli eserimizle ilgili Hocamız şöyle diyor: “…Peygamber hatıralarından 101 tanesi, güvenilir hadislerden derlendi. Asr-ı Saadetten derlenen bu gonca güller, burcu burcu kokusuyla sizi alıp o kutlu çağa götürecek, dünyanın en bahtiyar insanlarıyla birlikte Peygamberin gül bahçesinde gezinmenizi sağlayacak.” Her bir bölümde farklı farklı hatıralar bizleri bekliyor. Belki de çoğunu biliyoruz ama Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellemle ilgili olunca hatıralar insan farklı duygular içerisinde okuyor ve dinliyor bu hatıraları. Hatıralardan biri şöyle: Vabısa ibni Ma’bed radıyallahu anhın başından geçmiştir
olay. Peygamber Efendimize iyilik ve kötülüğü sormaya gelmiştir Vabısa radıyallahu anh. Efendimiz o mübarek sahabe efendimizi dizlerinin dibine kadar yaklaştırır ve üç parmağını birleştirip Vabısa’nın göğsüne vurup: “Vabısa! Kalbine danış! İyilik; kalbinin uygun gördüğü ve yapılmasını onayladığı şeydir. Kötülük ise; kalbi tırmalayan, başkaları sana yap diye fetva verse bile, içine sinmeyen şeydir.” (s. 72) Sahabeden 101 Hatıra isimli kitabımız ise 240 sayfadan oluşuyor. 1400 yıl önce yaşmış ve her biri bizim için çok değerli olan sahabe efendilerimizden 101 hatıra bizleri bekliyor. Yaşar Kandemir hocamızın ifadesiyle: “Sahabiler, Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellemin talebesi, bizim hocamızdır. Peygamber Efendimizi kendimize nasıl model alacağımızı ve güzel dinimizi nasıl yaşayacağımızı bize onlar öğretti. İyi Müslüman olmak için Allah’ın Rasulünü ve O’nun izinden giden ashab-ı kiramı örnek almak şarttır.” Sahih hadis kaynaklarından derlenmiş hatıralar bizleri bekliyor. Her biri farklı farklı alanlarda bizler için model insandır ashab-ı kiram. Öyleyse bizlerin de sık sık bu güzide insanlarla ilgili hatıraları zihnimizde canlı tutmamız gerekiyor.
Ebu Hüreyre radıyallahu anh anlatıyor: Peygamber Efendimizin mescidinde yatıp kalkan Suffe ehlinden yetmiş kişi gördüm. Hiçbirinin üzerinde bütün vücudunu örten doğru dürüst bir elbise yoktu. Ya belden aşağısını bir parça kumaşla örterler veya boyunlarına bağladıkları bir kumaşla belden yukarısını kapatırlardı. Bu giysilerin bir kısmı onların baldırlarına, bir kısmı topuklarına ancak ulaşırdı. Mahrem yerleri görülmesin diye elbiselerini elleriyle toplarlardı. (s.43) ARALIK 2013 / 305
33
Yrd.Doç.Dr.
İlhami Nalçacıoğlu i.nalcacioglu@ilkadimdergisi.net
eğitim
Değerler Eğitimi Bilginin Doğası ve Yöntemleri Çağımızın bilgi anlayışında geçmişe oranla farklılıklar vardır. Bu nedenle değerler eğitimi, bilginin doğası ve yöntemleri arasındaki ilişkinin tekrar ele alınması zorunluluğunu karşımıza çıkarmaktadır. Bilgiyi ve doğruyu biz tek olarak algılarız. Ancak bunlar, göreceli yani bireylerden bireylere farklılıklar gösterir. Örneğin, kesilecek bir kurban veya eti yenen bir hayvan, kasaba göre ne kadar et çıkaracağı öncelik kazanırken, kurban sahibine göre belli bir yaşta olması ve azalardan birisinin noksan olmamasını gerektirir. Yani kurban, kasaba göre başka bir şekilde değer ifade ederken, kurban sahibine göre farklı bir niteliği içerir. Özellikle bir insanın karşılaştığı, bir obje veya bilgi insanların meslek, ilgi, ihtiyaç, ekonomik ve kültürel, hayat tarzı, ön bilgileri, dini gibi yanlarının farklılıklarıyla ayrı ayrı değerlerde öne çıkar. Bu noktalardaki farklılıklar bilginin kabullenilmesinde ay34
DERGiSi
rıcalıklar oluşturmakla beraber, bu bireylerin referans noktaları bilginin aktarılmasında dikkat edilmesini gerektirir. Örneği çoğaltmak mümkündür. Bir başka misal olarak da, öğrencilerin işlenen bir derste, tuttukları ders notlarını da verebiliriz. Aynı dersin ve konun dinlenmesi anında öğrencilerin tuttukları ders notlarına baktığımızda, yukarıda belirtmeye çalıştığımız referans noktalarının ayrıcalıklığından kaynaklanan, birbirinden ayrı ders notlarına rastlarız. Aynı filmi izleyen insanların aynı sonucu çıkarmadıklarını da görürüz. Bu farklılıklar, ayrı cinsler arasında da görüldüğü gibi ayrı karakter ve mizaçlarda da vardır. Bu insan ve bilgini doğası arasındaki etkileşim farkları ve kabullenmeler insan kültür ve medeniyetlerin gelişmesine de neden olur. Bunun için insan, kültür ve medeniyet, tarihi süreç içerisinde hep gelişime ve değişime uğramışlardır. Çoğu kere bu farklı değerlendirmeler insan için rahmet de olabilir. Nitekim Bedir Gazvesi sonrası, Rasulullah -sallallahu
aleyhi ve sellem- alınan esirlere nasıl muamele edilmesi gerektiğini ashabı ile istişare ettiği zaman, bu farklı kabullenmeler, sahabenin birikimlerindeki ayrıcalıklar nedeniyle, farklı çözüm tarzları üzerinde görüşler açığa çıktığını biliyoruz. Bilindiği üzere esirlerin, okuma yazma öğretmeleri karşılığı iade edilmeleri benimsenmişti. Ancak düşmanlarımız üzerinde kesin sonuç elde edilmedikçe esir iadesinin uygun olmadığı Allah -celle celaluhu- tarafından beyan edilmesi üzerine, Peygamberimiz -sallallahu aleyhi ve sellem- yapılan bu yanlışlık nedeniyle Allahın azabı yağacak olsa ancak Hz Ömer -radıyallahu anh-’in kendisini kurtara bileceğini beyan etmişti. Sonuç olarak insanlar, farklı anlayışlara ve bilgiye yaklaşım tarzlarına sahiptirler. Bu, insanlar için Allah’ın bahşettiği bir lütuftur. Ancak farklı yorumlar farklı sonuçlara neden olurken; bunun zararının asgariye indirilmesi insanlar arasında istişare mekanizmasını çalıştırılmasını zorunlu kılar. Bu nedenle değer-
İ
nsanlar, farklı anlayışlara ve bilgiye yaklaşım tarzlarına sahiptirler. Bu, insanlar için Allah’ın bahşettiği bir lütuftur. Ancak farklı yorumlar farklı sonuçlara neden olurken; bunun zararının asgariye indirilmesi insanlar arasında istişare mekanizmasını çalıştırılmasını zorunlu kılar.
ler eğitiminin temelinde, insanlara istişarenin öğretilmesi yer alır. Bununla birlikte marufa yönlendirme, hoşa gitmeyen davranışlardan uzaklaştırma işlemi -ki buna biz değerler eğitimi diyoruz- çevresiyle uyum sağlayabilmesi, farklı yorumların ve birbirine zıt davranışların iyide, güzelde buluşturulabilmesi insan ve toplum huzuru için temel eğitim sorunlarından birisidir. Tarihsel açıdan yaklaştığımızda, önceleri bilginin kısıtlı olması nedeniyle orta çağ boyunca tekrarın öne çıktığını ve
eğitimde hep vurgulananın bu olduğunu görüyoruz. Tekrarın disiplin içermesi gerekir. Disiplin katı ve sert bir eğitim tarzını getirir. Yukarda anlatmaya çalıştığımız gibi insanların referans noktalarının, yeteneklerinin farklı olması katı ve sert bir eğitim tarzı yerine daha serbest ve hürriyetçi bir eğitim tarzını gerekli kılar. Bu, değerler eğitiminin bugün eğitimin önüne çıkardığı temel problemlerden birisidir. Tamamen disiplinden vazgeçmeden, bireyin referans noktalarını da kullanarak, insanlar için ortak olan değerler anlayışının geliştirilmesi için yeni yöntemleri zorunlu kılar.
Temizlik konusundan tutun da dürüst ve güvenli olma, adil, sorumluluk sahibi, yardım sever, cömert, müşfik, saygılı ve itaatkâr, iyimser, merhamet sahibi gibi… sadece bir kaçını saydığımız değerlerin bireye yerleştirilmesi temelini kısa bir açıklamadan sonra bireyin önüne konan örnek oluşturur. Bunun önemini daha önceki yazılarımızda vurgulamaya çalışmıştık. Bunlar, Peygamberimizde, sahabede, tarihi şahsiyetlerde, örnek kişilerde gözlemlediğimiz kesitlerdir. Bu seçilen kesitlerin yorumlanması, buna ilişkin fotoğraf, slâyt gibi konuya ilişkin yardımcı elemanların kullanılmasını gerektirir. Olaya ilişkin uygulamalar ve gözlemler yaptırılarak bu uygulama ve gözlemler yazıya geçirilir. Kısaca değerler eğitimi anlatım, örnek, yorum, güçlendirecek yardımcı elemanların kullanımı, uygulama ve gözlemler, yazıya geçirilmesi gibi merhalelerden sonra içselleştirilmesi safhalarını içerir. Bu, ahlak erozyonuna uğrayan, her gün biraz daha bayağılaşan, içeriğini kaybeden dünyanın temel eğitim problemlerindendir. Böyle bir değerler eğitiminin sonucunda bireyde oluşturacağı dirençle, globalleşen dünyada onu etkisine alan internetin ve çevrenin istenilmeyen etkisinin önünde durulabilir. Tevfik Allah’tandır.
ve
inayet
ARALIK 2013 / 305
35
Fatih Yılmaz
fatih.yilmaz@ilkadimdergisi.net
geçmiş zaman olur ki
“Ey oğlum! Bir namazını kıldığın vakit, o namazın senin kıldığın son namazın olacağını düşün! Bir daha böyle bir namaz vaktine yetişeceğini ümit etme!
Namazda Huşu
N
amaz hususunda yazılacak o kadar çok şey var ki, hepsi ayrı bir konu başlığı olur. Biz burada kısaca namazın önemine değinip geçeceğiz. Namaz insanlara dünyevi zevkler nedeniyle Allah’tan gafil olmamaları ve insanın kendi başına bağımsız bir varlık değil, Allah’ın kulu olduğunu hatırlamaları için farz kılınmıştır. Namaz, insana Allah’ın varlığını hatırlatmak için günde beş vakit olarak farz kılınmıştır. Mahkeme-i Kübra’da (büyük mahkeme olan ahiret gününde) kişinin ilk sorgusu namazdan olacaktır. Namazı kolay geçenin diğer sorgulaması da kolay geçecektir. Aksi olursa zorlandıkça zorlanacaktır. Zaten mü’min ile diğerleri arasındaki fark da namazdır. Peygamber -aleyhisselatü vesselam- Efendimizin son sözleri “Namaza 36
DERGiSi
devam edin… Namaza devam edin…” olmuştur. Bu kadar önemli bir ibadeti terk etmek, gafletten başka bir şey değildir. “Namazı dosdoğru kıl, gerçekten namaz hayâsızlıktan ve fenalıktan alıkoyar.” (Ankebut-45) Hz. Ömer -radıyallahu anh- namaz hususunda şöyle demiştir: “Kişi namaz kılmaya devam ederse bir gün gerçek namaz kılmayı öğrenir.” Yani kıldığı namaz öyle bir zaman gelir ki onu iyiliklere sevk etmeye başlar, haramlardan sakındırmaya başlar. Rabbine kul olduğunu ve O’nun ilminin her şeyi kuşattığını bilir ve davranışlarını ona göre ayarlar. Namaza son derece önem veren Hz. Ömer (r.a) ölüm döşeğinde dahi bu titizliğinden taviz vermemiştir. Ateşgede, İranlı bir köle, Hz. Ömer Efendimizi namaz kılarken sırtından hançerlemişti. Namazını tamamlamak için belini doğrultmaya çalışıyordu. Yanındakiler, “Sen namaz kılamazsın.” dedikçe, o “namaz” diyor, Rabbine “namaz” diyerek yürüyordu. Kendini kaybetmeye başlamıştı. Adeta komaya girmişti. Uyandırmaya çalışıyorlar, bir türlü muvaffak olamıyorlardı. Bir ara içeriye ashabın gençlerinden Misver İbn-i Mehrame girdi. “Emir-ül Mü’minin’i uyandıramıyoruz!” dediler. Yaşı gençti ama Ömer’i çok iyi anlamıştı: “Emir-ül Mü’minin’i namaza çağırın,” dedi. Birisi, ağzını kulağına doğru yaklaştırdı: “Es salâh Ya Emir-ül Mü’minin,” dedi. “Namaza ey mü’minlerin emiri!” diyordu. Bıçak keser, ateş yakar, su ıslatır, Ömer namaza çağrılınca kalkardı. Uyuyan ve birkaç defa çağrıldıktan sonra “Geliyorum!” diyen bir insanın telaşıyla: “Ha Allahi izen.” “Tamam, şimdi kalktım!” diyerek doğrulmaya çalıştı. Kişi, ibadetlerini yaparken, yakınlarını da asla unutmamalı ve onları da namaza, zekâta, oruca ve diğer farizalara teşvik etmelidir. Kendisi kalktığında aile efradını da namaza kaldırmalıdır. Sabah namazına giderken çocuğum uyanmasın diye
ayakuçlarına basarak ve ışığı yakmadan gidiyorsa, ibadetini bu şekilde yaptığında çoluk çocuğunu unutuyorsa, kendisini mesuliyetten kurtarmış olamaz. Zira Rabbimiz ayeti kerimesinde: “Ehline namazı emret ve onda kararlı davran.” (TaHa, 132) buyurmaktadır. Eğer çocuğa küçük yaşta İslamî terbiye verilmezse büyüdüğünde ona hiç güç yetmez. O çocuğu, yakıtı insan ve taş olan cehenneme odun olarak hazırlarız ki, bunun baş müsebbibi de biz oluruz. O dehşetli günde yakamızı da onun elinden kurtaramayız. Ağaç yaşken eğilir diyen atalarımız ne güzel söylemiş. Nasıl ağaç kartaldıktan sonra eğilmeyip kırılıyorsa, çocuk da büyüdükten sonra kendi yolunu çizer ve seni hiç dinlemez, dikleşir, sonu isyana kadar gider. Namazı cemaatle kılmak, cemaate devam etmek pek mühimdir. Zira Müslüman, birlik ve beraberlik ruhunu canlı tutmalıdır. Bu da cemaatte vardır. Efendimiz -aleyhisselatü vesselam- hadislerinde: “İçimden öyle geliyor ki, şu cemaate gelmeyenlerin evlerini başlarına yakayım.” buyurarak cemaatin ne kadar önemli olduğunu vurgulamışlardır. Onun mektebinde yetişen Hazreti Ömer radiyallahu anh da: “Cennetin yolunu arayan cemaate sarılsın. Şeytan tek kişiyle beraberdir.” buyurarak cemaatin ne kadar önemli olduğu gerçeğini bizlere bildirmiştir. Namaz, Allah’a imandan
sonra yapılması gereken en önemli ibadettir. Mü’minin en önemli vasfıdır. Allah Rasulünün tabiriyle “Namaz gözümün nurudur”, dinin direğidir ve insan-ı kâmil olmanın birinci basamağıdır. Yüce Rabbimiz Kur’an’da mü’minin özelliklerini sayarken: “Namazı huşu ile kılarlar. Onlar (tümüyle boş) şeylerden yüz çevirirler. Irzlarını korurlar. (Başkalarının ırzlarına bakmazlar.) Emanet ve ahiretlerine riayet ederler. Namazları titizlikle korurlar. Rablerinden saygıyla korkarlar. Hayırda yarışırlar. Onlar sabrederler.” (Mü’minun, 1-9) buyuruyor. Mü’minlerin sözü edilen seçkin nitelikleri herhangi bir ırk, ulus veya ülkeye özgü değildir. Bu seçkin nitelikler ancak içten bir iman, güzel ahlak ve hayatın her yönünde öngörülen kurallara uymakla kazanılır. “Mü’min”, yüce Allah’ın varlığına ve birliğine inanan anlamına geldiği gibi, başkalarına güven veren ve güvenilen kişi anlamını da taşır. Öyle ise mü’min, ahdine vefalı, anlaşmalarına sadık, sözü özü bir, dostluğuna güvenilen bir insandır. Yüce Rabbimiz, Mü’minûn Suresi’nin ilk ayetlerinde, kurtuluşa erecek müminlerin vasıflarını açıklamakta ve 8. ayetinde meâlen şöyle buyurmaktadır: “Yine onlar (o mü’minler) ki, emanetlerine ve ahitlerine riâyet ederler”. Bir Mü’min, sevdiğini sırf Allah için sever ve ondan maddî bir beklenti içinde olmaz. Sır saklar, emanete hıyanet etmez. Hz. Peygamber -aleyhisselatü vesselam-’in yük-
sek ahlakına uymaya ve O’nun gibi güvenilir bir insan olmaya çalışır. Yüce Allah, Peygamberlerini güvenilir kişilerden seçmiş ve onlar gönderildikleri toplumlar tarafından da, emin kişiler olarak tanınmışlardı (Şuara, 107). Nitekim Mekkeliler, Peygamberimiz –aleyhisselatü vesselam’e, daha peygamber olmadan önce, “el-Emin “ sıfatını vermişlerdi. Hatta müşrikler, Peygamber olduktan sonra bile çok güvendikleri için kıymetli mücevherlerini hicrete kadar O’na teslim etmişlerdir. Namaz, sûret-i zâhirede bir şekildir. Ama içinde mücerred bir tefekkür âlemi vardır. Kişinin namazı ona yaklaşabildiği ölçüde gerçek namaz olur. Namaz beşerî faaliyetler içinde ilâhî tecrîde en yakın olan bir amel olarak bilinir. Mu’âz bin Cebel, oğluna şöyle vasiyet etmişti: “Ey oğlum! Bir namazını kıldığın vakit, o namazın senin kıldığın son namazın olacağını düşün! Bir daha böyle bir namaz vaktine yetişeceğini ümit etme! Ey oğlum! Mü’min olan bir kimsenin iki hayırlı iş arasında ölmesi lâzımdır. Yanî bir hayırlı işi yaptığın zaman, ikinci hayırlı işi yapmak niyetinde ve kararında olmalıdır.” Peygamberimiz -aleyhisselatü vesselam-’ın son sözleri; “Namaz… Namaz… Namaza devam” olmuştur. Namaza ne kadar önem verdiğini varın siz düşünün.
ARALIK 2013 / 305
37
la havle
Abdullah Gülcemal a.gulcemal@ilkadimdergisi.net
Ş
Suçlusun Sayın Vali (!) uan görevi başında bulunan Adana Valisi Sayın Hüseyin Avni COŞ’u Aksaray Valisi olduğu dönemden tanırım.
Babası, Muhterem Nurullah COŞ Bey’le de belirli bir hukukumuz var. Bingöl, Kırklareli ve Aydın illerinde de valilik yaptı Sayın COŞ. İnsani ilişkilere dikkat eden, konuştuğunuzda sesinizi kesmeden dinleyen mütevazı birisi olarak tanıdım kendilerini. Elbette yıllarca idarecilik yapmış biri olarak, gerek bulunduğu konumun ciddiyet ve ağırlığını gerekse inancının gereği olarak olması gereken edeb, vakar ve tevâzuyu üzerinde taşıyan bir şahsiyet… İdarecilik gerçekten zor bir iş… Bir kamu görevi ifa ediyorsunuz. Büyük bir ilin mülki âmirisiniz. Sizin de hesap vermek zorunda olduğunuz önce vicdanınız, sonra üst makamlar var. İdareniz altındaki insanların veya bölgenin huzuru, sükûnu, refahı için, belirli yetki ve sorumluluk çerçevesinde gece gündüz çalışacaksınız… Belki ibadetlerinizi aksattığınız zaman dilimleri olacak… 38
DERGiSi
Yüreğiniz sızlaya sızlaya, içiniz burkula burkula, inancınızın müsaade etmediği ortamlarda bulunmak mecburiyetinde kalacaksınız… İnanan bir insan olarak; “İdareniz altındakilerden mesulsünüz.” kaidesince bu manevi yükün her geçen gün daha da ağırlaştığını hissederek, omuzlarınız dayanma gücünü kaybedecek ama siz direneceksiniz… Duaya sarılacaksınız… Âlemlerin Rabbi’ne sığınacaksınız… O’na güveneceksiniz… O’ndan yardım dileyeceksiniz… Çünkü; siz alnı secdeye gelen bir Müslümansınız... Çünkü; siz ilâhi bir hesap gününe inanıyorsunuz… Çünkü; Müslüman’ın bir yüzü, iki dünyası vardır… Onun için iki yüzü, tek dünyası olanlar hep saldıracaklardır… İki yüzlü ve tek dünyalı bu zavallıların saldırıları, hakaretleri, tahammülsüzlükleri, saygısızlıkları sizin şahsınıza değil Sayın Valim… İnancınızadır… Temsil etmiş olduğunuz düşünceyedir… Allah’ın ipini bırakıp, Maocu Perinçek’in
İP’ine, Dersimli Kemal’in küpüne sarılan bu ipsizlere ne söylersen söyle nafile… Onların niyeti kap kalaylamak değil, kıç çalkalamaktır. Üzüm yemek değil, bağcıyı dövmektir… Bunlar ağaca çıkan keçinin dala bakan oğlaklarıdır… Onlar Taksim’de üç-beş ağacı bahane edip, aylarca her tarafı yakacak, yıkacak, bir darbe ortamına zemin hazırlayacaklar… Mukaddesatına saldıracaklar… Mâbedini kirletecekler… Ülkenin Başbakanı’nı “Diktatör”lükle suçlarken kendi karanlık ve kanlı mâzilerini hatırlamayacaklar… Adana’da 29 Ekim’de ayrı, 10 Kasım’da ayrı oyunlar koyacaklar sahneye… Ama hep aynı sahnenin oyuncular… Bu gezi zekâlı provokatörler görevi başındaki şerefli emniyet mensuplarına hakaret edecek, saldıracaklar…
Çünkü; onlar Ana Muhalefet Partisi CHP’nin kaset mamülü Genel Başkanı’nın gurur duyduğu ve tek tek alınlarından öptüğü, iplerinin bir ucu bir ipsizin elinde olsa da, bu ülkenin özgürlüğe (!) susamış yurtsever devrimci gençleridir… Çünkü; onlar Mustafa Kemâl’in askerleriymiş… (Kendileri öyle diyorlar…) Siz ise bir kamu görevlisi… Bir ilin valisi… Sizin demokratik bir hakkınız yoktur, (!) göreviniz vardır… O da susmak (!)… Öyle bir kelime kullanmak sizin ne haddinize Sayın Vali… Bırakınız, kurnazlar kürsülerde ahmak tavlamaya, tahsisli köşelerde itler havlamaya devam etsin… Sizin hangi şartlar altında o kelimeyi kullanmak zorunda kaldığınızın hiç önemi yok… Suçlusun… Sayın Vali suçlusun…
“Vatan hainleri” diye bağıracaklar…
Gözünün üzerinde kaşın varsa suçlusun,
Kamu malına zarar verecekler…
Gövdenin üzerinde başın varsa suçlusun.
Huzur ortamını bozacaklar…
Dilini koparsa da geçmez küfrün öfkesi,
O ilin valisinin makam aracını tekmeleyecekler…
Ağzında sökülmedik dişin varsa suçlusun.
“Allah belânızı versin.” diye lânet okuyacaklar…
Daha güzel yarınlar hayâl etmek yasaktır,
Ama siz bunların hiçbirini göremeyeceksiniz, duymayacaksınız… Çünkü; onlar “demokratik haklarını” (!) kullanıyorlar… Çünkü; onlar bu ülkede birinci sınıf vatandaşlardır…
Hayıra yorulacak düşün varsa suçlusun. Siyoniste, şeytana, yılanlara, itlere, Atmak için elinde taşın varsa suçlusun… Yeter artık… Yetkililer; ya itleri bağlasın, ya taşları koyursun…
ARALIK 2013 / 305
39
İbrahim Çiftçi
ibrahim.ciftci@ilkadimdergisi.net
..
soz meydanı
TÜRKİYE’NİN MAHZUNU ve
MAĞDURU
Ü
zerinde çok konuşulan şair ve simalardan biridir. Uzun müddet o hiç konuşulmadı. Ondan bahsetmek bir yerlere birine karşı olmak gibi algılandı. Ama hak ne kadar gizlenebilirdi? Hakkı yerden birileri kaldırıp ortaya çıkarmaları gerekmez miydi? Nitekim de öyle oldu. Zorla baskıyla yok edilmeye çalışılan o kişi kaldırıldı ve insanımız onu her yönüyle tanımaya başladı. Sevdikleri halde cenazesine katılamayanların içi kan ağladı. Fakat hiçbir güzel ve iyi insan ortada kalamazdı. Ona sahip çıkan babayiğitler olurdu. Öyle de oldu. Devletin başındaki hiçbir resmi zevatın katılmadığı ve hatta katılımın yasaklandığı cenaze merasimine üniversiteli yiğitler sahip çıktı. Onu kabrine kadar taşıdılar. Kabrinin başında İstiklal Marşını hep beraber okudular. Peki, ne yaptı bu kişi ki ona devlet sahip çıkmadı hatta onu reddetti. Budur cihanda benim en beğendim meslek, Sözüm odun gibi olsun, “hakikat” olsun tek” Yoksa o, sözün hep doğrusunu mu söyledi? Doğru söyleyenleri dokuz köyden kovarlarmış ya. Acaba ondan mı böyle oldu? Ondan mı kovdular Ankara’dan. Arkasına polis takmışlar, sürekli takip ediliyor. O da bunu görüyor, biliyor yakınlarına serzenişte bulunuyor. Kim bu cennet vatan uğruna olmaz ki feda Şüheda fışkıracak toprağı sıksan, şüheda O, vatanı için her türlü fedakârlığı yapmadı mı? İstanbul’da iken devleti, milleti ve vatanı için verilen her görevi hiçbir maddi menfaat gözetme-
40
DERGiSi
den yerine getirmedi mi? Evet getirdi hem de fazlasıyla. Ankara’da da öyle oldu. “Şuraya git” dediler gitti, “gel” dediler geldi. Hâlbuki şöyle diyordu: Yumuşak başlı isem, kim dedi uysal koyunum Kesilir belki, fakat çekmeye gelmez boyunum Sebil’ür-Reşad’ı Ankara’da çıkarması için Mustafa Kemal’in davetine hemen icabet etmedi mi? TBMM’nin açılışının ertesi günü olan 24 Nisan 1920 günü Ankara’ya varıp Milli Mücadele’de Anadolu’yu karış karış gezip Ankara yönetimine destek vermedi mi? Milli mücadeleye şair, hatip, seyyah, gazeteci, siyasetçi olarak katılmadı mı? Ankara’ya varır varmaz ona verilen ilk görev, Konya ayaklanmasını önlemek için halka öğütler vermek üzere Konya’ya gitmesi olmamış mıdır? Kastamonu’ya geçti. Halkı düşmana direnişe teşvik için 1920 yılının Kasım ayında Kastamonu’daki Nasrullah Camisi’nde verdiği ateşli vaaz, Diyarbakır’da basılıp ve tüm vilayetlere ve cephelere dağıtılmadı mı? Mecliste vekil olarak bulunduğu dönemde neye karşı çıktı? “Hiç konuşmadı” diyor meclis zabıtları onun için. Yoksa küstü müydü birilerine ya da yakasına? Beklentilerine uygun olmayan bir oluşumun parçası olmak istemiyor gibiydi. Öyle ya bir ulvi amaç için malınla, canınla zamanınla, kaleminle duygu ve coşkularınla, düşüncenle mücadele edersin. Sonra da amacına inancına hiç uymayan bir oluşumla karşı karşıya gelirsin. Peki, ne yapacaksın o zaman? Ya mücadeleye devam edeceksin aynı safta yer aldıklarına karşı. Ya da yakana küsüp “kuşe-i uzlete” çekileceksin. O hangisini yaptı?
NOT: Şiir dâhil her türlü çalışmanızı “ Kültür ve Sanat Sayfası” olan “ SÖZ MEYDANI” na elektronik veya klasik posta yoluyla gönderebilirsiniz. Bekliyorum. ibrahim.ciftci@hotmail.com
İkincisini. Peki, yaranabildi karşı olanlara. Hayır. O bu millete İstiklal Marşını yazmadı mı? Hem de bir dergâhın sergisiz odalarında. Zorun ötesi duygularla. Gece gündüz demeden, ümmetin en önemli unsuru olan bir milletin mücadelesini abideleştirmek kolay iş mi? Bunu yapmadı mı? Dost düşman, herkes o şiire hayran olmadı mı? II. Meşrutiyet ilan edildiğinde Mehmet Akif, Meşrutiyet’in ilanından 10 gün sonra arkadaşı rasathane müdürü Fatin Hoca onu, on bir arkadaşı ile birlikte İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne üye yaptı. Ancak Mehmet Âkif, üyeliğe girerken edilen yeminde yer alan “Cemiyetin bütün emirlerine, bilâ kayd ü şart (kayıtsız şartsız) itaat edeceğim” cümlesinde geçen “kayıtsız şartsız” ifadesine karşı çıktığı, “sadece iyi ve doğru olanlarına’” şeklinde yemini değiştirttiği anlatılır. Kaldı ki İttihat ve Terakki Cemiyeti (o zihniyet halen başımızın belasıdır.) hem masonik hem ırkçı hem de komitacı özelliği olan dış mihraklı bir kuruluştur. Birçok şiiri ile her zamana, millete, mekâna ve zatlara seslenerek ırkçılığı reddeden kişi bu cemiyete ancak kandırılmak suretiyle girebilirdi. Nitekim sonraları ayrılması da bunu göstermiştir. Müslüman ferasetli olmalıdır. Bu noktada eksikliği varsa diğer Müslüman kardeşleriyle istişare ederek kendi eksiğini gidermelidir. Zorla düşman icat edilmemeli ama lider konumundaki kişiler, düşünce adamları daha uyanık ve ferasetli olmalıdır. Çünkü onların yanlışı birçok kişinin de yanlışına sebep olmaktadır. Türkiye Cumhuriyeti Devleti yöneticileri bütün bu yazdıklarımıza rağmen niçin ona düşman olmuşlar? Çünkü o samimi bir Müslüman’dı. O Müslüman şair, inancının gereği olarak yazmış ve yaşamıştır. Düşmanlığın, bitmeyen kinin sebebi onun inancıdır, Müslümanlığıdır. Onun için bu köşeden şöyle demiştim: “Hayatı şiiri, şiiri de hayatı olan bir şairdir.”. Siroz hastalığına tutulunca hava değişikliği iyi gelir düşüncesiyle önce Lübnan’a, sonra Antakya’ya gitti. Mısır’a hasta olarak döndü. Vatana dönme arzusu birkaç kere reddedildi. Ama
“cennet vatan”ında ölmek istiyordu. Son ricası kim bilir hangi şartlarla kabul edildi. 17 Haziran 1936’da İstanbul’a döndü. 27 Aralık 1936 tarihinde İstanbul’da, Beyoğlu’ndaki Mısır Apartmanı’nda Hakk’ına kavuştu. Edirnekapı Mezarlığı’na gömüldü. Cenazesine resmi bir katılım olmadı. Ancak üniversiteli gençler onu son yolculuğunda yalnız bırakmadı. Mezarı iki yıl sonra, yine üniversiteli gençler tarafından yaptırıldı. (Yine ne varsa gençlerde var.) 1960’ta yol inşaatı nedeniyle kabri Edirnekapı Şehitliği’ne nakledildi. Mezarlıkta Süleyman Nazif ve arkadaşı Ahmet Naim Bey’in arasında yatmaktadır. Devletin yaptığı yetmezmiş gibi hanımının hastalığı, kendi hastalığı, vatan hasreti, evlatlarının çok acıklı hayatı, ona ve sevenlerine çok ıstırap vermiş olmalıdır. Yine torunlarının vahim yerlerdeki duruşları onun ruhunu, sevenlerinin de kalbini rahatsız etmektedir. Allah rahmet eylesin. Bir Hatırlatma: Her 17 Aralık gelince Mevlana severler hem sevinir hem de üzülürler. Mevlana gibi âlim, âşık, mütefekkir, mutasavvıf, şair gibi birçok has özelliklere sahip bir zatın herkes tarafından anılması, anlatılması, anlaşılması sebebiyle sevinirler. Bir hafta boyunca, her yerde onu dinlemek, gerçekten mutluluk verici bir hal. Ancak onun resmi ya da gayri resmi törenlere alet edilmesi ve turistik bir hale getirilmesi de onları çok üzer. Üç beş çağın modası kelimeye hapsedilip, yasak savuşturma amacıyla söylenen cümlelerin yapmacıklığı ile Mevlana derinliğinin basitleştirilmesi elem vericidir. Müslümanlar bu konuda gaza gelmeden Mevlana’ya sahip çıkmalı layık olduğu yerde korumalıdır. Arif Nihat Asya’nın şehitler için yazdığı şiirinden aldığım bölüm Mevlana severlerin duygularını çok iyi anlatmaktadır: Destanını yapmış, kasideye kanmış.
Bir el ki; ahiretten uzanmış, Edeple gelip birer birer öpsün diye faniler! Öpelim temizse dudaklarımız, Fakat basmasın toprağa temiz değilse ayaklarımız. Rüzgârını kesmesin gövdeler. Sesinden yüksek çıkmasın nutuklar, kasideler. Geri gitsin alkışlar geri, Geri gitsin ellerin yapma çiçekleri! ARALIK 2013 / 305
41
genç bakış
Mehmet Erturan
erturanmehmet@hotmail.com
2014
” I L I Y N A “İHV Olsun
İ
hvan’a dair ne biliyoruz diye soralım önce kendimize. İhvan tabirinden kastımızın iki cepheli olduğunu da belirtelim. Birinci ve geniş anlamıyla İhvan kelimesini düşündüğümüzde ‘kardeşlik’ gelecek aklımıza. Çünkü İhvan kelimesi ‘ahi’ yani ‘kardeş’ kelimesinin çoğulu. İkinci ve dar anlamıyla düşündüğümüzdeyse aklımıza gelecek olan anlam, kuruluşunu Mısır’da gerçekleştirmiş bir teşkilata verilen isim olması. Yani hepimizin bildiği üzere İhvanü’l Müslim’in/Müslüman Kardeşler Teşkilatı. Birinci anlamıyla İhvan dediğimizde aklımıza ilk gelen şey Hucurat Suresi’nin 10. ayetindeki emir oluyor: “Mü’minler kardeştir.” Mü’min, Allah ve Resulü’nün iman edilmesini söylediği her şeye iman eden. Allah ve Resulü bir konu hakkında hüküm verdiğinde kendisine ‘ama’ hakkı düşmeyen ve o hükmü olduğu gibi gönül rızası ile kabul eden. İman ise layığına muhabbet, müstehakına nefret. İhvan’ın dar anlamına geldiğimizde İlkadım Dergisi’nin dikkatli okurları hatırlayacaktır. Üç aydır (Eylül, Ekim, Kasım 2013) mü’min kardeşlerinden muhabbeti hak eden Kardeşler’i Genç Bakış köşesinde gündemde tutmaya çalı-
42
DERGiSi
şıyoruz. Çünkü Aliya İzzetbegoviç’in “Her şey bittiğinde hatırlayacağımız şey düşmanlarımızın sözleri değil, dostlarımızın sessizliği olacaktır” sözündeki sessizlerden olmak istemiyoruz. Mü’minler kardeştir emrine ama’sız iman ediyoruz. Biliyorsunuz, Kardeşler’i için bolca ‘ama’ biriktiren ama onlara yardım etmek için cübbesi bile kıpırdatmayan sessizlerle aynı dünyada yaşıyoruz.
Müslüman Kardeşler Üçlemesi Müslüman Kardeşler Teşkilatı üçlememizin ilki olan Eylül ayı yazısında “Müslüman Kardeşler’in Kısa Tarihçesi ve Teşkilata Dair Notlar”ı paylaştık. Burada İhvanü’l Müslimîn’in kuruluşundan, teşkilatlanmasından, 2. Dünya Savaşı sonrası kargaşa ortamında yangından kaçırılan lanetli mal İsrail kurulurken cemiyetin savaşta aldığı aktif görevlerden ve yaşadığı zulümden, genel mürşidi Hasan el Benna’nın misilleme yapılırcasına şehid edilişinden, İhvan’ın Mısır sınırlarına sığmayıp komşu ve bölge ülkelerdeki faaliyetlerinden ve karşılaştığı katliamlardan bahsettik. ‘İhvan Nasıl Bir Teşkilat?’ alt başlığında ise teşkilata katılmak isteyenlerin yapması gerekenleri zikrettik.
Üçlemenin ikinci parçası olan “R4BIA İşaretine Dair Notlar” yazısında da önce Mısır’da Kardeşler’imize yapılan darbenin ve darbecilerin altını, üstünü, her tarafını çizerek yaşananlara ‘darbe’ diyemeyen çukur adamların ülkesi Batı’yı sobeledik. R4BIA işaretinin görünürde hangi anlamlara geldiğini hatırlattıktan sonra şirk temelli zafer işaretini deşifre ettik. Elde var R4BIA derken, ikiye karşı tek olsa da şehadet parmağımızın bile zafer işaretini dövebileceğini söyledik. R4BIA’yı bir işaret levhasına benzettikten sonra ehliyet sahibi olarak gördüğümüz Metin Karabaşoğlu’nun R4BIA işareti hakkında kızıyla arasında geçen konuşmayı naklettik. Dipnot’ta da bu canım işaretin kimler tarafından ve nasıl tasarlandığını özetledik. Önce teşkilatın kısa tarihini aktarıp ardından Mısır’da yaşananların dünya çapındaki simgesi haline gelen R4BIA işaretine dikkatleri çektikten sonra üçlemenin son yazısında sıra bir şehiddeydi: Esma el Biltaci… Kardeşler’imizin teşkilatına giden yolda R4BIA ve Esma, yoldaki işaretlerden sadece ikisiydi. Hatırlarsınız, Yoldaki İşaretler arasında Hasan el Benna, Seyyid Kutub ve Halid el İslambuli gibi isimler de vardı. Zeyneb Gazali de yoldaki işaretlerdendi. Esma el Biltaci örneği bize şehadetin bir cinsiyet değil niyet ve samimiyet meselesi olduğunu çok güzel özetledi. Şehid kelimesinin bir de müennesinin olduğunu haber verdi. Esma el Biltaci unuttuğumuz tağutu tanıyan, akranlarının meşgul olduğu şeylerle meşgul olmayan, derslerinde birinci olmasına rağmen öğrenmeye olan açlığı dinmeyen biriydi. Dört erkek kardeşi dururken ‘kız başına’ şehid olandı. Rabia el Adeviye Meydanı’nı evi bilen ve evinin davacısı bir genç olarak hanesine sahip çıkarken ter-
leyen ama yorulmayandı. Aklına deli gömleği giymiş keskin nişancılar tarafından kurşunlandığında 17 yaşındaydı. ‘Daha 17 yaşındaydı’ demiyoruz çünkü o bir çocuk değildi ve İslami terbiyeyle büyüyen biri için bu yaş arşın gölgesine talip olma zamanıydı. Elinde Kur’an’dan başka bir silah olmayan Esma, Rabia Meydanı’nda şehadetle kucaklaştıktan sonra babasına mektup tadında adeta bir gençliğe hitabe yazdırmıştı.
Cübbelerin Kıpırdamadığı Bir 2014’e Geldik Müslüman Kardeşler Teşkilatı’nın yasaklandığı, Dr. Muhammed Mursi’nin yargılandığı, darbecilerin ve çukur adamların Âli İmran Suresi’nin ARALIK 2013 / 305
43
176. ayetine muhatap kılındığı, Avrupa’da milyon dolarlara tek imzayla kıyıp futbol kulüpleri satın alan körfezin kör krallarının Kardeşler’i için hâlâ cübbesini bile kıpırdatmadığı bir 2014’e geldik. 2014’e dair bir muradımız var. Bu muradımızı bir çağrıya dönüştürmek ve teklifimizi sizinle paylaşmak istiyoruz: 2014 İhvan Yılı olsun! 2014, sadece Mısır’da değil yeryüzünün herhangi bir bölgesinde mü’mince yaşama ve yaşatma derdiyle hareket ederek teşkilatlanan Kardeşlerimizle yeniden daha sıkı bir şekilde tanışacağımız bir yıl olsun. Suriye’de, Doğu Türkistan’da, Çeçenistan’da, Pakistan’da, Güney Afrika’da, Güney Amerika’da… böyle kardeşlerimiz var bizim. 2014, coğrafi ve siyasi sınır tanımaz bir şekilde yapacağımız okuma ve buluşmalar sayesinde Kardeşlerimizle yakınlaşacağımız “Mü’minler Kardeştir Yılı” olsun. Zikrettiğimiz ve edemediğimiz ülkelerde yaşayan kardeşlerimizle İHH’dan alacağınız bir Kurban faaliyeti bülteniyle derhal tanışabilirsiniz. Bu bülten dünyaya yayılan kardeşlerimizin durumlarından ve hayat standartlarından bizi haberdar edecek. Okudukça kardeşlerimiz için bir şeyler yapabilme derdine kapılacak ve en basitinden telefonumuzdan 5 TL gönderebilmek için en kardeşçesinden bir(çok) sebebimiz olacak. Bizi bu şekilde harekete geçiren imanımız Allah’ın izniyle sırat köprüsünden de geçirecek. Diğer yandan ümmet fikriyatına adanan gönüllüleriyle İHH’nın gidemediğimiz yere giden ayağımız, uzanamadığımız yere uzanan elimiz olduğunu fark edeceğiz. Dünyayı kuşatan makro kardeşlikten, kurulduğu bölgelerde hakimiyet gösterme gayretinde 44
DERGiSi
olan mikro kardeşlik çalışmalarına geçtiğimizde Mısır’daki İhvan örneğinden hareket ederek 2014 İhvan Yılı için şöyle bir Tanışma Faaliyeti Takvimi çıkarabiliriz önümüze;
2014 İhvan Yılı İçin Okuma Teklifleri İhvanü’l Müslimîn’in kurucusu şehid imam Hasan el Benna’yı mücadelesinin ana hatlarıyla tanıyabilmek için ilk okumamızı Diyanet İslam Ansiklopedisi’ndeki “Hasan el Benna” maddesiyle başlatabiliriz. Kurucu imamı daha yakından ve ayrıntılı tanımak için Hasan el Benna okumalarımızı kendisinin kaleme aldığı ‘Hatıralarım’ adlı kitaptan devam ettirebiliriz. Hatıralarım’da Müslüman Kardeşler Teşkilatı kurulmadan önce Benna’nın henüz öğrenciyken katıldığı ve aktif görev aldığı teşkilatları göreceğiz. Aynı zamanda her tevhid yolcusunun karşılaştığı iftiralara Benna’nın da uğradığını ve bunları nasıl aştığını tecrübe edeceğiz. Teşkilatları ayakta tutan olmazsa olmaz fedakarlık örneklerine yine İhvan mensubu farklı isimler üzerinden şahit olacağız. Hasan el Benna’nın okuduğu ilkokulun müfredatı, okulun özellikleri ve hocalarının beğendiği yönleri
de bu kitapta. Hatıraları okurken kendimizi sık sık Hasan el Benna’nın yerine koyacak ve bu durumla karşılaşsam ben ne yapardım acaba diye kendimize sorular soracağız. Benna’nın tasavvuf tecrübesini de bu sayfalarda okuyacağız. Müslüman Kardeşler Teşkilatı’na dair giriş okuması tavsiyemiz Diyanet İslam Ansiklopedisi’ndeki ‘İhvân-ı Müslimîn’ maddesinden olacak. Basit düzeydeki bu okuma teşkilat hakkında bize genel bilgiler sunacak. Bu genel bilgiler içimizdeki detaya inebilme merakını arttırabildiği oranda önemli. Bu giriş okumaları o yüzden basit görülüp geçilmemeli. Teşkilatın ana hatlarını ansiklopediden öğrendikten sonra Müslüman Kardeşler’imizi daha yakından tanıyabilmek için yapacağımız okuma sıralamasında aklımıza ilk olarak Said Havva’nın ‘50. Yılında Müslüman Kardeşler Teşkilatı’ isimli kitabı geliyor.
Bir Damla Mürekkep Hasan el Benna ve Müslüman Kardeşler Teşkilatı’na dair birer giriş ve detaylı okuma teklifi sunduktan sonra sıra İhvan felsefesini anlamaya dair okumalara gelmeli. Bu üçüncü başlığımızda karşımıza çıkacak ve bize İhvan düşüncesini satır satır açıklayacak ilk kitap tahmin edeceğiniz üzere Hasan el Benna’nın Risaleler’i. Ansiklopedi maddelerinden genel hatları, konuyla ilgili birinci elden yazılmış kitaplarla detayları öğrendikten sonra Risaleler Allah’ın izniyle tadından yenmez bir hal alacak. Yusuf Suresi’nin tefsiri ve Musa aleyhisselam’ın kıssasını okumak ise özelde Mısır genelde dünya coğrafyasında yaşanan Hakk-Batıl mücadelesini vahiy tecrübesiyle bize sunacak. Seyyid Kutub’tan Yoldaki İşaretler, Zeyneb Gazali’den Zindan Hatıraları, Hekimoğlu İsmail’den de Minyeli Abdullah kitapları akla gelen diğer ekstra teklifler. Minyeli Abdullah’ın filmi de var. Mutlaka izlemelisiniz. Ekstra okumalar yapmak isteyenler için bu film
güzel bir başlangıç. Biz, İlkadım Dergisi’ndeki köşemizi vesile edinip sorumluluğumuzun hakkını vermeye çalışırken hazırladığımız üç yazıda onlarca paragraf, yüzlerce cümle ve binlerce kelimeyle Kardeşler’imiz için somut bir şeyler yapmaya çalıştık. Şimdi de bu çalışmayı bir çağrıya dönüştürüp teklif ettiğimiz okuma faaliyetleriyle ama’sız bir gündem oluşturmaya çalışıyoruz. Biz, Mısır’daki İhvan örneğinden hareketle 2014 için size bir niyet ve hareket teklif sunduk. 2015 ve 2016 gibi devam eden yıllarda İhvan örneği yerine konulabilecek farklı ülkelerdeki diğer teşkilatlara dair okumalarla bu çalışma sürdürülebilir. Böyle bir çalışma metodunun beş yılda size kazandırdıkları paha biçilemez şeyler olacaktır. Çünkü “bir damla mürekkep bir milyon kişiyi düşündürebilir.” Yeni bir yıl için düşünmeye değer. ARALIK 2013 / 305
45
imbik
Nuri Ercan
nuri.ercan@ilkadimdergisi.net
SEYRETMENİN BEDELİ
D
inleme ve kulak verme temel özelliklerimiz olmasına rağmen seyretmeyi iyice kanıksadığımız konusunda hiç bir şüphe yok. Bir önceki yazımızda genişçe ifade ettiğimiz gibi, haber uğruna evlerimize hâkim olan televizyonlar, seyretmeyi de temel alışkanlıklarımız haline getirmiş durumdadır. Tabi ki televizyon tek başına bunu yapamazdı. Peki, suçlu kim? Faili meçhul gibi gözüken bu hadisenin ilk suçlusu kesinlikle iradelerimizdir. İradelerimize duygularımızın inkâr edilemez katkısı da yadsınamaz. Daha düne kadar okumalar ve sohbetler günlük hayatımızın vazgeçilmezleri arasında idi. Böyle bir toplumun kısa sürede sadece seyreder bir hale dönüşmesi, yüzyıllar boyu dışarıdan projelendirilen toplum mühendisliklerine rahmet okutur niteliktedir. Çeyrek asır önce seyretme uzmanı kişiler olacağımızı söyleseler buna kimse inanmazdı. Kısa bir sürede kulaklarımızın görevleri-
46
DERGiSi
ni, gözlerimize devretmesi ise sosyolojik teorileri bile allak bullak edecek toplumsal sonuçlar ortaya çıkartmıştır.
lar açısından, izleme doğru bir kullanımdır. Medyayı gözlerimizle izliyoruz. Zihnimizle adım adım takip ediyoruz.
Başlıkta kullandığımız “seyretme” kelimesinin yerine “izleme” sözcüğünün halk arasında daha çok kullanılıyor olması da oldukça manidardır. Seyretme hadisesi kişilerin emrinde ve geriden gerçekleşirken; izleme olayında tâbi olma, peşinden gitme anlamları daha belirgindir. Her ne kadar seyretmenin yerini tutmasa da, hali hazırda mevcut olan medya anlayışımız bakımından ve ürettiği sonuç-
Birinin izinde yürümek o kişinin ilkelerini ve düşüncelerini takip etme anlamına gelirken; medyayı izlemek sadece bakmaya ve nihayetinde beynin görseller nedeniyle yorulmasına, düşüncelerin fikir bulmacına dönüşmesine neden olmaktadır. Düşüncelerin karmakarışık olduğu cemiyetlerde kültür aktarımı gerçekleşemez. Gelenek ve değerlerin sağlam ve saf bir şekilde taşınabilmesi berrak zihinlerle ancak müm-
kün olabilir. İşte sadece bulanık fikirler doğurması nedeni ile dinimizi, sahih geleneklerimizi yeni nesillere aktarabilecek köprü olma özelliğimiz seyretmeye kurban ettiğimiz ilk bedel olmaktadır. Metafizik gerçeklere iman etmek her dinin ilkeleri arasında yer alır. İlahi dinlerde fizik ötesi (görülemeyen) varlıklar iman esaslarını oluştururken, beşeri dinlerin birçoğunda da bu olguya rastlamak mümkündür. Müşahede edilemeyen varlıklar ancak tasavvur (zihni canlandırma) ve tasvir (fikren resmetme) yöntemi ile anlatılır. Kur’an ve hadis-i şerifler, Allah, melek, cin, şeytan gibi gayb unsurlarını tasavvur ederken ve tasvir ederken hiçbir zaman somut örneklendirmeler yapmamıştır. Bunun yerine zihinlere sunulan bilgilerle bütünü oluşturmayacak canlandırmalar yapmıştır. İslâm Düşünce geleneği, Allah’ı ve diğer metafizik unsurların mücessem bir şekilde anlaşılmasını hedeflemeyip, varlık özelliklerini ve insan hayatında oluşması gereken anlamlarını vurgulamıştır. Seyretmeye dayalı medya dünyasından insan belleklerine kazınmaya çalışılan gerçekler, sadece müşahede edilebilen maddi varlıklara aittir. Dünyevileşme ve maddi hayatla ilgili değerler, görüntü şeklinde
zihinlere aktarılmaya çalışıldığı için, insan havsalasındaki metafizik düşünceleri dumura uğratmaktadır. Gayba ait inanç unsurları, bu dünyevi saldırılar sayesinde isimlendirildikleri kavramların içi boşaltılarak ya da maddi anlayışlara yorumlanarak insan hayatından çıkartılmaktadır. Değişik bir söyleyişle, görülemediği için neredeyse varlığı hatırlanamayacak bir Allah inancı, seyretmenin bedeli olarak hâkim kılınmaya çalışılmaktadır. Bir zamanlar
canhıraşane karşı çıktığımız “insan gördüğüne inanır” anlayışı maalesef yeni neslin inandığı, fakat henüz dillendiremediği genel geçer anlayışlardan biri durumundadır. Değerlerimizi aktarabilmek adına eğitim metotları ve oyunlar konusunda çaresiz kaldığımızdan seyretmeye teslim ettiğimiz çocuklarımız, rol model elde edemeden gençlik dönemlerine geçiş yapmaktadırlar. Üstelik ahlaki her hangi bir meziyet elde etmeleri de ARALIK 2013 / 305
47
bu dönemde mümkün olamamaktadır. Yüzlerce ekranın gözlerden dimağlara düşünceler akıttığı bir ortamda, düşüncelerin tamamı doğru olsa bile, dimağlarda her hangi bir sabitenin oluşması akla aykırıdır. Bir kere amaç aynı değildir. Düşüncelerin veriliş biçimi farklıdır. Üstelik kimi medya kuruluşları manevi değerlerle barışık olmadıklarını fikir ve yayınları ile ortaya koymuş durumdadırlar. Seyretmenin kurbanı olan yeni nesil kelimenin tam anlamı ile seyretmeyi öğrenmiş olmaktadır. Başkaları ile hemhal olma, sevinçlere katılma, kederleri paylaşma bakımından farklı bir nesil yetiştiğini vurgulamamız gerekiyor. Konuşamayan, sohbeti bilmeyen, kavramlar yerine sadece kelimeleri zihnine atmış bir gençlikle karşı karşıyayız. Bu nesil seyrettiği ürünler, paylaştığı “feys” sayfaları sayesinde sahte bir bireysellik elde etmektedir. Elde edilen bu bireysellik onlara mutluluk getirecek inancındadırlar. Bu arada onların kendi değerlerinden ne kadar koptukların hatırlatacak yakınların da seyretme derdinde oldukları gerçeği de oldukça yürek burkucudur. Ez cümle bu seyretme belası sayesinde hepimiz seyrediyoruz. Yalnızca seyrediyoruz…! 48
DERGiSi
Hikmet Damlaları AKILLI DELİ Anlatırlar ki, kendince kavminin önde gelenlerinden, dindarlığı herkes tarafından bilinip itibar gören biri kırlara gezmeye çıkmış, Allah’ın yarattıklarını ibret nazarıyla seyre koyulmuştu. Sonra kalktı, iki rekât şükür namazı kılmak üzere tekbir aldı. Olacak bu ya, o sırada Mecnun kırlarda dolaşıyordu ve tesadüfen bu adamın önüne doğru geçip bilmeden orada oyalanmaya başladı… Adam selam verdikten sonra Mecnun’a seslendi: “Bre çekil önümden, burada namaz kılıyorum.” O vakit Mecnun hayretler içinde şöyle sordu: “A efendi! Sen bu namazı niçin kılarsın?” Adam şaşırmıştı. Delinin aklına hayret etti ve işin sonunu getirmek istedi: “Neden sordun ki?” “Allah aşkıyla ve onun için kılıyor musun diye?” “Evet, Allah aşkıyla ve O’nun rızası için kılıyorum!..” Mecnun önce güldü, sonra dudağını büzüp kederlendi: “Kendini yokla beyim, içini yokla… Ben Leyla’nın aşkına düştüm düşeli şunca yıldır ondan başkasını görmüyorum da sen Allah aşkıyla namaz kılarken beni nasıl görüyorsun?” İskender Pala, Aşka Dair, sf. 59
Kay覺tlar覺m覺z devam etmektedir. Acele edin!